25 Ocak 2020 Cumartesi

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…


Ali Eralp

Hükümetin en yetkili kişileri “Orduya kumpas kurulduğunu” itiraf ediyorlar.
Yani bizim yıllarca yazdığımız, çizdiğimiz, anlattığımız, “Darbe masalları” diye dile getirdiğimiz tezgâhların, tertiplerin doğru olduğunu sonunda tüm ulusa açıklamak zorunda kaldılar…

Peki, bütün bu işler olup biterken, bu kumpaslar kurulurken bu itirafçılar ne yapıyorlardı?
Sabahın köründe, komutanlar adi birer katil gibi enselerinden tutulup götürülürken, bu itirafçılar neyle uğraşıyordu?
Madem kumpastan haberleri vardı; haksızlıklara, hukuksuzluklara neden müdahale etmediler?

Elleri armut mu topluyordu, yoksa ganimet mi?

Aslında kumpas, sadece orduya değil, tüm Türkiye’ye kuruldu… 
Kumpasın kurucusu ise ABD…

Bu kumpas sonucunda 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşmalar yapıldı. BOP eş başkanlarına vatanı parçalama, bölme görevi verildi. Türk ulusunun başına AKP, PKK, Gülen cemaati bela edildi…

Cumhuriyete, Atatürk’e, orduya savaş açıldı…

Bu anlaşmalardan sonra ordunun, sınır ötesi harekâtlar yapması engellendi. PKK, içeride ve dışarıda dilediği gibi at koşturmaya başladı…
Bunun sonucunda şehit sayıları her yıl artarak üçe, dörde katlandı. Ocaklara ateş düştü. Analar, babalar, eşler, kardeşler, çocuklar, sevdalılar tabutlar başında feryat ettiler. Tüm ulus bu görüntüleri üzüntüyle, çaresizce izlemek zorunda kaldı. Herhangi bir çözüm üretmeden hükümet de izledi… 

Bu kumpastan sonra yalaka gazeteciler, yalaka televizyonlar, yalaka şarkıcılar, türkücüler yerden biter gibi, ayrık otu gibi, veba gibi çoğaldılar…
Sardılar dört bir yanımızı… 

Bu kumpastan sonra PKK’lı katiller, caniler, meclisteki PKK’lı parlamenterler adam yerine geçti. Muhatap kabul edildi. 

Onlarla kapı arkalarında görüşmeler yapıldı. Kırmızı bültenle arananlar, Diyarbakır meydanında yerli hainlerle birlikte Kürdistan türküleri söylediler…

Şanlı Türk bayrakları yasaklandı.
Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı yasaklandı. 
Devlet kurumlarından “TC” kaldırıldı. 

AMA YOLSUZLUKLAR, RÜŞVETLER, KARA PARA AKLAMALAR, HAYALİ İHRACATLAR SERBEST BIRAKILDI.

Ayakkabı kutularından trilyonlar çıktı… Menfaat grupları iktidarı paylaşmada ve ganimet bölüşümünde birbirlerine düştüler. Kirli çamaşırlar, kasetler, belgeler, fotoğraflar ortaya saçıldı. 
2013 Cemaat savaşları ile geçti… Birbirlerini yediler. Ama kazanan millet oldu…
Saltanat, sultanlık, padişahlık, talancılık bitiyor artık…
AKP’nin son kullanma tarihi dolmak üzeredir, yakında çöpe atılacaktır… 

AMA…

Hâlâ halktaki duyarsızlık devam ediyor. Hâlâ din sömürüsü geçerliliğini koruyor ve “Müslüman adam yalan söylemez, çalıp çırpmaz…” görüşü toplumda hüküm sürüyor… Bazılarının vurgundan, ayakkabı kutularından, şifreli kasalardan, para sayma makinelerinden haberi bile yok… 
Sevgili Bedri Baykam bir yazısında şöyle diyordu: “Bizim evde çalışan kıza annem sordu: ‘Gördün mü şu olup bitenleri?’ Yanıt: “Ne olmuş ki abla?”
Kıyamet kopuyor, yer yerinden oynuyor. Bizim kız “Ne olmuş ki abla?” diyor.
İşte Recep Tayyip’in güvendiği ortam bu… O, halkın bu ilgisizliğine, iletişim eksikliğine güveniyor… 
Elbette tek suçlu halkımız değil. Asıl suçlu, Ayakkabı kutularından trilyonlar çıkarken olayı halka yansıtmamak için “İzdivaç, yarışma programları, pembe dizilerle” halkın beynini yıkayan TV’lerdir…
Asıl suçlu, 21. yüzyılın mütareke basını ve yandaş yazarlarıdır…
Bu uyutma, uyuşturma, narkoz çemberini kırıp, sömürü çarkını, medyanın ve iktidarın “yalan rüzgârlarını” ulusumuza anlatmak için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır…
Hedef halkı ilgisizlikten, duyarsızlıktan kurtarmaktır.
Köylere gidilmelidir, varoşlara çıkılmalıdır; kentlerin konforlu, rahat koltuklu salonlarında kendimiz söyleyip kendimiz dinleme yerine kahvelerde, gecekondularda halkın arasına karışmalı, dertlerine sorunlarına ortak olunmalıdır… 
Gerçekler anlatılarak AKP’nin çöküş süreci hızlandırılmalıdır…
Bunun için de aydınlarımıza büyük görevler düşmektedir. 
AKP yıkılırken, ikinci sorun, onun yerine geçecek olan yeni hükümet sorunudur.
Bazılar “AKP gitsin de kim gelirse gelsin, önce şunlardan bir kurtulalım hele…” diyor.
İşte Türkiye’yi bitiren, çıkmazlara sokan, yoksullaştıran, çağdaş uygarlığı yakalamasına engel olan anlayış, bu anlayıştır… 
1946’dan bu yana, bu ülke, ne çektiyse, bu düşünceden çekti. Yeni söylemlerle, yeni masallarla Ahmet gitti, Mehmet geldi, değişen bir şey olmadı, olan vatandaşa oldu…
Sevgili yurdumuz yıllarca mandacı, işbirlikçi, dinci hükümetler tarafından yönetildi ve sonunda gelip Gül – Gülen – Tayyip iktidarına mahkûm oldu. 
Ortalık lağım kokuyor şimdi. Her sabah güne bir soygun haberi ile başlıyoruz…
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim; Hükümet seçiminde ölçü şudur:

ABD, NATO, CEMAAT - AŞİRET YANLISI KİŞİLERDEN, ÖRGÜTLERDEN, PARTİLERDEN HAYIR GELMEZ…

Şer gelir. Talan gelir. Sömürü gelir. Hem de “din sömürüsü” dâhil, sömürünün her çeşidi gelir…
Hasan gider, Hüseyin gelir, biraz da o, memleketin içine eder, pislik içerisinde kalan yine vatandaş olur…

Yıllar geçer…

Dönüp bakarız ki geçmişe… Bir arpa boyu yol almışız…
Ömrümüz, “Bizi iktidar yapsın” diye Bush’a puşta, ite kurda, Obama’ya yalvarmakla geçer…


***

Genelkurmay’ın Unuttuğu Davalar,

Genelkurmay’ın Unuttuğu Davalar,



Saygı Öztürk

İstanbul’da “Balyoz”, “Ergenekon”, “Askeri Casusluk”, Ankara’da “28 Şubat” davaları olur da, İzmir’de yine çoğunluğu askerleri içine alan dava açılmaması eksiklik olurdu. İzmir’deki dava “Askeri Casusluk, Fuhuş, Şantaj” diye başladı ama bunların hiçbirisine ulaşılamadı. Şu anda dava gizli belge bulundurmaya döndü.

Kimler yok ki o davanın belgeleri arasında. Mülkiye müfettişinden, MİT mensubuna, Diyanet görevlisinden, Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişine, Dışişleri mensubundan, vali yardımcısına kadar 2 bin 500 kamu görevlisinin ismi geçiyor. Hem de ne geçme. Haklarında fişleme yapılanlarla ilgili yazılanlar tam anlamıyla yüz kızartıcı cinsten…

Siyah torba içinde, buzdolabının arkasında

Bu davanın en yüksek rütbelisi Donanma Komutanı Koramiral Veysel Kösele. 357 sanıklı davada 316 kişi muvazzaf veya emekli asker. Belgelere göre “eskort kızlar” 400’ü bürokrat ve geri kalanı asker olmak üzere 2 bin 500 kişi hakkında fişleme yapmış. Onlar da, savunmalarında bir kurguya kurban edildiklerini belirtiyorlar.

Davada hayli ilginçlikler var. 357 sanıktan sadece 10’u ile ilgili yapılan aramalarda, “Pandora” veri tabanında olduğu iddia olunan dijital belgeler çıkmış. Diğer 347 kişinin hiç birinde iddia edilen dijital belgeler saptanmamış. Dijital verilerin hepsi, diğer asker davalarında olduğu gibi mutfakta ve buzdolabı arkasında siyah torbada bulunmuş. Bunlar üzerindeki parmak izleri alınmamış. Soruşturma, 10 Ağustos 2010’da ABD’den gelen elektronik posta üzerine başlıyor. Ancak o iletide adı geçen hiç kimse dava kapsamında ne sanık, ne mağdur, ne müşteki, ne de tanık. Şüphelilerden 45’i yaklaşık 2 yıl fiziki ve teknik olarak izlenmiş. Hatta bazı sanıkların Marmaris, Bodrum ve İstanbul gezilerine dahi eşlik edilmiş. Ancak, suç unsuru bulunamamış.

Arama tutanakları da farklı

“Pandora” isimli veri tabanının ele geçirildiği iddia edilen Bilgin Özkaynak’ın Sapanca’da adresinde yapılan aramaya ilişkin içerik ve imzası olanlar açısından birbirinden farklı iki arama tutanağı bulunuyor. Tutanağın birine göre evde sadece antika silahlar dışında hiçbir suç unsuru bulunamamış. Diğer tutanağa göre ise evde sadece el konulan dijital veri depolama materyalleri var ve başka suç unsuru yok. Tutanağın birine göre arama 00.45’te başlamış ve 05.35’te bitmiş. Diğer tutanağa göre ise arama 00.45’te başlamış ve 06.30’da bitirilmiş.
Birinci tutanakta aramaya 5 kolluk görevlisi, diğer tutanakta ise 14 kolluk görevlisi katılmış gözüküyor. Yine bir başka ilginçlik ise aramaların İzmir’den İstanbul’a, Sapanca’ya gönderilen polisler tarafından yapılması. Oysa, onların gönderiliş amaçları arama yapmak değil, suç unsuru olan malzemeleri teslim alıp getirmek.

N.K.’nın, iki yıllık takip sürecinde, hiç uğramadığı babasının evinde arama yapılıyor. Üstelik görme engelli babanın gözetiminde arama yapılıyor. Orada da davaya temel oluşturan taşınabilir bir hard disk bulunuyor. O diskte bulunanlar ise bilirkişi raporuna göre el koyma tarihinden sonra oluşturulmuş, kaydedilmiş.
Onların da hatırlanmaya ihtiyacı var

Sivil ve asker olmak üzere tutuklu 59 sanığın, Genelkurmay Başkanlığı’nı etkileme ihtimalinin, aralarında 8 amiral-general rütbesinde subay bulunan 266 tutuksuz asker sanığa nazaran daha yüksek olduğu kanaati ile tutukluluğun devamı yönünde kararlar veriliyor.

Davanın bir başka özelliği de, en çok muvazzaf askerin tasfiye edilmeye çalışılmasıdır. Tutuksuz yargılanan veya fişleme kapsamında adı geçen askerlerin çoğu pasif görevlere atanarak zaten tasfiye edilmiş durumdalar.

Bu davanın sanıklarından, yakınlarından gelen mektuplarda, “Evet, Balyoz’u, Ergenekon’u yazıyorsunuz ama bir de bizim durumumuzu gündeme getirin” sitemleri yer alıyor. Haklılar. Onları ihmal ettik. 19 aydır tutuklu olanlar var. Geçen yılın Ocak ayında dava açılmış, Nisan ayında ilk duruşması gerçekleştirilmişti. İstanbul’da da “casusluk-fuhuş-şantaj” davası açılmış ve bu davada 43 sanık hakkında mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından onanmıştı. Onlar da tamamen sahipsiz kaldı? Genelkurmay, “durumunuz nicedir?” diye sormadı bile… Oysa, “Balyoz” davasını bir ağacın gövdesiyse, İzmir ve İstanbul’daki askerlerle ilgili diğer davalar ise o ağacın dallarıdır.
Genelkurmay Başkanlığı, geç de olsa, “Balyoz Davası”nda yaşandığı değerlendirilen haksızlık- hukuksuzluklara karşı C. Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bunun için milletvekilinin “kumpas” demesi de yeterli oldu. Peki, “Balyoz”u, “Ergenekon”u gündeme getiren Genelkurmay Başkanlığı, büyük iftiralarla karşı karşıya olan yüzlerce askerinin yargılandığı diğer davaları niçin unutuyor? En azından biz hatırlatmış olalım.

***

141 Ali ne oldu?

141 Ali ne oldu?

Hasan Pulur

Okur bu soruyor, soracak, biz de bildiğimiz varsa cevaplayacağız.
Lakin bazen öyle şeyler sorup hafızamızı zorluyorlar ki!
Mesela biri soruyor:

“141 Ali ne oldu?”
Buyrun bakalım cevap verin!
Aklımıza bir şeyler geliyor ama...

***
Toparlamadan önce kendisi yardıma koşuyor!
“Yıllar önce siz yazıp anlatmıştınız.”
Evet, öyle birini hatırlıyoruz.
Ne yazmışız, ne demişiz acaba?

***
Okuyucu, okuyor, o tarihte lafa şöyle girmişiz:

“Arkadaşları onun ne mal olduğunu ilk defa lisede tanıdılar. Yani ‘141 Ali’ ile müşerref olma zevki, okul sıralarında tadıldı. Müdür ve müdür muavinleri sık sık sınıfta sigara muayenesi yaparlardı. Ne hikmetse, sigaralar hep ‘hanımevlatları’nın ya da ‘inek’ diye adlandırılan çalışkan çocukların paltolarının, pardösülerinin, ceketlerinin ceplerinden çıkardı. Hocalar da şaşardı bu işe! Oysa ‘14 Ali’nin marifetiydi bunlar. Durum öğrenilinceye kadar çok kişinin canı yandı. Bir gün sınıfta yine sigara muayenesi yapılıyordu, öğrencilerin kitapları, defterleri arasına sigara sakladıkları ihbar edilmişti. Müdür ‘141 Ali’nin edebiyat defterine bakınca, Arşimet gibi ‘buldum!’ diye bağırdı. Sigara filan bulmamıştı ama, yazıyı tanımıştı. ‘141 Ali’, yazılısına iki veren fizikçinin edebiyatçıyla kırıştırdığını imzasız bir mektupla müdüre bildirmişti. Müdür de mektuptaki yazıyı tanıyınca 
‘141 Ali’ye yol göründü.

***
141 Ali serbest hayatta da önemli işler becerdi. Mesela bir ara işportacılara taktı. İşportacı takımı hep tetikte olur, o da bunu bilirdi. Bayram arifelerinde ya da aybaşlarında birkaç kere Mahmutpaşa’ya dadandı. Çaktırmadan işportacıların yanına yaklaşıyor ve ‘hişt hişt geliyor’ dedi mi seyrediyordu işportacıları! Yalanı boynuna, bir kere Eminönü’ne kadar kaçırmıştı zavallıları.
Ama şimdi tövbe etti bu işe! Çünkü sonunda işportacılar numarayı çakıp ‘141 Ali’ye öyle bir dayak attılar ki!”

***
Evet evet hatırladık, “141 Ali”ler tükenir mi?
Son numarası evlenmekti!

“141 Ali’nin son numarası evlenmeydi. Bir kıza talip oldu. Kızın ailesi yanaşmıyordu bu işe. Kızın başka bir talibi vardı; ona vereceklerdi. Ama ‘141 Ali’ yer miydi bu işi! Gidip bir gazeteye ilan verdi.
Dostlarıma duyururum
Boşandım, mutluyum.”
Genç kız, oldu dul!

***
Peki, “141 Ali” ona buna attığı bu kazıklardan ne kazandı:
Hiçççç!
Politikacı oldu mu?
Hayır, keşke olsaydı başımıza bela oldu!
Belki de onun istediği buydu!


***

İtibar Meselesi,

İtibar Meselesi,

Enes İslamoğulları

Yaklaşık bir hafta önce Bakanlar Kurulu için belirlenen isimlerin bazılarına ‘partideki dengeler’ açısından itiraz eden, Bu hafta ise uzun süren sessizliğini bozarak, adli kolluk görevlilerinin soruşturma emrini yerine getirmemesi üzerine kendisine soruşturma esnâsında engel olunduğunu iddia ederek adliye önünde bildiri dağıtan savcının “yanlış yaptığını” söyleyen kişi, HSYK’nın Adlî Kolluk Yöndetmeliği’nde kanuna aykırı bir biçimde değişiklik yapmasından dolayı açıklama yapmasını “doğru bulmadığını” belirten, Üzerine de “Ben Cumhurbaşkanı olarak ne yapabilirim ki?” diye soran kişi, Bu ülkenin Cumhurbaşkanı’dır... 

Evinden ayakkabı kutuları içerisinde 4,5 milyon dolar çıkan banka müdürünü “tanıdığını”  ve başına gelenlerin “saflığından” ve “dürüstlüğünden” olabileceğini belirten, Devletin bakanlarına rüşvetle istediği her kapıyı açtırabilen İranlı iş adamını “tanıdığını”  ve  “hayırsever biri” olduğunu söyleyen kişi,
Milyar dolarlarla oynayan koca koca adamların bavullarla “kitap taşıyabileceğini” iddia eden, Hırsızlığın ve yolsuzluğun soruşturmasını başlatanlara “vatan haini” , bildiri dağıtan savcıya  “ajan” , bağımsız yargıya  “darbeci” , referandumda gözyaşlarıyla milletin karşısına geçip ağlayarak kendi tertip ettiği HSYK’ya “suçlu”  damgasını yapıştıran kişi; Bu ülkenin Başbakanı’dır...

Bir yıldır sitesinden PKKlı teröristlerin adam kaçırma, yol kesme gibi faaliyetlerini haber niteliğinde Türkiye’ye duyurulmasını sağlayan, Dün Balyoz ve Ergenekon dâvâlarında ağzını bıçak açmayan, selefi ve silah arkadaşı müebbete mahkûm olmuş cezâevinde yatan, yani yol arkadaşını yolda bırakan, yani komutanını yediren kişi, Bugün ise Başbakanı’nı yedirmemek adına,  “Milli Ordu’ya kumpas kuruldu” iddiası mı, itirafı mı belli olmayan açıklamalar yapılınca bir ânda mevzuya dâhil olup, komutanlara da aynı  “kumpasın kurulduğunu” iddia eden,
Milletin canını, güvenliğini emânet ettiği, bunun karşılığında da tonlarca vergi ödediği ordunun başı, hükümetin yoldaşı olan kişi, Bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı’dır...

6-7 yıl evvel hükümetin yaptığı yolsuzlukları ve devlet kurumlarında dönen rantı en ağır ifadelerle eleştiren, Bugün ise herkesin  “çiğ sütten geldiğini” , herkesin “ham meyva yediğini” , dolayısıyla herkesin “yolsuzluk yapabileceğini” söyleyen kişi, Başbakanı’nın telekinezi yoluyla öldürülmeye çalıştığı gibi enteresan iddialarla zaman zaman haberlere konu olan, Ve bu enteresan fikirleri karşılığında yine milletin ödediği vergilerle danışmanlık ücretini alan kişi, 

Bu ülkenin Başbakanı’nın Başdanışmanı’dır... Çok değil, daha 2 ay evvel Balyoz ve Ergenekon dâvâları hakkında muhalefet eden MHP’nin de suçu ve suçluyu övmek suçundan “yargılanması” gerektiğini söyleyip, Bugün ise Balyoz ve Ergenekon’un  “yalan” olduğunu itiraf edebilecek kadar utanması olmayan kişi, Bu ülkenin din referanslı en eski yazarlarındandır... Televizyonlarda ‘Aklın Yolu’ diye program yapıp, bu kadar hırsızlığı, bu kadar arsızlığı, bu kadar yolsuzluğu, bu kadar kirlenmişliği, bu kadar utanmazlığı  “Bal tutan parmağını yalar” noktasına getiren, Bu ülkenin gazetecileri, yazarları, medyasıdır... Ve şimdi bu adamlar ülkeye sormaktadırlar; Başbakanı’ın uluslar arası mahkemelerde yargılamasını mı istiyorsunuz? Ülkenizin teröre destek veren ülkeler listesine mi girmesini istiyorsunuz? Türkiye Cumhuriyeti’ni itibarsızlaştırmak mı istiyorsunuz? Yok, istemiyoruz! Biz bu memleketin hiçbir vakit sözüne itibar edilemeyen yöneticilerinden, hiçbir vakit manşetlerine, haberlerine itibar edilemeyen yandaş medyadan, kalemini dâima iktidarın mermileriyle dolduran itibarsız gazetecilerden, yazarlardan kurtulmasını istiyoruz..

Yani biz memleketin itibarı artsın istiyoruz..

***

Can Ciğer Kuzu Sarması,

Can Ciğer Kuzu Sarması,


Levent Kırca.,

  Hırsızlık hırsızlıktır. 

  Ben beni bildim bileli, hırsızlık para kazanmanın en güzel yoludur. En kolayı, en zevklisi de devleti soymaktır. Büyük hırsızlıkları kitabına uydurmak daha kolaydır. Onun için banka soyan yırtar, ekmek çalan yatar. Sistemin gereğidir bu. Devlet, vatandaşını da soyar. Hak ettiği maaş zammını yapmaz, sıkıştıkça vergileri arttırır, ilave vergiler koyar. Sen elektriği, suyu öderken bunları da ödersin. Mesela paranı biriktirdin, yemedin içmedin bir araba alacaksın. KDV'yi geç, ÖTV olmuş yüzde yüzellibeş.. Geçen galerici bir arkadaşla ayaküstü sohbet ediyoruz; Nedir bu yahu? Fiyatının üç katına araba mı satılır, araba mı alınır?
Cevap şaşırtmıyor: Abi vergi kaçıranlardan para bu yolla geri alınıyor. Sadece arabadan değil, benzin, sigara, aklına ne gelirse.

Ben de soruyorum: Peki vergi kaçırmayanın günahı ne?

Cevap: Abi vergi kaçırmayan zaten bu arabalardan alamaz!

Vatandaş soyulduğunu bilmiyor mu? Biliyor. Üstelik yasayla soyuluyor. Vergisini ödeyen vatandaş iyi, ödemeyen vergi kaçakçısı oluyor. Devlet memurundan, işçiden, vergi peşin peşin kesiliyor, maaşını kesintiye uğradıktan sonra alıyor. Garibim, onun vergi kaçırma şansı yok.

Büyük holdingler, iş adamları, hükümetlerle işbirliği yaparak soyarlar devleti. Teşvik alırlar, affa uğrarlar. Sonuçta, parası olan hep kazanır. Gider, bir bankadan kredi talep edersin. Banka yöneticisi; "Tamam bu parayı öderim ama, şu kadarını da ben alırım" der. Verirken alacağı parayı keser, sonra ödeme yapar. Alan razı, satan razı. Genellikle bu iş böyle olur. İhalelerde de durum değişmez. Birileri açıktan para alır. Yani, bir ihaleye giriyorsunuz; size derler ki; " Tamam bu ihaleyi size veririz. Ancak, siz bu paranın şu kadarını bana, şu kadarını şuna vereceksiniz." Çekişmeli bir pazarlık olur ve siz o ihaleyi alabilmek için, ciddi bir bedel ödersiniz.
Bunun adı yolsuzluk mudur? Elbette... Ama kitabına uydurulmuş yolsuzluktur.
Mesela, ben şöyle şeyler yaşadım zamanında. Elektrik idaresine bir borcunuz var diyelim. İdareden bir memur gelir size. Diyelim beş milyar borcunuz var. Memur der ki; "İki milyar bize açıktan verin. Beş milyarlık borç dosyalarını yok edelim." Makbuz yok, vergi yok. İşte bu ayakkabı kutularından çıkan paralar, bir anlamda bunlar. Bu ülkede kaçak kullanılan elektriği engellemek, çözmek yerine, aradaki farkı dürüstçe ödeyenlere yansıtanlar kimdi?

Bal tutan, parmağını yalar. Bütün bu dönen olaylara sistem deniyor, malum. Çarklar böyle işliyor. En küçük bir işinizi bile rüşvet ödemeden çözemezsiniz. Artık bu adet değil, hak olmuştur.

AKP ve Cemaat

Önce el ele ve omuz omuzaydılar. Yani can ciğer kuzu sarması. Hısımdılar, hasım oldular. Sebep, "Çıkar kavgası". Cemaat, devletin içinde kadrolaştı. Bu kendiliğinden mi oldu? Elbette bu atamaları, Bay Tayyip yaptı. Ne karşılığında? "Oy" elbetteki.

Bugün Türkiye'nin yaşadığı nedir? "Çıkar Çatışması". Başbakan; "Ne istediniz de vermedik" diyor. Pazarlığa bak sen! Dershanelerde başlayan kapışma, yolsuzluk dosyalarıyla devam ediyor. Daha neler çıkacak neler! Seks kasetleri zulada bekliyor. Karşılıklı açıklamaların, itirafların ardı arkası kesilmiyor.
Bir AKP'li; "TSK'ya cemaat tarafından kumpas kuruldu"diyor. Biz bilmiyor muyduk TSK'nın taksiratının olmadığını? İnsanlar içerde boş yere yatıyorlar. Hala yatıyorlar. Onlar yatıyor, biz uyuyoruz. Şarkıcı şarkısını, türkücü türküsünü söylüyor. Oyuncusu dizisini oynuyor. Eski devrimcilerin bile başı kumda gömülü.
Geçen gün Kenan Doğulu'yla karşılaştım. Abicim, mabicim vınladı gitti. Halbuki; "Oğlum ülkenize niye sahip çıkmıyorsunuz? Cumhuriyetinizi niye korumuyorsunuz? Hitap ettiğiniz kitleleriniz var. Gençler sizi dinler, size inanır" diyecektim ki... O da bunu anladığı için, topukladı gitti. Ele geçirip de istediğimi söyleyebildiğim genç sanatçılar şöyle yanıt verdiler hep; " Abi, üzerimize vergi memurlarını gönderiyorlar. Konserlere çağırmıyorlar. Dizilerden atılıyoruz."
"Ulan, siz nasıl gençlersiniz oğlum? Kim sahip çıkacak bu memlekete?" "Siz çıkıyorsunuz ya, abi" diyor. " Oğlum, hep biz mi yanacağız? Azıcıkta siz yansanız ya."

Herkesin bir mazareti var. "Ah, ben memur olmayacaktım ki..." diyor biri. "Benim iş yerim var. Kapatmayacaklarını bilsem..."
Hükümetin icraatlerini beğenen, bu vesileyle yandaş olup çıkar sağlayanlar, şimdi cemaate güvenip hükümete veriştiriyorlar. Yarın da devrimci olurlar, emin olun.

Cem Yılmaz boşanmış...

Vah... Vah...

AKP biraz olsun sevinmiştir buna. Vatandaş merakını, Yandaş Cem'e çevirir de, biraz olsun yolsuzluk dosyaları unutulur diye.

Yılbaşı gecesi biz de, o kanal, bu kanal dolaşıyoruz. Kalite sıfır. Bir avuç leblebiyle, az orası, az burası idare ediyoruz. Biraz sosyete komiği Cem'e baktım... Ne yazık ki, gülümseyemedim bile.

Arkadaşım; "Yarın reytinglerde, kimin birinci olacağı belli" dedi. "Mümkün değil!" dedim. Ona bir sıralama yaptım. Ertesi gün, Cem benim sıralamam gibi dördüncü oldu. Arkadaşım; "Nerden bildin bunu?" dedi. "Seyirci halk olunca, durum değişir" dedim. Nasıl ki, hükümet başta sanatın içine etti, yani değiştirdi. Bu Cem de, mizahın yönünü, akışını değiştirdi. Türk mizahı dediğiniz şey, başka bir şey oldu.

Bülent Ersoy, programında bu kez bayılmadı, aksine ayıktı. Onun programının kara kutusu, Akil Orhan Gencebay'dı. Beş karış suratla oturuyordu sahnede. Yüzünden düşen bin parça. "Nerden düştük buraya? Bitse de gitsek" gibilerden... Herhalde, akilliğin utancını üzerinden atamamıştı.
Benim 3 dileğim var. Birincisi, Akil Orhan Gencebay'la, diğeri Başbakan'la soru cevap bir tv program yapmak. Sonuncusu da, Fatih Altaylı'ya bir şans daha vermek.

Demem o ki, Fatih dersini iyice çalışsın. Bir program daha yapalım onunla. İlkinin rövanşı olsun. Ama bu yürek onlarda nerdeee?...

Çanakkale

Ocak ayının üçüncü haftasından itibaren Çanakkale Kepez, yerleşik bir kültür merkezi kazanıyor. Benim sanat yönetmenliğini yapacağım kültür merkezinin babası, Kepez Belediye Başkanı Dr. Ömer Faruk Mutan. Opera, bale, klasik müzik konserleri, sanat müziği konserleri, her çeşit tiyatro, çocuk tiyatrosu ve bir tiyatro okulu, Çanakkalelilerin hizmetinde olacak.
Ne mutlu...

Bir kez daha, Dr. Ömer Faruk Mutan'a teşekkür ediyorum.


***

Yağma Sofrası,

Yağma Sofrası,

Rahmi Turan,

Yolsuzluk… Rüşvet… Vurgun… Soygun… Bunlar, uzun yıllardır başımızın belasıdır!
Bu tür olaylar bana her zaman Tevfik Fikret’in (1867 -1915) ünlü Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) adlı şiirini hatırlatır. Bu şiiri, Sait Maden’in uyarladığı günümüz Türkçesi ile okuyalım…

* * * * *
Bu memleket, efendiler, satılmak üzere tam hazır,
Huzurunuzda titreyen şu milletin sapır sapır,
Şu ıstıraplı milletin-ki ölmede ağır ağır-
Bütün hayatıdır, satın çekinmeden şakır şakır.

* * * * *
Satın efendiler satın, yiyin efendiler yiyin,
Aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin.

* * * * *
Evet bütün sizin ne varsa ortalıkta, vay ki vay!
Hasep, nesep, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin efendiler, bu gök, deniz, bu yıldız, ay,
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay.

* * * * *
Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz,
Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz!

* * * * *
Büyüklüğün biraz ağır da olsa, hazmı yok zarar,
Tıkınmanın övüncü var, iç etmenin kıvancı var;
Bu memleket, bu sofra, hep sizinle etti iftihar,
Sizin bütün tekel-mekel, sizin bütün dolar-molar.

* * * * *
Satın efendiler satın, vatan ilel-ebet sizin,
Apar topar satın hemen, gerekmiyor izin-mizin.

* * * * *
Verir zavallı memleket, verir bütün hayalini,
Vücudunu, hayatını, ümidini, ayalini,
Zeminini, semasını, cenubunu, şimalini,
Hemen satın, düşünmeyin haramını helâlini.;

* * * * *
Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz,
Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz.

* * * * *
Bu hortumun gelir sonu, kapıştırın giderayak,
Yarın bakarsınız söner, bugün çatırdayan ocak,
Bugün söğüşlemek kolay, hazır bütün köşe bucak,
Alıp satın, satıp yiyin, avuç avuç, bucak bucak!

* * * *
Yiyin efendiler yiyin, bu korkunç iştiha sizin.
Tıksırıncaya, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yiyin.
Yarası olan gocunsun!


Şimdi, milli birliğin ve bölünmez bütünlüğün sarsıldığından…
Devletin çivisinin çıktığından…
Adaletin işlemediğinden…
Halkın ikiye ayrıldığından…
Devlet içinde devlet kurulduğundan…
Yasaların çiğnendiğinden filan bahsediyorlar…
Hem de AKP’liler söylüyor bunları…
Peki birader, kim yaptı bunları?
Uzaydan gelen görünmez yaratıklar mı ülkemizin bu perişanlığına sebep oldu?

12 yıldır AKP iktidarda… 

Tüm sakıncalı temeller bu dönemde atıldı!
Meclis Başkanı Cemil Çiçek (haklı olarak) isyan etti:

“Hukuk, siyasete yenildi… Bir gün yargı bir karar verir… O, bir kısmımızın işine gelir, bir kısmımızın işine gelmez.
İşine geldiği zaman “Adalet tecelli etti, yargı gereğini yaptı!” Tersi olduğu vakit bu defa tam aksi!
Hukuk, adaletin enstrümanıdır, siyasetin değil. 
Uzun zamandan beri hukuk unutuldu. Allahı’nı seven söylesin! 
Uzun zamandan beri, soruşturma gizliliği kaldı mı?”
Cemil Çiçek bunları kime mi söylüyor?
“Ben lafı ortaya bıraktım… İsteyen istediğini alsın!” diyor. 
Yani, kimin ya-rası varsa, o gocunsun!


***

ATİNA

ATİNA

Akif Kökçe

Yılbaşı tatilinde turla Atina’ya giden dostumuz anlattı...
Tur otobüsü Atina’yı dolaşırken Meclis’in önüne geliyor... Gençliği istanbul’da geçen Yunan rehber hanım Meclis’i göstererek diyor ki:
- İşte burada 300 hırsız oturuyor...
Otobüstekiler gülüşüyor... Aradan birisi:
- Çok cesursunuz hanımefendi, diyor...
Rehber hanım Meclis’i göstererek:
- Esas cesur onlar, diyor...
Ve ekliyor:
- Halkın isyan etmesine, küfür etmesine rağmen çalmaya devam ediyorlar... Onlar hepimizden cesur...

FAŞİZM

Karşıyaka taraftarına hem futbol hem basketbolda deplasman yasağı konuldu.
Üç hafta önce Balıkesir’de stada alınmadılar.
Bugün de Uşak Sportif ile Karşıyaka’nın oynayacağı basketbol maçına alınmayacakları bildirildi.
Neden bu yasaklar? Çünkü Karşıyaka seyircisi maçlarda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “Her yer Taksim, Her yer direniş” diye tezahürat yapıyor. Koltuktan düşme korkusu bakın iktidarlara neler yaptırıyor...

***

Kemal Abi Modeli,

Kemal Abi Modeli,

Melih Aşık,

Çocukların çalışması güdeme gelince bu alanda öncü isim olan Kemal Abi ve oğlunu anımsamadan olmaz.

2007 öncesinin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın girişimci oğlu Abdullah Unakıtan’ın eli neye değse altın oluyordu.

Örneğin gümrük vergisi yüzde 20 iken mısır ithal etmiş, birden vergiler önce yüzde 45’e, sonra yüzde 70’e çıkarılmış, Abdullah Unakıtan böylece birkaç günde 360 milyar lira kazanmıştı.

2006’da kuş gribinin Türkiye’yi kasıp kavurduğu dönemde Unakıtan’ın A.B adlı şirketi raflara pastörize yumurta çıkardı... Aynı günlerde likit yumurtanın KDV’si yüzde 18’den yüzde 8’e düşürüldü. 

Satış patladı.

Dedikodular almış yürümüştü. Ancak Kemal Unakıtan bu konulardaki soruları ısrarla yanıtsız bırakıyordu.

Nihayet gazeteciler bir punduna getirip Abdullah Unakıtan’ın işleri konusunda ne diyeceğini Başbakan’a sordular.

Erdoğan’ın kayıtlara geçen cevabı aynen şu oldu:

“Medya bu konuda kendini fazla yormasın, medyanın ileri gelenleri de kendini yormasın, köşe yazarları da kendini yormasın. Attıkları birçok iftiranın yalan olduğu ortaya çıkıyor. Bunun bir şeylerin karşılığı olduğunun farkındayız..”
O zamanlar dış mihrakların rolü keşfedilmemiş olmalı ki... Başbakan durumu “iftira” ile izah ediyordu... Bu iftiraların neyin karşılığı olduğunu ise söylemiyordu!

Dönelim mahdum Abdullah Bey’e... Girişimci zat şu günlerde ne yapıyor acaba, diye meraklanıp haberleri taradık...

Geçen yılın ortalarında Bandırma’daki yumurta ve tavuk tesislerini 35 milyon liraya satışa çıkarmış. Ancak 25 milyon liraya alıcı bulmuş... İşleri pek iyi gitmiyormuş...

Üzüldük tabii...

Hırsız kasabası...

Bir kasabada her gün hava kararınca insanlar maymuncuk ve fenerlerini yanlarına alır, komşularının evlerini soymaya giderlermiş. Tabii gün doğarken geri döndüklerinde de kendi evlerini soyulmuş bulurlarmış.
Ama ülkede kimse kaybetmezmiş, çünkü herkes birbirinden çalarmış.
Adamın biri ise hırsızlığa çıkmaz, geceleri evinde oturur çalışırmış... Böyle bir durumda tabii onun evi soyulmazmış...

Gel zaman git zaman, ahali adama homurdanmaya başlamış:
“Çalmadan yaşamak senin tercihin, ama kötü örnek olmaya hakkın yok” diye kızıyorlarmış.

Adam bakmış olmayacak, sonunda kasabayı terk etmiş, bir başka mekana taşınmış.
Kasabada ise hırsızlık var gücüyle devam etmiş. Becerikli olanlar hırsızlıkta ustalaşmış, zenginleşmişler.

Zenginleşenler kendileri için maaşlı hırsızlar çalıştırmaya başlamışlar.
Bir yandan da kendilerini ve mallarını korumak için bekçiler tutmuşlar, hapishaneler kurmuşlar.

Kendi mallarının çalınmasını yasa dışı ilan etmişler.
Ancak yoksulları soymak hâlâ serbestmiş. Bunun da kanuni yolları bulunmuş, yoksullar soyulmaya alıştırılmış.

Sonunda hayat dengesiz bir dengeye  gelmiş. Herkes düzene razı olmuş.
Ancak herkesi memnun edecek bir yönetici bulmakta zorlanıyorlarmış.
Düşünmüş taşınmış, oraları ilk terk eden dürüst adamı başa getirmeye karar vermişler. Bir heyet oluşturmuş, yaşadığı yeri uzun uzun aramışlar. Gün yetmemiş. Gece de mumları yakıp aramaya devam etmişler. Nihayet evin yerini öğrenmişler. Ne var ki, adam gelenlerin kim olduğunu, neden geldiklerini öğrenmiş, onlar kapıyı çalmadan önce evi terk etmiş. Çıkarken de kapıya şu notu bırakmış:

“Bir yerde dürüst adam mumla aranır olmuşsa, her şey için çok geç demektir...”

AYGÜN

Suriye’de kaçırılan foto muhabiri arkadaşımız Bünyamin Aygün’den 40 gündür haber alınamıyor. Geçenlerde bu sütunda  iktidarın Bünyamin’in bulunması için çaba gösterdiğini sanmıyoruz demiştik. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç iki gün önceki basın toplantısında bizi doğruladı:
- Kimin elinde olduğunu şu ana kadar tespit edemedik...
Daha bunu bile tespit edemediyseniz iadesi için de bir şey yapmamışsınız, demektir.

Bünyamin’in İslamcı örgütlerin elinde olduğu haberleri geliyor. Onlara silah gönderen iktidar bir zahmet Bünyamin’i sormuyor mu?

Arınç CHP Milletvekillerine çağrı yapıyor:

- Esad ile görüşüp yan yana fotoğraf çektirdikten sonra bir arkadaşımızı getirmişlerdi. Bünyamin’in kurtarılması için de elinizden geleni yapın.
İktidarın gösterdiği çabanın ciddiyeti bu kadar...

AKP’liler “ Yolsuzluk bahanesiyle iktidar değiştirilmek isteniyor ” diyor.
Banka soyarken yakalanan hırsızların “ Hırsızlık bahanesiyle bizi hapse atmak istiyorlar” diye ağlaması yakındır.

***

Tek Başına Kalan Türkiye’ye Ağır Eleştiriler…

Tek Başına Kalan Türkiye’ye Ağır Eleştiriler…



Kenan Akın,

Sözde, “Arap Baharı”nın son trajedisinde, tek başına kalan ve şimdi de yolsuzluk iddialarıyla sarsılan Türkiye’ye gerek politik gerek medyatik ağır dış eleştiriler yağıyor.

Özellikle; ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve İran’dan gelen uyarıların yanı sıra şimdi de dış basın oklarını Ankara’ya doğru fırlatıyor.

Gerçekten de, kabinesinde geniş bir değişiklik yapmasına rağmen Başbakan Erdoğan’ın başının daha çok ağrıması bekleniyor.
Türkiye’yi bir kriz içine sokan iç ve dış sorunlar, tabii ki beraberinde baskılar da getiriyor.

Sadece, ABD ve İran medyasından verilecek örnekler ile Financial Times gazetesinin iddiaları bile Türkiye’nin içinde bulunduğu krizi anlatmaya yetiyor. 
ABD medyası, siyasi kriz, ekonomiyi olumsuz yönde etkilediği yorumunda bulunuyor.

Amerika’nın Sesi, “ Siyasi kriz Türk ekonomisini olumsuz etkiler mi? ” sorusunu başlığa çıkardığı haber analizinde “ Yolsuzluk skandalı borsada dalgalanmalara yol açarken Türk Lirası, Dolar ve Euro karşısında geçtiğimiz günlerde rekor düzeyde düştü” diyor. 

Amerika’nın Sesi, “Yargının hükümete karşı başlattığı yolsuzluk soruşturması, ülke tarihinde şimdiye kadar görülen en geniş çaplı soruşturmalardan biri olarak anılıyor” değerlendirmesinde bulunuyor Dış gözlemciler; hükümetin geleceğinin, yargıyla arasındaki savaş kadar ekonomik duruma da bağlı olduğuna dikkatleri çekerken şu yorumu yapıyor: 

“Mart ayında yerel seçimler yapılacak. Başbakan Erdoğan’ın bu seçimleri hükümetiyle ilgili bir referanduma dönüştürmesi bekleniyor.” 

İran medyasından ise, Türkiye’ye sert eleştiriler yağmaya devam ediyor.
PressTV’nin, Suriye hükümetinin BM Güvenlik Konseyi’ne Türkiye’ye karşı harekete geçmesi çağrısını “anlaşılır ve haklı” olarak niteleyerek bu girişime tam destek veren bir analiz yayınlaması dikkatleri çekiyor. 

Press TV’nin, Esad yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu ve Türkiye ve başka ülkelerin “Şam’a karşı faaliyet gösteren militanları” destekleyerek “BM Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği” yönündeki iddiayı içeren mektubuna ilişkin bir analizde ABD’deki Institute for Historical Review direktörü Mark Weber’in Şam’ın girişimine arka çıkan, Türkiye’ye sert eleştirilere yer veren değerlendirmesini de yansıtıyor. 

Dünyaca ünlü Financial Times gazetesi’nin iddiaları, doğrudan doğruya Başbakan’ı itham ediyor. 

Financial Times gazetesi, “Türkiye’deki soruşturma inşaatla siyaset arasında bağ kurdu” başlıklı makalede Türkiye’de başlatılan yolsuzluk soruşturmasının ardından inşaat firmalarıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki bağın mercek altına alındığını öne sürüyor.

Daniel Dombey ve Piotr Zalewski’nin kaleme aldığı makale Başbakan Erdoğan’ın “İstanbul’a dünyanın en büyük havalimanlarından birini inşa etme planına” odaklandığını belirtirken, şöyle devam ediyor: 

“Başbakan Erdoğan, destekçilerine yaptığı bir konuşmada ’Bu müteşebbisler, üçüncü havalimanını yapacak onlar, bakın onları da çağırıyorlar. Niye? Üçüncü havalimanını yapamasınlar diye. Ben şimdi bu tür art niyetli olan savcılara sesleniyorum. Sizin vatanseverliğiniz nerede?’ diye sesleniyor.” 
Gazete şu iddialara da yer veriyor:

“Erdoğan’ın konuşması, tıpkı yolsuzluk soruşturmasının kendisi gibi on yıllık iktidarı sırasında siyasetle inşaatın ne kadar birbirlerine dolandığını gösteriyor.
17 Aralık’ta yolsuzluk iddialarıyla yapılan ilk dizi tutuklamanın ardından hükümet yüzlerce polisin görev yerlerini değiştirip savcılar ve hakimler üzerindeki kontrolünü artırmaya girişince soruşturma karman çorman bir hale geldi.
Ama hükümetin engellediği soruşturmanın ikinci etabı, hükümetin gittikçe daha da fazla ilgilendiği inşaat sektörünün ihalelere fesat karıştığı iddialarına odaklanmaya hazırlanıyordu.” 

Açıkça görünüyor ki, başta Başbakan olmak üzere AKP iktidarı dolayısıyla Türkiye, büyük bir eleştiri, uyarı hatta itham tepkisiyle karşı karşıya bulunuyor.
Krizin önce dondurulması sonra da tamamen çözülmesi için, Erdoğan’ın bazı katı davranışlardan ve kararlardan acilen vaz geçmesi gerekiyor.

Her şeyden önce, yargı mekanizmasının sağlıklı bir şekilde ve güven altında işlemesinin temini icap ediyor.


***

Bizi Mahvettin Çocuk!,.

Bizi Mahvettin Çocuk!,.

Mustafa Mutlu,

Haziran Direnişi, bu ülkenin aydınlık yüzünü göstermişti bizlere... Gelecekten umudumuzu kestiğimiz bir anda ortaya çıkan gençler, "Bu ülke sahipsiz değil" diyerek varlarını yoklarını ortaya koymuşlardı.
Kimi canından oldu sonunda; kimi gözünden...
Sadece biber gazına maruz kalanlar ise ölen ve yaralanan arkadaşlarının acısıyla daha sıkı tutundular mücadelelerine; vazgeçmediler!
Parklarda, kendi oluşturdukları platformlarda sessiz çığlıklarını duyurmaya devam ettiler.

***
Bazı çocukların payına da sırf muhalif ya da vatansever oldukları için mahkûm edilen babalarından uzak kalmak düşmüştü. Vatanın parçalanması için elinden geleni ardına koymayan karanlık güçler, önlerindeki engelleri bir şekilde kaldırmalıydı.

Böyle başlamıştı "yurtsever aydın" avı...

Ülkesini seven, yıllarca terörle mücadele eden askerler "terörist" ya da "darbeci" suçlamalarıyla Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanmaya başlamışlardı. O günden bu yana, "Bu davada yöneltilen suçlar düzmecedir, bu yapılan haksızlıktır" diyerek çırpınan tutuklu asker aileleri ve avukatlarının çığlıkları görmezden gelinmiş, yok sayılmıştı...
Şimdi ise bizzat Başbakan'ın Başdanışmanı, bunun bir "komplo" olduğunu itiraf etti!

***
Gün gelecek, atılan iftiralar, kurulan komplolar tek tek ortaya çıkacak ancak neye yarar?
Dedim ya; olan çocuklarımıza oldu...
Kimi canını, kimi sağlığını, kimi özgürlüğünü kaybetti.
Kimleri de suçsuz yere tutuklanan babalarından ayrı kalarak cezalandırıldı.
Atahan da bu çocuklardan biri...
Balyoz davasında mahkûm edilen Deniz Kurmay Albay Erdinç Altıner'in oğlu...
Önceki gece Halk TV'de yayınlanan "Halk Arenası" programında tanıştık Atahan'la...
Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen, kocaman bir yüreğe sahip o aydınlık çocukla...
Yaşına göre büyümüş de küçülmüş gibiydi konuşurken. O, bu durumu şöyle açıklıyordu:
"Bu yaşta böyle kötü bir tecrübe yaşadığım için yaşıtlarıma göre daha akıllandım."

***
Atahan; izleyenleri gözyaşına boğmakla kalmadı; resmen ders de verdi!
Küçük yaşta kendisine bu deneyimi yaşatan adaleti, "toplumsal bir sorun" olarak tanımladı. Adaletin bir gün herkese lazım olacağını düşünecek kadar bilinçliydi üstelik...
Babasıyla yaptığı telefon görüşmelerinin ona yetmediğini dile getiriyordu sıkça. Görüş gününde babasını, annesi ve babaannesiyle paylaşmak zorunda kalışına içerliyor, kendilerine verilen o iki saati dolu dolu geçirmek istiyordu.
Sadece babasıyla bütün bir günü birlikte geçirmenin hayalini kuruyordu düşlerinde...
Büyüyünce subay olmak istediğini ancak başarılı olursa kendisinin de babası gibi cezalandırılacağını düşünerek korkuya kapıldığını söylüyordu.
Korkma Atahan!
İstedikleri kadar susturmaya, ezmeye çalışsınlar başarılı olamayacaklar. Babanı mahkûm ederek susturabilirler ama seni susturabildiler mi?
Bir gün büyüdüğünde seni mahkûm etseler bile, senin çocuğunu susturabilecekler mi?

***
Nihayetinde çocuksun, küçüğüm.
Babanla en çok yapmak istediğin şeyin bir oyuncak mağazasına gitmek olduğunu söyledin...
İşte o an mahvoldum ben!
Dilerim en kısa zamanda bu hayalini gerçekleştirirsin.
Ama bu isteğin gecikecek olursa, bak buradayım... Söyle annene, "Mustafa Amcama götür beni" de yeter...
Baban kadar mutlu edemem seni elbette; ama inan, çalışırım.
Ve hiç kuşku duyma ki; benim gibi seni o oyuncak mağazasına götürmek için çırpınan on binlerce "baban" var!

***
Ne istediğini de biliyorum; bir denizci çocuğu neyi isterse onu istiyorsun sen de...
Başkaları gerçeğini alıyorlar çocuklarına ama bizim bütçemiz yetmez; sadece oyuncağını alabiliriz sana:
Küçük bir gemicik!
İdare ediver işte...

GÜNÜN SORUSU

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığı 17 Aralık tarihinin, kendisinin doğum günü olduğunu söylemiş... Sorum kendisine:

Ne yani; savcılar operasyonu özellikle bu tarihe denk getirerek size mesaj mı vermek istediler?

'Türk'süz Kızılay...

Tüzüğünde ismi Türkiye Kızılay Derneği olarak geçen ve kurumsal adı Türk Kızılayı olan insani yardım kuruluşu, ürettiği maden suyundan 'Türk'ü kaldırmış...

Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar bir açıklama yaparak bu değişikliğin gerdekçesini şöye açıklamış:

"Türk Kızılayı maden suyunun yenilenen imajı, birçok değişikliği de beraberinde getirdi. Bizi biz yapan değerleri koruyarak, günümüz trendlerine uygun ve tüketici alışkanlıkları doğrultusunda bir değişime imza attık."
Çok merak ediyorum:

Acaba Başkan'ın "Bizi biz yapan değerler" dediği değerler arasında "Türk" olmak yok mu ki, ondan bir çırpıda vazgeçebildiler?

Günün İsyanı!

Dünyaca ünlü sosyal paylaşım sitesi Facebook'un, kullanıcıların özel mesajlarını tarayarak elde ettiği verileri reklam verenlerle paylaştığı iddia ediliyor. İsyanım Facebook yetkililerine:

Böyle bir şeyi yaptıysanız, ödeyeceğiniz tazminatlara harcayacağınız parayı hiçbir reklam veren karşılayamaz!

***

Naçizane Çözüm Önerisi,

Naçizane Çözüm Önerisi,



Yılmaz Özdil,

Tayyip Erdoğan, memleketteki sorunları çözmek için gaztecilerle toplantı yaptı.

*
Yasin Doğan katıldı.
Yasin Aktay katıldı.
Mehmet Barlas, Hakan Albayrak,
Ali Bayramoğlu katıldı.
Osman Can, Elif Çakır, Ersoy Dede,
Abdurrahman Dilipak katıldı.
Doğu Ergil de oradaydı…
Gülay Göktürk de.
Mustafa Karaalioğlu’suz olmaz.
Hasan Karakaya’sız hiç olmaz.
Hilal Kaplan, Turgay Güler,
Ahmet Kekeç, Fehmi Koru,
Etyen Mahçupyan katıldı.
Avni Özgürel, Can Paker,
Abdülkadir Selvi, Sevilay Yükselir,
Salih Tuna, Hüseyin Yayman
ve benzerleri katıldı.

*
Aralarında sanki kendisi değilmiş gibi, sahte isimle yazı yazan var. Türk yoktur diyen var. Bizden adalet beklemeyin diyen var. Darbeci generale evinde parti veren var. Üniversitelerde kafasına yumurta atılan, suratına gazi protezi fırlatılan âkiller var. Şeriatçı var. Liboş var. Sorosçu var. Yalaka var. Dönek var. Gezi olaylarına katılan gençlere “pezevenk, kaltak, köpek oğlu köpek” diyen var.

*
Tayyip Erdoğan, sorunları çözmek için bunlarla toplantı yaptı ama… Aslında bunları toplamışken, “arkadaşlar, bugüne kadar verdiğiniz hizmetlere teşekkür ediyorum, hepinizi işten atıyorum” dese, zaten memlekette sorun kalmayacak!


***

Kalk Git Oğlum İfadeye…

Kalk Git Oğlum İfadeye…(!)



Necati Doğru

AKP’li seçmen taş gibi, beton gibi, mermer heykel, bronzdan biblo, çelikten köprü ayağı olmuş.

Taş değişir.
Dağ değişir.
Demir değişir.
AKP’li değişmez.
Sevgisi sürer.
Bağlılığı devam eder.

* * * * *
Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, kendinden, partisinden, liderinden, inancından, abdestinden çok emin açıkladı: Bakan oğullarının yatak odalarında bulunan dolar dolu çelik para kasalarından, ayakkabı kutularında istiflenmiş 4.5 milyon dolardan, Altın ihracatçısı diye bilinen fakat şimdi devlet önde gelenlerini ve oğullarını rüşvetle yemleme suçuyla hapiste yatmakta olan işadamının; bakanın bileğine 700 bin TL değerinde hediye saat takmasından, bakanı, eşini, oğlunu, gelinini özel jet uçağına bindirip umreye günahlardan arınmaya götürmesinden, 4 bakanının yolsuzluk ile rüşvete köprü olabilecekleri şüphesiyle istifa etmelerinden, bir bakanın Başbakan’a dönüp; “Sen dedin… Ben yaptım… Yolsuzluk varsa sen de içindesin…” uyarı çığlığı atarak hem partisinden, hem milletvekilliğinden ayrılıp gitmesinden, AKP seçmeni vatandaşın duyguları hiç etkilenmedi.

* * * * *
4 Anket şirketi bulmuşlar
Anket yapıp sormuşlar.
Destek yüzde 52.
Rüşvetler çok büyük.
Bağlılık direnci daha büyük.
Japon gazetesi Nikkei; Türkiye’de tuzu bile kokutan bu çürüme karşısında AKP’li seçmenin hiç etkilenmeden kalabilmesini “ yüzyılın dik duran sevgisi ” diye 3 milyon Japon okuruna duyuruyor.

* * * * *

Peki niçin bu korku?

Neden bu panik?

Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ı da savcı “yolsuzluk-rüşvet-çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve bu örgüte üye olmaktan” ifade vermeye çağırdı.
Başbakan oğlu gitmiyor.

Polis de getirmiyor.

Başbakan’ın oğlu Bilal’in yerine bir general, bir gazeteci, bir şair, bir yazar olsaydı; 40 polis 40 TV yayın aracıyla generalin evini sabah saat 00.6’da basar, canlı yayın ifadeye götürürlerdi.

Götürmüşlerdi.

Başbakan bunu bildiği halde ve anketler de yüzde 52 desteğin sürdürdüğünü gösterdiği halde kalkıp da; “Kalk git oğlum ifadeye… Bizim adaletten korkacak hiçbir defomuz yok…” demedi mi?
Ben de babayım.
Empati kurarım.
Demiştir mutlaka (!)
Oğlan babayı dinlemiyordur.
Peki polisi kim tutuyor?
Acaba polisi; “ Bilal’in babası Başbakan, onu yakalayıp ifadeye getirmeye kalkarsanız sizin hepinize kumpas kurulur…” diye korkutan mı var?

* * * * *
Çürümeyi iyice kokutan mı var?

Atatürk’e ayyaş dediler.

Atatürk yaşasaydı. Bir de oğlu olsaydı. Başına bu durum gelseydi. Atatürk oğluna; “Kalk git oğlum ifadeye…” der ve gidip gitmediğini kontrol ederdi.
İnönü’ye de ayyaş dediler.
İnönü’de yaşasaydı. İki oğlundan birinin başına bu durum gelseydi. İnönü oğluna; “kalk git oğlum ifadeye…” der ve gidip gitmediğini kontrol ederdi.
Menderes yaşasaydı…
Özal yaşasaydı…
Bülent Ecevit yaşasaydı…
Necmettin Erbakan yaşasaydı…
Mehmet Akif yaşasaydı…
Said Nursi, İzmirli İsmail Hakkı, Küçük Hüseyin Efendi, Mehmet Ali Ayini, Nurettin Topçu, Abdülhakim Arvasi yaşasaydı ve başlarına bu durum gelseydi oğullarına; “Kalk git oğlum ifadeye…” derlerdi.

****

Gökyüzünü de Çalmışlar…

Gökyüzünü de Çalmışlar…

Bekir Coşkun,

Ormanlar, yeşil alan, vadiler, koruluk, park…
Yatay hırsızlık bitince…
Dikey hırsızlığa geçildi demek…
Gökyüzünü çaldılar…

*
Şu yeşil alanlara dikilen gökdelenler… Ya da gökdelenlere imar değişiklikleri ile fazladan verilen kat izinleri, ne çok şey aldı aslında elimizden…
Ufuk çizgisini…
Yıldızları…
Ay’ı..
Tan vaktini…
Güneşin batışını…

*
Bulutları…
Yağmur yağdığında, holding sahibi yukarıdan insanın üzerine işiyormuş gibi geliyor…

*
Bir holdingin gökdelenine tam 85 bin metrekare fazla kapalı alan çıkma hakkı verildiği haberleri var gazetelerde…
85 dönüm…
Gökyüzünde 85 parsel…
Aşağıda olsa, inek çiftliği kur…

*
İstanbul’un silueti çalıntılar arasında değil mi?..
Yeni çıktı ortaya; kaça gittiği…
Nasıl kıydınız?..

*
(Yazının burasında haber portallarına düştü; Polonezköy Çevre Parkı imara açıldı…
Çüş…)

*
Dikey hırsızlık gökyüzünü dahi çaldı…
Gökkuşağının iki ucunu bir arada görmeyeceksiniz…
Uçurtmalara gökyüzünde yer yok…
Mehtap eskidendi…
Şimşek çakışının sadece sesini duyacaksın…
Yıldız kaydı gibi geldiyse size, patron bürosunu yakmıştır yukarıda…

*
Hukuk düzeltilebilir…
Rejim onarılır…
Cumhuriyet geri alınır…
Çocuklara çağdaş okullarını geri verebilirsiniz…
Çalıntı paralar yerine konulabilir…
Ama aynalı binaların altında kalmış ormanı, asırlık çınarları, zümrüt sulakları, kuş sesli bahçeleri, meşeli korulukları, güneşin doğuşunu nasıl geri getireceksiniz?..
Nasıl?..

***

Diren Tayyip Diren!.,

Diren Tayyip Diren!.,



Emin Çölaşan,
05 OCAK 2014

Sevgili okuyucularım, Türkiye Cumhuriyeti’nin ne durumlara düşürüldüğünü, hangi kafaların elinde kaldığını hep birlikte bazen gülerek, ama çoğu zaman da utanarak izliyoruz.
Meclis Başkanı çıkmış ortaya “Yargının bağımsızlığı ölmüştür. Koyduğumuz kuralları önce kendimiz çiğniyoruz” diyor. Olanları henüz anlamış!
Başbakan Yardımcısı “Şeyini şey ettiğimin şeyi” Bülent Arınç çıkmış piyasaya, Tayyip’in milletvekili ve başdanışmanı olan Yalçın Akdoğan’la dalga geçiyor:
“Hem milletvekili olacaksın, hem de başdanışman olacaksın. Bu iki görevi devam ettiremez” diyor.
Bozuk bir saat bile günde iki kez doğruyu gösterir ya!.. Bülent bazen doğruları söylüyor.
Tayyip’in oğlu Bilal’i savcılık çağırıyor, arkadaş takmıyor ve ifade vermeye gitmiyor.

Tayyip sürekli çığırtkanlık yapıyor:

“Türkiye’nin olağanüstü kalkınmasını hazmedemeyen iç ve dış çevreler bize komplo kurdu.”
Diyelim ki onlar komplo kurdu, peki senin Meclis Başkanın, Başbakan Yardımcın da o komplonun içinde mi?
Son MİT olayını izledik. Suriye’ye giden bir TIR’ın silah ve cephane yüklü olduğu ortaya çıktı. Savcı olaya el koydu, İçişleri Bakanlığı ve Hatay Valiliği arama yapılmasını önledi.
TIR’da MİT’çiler vardı, onlar da jandarma ve polise arama yaptırmadılar. “Bu TIR’da devlet sırrı var, dokunamazsınız” dediler. Dosya arama yapmak isteyen savcıdan alındı, TIR Suriye’ye giriş yaptı.
Bunlar olurken İçişleri Bakanı “Kamyonda Türkmenlere gönderilen gıda yardımı vardı. Herkes işine baksın” dedi. Türkmenler kendilerine öyle bir yardım gelmediğini söylediler.
Gümrük Bakanı dün bu TIR’ın sınırımızdan çıkmadığını iddia etti!

Uçtu uçtu TIR uçtu!

Silah ve cephane yüklü TIR, Suriye’de Esad’a karşı vuruşan şeriatçı örgütlere gidiyordu. İnsanlar birbirini öldürsün diye bugüne kadar böyle yüzlercesi gönderilmişti. Bu sefer İsrail olaya el koydu, ihbarını yaptı ve işi açığa çıkardı.
Son yolsuzluklar nedeniyle görevden alınan eski Bakan Zafer Çağlayan’ın, birkaç ay önce o meşhur İranlı Rıza da yanında olduğu halde, onun özel jeti ile aile boyu Mekke’ye gidip umre ziyareti yaptıkları belgelendi. Bir yanda ortada yüzlerce trilyon vurgun parası dönerken, birileri o adamın uçağı ile umreye gitmiş.

Allah kabul etsin.

Mutlaka eder! Yeter ki sen diren Tayyip!

Bütün bu olanlar sonrasında Tayyip’in sinir sistemi iyice çöktü, rahatsızlandı. Her gün feryat etmesinin bir yararını şu dakikaya kadar göremedi. Son çare olarak dün yandaş gazetecileri çağırıp derdini onlara anlattı ama artık çok geç.
Dış basını izliyor musunuz? Tayyip Türkiye dışında tam anlamıyla topal ördek oldu. Düne kadar emirlerini almaktan onur duyduğu ABD ve AB bile artık Tayyip’i açıktan eleştiriyor, kınıyor, alay ediyor.
Bu şahsın şimdi tek avuntusu var:
“Esas olan sandıktır. Kararı milletimiz verir.”
Yeri gelmişken kendisine bir soru sorayım:
2009 yılında yapılan yerel seçimleri Adana’da, Türkiye’nin dördüncü büyük ilinde MHP’den Aytaç Durak kazandı. Tayyip Adana’yı kaybetmişti, bu durum midesine oturdu.

Aytaç Durak hemen ardından yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alındı. Üzerine müfettişler salındı, davalar açıldı ve Aytaç Durak hepsinden aklandı.

Ama görevine iade edilmiyor! İşte sandıktan çıkmanın sonucu!

Sandıktan Tayyip çıkmışsa, ölünceye kadar konuşur. Ama başkaları çıkmışsa, diktatör kimliği ile sandığı hiçe sayar, yakıp yıkar, milletin tercihine karşı saygısızlık sergiler! Bu işleri iyi bilir.
Bir süre önce yazdığım bir yazıda “Lağım henüz patlamadı ama sızıntı yapıyor” demiştim.

Lağım artık patladı.

Etrafı pis kokular sardı, her taraf pisliğe bulandı. Lağım evinizde patlarsa çare bulursunuz. Usta getirip boruları açtırırsınız.
Ama ülkede patladığında ne yapacaksınız?
Lağımı patlatanlar iş başında! Son derece pişkin, aymaz… Sırıtıyorlar, suçu başkalarının üzerine atıyorlar!
Bir ülke düşünün, yargısı teslim alınmış, bağımsızlığı elden gitmiş. Bunu Cemil 

Çiçek söylüyor.

Bir ülke düşünün, Tayyip-Fethullah-Apo üçlüsü yönetiyor. Şimdi kavga ilk ikisinin arasında. Düne kadar aynı yolun yolcusuydular, işin içine dershane kavgası, para kavgası girince dostluk mostluk kalmadı.
Üçüncüsü ise İmralı’da pusuda bekliyor. “Geçici olarak gündemden düştüm ama yine çıkarım” diyor.
Bu çapsız iktidarın yönetiminde Türkiye Cumhuriyeti’nin içine düşürüldüğü durum içler acısıdır. Soygun, vurgun, ayakkabı kutuları, hırsızların jetleriyle yapılan Hac ve umre gezileri, Allah-Peygamber-Kuran feryatlarının arkasına saklanan yolsuzluklar…
Bir şey değil, dış dünyaya bile rezil olduk.
Allah belalarını verecek.
İlker Başbuğ’un kitabı
Sevgili okuyucularım, Necdet Bey’den önce Genelkurmay Başkanlığı makamında oturmakta olan İlker Başbuğ günün birinde tutuklandı, özel mahkemede yargılandı ve müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Gerekçesi: Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs!
Bir Genelkurmay Başkanı düşünün, yargı kararıyla terörist ilan edilmiştir. Aynen öteki Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, subaylar, siyasetçiler, rektörler, üniversite hocaları, gazeteciler gibi!..
Başbuğ bugün itibariyle tam iki yıldır hapishanede.
Ergenekon davasında kararlar 5 Ağustos günü açıklandı, gerekçeli kararlar aradan beş ay geçmesine karşın henüz ortada yok.
İlker Paşa’nın hapishanede yazdığı kitap önceki gün elime geçti ve bir gecede okudum.

“Suçlamalara Karşı Gerçekler” (Kaynak Yayınları.)
Kitabın kapağında Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü:
“Düşmanlarımız herkesten evvel subayları öldürür.”
İlker Başbuğ, kitabında tutuklanma öncesinde ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor.
Mahkeme tarafından nasıl tutuklandı, cezaevinde neler yaşadı, mahkemede neler oldu…

Ayrıca pek çok belge açıklıyor, gülünç davanın perde arkasını anlatıyor.
Bir Genelkurmay Başkanı düşünün ki Ergenekon terör örgütünü (!) kurmuş ve yönetmiş, Tayyip hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmiştir!
Emrinde 600 bin kişilik ordu vardı. Bunu yapacak olsaydı, karşısında bir değil bin Tayyip olsa direnmesi mümkün olur muydu?
Yargıyı siyasete alet ettiler, hukuku çiğnediler. İlker Paşa’yla birlikte bütün Balyoz ve Ergenekon tutsaklarına buradan saygılarımı iletiyorum, bu kitabı mutlaka okumanızı öneriyorum.

http://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/emin-colasan/diren-tayyip-diren-436046/

***

24 Ocak 2020 Cuma

ABD'den Özür Dilemek

ABD'den Özür Dilemek.,



Yazan  
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü 
08 Mayıs 2002




    ABD Savunma Bakan yardımcısı Paul Wolfowitz Türkiye’nin hata yaptığını itiraf etmesini, ABD’den özür dileyerek, bundan sonra ki süreçte ABD’ye yardımcı olmasını talep etmiştir.

Wolfowitz, ABD'nin Türkiye'yi ancak bu çerçevede affedebileceğini ifade/ima etmiş. Bu yaklaşım tarzının egemen iki devlet arasındaki ilişki modelini değil, hakim devlet-tabii devlet veya Sovyetler Birliği-Polonya ilişki modelini hatırlattığını söylemek lazım. Küreselleşme, serbest piyasa ekonomisi ve demokratikleşmenin ideolojik liderliğini yapan bir ülkenin önemli bir politikacısı, "Eğer ben Türk olsaydım, 'Ne olursa olsun, son zamanlarda neler yaşadıysak yaşayalım Türkiye'nin dünyadaki en güçlü dostu, en büyük müttefiki Amerka Birleşik Devletleridir' diye düşünürdüm" diyor ise kullanılan üslubun demokratik-Batı üslubu değil, Soyvet Bloğu uslubu olduğunu hatırlamak gerekmektedir.

Aslında Paul Wolfowitz'in konuşmasının tamamı dikkatle okunduğunda Türk-Amerikan ilişkilerinin bugünü ve geleceği için içersinden koparılıp alınan cümlelerin ortaya çıkardığı kadar olumsuz bir çerçevenin çizilmediği ortaya konuluyor. Wolfowitz, siyasi bir realizmi ile Türk-Amerikan ilişkilerinin gelecekte de önemli olacağının altını tekrar tekrar değişik vesilelerle çiziyor. Ancak, konuşmanın içine yerleşmiş olan öyle ifadeler var ki sanki ABD'nin "büyük hayal kırıklığını" dile getirerek duygu patlamaları yapıyor ve rasyonel bir ilişki modelinin kurulmasını zorlaştırıyor.

Wolfowitz, Türkiye'yi ve Türkleri iyi tanıyan bir Amerikalı politikacı olarak bilmek zorundaki bu tür ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerinin içine girmiş olduğu krizin aşılmasını kolaylaştırıcı değil, aksine zorlaştırıcı bir yaklaşımı gündeme getiriyor. En Amerikancı Türkün bile itiraz edeceği bir tavır sergileyerek sadece Türkiye'de güçlü bir anti-amerikanizmin altyapısını güçlendirmenin ne kadar akılcı olduğuna Amerikan yönetimi karar vermelidir. Ama, Irak'ı 23 günde yense ve dünyanın en güçlü ekonomisine, ordusuna sahip olsa bile Washington'un da dostlara hem de güçlü dostlara ihtiyacı olduğu kesin bir gerçektir.

Dostluklar Wolfowitz'in yaptığı gibi tek taraflı menfaat tanımlamaları üzerine kurularak ne oluşturulabilir ne de geliştirilebilir. Dostluk ancak karşılıklı menfaat tanımlamaları çerçevesinden gerçekleştirilmelidir. Fakat, ABD_Türkiye kriz sürecinde Amerikan yönetiminin haklı olduğu bir nokta vardır. O da AKP hükümetinin temel bir ilkeye dayanmayan dış politikası. AKP hükümeti, Washington'un taleplerine önce ne hayır demiştir ne evet. Sonra, birinci tezkere ile Amerikan güçlerinin Türk havaalanlarında modernizasyon adı verilen ama aslında genişletme çalışması olan çalışmalarına izin verilerek Türkiye'ye gelmeleri sağlanmıştır.

Bunu ikinci tezkere öncesinde oldukça çetin geçen mutabakat süreci izlemiştir. Mutabakat metni üzerinde anlaşıldıktan sonra AKP hükümeti ikinci tezkereyi TBMM'ne sevk etmiştir. Cumhurbaşkanı'nın veto ettiği her kanunu ertesi gün tekrar kabul eden AKP çoğunluğu bu sefer tezkereyi geçirmemiştir. Yani AKP meclis grubu, AKP hükümetinin benimsediği, Türkiye'nin menfaatine bulduğu bir tezkereyi kabul etmemiştir. AKP hükümeti bunun üzerine tezkereyi ikinci kez getireceği mesajını vermiş fakat bir süre sonra tezkerenin ikinci kez TBMM'ne gelmeyeceği meydana çıkınca, askeri harekatın stratejisini tamamen değiştirmek zorunda kalan Washington harekatı sadece güneyden yapmıştır.

ABD'nin asıl kızgınlığı reddedilmiş olması değil, reddedilmenin bir oyalama üzerinden ilkesiz bir şekilde yapılmış olmasıdır. Ancak, Washington'un kızgınlığı ne olur ise olsun Türkiye ve Türk halkından "ABD'den özür dileyin sonra bu ilişkilere devam edelim" şeklinde bir talepte bulunmasının gerçekçi ve yapıcı hiçbir yanı yoktur. Bu yaklaşım, Türkiye-Amerika ilişkilerini sadece zora sokacaktır. Avrasya-Orta Doğu alanında aşırı genişleyerek angaje olmuş bir ABD'nin aynı bölgelerde önemli menfaatleri olan Türkiye'yi gerçekçi ve dostça bir yaklaşımla menfaatlerini dikkate alarak işbirliği istemesi gerekmektedir. Wolfowitz'in konuşmasında ABD'nin çok güven duyduğu Türk Silahlı Kuvvetleri'nin son süreçte desteğini alamadığını ifade etmesi şu sorunun gündemde olduğunu da göstermez mi: "TSK, ABD'nın Irak operasyonu sırasında Türkiye'nin güvenlik menfaatlerinin tam anlamı ile güvence altına alınmadığını düşündüğü veya bundan ciddi şüpheler duyduğu için destek vermemeyi tercih etmiş olabilir mi?"

Özetle varılan noktada Orta Doğu'da ve Avrasya'da Türk-Amerikan ilişkileri sağlıklı bir menfaat tanımlaması çerçevesine oturtularak gerçekleştirilmelidir. ABD'nin dostluğunun Türkiye için önemli olduğu doğru bir tespittir. Ancak, Türkiye'nin dostluğunun da ABD için önemli olduğu Türkiye haklı olarak bilmek istemekte, Barzani ve Talabani ile Türkiye arasında bir tercih yapılabileceği şeklindeki işaretlerden büyük rahatsızlık duymaktadır.

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/abdden-ozur-dilemek


***

ASIL TEHDİT İÇİMİZDE.,

ASIL TEHDİT  İÇİMİZDE.,



Yazan  
Cahit Armağan Dilek 
24 Ocak 2020

    Türkiye, Suriye ile yatıp kalkarken, 27 Kasım'da Libya ile imzalanan iki mutabakat muhtırasıyla Libya bir numaralı gündem ve tehdit konusu oldu.
Bunun sonucunda son 3 yılda olduğu gibi bu yıla yani 2020 yılına da askeri harekat gündemiyle girdik. Türkiye'nin Libya ile mutabakatlar imzalaması ve asker gönderme kararı kuşkusuz Libya'daki durumun uluslar arası alanda da öne çıkmasını tetikledi. Sürüncemede kalan Berlin Süreci harekete geçti. 19 Ocak'ta, Berlin'de zirve kararlarıyla konu BM Güvenlik Konseyine havale edildi. 

Muhtemelen önümüzdeki haftalarda Libya'daki durumu izlemek üzere BM gözetiminde bir uluslar arası güç (2011'de NATO'ya verilen yetki bu sefer AB'ye verilebilir) konuşlanması söz konusu olacak.Zirve kararlarıyla ilave Türk askerinin gönderilmesi de durmuş durumda.

Bunlara rağmen ateşkes sözlü mutabakatta kaldı, tarafların imzası alınamadı. Kırılgan yer yer çatışmaların olduğu bir ateşkes var. 
Tam da bu sırada Hafter güçleri Trablus'u kapsayan uçuşa yasak saha ilan etti. BM gücü gelinceye kadar Berlin kararlarını denetleyen "yetkili meşru güç benim" algısı yaratıyor. Diyorlar ki, ateşkese uyacağız ama uymayanlara karşılık vereceğiz. Türkiye'yi kastederek bölgede hava savunma sistemi kurmak, Suriyeli teröristleri transfer etmek, İHA uçurmak gibi hareketler ateşkes ihlalidir. 
Bu ihlalleri yapan her şey vurulacak uyarısı yapıyor. Sivil uçakları bile vurabileceklerini söylüyorlar. Bunun gerçekten uygulanması ne demek biliyor musunuz? Şu anda Trablus'a gönderilmiş aralarında generallerin de olduğu yaklaşık 90 kişilik Türk askerinin adeta ablukaya alınması kuşatılması, Hafter'den izin almadan bölgeyi terk edememesi demek. 

Tabi bu aynı zamanda lojistik desteğin yapılamaması ve Türk askerinin, TSK varlığının saldırı tehdidi altında olması demek.Anlaşılan o ki, Berlin konferansına katılımı sağlanarak uluslar arası meşruiyet tabanı kazanan Hafter Libya'daki Türk askeri varlığının ve Türkiye'nin kontrolünde Suriye'den getirildiği ifade edilen silahlı grupların Libya'yı terk etmesini sağlamak istiyor. Berlin'de ortaya çıkan manzara da sanki Hafter'e bu ortamı vermiş gözüküyor. Türkiye'den başka hiçbir ülke Libya'ya askerlerini ve kendi kontrollerinde özel paralı askerleri gönderdiklerini açıkça beyan etmiyor. 

   Bu Türkiye'nin Libya'daki en zayıf noktalarından biri ve geri adım attırmak zorunda bırakacak bir alan. Türkiye'nin geri adım atıp çekileceği yer sadece Libya olmayacak gibi. Suriye'de de İdlib'ten başlayarak belli bir süreçte askeri güçlerini çekmek zorunda kalacak bir sürece girilmiş gözüküyor.

İdlib'te, Rus ve Suriye operasyonları giderek sertleşiyor ve genişliyor. Sınırın dibine gelmiş göç dalgası 450 bini geçti deniyor. 

Türkiye ise Şam yönetiminin ateşkese uymadığı gerekçesiyle Rusya'yı uyarıyor. Ama görünen o ki Rusya-Suriye tarafının artık sabrı taşmış durumda ve Türkiye'nin İdlib mutabakatının gereğini yerine getiremediğini, teröristleri ılımlılardan ayıramadığını belirtiyor. 

Bizzat Suriye istihbarat teşkilatı başkanı, MİT başkanına Türk askerinin İdlib'i terk etmesi gerektiğini söyleyebiliyor.Türk askeri İdlib'ten başlayarak çekilecek, ne zaman çekilir söylemek zor ama İdlib'ten yüzbinleri kapsayan göç dalgası sınırı geçmesi an meselesi. 

Türkiye bu göç dalgasını sınırda tutmayı denemek yerine Afrin ve Fırat Kalkanı bölgesine yönlendirmeli.Rus savunma bakanlığının Suriye'de son durum haritasında Suriye'nin doğusunun tamamen ABD-YPG bölgesi olduğu görülüyor. Orada başka bir yapılanmaya işaret ediyor. Libya'ya BM güçleri gelmeye hazırlanırken Irak'a da NATO güçlerinin gelmesinin alt yapısı hazırlanıyor. Hatırlanırsa Trump, Süleymani'nin öldürülmesi ve İran'ın füzeli karşılığı sonrasında NATO Ortadoğu'da daha aktif olmalı demiş, NATO genel Sekretei Stoltenberg ile görüşmüştü. Stoltenberg'in önce gün AP'deki konuşmasında Irak'taki NATO'nun rolünü anlatırken müdahaleyi değil önlemeyi tercih ettiklerini, bunun için Irak güvenlik güçlerinin kapasitesinin artırılmasına ağırlık verileceğini, bu başarılmazsa müdahaleye mecbur kalınabileceğini ima eden sözleri ilginç. 

IŞİD'in 2.0 versiyonuyla sahaya sürülmekte olduğu, yeni IŞİD liderinin Türkmen olduğunun vurgulanması Irak'ta ve bununla bağlantılı olarak Suriye'de Türkmenleri hedef alacak yeni versiyon çatışmaların yaşanacağına, NATO dahil uluslar arası güçlerin sınırımızın güneyinde bulunmaya devam edeceğine işaret ediyor.Kıbrıs'ta Rumların Doğu Akdeniz'deki işgal girişimlerine destek almak üzere bölgesel ve küresel güçlere askeri kolaylıklar sağlama hamlesi adanın uluslararası güçlerin mücadelesine açık hale geldiğini de not edelim.  

Bu yazdıklarım Türkiye'nin çevresinde önümüzdeki günlere ilişkin projeksiyonun küçük bir bölümünün fragmanı. Kuşatma genişliyor, tehdit büyüyor.Bu tehdide karşı koyacak iç cephe ise dağılıyor. 22 Ocaktaki köşe yazımızı tekrar okumanızı tavsiye ederim. Her ne kadar dışarıda tehdit büyüyor gibi gözükse de bunun önünü açan asıl tehdit içeride, içimizde, iç cepheye yönelmiş. İç cepheyi toplayıp güçlendiremedikçe dış politikada kaybetmek de kaçınılmaz sonuç. 


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/asil-tehdit-icimizde


***

İsrail-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı Neden Hayal., ?

İsrail-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı Neden Hayal., ?




Yazan  
Dr. Tuğçe Varol 
24 Ağustos 2017


AKP döneminde hızla gelişen Türkiye-İsrail ilişkileri hem Mavi Marmara hem de İsviçre’nin Davos kentindeki Erdoğan’ın ‘One Minute’ çıkışıyla birlikte diplomatik düzeyde en düşük seviyeye inmiş ancak ekonomik düzeyde her hangi bir sarsılma yaşanmamıştır.

Hatta İsrail’in Gazze’yi bombaladığı günlerde dahi Ankara’dan İsrail’i eleştiren açıklamalar yapılsa da Kuzey Irak’tan çıkarılan ve Bağdat’ın itirazlarına rağmen Türkiye’nin Ceyhan limanından çıkış yapan Barzani petrolü büyük oranda İsrail’e satılmış ya da İsrail’de depolanmıştır.

Buna ilave olarak Erdoğan’ın 2009 yılında Davos’taki konuşmasında İsrail’e karşı söylediği sözler ve ‘One Minute’ diyerek haykırmasından çok kısa bir süre öncesine kadar; bugünkü Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın o tarihte CEO’su olduğu Çalık Grubu Rus gazını Türkiye ve Akdeniz üzerinden İsrail’e taşıyacak boru hattı projesini gerçekleştirmenin uğraşısı içerisindeydi. Tesadüfe bakın ki ‘One Minute’ krizinden çok kısa bir süre önce İsrail keşfettiği doğal gaz kaynaklarını ilan ederek artık doğal gaz ithal etmenin değil ihraç etmenin yollarını arayacağını söylemiştir. Çok büyük ihtimalle eğer İsrail doğal gaz kaynaklarını keşfetmemiş ve Çalık’ın boru hattı projesi ilerliyor olsaydı, ‘One Minute’ meselesi de olmayacaktı.

     2016 yılında Türkiye ve İsrail arasında alt düzeyde gizli diplomatik görüşmelerin ortaya çıkmasının ardından Türkiye, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi karşılığında bazı şartlar öne sürdü ve bunların ardından İsrail gazının boru hattı ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması ihtimali ortaya çıkmıştır. Fakat İsrail’den Türkiye’ye bir boru hattı projesinin gerçekleşebilmesi için hem fiziki hem de jeopolitik bazı meselelerin halledilmesi gerekmiştir. Öncelikle İsrail gazının Türkiye’ye boru hattı ile taşınabilmesi için yeterli miktarda üretilebilmesi gerekmektedir. Aksi taktide botu hattının maliyetini karşılayamayacaktır.

Diğer yandan denizin altından gelecek olan İsrail doğal gazı Türkiye’nin satın alması durumunda en pahalı gaz olacaktır. Bunun için de sadece İsrail değil, Güney Kıbrıs gazının da aynı boru hattıyla Türkiye’ye taşınması konuşulmaya başlanmıştır. Tam da bu nokta da meselenin jeopolitik açmazı, ‘Kıbrıs Sorunu’ boru hattı projesinin önüne engel olarak çıkmıştır. Boru hattının Kıbrıs karasularından geçmesi ve oradan Türkiye’ye ulaşması gerekmektedir ki bunun için Kıbrıs Sorununun çözülmesi gerekmektedir.

Hatta boru hattını inşa etmek isteyen Türk firmalardan TURCAS opsiyon olarak hattın Kıbrıs topraklarından geçmesini dahi teklif etmiştir. Değil Kıbrıs Sorununun çözümü ve Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı bağımsız bir devlet olarak tanıması, Güney Kıbrıs, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun olarak hak iddia ettiği münhasır ekonomik bölgesinde Yunanistan ile birlikte hak iddia ederek Doğu Akdeniz sorununu daha da büyütmektedir.

    Tüm bu sorunlara rağmen ise Türkiye’de sanki İsrail-Türkiye arasında bir doğal gaz boru hattı projesi sona yaklaşıyor gibi bir imaj oluşturulmaktadır ki İsrail tarafında konuyu takip ettiğimiz kadarıyla ortada üzerinde anlaşılmış hiç bir boru hattı projesi yoktur. Türkiye’nin Suriye meselesi nedeniyle sıkıştığı, Rus uçağının düşürülmesinin ardından Ruslarla arasının bozulduğu süreç sırasında Ankara acilen İsrail’e yaklaşma yoluna gitmiştir.

Bunun esas sebebi ise İsrail ile enerji ilişkileri gerçekleştirebilmek değil; birincisi bölgede yalnızlık ve izolasyondan kurtulmak, ikincisi ise İsrail’den PKK ile mücadele de kullanılacak yüksek teknoloji ürünü silah alabilmekti. İlişkilerin normalleşmesinin ardından Türkiye, henüz bir şey elde edememiştir ama İsrail’in NATO’da temsilcilik açması için uzun yıllardır uyguladığı vetosunu 2016 Mayıs ayında kaldırmıştır. (Erdoğan’ın Putin’e özür mektubundan çok kısa bir süre önce.)

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin 2016 yılı içerisinde normalleşmesinden bu yana boru hattı projesi sürekli tartışılmaktadır çünkü İsrail’in doğal gazının üretim tarihi yaklaşmaktadır. Bir yandan Türkiye ile görüşen İsrail’in bir yandan da Mısır ile görüşmeleri devam etmiştir. İngiltere, ABD, İtalya, Fransa ve hatta Rusya gibi büyük oyuncuların da destek verdiği İsrail ve Kıbrıs gazının Mısır üzerinden LNG olarak satılması seçeneği artık gerçekleşmeye daha da yakın görünmektedir.

Önce Mısır Lideri Sisi ülkenin tekrar İsrail’den gaz ithal edebilmesi için gerekli izin maddesini Ağustos ayı başında imzalamıştır.[i] Böylelikle Kıbrıs gazının da Mısır’a taşınmasının yolu açılmıştır.[ii] Buna ilave olarak Shell’in satın aldığı British Gas’ın (BG) İsrail gazını satın almak ve Mısır’a taşımak için ilgilendiği kısa bir süre önce açıklanmıştır.[iii] Esasen BG çok uzun süreden beri bu görüşmeleri devam ettirmekteydi ancak Shell tarafından satın alınması ve Shell’in Irak ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde yatırımlarının bulunması görüşmelerin daha gizli bir diplomasi ile götürülmeye başlanmasına neden olmuştur. Bütün bunların ışığında da İsrail-Türkiye doğal gaz boru hattı başka bahara kalmıştır.

Doğu Akdeniz’de Türkiye yerine Mısır’ın tercih edilmesinin çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Öncelikle Mısır’da bulunan zengin gaz rezervleri yabancı yatırımları hızla Mısır’a çekmeye başlamıştır. Yatırımcılar sadece üretime değil, ihracata yönelik de projeler geliştirdiğinden ve Mısır’ın Asya pazarına geçiş kapısı olarak görülmesinden dolayı, Mısır, Doğu Akdeniz’de yakın geleceğin enerji yıldızı olarak parlamaya başlamıştır.

    Diğer yandan yabancı yatırımcılar Türkiye ile iş yapmakta zorlanmaktadırlar. Türkiye’nin iniş-çıkışlı dış politikası, hukuk standartlarının düşmesi ve daha da önemlisi ticari anlaşmalardaki şeffaf olmayan noktaların dayatılması yabancı yatırımcıların uzak durmasına sebep olmaktadır.

Örneğin; 

Tüm sorunların giderildiği ve İsrail-Türkiye doğal gaz boru hattının gerçekleştiği var sayıldığında dahi mevcut siyasi yönetim kaldığında boru hattının kesintisiz akabileceğine dair ne yatırımcılarda, ne İsrail’de, ne de gazı alacak olan Avrupa’da bir güven yoktur.

Bu bağlam da Mısır’ın daha güvenli bir liman olarak görülmesi Türkiye’nin özeleştiri yapıp düşünmesi gereken bir konudur. Kaldı ki Türkiye, boru hattı projesinden başka bir proje de geliştirememekte dir. Örneğin; boru hattına alternatif olarak Ceyhan’da büyük bir LNG terminali projesi gerçekleştirebilseydi Doğu Akdeniz’de önemli bir oyuncu olma ihtimali ortaya çıkabilirdi. Tabi LNG tesisi yapmakla iş bitmemekte, depolar, gazı pompalayacak alt yapının hazırlanması ve dünya LNG piyasasına oyuncu olarak girebilmek de gerekmektedir. Türkiye halen enerji alanında inşaat projelerinden öteye geçememektedir.

    Sonuç olarak; 

Türkiye-İsrail doğal gaz boru hattı projesinin gerçekleşme ihtimali çok düşüktür. Hem İsrail, hem Kıbrıs gazının Mısır’a taşınarak LNG olarak dünya pazarlarına taşınması pek çok büyük oyuncu tarafından desteklenmektedir. Temmuz ayında İsrail Enerji Bakanı, Türkiye Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın yakın zamanda İsrail’i ziyaret edeceğini belirtmiştir. Olurda ziyaret gerçekleşirse, kabinenin gölge başbakanı olan Berat Albayrak’ın sadece enerji konularında görüşmek üzere İsrail’de olacağı düşünülmemelidir. Boru hattı ve enerji meselesi iki ülke arasında sadece düşük seviye de bir teferruattan ibarettir. Onun yerine askeri ve ekonomik konularda neler konuşulacağına dikkat edilmelidir.


[i]Azran, Eran. 2016. ‘Egypt Clears the Way for Imports of Israeli Natural Gas.’ 9 Ağustos. Haaretz. http://www.haaretz.com/israel-news/1.805845.

[ii]InCyprus. 2016. ‘Cyprus Smiling at Potential Egypt-Israeli Energy Link.’ 21 Ağustos. http://in-cyprus.com/cyprus-smiling-at-egypt-israel-energy-link/.

[iii]Benmeleh, Yakov ve Rakteem Katakey. 2016. ‘Shell to Mull Buying Israeli, Cyprus Gas For Egypt Plant.’ 20 Ağustos. Bllomberg. https://www.bloomberg.com/news/articles/2017-08-20/shell-is-said-to-mull-buying-israeli-cyprus-gas-for-egypt-plant.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/israil-turkiye-dogal-gaz-boru-hatti-neden-hayal


***

AMERİKA NIN KÜLLERİNDEN DOĞAN SORUNU - IRKÇI TERÖRİZM.

AMERİKA NIN KÜLLERİNDEN DOĞAN SORUNU -  IRKÇI TERÖRİZM.



Yazan  
Dr. Tuğçe Varol 
05 Ağustos 2019


    Tarihsel olarak ırkçılık meselesiyle mücadele eden Amerika Birleşik Devletleri (ABD), ‘White Supremacy ya da White Nationalism’ gruplarını (Beyaz ırkının üstünlüğüne inananlar anlamında kullanılmaktadır) ilk kez bir iç tehdit konusu olarak görmeye başladı.

Ancak Amerikan iç politikasının demokrasi ve insan haklarına inanç bakımından durumu pek de parlak değil. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki uçurum giderek açılmakta olduğundan kutuplaşma artmakta, buna bağlı olarak idari yürütme sistemleri tıkanmakta, gelir dağılımı eşitsizliği 1929 kriz dönemine yakın düzeyde seyretmekte ve sadece ırk ayrımcılığı değil ayrıca sınıf ayrımcılığının da arttığı verilerle ortaya konmaktadır.

Amerika’nın İngiliz kolonisi iken bağımsızlığını ilan etmesi ve 18’inci yüzyıl Amerikan devriminden çokça söz edilir. Fakat Amerikan siyasi tarihinin ve halkının bir devrim geleneği yoktur. Kölelik bile ancak iç savaş sonunda kaldırılabilmişken, hemen ardından ‘segregation – ırk ayrımcılığı’ (Afrika kökenli Amerikalıların oy vermek gibi sivil haklardan mahrum edilmesi) politikası başlamış ve 1955’lerdeki sivil haklar hareketine kadar da pek bir ilerleme sağlanamamıştır. 1950’ler ve 1960’lar boyunca sivil haklar hareketi neticesinde Afrika kökenli Amerikalılar kağıt üzerinde sivil haklarını kazanmış ise de bu bir devrim değil reform hareketidir. Dolayısıyla ırkçılık sorunu kökünden halledilememiştir. Gelir dağılımındaki eşitsizlik ve sosyal ırkçılık uzun süre devam ettiği gibi Barak Obama’nın ABD’nin ilk Afrika kökenli ABD başkanı olması da ırkçılık sorununun bitmesini sağlayamamıştır. Tam tersi, Obama’nın seçilmesine tepki olarak White Supremacy hareketleri daha organize olmaya başlamış ve ardından popülist söylemlerle gelen Trump’ın ABD başkanı seçilmesi, ırkçılığın boyut değiştirerek terör eylemleri aşamasına geçmesine neden olmuştur.

    White Supremacistler sadece Afrika kökenli Amerikalıları hedef görmemekte, El-Paso’da görüldüğü üzere Latin kökenlileri ya da San Diego Sinegog saldırısında görüldüğü üzere Yahudileri de hedef olarak görmektedirler. Onlara göre kısaca Beyazlar, Beyaz olmayanlara karşıdır. Beyaz olmayanlar sepetine ise hemen hemen göçmen kökenli tüm topluluklar ya da yüzyıllardır Amerika’da yaşayan hem Afrika kökenliler hem de Meksika kökenliler girmektedir. White Supremacistlerin en çok hayalini kurdukları mesele ABD’nin 1965 Sivil Haklar Yasası ile 1965 Göç ve Vatandaşlık yasasının öncesine dönülmesidir. Bir başa deyişle Afrika kökenlilerin seçme ve seçilme haklarının ellerinden alınması ya da Beyazlarla evlenmesinin yasaklanmasını istedikleri gibi yeni göçmenlere de oturma ve vatandaşlık hakkının verilmemesini talep ediyorlar. Diğer yandan en büyük korkuları ise yapılan nüfus projeksiyonlara göre 2045 yılında ABD nüfusundaki Beyaz oranının ilk kez %50’nin altına düşmesi senaryosudur.

Sadece çok sayıda insan öldüğü zaman ses getiren olayların haber olması nedeniyle pek bilinmeyen White Supremacistlerin ölümle sonuçlanmayan ya da sadece yaralanmayla sonuçlanan ibadet yerlerine saldırılarını sayısı The New York Times’a göre 2011-2018 arası 38’dir. Ancak yine The New York Times’a göre Trump’ın başkan seçilmesinin ardından 2017 yılı içerisinde White Supremacist saldırılarında artış görülmüş ve bunlardan dokuzunda insan kayıpları yaşanmıştır.[1] Meselenin ‘terör’ olarak algılanmasının en büyük sebebi ise bir çok saldırganın daha önceki saldırganlardan etkilenmesi ve iletişim halinde olması veya bir sonrakini etkilemesidir.

     Sonuç olarak, 

     ABD iç terör iç tehdit algılamasında ‘White Supremacistlerin’ olduğu resmileşti ve El-Paso’da son olarak gerçekleşen olaydaki zanlının da ölüm cezası ile yargılanacağı belirtildi. Ancak, ABD iç siyasetindeki kutuplaşmanın ve silah edinme hakkının sonuçlarından biri olarak gözüken ‘White Supremacy’ terör eylemlerinin önünün nasıl alınacağı ise henüz belli değildir. Özellikle önümüzdeki yıl ikinci kez seçilmek isteyen Trump’ın sağ ve muhafazakar oyları tekrar toplayabilmesi için popülizm söylemlerine devam edeceği beklentisi düşünülecek olursa, FBI ve Trump etkisindeki adalet bakanlığının White Supremacy konusunda farklı görüşler sarf etmesi beklenilebilir.


[1] Weiyi Cai ve Simone Landon. 2019. ‘Attacks by White Extremists Are Growing. So Are Their Connection.’ The New York Times. Nisan 3. https://www.nytimes.com/interactive/2019/04/03/world/white-extremist-terrorism-christchurch.html.

[2] Nefret Çalışmaları Merkezi.

[3] Hakarete Karşı Mücadele Birliği.

[4] Brian Levin. 2019. ‘Why White Supremacist Attacks Are on the Rise, Even in Suprising Places.’ Times. Mart 21. https://time.com/5555396/white-supremacist-attacks-rise-new-zealand/.

[5] Brando Simeo Starkey. 2017. ‘Why Do So Many White People Deny The Existence of White Privilege?’ the Undefeated. Mart 1. 
     https://time.com/5555396/white-supremacist-attacks-rise-new-zealand/.

[6] Matt Zapotosky. 2019. ‘Wray Says FBI has recorded about 100 domestic terrorism arrests in fiscal 2019 and many investigations 
     involve White Supremacy.’ Washington Post. Temmuz 23. 
     https://www.washingtonpost.com/national-security/wray-says-fbi-has-recorded-about-100-domestic-terrorism-arrests-in-fiscal-2019-and-most-investigations-involve-white-supremacy/2019/07/23/600d49a6-aca1-11e9-bc5c-e73b603e7f38_story.html?utm_term=.01ec1d44a7d1.


https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/amerika-nin-kullerinden-dogan-sorunu-irkci-terorizm


***

23 Ocak 2020 Perşembe

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes'e Mektup

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes'e Mektup 





Ankara 
3 Mayıs 1960.,

Aziz Vekilim; 
Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zât-ı âlilerine, Memleketin huzur ve istikrarı için alınması lâzım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimizi arz etmeyi Millî ve vatanî bir vazife bildim. 

Sayın Başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlarda, benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de, gene de görüşlerimin sizlere iblâğının zarurettine inanıyorum. 

Muhterem Vekilim; şu hakikatı kabul etmek lâzımdır ki, Kayseri hâdiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak'alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve Hükûmete karşı telâfisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. 
Hele Ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması, işin vehametini arttırmış, Ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, Ordu politikaya karıştırılmıştır. 


Sayın Vekilim; 

Bu ahvâl küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, Hükûmet ve Partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükûnetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lâzımdır. Bu tedbirler şunlar olmalıdır: 

1 - Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan MENDERES getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen Milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir. 

2 - Kabine'de iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılmalı ve yeni kabine mutlak dürüst, makûl, zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır. 

3 - İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet Müdürleri süratle değiştirilmelidir. 

4 - Son çıkarılan ve Tahkikat Komisyonları ihdas eden Kanun kaldırılmalıdır. 

5 - Ankara Örfi İdare Kumandanı değiştirilmelidir. 

6 - Partilerin Ocak, Bucak teşkilâtı kaldırılmalı, sadece Vilâyet merkezlerinde mümessiller bulundurulmalıdır. 

7 - Parti faaliyetleri azami senede iki defa Vilâyet merkezlerinde ve mahdut partililerle yapılmalıdır. 

8 - Mevkuf gazeteci bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir. 

9 - Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır. İlim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir. 

10 - Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalı dır. 

11 - Vatandaş, hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir. 

12 - Ordunun mesêleleri süratle hal edilmelidir. 

13 - Din istismarcılığından vazgeçilmelidir. 

14 - Suistimaller oluyor mu bilmiyorum. Fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin, Hükûmete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lâzımdır. 

15 - Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükûmet büyükleri ile memleket gezilerinde sayısı büyük vatandaş toplulukları ile karşılamalar yapmak usulü kaldırılmalıdır. 

Çok Muhterem Vekilim; 

Bu yazdıklarım aslâ bir parti ve politika mülâhaza ve tesiriyle değildir. 
Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasının zarurî kıldığına inandığım için arz ediyorum. 
Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. 
Memlekette çok şeyler yaptığınız muhakkaktır, fakat bu da aslâ kâfi değildir. 
Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. 

Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. 

   Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları mâsumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kdar girerek talebeleri, profesörleri ile beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi feci bir şeydir. 
  O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kanim. Bizim gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemâlinden memnun olmamız lâzım gelmez mi? 

İstikbâli hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz. 

Sayın Vekilim, maruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, millet için, Hükûmet ve hatta partilerin selâmeti için dikkate alınması lâzımdır ve hatta çok lâzımdır. 

Derin ve sonsuz hürmetlerimi Sunarım. 

Kara Kuvvetleri Kumandanı 
Orgeneral 
Cemal GÜRSEL 

Madde Kaynakları ve Katkıda Bulunanlar; 

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes'e mektup 
Kaynak: http://tr.wikisource.org/w/index.php?oldid=30098 

Katkıda bulunanlar: Serhat, Takabeg, 

Creative Commons Attribution-Share Alike 3.0 //creativecommons.org/licenses/by-sa/3.0/ 


***