14 Ekim 2021 Perşembe

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ


Ibrahim Ortas iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com 
14 Haziran Pzt 18:20

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ
Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, iortas@cu.edu.tr
 
Geleceğin en Popüler araştırma alanı ve mesleği mikrobiyoloji olacaktır.
 
Musilaj-Deniz Salgısı Toplumun Büyük Çoğunluğu Tarafından Tam Anlaşılmadı
Bir önceki paylaşımı ma gelen dönütlerden anladığım kadarı ile toplumun büyük çoğunluğu bilimsel olarak müsilajın nasıl oluştuğunu ve ileride olası etkilerini bilmek ve anlamak istiyor. Ancak çoğu kimse bu kelimeyi ilk defa duyuyor. 

Bir önceki yazının (https://www.facebook.com/iortas? form=MY01SV&OCID=MY01SV) amacı daha çok ekoloji biliminin esasları bilinmeden yıllar içinde doğanın bir etkiye karşı oluşturduğu başka bir tepkiyi anlamadan, fiziksel müdahalelerle müsilajı toplamaya kalkmalarını üzülerek yazdım. Bilimin önemi ve önerileri alınmadan yapılacak işlemler ileride daha farklı olumsuzluklar da çıkarabilir.

Çevreden denize deşarj edilen evsel-sanayi atıkları ve gübre, suda bulunan yosunlar (alg)  için önemli besleyici elementler oldukları için bunların aşırı derecede üremesine neden olur. Özellikle diatomlar gibi pek çok yosun türleri, bu zengin besin ortamından yararlanarak kontrolsüz bir şekilde ürerler. Bu yosunlar, ortama yapısındaki salya şeklindeki koloidal madde olan müsilajı salarlar. Ve bu salya, diğer organizmaların gelişimini de engeller. Ancak asıl tehlike, bunların aşırı bakterileri üremesine neden olmalarıdır. Ortamda ne kadar organik madde varsa, bunları ayrıştırmak için o kadar da bakteri oluşur. Dolayısıyla aşırı derecede üreyen yosunlar ve salgıladıkları salya, bakterilerin çoğalması için mükemmel bir besin ortamı oluşturur. Bu bakteriler aerobik, yani oksijen kullanan organizmalar oldukları için, denizsel eko sistemdeki yaşam kaynağı olan oksijeni azaltırlar. Bu da başta balıklar olmak üzere, diğer canlılar için ciddi bir yaşamsal tehdit oluşturur. Hemen belirtelim ki, soluduğumuz oksijenin %30’u karasal bitkilerde, %70 kadarı da denizlerdeki yosun gibi çoğu mikroskobik olan bitkilerden karşılanır. Oksijen üretilmeyince diğer canlılar bundan ciddi zarar görür, deniz biyo-çeşitliliği bozulur, sonuçta ekosistem çökmeye başlar.
 
Bilimsel İlkelere Göre Sorun Çözümü Halen Geliştirilemedi

Biz karada (toprakta) oluşanı, müsilajı konusu ile ilgilenen bilim insanları olarak biliyoruz, ancak denizde oluşanı müsilajın doğrudan insan yaşamına olan negatif etkisi çok bilinmediği için bugüne kadar çok ciddiye alınmadı. Hatta kirli su köpüğü olarak anıldı. Ancak denizin yüzeyini saran köpüğün bir süre sonra keçe gibi her tarafı sardığı ve nerdeyse insanların üzerinde yürüyeceği kadar bir tabakanın oluşması görünür olunca yetkililer ve basının ilgisini çekti. Ayrıca köpüğün yüzeyi kapsaması deniz dibinde oksijenin yetersiz kalması, fotosentez yapan canlıların işlevlerini sonucu denizin diplerinde ayrı bir müsilaj ve kirlilik oluşmaya başlatır. Denizdeki müsilaj kirliliğinin temizlenmesi yine ağırlıklı olarak ortamdaki mikroorganizmalarca sağlanacaktır. Unutmayalım sayısını bilmediğimiz çok farklı mikroorganizma grupları her ortamda bileşikleri ayrıştırarak besinlerini alıyor ve varlıklarını bu şekilde devam ettiriyorlar. Ortamda asfalt, kömür atığı varsa oradaki karbonu ayrıştıran organizmalar çoğalıyor. Başka bir organik madde varsa onu da ayrıştırır. Hatta denilebilir ki her bileşiği ayrıştıran organizmalar farklıdır. Bazı bakteri grupları duruma göre hem aerob (oksijenli solunum) hem de anaerob (oksijensiz) koşullarda yaşayabilmektedirler. 

Bu bağlamda doğanın işleyişinde önemli rolü olan mikro organizmaları mutlaka iyi anlamak ve amaca uygun olarak da yönetmek zorundayız.    
 
Geleceğin Bilimi Mikrobiyoloji Eksenli Olacaktır.

Gelecek artık mikrobiyolojinin olacaktır. Covid-19 ile birlikte yaşamımızın artık pamuk ipliğinden daha ince bir şekilde mikroorganizmaların elinde oluğunu bilerek bugünden mikrobiyolojiye yatırım yapmak gerekir. Covid-19 salgını ile normal mikroskopta bile göremediğimiz korona virüs organizması bir yıldan fazla zamandır bütün insanlığı adeta dize getirdi. Dünyanın işleyişi önemli ölçüde yavaşladı ve yeni bir dünyanın kapılarını bir mikroorganizma açmış oldu. Gerisini hep beraber düşünelim.
 
10 Haziran 2021. Adana
Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

kotanlartr@googlegroups.com
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210614152013.2001E0%40cu.edu.tr adresini ziyaret edin.


***

30 Eylül 2021 Perşembe

ADLİ YIL AÇILIŞI

ADLİ YIL AÇILIŞI




Suay Karaman 

suaykaraman1@gmail.com


13 Eylül Pzt 01:43

Azim ve Karar Sitesindeki yazımı iletiyorum.

https://azimvekarar.net/adli-yil-acilisi/

Suay Karaman

    Yargıtay Başkanı olarak 1 Mart 1966 ile 1 Mayıs 1969 tarihleri arasında görev yapan İmran Öktem (1904-1969), 7 Eylül 1967 tarihinde yeni adli yıl açılış konuşmasıyla unutulmazlar arasında onurlu yerini almıştır.

Ülkemizde 1961 Anayasası’nın getirdiği haklarla sol kültürün yükseldiği, buna karşın 1965 yılında iktidara gelen Adalet Partisi’nin dincilere taviz veren tutumunun toplumda tepkilere neden olduğu günlerde yapılan bu önemli konuşma, bugün de geçerliliğini korumaktadır. 

O dönemin mahkemelerinin Said Nursi hareketine yönelik kararlarını anımsatarak yaptığı konuşmanın özeti şöyledir: “Said Nursi'ye göre Atatürk idaresi dehşetli bir ahir zamandır. 

Dinsizlik, komünistlik, ifsat komitelerinin faaliyet yıllarıdır. Devrim kanunları muvakkattir ve Hıristiyan kanunlarıdır. Kemalistler seviyesiz, anarşist kimselerdir. Devlet, İslâm esaslarına göre kurulmalıdır. Müslümanlara Kur'an dışında bir Anayasa lâzım değildir. Said Nursi milliyete ve milliyetçilik fikrine düşmandır. Milliyetçilik İslâm birliğine manidir. Bu yol ile Bolşevizme ve Sosyalizme karşı mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslâm ümmetçiliği mücadele edebilir…

Türkiye'de bir İslâm Devleti ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti'ni dini esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczup, ruh hastası veya dini, kazanç metaı haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirganlar -o bezirganlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler- evet bunlar ve bir takım hurafeleri dini esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır..”

İmran Öktem, irticaya değinen o ünlü konuşmasında, Voltaire'den alıntılar yaparak, “Tanrıyı da insan yaratmıştır” söylemiyle, iktidarın himayesindeki dincilerden tepki almış ve sağcı basın tarafından eleştirilmişti. İktidarın din sömürüsü yaptığı söylemleri, dinci çevrelerde tepkilere yol açmıştı.

İmran Öktem, 1 Mayıs 1969 Perşembe günü hayata gözlerini yumdu. 3 Mayıs Cumartesi günü Ankara Maltepe Camisinde yapılan cenaze töreninde, çoğunluğunu çember sakallı dinci kişilerin oluşturduğu bir kalabalık “Allahsızların namazı kılınmaz” diyerek, cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalıştılar. Bazıları tabutun yakınına kadar gelerek “yuh” çekmeğe başladılar. İmam Ali Güran cenaze namazını kıldırmadı ve imamlar cenaze namazını  kıldırmamak için direnişe geçtiler. Camide namazı kıldıracak imam bulunamamıştı. Cenaze namazı için imam arandığı sırada CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, CHP il başkanı Rauf Kandemir’e namaz kılınmadan camiden ayrılmayacağını söylemiş ve olduğu yerde beklemeye başlamıştı. 

İsmet İnönü’nün ısrarına karşın namazı kıldıracak imam bulunamamış, bunun üzerine namazı, Adalet eski bakanı Abdullah Pulat Gözübüyük’ün (1912-1991) ilahiyatçı ve avukat ağabeyi kıldırmıştı.

Namaz bittikten sonra da protestolar devam etmiş ve saldırganlar arasında kalan İsmet İnönü’yü korumak amacıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı Topçu Dairesi Başkan Vekili Tuğgeneral Nabi Alpartun tabancasını çekmiş, “bu memleketin sahibi var” diyerek İsmet Paşa’ya yol açmıştı. “Yuh” sesleri arasında omuzlara alınan tabut, Maltepe pazarı, Necatibey Caddesi üzerinden Sıhhiye Orduevi önüne getirilmiş ve Zafer Anıtı önünde İmran Öktem için iki dakikalık saygı duruşu yapılmıştı. Burada, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği’nden Taylan Benli yaptığı konuşmada; “Bugünkü olayları yaratanlar Derviş Vahdettin’in torunları, Said Nursi’nin çömezleridir, onlara çanak tutan yöneticilerdir. Biz Ulusal Kurtuluş savaşını verecek olan devrimciler, Atatürk’ün huzurunda onlara layık oldukları dersi veriyoruz ve vereceğiz” demiştir.

Mezarlıkta yapılan törende Ankara 4. Sulh Hukuk hâkimi Celal Erdoğan; “Bugünkü hadiseler ilerici aydın kişilerle, gericilerin hadisesidir” şeklinde konuşma yapmış ve cenaze toprağa verilmiştir. Mezar başında da protestolar devam etmişti. İsmet İnönü olaylar hakkında, “Her manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası’dır” derken, cenaze törenine katılmayan Başbakan Süleyman Demirel de “Hadise gayet üzücüdür” biçiminde konuşmuştu. Olayların ardından  yakalanan 9 kişi ‘ölünün naaşına hakaret suçundan’ yargılanmak üzere tutuklanmış ve az ceza alarak salıverilmişlerdir. Cenaze namazını kıldırmayan imam için görevini suiistimal ettiği gerekçesiyle soruşturma açılmıştır.

Başbakan Süleyman Demirel, olayla ilgili TBMM’ye verilen soru önergesi üzerine yaptığı konuşmada, “olayların bir irtica hareketi olarak değerlendirilemeyeceğini” söylemiş ve İsmet İnönü’yü koruyan general için “hiç kimse kendisine verilmeyen bir görevi üstlenemez” diye tepki göstermişti.

İlerici güçler, gericilerin bu tepki ve eylemlerine anında yanıt verdiler. 7 Mayıs 1969 Çarşamba günü İmran Öktem'in cenaze törenini engellemek isteyenleri ve onları koruyanları protesto etmek için yürüyüş düzenlendi. Yargıtay binasından başlayan ve Anıtkabir’de sona eren bu büyük yürüyüşe, Yargıtay ve Danıştay ile birlikte İstanbul ve Ankara Üniversitelerinin öğretim üyeleri, öğrenciler ve halk katıldı.

Şimdi; 1 Eylül 2021 tarihinde yapılan adli yıl açılışını düşünelim. Yargıtay’ın yeni binasının ve adli yılın açılışının kuran okunarak yapılması, açıkça laik ve demokratik cumhuriyetimize karşı bir darbedir.  Eğer İmran Öktem’in konuşmasından gereken dersleri alabilseydik, bugün laiklik karşıtı eylemler yaşanmazdı. 

İşte ne yazık ki bugünlere böyle gelindi. Muhalefetin de laikliği korumak gibi bir görevi olmadığı anlaşılmaktadır. 1969 yılındaki cenaze töreninde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün dik duruşu ile 2021 yılındaki adli yıl açılışında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ezikliği kıyaslanamaz bile.

Bu topraklarda ilericilerle gericilerin, devrimcilerle devrim karşıtlarının kavgası hiç bitmeyecektir. Gericiler, ortaçağ karanlığının sürmesini istemektedirler. 

İlericiler ise, Atatürk’ten aldığı ışığı daha da yükseltmek çabasındadırlar. Tarih bize, olayların sonunda hep aydınlıkların zaferini göstermektedir. 

Er ya da geç ülkemiz de aydınlığı tekrar yaşayacaktır.


Azim ve Karar, 13 Eylül 2021.

Suay Karaman


***

29 Eylül 2021 Çarşamba

KADIN, KUTUP YILDIZI…

KADIN,  KUTUP YILDIZI… 



Dr. Noyan UMRUK

Karanlık çöktüğünde ilk görünen kutup yıldızı, yaşamı aydınlatan, yaşama çeki düzen veren, onu çekilir hale getiren kadının diğer adıdır. 
Bu evrensel gerçekliğin çağdaş öncüsü yüce önder bakın ne diyor:

''Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez… Ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim.''

Ve;

Yıl 1930 kadınlara belediye seçimlerinde seçme hakkı,
Yıl 1933 Köy Kanunu'yla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme hakkı,
Yıl 1934 Anayasa'da yapılan bir değişiklikle milletvekili seçme ve seçilme hakları .
Yıl 1935 devrimci kalkınmanın öncülerini, genç kız ve delikanlılarını yetiştiren, üreterek öğrenilen Köy Enstitüleri
Yıl 1937 Haklar verildikten sonra ilk seçim, kadınlar 18 temsilci ile Mecliste..
Bu hakların uzunca mücadeleler sonucu kadınlar tarafından elde edilmesi Fransa ve İtalya’da 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de…

Kadın odaklı karşı devrim:

Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla başlayan karşı devrim, Marshall yardımlarının olumsuz etkisi ile adam gibi bir sanayileşme sürecinin sekteye uğratılması, Aydınlanma ateşinin yavaş yavaş söndürülmesi ile Anadolu’nun, özellikle Anadolu Kadınının üzerine çökmüştür.
Giderek hızlanan bu süreçte günümüzde Anadolu Kadını;
*Karşı devrimin günah keçisi,
*Her türlü aşağılanmanın hedefi,
*Üç de yetmez beş tane tekerlemesiyle adeta bir kuluçka makinesi,
*Tercihleri, görünümü, davranışları, giderek gülmesi dahi sıkı denetim altında tutulması gereken mahlukat,
*Yaşı ne olursa olsun taciz ve tecavüze müstahak,
*Bu durumlara karşı çıktığında ise öldürülmesi ya da dövülmesi “hafifletici nedenlerle” caiz görülebilir bir yaratık haline dönüştürülmek üzere…

Sizce Aydınlanma Devrimini yeniden canlandırmaktan başka çare var mıdır? Yoktur…

S.Arabistan Riyad Türk Okulu’nda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapan ve de izlenimlerini de bir kitapta toplayan (1)Zekiye YÜKSEL hanımefendi bakın neler diyor…
Yaşadığımız günlerin şer’i düzene öykünen yoğun “kültürel ve sosyopolitik bombardımanı”, hepimiz, özellikle yaşam tarzları ne olursa olsun tüm kadınlarımız için bu izlenimleri çoook önemli kılıyor…
İzlenimler şöyle…

“*Riyad’a yeniden geliyorum. Havaalanındayım. Görevli bayan “bekle” dedi. Tedirgin oldum. Adım Zekiye Osman diye okundu. Soyadımı geçersiz sayıp babamın adı, adıma eklendi.
*Evime girmek üzereyim. Sürekli korna sesi… Döndüm baktım. Mersedes içindeki arap bir kartona cep telefonunu yazmış, bana gösteriyor. Kadın yalnızca cinsel obje…
*Evime geldim, ezandan önce uyumak istiyorum. Burada ezan, makamsız ve çok kötü okunuyor, nedeni kadınların, müezzinlerin sesine âşık olmalarını engellemekmiş...
* Bugün Dünya İnsan Hakları günü… Çakmaksız kaldım, evde tuz yok… Dışarı çıkıp almam mümkün değil. İki kadın arkadaş 200 m ilerdeki markete erkeksiz gidemiyoruz.
*Vahabiliğin baş hedefi kadınlar… Kadınların kamu hizmeti görmesine karşı çıkanlar, “iki kadının tanıklığı bir erkeğinki kadar” ve “kadın aklen ve dinen eksik yaratılmıştır” gibi hadislerden esinleniyor.

* Çok evlilik, mut’a nikahı (siga) sayesinde yetmiş yaşında erkekler kızı, torunu yaşındaki birkaç kızla evleniyorlar. Kadını boşamak ise çok kolay. Üç defa “boş ol” dendiğinde iş tamam; aynı kadınla iki kez yeniden evlenebiliyor. Bu çok rastlanan durum. Erkek, üçüncü kez tekrar boşadığı kadınla evlenmek isterse, kadın, “antraktta” başka erkekle evlenmeden bu evlenme helal olmuyormuş...

*Burada toplu taşıma aracı yok. Eski ulaşım aracı deve yürürken, üstündeki kadının sarsıntıda göğüslerinin hareketi erkekleri tahrik ettiğinden, kadınların önce deveye binmesi, sonra da araba kullanması yasaklanmış.
*Her gün yeni şeyler duyuyorum. Buraya gelen çoğu Filipinli, Hintli; Pakistanlı, Endonezyalı, Nepalli, Bangladeşli, Sirilankalı, Sudanlı kadınların, hizmetçi olarak çalışmaya başladıkları evlerde, ilk geceleri cehenneme dönüşüyor; evin erkeklerinin sıra ile tecavüzüne maruz kalıyorlarmış.
* Suudi kadınların öğrenim görme arzusu yüksek. Ancak 6 yaşından sonra kız ve erkek okulları, üniversite dâhil ayrılıyor. Kız öğrenciler, erkek hocadan ders dinleyemiyor, ders erkek hocanın görüntüsü engellenerek televizyondan veriliyor.
*Düzenin kadın üniforması abeye; ince naylon, yazın yakıyor, kışın üşütüyor. Mekke’de kız okulunda çıkan bir yangında, kaçmak isteyen kız öğrencileri, mutavva, abayeleri olmadığı için sopayla içeri sokmuş; onbeşi yanarak ölmüş. Abeye giymek zoruma gidiyor. Abeye özgürlüğümü kısıtlıyor, kadın kimliğimden koparıyor, sanki ağzı bağlı bir çuvalın içindeyim.
* Evlere balkon yaptırılmaz. Evlerdeki kızlar, kadınlar, hizmetçiler pencereden bakamazlar. Zaten bakmaya çalışsalar da görecekleri, evi kuşatmış yüksek duvarlar. Kış geldi, yağmur yağıyor, yağmuru izleyemiyorum. Ülkemin sokaklarını, evimin pencerelerini, balkonlarını çok özledim.

*Erkek çocuklar dışarıda rahatça oynarken, kız çocuklarını sokakta görmek mümkün değil.
* Öpüşmek cinsel suç sayılır. Karşı cinsten arkadaş zina sayılır ve de sadece kızı ölüme götürür. Sokaklarda, karşı cinsten, evli olmayan iki kişi, yan yana, el ele gezemez, açık veya kapalı alanda oturamaz ama, sokaklarda el ele gezen genç erkeklere sık rastlanır… Gençlerin köktenci islami örgütlere katılmasında, uyuşturucu alışkanlığında, sapkınlıklarında baskının, kadın ile erkek arasına örülen duvarın etkili olduğunu düşünüyorum.
*Bir yılbaşı akşamı bir Türk delikanlı telefon kulübesinde Filipinli sevgilisiyle buluşuyor, mutavva yakalayıp götürüyor. Sonu meçhul…
* Mutavva erkekleri sopayla namaza zorlar. Kadınların sopadan azade oldukları tek alan namaz...
*Riyad’da altyapıyı Avrupalı ve Amerikalılar yapmış. Olması gereken her şey var, ama kaldırımlarda yürüyen insanlar, akıp giden kalabalıklar yok. Sanata, felsefeye, fotoğrafa karşılar.
*Batı, özellikle ABD ile yoğun ilişkiler, emperyalizmle işbirliği içindeler. Ama insani değerlerden, emekten, örgütlenmekten söz etmek şaka gibi… Suudi Kraliyet Ailesi ve çevresi, petrol gelirini paylaşıyor. Orta kademe, kamu sektöründe çalışırken en büyük gelirleri yoksula bedeli mukabili kefillik… Yoksulluk, hayır ve şerrin Allah’tan olduğu inancı, sömürü düzenini meşrulaştırıyor…”

Bu yazı kadını bir meta gibi arzuladıkları biçime sokmayı ya da hiçleştirmeyi en önemli memleket meselesi haline getirmek için her Allahın günü kendilerinden menkul akıl almaz fetvalar verenlere karşı kahramanca mücadelelerini sürdüren kadınlarımıza ithaf edilmiştir.

Sonuç: Uzun lafın kısası son söz yine Zekiye hanımefendinin “ Kadının hiçleştirilmesi, aydınlık düşmanlarının karanlığı karşısında Atatürk’e hayranlığım her geçen gün kat be kat artırıyor.”

(1)Zekiye Yüksel*
*Şeriat Ülkesinde Kadın Olmak/Cumhuriyet Kitap, 2010


***

ROZET TAKMAK

ROZET TAKMAK

 



Suay Karaman

 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde CHP listesinden İstanbul Milletvekili olarak TBMM’ye giren Nazır Cihangir İslam, yemin töreninden önce 7 Temmuz 2018 tarihinde Saadet Partisi’ne geçmişti. 4 Mart 2020 tarihinde Saadet Partisi’nden istifa etmişti. 9 Mart 2021 tarihinde ise CHP grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun taktığı rozetle yeniden CHP’ye katıldı.

 ABD vatandaşı şeriatçı Merve Kavakçı'nın eski eşi olan Cihangir İslam, Fethullah Gülen’in Abant toplantılarını organize eden ve bu toplantılara katılan biridir. Geçtiğimiz dönemde gerek Balyoz davaları, gerekse laiklik ile ilgili açıklamalarıyla Türkiye’nin gündemine gelen Cihangir İslam, Halkın Sesi Partisi’nin (HAS Parti) ve Saadet Partisi’nin kurucularındandır. Halen yakın akrabalarının AKP içinde etkin görevlerde siyaset yapması, kendisinin sosyal medyada Atatürk’ü ve Anıtkabir’i hedef alan yazıları ile laiklik karşıtı görünüşü bilinen Cihangir İslam’ın, CHP’ye alınması kabul edilemez.

 CHP Genel Başkanı tarafından Cihangir İslam'a CHP rozeti takılması, Atatürk’ün partisinin düşürüldüğü acıklı durumu gözler önüne sermektedir, bu olay açıkça Atatürk’e de, Altı Ok’a da ihanettir. Bu olay CHP’ye gönül veren, Atatürk sevdalısı ve laiklikten yana ulusalcılara “bu partiden gidin” çağrısı yapmaktır. Bu olay CHP’nin kurucu ilkelerine ve şanlı tarihine kara bir leke olarak geçecektir. Kendilerine “Yeni CHP” adını veren bugünkü yöneticilerin ideolojileri yoktur, ilkeleri yoktur, tutarlılıkları yoktur, emperyalizmin hizmetinde proje yürütmektedirler. CHP’nin programından ve tüzüğünden haberleri yoktur.

 CHP yönetimi, partiyi kurucu ilkelerinden ve özünden saptırmaktadır, Atatürk’e karşı açılan savaşta rol kapmaktadırlar. Başta PKK terör örgütünün avukatı TR 705 kodlu Sezgin Tanrıkulu, Atatürk’e kefere diyen Mehmet Bekaroğlu ve benzerlerini milletvekili yapan Soros destekli TESEV kurucusu Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’yi bitirmekle görevlidir. PKK ve FETÖ terör örgütü yanlılarını, bölücüleri, mezhepçileri, dincileri, tarikatçıları, numaracı cumhuriyetçileri, Atatürk düşmanlarını CHP’ye dolduran bu yönetim, CHP’ye ve saygınlığına zarar vermektedir.

 ”Laiklik tehlikede diyemem, yoksa altını dolduramam” diyen bir genel başkandan ne beklenebilir? Bu açıklamayı yaklaşık 11 yıl önce, 21 Eylül 2010 tarihinde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin davetlisi olarak bulunduğu Berlin’de yapmıştı. Kemal Kılıçdaroğlu, yanlış söylem ve yanlış kişilerle, kendi altını doldurmaktadır, kokmaktadır ve Mustafa Kemal Atatürk’ün partisine yakışmamaktadır. Tam bağımsızlıktan ve emperyalizm karşıtlığından yana tavır koymayanlar, Kemalist Devrimleri ve altı oku benimsemeyenler, Cumhuriyet Halk Partisi gibi kökleri Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan, Kuva-yi Milliye’den, Müdafaa-i Hukuk’dan gelen bir partide oturamazlar. Bu yanlış anlayış, CHP’nin seçmen tabanını partiden uzaklaştırarak, gelecek için umut olan CHP’yi bitirmekten başka bir işe yaramaz.

 

Gerçek CHP'liler, Atatürkçüler, ulusalcılar ve CHP’nin çilekeş üyeleri, partiye sahip çıkarak, bu yapılanlara tepki vermelidirler. Hep birlikte Atatürk’ün partisini, Atatürkçü parti yapma yolunda kararlı adımlar atılmalıdır. Bugünkü yönetimi partiden uzaklaştırmak için, ulusal güçlerin el ele çalışması gerekir. Türkiye’yi kurtarmak istiyorsak, önce CHP’yi bu yönetimden kurtarmak gerektiğini unutmamalıyız.

 Azim ve Karar, 15 Mart 2021.

ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ

ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ 




13 Mart Cmt 15:24  

 Alıcı: kotanlartr

  ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ ÜNİVERSİTENİN KALİTESİNİ ARTIRACAK NİTELİKTE OLMALI

Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 

iortas@cu.edu.tr

 

Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir.

Kök Sorun: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır.

 ÖZET

Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelere alınacak akademik kadroların alınmasında yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir.  Ancak sorunun büyüklüğü ve çözümü YÖK’ün belirttiği boyutun çok daha ötesinde ve çok da derindir. Dünyanın ilk 17-20 sıralamasındaki Türkiye bilgi üretme ürettiği bilgiyi teknolojiye dönüştürmeyi halen başaramadı. Bütün uluslararası bilimsel ve insani gelişmişlik göstergelerinde ilk 20. Sırada değil çok daha gerilerde yer almaktadır. Bunun temel nedeni de üniversitelerinde uluslararası ölçekte yeterli nitelikli insanının olmaması, var olanların bir kısmının da beyin göçüne gitmiş olası gösterilebilir.  

Türkiye’nin ekonomik, sosyal yönde gelişmesi için üniversitenin amacına uygun sorunları bilimsel yöntemler ışığında felsefi temelli tartışma ve araştırmalara dayalı yaklaşımla bilginin üretildiği ve yayıldığı güçlü özerk kurumların varlığına bağlıdır. Doğayı, toplumu gözlemek, sorunları ve farklılıkları fark etmek, öneri geliştirmek, araştırma yapmak bulgularını anlamlandırmak kendisini iyi eğitmiş, kültürel birikimi olan analitik düşünce becerisi kazanmış kişiler aracılığı ile sağlanmaktadır. Bir üst bilinç gerektiren insanlar topluluğunun bir araya geldiği üniversite gibi elit ortamın taşıyıcıları olan öğrenci ve öğretim görevlisi, üyesi ve çalışanlarının da işlerinin doğası gereğince alanının yeterlilikleri, kültürel birikimi düşünme beceriler ekseninde seçicilikle belirlenmesi gerekir.

Sorun, YÖK ve Üniversiteler bilim yapabilecek bilgi ve koşullara sahip insanları belirlemeyi sağlayacak ölçütleri geliştirmedi. Çoğu zaman, çoğu üniversite de istemedi.

Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir.

Kök Soru: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır.

Türkiye’nin öncelikle “balık yiyen değil, balık tutmasını bilen” yetişmiş insan gücünü yetiştirecek, eğitim kurumlarını özelliklede üniversitelerinin öncelikle uluslararası standartların üzerine çıkaracak şekilde amacı, niteliği ve hedefi belirlenmiş konuma kavuşturulması gerekir. Üniversite ortamına seçicilikle alınacak seçkin akademik kadroların belirlenmesi bir iş kapısı olmasının ötesinde akademik yaşam biçimini benimsemiş, akademik bilgi alt yapısı gelişmiş, analitik düşünme, sorun çözme becerisi ve bilgi üretme yeteneği kazanmış, çalışma isteği ve disiplini olan insanlardan oluşması ölçütlerin dikkate alınması gerekir. İşin özel yetenek ve beceri gerektiği gerçeği ile işi yapacakların yetenek ve alanın yeterlikleri ve sürekli öğrenme becerilerine sahip kişiler arasında belirlenmesi için bilinen üniversite ilkelerinin dikkate alınması gerekiyor.

 Araştırmama görevliliğinde, yetenek, yeterlilik bilgisi yanında dil bilgisi gerekliliği aranması, doktora tezlerinin nitelikli yapılması kaliteli insan yetiştirmek için önemli gereklilikler. Öğretim üyeliğine geçişte, denme dersi ve nitelikli akademik dergilerde yayın yaptığını gösteren yayın dosyaları istenebilir. Doçentlik tezi, denem dersi ve sınav yeniden getirilmeli. Profesörlükte kişinin kuruma ne tür yenilik kazandıracağı, ideaları, hipotezleri ve çalışmalarında oluşan çalışmaları gibi uluslararası ölçekte uygulanan gereklilikler istenebilir.

 Konuya ilişkin geçmişte üniversitelerimizde de uygulanan ve gelişmiş üniversitelerdeki, Araştırma görevliliği, doçent ve profesörlük kadrolarına atamada aranan niteliklere ilişkin derlediğim bilgi ilgi duyanalar için aşağıdadır

 ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA YÖNETMELİĞİ’NDE YÖK’ÜN YAPTIĞI ZORUNLU DEĞİŞİKLİK VE KAÇINILMAZ ARAŞTIRICI KALİTESİ HAKKINDA ÖNERİLER.

     Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelerde yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir.  Resmî Gazete ’de yayımlanan değişiklikle, yönetmeliğin “genel şartları” düzenleyen maddesine “İlana başvuru koşulu olarak adayların lisansüstü tez veya uzmanlık tezi adlarının bir kısmı veya tamamı yazılamayacağı gibi, ilanda sadece belirli bir adayı tanımlayan özel şartlara yer verilemez” cümlesi eklendi. Genelde üniversiteler gibi kurumlarda, özellikli niteliklere sahip kişilerin amaca uygun olarak, kendi alanının en iyileri içinde özenle seçilmesi gerekir. Aday arayışı özerk üniversite marifeti ile ihtiyaç duyulan alan, kadro derecesi belirtilerek Basın İlan Kurumu aracılığı ile ilan edilerek ilgililerin bilgisine sunulur. İlanlarda, aranan öğretim üyesinin çok (kişiye) özel eğitim ve çalışma alanı ayrıntılı bir biçimde tanımlanmadan verilmesine özen gösterilir. Ancak neredeyse “kişinin ayakkabı numarası” yazılı diye basının “tiye” aldığı bazı ilanlarda, bu kadar da olmaz dedirtecek şekilde, alınacak öğretim üyelerinin adı da önceden yazılmıştı, hatta büyük bir skandala imza atılan bu ilanda alınacak adayların isimlerinin yanında çeşitli notlar da alınmıştı. Anlıyoruz ki ilan kurum kültürü ciddiyeti ile dikkatlice hazırlanmamış ve hiç kimse okumadan basın ilana gönderilmiş. Basın ilan ve gazetedeki sorumlular da okumamışlardır ilandaki bilgileri. Sayısız örneklerden sonra, YÖK’ün 9 Mart 2021 tarihli resmî gazetede yayınladığı önemli, ancak yetersiz yönetmenliği çerçevesinde; Araştırma görevlisi ve Öğretim üyesi alımlarında üniversitelerin niteliğine ve saygınlığına zarar vermeyecek, liyakate dayalı nitelikli ölçüte kavuşturacak bir düzenleme gerekiyor. YÖK’ün de rahatsız olduğu, kayırmacılığın giderilmesi ve yapılan düzenleme olumlu, fakat hem yetersiz hem de sorun çok derin.

YÖK’ün yönetmenliğinin de altının doldurulması için ölçüt getirmek gerekir. Tabii öncelikle üniversitenin ne olduğunun temelden bilinmesi, ona göre de ölçütlerinin belirlenmesi ve benimsenmesi gerekir.

Üniversiteler bilimsel yöntemler ışığında araştırmaların yapılıp bilginin üretildiği ve yayıldığı, bilim, felsefe ve her türlü düşüncenin en üst düzeyde kabul görüp özgürce tartışıldığı, öncelikle ülke ve insanlarının karşılaşabilecekleri sorunları önceden fark edip gerekli önlemleri belirleyen, insanların gelişimi ve refahını arttıracak yeni araştırmaları kendine amaç edinen özerk kurumlardır. Üniversite ortamı, ortalama bilgi ve kültür alt yapısı üzerine ulaşmış, felsefi tartışma (bilgi sever) ve analitik düşünmeyi öğrenmiş, araştırma ve sorgulama becerileri gelişmiş, çağının en üst düzeyde yetkinliklerini kavramış, sorumluluk almaya hazır ve sorun çözme metodolojisine sahip nitelikli insanların bir araya geldiği bir ortamdır.

Üniversiteler, siyasetin kişilerin gönül düşüncelerinde var olduğu bilinen, ancak olay ve olgularda objektif olarak her zaman doğa ve insandan yana taraf tutan evrensel kurumlardır. Bilim insanlığı bu bağlamda bir meslek değil, tüm benliğiyle benimsenmiş özel bir yaşam tarzıdır/ biçimidir.

Bilim insanı, dünyanın her yerinde, bulunduğu konum ve görevi (misyonu) gereği, temelde bilinenlerden ve bilinmeyenlerden yola çıkarak, yeni bilgi ve düşünceleri üretme, ürettiklerini toplum yararına söyleme, yazma ve uygulama hakkına, doğal olarak sahip olan kişidir.  Bilim insanının en önemli özelliği, salt bilgi üretmenin ötesinde, ürettiği bilgiyle ilgili olgu ve olayları tartışma ve yorumlama birikimi ve becerisine sahip olmasıdır.  Bu nedenle, evrensel ölçekte akademik kadrolar oluşurken aşağıdan yukarıya doğru bütün aşamalarda liyakat, bilgi, yaratıcılık, analitik ve eleştirel düşünce becerilerine sahip olma, sorumluluk alma gibi birçok kriter değerlendirilir. Geçmişte yapılan araştırma görevlisi sınavlarında ezbere değil, çok yönlü sınav soruları ile adayın bilgiye ulaşma ve bilgi üretebilme becerisi belirlenmeye çalışılmıştır.  Sonra da sözlü sınav ile kişinin amaç ve hedeflerinin olup olmadığı, analitik düşünme becerisi ölçülürdü. Akademisyen Sınavlarında kişinin alan yeterliliği kadar, sorumluluk alma yeni bir şey söyleme, kuruma yeni bir bakış açısı kazandırması da işin doğası gereği aranmıştır.  

Bu da ancak özerk kurumlarda gerçekleşebilir.

 Bilim İnsanı Seçiminde Nelere Dikkat Edilir?

 Bilim insanı seçiminde kişinin her yönü ile irdelenmesi önem taşımaktadır. Duygusal zekâlı sorun çözebilme becerisi, bilgi düzeyi yanında sosyal ve kültürel birikimi de rol model olması nedeniyle önemsenmektedir.  Üniversiteye alınacak bilim insanı seçiminde insani yönü, kişilerin duyguları ve beklentileri elbette önem taşımaktadır. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurum kültürü yerleşmediği ve üniversite bir işyeri gibi görüldüğü için, bilim insanı adayını belirleme sürecinde istenmeyen tartışmalar yaşanmaktadır. Tıpta uzmanlık sınavlarında geçmişte yaşanmış sorunlara çözüm olarak, başta Tıp Fakültelerine merkezi sınav TUS ile uzman alımı çok tartışılmış ve diğer fakültelerde de Lisansüstü ve akademik aşamaya başlamada LES, ALES ağırlık puanı sürece katılmıştır.  Ancak bu sefer de basına yansıyan haberlerde, ÖSYM sınavlarında soruların çalınması sonucu, çok sayıda kişinin hak etmeden başkasının önüne geçtiği belirtiliyor. Hak etmedikleri halde başkasının önüne geçmekle kalınmıyor, aynı şekilde önemli kurumların köşe mevkilerini tutan bu insanların çalıştıkları kurumları da çalıştırmadıkları sıkça vurgulanmaktadır.

Açıkçası işin doğasına uygun doğru kişi belirlemede ne ölçü getirebildik ne de haksızlık yapmamayı öğrenemedik. Bu da bugün yaşadığımız birçok sorunun temelini oluşturmakta, yansıması ise az gelişmiş bir toplum görünümüdür.

Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar basına çok sık yansımaktadır. Üniversitelerdeki akademik kadrolara torpilli kişilerin alınması üniversite gibi bilgi, analitik ve soyut düşünme yeteneği, çalışma azmi gerektiren kurumlara ciddi zararlar vermektedir. Eğer insan yetiştirecek, her yönü ile nitelik sahibi olması gereken bilim insanınız yetersiz ise, orada ülkenin geleceği için gerekli nitelikli insanların yetiştirilmesi de imkânsız olacaktır.

Üniversite ve Akademik Kadrolar Bilgi ve Liyakati ile Örnek Olmalı ve Güven Duyulmalı

Kamuoyuna yansıyan haberlerde, kadrolara alınan kişilerin akademik kaygılar ve toplumun bilim ve eğitim düzeyini yukarı taşımaktan çok güvenilir bir iş arayışı ve statü arayışına girdikleri görülüyor. O zaman bu anlayışın üniversiteleri iyi üniversite değil, devlet dairesine dönüştürdüğü algısı oluşuyor. Bilim, araştırma, sanat ve eğitimi geliştirip yüceltecek nitelikli insanları daha üst perdeden, işin niteliğine göre seçerek ülkenin nitelikli insan gücü oluşturmamız için ölçüt geliştirmemiz gerekir.

Sıradan halkın çocuklarının cumhuriyetin yarattığı fırsat eşitliği sayesinde, eğitim yolu ile aşağıdan yukarıya doğru yükselmesinin mümkün olduğu güvencesi öğrencilere verilmelidir. Genç akademisyenlerin kadroya alımında, seçimi ve hak ediyorsa, hakkını hiçbir dış etkiye bakılmaksızın alacağı duygusu mutlaka verilmeli. Ona göre öğrenciler lisansta, varsa hedeflerine uygun olarak çalışmalıdırlar. Yoksa başta üniversiteler yaratıcılıktan ve yenilikten uzak birer kuru ağaç görünümüne dönerler ki bunun hiç kimseye faydası olmaz.

 Akademik Kadroların Oluşmasında Üniversite Tahammülleri Ve Liyakatin Önemi

Bölümlerde boşalan akademik kadro veya yeni alınacak öğretim üyesi için ilgili kadro ilanla aranır.  Kimin ve nasıl atanacağı   çok uzun ve kritik incelemelerle,  akademik CV’ler ve sınavlar sonrası, bölüm akademik kurulunun titiz sorgulaması sonucu belirlenir. Açıkçası duygusallık yerine, akıl süzgeci ve bilimin geleceği dikkate alınmaktadır.

Üniversiteler akademisyen seçimini doğru yaparsa eminim ki kendi bölüm başkanını, dekanını ve rektörünü de doğru seçecektir. Bugün yaşanan birçok tartışma da kendiliğinden sona ermiş olur. Üniversitenin dinamikler yerine, işin doğasına ve yetkinliğine uygun olmayan akademik kadrolar ile gideceği yer buradan daha ilerisi olmayacaktır. Son TÜBA 2020 ve YÖK bildirimlerinde de anlaşıldığı gibi, ülkemizin bilimsel verimliliği, akademik başarısı ve uluslararası kredisi düşüktür. Türkiye üniversiteleri nicel büyümesini tamamladı ve kaliteye önem verme yol ayrımında. Artık ciddi akademik ölçütler geliştirme zamanı geldi ve geçiyor. 21. Yy da çağının gerisinde kalmayı istemiyorsa konunun doğasına uygun uluslararası ölçütlere göre yürütülmesi gerekir.

NE YAPILABİLİR?

Lisans Üstü Araştırmacı Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri

Akademik yaşamın en çok öğrenilen ve üretilen dönemini doktora eğitimi sağlamaktadır. Bu dönemde çok yönlü bilimsel metodoloji, bilim tarihi, bilim felsefesi eksenli bir eğitim yanında nitelikli araştırma yapılmaktadır. Asıl olan doktora olup diğer unvanlar bu eğitimde kazanılanların üzerine eklenen bilgi, beceri ve birikimler sayesinde kazanılmaktadır.

Lisansüstü eğitime alınacak adayların belirlenmesinde mevcut ALES sınavı amaca uygun kişinin akademik yeterlilikleri yanında, akademik önceliklerini de belirleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Ezbere kitap bilgisi değil, kişinin yaratıcılığı, arzu düzeyi, sahiplenme duygusu, algı ve geleceğe bakışı de değerlendirilmelidir.

 Bölümlerin Araştırıma Görevlisi Kadroları Gelecek Planlamaya Göre Belirlenmelidir. Fiks Sınav Tarihleri Seçicilik İlkesi ile Çelişmektedir.

Mevcut durumda Ar-Gör kadroları için verilen ilanlarda “uygun adayınız yoksa ve kadroya uygun aday bulunmamıştır” dediğiniz anda bir başka zaman aynı kadroyu kullanamıyorsunuz. Aslında kadro her zaman birimin kadrosu olarak kalmalı, uygun aday bulunduğu zaman kullanılmalıdır. Eğer uygun aday yoksa başka şansınız yok anlayışı mutlaka değişmeli. Bu durumda istenmeyen kişiler Ar-Gör kadrosuna alınmaktadır. Ar-Gör alımı için fiks sınav tarihine esneklik getirilmesi gerekiyor. Birçok sınavda zorunlu olarak, aranan yeterlilikler sağlanmadan, kadromuz yanmasın diye, adayların alındığı sıkça belirtilmektedir. Ar-Gör ilanlarında ilanlar herkese açık genelleştirilmeli. Sınavlar nitelikli yapılmalı, uygun aday belirlenmemişse başak sınavlar yeniden düzenlenebilmelidir. Öneri olarak, ilk kadroya alınmada çıta biraz seçici olarak yüksek tutularak, ALES sınav başarısı 75, yabancı dil bilme düzeyi en az 60 puan şartı aranabilir. Mümkünse dil sınavı test yerine yazılı ve konuşmayı da içermelidir.

 Öğretim Üyeliği Kadrolarına Atama İlkeleri Uluslararası Ölçeklere Yakın Olmalı. İlk Kadro Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri Birçok gelişmiş ülkede, doktora sonrası belirli bir süre izlenen potansiyel adaylar daimî kadroya Doçentlik unvanı ile ders veren sıfatı ile kadroya alınır, bizdeki eski Yardımcı Doçent. Bugün öğretim üyesi alımlarında üniversitenin kendi akademik atama kriterlerine göre ilan ve arkasında bir dizi arama faaliyetleri ile seçilerek kadroya alınılır. Her şeyden önce adayın doktora konusu, doktoradan üretilen yayınlar, doktora sonrası post-dok süreci, yayınları, deneyim ve başarılarını yansıtan CV’si belirli komisyonlarca incelenir. Potansiyel adaylar akademik kurul üyeleri ile tanışır, adayın mutlaka çalışmaları ekseninde seminer vermesi istenir. Seminer kişinin ders anlatmanın ötesinde, konuşma kabiliyeti, bilgi düzeyi, bilimsel idealarını belirlemede önemli bir ölçüt oluşturmaktadır. Sonra da seminere katılan öğrenci ve hocaların kararı dikkate alınmaktadır. 11 Ekim 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde Tolga Candaş’ın görüştüğü, Nobel Kimya ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar “Hatırlıyorum ABD’de ilk denememde bir öğrenci çocuğunun “Onu ilk gemiye koyup Türkiye’ye geri yollayın” dediğini hatırlatmıştı. Ülkemizde bence uygulamaların yapılması için hiçbir engel bulunmamaktadır. 

Akademik kadroya alınacak kişinin sağlanacak imkânlarla en az bir yıl yurtdışı bir kurumda araştırma yapmış olması, Q1 derecesindeki dergilerde makalesinin olması, uluslararası kongrelerde sözlü sunum yapmış olması akademik kalitenin sağlanması ve artmasına ciddi katkı sağlayacaktır.

 Doçent ve Profesör Kadroları Araştırmacı Alımında Aranacak Ölçüt Önerileri

Doçent kadrolarında belli ölçütlerin olması mutlaka sağlanmalıdır. Avrupa’da halen doktora derecesinden sonra “habilitasyon” adlı bir bilimsel bir araştırma ve tez hazırlanma süreci daha bulunmaktadır. Habilitasyon çalışması doçentlik sınavı karşılığı olarak, Avrupa ve Asya ülkelerinde en yüksek seviyeli akademik sınav olarak uygulanmaktadır.

ABD'nde doçentlik bir bakıma üniversitede akademik özgürlüğü güvence altına alan "tenure", ömür boyu iş garantisi şeklinde de değerlendirilebilen yükselme anlamında değerlendirilmelidir. ABD’de Doçentliğe giden süreç üniversiteden üniversiteye değişmekle birlikte 6 ve 7 yılın sonunda, üniversite kendi ölçütlerine göre doçentlik koşullarını belirler ve yetkin profesörler adayın dosyasının üniversite ölçütlerine uygun olup olmadığını Değerlendirirler.

Ülkemizde merkezi bir sistemle belirlenen yabancı dil bilgisi ve minimum sayıda makale sunan adaylar doçent olmaya hak kazanmaktadır. Bazı üniversiteler kendi kurallarını koymakta, ancak çoğu zaman konu mahkemelere yansımaktadır.

Türkiye’de de mutlaka “habilitasyon”, benzeri geçmişte uygulanan doçentlik tezi, deneme dersi yanında üniversiteler akademik kalite çıtalarına uygun olarak akademik kadrolarını belirlemelidirler...

Profesörlük Kadroları: Doktora ve doçentlik süreçleri nitelikli olmadığı zaman profesörlükte eleştiri konusu olmakta ve değişik sorunlar yaşanıyor. Bazı profesörlerin yetersiz bilgi ve önyargılarla yaptıkları açıklamalar basın ve kamuoyunda ciddi eleştirilmektedir. Bunları engellemek için profesörlük unvanının da daha sıkı elemeler ve ölçütlere dayandırılması düşünülmelidir. Doçentlikten sonra 5 yılını tamamlamış, Üniversiteye ne tür yenilik getireceğini bilmeyen, herhangi bir ideası ve hipotezi olmayan, nitelikli bir dosyası olmayan ve herkese profesörlük kadrosu verilmemeli. Hele araştırma üniversitesi ideasındaki yerleşik üniversitelerin çıtayı artık yükseltmesi, kaliteden taviz vermemesi, üniversitenin topluma güven vermesi bakımından önemlidir. Üniversitenin kurucu fakülteleri ve birimlerin akademik kadro ilkelerini çoktan ölçütlere bağlamış olması beklenir.

Ayrıca akademik kadro başvurularını değerlendirecek jüri üyelerinin belli bir birikimi ve yayınının olması gerekir. “Herhangi bir makale yazmamış, bir tane bile TÜBİTAK projesi yazmamış veya katılmamış kişiler jürilerde görev almamalı. Dünyanın hiçbir yerinde kimse bu kişileri bırakın jüri üyeliği, kadroya bile almaz.

 Akademik Kadroların Göreve Yükseltilmesinde Jüri Üyelerinin Akademik Yeterliliği Aranmalıdır

Öğretim üyesi jürileri ve dosya değerlendirmede 3 değil, en az 6 jüri üyesi (3 üye kendi kurumu, 3 üye yurtiçi Üniversiteler) olmalı.  Üniversitelerden, Liyakate dayalı hak edene hakkı verileceği duygusu yaratılmayıp nepotist yaklaşımlar engellenemezse toplumun güveninin kaybolacağı bilinmelidir.  

 Son olarak, üniversitelerimiz ve bilim kuruluşlarımızın uluslararası konuma ve saygınlığa kavuşması hepimizin dileğidir. O zaman bugün yaşanan pek çok sıkıntı, dekan ve rektör atamaları da çok az konuşulur olacaktır. Ülkemiz üniversitelerinin özerk konumu ile desteklendiği taktirde dünya çapında nitelikli bilim ve araştırma yapacak kadroları üreteceğine olan inancım tamdır. Yeter ki bilim ve üniversite kendi bilim işleyişi doğasına uygun ortam bulabilsin.

 12 Mart 2021, Adana

Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

 kotanlartr@googlegroups.com

http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 

grubu ziyaret edin

Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.

Saygılarımızla

kotanlartr@googlegroups.com


***


KOD ADI 128

 KOD ADI 128

 



Suay Karaman

 Demokratik ülkelerde iktidarları değiştirecek olaylar, ülkemizde ardı ardına yaşanmaktadır ama gereken örgütlü tepki gösterilemediği için, siyasi iktidar yoluna zafer kazanmış havalarında devam etmektedir. Gündemi aylarca işgal eden “128 Milyar Dolar Nerede?” sorusu, net olarak henüz yanıtlanamamıştır. Siyasi iktidar yetkililerinin yaptığı birbiriyle çelişen açıklamalar, toplumu ikna edemediği gibi, kuşkuları daha da arttırmıştır.

Merkez Bankası’ndan 128 milyar doların hangi tarihlerde, hangi kuruluşlara, hangi yöntemlerle ve hangi kurdan satıldığını açıklamak istemeyenler, tüm şüpheleri üzerlerine çekmektedir. Siyasi iktidarın dövizi belli bir seviyede tutmak için “128 milyar dolarlık döviz sattık, karşılığında Türk Lirası aldık, paralar kasada” açıklamasına bazı vatandaşlar inanıyor olabilir. CHP ise “Merkez Bankası her zaman ne kadar dövizi kaç liradan ve kimlere sattığının tablosunu açıklardı ama bu kez açıklamadı” diyor. Bunun yanında CHP’nin, Merkez Bankası'nın kayıp olduğu iddia edilen 128 milyar dolarlık rezervi hakkında TBMM Genel Kurulu'nda görüşülmesi için verdiği önergenin AKP ve MHP oylarıyla reddedilmesi de, olayın üzerindeki sırların açıklanmasını engellemiştir. 128 milyar dolarlık açıklanamayan kaybın nereye gittiğini sormak bir yurttaşlık görevidir.

 CHP’nin bazı il ve ilçe örgütlerinde “128 Milyar Dolar Nerede?” pankartları asılmıştır. Bir siyasi partinin ülkenin kaynaklarının nerelere harcandığını sorması anayasal hakkı olduğu gibi aynı zamanda toplumun bilgilendirilmesi açısından da önemlidir. CHP’nin “128 Milyar Dolar Nerede?” pankartı asması üzerine Cumhuriyet savcılıkları tarafından ‘AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan'a hakaret’ gerekçesiyle soruşturma açılması ilginçtir. Daha da ilginç olanı ise Cumhuriyet savcılarının, bu 128 milyar doların kaybolmasından AKP genel başkanıyla ilişkili olduğunu düşünmeleridir. Yoksa ortada bizlerin bilmediği bir şeyler mi var?

 Tayyip Erdoğan 21 Nisan 2020 günü yaptığı açıklamada 128 milyar dolar için “bu, vatan haini bir kampanyadır” ifadesini kullanmıştı. Açıklamasında Merkez Bankası dövizlerinin dağılımı için verdiği bilgiler şöyleydi: 30 milyar dolar cari açığın finansmanı için, 31 milyar dolar yabancı sermaye çıkışı, 50 milyar dolar reel sektörün döviz cinsinden borcunu azaltmak için,54 milyar dolar vatandaşın döviz ve altın satın alması tercihleri için. Bunların toplamı 165 milyar dolar ediyor. Her şeye zam gelirken yoksa 128 milyar dolar, 165 milyar dolar mı oldu? Böylece işler daha da karmaşık bir duruma geldi. Sonuç merakla beklenecek.

 Şimdilik 128 milyar doların nerede olduğu bilinmemektedir ama AKP iktidarı ile ülkemizin sorunlarının 128’den fazla olduğu bilinmektedir. Günümüzde büyük boyutlara ulaşan işsizlikle, açlıkla, yoksullukla, sefaletle boğuşan vatandaşlarımızda huzur kalmamıştır; gelecek kaygısı derin boyuta ulaşmıştır. Tarım, hayvancılık, sanayi bitirilmiştir, hukuk yok sayılmaktadır. Demokratik, laik ve bilimsel eğitim, medrese eğitimine dönüştürülmüştür. Terör bitirilemediği gibi, yurt dışına gönderilen askerlerimizden şehit ve yaralı haberleri gelmektedir. Ege adalarımız Yunanistan’ın işgali altındadır, ABD Başkanı soykırım açıklaması yapmıştır ama bütün bunlar cılız tepkilerle geçiştirilmektedir. ABD Dışişleri Bakanı’nın soykırım ifadesi hakkında; “Türkiye’yi suçlamak için değil kurbanları onurlandırmak için söylendi” demesi karşısında bile ses çıkaramayan siyasi iktidar, tükenmiştir. Belediyeler aracılığıyla hizmete özel Gri Pasaportla insan kaçakçılığı yapıldığı da ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan başka Ticaret Bakanının kendi şirketi üzerinden kendi bakanlığına ürün satması, parti çalışanlarının aşırı zenginleşmesi, uyuşturucu ile pudra şekeri ilişkileri gibi akıl dışı işler yaşanmaktadır.

 Kaçak saraya ve lükse büyük harcamalara devam eden siyasi iktidar, otoyol ve köprüler için büyük tutarlarda ödeme yapmayı sürdürmektedir. Küresel salgın döneminde ekonomisi ve psikolojisi çöken vatandaşından desteği esirgeyen siyasi iktidarın ülkeyi doğru olarak yönetemediği açıktır. 14 aydan beri koronavirüs salgını ülkemizde hayatı olumsuz etkilemektedir. Yetersiz önlemler, duyarsız insanlar yüzünden artan ölümler “lebaleb kongrelerle” ve cenaze namazlarıyla milletin can güvenliğini riske sokmuştur. Esnafa, çalışanlara destek vermeyen, yeterli aşı getiremeyen, zamanında gerekli önlemleri alamayan siyasi iktidar, ülkemizi küresel salgının yeni merkez üssü konumuna getirmiştir.

 Küresel salgındaki ölümlerin artması üzerine siyasi iktidar 29 Nisan ile 17 Mayıs tarihleri arasında “Tam Kapanma” önerisini getirdi. Böylece uzun süredir gerçek bilim çevrelerinin önerdiği yöntem geç de olsa hayata geçirildi. Ancak İçişleri Bakanlığı’nca yayınlanan genelgeye bakınca, ‘ayrıcalıklar listesi' tam kapanma olmadığını ortaya koydu. Bu ayrıcalıklar listesine göre yaklaşık 20 milyon kişinin işe gitme zorunluluğu bulunmaktaydı. Ayrıca şans oyunları ve at yarışlarının ayrıcalıklar listesinde bulunması da, işi sulandırmaktır. Yabancı ülkelerden gelen turistlere herhangi bir kısıtlama olmaması da anlamsızdır. Tam kapanma sürecinde ‘alkol satış yasağı’ getirilmesi ise rejim değişikliğinin ayak sesidir. Ne yiyeceği düşünülmeyen vatandaşın, ne içeceğine karışmak ‘ileri demokrasiyle’ açıklanamaz.

 30 Nisan günü ailemizin en küçük üyesinin yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle Hastaneye gitmek zorunda kaldık. Ankara’da trafik yoğunluğu normal günlerdeki kadar olmasa bile, kesinlikle az değildi, zaman zaman trafik sıkışıklığı bile yaşanıyordu. Otobüsler ve minibüsler “lebaleb kongrelerden” farksızdı, insanlar kendilerini sokaklara atmıştı. Maske, mesafe ve temizliğe dikkat düşük düzeydeydi. Bu şartlar altında güvenlik görevlilerinin araçları ve sokakta yürüyen vatandaşları denetleyebilmesi de zordu.

 Kısaca şunu söylemek gerekir: tam kapanma ülkemizde coşkuyla karşılandı. Milyonlar tatile gitti, halk sokağa döküldü, yaşam aynen devam ediyor. Bu durumda koronavirüs kime bulaşacağını şaşırıyor diyebiliriz. Ekonomik yetersizlikler de ortadayken bu şekilde bir tam kapanmanın çok başarılı olamayacağı görülmektedir. Ancak yine verilerle oynayarak, turizm sezonunu açmak için salgın tablosunun biraz iyileştirilmesi gündeme gelecektir. Sonrası ne olur bilinmez ama yine sonunda “kandırıldık” denebilir.

 Azim ve Karar, 3 Mayıs 2021.

 

 ***

SARIBAL

SARIBAL

 



Suay Karaman

 

   30 Nisan günü Halkın Kurtuluş Partisi, İstanbul İl Örgütü binasına “Soru Bir: Diploma Nerede?” yazılı pankartlar asmıştı. Bunun üzerine Fatih Kaymakamlığı, koronavirüsle mücadele kapsamında pankart asma yasağı getirdi ve pankartların indirilmesi istendi. İzmir’de de asılan aynı pankart için emniyet yetkilileri, bu pankartta birilerine ima yapıldığını söyleyerek, pankartın indirilmesini bildirdi. Ana muhalefet partisi ise pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da sessiz kalmayı tercih etti ama Dersim denince aslan kesiliyor.

 4 Mayıs tarihinde yeni CHP’nin Bursa milletvekili Orhan Sarıbal sosyal medyada “Unutmadık, asla unutmayacağız. Dersim katliamında yitirdiğimiz canları saygıyla anıyorum” söylemiyle bir mesaj yayınladı. Ülkemizin yoğun gündemi içinde böyle bir mesajın anlamı nedir? AKP genel başkanının diplomasını soramayan, sorgulayamayan yeni CHP milletvekilleri, hedef saptırmaktadır. Ülkemizin gündeminin değiştirilmesine aracılık etmektedirler. 24 Nisan günü ABD Başkanı, 1915 Ermeni olayları için ilk kez soykırım ifadesi kullandı. Bu olayı birkaç cümle ile geçiştirenler, emperyalizmin ekmeğine yağ sürenler, konu Dersim olunca tepki vererek, kükremeye başlamışlardır.

 Belgeleri okuyup, gerçekleri öğrenmek yerine kulaktan dolma bilgilerle Dersim olayını öğrenenler, yüzeysel ve anılarla dolu anlatımları gerçek sanarak kafalarına kazımışlardır. Böylece her seferinde Dersim diyerek, bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme meze olmaktadırlar. CHP Bursa milletvekilinin sosyal medyadaki paylaşımı için yeni CHP grup başkanvekili ve Manisa milletvekilinin yorumu da ilginçtir: “Biz Dersimli fakir bir ailenin dördüncü çocuğunu genel başkan yaparak Dersimle helalleştik, Dersimle yüzleştik.”

 Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılan dış destekli Dersim isyanının başı hain Seyit Rıza’nın sözlerinin de yeni CHP İstanbul milletvekiline ilham kaynağı olduğunu gördük. Atatürk’ün partisi olduklarını söyleyenler, Atatürk’e ve cumhuriyete isyan eden hain Seyit Rıza’nın sözlerinden ilham alıyorlar. Bunları ve benzerlerini Atatürkçü sananların, yurtsever sayanların düzeyi ortadayken, CHP’nin bu duruma düşmesi normal sayılmalıdır. Bilinçsizce ve sorgulamadan oy veren seçmenler, ülkemizin getirildiği durumu gözler önüne sermektedir.

 Demokratik ve laik cumhuriyetimize, özellikle Atatürk’e saldırmak isteyenlerin hedeflerinden biri de Dersimdir. Çünkü emperyalist güçlerin ana hedefi Atatürk’ü silmektir, Atatürk’e duyulan bağlılığı yok etmektir. İşte bu yüzden emperyalizmin kucağındaki yerli işbirlikçiler ara sıra Dersim olaylarını gündeme getirirler. “Yurtta barış dünyada barış” diyen, “zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” diyen Atatürk'ü insan hayatına son veren bir katliamcı olarak göstermek, en hafif söylemle alçaklıktır.

 Dersim diyenler kesinlikle Atatürk, Türkiye ve Türk düşmanıdır. Bu söylemlerde bulunanlar görevlendirilmiştir ve genel başkanları ‘Dersimli Kemal’ izin vermese bunları söyleyemezler. Kendilerine Kuvayi Milliyeci, Atatürkçü, ulusalcı diyenler, bu kişilere tepki vermediği sürece bu döngü devam edecektir. Yapılan bu saygısızlıklara ve hakaretlere parti içinden de tepki gelmemektedir. 15 Kasım 2017 tarihinde CHP Tunceli il örgütü hain Seyit Rıza’yı anmıştı; o zaman da parti içinden tepki verilmemişti. Genel başkan ‘Dersimli Kemal’e şirin gözükmek için sessiz kalanlar, tepki vermeyenler; milletvekili listelerinde yer bulamayınca akıllarına Atatürkçü oldukları gelmektedir. CHP yok edilirken, ülkemiz bitirilirken, kendi çıkarlarını vatanın çıkarlarından üstün tutanlarla, hiçbir yere varılamayacağı görülmektedir.

 Emperyalizmin kucağına oturarak, tarihle yüzleşmeye yüzü olmayanlar, gerçek Atatürkçülerden tarihle yüzleşmelerini istiyorlar. Kemalist ilke ve devrimleri özümseyenlerin, emperyalizme karşı direnenlerin tarihle yüzleşmelerine gerek yoktur. Dünyayı talan edenlerin, yakıp yıkanların, katliam yapanların ve bunlara destek olan işbirlikçilerinin de tarihle ve kendileriyle yüzleşme zamanıdır. Ülkemizi bu sıkıntılı günlerden kurtarmak için önce CHP’nin kurtarılmasının zorunlu olduğu her olayda bütün açıklığıyla görülmektedir.

 Azim ve Karar, 10 Mayıs 2021.


***

ŞAHİN MENGÜ İÇİN

ŞAHİN MENGÜ İÇİN




Suay Karaman.

4 Nisan 1948 tarihinde Kastamonu İnebolu’da doğan avukat Şahin Mengü, 20 Eylül 2021 tarihinde Ankara’da hayata gözlerini yumdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan ve serbest avukat olarak çalışan Şahin Mengü, 1994-1996 yılları arasında Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyesi, 2001-2005 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri görevlerinde bulunmuştur. 2007-2011 yılları arasında CHP Manisa Milletvekili olarak TBMM’de verimli çalışmalara imza atmıştır.

Atatürk ilke ve devrimlerini, laik ve demokratik sosyal hukuk devletini, her zaman gururla vurguladığı Kemalizm’i yaşamının sonuna dek savunan Şahin Mengü, özü sözü bir, dobra konuşan, ilkelerinden taviz vermeyen nitelikli ve ilkeli bir siyasetçiydi. Böyle bir insanı yitirmenin acısı, herkesi derinden üzdü ve sarstı.

Ergenekon, Balyoz gibi kumpaslar döneminde birçok kişi korkudan sinmişken, Şahin Mengü ilkeli ve dik duruşunu hiç bozmadı, televizyonlara çıkıp yapılanları korkmadan eleştirdi. Kendilerine yeni CHP diyen grubun Atatürkçülükten ve ulusalcılıktan sapması üzerine, yöneticilerle savaşım içine girdi. Ankara İl Örgütü, Şahin Mengü için ihraç kararı verdi. Ancak yanlış maddeden ihraç edildiği için, bu karar Yüksek Disiplin Kurulundan döndü. İlkeli duruşu ve Atatürkçülükten taviz vermemesi, yeni CHP tarafından sevilmedi ama O, hiç aldırış etmeden mücadelesine devam etti.

2015 yılının Ocak ayında bazı eski parlamenterlerin çoğunlukta olduğu bir grupla, yeni CHP’yi kuruluş ilkelerine döndürmek için çalışmalar başlatıldı. Ben de bu grubun içinde çalışarak özellikle Şahin Mengü’yü daha yakından tanıma fırsatı buldum. Her hafta yapılan toplantılardaki coşkusu ve umudu herkesin mücadele azmini kamçılıyordu. 

Hemen hemen her hafta Şahin Mengü ile buluşuyorduk, CHP’nin ve ülkemizin aydınlığa kavuşması için projeler geliştiriyor, umutları tazeliyorduk. 2020 yılının Eylül ayında yine bazı arkadaşlarla bir araya gelerek “CHP Ulusal Birlik Kadro Hareketi” oluşturduk ve sürekli toplantılar yapmaya başladık. Küresel salgın nedeniyle yurt geneline istediğimiz gibi açılamayan hareketimizi, her hafta toplanarak beyin fırtınası şeklinde sürdürdük. Bu Eylül ayından sonra kadro hareketimizi yurt geneline yaymaya karar verdik ancak Şahin Mengü’nün herkesi şaşırtan zamansız ölümü, planlarımızı şimdilik alt üst etti.

“Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan oy almak isteyen siyasilerin yapması gereken, o bölgelerden ağa devşirmek değil, o bölgelerdeki feodal düzeni yıkacağını söylemektir” diyen Şahin Mengü, sorunun özünü açıkça göstermektedir.  “Cumhuriyet Halk Partisi'nde kötülerin zaferi, gerçek Atatürkçüler'in sessiz kalmalarındandır” diyerek, toplumun ses çıkarmasını isteyen ve öncülük eden Şahin Mengü, birlikteki mücadelemizde bizleri yetim bıraktı. Ancak bıraktığı projeleri tamamlamak ve umutlara ulaşmak için mücadele edeceğiz, bu konularda çok çalışmamız gerektiğinin bilincindeyiz.

Kendine özgü üslubuyla ve konuşmasıyla herkesin gönlünde taht kuran Şahin Mengü’ye “Şahin Bey” diyince “beni abi yerine koymuyor musun hoca?” demesindeki o tatlı ve sevecen ifadeyi artık duyamayacak olmamın üzüntüsünü yaşamım boyunca hissedeceğim. Böyle güzel bir insanı yitirmenin acısı unutulur gibi değil ve bizler için çok zor olacağı kesindir.

Başta değerli eşi Figen Mengü ve sevgili çocukları Nevşin ve Burak’a bu büyük acıya karşı direnme gücü diliyorum. Işıklar içinde uyusun hepimizin Şahin Abi’si. Özlediğiniz ve istediğiniz aydınlık Türkiye’yi, Atatürkçü CHP’yi oluşturmak için sizden aldığımız ışıkla var gücümüzle çalışacağımızdan kuşkunuz olmasın değerli Şahin Abi, sizi hiç unutmayacağız. 


Azim ve Karar, 27 Eylül 2021.


***

YARIM AKILLI ULAŞIM

YARIM AKILLI ULAŞIM


Hafta içi Ankara’ya gittik!


Pandemiden dolayı uzun zamandır özel otomobil ile seyahat etmediğimden olacak sürekli bir EDS ve radar korkusu ile araç sürmek zorunda kaldım.

Hasbelkader Avrupa’da araç kullanmışlığım da var.

Şu bir gerçek ki ülkemizde trafik levhaları akıl karıştırıcı. Özellikle TEDES, EDS ve sabit radar olan alanlardaki levha ve uyarılar yola konsantre olmaya engel.

O kadar dikkat etseniz de “acaba ceza yedim mi?” diye sürekli düşünüyor insan.

O kadar ki iş akıllı ulaşımdan, tuzaklı ulaşıma dönmüş.

Gel de ceza yedikten sonra “Delice”, “Balışeyh” ve “Merzifon” ilçelerini hayırlı olarak an!

Neredeyse nefret edecek hale geliyor insan.

Şimdi gelelim Samsun’a!

Samsun’da bir süredir akıllı ulaşım çalışmaları sürüyor.

Umarım şehir olarak cidden bir akıllı ulaşım uygulaması yaparız da insanları Samsun’dan nefret eder hale getirmeyiz.

Akıllı ulaşım sadece ceza kesmek, park ihlallerini tespit etmek, kırmızı ışık ihlallerini tespit etmek, hız koridoru oluşturmak için yapılmaz.

Sadece bunlardan ibaret bir sözde “akıllı ulaşım” uygulaması olsa olsa sürücülere ceza ve tuzak kurma odaklı para kazanma projesine dönüşür ki bu da Samsun’a yakışmaz.

Ceza bir gelir kaynağı olmamalı.

Dünyada “akıllı şehir uygulamaları” (smart city) başlığı altında “akıllı ulaşım” vardır ama ceza/tuzak odaklı değildir. Ceza bir düzenleyicidir.

Akıllı ulaşım denildiğinde akıllı otobüs duraklı, elektronik trafik yönlendirme panoları, otopark yönetim sistemleri, mobil uygulamalı bütünleşik sistemler olmalıdır. Bunların aması ise cezadan bağımsız şehrin trafiğini rahatlatma amaçlı bütünleşik sistemlerdir.

Nasıl bir uygulama olacağını göreceğiz ama sadece ceza odaklı veya ceza/tuzak ağırlıklı bir uygulama Samsunluların nefretini kazanma, Samsun’dan geçenleri ise kötü anılarla hatırlatma dışında bir işe yaramaz.

Samsun’a da yakışmaz.

Bu tarz bir uygulama da “akıllı ulaşım” olmadı gibi olsa olsa “yarım akıllı ulaşım” olur!

Kalın Sağlıcakla.

Hüseyin Kurt

***

SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 4

SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 4



Suriye’nin kuzeyinde bulunan Halep şehri ülkenin en kalabalık şehridir, etnik olarak da çok karışıktır. Halep tarihi boyunca bölgede önemli merkezlerinden biridir. Haçlı seferler döneminde Raymound’u hayali Halep’e girmektir velakin Nureddin Zengi’nin ordu komutanı olan Esaddin Şirkuh’yu verdiği mücadele Haçlıları geri püskürmüştü. Aynı zaman şehir gerek kültürel gerek ticari olarak da eski ipek yolunun üzerinde yer almasından dolay önemli bir yere sahiptir. Suriye’de isyanların başladığında ilk yılında Halep’te hiçbir sorun yok iken ancak Suriye ile Türkiye olan sınır kapıları ÖSO eline geçmesiyle Halep’te ilk isyanlar başladı. Aynı zaman da Halep rejim için en önemli şehri idi. isyanların başlamasıyla rejim bütün gücüyle bölgeye saldırmaya başladı. Çünkü Halep rejimin önemli bir kalesidir. Halep düşürmek rejimi düşürmek gibidir. 2012 yılından bu güne kadar Halep’te yüz binlerce göç, binlerce ölü ve kayıp söz konusudur. Aynı zaman Halep rejim, ÖSO ve PYD arasında bölünmektedir.

GÖÇ

Daha önce Filistin’de ve farlı bölgelerinde göç alan Suriye ancak 1982 yılında Hama isyanlarında çok sayıda Sünni göç söz konusu oldu. 2011 yılında Arap Baharı adı altında Kuzey Afrika’da çıkan isyanların dominom taşları gibi birçok Arap ülkesine sıçradı, bazılarında başarılı olurken bazılarında da maalesef toplu katliam, işkence ve göçe neden oldu. Peki, neden Suriye halkı Mısır ve Tunus gibi direnmedi ve ülkesini göç etmeye tercih etti? Yukarı bahsettiğim terör örgütleri ve diğer askeri militanların birçok farklı ülkeden gelmeleri, Suriye’nin sosyolojisini ve Kültürünü bilmediği için farklı yöntemlere başvurmuştur. Kimleri hırsızlık, kadın ticareti, insan kaçırma, fide isteme tehdit etmek, yandaş-karşı olduğu için inşaları topluca öldürmeleri söz konusu olmuştu. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Suriye’de hükümet karşıtı gösterilerin çıktığı 2011 yılı Mart ayından bu yana ölenlerin sayısının 20 bini aştığını söylüyor Suriye'de Mart 2011'de başlayan protestolardan bu yana, binlerce Suriyeli hiçbir iz bırakmaksızın ortadan kayboldu, zorla "kaybedildi". Bazen Suriye rejimi, bazen de muhalif militan örgütler, yakaladıkları kişileri gizli yerlerde, kimseyle irtibat kurmalarına izin vermeksizin tuttular. Bu kişiler, çoğu zaman insanlık dışı koşullarda barındırıldı. Bazıları işkence gördü, bazıları işkenceden öldü. Arkada bıraktıkları yakınları, onlara ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi ve bu dayanılmaz acıyla baş başa kaldı (Irshaid, 2014).

Birleşmiş Milletler Mülteciler Örgütü'ne (UNHCR) göre, 26 Mayıs 2015 itibarıyla Suriye'deki savaştan kaçan milyonlarca insandan 1.761.486’sı Türkiye'ye sığındı. 7 Mayıs rakamlarıyla Lübnan, 1 milyon 183 bin 327 kişiyle Türkiye'nin ardından en fazla Suriyeli kabul eden ikinci ülke oldu. Ürdün yaklaşık 630 bin, Irak 250 bin, Mısır da 134 bin kişiye kapılarını açtı. Avrupa Birliği'nde en fazla Suriyeli kabul eden ülke Almanya oldu. Almanya'nın 100 binden fazla sığınmacı kabul ettiği belirtiliyor (bbc, Hangi Avrupa ülkesi kaç Suriyeli kabul etti?, 2015)

SONUÇ 

Suriye’de 2011’den beri devam eden gösteriler ve iç savaş, ilk önce rejim tarafında zalimce bastırılması, gözaltına almaları, işkence yapmaları ve her türlü kirli oyunlar oynandı. Suriye dışında eğitim alan ve yetişen militanlar. Bir yanda Türkiye,  Suudi Arabiya, Katar ve BAE tarafından isyancılara sağlanan lojistik, ekonomik ve askeri destek bir yandan da Rusya, Çin ve İran tarafından rejime sağlanan askeri destek, her ikisinin karşılaşması adeta Suriye’ye bir savaş alana dönüşü verdi. Eskiden etnik, din ve mezhep ayrımları pek göz önüne çarpmamışken ancak isyanlarla beraber bütün bunlara yeryüzüne çıktı. Suriye’nin toplumun tabanında ciddi sorunlar oluştu. Aynı zamanda isyanın başarı olmama sebebi de bu ayrışmalar ve fitneler sebep oldu. Sünnilerin Şii ve Alevilere düşman olmaları Kürt ve Nasirler Araplara tavır almaları ve bunun sonucu ortaya çıkan kin ve nefretler. Bütün bu ayrılıkçılıkların sonucu tekrar birleşmesi hayli zordur. 

Arap Baharı Suriye’nin ektik yapısı parçalanması, bundan sonra bir araya gelmesi imkânsız olur diye biliriz. Parçalan toplumsal tabanı birleşmesi de zor olur. Bu da ülkeyi parçalanmaya sürdürebilir. Belki savaşın sonunda farklı federasyonların oluşması veya ülkeciklere bölünebilir. Bir sorun daha ise yurtdışına çıkan insanların farklı kültürlere adapte olması sonucu da ayrı bir sorun doğurmaktadır. 

Kaynakça

AA, L. (2011, Aralık 31). Suriyeli iki muhalif grup arasında anlaşma sağlandı. Milliyet.com.tr » Dünya » Haber » Suriyeli iki muhalif grup arasında anlaşma sağlandı31.12.2011 - 14:00 | Son Güncelleme: 31.12.2011-14:20. LEFKOSHA: Milliyet.

Acun, C. (2016, ağustos 27). 7 soruda fırat operasyonu. http://www.sabah.com.tr/yazarlar/perspektif/canacun/2016/08/27/7-soruda-firat-kalkani-operasyonu. Sabah Gazetesi.

Ataman, M. (2012). SURİYE’DE İKTİDAR MÜCADELESİ: BAAS REJİMİ, TOPLUMSAL TALEPLER ve ULUSLARARASI TOPLUM. İSTANBUL: SETA.

bbc. (2012, Mart 12). Suriye Annan Planı'nı kabul etti. http://www.bbc.com/turkce/haberler/2012/03/120327_syria_annan. bbc türkçe.

bbc. (2015, Haziran 15). Hangi Avrupa ülkesi kaç Suriyeli kabul etti? http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/06/150615_suriye_multeci_avrupa. bbc türkçe.

bbc. (2015, Haziran 15). Hangi Avrupa ülkesi kaç Suriyeli kabul etti? http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/06/150615_suriye_multeci_avrupa. bbc türkçe.

BUÇUKCU, Ö. (Haziran 2012). Suriye Krizi’nde Bölgesel ve küresel aktörler. SDE , 6.

Dağ, A. E. (2013). SURİYE. Bilad-i Şam’ın Hazin Öyküsü. İstanbul: İHH.

Erkmen, S. (2014). Türkiye ve Suriyeli Kürtler: Güven Bunalımı, Tıkanmışlık ve Bir Arada Yaşama. Ortadoğu Analiz, 18-29.

Ersoy, P. (2014, Ekim 27). ‘YPG, ABD için iyi bir müttefik’. http://www.milliyet.com.tr/-ypg-abd-icin-iyi-bir-muttefik--gundem-1960551/. Milliyet Gazetesi.

Ertuğrul, D. (tarih yok). Türkiye Dış Politikası için Bir Test; Suriye Krizi. TESEV Dış Politika, 2.

Irshaid, L. R. (2014, kasım 12). Suriye'de kayıp binlerce kişi nerede? http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/11/141111_suriye_kayiplar. Türkiye: bbc.türkce.

Jazeera, a. (2012, mart 9). Kofi Annan'ın çağrısına ret. al-Jazeera turk.

Jazeera, A. (2016, EYLÜL 29). Suryiye İç Savaşı. Rusya'nın Suriye'deki bir yılı. Aljazeera Turk.

Karabat, A. (2013). Suriye Savaşları. İstanbul: Timaş.

Kibaroğlu, M. (2011). Arap Baharı ve Türkiye. Adam Akademi, 26.

Kıran, A. (2014). ARAP BAHARI, SURİYE VE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM BEKLENTİLERİ. Anemon MŞÜSosyal Bilimler Dergisi. , 103.

Kıran, A. (2014). ARAP BAHARI, SURİYE VE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM BEKLENTİLERİ. Muş Alparslan Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Dergisi, 12.

Kohen, S. (2016, Eylul 29). Suriye'yi kim kurtaracak? http://www.milliyet.com.tr/suriye-yi-kim-kurtaracak--dunya-ydetay-2315780/. Milliyet Gazetesi.

Mahalli, H. (2014). Diren Suriye. İstanbul: destek.

Memdukh, N. (2015). السياسة الخارجية الروسية تجاه منطقة الشرق األوسط. (M. S. KANBAR, Çev.) بســــــكرة: جامعة محمد خيـضر – بســــــكرة.

Milliyet. (2012, Ağustos 02). ABD, Türkiye'yi uyardı: "Daha fazla ileri gitmeyin". http://www.milliyet.com.tr/abd-turkiye-yi-uyardi-daha-fazla-ileri-gitmeyin-/dunya/dunyadetay/02.08.2012/1575339/default.htm. Milliyet Gazetesi.

Oğuzlu, D. D. (2011). Arap abaharı ve Yansımaları. Ortadoğu Analizi, 8.

Orhan, A. (2016). Türkiye-Rusya Yakınlaşması ve Suriye. Ankara: ORSAM araştımaları.

Özkaya, A. N. (2008). Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları. USAK, II, 90.-116.

Şemsidin Erdoğan, E. d. (2015). Irak Şam İslam Devleti (IŞİD): Gücü ve Geleceği. Savunma Bilimleri Dergisi, 6-34.

Şen, Y. (tarih yok). Suriye'de Arap Baharı. Yasama Dergisi 23, 59.

Taşkın, Y. (2013). AKP Devri, Türkiye Siyaseti, İslamcılık ve Arap Baharı. İstanbul: birikim yayınları.

Taştekin, F. (2015). Suriye yıkıl git, diren kal. İstanbul: ilitişim yayınları.

Yüksel, O. (2013). Ortadoğu Arap baharı ve Sosyal medya. Politik akademi.


***


SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 3

                                    SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 3



ARAP BAHARI İÇ SAVAŞA DÖNÜŞMESİ

Muhalifler İstanbul’da ilk toplantıda “Dışarıdan destek yok” diyordu ama daha bir ay geçmeden Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan ya da ABD bağlantılı muhaliflerin maaş olarak kullandığı endişesi öne çıktı. Haddam kaos çıkarmak için göstericileri silahlandırmaya çalışıyordu. BAE ise göstericilere organizesinde kullanılmak için Thuraya marka telefonu sağladı. Saad el-Hariri de intikam için Adamlarını seferber etti (Taştekin, 2015, s. 82). Ulusal Demokratik Değişim Koordinasyon Komitesi’nin bildirisinde, 31 Aralık 2011’de Kahire’de imzalanan anlaşmanın "Suriye’nin demokratik bir devlete doğru geçiş süreci için, demokratik mücadelenin prensiplerini tanımladığı" bildiride “Arap müdahalesinin bir dış müdahale olarak kabul edilmediği" vurgulanan anlaşmada, "sivillerin her türlü yasal imkânla korunmasının gerekliliği" açıkça ortaya kondu (AA, 2011).

Suriye’de sivil halk gösterileri azaldığında ülke dışında gelen muhalif güçler, Rejim ile muhalifler arasında şiddetli çatışmalar başalarken İdleb’e bağlı Cisr el Şuğur’da 2011 yazı boyunca ülke dışında muhalifler devrin sivil olduğunu dillendirmeyen devem etse de sahada durum başkaydı. Ta başından itibaren asker ve polis cenazeleri geliyordu. Muhalefette göre 123 güvenlik görevlisinin feci şeklinde katledildiğini olayla birlikte duvara çarptı (Taştekin, 2015, s. 86). Çatışmalara hızla devam ederken dünya medyasında yer almıştı. BM bu korkunç olayları durdurmak için Kofi Annan liderliğinde bir plan düzenlendi. Annan'ın bu kararı "şiddet ve kan dökülmesine son verebilecek, muhtaçlara yardım ulaştıracak, Suriye halkının meşru taleplerinin yerine getirilmesi için siyasi diyalog sağlanmasına elverişli ortam yaratacak önemli bir ilk adım olarak gördüğünü. Altı maddelik Annan planı, Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın yerleşim merkezlerinden askerlerini çekmesini, tüm tarafların çatışmalara en azından günde iki saat ara vererek insani yardımın ulaşmasına olanak vermesini, yönetimin isyan sürecinde gözaltına aldığı kişileri serbest bırakmasını öngörüyor. Hem BM hem de Arap Birliği'ni temsil eden Annan halen şiddete son verilmesi için hazırladığı plana destek almak üzere Çin'de temaslarını sürdürüyor. Annan'ın temasları sonrasında Rusya Cumhurbaşkanı Dimitri Medvedev de girişimi bütünüyle desteklediğini çünkü bunun 'Suriye'nin uzun ve kanlı bir iç savaşın önüne geçmek için son fırsat' olduğunu söyledi (bbc, Suriye Annan Planı'nı kabul etti, 2012). Ancak bu plan 9 Mart 2012 muhalifler tarafından Kofi Annan’ın, ‘diplomatik çözüm’ talebi Şam rejimine karşı direnen muhalifler tarafından reddedildi (Jazeera a. , 2012).

Annan'ın Barış Planı

1. Suriye halkının istek ve endişelerine yanıt sunacak Suriye öncülüğünde bir siyasi süreç

2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son verilmesi

a) Hükümet meskûn alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup buralarda bulunan askerleri çekecek

b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak

3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükûnet dönemleri sağlanacak

4. Yetkililer keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin hızını ve kapsamını artıracak

5. Yetkililer ülkede gazeteciler için hareket serbestisi temin edecek

6. Yetkililer toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı gösterecek.

11 Kasım 2012’de Katar’da toplanan muhalefet grupları 60 kişiden oluşan yeni ve daha kapsayıcı bir liderlik konseyi kurulmasını kararlaştırmıştır. Suriye içi ve dışından üyeleri kapsayan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonunun ülkenin tek yasal temsilcisi olarak tanınması, yapılacak mali ve muhtemelen askeri yardımlar için tek adres olması umulmaktadır. Şeyh Moaz el-Hatib Koalisyona başkan seçildikten sonra Suriyeli askerlere orduyu terk etmeleri çağrısında bulunmuş ve tüm mezhep ve etnik grupların birleşmesini istemiştir. Daha önce en büyük muhalefet örgütlenmesi olan Suriye Ulusal Konseyi, koalisyon grubundaki 60 sandalyeden sadece 22’sini kontrol etmektedir (Şen, s. 66). 2012 yılından itibaren Suriye’ye gerek Türkiye eğiten militanlar gerekse Libya, Tunus ve diğer ülkelerden militan Türkiye, Lübnan ve Ürdün üzerinde Suriye’ye girdikten sonra Suriye halkı hem rejim tarafında hem de muhalif güçler tarafından katliama ve şiddete maruz kaldı. Daha sonra ülkeye farklı mezhep ve ülkelerden militan akımı başlamıştı. Bu da Suriye’nin kanlı bir sayfanın başlangıcıydı. 

Suriye’de ayaklanmaların başlamasıyla ilk olarak Kürtler herhangi bir etkinliğe katılmadı. Çünkü 2004’ten sonra Kürtlerin bazı ayaklanmalarına Araplar tatafından destek görülmedi ve illerde de tam olarak ne olacağına tahmin etmediği için mesafeli durmuştu. Temmuz 2012’de İstanbul’da yapılan toplantıda Araplar tavizsiz bir şekilde  “Suriye Arap Cumhuriyeti” adında ısrar ederken,  Kürtler toplantıyı terk etmiştir. Daha sonra Kahire’de düzenlenen toplantıda da Kürtler konferansı terk etmek durumunda kalmışlardır. Kürtlerin bütün ısrar ve çabalarına rağmen, muhalefetin Arap üyeleri “Kürt halkı tanınmalıdır” şeklindeki bir maddeyi kabul etmemişlerdir. Bütün bunlar Kürtlerin gittikçe uzaklaşması ve kendi başlarının çaresine bakmasına yol açmıştır.  Kürtler Suriye Ulusal Konseyi’nde (SUK) sadece sembolik düzeyde yer almıştır. (Kıran A. , 2014, s. 12) Ancak Türkiye Suriye Kürtlerinin bağımsız bir devlet olma yönündeki girişimlerine seyirci kalmayacağını dile getirirken, Suriye Kürtlerinin nüfus olarak devlet kurmak için yeterli olmadıklarını ileri sürmektedir (Kıran A. , 2014). 2004’te kurulan PYD diğer Kürt partileriyle karşılaştırıldığında göreli olarak ne istediğini bilen bir parti görüntüsü çizmekteydi (Erkmen, 2014) Kürt Yüksek Komitesi, Temmuz 2012 tarihinde Demokratik Birlik Partisi (DBP ya da PYD) ve Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani’nin inisiyatifiyle 13 Kürt partisinin ittifakı olan Kürt Ulusal Konseyi (KUK) arasında kurulmuştur. Komitenin Suriye’nin kuzey doğusunda hükümet kuvvetlerinin çekilmesinden sonra 2012 yazında ortaya çıkan fiili özerk Kürt bölgesini yönetmesi umulmuştur. Ancak KUK, Demokratik Birlik Partisinin yönetimi paylaşım anlaşmasına sadık kalmadığından şikâyet etmiştir (BBC 2013). PKK bağlantılı bir örgüt olan PYD, kuzeydoğu Suriye’de fiilen özerk bir Kürt bölgesi idare etmektedir (Şen). Ancak PYD İŞİD’de karşı en güçlü mücadele vermektedir. 

Suriye’ye gidip çatışan Müslüman gruplar bulunmaktadır(…)Bütün bu örgütlerin yanında, rejimin askeri yapısını zayıflatmak ve düşürmek amacıyla oldukça örgütlü bir şekilde mücadele eden El Kaide örgütü var. Üstelik El- Kaide ile bağlantılı bir şekilde çalışan, Kafkasya, Afganistan, Yemen, Libya, Ürdün, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerden gelip temel amacı cihadı gerçekleştirmek olan kimi radikal İslamcı gruplar bulunmaktadır. Suriye rejiminin bir an önce düşmesini isteyen Türkiye gibi ülkeler, istemeyerek de olsa, dolaylı olarak El Kaide ile bir ilişki içinde görünüyor, ya da bu örgütü “planlı mücadeleyi alevlendirecek bir güç olarak görüyor”. Ancak bu durum, özellikle Şii yönetimlerin egemen olduğu İran,  Irak ve Lübnan gibi ülkeler açısından farklı değerlendirilmiyor. Onlara göre Vahabiler Şiileri hedef alıyor ve asıl hedef Şiilerin yönetimden uzaklaştırılmasıdır (Kıran A. , 2014). Beşar Esad’ın zalim rejimine karşı ayaklanma kısa süre sonra farklı amaçlar güden ideolojik, mezhepsel ve etnik grupların katılmasıyla adeta savaş içinde savaşlara yol açmıştır. Esad’a karşı çıkan muhalifler kendi aralarında bölünmüş ve rakip gruplar birbirlerine karşı savaş açmıştır. El Kaide’den kopan El Nusra ve benzeri radikal örgütler de kendi içlerinde ihtilafa düşüp eylemlerini kendi amaçları doğrultusunda sürdürmüşlerdir (Kohen, 2016)

Suriye’de ÖSO’dan başka Ahrar el-Şam, Cephetun-nusra, Feth-elŞam da vardır. Ancak Gerçekleştirdiği kanlı eylemlerle, Irak ve Suriye’de ele geçirdiği topraklarla adını özellikle 2014 yılı içerisinde sıkça duyuran Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) , ilk olarak 1999 yılında Ebu Musab el-Zerkavi tarafından Afganistan’da, Tevhid ve Cihad Örgütü olarak kurulmuş, 2001 yılında Irak Kuzey’ine gelmiş ve ABD güçlerine karşı savaşmıştır. Örgüt, 2004 yılında El-Kaide ile bağlantılı hale gelerek Irak El-Kaidesi ismini almıştır. Ekim 2006’da ise Irak İslam Devleti kurularak liderliğe Ebu Ömer el-Bağdadi getirilmiştir. 29 Haziran 2014’te ise halifeliği ve İslam Devletinin kurulduğunu ilan etmiştir (Şemsidin Erdoğan, 2015) İŞİD şimdi ise Suriye toprakların Fırat Nehri havzasında yer almakta idi Ancak İŞİD, ÖSO, PYD ve rejim tarafında saldırmaktadır bunun için sınırları değişkendir. Ancak İŞİD’in popülaritesi 2014 yılında Suriye’nin Kuzeyinde PYD elinde Kobani’nin işgali sırasında yoğun olarak duyulmuştu ve sosyal medyada ve özellikle youtube’de yayınlandığını bazı korkunç videolarla tanıdı. 

Şekil 1; http://www.papik.net/suriyede-kim-kiminle-savasiyor-grafik/


Son iki yıla baktığımızda bölgede bazı konjektörlerin yön değiştirilmesi neden oldu. 24 Kasım’da düşürülen uçağı Türkiye ile Rusya arsında bozulması neden oldu. daha sonra Türkşye Cumhurbaşkanı tarafında yazılan mektupta “ özür dilemesiyle tekrar her iki ülke arasındaki sorunları çözüldü”. Suriye’nin kuzeyinde ABD güdümünde bir federal bölgenin ortaya çıkması her iki aktör açısından işbirliği zemini yaratabilir. Buna bağlı olarak Türkiye ve Rusya Azaz-Cerablus arasındaki bölgede IŞİD’e karşı ortak mücadele edebilir. Buna karşılık Rusya Türkiye’den Suriye konusundaki tavrını yumuşatmasını talep edebilir (Orhan, 2016). Son olarak da Türkiye Fırat Kalkanı Operasyon ÖSO ile birlikte bölge İŞİD teröründe temizlemek, tampon bölge oluşturmak ve ABD'den aldığı destekle bölgede yayılmacı ve saldırgan bir politika izleyen PKK/PYD yapılanmasının kantonları birleştirerek bir kuşak oluşturmasını engelleyebilmek (Acun, 2016). Aynı zamanda da ABD’nin YPG’ye verdiği lojistik ve hava operasyonların yardımıyla YPG’nin ilerlemesi Türkiye zor durumda bırakmıştı. Her iki ülke arasında siyasi krizler söz konuş olmuştur. 

4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***