25 Şubat 2017 Cumartesi

Bir Güvenlik Sorunu Olarak Kıbrıs’ın Enerji Kaynakları ve Uluslararası Aktörlerin Politikaları BÖLÜM 1


Bir Güvenlik Sorunu Olarak Kıbrıs’ın Enerji Kaynakları ve Uluslararası Aktörlerin Politikaları BÖLÜM 1 


Serdar ÖRNEK*
* Yrd. Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası Hukuk Anabilim Dalı Başkanı
Baransel MIZRAK**
** Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmalar Enstitüsü, Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkileri Bölümü Doktora Öğrencisi
TEZ;
Teslim: 15 Eylül 2015
Onay: 1 Şubat 2016


Özet;

Enerji arzı ve enerji güvenliği günümüz devletleri açısından büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada, 2000’li yıllarda Doğu Akdeniz bölgesinde 
önemli miktarda enerji kaynağının var olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte yaşanan gelişmeler analiz edilmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, tüm 
adayı temsil ettiği iddiasıyla bölge ülkeleri ile münhasır ekonomik bölge antlaşmaları gerçekleştirmiş ve sözde münhasır ekonomik olarak ifade edilen 
bölgelerde bazı enerji şirketleri ile hidrokarbon kaynaklarının araştırılması antlaşmalarını imzalamıştır. Bu gelişmeler üzerine Türkiye bu girişimin 
uluslararası hukuka aykırılığını vurgularken söz konusu bölgede GKRY adına yapılan çalışmaları engelleme girişimlerinde bulunmuştur. 

Ayrıca KKTC ile Türkiye arasında yapılan antlaşmalar ile iki devlet arasındaki münhasır ekonomik bölge tespit edilmiş ve TPAO anlaşma sağlanan bölgede 
hidrokarbon kaynaklarını arama ve çıkarma çalışmalarına başlamıştır. Kıbrıs sorununun kalıcı bir şekilde çözüme ulaştırılması durumunda, konunun tüm 
taraflarının kazançlı çıkabileceği hidrokarbon kaynakları, bölgedeki gerilim artmasına sebep olmuş ve bir güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. GKRY 
konuyu uluslararasılaştırarak, Türkiye’nin çalışmalarını engellemesini önlemeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, bu çalışmada bazı uluslararası ve bölgesel 
aktörlerin konuya yaklaşımları incelenmektedir.

Anahtar kelimeler: Enerji Arzı ve Güvenliği, Doğu Akdeniz, Münhasır Ekonomik Bölge, Bazı Uluslararası ve Bölgesel Aktörler


GİRİŞ

Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan Kıbrıs adasının çevresinde büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin olduğunun tespit edilmesi, Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere Türkiye, Rusya, ABD ve İsrail’in dikkatlerini bölge üzerine yöneltmelerine neden olmuş ve Kıbrıs tekrar bir mücadele alanı haline 
gelmiştir. Kıbrıs adasının çevresinde enerji kaynaklarının varlığının tespit edilmesi, hali hazırda yaşamış olduğu ekonomik krizin olumsuz etkilerini 
azaltmaya çalışan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde (GKRY) büyük bir heyecana yol açmıştır. Özellikle AB, Rumların bölgeyi parsellere ayırarak, çeşitli şirketlere arama yapma ruhsatı verme girişimini desteklemiştir. Tek taraflı olarak GKRY’nin atmış olduğu bu adımın hukuksuzluğu ortada olmakla birlikte, AB’nin tutumu Rusya’ya olan enerji bağımlılıklarını azaltma çabaları göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. 

AB’nin bu politikası ayrıca Kıbrıs sorununun çözümünde objektif bir taraf olamayacağının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. ABD ise bölgedeki bir diğer önemli aktördür. Bölgedeki kaynakların çıkartılmasının ABD’li Noble Şirketine verilmesi ve ABD’nin bölgedeki askeri varlığı ABD’yi Doğu Akdeniz’deki enerji meselesinin en önemli taraflarından biri haline getirmektedir. Rusya ise bölgede aktif politika gütmeye çalışan diğer bir güçtür. Rusya’nın Suriye’nin 
Tartus Limanı’nda bir askeri üssü bulunmaktadır. Rusya’nın enerji şirketi GAZPROM bölgede enerji kaynaklarının çıkartılmasında imtiyazlar almaya 
çalışmaktadır. Ayrıca Kıbrıs’ta Rusya’nın askeri üslere sahip olabileceği konuşulmaktadır. İngiltere’nin ise Kıbrıs adasında bulunan Ağrotur ve 
Dikelya üstleri aracılığıyla Kıbrıs çevresindeki enerji kaynaklarından payını alma girişimlerinde bulunması beklenmektedir. İngiltere adadaki varlığıyla 
zaten hali hazırda dikkate alınması gereken bir taraftır. İsrail’e ise özellikle Delek firması ve ABD’li Noble şirketi ile birlikte belli bölgelerde GKRY 
tarafından arama ruhsatları verilmiştir. GKRY ile İsrail özellikle Mavi Marmara olayı sonrasında yakın ilişkiler kurma çabasına girmişlerdir. Ancak 
İsrail’in Türkiye ile yapacağı antlaşmalardan sağlayacağı kazanımların daha fazla olacağı dikkate alınırsa -ki bunların arasında İsrail’in kaynaklarının en 
hesaplı güzergâh olan Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasıdır-GKRY ile İsrail arasındaki işbirliği rüzgârları geri yöne sarabilir. Ancak Rumlar hiçbir 
şekilde çabalarına son vermeyecek parsellere ayırdıkları alanlarda ABD, Fransa ve İtalya’nın şirketleri ile görüşmelere başlayacak ve bu devletleri 
sorunun tarafları haline getirecektir. Bölgede Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) açısından gayet zorlu bir mücadele söz konusudur. 
İzlenecek politikanın büyük bir özenle belirlenmesi bölgedeki Türk çıkarları açısından zorunlu görünmektedir.

I. GKRY’nin Enerji Kaynakları İle İlgili Faaliyetleri 

Kıbrıs’ta enerji konusunda ki ilk gelişme 1979 yılında Spiros Kiprianu’nun GKRY’nin lideri olduğu dönemde yaşanmıştır. Bu dönemde Rumlar Mısır ile 
bir petrol arama antlaşması imzalamıştır. Bu gelişme üzerine Kıbrıslı Türk lider Denktaş bunun bir savaş nedeni olacağı yönünde bir açıklama yapmıştır. 
Türkiye de benzer bir tepki gösterince Birleşmiş Milletler (BM) devreye girmiştir. Kiprianu daha sonraki yıllarda o dönemden bahsederken BM Genel 
Sekreteri’nin kendilerinden petrol konusunda geri adım atmalarını istediğini ve Türkler’in bu konuda şaka yapmadıklarını söylediğini anlatmıştır.1

Daha sonra ise KKTC Demokrat Parti Genel Başkanı ve dönemin Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Serdar Denktaş, bu konuda 10 Aralık 2003 
tarihinde Kıbrıs adasının çevresinde dünyanın en zengin petrol kaynaklarının tespit edildiğini söylemiştir. AB ile ABD’nin bu kaynakları kontrol altına 
almak için, Annan Planının imzalanması ve tüm Kıbrıs’ın 2004’te AB’ye girmesi yönünde uğraş verdiğini söylemiştir. Bu arada 2003 yılında GKRY 
Mısır ile Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama antlaşması yapmış, 2007’de de Lübnan, Suriye ve İsrail GKRY ile Mısır ile yaptığı antlaşmalara 
benzer antlaşmalar yapmıştır. GKRY bölgesinde hidrokarbon ihalelerine ilk olarak 2007 yılında başlamış ve ada çevresini parsellere ayırarak, uluslararası 
ihalelere açmıştır. 2009 yılında ise GKRY’nin ilan ettiği sözde ‘münhasır ekonomik bölge’2 içerisinde GKRY adına petrol araştırması yapan Panama 
bandıralı bir Norveç gemisine Türk savaş gemilerince müdahale edildiği Rum basınınca iddia edilmiştir. Ayrıca, ABD’nin GKRY Büyükelçisi 2009 
yılında bir açıklama yaparak, bir Amerikan şirketinin bölgede yakında petrol arama çalışmalarına başlayacağını duyurmuştur. Bunun üzerine KKTC ABD 
Büyükelçisini kınamıştır. GKRY ise bu arama çalışmalarını sahip olduğu ‘egemenlik hakkını kullanma’ hakkının doğal sonucu olarak açıklamıştır. 
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise, Rum kesimine petrol arama çalışmaları konusunda Türkiye’ye meydan okumanın akıllıca olmadığını 
söylemiştir.3


17 Şubat 2003 tarihinde Türkiye’nin tüm girişimlerine rağmen Mısır ile GKRY arasında münhasır ekonomik bölgenin sınırlarının belirlenmesi 
antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma GKRY ve Mısır arasında ortay hat yöntemi kullanılarak yapılmıştır. Türkiye kıyıları esas alınarak yapılacak 
bir antlaşmada Mısır 12.000 km kare daha fazla alana sahip olabilecekken, GKRY ile antlaşmayı tercih etmiştir. Böyle bir antlaşmanın Mübarek
yönetimince yapılan yolsuzluklardan elde edilen paraların, Rum bankalarında tutulmasını güvence altına almak amacıyla yapıldığı ve bu bölgelerin adeta 
Rumlara hediye edildiği iddia edilmiştir. Mübarek yönetimi sona erdikten sonra yeni yönetim bu antlaşmanın hakkaniyete uygun olmadığını 
(ex aequo et bono) ilan ederek iptal etmiştir.  

2007 yılında ise GKRY diğer bir münhasır ekonomik bölge sınırlama antlaşmasını Lübnan ile imzalamıştır. Antlaşma imzalandıktan sonra Türkiye Lübnan Büyükelçiliği’ne bir nota vermiş ve mevcut antlaşmanın KKTC ve Türkiye’nin hak ve menfaatlerine uygun bir şekilde yapılmadığını ifade etmiştir. Ayrıca, GKRY yönetiminin adanın tümünü temsilen böyle bir girişimde bulunamayacağı belirtilmiştir. Bu durum karşısında, Lübnan Türkiye ile ilişkilerini bozmamak için yapılan antlaşmayı parlamentosunda bekleterek antlaşmanın onaylanmasını ertelemiştir.4 

GKRY yönetimi 2007 yılında Kıbrıs’ın Güneyinde ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede 70 bin km karelik bir alanda 13 adet petrol ruhsat sahası ilan etmiştir.5 GKRY 2010 yılı Aralık ayında Mısır ve Lübnan ile yaptığı münhasır ekonomik bölge sınırlandırma antlaşmasını İsrail ile de yapmıştır. Bu münhasır ekonomik bölge sınırlandırma antlaşmasının İsrail’in Mavi Marmara Olayı6 nedeniyle Türkiye ile yaşadığı kriz dönemine denk gelmesi dikkate değerdir. Aslına bakıldığında 1998 yılında ABD’nin Noble Energy şirketi ile İsrail arasında yapılan antlaşmayla Leviathan ve Tamar bölgelerindeki petrol ve doğalgaz arama çalışmaları başlamıştı. Mavi Marmara olayı GKRY yönetimince iyi değerlendirilerek işbirliği sürecinin hızlandırılması için uğraşılmıştır. İsrail ile yapılan bu antlaşma ile bölgede Yunanistan-GKRY-İsrail üçlü ekseni ortaya çıkmıştır. Burada GKRY Türkiye’nin İsrail ile bozulan ilişkileri nedeniyle Doğu Akdeniz’deki manevra alanının azalacağını öngörmüştür. Ancak son dönemde Türkiye ve İsrail’in normalleşme çabalarına girişmesi ve Mısır’da yeni bulunan kaynakların İsrail’i Türkiye ile işbirliğine zorlamıştır. Bölgedeki enerji denklemini değiştiren bir diğer önemli olaysa şüphesiz 6 yıllık gerginlik döneminin ardından Haziran ayında imzalanan Türkiye ve İsrail mutabakatıdır. Yaşanan gerginlik sonrası İsrail’de keşfedilen enerji kaynaklarının en avantajlı güzergahı olan Türkiye ikinci plana atılmıştı. İmzalanan antlaşma İsrail tarafından bilhassa enerji projelerinin naklinde çok önemli bir başarı olarak görülmekte ve bunun İsrail’e büyük katkısının olacağı değerlendirilmektedir. İsrail Enerji Bakanı 
Yuval Steinitz, son olarak yaptığı bir açıklamada, “İsrail’in ekonomisinde bazı sıkıntıların yaşandığını ama Leviathan sahasını geliştirmenin önü 
açıldığında,yapılacak gaz ihracatının ekonomiye büyük katkı sağlayacağını belirtmiştir. Ayrıca gaz ihracatı açısından en cazip pazarlardan biri Türkiye 
ve orada büyük ekonomik çıkarımız var” demiştir. Türkiye’nin ise, bu projeyle Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmada önemli bir avantaj 
elde edebileceği söylenebilir. Bunun yanında GKRY bu antlaşmayı endişe ile karşılamıştır. Her ne kadar İsrail ile antlaşma sağlansa da gaz ihracatı için 
kullanılacak boru hattı GKRY’nin Münhasır Ekonomik Bölgesinden geçmesi gerekmektedir. Uluslararası Deniz Hukukuna göre GKRY’nin bu boru 
hatlarına engel olma gibi bir hakkı bulunmasa da, projenin gecikmesi gibi bir risk ortaya çıkabilir. Bu nedenle Kıbrıs meselesinin çözümü bölgedeki tüm 
taraflar açısından istikrar ve refahın artırılması açısından avantajlı durum yaratacaktır.7

Ayrıca, İsrail ile yaşanan gerginliğin yanında o dönemde Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde de ciddi sorunlar yaşanmaktaydı. Bu nedenle GKRY 
AB’nin de kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini düşünmüştür.8 GKRY ilan ettiği bölgelerden Afrodit olarak da adlandırılan 12’ci bölgede 
2011 yılında petrol arama çalışmalarına başlamış ve bu bölgede 140 ila 226 milyar m3 civarında doğalgaz rezervinin bulunduğunu açıklamıştır.9 GKRY 
ilan ettiği münhasır ekonomik bölgeden elde edilecek gelirlerden tüm ada halkının eşit bir şekilde yararlanacağını iddia etmiştir. Türkiye ise 1959-
1960 Antlaşmalarına aykırı olarak GKRY’nin münhasır ekonomik bölge sınırlandırma ve doğal kaynak arama çalışmalarının adada kapsamlı bir 
çözüme kavuşmadan yapılmaması gerektiğini savunmuştur. Bu arada İsrail Tamar ve Leviathan havzalarında 2010 yılında doğalgaz tespit etmiştir. 
Tamar havzasındaki doğalgazın İsrail’in 40 yıllık ihtiyacını karşılayacak büyüklükte olduğu iddia edilmektedir. Leviathan havzasındaki rezervlerin 
ise Tamar havzasındaki rezervlerin iki katı olduğu ifade edilmektedir. Bu kaynakların GKRY’ne taşınması ve burada da LNG haline getirilerek ihraç 
edilmesi konusu İsrail-GKRY gündemindedir.10

KIBRIS & AKDENİZ HARİTA

2011 yılında GKRY tek taraflı olarak ilan ettiği Afrodit bölgesinde petrol ve doğalgaz arama ruhsatını ABD şirketi Noble Energy’e vermiştir. Daha 
sonradan bu arama çalışmalarına İsrailli Delek firması da dâhil olmuştur. Rum radyosu o tarihlerde 18 Eylül günü sondaja başlayan Noble Energy 
şirketi platformunun üzerinde İsrail insansız casus uçaklarının uçuş yaptığını ve İsrail donanmasına ait gemilerin de platformun doğusunda görüldüğünü 
iddia etmiştir. Sondaj öncesi de İsrail’in Leviathan ismi verilen parselinde bulunan doğalgaz platformu 12’ci parsele taşınmıştır. Bu olaylar yaşanırken 
KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun özel temsilcisi Kudret Özersay, 17 Ağustos’ta bir açıklama yaparak Rumlar’ın Kıbrıs adasının güneyindeki 
doğalgaz arama-çıkarma faaliyetlerini askıya almadığı takdirde Kıbrıs Türk tarafının da antlaşmalar yaparak petrol ve doğalgaz aramaya başlayacağını 
bildirmiştir.11 Türkiye’nin ve KKTC’nin tüm uyarılarına rağmen, GKRY’nin Akdeniz’de petrol aramaya devam etmesi ve parselleri ihaleye açması üzerine, 
Enerji Bakanı Taner Yıldız Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPOA) savaş gemileri eşliğinde bölgede çalışmalara başlayacağını açıklamıştır.12 

ABD’li Noble Energy Şirketi sondaja başladıktan 3 gün sonra KKTC, TPAO’ya KKTC’nin deniz alanında arama ruhsatı vermiştir. KKTC aldığı karar çerçevesinde Gazimagosa kentinde karada 3 bin metreye kadar inilmesi planlanan Türk Yurdu-1 adı verilen bir kuyuda sondaja başlamıştır. Bu arada, 
Petrol aranan Sınırüstü köyü, Shell şirketinin 1973 yılında sondaj yaptığı ve olumlu sonuçlara ulaştığı bölgede yer almaktadır.13 

GKRY’nin ihaleye çıkardığı 1, 4, 5, 6 ve 7 no’lu parsellerin Türkiye’nin kıta sahanlığı içerisinde bulunması konuyla ilgili diğer bir sorunu oluşturmaktadır. 
Türkiye’nin de KKTC ile arasındaki bölgede petrol arayacağını açıklaması sorunu farklı boyutlara taşımıştır. GKRY’nin meseleyi uluslararasılaştırma 
yönündeki çabası TOTAL, ENI, PETRONAS ve GAZPROMBANK gibi enerji devlerinin parselleri için açılan ihaleye girmelerini teşvik eden politikasından 
anlaşılmaktadır. Burada GKRY’nin amacı Türkiye ile yaşanabilecek bir krizde Amerikan, Fransız ve İtalyan şirketlerini de işin içine sokarak diğer 
devletlerin desteğini almak ve Türkiye’nin olası müdahalesini önlemektir.14 

Türkiye GKRY’nin izlediği politikada ısrarcı olması üzerine, Rumlar’ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede birçok sismik araştırma gemisini engellemiş ve bir oldu bittiye (Fait Accompli) müsaade etmeyeceğini fiilen göstermiştir. Ayrıca 2008 yılında iki boyutlu sismik araştırmalar yürüten TPAO, Ekim 2011 itibariyle üç boyutlu sismik araştırmalara başlamıştır. Diğer taraftan Türkiye 2011 yılında Royal Dutch Shell firmasıyla arama çalışmaları konusunda işbirliği yapmıştır. GKRY’nin tek taraflı girişimleri üzerine Türkiye bölgede savaş uçakları ve deniz altıları ile tatbikatlar düzenlemiş ve bu tatbikatlar Limosol ve Larnaka’dan izlenebilmiştir. Tatbikatlar Rum kesiminin karasularının hemen dışında gerçekleştirilmiştir.15 GKRY Afrodit olarak adlandırılan on ikinci parselde ABD’li Noble Energy şirketi ile araştırmalara başladığı zaman, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı 5 Ağustos 2011 tarihinde açıklama yapmıştır. Bu açıklamada yarı kapalı bir deniz olan Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı veya münhasır ekonomik bölge sınırlandırmalarının, bölgedeki ülkeler arasında ve tüm hak ve çıkarlar gözetilerek yapılması gerektiğinin bir uluslararası hukuk kuralı olduğu 
ifade edilmiştir. Ayrıca, GKRY’nin üçüncü tarafların haklarını ihlal ederek, Akdeniz’deki ülkelerle deniz yetki alanlarını sınırlandıran ikili antlaşmalar 
yapma gayretini sürdürdüğü belirtilmiştir. Bu faaliyetlerin Kıbrıs sorununun çözümünü olumsuz yönde etkilediği açıklanmıştır. Açıklamada gerek 
Türkiye’nin gerekse KKTC’nin bu konudaki görüş ve uyarıları hatırlatılmıştır. GKRY’nin hukuki geçerliliği olmayan ruhsatlarla petrol/doğalgaz arama-
çıkarma faaliyetlerine ilgi duyan şirket ve ülkelerin sorumluluk içinde hareket etmelerinin beklendiği ifade edilmiştir. GKRY’nin tüm ada adına bölgede 
bulunan doğal kaynaklar konusunda tek taraflı olarak girişimde bulunma veya antlaşma yapma yetkisine sahip olmadığı açık bir şekilde belirtilmiştir. Bu 
tür faaliyetlerin bir diğer kurucu halk olan Türklerin haklarına halel getirdiği ve GKRY’nin bu konuda sorumsuzluk örneği gösterdiği ifade edilmiştir. 
Diğer taraftan Türk tarafının haklarını gasp etmeye yönelik bu faaliyetlere karşı Türkiye ve KKTC’nin oldubittilere müsaade etmeyeceği ve uluslararası 
hukuka uygun bir şekilde diplomatik ve siyasi kanallardan girişimlerini sürdürecekleri vurgulanmıştır.16 

Bu arada, GKRY’nde 11 Temmuz 2011 tarihinde Rum Milli Muhafız Ordusu deniz üssünde meydana gelen patlama sonucunda Vasiliko elektrik santrali 
devre dışı kalmış ve GKRY’nin elektrik ihtiyacını karşılama yönündeki sıkıntısı artmıştır. Dolayısıyla bölgedeki enerji kaynakları her ne kadar 
Türkiye ve KKTC ile ihtilafa neden olsa da GKRY açısından daha da önemli bir hale gelmiştir.17 

II. Türkiye ve KKTC’nin Gelişmeler Karşısındaki Tutumu

21 Eylül 2011 tarihinde GKRY Doğu Akdeniz’de tekrar petrol ve doğalgaz arama çalışmalarına başlayınca dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu bu gelişmeye tepki olarak ‘Sınırlandırma Antlaşması’ imzalamışlardır.18 

Eroğlu bu antlaşmanın GKRY’nin politikalarını gözden geçirmeye sağlamaya yönelik önleyici bir girişim olduğunu ifade etmiştir. Her ne kadar Rum ve Yunan 
tarafları bu antlaşmanın geçersiz olduğunu iddia etseler de, adadaki bir diğer egemen toplum olan Türkler’e danışılmadan Rumlar’ın arama çalışmalarını 
başlatması karşısında, Türk tarafının bu girişiminin hukukilik kazandığı rahatlıkla söylenebilir.19

Türkiye ve KKTC arasında kıta sahanlıklarının belirlendiği antlaşma doğrultusunda Piri Reis G Bloku olarak adlandırılan bölgede bir yılı aşkın 
bir süre sismik araştırmalar yapmıştır. 2011 yılında Koca Piri Reis gemisi, Türk savaş gemileri eşliğinde ABD’li Noble Energy şirketinin sondaj yaptığı 
alanın hemen yakınında araştırmalar yapmıştır. Rum basını sismik araştırma gemisi Piri Reis’in, Noble Energy şirketinin araştırma yaptığı platforma 5 
mil kadar yaklaştığını iddia etmiş ve Türk araştırma gemisine 5 adet savaş gemisinin de refakat ettiğini iddia etmiştir.20 TPAO Akdeniz’de kiraladığı 
araştırma gemilerinin sayısını Ekim 2011’de birden üçe çıkarmıştır. Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesinin batı bölgesinde araştırmalar yapmak için 
iki Norveç gemisini kiralamıştır. Türkiye G Bloğundan elde edecekleri verilere göre hareket edeceklerini ve sondaj çalışmalarının da bu doğrultuda 
yapılacağını açıklamıştır. Bunun yanında Kasım ayında da KKTC ile Türkiye arasında hidrokarbon kaynaklarının çıkarılmasıyla ilgili olarak TPAO ile 
üretim paylaşımı antlaşması imzalanmıştır. Bu olaylar silsilesi hiç şüphesiz Akdeniz’deki gerginliğin boyutunu daha da arttırmıştır. Bunun yanında 2012 
yılının Mart ayı sonlarına doğru, Türkiye Türk Yurdu-1 adı verilen gemi ile araştırmalara başlamıştır. Bu arada Türkiye tarafından Eroğlu’nun sondajın 
askıya alınması veya ortak bir komisyon kurulması konularındaki tekliflerinin Rum tarafınca reddedilmesi durumunda, TPAO’nun GKRY’nin parsellediği 
Afrodit bölgesi de dâhil olmak üzere KKTC adına sondaj çalışmalarında bulunabileceği açıklanmıştır.21

2012 Yılında ise GKRY’nin KKTC’nin Onayını almaksızın antlaşmalar imzalaması karşısında, Türkiye ve KKTC BM Deniz Hukuku Sözleşmesi gereğince Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesindeki haklarının ihlal edildiğini ifade etmiştir. KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanlığı ile TPAO arasında aynı yıl deniz ve karada araştırma ve doğal kaynakları değerlendirmede ortaklık öngören bir antlaşma imzalanmıştır. Bu arada, ABD’li Noble Energy şirketi, on ikinci parselde İsrailli Delek şirketi ile ortaklığını bu dönemde gerçekleştirmiştir. Rumlar bu şirketlerin yanında başka şirketlere de arama izinleri vermiştir. Tek taraflı olarak parsellenen 2,3 ve 9 numaralı parseller İtalyan ENI şirketi ile konsorsiyum kuran Koreli Kogas şirketine verilmiştir. Bu arada, GKRY’nin ilan ettiği on ikinci parselde keşif sondajında sadece 1 milyar ayak küp doğalgaz bulunduğu açıklamıştır. İsrailliler on ikinci parselin kendi münhasır ekonomik bölgelerinde bulunan kısmında araştırmalar yapmışlar ve bulguların çok iç açıcı olmadığını ifade etmişlerdir.22 

Türkiye ve KKTC antlaşma yaparak aynı bölgeyi ruhsatlandırmış ve KKTC’den gerekli izinleri alarak TPAO ilk olarak Piri Reis gemisi ile bölgede araştırmalar yapmıştır. Ancak Piri Reis gemisinin ihtiyaçlara cevap verecek durumda olmamasından dolayı, Norveç’ten kiralanan ve son teknoloji ile donatılmış Barbaros Hayrettin Paşa adı verilen bir sismik araştırma gemisi Doğu Akdeniz’de araştırma çalışmalarına başlamıştır.23 

Bu araştırma gemisinin çalışma yapacağı alanların duyurulduğu bir seyrüsefer ilanı (Navi-tex) yayınlanmıştır. Bu ilana göre Barbaros gemisi 20 Aralık’a 
kadar bölgede görev yapacak ve GKRY’nin daha önce tek taraflı olarak ilan ettiği münhasır ekonomik bölgenin 2,3 ve 9 numaralı parsellerinde araştırma 
yapacaktı. Bu araştırma gemilerine çalışmaları sırasında Türk fırkateynleri de eşlik etmiştir. GKRY bunun üzerine KKTC ile yürütülen müzakerelerden 
çekildiğini açıklamıştır. GKRY, Rusya ve İsrail ile ortak tatbikatlar yapma konusunda anlaşmıştır. Barbaros Hayrettin gemisinin araştırma yaptığı yere 
çok yakın bir noktada, Rusya’ya bağlı altı şavaş gemisinin tatbikat yapmasıyla birlikte bölgede gerginlik artmıştır.24 Türkiye, krizi sona erdirmek için, 
Yunanistan aracılığıyla birçok teklifte bulunmuştur. 

Ancak Rumlar bu önerileri kabul etmemiş ve Barbaros Hayrettin Paşa gemisinin koşulsuz çekilmesini istemişlerdir.25 Ayrıca GKRY bu gelişmeyi AB platformunda da Türkiye’nin aleyhine kullanmak istemiştir. Bu doğrultuda konu GKRY’nin girişimiyle 23-24 Ekim 2014 tarihlerinde gerçekleşen AB Liderler Zirvesi’nin 
gündemine alınmış ve Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürüttüğü sismik araştırmalara karşı, GKRY tezlerini destekleyen bir kararı 
kabul etmiştir. İlgili kararda Türkiye’nin bölgede yürüttüğü faaliyetlerin GKRY’nin bölgedeki egemenlik hakkını ihlal ettiği ve Türkiye’ningemilerini derhal çekmesi istenmiştir. Aksi takdirde bu olayın Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkileyeceği uyarısında bulunulmuştur.26 Bu arada ENI-Kogas konsorsiyumuna ait gemiler tek taraflı ilan edilen dokuzuncu parselde değerlendirilebilir ölçüde hidrokarbon kaynağı tespit edilemediğini açıklamıştır. Bunun üzerine platform gemisi bölgeyi terk etmiştir27

GKRY adına sondaj yapan bu geminin bölgeden ayrılmasından sonra Barbaros Hayrettin Paşa gemisi de bölgeden ayrılmıştır. KKTC devlet televizyonu BRT’ye konuşan Dışişleri Bakanı Özdil Nami iyi niyet göstergesi olarak Barbaros Hayrettin Paşa’nın Türkiye’ye dönmesine karar verdiklerini söylemiştir. Bakan Nami bu şekilde GKRY lideri Anastasiadis’in müzakere masasından çekilmeye yönelik ortaya koyduğu bahaneleri ortadan kaldırmaya çalıştıklarını ifade ederek, “Umarız Rum lider durumunu tekrar değerlendirir ve daha yapıcı bir tavır içerisine girip müzakere masasına döner” demiştir.28

III. Uluslararası Aktörlerin Doğu Akdeniz’deki Gelişmelere Yönelik Politikaları

Öncelikle AB’nin bu konudaki politikasının incelenmesinde fayda bulunmaktadır. AB’nin enerji kaynaklarına olan bağımlılığı ve Rusya’nın bu konuda önemli bir tedarikçi olması, AB’nin alternatif arayışlara girmesine neden olmuştur.29 Rusya’ya olan enerji bağımlılığının azaltılmasında Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynaklarının önemli bir rol oynayacağı düşünülmüştür. AB Enerji Komiseri Günther Öttinger, yapmış olduğu bir basın toplantısında, AB ülkelerinin ham petrolde %90, doğalgazda %66, katı yakıtlarda %42 ve nükleer yakıtta %40 oranında dışa bağımlı olduğunu ifade etmiştir.30 AB ülkeleri açısından enerji konusunda en önemli sorunlardan birisi Rusya’ya olan bağımlılıktır. AB’nin 2013 yılında yaptığı doğalgaz ithalatının yaklaşık %40’ını Rusya’dan gerçekleştirilmiştir.31 Bu da toplam enerji tüketiminin %27’sine denk gelmektedir. Rusya’nın doğalgaz ihracatında Avrupa %71 payla en büyük pazarı oluşturmaktadır32 Hatta AB üyelerinden 

Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya, Finlandiya ve Bulgaristan’da Rusya’ya olan enerji bağımlılığı %100’ü, Çek Cumhuriyeti’nde ise %90’ı bulmaktadır. 
Avusturya, Macaristan, Slovenya, Yunanistan ve Polonya’da %60-80 olan bu oran, Almanya’da %40-60, İtalya ve Hırvatistan’da %20-40, İngiltere, Fransa, 
Hollanda, Romanya ve Danimarka’da ise %20’in altına gerilemektedir. AB üyelerinde olduğu gibi Türkiye açısından da durum benzerlik göstermektedir. 
Türkiye enerji tüketiminin %71,5’ini dışarıdan karşılamaktadır. Türkiye enerji ithalatının %64’ünü Rusya’dan, %19’unu ise İran’dan gerçekleştirmektedir. 
Dolayısıyla Rusya’ya bağımlılık Türkiye açısından da söz konusudur. Bu nedenle enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu açıdan Kıbrıs’taki enerji kaynaklarının çıkartılmasının Türkiye açısından da yararlı olacağı söylenebilir.33 İsrail’in araştırma yaptığı Tamar gaz sahasında 
280 milyar metreküp, Leviathan sahasında ise 536 milyar metreküp doğalgaz bulunduğu düşünülmektedir. Bu kaynaklar İsrail’in 200 yıllık ihtiyacını 
karşılamasının yanında, İsrail’e ihracat yapma imkânı da sunmaktadır. 

İsrail mevcut rezervlerinin %40’ını ihraç etmeyi planlamaktadır. Son zamanlarda istenen oranlarda bulgular çıkmamış olsa da Amerikan Jeolojik Araştırmalar Merkezi GKRY’nin çevresinde işletilmesi halinde büyük rezervlerin olduğunu açıklamıştır. Sadece Afrodit sahasında 127 milyar metreküp doğalgaz olduğu ifade edilmiştir.34 Kıbrıs sorununun bir çözüme ulaşmasının Türkiye açısından bir diğer önemli kazanımı bölgedeki enerji kaynaklarının Avrupa’ya Türkiye üzerinden ulaştırılması olacaktır. GKRY, içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkabilmek için doğalgaz rezervlerini bir an önce ihraç etmeyi istemektedir. Bu konuda GKRY, İsrail ile olan işbirliğini geliştirmeye çalışmaktadır. Alternatif güzergâhlardan birisi de Yunanistan olarak görünmektedir. Ancak bu güzergâhın inşa edilmesi 17 milyar dolarlık bir maliyet getirmektedir ki, mevcut GKRY ekonomisinin bu projenin finansmanını sağlaması mümkün görünmemektedir. Bu yüzden en uygun güzergâh olarak Türkiye ortaya çıkmaktadır. GKRY açısından diğer bir pazar alternatifi ise Mısır ve Ürdün’dür. Ancak bu seçenek sınırlı bir Pazar yaratmaktadır. GKRY’nin bir diğer alternatifi ise Limasol yakınlarındaki Vassiliktos’ta gazı sıvılaştıracak bir tesis kurmaktır. Fakat bununda maliyeti 8-10 milyar dolar civarındadır ki şu dönemde GKRY’nin bunu finanse edebilmesi mümkün görünmemektedir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Astana Süreci’nin Gerçek Yüzü..


Astana Süreci’nin Gerçek Yüzü.. 



Doç.Dr.Sait Yılmaz 

Son iki aydır, Suriye ve Astana Süreci ile ilgili söylediklerimiz bir bir ortaya 
çıkıyor. Öncelikle Türkiye’nin Suriye’de artık bağımsız bir aktör olmadığını, ara 
bölgede Rusya’nın vekilli savaşını yaptığını söylemiştik. Gelinen aşama Türkiye’nin düştüğü bataklıktan daha fazla zayiat vermeden dönmesinin bile başarı olacağını gösteriyor. Yapılan harekât sonucunda IŞİD’tan temizlenen bölge, Esat’a büyük bir iyilik olarak terk edilecek. Patlayan IŞİD bombaları ve verilen şehitler de son 15 yıldır uygulanan yanlış politikalardan birinin sonucu olarak tarihe geçecek. Söylediğimiz diğer bir önemli konu Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasının sanıldığı gibi olumlu olmadığı, tamamen Rus çıkarları çerçevesinde yürüdüğü idi. Şimdi Moskova’nın Suriye ile sekiz maddelik planı da deşifre oldu ve YPG/PKK ile ilgili özerklik içeren maddeler bu işe çok önceden zaten karar verildiğini gösteriyor. ABD de zaten PYD’ye Sesinizi Çıkarmayın, bekleyin ” demişti, onlar da öyle yaptı. Şimdi de Moskova’ya özel 
davet aldılar. Türk medyasında son yıllarda tek doğru haber günün tarihi oldu. Türk medyasını ile dünya gündemini takip etmek, bırakın bilgilendirmeyi size doğru bildiğinizi unutturuyor. Astana süreci ile ilgili gelişmeler de öyle. 

 Astana Süreci ve sonrası.. 

Astana yeni bir süreç değil, muhalifler daha önce 2015 yılında orada iki defa 
buluştular. Hatta İran ve Rusya’nın Esat’a yakınlığı nedeni ile Nazarbayev’den 
hamilik istediler. O zaman sahada muhaliflerin ana lojistik üssü olan Türkiye masada yoktu. Bugün Suriye’deki muhalifler Türkiye olmasa işlerin daha iyi yürüyeceğini düşünüyorlar. Astana aslında teknik düzeyde bir süreç ve bugün başarılı olmasının iki ana nedeni var. İlki daha önce ABD desteğinde Cenevre’de sağlanan ve yürümeyen ateşkesin tutmuş gibi gözükmesi. İkincisi ise muhaliflerin masayı bu sefer terk etmemiş olmaları. Buna Türkiye ve Suriye’nin aynı masaya oturmuş olmasını da ilave edebiliriz. Rusya, hemen Astana Süreci’ni ve ateşkesi BM Güvenlik Konseyi’ne götürerek ABD’ye de onaylatmış oldu. Zaten Astana Süreci de BM özel temsilcisi Mistura’nın inisiyatifin de yürütüldü. Görüşmelerde muhalifler ve Esat’ın temsilcisi farklı odalarda oturdular; Rusya, Türkiye ve İran’ın temsilcileri ise bu iki oda arasında mekik dokudu. Üç ülke bir bildiri yazalım dediler ama muhalifler “imzalamayız” 
deyince, ortak açıklama ile yetindiler. Ortak açıklamada şunlar yer aldı; 

- Suriye’de ateşkesin izlenmesi için bir komite oluşturulması, 

 - Ateşkesin devamı için üç ülkenin garantör olması ve 

- İnsani yardımın önünün açılması yer aldı. 

Başarı olarak ateşkesin devam etmesi gösteriliyor ama aslında ihlaller devam 
ediyor. Astana’ya çağrılmayan Suudi Arabistan ve Katar, kendine bağlı gruplara 
ateşkesi ihlal edin talimatı verdi. Astana’da Türkiye’nin muhalif gruplar üzerindeki etkisinin söndüğü bir kez daha ortaya çıktı. Muhalifler artık Türkiye’nin Esat’a destek olduğunu ve rejime güç kazandırdığını düşünüyor. Bu yüzden, “Masada ABD, Suudi Arabistan ve Katar da olsun, bizim hamimiz onlar olsun” diyorlar. İşin aslı Suriye’de Esat rejimi ile birlikte ve ona muhalif silahlı çatışma içine giren 56 ayrı grup var ve bunlar yaklaşık 11 farklı ülkenin çıkarlarını temsil ediyorlar. Suriye’deki muhalefeti yeknesak bir grup gibi kabul etmek ya da bu gruplardan (terörist kabul edilen IŞİD ve El Nusra gibi gruplar olmasa da) ortak bir karar çıkarmak asla mümkün değil. 

Aşağıdaki Tablo’da Suriye’de kim kimi destekliyor özetlemeye çalıştım. 




Tablo: Suriye’de Ülke Hesapları 

 Rusya gelinen süreçte Esat’a güç verdi ve toprak kazanımlarını konsolide etti. 
Diğer yandan kafasına göre hareket eden Türkiye’yi ehlileştirdi ve İran’a karşı denge unsuru olarak da kullanıyor. Rusya Federasyonu, altı ay önce yanına çektiği Türkiye ile birlikte ortak hava operasyonlarına da başladı. Ara bölgede yapılan Fırat Kalkanı harekâtı sonuç itibarı ile Esat’ın işine yarıyor. Oluşan Rusya-İran-Türkiye ekseni 30 

Aralık’ta Ateşkes ilan etti, 20 Ocak’ta da Astana Toplantısı’nı gerçekleştirdi. 

Moskova’nın Suriye Planı.. 

 Astana toplantısını yapan Rusya, İran ve Türkiye’nin nüfuz ettiği topraklar 
Suriye’nin ancak %50’sini temsil ediyor. Diğer %50’si yani PYD ve IŞİD’in 
kontrolünde olan topraklar masada yoktu. Şimdi Rusya, diğer %50’si için de inisiyatif alıyor. Ve kamuoyuna Moskova’nın planı sızdırıldı. Suriye Anayasası Taslağı diye sunulan bu planda bakın neler var; 

- Mevcut Suriye Anayasasının 1. maddesi, ülkenin adından “Arap” kelimesi 
çıkarılarak, ülkenin adı “Suriye Cumhuriyeti” olarak değiştiriliyor. Yani etnik kimlik çoklu hale getiriliyor. Oyun, Türkiye’de sürdürülen ile aynı. 

- Gene Anayasanın birinci maddesi, ülkenin üniterliğine vurgu yaparken, 
Kürtlere “özerklik” verilmesini içeriyor. Belgede, idari bölgelerin bölgesel esasa 
dayanarak, kendi dillerini seçme hakkı da tanınıyor. Bu da Kürtçenin özerk bölgede Arapçanın yanı sıra resmi dil olmasının önünü açıyor. 

- Cumhurbaşkanı aynı zamanda genelkurmay başkanı olmayı sürdürse de 
yetkileri, oluşturulacak olan “Bölgeler Meclisi” tarafından kısıtlanacak. Barzani tipi bir Kürt Yönetim Bölgesi’nin kurulacağına dair bir işaret. 


Özetle, taslakta Kürtlere özerklik, Kürtçeye resmi statü tanınırken, Esad’ın 7 yıl 
daha görevde kalması yönünde düzenlemeler yer alıyor. Ama işin aslı Ruslar, Esat’ın kalması için çok ısrarcı olmayacak. Suriye ve Libya’da yeni askeri üsler kuran Ruslar, Esat’ın yerine kendi çıkarlarını koruyacak birini getirerek, Esat’ın gitmesini koz olarak Sünni ülkelere karşı kullanılması söz konusu. Türkiye, plana bir şekilde ikna edilecek ya da kabul etmek zorunda kalacak. YPG/PKK özerk bölgesi için, Türkiye’ye “ Bakın Rusya’da da özerk bölgeler var ama biz bütünlüğümüzü koruyoruz ” diyecekler. 

Sonuçta, Türkiye’de yeni plan kamuoyuna “ Esat gitti, başardık ” diye açıklanacak. 

ABD’nin Koruma Bölgesi Önerisi.. 

Türkiye için asıl sorun PYD bölgesi ve ABD’nin tutumunun ne olacağı idi. İşte 
tam da bu esnada yeni ABD başkanı Trump’ın Suriye’de güvenli bölge oluşturulması ile ilgili talebi geldi. Trump, güvenli bölgenin gerekçesi olarak mülteci sorununu yani göç akımının dizginlenmesini öne sürüyor. ABD’nin PYD ile devam eden askeri işbirliğinin arkasında burada bir Kürt özerk bölgesi kurmak olduğunu hepimiz biliyoruz. Daha önce de yazdığımız gibi ABD ve Rusya’nın Suriye planları bir genel çerçeve içinde uyumlu gidiyor. Bunun çerçevenin iki temel unsuru Esat’ın gitmesi konusunda ısrarcı olmamak ve PYD bölgesinin özerkliğidir. Her ne kadar Ruslar, ABD’nin güvenli bölge önerisinden “Öncesinde haberimiz yok” deseler de ABD’nin güvenli bölgesi, Suriye’nin geri kalan %50’sinde yani PYD bölgesinin korunması misyonunu temsil ediyor. Güvenli bölge oluşturulması BM Güvenlik Konseyi kararı gerektirir, askeri bir koalisyon gerektirir. Bütün bunlar yakında daha net tartışılmaya başlanacak. ABD ve Rusya, Türkiye’yi ne kadar dinleyecekler nasıl ikna edecekler 
göreceğiz. Ancak, Astana’ya ABD ve BM’nin gelmesine İran karşı çıktığı halde Rusya dinlemedi. 
Bugünlerde aniden İngiltere ve Almanya başbakanları yani Ortadoğu 
oyununun asıl gölge oyuncuları birbiri ardına Türkiye’ye geliyorlar. Alman BND 
ajanları güney sınırlarımızın içinde ve dışında kaynıyor ve PKK’nın Avrupa’daki 
hamisi. İngiltere ise, ABD ile birlikte, özel kuvvetleri ile YPG/PKK saflarında eğitim ve silah desteği sağlıyor. Özetle, Suriye’nin %50’si için planlar devreye giriyor ve Suriye’nin Batısı için istediğini almış olan Rusya, doğusu için çok ısrarcı olmayacaktır. Ukrayna nedeni ile ambargoya maruz kalan Rusya, Trump ile anlaşmaya ve Kırım karşılığında Suriye’nin doğusunu özerk bölge kurgusuna 
bırakmaya razı olacaktır. Ruslar, Amerikalılar gibi uzun vadeli projeler yapmazlar, daha kısa vadeli ve pragmatik sonuçlara ilgi duyarlar. Rusya için hiçbir devlet kendileri ile eşit değerde değildir; Rusya her zaman daha eşittir. Suriye ve Libya’ya yerleşmek onlara göre NATO’nun genişlemesini önlemeye yönelik çok önemli fırsatlar oldu. Şimdi Kırım için “de facto” durumu meşru hale getirmek zamanıdır. 

Suriye’nin doğusu elindeki en önemli kozdur. Üstelik YPG/PKK ile ilişkilerini hiçbir zaman bozmamaya, onları tamamen ABD’nin kucağına itmemeye dikkat etmiştir. 

Türkiye için Suriye’de başarı; sınırlarını korumak, askerlerini daha fazla şehit 
vermeden ara bölgeden çekmek ve PYD bölgesinin özerk hale gelmesini önlemek yani 2011’e dönmek olacaktır. Ama artık Suriye hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. 

Türkiye, ne özerk bölge ne de ABD’nin Önerdiği Koruma bölgesi Tuzağına Düşmemelidir. 



***

24 Şubat 2017 Cuma

KARDEŞ ÜLKE SURİYE..


KARDEŞ ÜLKE SURİYE..











YAZAN;
Yasin ATLIOĞLU 
18 Eylül 2009

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 16 Eylül’de Türkiye’ye yaptığı “iftar ziyareti” Suriye Türkiye ilişkilerinin geleceği açısından önemli sonuçlar doğurdu. Dostluk ve işbirliğinin ön plana çıkarıldığı ziyarette iki ülkenin dışişleri bakanları, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması’nın altına imza attı. Böylece gelişen ilişkilerinin bir yansıması olarak iki ülke karşılıklı olarak sınır geçişlerinde vizenin kaldırıldığını açıkladı. 

Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, Beşşar Esad onuruna verilen iftar yemeğinde tarih, coğrafya ve kader ortaklığından bahsetmekle birlikte iki ülke halkının paylaşımcı ruhuna ve ortak düşmana karşı fedakârlıklarına da vurgu yaptı. Erdoğan Suriye halkına “onlar bizim kardeşimiz” derken iki ayrı ülkeden çok ortak bir coğrafyayı tasavvur ediyordu.  Erdoğan’ın “ortak düşmanı”  ise –açıkça söylemese de- bu coğrafyada hegemonya kurmaya çalışan Batılı devletlerdi. Erdoğan’ın sözleri, Türk dış politikasındaki çevre ülkelerle “sıfır sorun ilişkisi” çerçevesinde işbirliği ve dayanışmayı arttırma ve bir barış ve refah alanı yaratma stratejisinin bir parçası olarak görülebilir. Türkiye’nin bu politika stratejisinin dinamik uluslararası konjonktürde aktif diplomasi ile önemli sonuçlar ortaya çıkardığı aşikâr. Bu bağlamda Suriye’nin Türk dış politikasında özel bir yeri söz konusudur. Suriye ile kurulan özel siyasi ve diplomatik bağlar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik hareket kabiliyetini ve etkililiği arttırmaktadır. Ayrıca iki ülke arasındaki ilişkilerden bahsederken “gelişme” kelimesi yerine “canlanma” kelimesini kullanmak daha anlamlı. İlişkiler, 1950’lerden itibaren Soğuk Savaş psikolojisine ve güvenlik algılamaları ile tarihsel olaylardan yola çıkarak insanların kafalarında oluşturulan ön yargılara kurban edilmişti. 2000’li yıllarda ise ilişkilerdeki potansiyel karşılıklı diplomatik çabalar ve uluslararası sistemin elverişli yapısı sayesinde tekrar canlandırılmıştır. Özellikle iki ülkenin bölgesel güvenlik ve çıkar algılamalarının çakışması birbirlerine yaklaşma sürecini hızlandırmıştır.

Esad’ın Türkiye ziyareti ve iki ülke ilişkilerinin ulaştığı boyut Türk medyasında farklı tepkileri ortaya çıkardı. Esad’ın ziyareti öncesi Türk gazetecilerle Şam’da yaptığı mülakat, Türk medyasının gelişmeleri öncelikle “ Demokratik Açılım ” çerçevesinde yorumlamasına yol açtı. Türk gazetecilerin Türkiye’deki “Demokratik Açılım”la ilgili sorduğu soruya Esad’ın verdiği cevap, Suriye’nin Türk hükümetine verdiği bir destek ve Suriye’nin bu açılımın bir parçası olarak değerlendirilmesini getirdi. Mülakata katılan Türk gazetecilerin çoğu Suriye’yi Türkiye iç politikasına müdahil etme çabası içinde göründü. Esad, PKK terör örgütü içerisindeki teröristlerin illegaliteye bulaşmadıkları sürece Suriye’ye dönebileceklerini söylemişti. Esad’ın sözlerini yorumlarken Suriye iç politikasındaki dengeleri ve Esad yönetiminin ülkesinde ve bölgede güvenlik eksenli bir Kürt yaklaşımı sergilediğini iyi bilmek gerekiyor. Esad yönetimi, Suriye içerisindeki bazı Kürt grupların –özellikle PKK terör örgütünün uzantısı olan PYD- varlığından rahatsızdır. PYD’nin 2004 yılında Kamışlı’da çıkan Kürt ayaklanmasındaki rolü ve şu an pek çok üyesinin Suriye cezaevlerinde olması Esad yönetiminin ülkedeki ayrılıkçı Kürt gruplara karşı sert bir tutum takındığını göstermektedir. Bu tavrın temel sebebi, Irak’taki ABD işgali ve Kuzey Irak’ta güçlenen Pan-Kürtçü söylemler ve bu söylemlerin Suriye’ye etkileridir. Diğer yandan Suriye, Türkiye ve İran’ın üniter devletlerinin bekası ve güvenliği için terör ve şiddete başvuran Kürt örgütlere ortak güvenlik algılamalarıyla yaklaşmasını doğal bir durum olarak değerlendirmek gerekiyor.

Suriye ve Türkiye gibi ciddi güvenlik sorunlarına sahip olan iki ülkenin, ilişkilerini karşılıklı vizeleri kaldırma boyutuna getirmesi pek çok kişi tarafından olağanüstü bir gelişme olarak nitelendirdi. Özellikle hükümete yakın Türk medyası ve köşe yazarları, -belki de Başbakan Erdoğan’ın “son 7 yılda ilişkilerde çok mesafe aldık” sözünden cesaret alarak- Suriye ile ilişkilerde gelinen noktayı sadece AKP hükümetinin 2002 sonrası uyguladığı aktif dış politika stratejilerinin bir sonucu olarak görmeyi tercih etti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Suriye’ye yaptıkları çok sayıdaki diplomatik ziyaret muhakkak ki önemli etki uyandırmıştır. Fakat ilişkilerin düzelmesi 1998’lere kadar götürülecek daha uzun bir sürecin sonucudur.  Son 7 yıl içerisinde AKP hükümetinin Suriye ile ilişkilerde uyguladığı aktif diplomasiye odaklanırken aslında iki ülke ilişkilerindeki düzelme sürecinin başlangıcının 1998’deki Adana Protokolü olduğunu ve Türkiye eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye’ye yaptığı iki stratejik ziyaretin önemini unutmamak gerekiyor. Suriye ile ilişkilerdeki gerginlik ve güvenlik sorunları, 1998’den sonra alt düzey diplomatik temaslarla (Cumhurbaşkanı Sezer’in Haziran 2000’deki Şam ziyareti ile birlikte) yumuşatılmış ve 2003’den itibaren üst düzey ziyaretlerle yükselişe geçmiş ve çok taraflı hale gelmiştir. Suriye’nin zor günler yaşadığı bir dönemde (Hariri Suikastı sonrası) küresel güç ABD’nin baskılarına rağmen Cumhurbaşkanı Sezer’in Şam’ı ziyaret etmesi Suriye yönetimi ve halkı tarafından Türkiye’nin desteği olarak algılanmış ve büyük bir minnettarlık uyandırmıştı. Bundan dolayı Suriye Türkiye ilişkilerinin yeniden inşasında dört siyasi lidere özel vurgu yapmak gerekiyor: Beşşar Esad, Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan.

Gelelim vizenin kaldırılması olayına. Sınır geçişlerinde vizenin kaldırılmasının iki halkın kültürel ve ticari etkileşimini yakın gelecekte daha fazla arttıracağı aşikâr. Her şeyden önce iki ülke arasında Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra çizilen sınır, bölgenin coğrafi, kültürel ve ticari gerçekleriyle bağdaşmıyordu. Vizenin kaldırılmasıyla normal duruma geri dönüldü. Fakat bu gelişme özellikle Türkiye’deki radikal İslamcı çevrelerce dine dayalı bir Suriye-Türkiye birliğinin bir aşaması olarak algılanmaktadır. Bu duygusal yaklaşım bölgenin realitesinin çok uzağındadır. İlişkilerde kullanılan coğrafi, kültürel ve dini ortaklıklar bir amaç olarak değil bölgenin barış ve refahına katkı yapacak araçlar olarak görülmelidir. Ayrıca Suriye ile iyi ilişkiler belli kişi veya partiye indirgenmeden bir devlet politikası olarak sürdürülmelidir. Vizenin kaldırılması sonrası artarak devam edecek karşılıklı turistik, kültürel, eğitimsel ve ticari gidiş gelişler, kafalardaki tarihsel önyargıların ve ötekileştirmelerin ortadan tamamen kaldırılmasına hizmet edecektir. Bu da iktidarda kim olursa olsun iki ülkenin birbirlerini daha kolay anlayabilmelerini ve ilişkilerde ulaşılan ileri seviyenin geliştirilmesini sağlayacaktır.

Son olarak Aralık 2004’te Başbakan Erdoğan’ın ilk Suriye ziyaretinden beri iki ülkenin, birbirlerini tanıma konusunda oldukça fazla yol kat ettikleri bir gerçektir. Tabi ki iki ülkenin karar alıcılar ve halk düzeyinde yapması gereken daha çok şey var. Erdoğan’ın ilk ziyaretini hatırlıyorum da daha karşılama töreninde birçok diplomatik becerisizliğe şahit olmuştuk. Türk heyeti Şam havaalanına geldiğinde Suriye bandosu Türk Milli Marşı’nı kötü çalmış, törende kullanılan Türk bayrağı resmi ölçülerde değildi ve basın toplantısındaki Türk tercüman Erdoğan’ı Türkiye Cumhurbaşkanı olarak sunmuştu. Zamanla böyle becerisizliklerin ortadan kalktığını düşünüyordum ki Türkiye’nin en köklü haber ajansı Anadolu Ajansı Esad’ın son ziyaretiyle ilgili geçtiği haber dikkatimi çekti. “Başbakan Erdoğan, Lapseki ile Gazimagosa arasında feribot seferleri başladığında KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının duyduğu heyecanın tarif edilemez…” diyordu Anadolu Ajansı. Haberi hazırlayanlar Suriye’nin önemli liman kenti Lazkiye’yi Çanakkale’nin Lapseki kazasıyla karıştırıyordu. İşin kötüsü ajanstan haber alan birkaç Türk gazetesi de haberi bu şekilde okuyucuya verdi. Bunun basit bir dikkatsizlik olduğu söylenebilir. Diğer yandan Türk basın mensuplarının Esad’ın ziyareti ile ilgili (bilgi eksikliğinden kaynaklanan) yetersiz yorumlarıyla birlikte düşünüldüğünde Türk medyasının en uzun sınır komşusu Suriye’yi iyi tanımadığının bir işareti olarak da değerlendirebiliriz. Sanırım vize de kaldırılmışken Türk medya mensuplarının Suriye’yi daha sık ziyaret etmesi gerekiyor.


22 Şubat 2017 Çarşamba

Bölücü ve Yıkıcılara.., Ulusal Dayanışmayla Karşı Koyacağız!



Bölücü ve Yıkıcılara.., Ulusal Dayanışmayla Karşı Koyacağız! 

Yekta Güngör Özden

12.05.2003/Sayı:30 

Ulusumuzu derinden düşündürüp kaygı duyuran yüksek öğrenim kurumlarındaki anlamsız ve sakıncalı kavgaları üzüntü ve endişeyle izliyoruz. Geleceğimizin güvencesi gençlerimizin, bilimsel donanımlar kazanarak insanlık ve yurttaşlık bilinçlerini güçlendirip yararlı hizmetlere hazırlanacak yerde uygar tartışmayı, özgür düşünceyi gözardı ederek birbirine kıyacak biçimde düşmanca ayrılmalarını, öğrenim-eğitimin barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını kana bulamalarını her yönden tehlikeli buluyoruz. Gençlerimizin siyasetle ilgilenmelerinin verdiği mutluluklar, katılık, bağımlılık ve saplantılarla gölgelenmemeli, kavgalarla kararmamalıdır.

Varlık nedenleri, yaşam felsefesi olan Atatürk ilkeleriyle Atatürkçülere saldırıyı beceri sayan, medyanın kimi köşelerine kurulmuş, kimlikleri, kişilikleri, düşkünlükleri bilinen yeşil sermaye destekçisi, laiklik karşıtı, patron buyruğundaki kimi yazarcıkların kışkırtmalarına kapılmak asla bağışlanamaz. Şeriatçılarla bölücülerin, günümüz iktidarının tutumuna, iktidara ayak uyduran yöneticilere ve emirlerindeki güçlere güvenerek kalkıştığı saldırılar, üstelik Atatürk Türkiyesinde Atatürk fotoğraflarına katlanamama hastalığı, köktendinci girişimleri, kadrolaşmaları, hukuk ve anayasa tanımazlığı, yağmacılığı gelişme sayan, silahlı kuvvetlere sataşan, yazdıkları anlaşılmayan, okuduğunu anlamayan, iktidar ve körükörüne AB, ABD, IMF şakşakçısı medya tetikçilerinin, dönek ve sapkınların ortak niteliğidir. Bölücü ve yıkıcılarla, yeni mandacılarla kolkola sürdürülen kötülüklere ulusal dayanışmayla karşı konulacaktır. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü niteliğini kimse yıkamayacaktır.

Gençlerimizi, Atatürkçü doğrultuda birleşmeye, özveride bulunan ailelerini üzmemeye, aileleriyle yükseköğretim yöneticilerini etkin önlem almaya, kolluk güçlerini yansız 
davranmaya çağırıyor, sorumluların bir an önce etkin yaptırımlarla durdurulmasını öneriyoruz.


http://www.turksolu.com.tr/30/ozden30.htm


AKP Ordu’yu Hizaya Çekmeye çalışıyor



AKP Ordu’yu Hizaya Çekmeye çalışıyor


İnan Kahramanoğlu

18.08.2003/Sayı:37


AKP hükümetinin Meclis’ten geçirdiği 7. uyum paketinde yeralan MGK’nın sivilleştirilmesi tartışmaları sürerken toplanan Yüksek Askeri Şura hükümetle ordu arasında yaşanan çatışmanın boyutlarını bir kez daha ortaya koydu.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ilk kez başkanlık ettiği YAŞ toplantısında Ordu ile hükümet arasında yaşanan söz düellosu toplantının asıl gündemi olan terfileri bir anda arkı plana attı.

İrticai faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle Ordu’dan ihraç edilmesi istenen 18 subay ve astsubayın ihraç kararlarına muhalefet şerhi koyan Başbakan Tayyip Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül askerlerin sert tepkisiyle karşılaştı.

AKP’ye Karşı Ordu-Millet işbirliği

İhraç kararlarını imzalamayacağını söyleyen Gönül’ün sözleri üzerine irticai faaliyetlerde bulunan bir astsubayın sarıklı ve cübbeli fotoğrafları yansıtılarak Erdoğan ve Gönül’ün itirazlarına yanıt verildi.

1. Ordu komutanı Orgeneral Çetin Doğan ihraç kararlarına muhalefet şerhi koyulmasına sert tepki göstererek Tayyip Erdoğan’ı “TSK’yı rencide etmeyi, etkinliğini ortadan kaldırmayı ve yönetim biçiminde köklü değişiklikler yapmayı planlamak”la suçladı.

Doğan’ın “Türk halkının AB sevdasını da arkanıza alarak bu yolda gidiyorsunuz. Günü geldiğinde bu yaptıklarınızın ayırdına varacak ve hesabını soracak güç mutlaka çıkacaktır. Ama bu güç sanmayın ki bir askeri müdahale olacaktır. Gerekirse ordu-millet işbirliğiyle sonuç alınacaktır” şeklindeki sözleri Ordu’nun AKP hükümetine yönelik tepkisinin boyutlarını da göstermiş oldu.

Doğan’ın açıklamaları diğer komutanlar tarafından da desteklendi. Doğan’ın konuşmasının ardından söz alan Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman da Doğan’ı destekleyererek “Kadrolaşmadan, köylere kadar inen irtica faaliyetlerine kadar, hepimizi rahatsız edecek bir icraat sözkonusu. AB’ye şu aşamada alınmamızın söz konusu olmadığını bildiğiniz halde, laik dokuyu bozacak her türlü hareketi AB gerekçesine sığınıp yapıyorsunuz” şeklindeki sözleriyle hükümetin gerçek niyetlerinin ordu tarafından kavrandığını ve hükümetin faaliyetlerini dikkatle takip edildiğinin işaretlerini verdi.

Ordu’yu hizaya çekme çabaları

Bu suçlamalar karşısında zor durumda kalan Erdoğan’ın “TSK’yı rencide etmek gibi bir niyetlerinin olmadıgı” yolundaki sözlerine rağmen yaşanan gerilim toplantıya ara verilerek geçiştirilmeye çalışıldı. Tayyip Erdoğan teamül gereği sadece ilk günkü toplantılara başkanlık etmesi gerekirken Turgut Özal’dan sonra ilk kez toplantının bütün oturumlarına başkanlık ederek Ordu üzerinde denetim kurma ve Ordu’yu hizaya çekme niyetini açığa vurmuş oldu.

AKP hükümetinin sekiz aylık icraatların tümü de aslında Ordu’yu etkisizleştirerek siyasetin dışına itmeye hedefliyordu. Son olarak 7. Uyum paketinin de Meclis’ten geçmesiyle birlikte Kuvvet Komutanlarının MGK dışında bırakılmasının yanısıra MGK Genel Sekreterliği’nin sivilleştirilmesi, YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması, Ordu harcamalarının Sayıştay denetimine tabi kılınması gibi düzenlemeler, AKP’nin orduyu tasfiye planının diğer aşamaları.

AKP’nin Ordu’yu tasfiye planı AB ve ABD’nin çıkarlarıyla da örtüştüğü için bu plan ABD-AB-AKP ittifakı tarafından adım adım uygulamaya konuyor ve bugünkü haliyle bakıldığında bu planının büyük ölçüde başarıya ulaştığını da görmek zorundayız.

Ordu’ya yönelik bu saldırı planı Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu tarafından da açıkça ifade ediliyor. Papandreu, Türk hükümeti ile Ordu arasında bir çatışma var. Ordu’daki bazı değişikliklere hükümetin müdahale etmesi ihtimali var. Asker istemediği değişiklikleri gerçekleştirdiğini görüp olay çıkarabilir ya da hükümet, Ordu’da yapmak istediği değişiklikleri mazeretlendiremeyeceğinden dolayı zor durumda kalabilir. AKP Kıbrıs meselesini de kapatmak istiyor” diyerek AKP’nin gerçek niyetini ortaya koyuyordu.

Büyükanıt: Kimse TSK’yı hizaya getiremez

Tayyip Erdoğan ve Vecdi Gönül’ün YAŞ toplantısındaki tutumlarına yanıtsa Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevinden 1. Ordu Komutanlığı’na terfi eden Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan geldi. Büyükanıt, AB uyum yasaları ile askerin hizaya getirildiği yorumlarına “İstikametimiz doğrudur. İstikametimiz doğru olduğu için bizi kimse hizaya getiremez” diyerek kaşılık verdi.

Büyükanıt’ın Erdoğan ve Gönül’ün ihraç kararlarına muhalefet koymasına tepkisi ise daha sertti. Büyükanıt “... ‘YAŞ kararları yargı denetimine açık olmadığı için muhalefet ediyorum” diyerek, anayasanın bir hükmünü yok kabul etmemiz mümkün değildir” sözleriyle Erdoğan ve Gönül’ü suçladı. “Bu YAŞ’ta hukuk ihlali oldu mu” sorusuna da Büyükanıt “Evet, oldu” yanıtını verdi.

Böylelikle ilk olarak dönemin başbakanı Abdullah Gül’ün YAŞ kararlarına muhalefet koymasıyla başlayan Ordu’ya meydan okuma girişimlerninin başbakan Tayyip Erdoğan tarafından da aynen devam ettiririleceği görülmüş oldu. Gül’ün muhalefet şerhini “Başbakan irticaya cesaret verdi” sözleriyle eleştiren Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten sonra bu kez de Büyükanıt’ın açıklamaları hükümete açık birer uyarı niteliği taşıyor. Fakat Erdoğan’ın son açıklamaları ve AKPlilerin toplantıya ilişkin değerlendirmeleri bu uyarıların AKP tarafından pek dikkate alınmadığını göstermekte.

Protokolde Türban Krizi

YAŞ toplantısında ortaya çıkan gerilim toplantıdan sonra da sürdü. Başbakan Erdoğan’ıın eşinin türbanlı olarak katılacak olması dolayısıyla komutanlara vereceği yemeği iptal etmesinin ardından Genelkurmay Başkanı Özkök de Askeri Şura üyelerine vereceği yemeği protokolden çıkarttı ve böylece Tayyip Erdoğan yemeğe davet edilmemiş oldu.

Türban krizini manşetlerini taşıyan Şeriatçı basın da Ordu’ya yönelik saldırılarının dozunu iyice arttırdı. YAŞ karalarının yargı denetimine açık olmamasının antidemokratik olduğu propagandasına girişen Şeriatçı basın Ordu’nun siyaset üzerindeke etkisinin yok edilmesi çağrılarını yeniledi. Şeriatçı basının esas hedefi ise Yaşar Büyükanıt oldu.

Büyükanıt’ın Erdoğan ve Gönül’ün tavırlarını “Anayasa’ya aykırı” olarak nitelendirmesini hazmedemeyen Şeriatçı gazeteler Büyükanıt’ı ağır bir dille suçladılar. İhraç kararlarının yargı denetimine tabi olmadığı için hukuka aykırı olduğunu söyleyen ve Avrupa kapılarında adalet arayan şeriatçılar Avrupa İnsan Haklanı Mahkemesi’nin kararlarını ise görmezden gelmeyi tercih ettiler. Oysa AİHM bugüne kadar Ordu aleyhine açılan 107 davada “YAŞ kararlarının ceza kanunu çerçevesinde incelenemeyeceği ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adli yargıyla ilgili maddesine aykırı olmadığı” gerekçesiyle ihraç kararlarının hukuka aykırı bir yönünün bulunmadığına karar vermişti.

Gözler 30 Ağustos’a çevriliyor

AKP iktidarının devlet içindeki şeriatçı kadrolaşmadan dış politikadaki tavırlarına kadar her alanda Cumhuriyet’in temel niteliklerini ve Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit eden politikalarının önümüzdeki dönem içinde daha da hız kazanacağı düşünüldüğünde AKP tehlikesine karşı Ordu’nun nasıl bir tavır alacağı ise merak konusu. Ancak Çetin Doğan ve Aytaç Yalman’ın açıklamalarının Genelkurmay Başkanlığı tarafından yalanlanmadığı düşünüldüğünde Ordu’nun sürece müdahale etme ihtimali özellikle Şeriatçı ve Amerikancı gazetelerin canını oldukça sıkmışa benziyor.

Bütün gözler Ordu’nun 30 Ağustos sonrasında oluşacak yeni komuta kademesinin tavrına kilitlenmiş durumda. Şeriatçı basınsa Ordu’yu tasfiye planının uygulanmasını kolaylaştırmak için Ordu düşmanlığının dozunu günden güne arttırıyor.

Şeriatçı Vakit gazetesi, AKP iktidarına Ordu millet işbirliği ile müdahale edileceğini söyleyen Çetin Doğan’a saldırırken Doğan’ın 28 Şubat sürecindeki bir sözünü hatırlatıyor: “TSK, laik,demokratik ve sosyal hukuk devletini bozmak isteyen ve içeriden kaynaklanan tehditlere karşı da sorumluluk sahibidir. bu, sadece bizim değil, tüm yurttaşların sorumluluğudur. Ancak bizim farkımız elimizde silah olmasıdır. Silah olduğu için doğru yerde, halkın istediği yönde ve doğru zamanda kullanma bilincindeyiz”

Şeriatçılarn bütün bu saldırganlıkları aslında yaşadıkları korkudan kaynaklanıyor.


http://www.turksolu.com.tr/37/kahramanoglu37.htm


Ulusal Onurun Simgesi YARGI,



Ulusal Onurun Simgesi  YARGI,



Yekta Güngör Özden
Ulusal onurun simgesi: Yargı

(“Yargı Reformu”ndan söz edilen günümüzde karşılaştırmak ve nelerin değiştiğini saptamak için 10 yıl önce, 6 Eylül 1999’da yayımlanan yazımı yeniden yayıma veriyorum.)

Gerçekdışı savlar, gözdağları, baskılar, kimi yakışıksız suçlamalar ve ülkeye hiçbir yararı dokunmamış, tersine, onarılmaz yıkımlarla büyük zararlar vermiş kimilerinin yasaklarının kaldırılması bağımsızlığın yitirilmesi olasılığından daha önemliymişçesine gerçekleştirilen hukuka aykırı Anayasa değişiklikleriyle çocuk kandırırcasına yapılan Siyasi Partiler Yasası değişikliği yakınmaları sürerken yeni bir adalet yılına girilmektedir. Tören ve toplantılarda konuşmalar yapılacak, bir önceki yıl ne olmuşsa yine aynı görünümler izlenecektir. Özde değişen hiçbir şey yoktur. Yargı konusunda yıllardır Baro Başkanları, Türkiye Barolar Birliği Başkanları, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarıyla Anayasa Mahkemesi Başkanları değinmedik sorun, dile getirilmedik kavram bırakmadılar. Öneriler, dilekler, eleştiriler, uyarılar sıralandı. Ama sonuç değişmedi, sorunlar çözümlenmedi, giderek büyüdü ve arttı. Kimilerinin alıntı, saptırma ve yanlışlıkları içeren konuşmaları yeni sanılarak abartılarla verildi. Oysa, yazılması geciken kararlar, savsaklamalar, uygulama yanlışlıkları, değişik yandaşlıklar ve karşıtlıklar, çelişkiler, aykırılıklar, bozukluklar, yakınılan sorunların başında gündemi oluşturmaktadır.

Ne kadar acıdır ki 1961 Anayasası’nın karşılığı, hem de askerlerin yönetiminde 1982 Anayasası’yla alındı. Öbür siyasetçilerin ve partilerinin yapamayacağı kötüye doğru Anayasa değişikliği de değiştiğini söyleyen Ecevit’e yaptırıldı. Avrupa Birliği Temsilcisi’nin övgüsü, ABD Dışişleri ilgilisinin açıkladığı “buyruk”, borsanın çılgınlaşması, eğilimi ve kişiliği bilinen kimi yazarların goygoyculuğu bir rastlantı değildir. Böyle bir ortamda adalet yılına umutla başlamak olanaksızdır. Adalet, hukuk, insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı konusunda şiirsel nitelikli çok güzel sözler söylenebilir. Çok etkili yazılar yazılabilir. Değişik tanımlarla, kavramlar ve kurumlar anlatılabilir. Önemli olan yaşamsal gerçekleri vurgulayıp olumsuzlukları kaldırarak olumlu yönelişlere girmektir. Şimdiye değin hiçbir şey yapılmamış değil, bir şeyler yapıldı ve yapılıyor. Ama yerinde, zamanında ve yeterli değil. Hâlâ Osmanlı döneminden kalma yasalar yürürlükte. Hâlâ herkesin yakınır göründüğü 1982 Anayasası yenilenemiyor. 12 Eylûl’dan 6 Aralık 1983’e değin çıkarılan yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetleme yolunu kapatan Anayasa’nın geçici 15. maddesi bile kaldırılamıyor. Bu madde kapsamına giren düzenlemeleri TBMM bir maddelik yasayla yürürlükten alıkoyabilir. Kurban derilerinin toplanmasında THK.nu dışlayan uygulamayı kimlerin sağladığı, hangi kulüp yöneticilerinin, hangi holding patronlarının adının geçtiği, Fethullah Gülen’e dayanıp dayanmadığı bile araştırılmıyor. Kimi yüksek mahkemelerde siyasetçilerin kurtarılması, Daire Başkanı’nın kovuşturulması nasıl sonuçlanıyor, mescitler nasıl yenileniyor, türbana yakınlık söylenerek nasıl oy toplanıyor, bir yere seçilmek için neler yapılıyor, üzerinde durulup önlemler alınmıyor. Üye, yargıç, savcı seçim ve atamalar nasıl yapılıyor, siyaset nasıl el atıyor, Bakanlıkta kimi genel müdürlükler kimi Bakanlarca nasıl karargâh durumuna getiriliyor ve niçin dokunulamıyor, çok kimsel bilmiyor, ilgilenmiyor. Yapıda bozukluk varsa, hukuk öğretiminden meslekiçi eğitime kadar tüm gerekler gözardı ediliyorsa, insan gücünde nitelik aranmıyorsa, yargıdan bir şey beklemenin anlamı yoktur. Çoğu özveriyle çalışan yargı ilgilileri de tasalanmaktadır.

Sözde, kağıt üzerinde hukuk devleti değil, tüm nitelikleriyle çağdaş hukuk devleti için Anayasa mutlak değiştirilmeli, yargının bağımsızlığı, yargı kararlarının duraksamasız yerine getirilmesi sağlanmalı, insan hakları ve özgürlükler bağlamında sağlıklı güvenceler getirilmelidir. Siyasal partilerin demokrasi ve Anayasa suçu işlemeleri ve bu yolla kapatılmaları önlenmeli, yaptırımlar etkin ve uygar olmalıdır. Siyasî Partiler Yasası, seçim yasaları, temel yasalar, özellikle yöntem yasaları değiştirilerek hızlı, doyurucu, az giderli adalet ulusun hizmetine sunularak toplumsal barış ve ulusal dayanışma güçlendirilmelidir.

Yasama, görme, duyma, iletme ve izleme toplamı yakınmalar ve sorunlar çizelgesini şöyle düzenleyebiliriz:

Yasama organının yaklaşımı, siyasetçilerin sataşmaları, hukuk tekniği yönünden bozukluklar içeren yasalar, KHK’ler; yürütmenin çıkardığı güçlükler, kararların yerine getirilmemesi, kararları geçersiz kılan yeni işlemlerle direnme niteliğindeki düzenlemeler; Cumhurbaşkanının yargı alanındaki aşırı yetkileri; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı; Adalet Bakanlarının ve Bakanlığın tutumu; eski ve yetersiz kurallar; kararların geç yazılması, gerekçelerinin doyurucu olmaması; uzayan davalar, gelmeyen belgeler, dosyalar, kayıtlar ve geciken yanıtlar; yargıç ve savcı boşlukları, mahkeme gereksinimi, bakımsız adliye binaları, araç-gereç yoksunluğu; gereksiz bilirkişi incelemeleri, tanıkların getirtilmesi, gereksiz yazışmalar, yağılan dosyalar; yargıda çalışanların aylıklarıyla özlük haklarındaki aykırılıklar, başkan ayrıcalığı; adalet kolluğunun yokluğu, kolluk güçleriyle ilişkilerde sıkıntı; özensiz seçimler, tarikat ve şeriat yandaşlıkları; siyasetçilerin atamalara ve işlere karışması; mafya etkisi, çeteler, rüşvet söylentileri, üstünkörü incelemeler, şaşırtan sonuçlar, klişe kararlar; duruşma salonlarında dinleyici ve ilgili taşkınlıkları; iş çevreleriyle ilişkiler, kimi geçiler, iş izleme yakınlıkları; memurlarla üniversite ilgililerinin yargılanma koşulları, milletvekili dokunulmazlığı; bilirkişi ödeneği yokluğu ya da azlığı; aday olamayanlarla seçilemeyen adayların mesleğe dönme çarpıklığı; emeklilik yaşının fazlalığı; her olayın mahkemeye gelmesi; harçların ağırlığı; cezaevlerinin terör okulu durumu, ceza sonrası topluma kazandırma; hukuk dilinin eskiliği, yabancı dil bilmeme; Baroların bağımsızlığı, Barolarca avukat atama, adalet yardımı ve Hazine avukatlarının hakları; Avrupa Birliği hukukuna uyum; Hukuk Fakültelerinin çokluğu; Af enflasyonu; medyanın savcı-yargıç yerine geçmesi, suçlama ve karalamalar ile etkileyici ve yönlendirici yayınlar; arşiv yetersizliği. Ülkemizin kültür, yurttaşlık bilinci, toplumsal ve ekonomik düzeyi, kan dâvaları, trafik keşmekeşi, orman, kıyı, imar, arazi, sınır ve benzer sorunları ağırlığı artırmaktadır. Açıkça belirtelim ve soralım: Yargıya yeterli güven, yeterli saygı var mı ve yargı bunu sağlayacak konumda, durumda, tutumda mı? Yanıtlar, gerçeğin anahtarı olacaktır.

Her olgunun başı insan ve eğitimdir. Adalet ve saygısı, hak duygusunun yüceliğine dayanır. İnsan, devlet, demokrasi, hukuk, kişilik, kamu düzeni, Anayasa saygısı ve özeniyle özgürlük tutkusu yurttaşlık bilincimizi dokumamışsa olumlu sonuçlar bir düştür. Çelişkileri, düşkırıcı, tiksindirici olayları izliyoruz. Akçalı sorunları öne çıkarmak yanlıştır. Öncelikle onursal düzenlemeler yapılmalı, etkin yaptırımlarla, antidemokratik kurallar ayıklanarak yapısal aydınlık sağlanmalıdır. Kurumsal güçlenme, güveni ve inanı sağlayacaktır. İlkeli tutum, yansızlık ve doyurucu kararlar, yargının onurunu yükseltecektir. Yargıya “hasta” demek yanlış olduğu gibi “sağlıklı” demek de doğru değildir. İş işten geçmeden çalışılmalı, yargıdaki dayanışma zayıflığı giderilerek örnek çabalara girişilmelidir. Yargısı güçlü olmayan devletin ayakta durması güçtür. İnan ve güven kapısı yargı, devletin, demokrasinin, hepimizin onurudur.

Bilgili, terbiyeli, kültürlü, çalışkan, okuyan, inceleyen, izleyen, sabırla dinleyen, araştıran, iyi sorgulayan, yansız, dürüst, yürekli, özel yaşamında bile özenli, nitelikli, kişilikli, “İnsandan anlayan, insan hukukçu”, özellikle yargıç ve savcı sayısı artmadıkça, yargının sorunları azalmayacaktır. Her erkin, her organın, her kurumun sorunları, önce kendi içinde artar ya da azalır. Dış etmenler sonra gelir. Özlemler, uyumla ve birliktelikle gerçekleşir. Yoksa her yıl aynı sorunları yineler dururuz. Yarınlar da bizi bağışlamaz. Renkli, gösterişli giysiler değil, yürek ve beyin gücüne dayanan ürünler göstergedir. Böyle giderse, Anayasa Mahkemesi’ni, Danıştay’ı kaldırıp yargıyı göstermelik bir yapıya dönüştürme çabalarını izlemek kaçınılmaz olacaktır.

http://www.turksolu.com.tr/252/ozden252.htm


***