BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 4
Suudi Arabistan ve Katar’ın yanı sıra Muhammed Mursi liderliğindeki
Mısır’ın da son dönemde krizin çözüme kavuşturulması için diplomatik girişimlere yöneldiği gözlemlenmektedir. 30-31 Ağustos 2012 tarihlerinde
Tahran’da düzenlenen 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi’ne katılan Mısır
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Suriye’deki rejime karşı halka destek
verilmesi yönündeki çağrısı Arap dünyasında büyük yankı bulmuştur. Mursi,
Bağlantısızlar zirvesinde Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’ın katılacağı
“Dörtlü Suriye Toplantısı” önerisinde bulunmuş, 17 Eylül’de Kahire’de
Suudi Arabistan dışındaki üç ülkenin dışişleri bakanları bir araya gelmiştir.
Suudi Arabistan toplantıya katılmamıştır. Toplantıda Türkiye ve Mısır Beşşar
Esed’in iktidarı bırakmasını istemiş, İran ise bu isteği kabul etmemiştir. Dolayısıyla toplantıda bir karar alınamamıştır.
Suudi Arabistan’ın toplantıya katılmaması, Riyad’ın Esed rejiminin mutlak
surette sona ermesi yönündeki duruşu ve Suriye’deki Kahire’nin rolüne bakışı
ile ilgilidir. Suudi Arabistan, Mısır’ın bölgedeki eski konumuna geri dönerek
Arap dünyasının merkezi haline dönüşmesinden rahatsız olmaktadır. Riyad,
Esed sonrası Suriye’de İran’ın etkisini kıracak Sünni ağırlıklı bir iktidarın ortaya
çıkmasını, bu değişimin de Suudi Arabistan’ın denetiminde gerçekleşmesini
hedeflemektedir. Desteklediği Selefi unsurların Esed sonrası Suriye’de
etkili olması için çaba sarf eden Riyad’ın Mısır’daki gibi Suriye’de de Müslüman
Kardeşler’in iktidara gelmesinden memnun olmayacağı değerlendirilmektedir.
Nitekim Müslüman Kardeşler’in eski lideri olan Mursi’nin bu tür
girişimlerinde Suriyeli Müslüman Kardeşler’i desteklemek gibi bir amacın
bulunduğu ifade edilebilir.
Suriye krizinin neden olduğu Esed rejiminin devamı ve son bulması şeklindeki
iki yaklaşım, bölge ülkelerinin iki farklı blok halinde hareket etmesine yol
açmıştır. Türkiye, Körfez ülkeleri ve diğer Arap devletleri Suriyeli muhalifleri
desteklerken, İran, Hizbullah ve Maliki iktidarının Esed rejiminin yanında yer
alması bölgede Sünni ve Şii bloklar arasında bir mücadele olduğu izlenimine
sebebiyet vermiştir. Özellikle Irak’ın iç ve dış politika uygulamalarındaki değişimlerin böyle bir izlenimin oluşmasına hizmet ettiği ifade edilebilir.
Irak’taki Maliki iktidarının iç siyasette ve dış politikadaki tercihleri, Suriye
krizi sürecinde bölgesel bir Şii-Sünni gerilimi intibaının ortaya çıkmasında
etkili olduğu değerlendirilebilir. Nitekim krizle aynı dönemde, Irak Başbakanı
Nuri El-Maliki ülkedeki Sünni politikacıları terör örgütü kurmakla suçlamış,
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi hakkında tutuklama ve yurtdışına
çıkma yasağı çıkarmıştır. Suriye krizi sürecinde Irak’ın dış politikada da İran
eksenine yaklaştığı, Esed rejimine dolaylı destek vermeye başladığı ve Ankara
karşıtı bir çizgiye kaydığı fark edilmiştir.
4. Krizin Küresel Etkileri
Arap Birliği’nin Suriye’deki krize yönelik çözüm girişimlerinin sonuçsuz kalması,
krizin BM’ye taşınmasına yol açmıştır. 24 Şubat 2012 tarihinde BM
Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabî
tarafından yapılan açıklamada, Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulması için
Kofi Annan’ın BM-Arap Birliği ortak özel temsilcisi olarak atandığı duyurulmuştur.
Annan, BM Genel Kurulu’nun 16 Şubat’ta aldığı 66/253 sayılı karar
gereğince özel temsilci olarak atanmıştır. Beşşar Esed’in iktidarı terk etmesinin
beklendiği bir dönemde, BM ve Arap Birliği’nin Annan’ı özel temsilci
olarak ataması, İran, Rusya ve Çin’in Suriye yönetiminin yanında yer almasından dolayıdır.
10 Mart 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi Kofi Annan,
Şam’ı ziyaret ederek Esed ile görüşmüş ve 16 Mart’ta Esed iktidarı ile muhalefet
arasında ateşkesin sağlanması için 6 maddelik bir barış planı sunmuştur.
Annan Planına Şam yönetimi 27 Mart 2012 tarihinde olumlu cevap vermiş,
planın uygulanması için 12 Nisan’da ateşkes ilan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi,
Suriye’ye 250 kişiden oluşan bir gözlemci görevi atama kararı almış ve
ilk aşamada 16 Nisan’da 30 gözlemci gönderilmesini onaylamıştır. Sonrasında,
BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun planlanan gözlemci sayısının 250 kişiden
300’e yükseltilmesini talep etmiştir. Planda yer alan maddeler şunlardır:
• Suriyeli halkın meşru taleplerine ve endişelerine cevap verecek şekilde Suriyeliler tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak bir siyasi süreç için
özel temsilciyle (Kofi Annan) çalışmayı taahhüt etmek ve bu amaçla gerekirse (müzakereler için) bir temsilcinin atanmasına onay vermek.
• Saldırıları bırakıp, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanması (bu amaçla öncelikle Suriye hükümetinin, halkın yaşadığı bölgelerde ağır
silahlar kullanmaya son vermesi ve askerlerini geri çekmesi, muhalefetin ve Suriye’deki diğer unsurların saldırıları bırakıp ateşkesin sağlanması için işbirliği
yapması).
• İnsani yardımın gerekli olan her yere ulaşabilmesi için ilk adım olarak uygulanmak üzere günde iki saat insani yardım için çatışmaların durdurulması.
• Keyfi olarak tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması.26
• Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması.
• Barışçıl toplanma ve protesto hakkına saygı duyulması.
BM Güvenlik Konseyi öncülüğünde Suriye’deki şiddeti durdurmak ve Esed
rejimi ile muhalifler arasında ateşkesi sağlayarak, siyasi bir geçiş süreci tesis
etme amacıyla yola çıkan Kofi Annan, 3 Ağustos 2012 tarihinde istifa ettiğini
açıklamış ve 31 Ağustos’ta da görevinden resmen ayrılmıştır. Annan’ın yerine
Cezayirli eski diplomat El-Ahdar İbrahimi atanmıştır.
İbrahimi görevi devraldıktan sonra Suriye konusunda başarılı olmasının
imkânsıza yakın olduğunu açıklamıştır. İbrahimi’nin başarısız olan BM Suriye
planı üzerinde göreve başladığı ve yeni bir öneriyle gelmediği dikkate
alındığında uluslararası toplumda Suriye krizini çözme konusunda belirgin bir
isteksizlik olduğu göze çarpmaktadır. Bölgesel düzeyde çözüm arayışlarının
başarısız olmasından sonra BM’nin devreye girmesiyle küresel düzeye taşınan
Suriye krizi çözümsüzlüğe mahkûm edilmiştir. Krize müdahale edebilecek
Avrupa Birliği ve NATO ise BM sistemi dışındaki aktörler de Suriye’deki
halk hareketine söylemde destek verse de çözüm konusunda bir tutum geliştirmemiştir.
2012 yılının Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimi, Avrupa’daki
ekonomik kriz ve bölgedeki gelişmeler (Irak, Mısır, Libya, Yemen ve
İran’ın nükleer programından kaynaklanan kriz) Suriye’nin iç dinamikleriyle
birlikte değerlendirildiğinde krizin belirli bir süre daha devam edeceği değerlendirilebilir.
BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye krizinin çözümü doğrultusunda gündeme
getirilen öneriler ve karar tasarıları Esed rejimini desteklemeye devam
eden daimi üyeler Rusya ve Çin tarafından veto edilmiştir. Suudi Arabistan
ve Katar’ın Arap Birliği vasıtasıyla başlattığı ve Güvenlik Konseyi’ne taşınan
girişimler Konsey’den geri dönmüştür. Arap Birliği’nin Suudi Arabistan ve
Katar öncülüğünde Güvenlik Konseyi’ne taşıdığı Suriye’de ateşkesin sağlanması
amacıyla Arap Barış Gücü’nün teşkil edilmesi, insani yardım koridoru
açılması, ülkede tampon/güvenli bölge oluşturulması, Beşşar Esed’in iktidarı
yardımcısına devretmesi (Yemen Modeli) gibi öneriler ABD ve Batılı devletler
tarafından desteklenirken Rusya ve Çin muhalefetiyle karşılaşmıştır.
Suriye krizinin bu nedenle küresel aktörler arasında bir anlaşmazlığa dönüştüğü
ve güç mücadelesini doğurduğunu ifade etmek mümkündür. ABD’nin
Afganistan müdahalesi ve Irak işgalinin ardından Orta Doğu’daki Rus nüfuzunun
ciddi biçimde zayıfladığını fark eden Kremlin, Suriye meselesinde
ABD, İngiltere ve Fransa ile rekabete girmiş durumdadır. Rusya’nın Çin ile
birlikte Esed rejimine karşı BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirilen karar
tasarılarını veto etmesi ve Esed iktidarının devamı doğrultusunda irade
göstermesi Suriye üzerinde küresel aktörlerin bir güç mücadelesine girdiğini
göstermektedir.
Arap uyanışı sürecindeki krizlerde ABD’nin ön planda olduğu bir dönem beklenirken, ABD ve Batılı ülkeler beklentilerin aksine diplomatik söylemler
dışında büyük ölçüde çekimser kalmıştır. ABD, Orta Doğu’daki krizlere doğrudan
müdahale etmekten imtina etmiş, müdahalenin NATO ile gerçekleştirilmesi
yönünde bir duruş sergilemiştir. NATO liderliğindeki uluslararası koalisyon
güçlerinin Kaddafi rejimine karşı müdahale ettiği Libya krizi bu açıdan
örnek oluşturmuştur. Suriye krizinde de ABD’de askeri müdahale konusunda
belirgin bir isteksizlik ve kararsızlık gözlemlenmektedir. Ancak Washington,
Suriye’deki Baas iktidarının demokratik hak ve özgürlük talepleriyle gösteriler
düzenleyen halka ateş açmasının ardından Esed rejimi aleyhinde tutum
geliştirmeye başlamıştır.
Esed rejiminin silahsız muhalefet hareketine karşı şiddete tevessül etmesiyle
ABD Başkanı Barack Obama ilk kez 18 Ağustos 2011 tarihinde Esed’in
istifa etmesi gerektiğini ifade etmiştir.27 Daha sonra Washington, Suriye Ulusal
Konseyi’ni tanımış, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Suriye kriziyle ilgili
katıldığı tüm toplantılarda Suriye muhalefetini desteklediklerini belirtmiştir.
ABD, Suriye muhalefetine 45 milyon dolarlık bir yardım sözü vermiştir. 28
Eylül 2012 tarihindeki 67. BM Genel Kurulu’na hitap eden Clinton, ABD’nin
muhalefete sağladığı 45 milyon dolarlık yardımın 15 milyon dolarlık kısmının
silah dışındaki donanımlardan oluşacağını ve ağırlıklı olarak iletişim cihazları
içereceğini açıklamıştır. Clinton, yardımın 30 milyon dolarlık kısmının ise Suriye
ordusu ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında yaşanan çatışmalardan
zarar görenlere dağıtılacak insani yardım olduğunu beyan etmiştir.28
Suriye krizinde Esed rejiminin devrilmesi durumunda ABD; krizin kötüye gideceği, ülkenin bölünerek iç çatışmaya sahne olabileceği ve böyle bir krize
müdahalenin insani ve mali kaybının büyük olacağı yönünde kaygılar taşımaktadır.
Suriye muhalefetindeki birlik sorununun ve Esed sonrası Suriye’deki
sürecin belirsizlikler içermesinin ABD’nin krize müdahale etme konusunda
kararsız kalmasına yol açtığı değerlendirilmektedir. Nitekim Afganistan ve
Irak’tan çıkarılan dersler Amerikan karar mercilerinde bu yöndeki fikirleri
desteklemekte, Washington’ın müdahaleye sıcak bakmasını engellemektedir.
Washington, Suriye’ye müdahale konusunda dikkate alacağı kırmızı çizgiyi,
Esed rejiminin kimyasal silah kullanması olarak beyan etmiştir.
Hillary Clinton’ın 2 Kasım 2012 tarihinde Hırvatistan gezisi sırasında Suriye
Ulusal Konseyi’nin yapısına ilişkin yaptığı eleştiriler, Washington’ın krize
giderek daha fazla müdahil olabileceğine işaret etmiştir. Clinton, 4-7 Kasım
tarihleri arasında gerçekleşen Doha Kongresi öncesi Konsey’in temsil niteliğinin
zayıf olduğunu, Konsey’de Esed rejimine karşı ülke içinde mücadele
eden unsurların temsil edilmediğini ve daha kapsayıcı bir muhalefet cephesinin
oluşturulması gerektiğini beyan etmiştir. ABD bu anlayış doğrultusunda,
Doha Kongresi’nde kurulan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal
Koalisyonu’nun Suriye’nin tek temsilcisi olduğunu belirtmiştir.
19 Temmuz 2013 tarihinde ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey iki
senatörün Washington’ın Suriye’deki muhtemel hareket tarzına ilişkin sorularına
mektupla verdiği cevapta Suriye krizi konusunda beş seçenekten bahsetmiştir.
Dempsey’in sunduğu mektuptaki seçenekler özetle söyledir:
“-Muhalefete eğitim, danışmanlık ve yardım: Bu seçenek ölümcül olmayan
gücü kapsıyor. Eğitim, istihbarat ve lojistik sunabiliriz. Tercihe göre birkaç
yüz ile birkaç bin arasında personel gerekir. Maliyet buna göre değişir ama
başlangıçta yılda 500 milyon dolar öngörülebilir.
-Uzaktan sınırlı vurucu operasyonlar: Rejimin hava savunması gibi askeri tesislerine havadan ve füze sistemleriyle kendi istediğimiz tempoda saldırılar
düzenlenebilir. Bunun için yüzlerce uçak, gemi ve denizaltı gerekir. Maliyet
milyarlarca dolara ulaşabilir. Zamanla rejimin yetenekleri azalacaktır. Fakat
hasarın sınırlı olması, misillemeye maruz kalma ve sivil kayıplar gibi riskler
var.
-Uçuşa yasak bölge: Rejimin uçaklarının da imha edilmesini içeren bu seçenek
için de yüzlerce uçak ve gemiye ihtiyaç var. Maliyeti bir yıl boyunca her
ay ortalama bir milyar doları bulabilir. ABD uçaklarının düşmesi, bu nedenle
Suriye’ye kurtarma için kara birlikleri de gönderme riski var. Üstelik bu da
ülkede şiddeti azaltmaya, dengeyi muhalefet lehine çevirmeye yetmeyebilir.
Zira rejim büyük oranda havan, top ve füze gibi yer kaynaklı ateş gücüne
dayanıyor.
-Tampon bölge: Belirli sınır bölgelerini, muhtemelen Türkiye ile Ürdün sınırlarını
korumak için uçuşa yasak bölge de gerekli olacaktır. Buna ek olarak
binlerce Amerikan askerinin karada kullanılması gerekebilir. Maliyet ayda bir
milyar doların üstüne çıkacaktır. Zamanla muhalefetin yetenekleri gelişir, insanların acısı azalabilir, Türkiye ve Ürdün’ün üstündeki baskı bir nebze azalır.
Fakat uçuşa yasak bölgenin risklerinin yanı sıra, daha konsantre bir yerleşim
olacağından rejimin ateş açması durumunda göçmen kaybı sayısı artar. Bu
bölgeler aşırılık yanlılarının operasyon üsleri haline de dönüşebilir.
-Kimyasal silahların kontrolü: Asgari düzeyde bile uygulansa bu seçenek için
uçuşa yasak bölgenin yanı sıra, yüzlerce uçak ve gemiyle saldırılar gerekecektir.
Binlerce özel kuvvetler mensubu ve diğer kara güçlerinin kritik tesislere
saldırıp kontrol altına alması gerekebilir. Maliyetler ayda bir milyar doları
aşabilir. Tüm kimyasal silahlar kontrol altına alınamaz. Fırsattan yararlanan
aşırılık yanlıları bunların bir kısmını ele geçirebilir.”29
Dempsey’in sıraladığı seçeneklerde maliyet ve risklere yapılan vurgu,
ABD’nin müdahaleye sıcak bakmayacağına işaret etmektedir. Nitekim ABD
Dışişleri Bakanı John Kerry, 7 Mayıs 2013 tarihli Moskova ziyareti sırasında
Sergey Lavrov’la Suriye’de siyasi diyalog çerçevesinde bir geçiş süreci konusunda mutabakata varmıştır. Bu mutabakat doğrultusunda Washington, 2.
Cenevre Konferansı’nda Esed rejimi ile muhalefet arasında görüşmeler gerçekleştirilmesi için irade göstermiştir.
Suriye krizinde Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Birliği ve Batılı ülkeler
tarafından desteklenen ve Esed rejimine karşı bir dış müdahalenin önünü
açabilecek karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. ABD ve diğer Batılı
ülkelerin zayıf da olsa Suriye’de rejim değişimi doğrultusunda irade göstermesi
karşısında Rusya, Esed rejiminin ayakta kalması için çaba göstermiştir.
Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası süreçte ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde
Orta Doğu bölgesindeki nüfuzunu yitirmesi, Moskova’nın Suriye krizindeki
tutumunda etkili olmuştur. Zira Irak işgalinden sonra Rusya’nın bölgede varlık
gösterdiği tek ülke olarak Suriye kalmıştır. Rusya’nın Akdeniz’deki tek
askeri üssüne ev sahipliği yapması Suriye’yi ise Moskova için siyasi ve ekonomik alanın ötesinde stratejik açından değerli kılmaktadır.
Kremlin’le birlikte hareket edebilen bir Suriye, Rusya’ya Orta Doğu siyasetinde
etkinlik katmaktadır. Moskova’nın Esed ailesiyle Soğuk Savaş dönemine
kadar uzanan yakın ilişkileri Suriye’yi Rusya’nın Orta Doğu siyasetinde kritik
bir konuma yerleştirmektedir. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Suriye’yi
İsrail’e karşı desteklemek gibi bir hedef söz konusu olmasa da Rusya bu ülkeye
Orta Doğu’daki çıpası nazarıyla bakmakta, Esed rejimi de uluslararası
arenada Moskova’yı çeşitli vesilelerle desteklemektedir. Örneğin 2008’deki
Rusya-Gürcistan savaşında Şam, Moskova’nın hareket tarzını açıkça desteklemiştir.
Suriye Arap ülkeleri arasında Rusya’nın önemli ticari ortaklarından biridir. İki
ülke arasındaki ticaret hacmi Rusya’nın Arap ülkeleriyle olan toplam ticaret
hacminin %20’sine tekabül etmektedir. Suriye’de halk hareketinin başladığı
2011 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 1.92 milyar dolar düzeyindeyken,
Rus şirketlerinin Suriye’de yaptığı yatırım 20 milyar dolar büyüklüğündedir.
30 Suriye, aynı zamanda Rusya’nın silah sistemleri ihraç ettiği önemli
pazarlardan biridir. Suriye silahlı kuvvetlerinin envanterindeki silah sistemlerinin
önemli bir bölümü Rusya menşelidir.
1971 yılında Sovyetler Birliği ile Suriye arasında imzalanan ikili anlaşma çerçevesinde Rusya, Suriye’nin Tartus limanında bir deniz üssü bulundurmakta dır. Rusya’nın Doğu Akdeniz bölgesinde tek deniz üssü olan Tartus üssünde
Rus donanmasına ait nükleer silah taşıyan savaş gemileri konuşlandırılmakta,
üs sayesinde Moskova Orta Doğu’daki askeri varlığını sürdürebilmektedir.
Rusya, bölgesel ve küresel güç hesaplarını Suriye üzerinden yürütmeye çalışmaktadır.
Bu nedenle Rusya’ya Suriye vasıtasıyla bölge üzerindeki nüfuzunun
devam ettirebilmesi için bir teminat verilmediği müddetçe Moskova Esed
rejimini desteklemeye çalışacaktır. Rusya’nın Suriye’deki halk hareketini
kendi toprak bütünlüğüyle de ilişkilendirdiği ifade edilebilir. Moskova, Esed
rejiminin devrilmesi halinde Suriye’deki halk hareketinin kendi egemenliği
altındaki Müslüman halklara emsal teşkil edebileceğini değerlendirmekte,
benzer bir ayaklanmanın Kuzey Kafkasya’da ortaya çıkabileceği yönünde
kaygı taşımaktadır. Çin de benzer kaygılara sahiptir.
Kremlin’in Arap ülkelerindeki değişim sürecinde ABD ve Batılı ülkelere karşı
konumunu güçlendirmeye ve Batıdan bazı imtiyazlar elde etmeye çabaladığı
değerlendirilebilir. Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne Aralık 2011’de kabul
edilmesi ve Ağustos 2012’de örgüte üye olarak alınması Moskova’nın Suriye
politikası ile ilişkilendirilebilir.
Kriz sürecinde Esed rejimi yanlısı tutumu Moskova’nınki kadar belirgin olmasa
da Çin, BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya ile birlikte Esed rejimi aleyhindeki
karar tasarılarını şimdiye kadar iki kez veto etmiş, Esed rejiminin varlığını
sürdürmesine destek olmuştur.
Çin’in Suriye’ye müdahaleye imkân tanıyabilecek karar tasarılarını veto etmesinin altında çeşitli nedenler vardır. Pekin’in Suriye krizinde Rusya ile
birlikte hareket ederek Batının karşısında yer alması ABD’nin Asya-Pasifik
stratejisine duyduğu tepki ile ilgilidir. Obama yönetiminin, 2012 yılının Ocak
ayında açıkladığı diplomatik, stratejik ve ekonomik yatırımlarda ABD’nin
Asya-Pasifik bölgesine ağırlık verme hedefi Pekin’i rahatsız etmiştir. Çin’in
veto tercihi Washington’ın Tayvan politikası da göz önünde bulundurularak
değerlendirilmelidir. ABD’nin Tayvan’a silah satması Çin’i tedirgin etmektedir.
Çin vetosunun altında yatan diğer bir nedenin de ABD’nin Tibet’le olan
ilişkilerinden kaynaklandığı ifade edilebilir.
Bu nedenler hesaba katıldığında, Pekin’in Esed rejimini desteklemesi ve Esed
rejimi aleyhinde Güvenlik Konseyi nezdinde başlatılan girişimleri engellemesinin
büyük ölçüde ABD-Çin hattında temayüz eden siyasi, ekonomik ve askeri güç mücadelesinden ileri geldiği öne sürülebilir. Pekin, Pasifik stratejisine
karşılık Rusya ile birlikte ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu dizginlemeye
yönelik politika izlemekte, İran’dan ithal ettiği enerjide kesinti yaşanmamasını
temin etmeye çalışmaktadır.
5. Krizin Türkiye’ye Etkileri Ve Muhtemel Senaryolar
5.1. Krizin Türkiye’ye Etkileri
Türkiye-Suriye sınırı 910 km’dir ve Türkiye’nin en uzun sınır hattına sahip
komşusu Suriye’dir. İki ülke arasındaki sınır doğuda Dicle Nehri’nden batıda
Akdeniz’e kadar uzanır. Türkiye’nin doğuda Şırnak’tan batıda Hatay’a kadar
altı ilinin Suriye’ye sınırı vardır. İki ülke arasında ekonomik ve güvenlik
alanlarında coğrafi yakınlıktan ileri gelen karşılıklı bağımlılık söz konusudur.
Suriye Türkiye’nin Lübnan, Ürdün ve diğer Arap ülkelerine açılan kapısı konumundadır. İki ülkede sınıra yakın bölgelerde yaşayan vatandaşlar arasında
akrabalık bağları vardır.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin yakın geçmişine bakıldığında Hatay meselesi ve
su sorununun öne çıktığı görülmektedir. 1990’lı yıllarda ise ikili ilişkilerdeki
en önemli problem Hafız Esed rejiminin PKK terör örgütüne sağladığı destek
olmuştur. Suriye terör örgütünün uzun süre Beka Vadisi’ndeki faaliyetlerine
müsaade etmiş, örgüte himaye sağlamıştır. Şam yönetiminin örgüte sağladığı
destek nedeniyle iki ülke savaşın eşiğine gelmiş, Ankara’nın gösterdiği tepki
neticesinde 1998 yılında PKK terör örgütü lideri Öcalan, Suriye topraklarından
çıkarılmıştır. Öcalan’ın sınır dışı edilmesiyle Türkiye-Suriye arasında 20
Ekim 1998 tarihinde Adana Mutabakatı ve Güvenlik İşbirliği Antlaşması imzalanmış, ikili ilişkiler normalleşmeye başlamıştır.
Adana Mutabakatı’nın ardından Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2000
yılında Hafız Esed’in cenazesine katılması iki ülke arasındaki karşılıklı diplomatik
ziyaretlere öncülük etmiştir. Bu dönemde cereyan eden uluslararası
ve bölgesel gelişmeler Suriye’nin dış politika vizyonuna etki etmiş, ABD’nin
2003’te Irak’ı işgal etmesi Şam’ın güvenlik kaygılarını artırmıştır. Suriye,
Irak’ın ardından sıranın kendisine gelebileceğini değerlendirmiş, Türkiye ile
ilişkilerin geliştirilmesine daha olumlu yaklaşmıştır. ABD işgalinin ardından
Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler Türkiye ve Suriye’yi ortak tehditlerle karşı
karşıya bırakmış, iki ülke Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda ortak politikalar
geliştirmiştir. 2004 yılında gerçekleştirilen karşılıklı üst düzey ziyaretlerin
ardından iki ülke arasında serbest ticaret antlaşması imzalanmıştır.
Hariri suikastını takip eden süreçte Suriye uluslararası tecride maruz kalmış,
Türkiye ise Şam yönetimiyle ilişkileri geliştirmeye devam etmiştir. 2005 senesinde ABD’nin tepkisine rağmen Cumhurbaşkanı Sezer ve 2007’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Şam’ı ziyaret etmiştir. Türkiye bu dönemde bölgede kalıcı barış ve istikrarın tesisi amacıyla Suriye-İsrail arasında arabuluculuk girişimine başlamış, taraflar arasında doğrudan görüşmelere zemin hazırlamıştır.
Ancak İsrail’in 2006 yılında Lübnan’ı işgali ve 2009’da Gazze’ye saldırması
Türkiye’nin girişimlerini sonuçsuz bırakmıştır. Ankara, 2009’da Bağdat’taki
bombalı saldırılar nedeniyle Suriye-Irak arasında ortaya çıkan gerilimi yatıştırmak maksadıyla da devreye girmiştir. Bağdat-Şam arasında mekik diplomasisi yürüten Türk yetkililer iki ülke arasında uzlaşmanın teminine çalışmıştır.
Türkiye ve Suriye kara kuvvetleri karşılıklı dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için 26 Nisan 2009 tarihinde Kilis’teki Yüksektepe Hudut Karakolu
ile Suriye’nin Şamarin-Azez bölgesinde ortak bir tatbikat icra etmiştir.31 Şam
yönetimi, Türkiye’nin 2009 yılında başlattığı Kürt açılımına destek vermiş,
açılım kapsamında terör örgütü mensubu Suriyelilerin dağdan inmeleri halinde
affedilebileceğini beyan etmiştir. İki ülke arasında yine 2009’da Yüksek
Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması imzalanmış, Konsey’in ilk toplantısı
aynı yıl içinde gerçekleştirilmiştir. İlk toplantıda dış politika, ekonomi,
sulama, eğitim ve ulaşım alanlarında karşılıklı müzakereler yapılmış, bu kapsamda 50 protokol, proje ve mutabakat zaptı kararlaştırılmıştır.32 Ortak kabine toplantılarının ardından iki ülke karşılıklı vize uygulamasını da kaldırmıştır.
Siyasi açıdan ilerleme kaydeden Türkiye-Suriye ilişkileri iki ülke arasındaki
ticaret hacminin istikrarlı bir şekilde büyümesini sağlamıştır. Özellikle Yüksek
Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşmasının etkisiyle ticari ilişkilerde belirgin
bir artışın yakalandığı gözlemlenmiştir. 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret
hacmi bir önceki yıla göre %30 artarak 2,5 milyar dolar düzeyine çıkmıştır.33
Türkiye’nin Suriye sınırına yakın illerindeki ekonomi canlanmış, Türkiye’ye
gelen Suriyeli turist sayısı ve Suriye’deki Türk yatırımcıların sayısı artmıştır.
İkili ekonomik ilişkilerdeki gelişme, Orta Doğu’da istikrara katkı sağlayacak
ekonomik bir entegrasyonun gerçekleşebileceği yönünde beklentiler ortaya
çıkarmış, bölgede Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü kapsayan bir serbest
bölge oluşturulması gündeme gelmiştir.
Dolayısıyla Türkiye-Suriye ilişkileri uluslararası ve bölgesel şartların etkisiyle
ve iki ülkedeki siyasi iktidarların tercihleriyle nispeten kısa bir süre içinde
gelişme göstermiştir. ABD’nin Irak’ı işgaliyle güvenlik kaygıları artan ve
Hariri suikastı sonrası gerek Batılı ülkeler gerekse Arap dünyası tarafından
tecride maruz kalan Suriye, Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmeye çalışmıştır.
Beşşar Esed iktidarı, Batı ile ilişkilerinde ve ekonomik kalkınma hedefi
bağlamında Türkiye’nin desteğinin değerli olduğunu fark etmiştir. Türkiye,
ABD işgali sonrası Irak konusunda ve Orta Doğu’da barış ve istikrarın tesisi
amacıyla Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde irade göstermiştir. PKK/
KCK terör örgütünün lider kadrosunun ve militanlarının önemli bir bölümünün
Suriyelilerden oluşması, bölgede İran’la devam eden rekabet ve Arap
dünyasıyla artan ticari ilişkiler Suriye’yi Türkiye için önemli kılmıştır. Suriye
Türkiye’nin Arap dünyasıyla gerçekleştirdiği ticarette geçiş ülkesi haline
gelmiş, Ankara bu dönemde Şam yönetiminin de desteğini alarak bölgedeki
konjonktüre PKK/KCK aleyhinde yön vermeye başlamıştır.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin oldukça iyi düzeyde olduğu böyle bir dönemde,
Orta Doğu’da Arap uyanışı süreci baş göstermiştir. Türkiye, Arap ülkelerinde
demokratik ve ekonomik hak ve hürriyet talepleri ile ortaya çıkan halk hareketlerine destek vermiştir. Türk dış politikasının halk hareketleri lehindeki
duruşu Suriye krizinde ise problemli bir zeminle karşılaşmıştır. Suriye’deki
muhalefet hareketinin Esed rejimine karşı netice alamaması, krizin iç savaş
halini alarak bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa dönüşmesi Türkiye’yi güney
sınırında ciddi bir sınavla karşı karşıya bırakmıştır. Kriz, Türkiye’nin güvenliğini
tehdit etmekte, Ankara’nın bölge ülkeleriyle olan ilişkilerini, Orta
Doğu’daki siyasi ve ekonomik alanlarda tesis ettiği işbirliği süreçlerini olumsuz
etkilemektedir.
5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***