21 Şubat 2017 Salı

Fethullah Gülen tartışması ve Diyanet,



Fethullah Gülen tartışması ve Diyanet,



Sedat Ergin

29 Haziran 1999

ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın Fethullah Gülen'i eleştirmekten uzak durması, son tartışmayla ilgili olarak yaptığı hayati bir tespitin geçerliliğini ortadan kaldırmıyor.
Mesut Yılmaz, Fethullah Gülen'in toplumun pek çok katmanından, siyasi liderler, üniversite öğretim görevlileri ve kültür insanlarından gördüğü itibarın kaynaklarını irdelerken, ‘‘Benim görebildiğim kadarıyla bu itibarın altında yatan, o kişinin topluma verdiği imaj ve mesajdır’’ diye konuşuyor.
Yılmaz'a göre, Gülen'in verdiği imajın diğer dini kesimin önderlerinden farklı yönü, ‘‘laik cumhuriyet ile barışık dini lider’’ imajı olmasıdır. Gülen, uzlaşmadan yana, bağnazlıktan uzak mesajlar vermiştir.
Kuşkusuz, Fethullah Gülen'in video bantlarından yayılan ve uzun dönemli bir devleti ele geçirme stratejisini açığa vuran görüşleri, bu şahsın saygın imajını ciddi bir şekilde gölgelemiş, en azından tartışmalı bir hale getirmiştir.
Böyle olsa da, daha önceki algılanan kimliğiyle verdiği mesajların gördüğü ilgi, Türkiye'nin önemli bir sosyolojik gerçeğini ortaya çıkartıyor. Bu sosyolojik olgu, Türk toplumunda dini alanda topluma verilecek mesajlar açısından ciddi bir boşluğun bulunduğudur.
ANAP lideri, ‘‘Eğer vatandaş bu insanlara sarılıyorsa, bundan en fazla sonuç çıkartması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı'dır’’ diyerek, bu boşluğun sorumluluğunu Diyanet İşleri'ne yüklüyor.
Yılmaz, bu tespitinde yerden göğe haklıdır.
Gerçekten de, Diyanet İşleri Başkanlığı toplumun gündemini meşgul eden İslamiyet'in nasıl anlaşılması ve toplum hayatındaki yeri ve rolünün ne olması gerektiği gibi hassas soruların etrafında yürüyen tartışmada önemli bir faktör değildir.
Diyanet'in ürkekliği, meydanı olduğu gibi tarikatlara, -iyi niyetli ya da kötü niyetli- kendilerine din adına fetva verme yetkisi atfeden şahıs ya da gruplara ve din simsarlarına bırakmaktadır.
Türkiye'nin, cumhuriyet felsefesi ile dini bağdaştıracak, çağın gerekleriyle barışık, toplumu birleştirici bir tefsire çoktandır ihtiyacı vardır. Bu, Türkiye'nin gündeminde önemli bir toplumsal ihtiyaç olarak durmaktadır.
Bu tefsiri getirecek ya da bu tefsiri şekillendirecek tartışmayı yönlendirecek olan Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan başka bir kurum değildir.
Çözüm, daha önce de belirttiğimiz gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumunu kuvvetlendirmekten, Başkanlığa toplumun üzerinde görüş birliği içinde olduğu, saygınlığını teslim ettiği ve sözüne baktığı en güçlü manevi otorite kimliğini kazandırmaktan geçiyor.
NOT: Dinci bir gazete geçenlerde bu satırların yazarının mason olduğunu yazdı. Mason değilim. Din adına yola çıkanların bu kadar kolay yalan söyleyebilmelerini de yadırgıyorum. S.E.




YAZARIN 15 SENE SONRAKİ YAZISI,

Gülen’den Tasfiye Edilen kadrolara büyük destek





ULUSAL DURUŞ,



ULUSAL DURUŞ,




Halil İbrahim Şahin,
08.03.2004/Sayı:51

“Ulusal duruş”

3 Mart 1924 tarihi Türk Cumhuriyeti için bir dönüm milattır. Hilafetin kıldırılması, Tevhidi Tedrisat Yasası’nın çıkarılmasıdır. Aklın inanca, bilimin dinciliğe, ulusun-ümmetçiliğe galebesidir.

Türk Kurtuluş ve Kuruluş Savaşı emperyalizme karşı bir devrimdir. Mayası tam bağımsızlık ve ulusal egemenliktir. Bu temel bağlamda Cumhuriyet: Laik, demokratik sosyal hukuk ve ulus devlet nitelikleriyle donatılmıştır. Bu donanım ve dokusu sonucu cumhuriyetimiz her türlü saltanata, servet ve devlet diktatörlüğüne, teokrasiye ve mandacılığa karşıdır.

Bu nedenle cumhuriyet: Fikri-vicdanı, irfanı hür nesiller ister. Bu nesillerin yetişmesi için aklın ve zekanın çağdaş eğitim ve öğretimle terbiye edilmesi gerekmektedir. Öğretim Birliği yasası bu imkanı Türk gençliğine vermektedir. Bu yasa ile eğitim ve öğretimin unsurları aklı, bilimi, laikliği, ulusalcılığı, karma uygulamalı eğitim niteliklerini içermektedir.

Büyük Türk Devrimi ve Atatürk İlkelerine karşıt güçler cumhuriyetin bu kazanımlarını birer birer kaldırarak, ithal malı rejimin yollarını döşemekte etnik-dinsel terör ve emperyalizmden büyük destek görmektedir.

Toplumumuzun yapısı ve ekonomik zayıflığı demokrasiyi besleyemediği için de yokluk-yoksulluk-yolsuzluk ülkenin kaderi olmaktadır. Rant-faiz-temettü sarmalında küreselleşmenin emrinde İMF’ye dayalı bir ekonomi, AB-ABD’nin çizdiği yol haritası ile çizilen siyaset, halkı bilgilendirmeyen bir devlet anlayışı, federal ve şirketleşme anlayışını öngören yasalar ve Kıbrıs. Dayatmalar ve tuzaklar. Ümmet ve misyoner kafası ile çözülemeyen sorunlar yumağı. Geldiğimiz nokta cumhuriyetle kavgalı parlamento, cumhuriyetle kavgalı iktidar, cumhuriyetle kavgalı kadrolaşma, cumhuriyetin yapısını bozan, çıkan ve çıkacak yasalar/Yetmedi Anayasa değişikliği, rejim bunalımı ve kavga.

ADD 1989, kuruluşundan bu yana özelleştirmeden-tahkime, tarımdan hayvancılığa, enerji sorunlarından sosyo ekonomik konulara, eğitimden madenlerimize, işveren ve işçi ilişkilerinden sanayi ve ticarete, YÖK’ten bankacılığa, dış ilişkilerimizden seçim ve siyasal partiler yasalarına, dokunulmazlıktan mal bildirimine, Gümrük Birliği’nden AB ilişkilerine tüm konuları bilim adamlarımızla halkımızın bilgisine sunup çözüm yolları üretirken, hatta bu uğurda başkanımız sayın Aksoy’u ve üyemiz sayın Üçok’u, sayın Mumcu’yu, genel başkan yardımcımız sayın Kışlalı ve daha onlarca Atatürkçüyü kaybederken aydınlarımızın tembelliğinin dayanılmaz hafifliğini yaşadık. Anadolu’yu karış karış gezdik. Atatürk İlkelerini nakış gibi işledik. Üreten halkımız ve gençlerimiz yardımcımızdı. Tütün mitingini Akhisar’da yaptık, mahkemeye verildik. Kars’ta hayvancılığımızı, Denizli’de tarımı, Kahramanmaraş’ta enerjiyi, Kayseri’de eğitimi, Zonguldak’ta sendikacılığı, İstanbul’da sağlığı, Antalya’da köy enstitülerini, Diyarbakır’da Güneydoğu Anadolu bölgesinin sosyo ekonomik yapısını masaya yatırdık. 50’den fazla panelistlerimiz Anadolu’da etkinlikler düzenledi. Şubelerimiz Cumhuriyet ve ulusal tüm bayramlara üreterek katıldılar. Savaşa hayır mitinglerinde yine onlar öndeydi. İstanbul olaylarında maskeli kişiler tarafından vurulanlar da onlardı. TÜRKSOLU ve İleri dergisini de çıkaran onlardı. Büyük bir dayanışma örneği vererek kıskananları çatlatırcasına halkımıza bu ürünlerini intikal ettirenler de onlardı. Kıbrıs için, Denktaş için ilk imza kampanyasını açarak diğer gençlere örnek olanlar da onlardı.

Cumhuriyet’in yıldönümü yürüyüşünde “ Ordu Göreve ” pankartını da açanlar onlardı. Bu nedenle beyin yoksulları ve cep varsılları ve mütareke basını tarafından linç edilmek istenenler de onlardı. Onlara darbeci diyenler, onları ithal malı rejimlerle özdeşleştirenler herhalde bugün özellikle 3 Mart 2004 tarihinde Ankara’da ATO salonlarında yapılan ADD ve diğer kuruluşların ortak etkinliğine Ordumuzun sayın komutan ve eşlerinin ve sayın rektörler ve sayın öğretim üyelerinin katılımları karşısında özür dileyeceklerdir. Vizyon sahibi bu gençlerimiz çok önceden ulusal duruş ve ulusal refleks için çağrısını zamanında yapmıştır. Ulusumuz tüm kurum ve kuruluşları ile Cumhuriyet karşıtı iç ve dış odaklara duruş göstermiştir.

Değerli gençler; Atatürk yolunda adınıza uygun çalışmalarınızla ve üretiminizle sizleri bir defa daha kutluyorum. Genç yaşta büyük projelere imza atınız. Ufuk ötesi görüşlerinizle örnek oldunuz. Çağrınız ulusal duruşun yollarını açmıştır. Bilginizi yüreğinizde ısıtarak tüm Türk gençlerini Atatürk yolunda birleştirdiniz. Öngörünüz sağlam, aklınızın özgürlüğü ve bilginiz yeterlidir.

Sizler ulusal duruşa olan özlemin ve coşkunun cevherleri ve irfanısınız. Ne mutlu hizmet üreten, bilim üreten Türk Gençliğine.

http://www.turksolu.com.tr/51/hisahin51.htm

***

Sabiha Gökçen ve Ermeni Propagandası



Sabiha Gökçen ve Ermeni Propagandası



Cemal Korkmaz,
08.03.2004/Sayı:51

Sabiha Gökçen ve Ermeni Propagandası

Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil kanda mevcuttur.” İstanbul’da, Ermenice ve Türkçe yayın yapan Agos adlı gazetenin genel yayın yönetmeni Hrant Dink, “Diasporalı” yani sürgün kardeşlerine böyle sesleniyor “ Ermeni Kimliği Üzerine ” başlığıyla yazdığı dizinin son yazısında.

Dizinin diğer yazılarında da benzer ifadeler mevcut. Ancak özellikle Atatürk’ün manevi kızı, ilk Türk kadın pilot Sabiha Gökçen hakkında önceki yazılardan birinde ilginç bir iddia yer alıyor. Sabiha Gökçen kendi deyimleriyle etnik olarak Ermeni kökenden gelmekte imiş! Hürriyet gazesi de bu iddiaya balıklama atlayıp manşetine taşıyınca Ermeni meselesi yeniden gündeme geldi.

Sabiha Gökçen, Ermenistan’dan temizlikçilik yapmak üzere Türkiye’ye gelmiş bulunan Gazalcıyan’ın teyzesiymiş iddiaya göre. Kanıtlarıyla beraber de gelmiş Gazalcıyan!

Yıllar önce de yine aynı iddia bu kez Jamanak adlı bir gazeteci tarafından gündeme getirilmiş, Sabiha Gökçen’in hayatta olması nedeniyle olacak pek kayda değer bulunmamış. Ancak iki yıl önce kaybettiğimiz Gökçen, artık cevap veremeyecek durumda olduğu için şimdi bu iddia üzerinden lobicilik yapılıyor. Ne yazık ki bu lobiye Atatürk’ün manevi kızı da alet ediliyor.

Kabul et kurtul!

Atatürkçü kamuoyunda ve bazı iyi niyetli çevrelerde bu iddianın gerçek olmasının herhangi bir şeyi değiştirmeyeceği yanılgısı var. Hatta gerçek olması halinde bunun Atatürk’ün ve Sabiha Gökçen’in saygınlığından birşey yitirmeyeceği aksine artacağı şeklinde görüşler de mevcut. Türk hoşgörüsünün ve insanlığının en güzel örneği! Atatürk’ün de adının karıştırılmasıyla meşruiyet de tamamlanmış oluyor. Formüle edersek: kabul et kurtul!

Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olduğunu bir kez kabul ettiniz ya, arkasından şu soru geleceğini bilin: Atatürk Sabiha’yı nereden evlatlık edindi? Bunun da yanıtı belli: yetiştirme yurdundan. Burası işte zurnanın zortladığı yer. Ermeni tehciri sırasında Sabiha da ailesi soykırıma uğradığı için yetiştirme yurdunda bulunuyordu. Atatürk de haline çok üzüldüğü Sabiha’yı hümanist duyguları nedeniyle evlatlık edinmişti! Yani Atatürk’ün soykırımı kabullendiğinin kanıtıdır bu!

Bir başka boyutu da Atatürk’ün yıllarca bu gerçeği halktan gizlediği, hatta soykırım gibi tarihsel gerçekleri unutturmaya çalıştığı saptamasıdır. Yani Atatürk hem gerçekleri çarpıtmış hem de yıllarca halkına yalan söylemiş!

Bazı çevreler tarafından da Sabiha Gökçen’in Boşnak kökenli olduğu ortaya atılarak işin içinden sıyrılmaya çalışıldı. Bunu da geçtik Sabiha Hanım’ın seceresi ortaya serildi. Meseleyi bu zeminde tartışmanın yanlış olduğunu bilmeliyiz her şeyden önce. Türkiye’de ne zaman bu tip bir olay yaşansa arkasında daima emperyalizm vardır. Kanıtı mı, bugün kürtçü hareketin de alevici hareketin de veya etnik öğelerin malzeme yapıldığı tüm ayrılıkçılığın da arkasında AB ve ABD emperyalizmi olduğunu bilmiyor muyuz? Türk milleti gerek mezhepsel, gerek ırkçı fikirlerle birbirine düşürülerek parçalanmak istenmiyor mu?

Zaten bu iddianın en fazla dikkate alındığı ve propagandasının yapıldığı yerlere baktığımızda da AB’ci ve Amerikancı çevreleri buluyoruz. Benzer şekilde bu takımın kalemşörleri de Ermenilerle dostluğumuzdan ve onlara yaptığımız insanlık dışı muamelelerden dem vuruyorlar. Tehcir, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve en son ülkücülerin Hrant Dink’i tehdit etmesi kınanıyor. Onlara göre bu iddiaları ortaya atan Ermeni kardeşlerimiz değil de tepki gösterenler kışkırtıyor azınlık düşmanlığını.

Hepimiz Kürt, alevi, Laz, Çerkez, Ermeni, Süryani vs. kökenden gelmemize rağmen hepimiz üst kimlik olarak Türk kimliğini kabulleniyoruz ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız! Aslında biz yüzyıllardır bu topraklarda kardeşçe yaşıyoruz! El insaf, madem kardeşiz neden birbirimizi katlediyoruz? Sormadan edemiyoruz Ermeni soykırımı yaptığımızı peşinen kabul eden bu zevata.

Türklüğe karşı Kutsal İttifak

İçinde hainlik kokan bu vıcık vıcık hümanizma oltasına kimlerin geldiğine bakınca da şaşırmıyoruz. Kürtçülerinden, şeriatçılara marjinal bir yelpaze bu. Ama tüm Türk düşmanı çalışmalarda kendilerini yeni bir müttefiklik tabelası altında buluyoruz. Bu sefer tabelayı yapan usta karşıtlar yanyana yazmış.

Abdurrahman Dilipak, Şanar Yurdatapan, Hürriyet Şener (İHD) Av. Lütfü Yılmaz (Mazlumder) Av. Hasan Mollaoğlu (TGTV Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı) Zübeyir Perihan (MKM Mezopotamya Kültür Derneği) AGOS gazetesine topluca ziyarete ve desteğe gitmişler. Benzer olaylara aynı anda ve daha kitlesel tepki verilebilmesi için karşıtları birleştirmişler. Diyalektiğin mucizesi!

Bu gruplar neye ve niçin karşılarmış diye bir soru sorduğumuzda cevabını almak işten değil: Bütün Türklük ve Ordu düşmanlığı yapıldığı konularda.

Zaten iddianın ortaya çıkışından hemen sonra Ordu’nun yaptığı açıklamaya tepki gösterilmişti. “Böyle bir iddiayı tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan yaklaşımdır” şeklinde açıklama yapan Ordu’nun kaygıları anlaşılamamışmış!

İşlerine gelince basın yayın ilkelerini hatırlayan güzide kalemler gösterilen tepkilere de anlam verememişmiş! Ordu gazeteciliğe dahi el atmışmış!

Unuttukları kısmı biz tamamlayalım: “Bu millet artık hain yetiştirmeye de başlamış.”

Azınlık hakları mı Türkiye’yi bölme planı mı?

Ermenilerin ve diğer azınlıkların hakları Lozan’da belirlenmiştir. Azınlıklar hiçbir zaman milletin asli unsuru olmamışlardır. Türkiye’nin paylaşılmasında emperyalizm yandaşlığı ve milli mücadele karşıtlığı yaparak tavırlarını belirtmişlerdir. Bu tarihsel gerçekler varken ve Türkiye’nin kuşatılmasında rolleri belliyken Ermenilerin Türk dostu olduğundan bahsetmek abesle iştigal değilse nedir?

Bu idiiaların arkasında Türkiye’yi kuşatanları ve bunların Türk milletine ne paye biçtikleri sorgulanmalıdır. Ermeni meselesi açısından bakıldığında ancak bu olay yerli yerine oturtulabilir.

Ermenistan’daki ve diasporadaki Ermenilerin nihayi hedefleri Büyük Ermenistan’ı kurmaktır. Bu yolda ilk adım sözde soykırımın kamuoyuna kabul ettirilmesidir. Bunun için de zaman zaman Ararat gibi filmler piyasaya sürülür, bazen de böyle temelsiz iddialar. Soykırım bir kez kabul gördü mü arkasından tazminat ve toprak talepleri de gelecektir.

Bunun için uygulanmak istenen “ Dört T ” adında bir yol haritası olduğu bilinmektedir: Tanıtım, Tanınma, Tazminat ve Toprak... Yani, sözde Ermeni sorunu ASALA vb. terör örgütlerinin faaliyetleriyle tüm dünyada tanıtılacak, soykırım tüm dünya kamuoyunca kabul edilip Türkiyece tanınacak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye’den “ Tazminat ” alınacak ve “ Büyük Ermenistan ” Rüyasını gerçekleştirmek için gerekli olan “ Toprak ” Türkiye’den koparılacaktır!

Türkler’i kendi topraklarında işgalci gören Ermeniler bu iddialarla dünya çapında bir tanınma ve Türk düşmanlığı yapmaktadırlar. ABD’nin de Kafkas hattı projesi yeniden gündeme gelmiş durumdadır. Türkiye’nin bölünmesinde Ermeniler de tarihi tekerrür ettirircesine rollerini oynamaya başlamışlardır.

Zaten Sabiha Gökçen hakkındaki bu iddiayı ortaya atan bay Hrant Dink de yerel yönetimler yasası ve çok kültürlülükten yanadır. Cumhuriyet’e karşı da Osmanlı’yı tercih etmektedir. Dink “ Osmanlı’yı trene benzetecek olursanız, her millet kendi kompartımanında, kendi alanı içerisinde memnundur; Ermeniler de kendi kompartımanlarında bir sistem içinde yaşarlar ” “ Cumhuriyet dönemindeki adaletsizlikler ve eşitsizlikler Osmanlı dönemindeki adaletsizlik ve eşitsizlikten kat be kat fazla olmuştur, oysa Cumhuriyet döneminde laik sistem vardır, Cumhuriyet vardır, demokrasi vardır ” demektedir. Bizim demokrasi havarisi hümanistlerimiz de zaten bunu savunmaktadırlar!

İşte bu iddiaların denklemdeki yerini bulabiliriz. Türkiye’nin parçalanmasına karşı Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen Atatürk ve Sabiha Hanım, Ermeni meselesine bile alet edilmek istenmektedir. Hem de hümanizma havucu ve azınlık hakları sopasıyla...

http://www.turksolu.com.tr/51/korkmaz51.htm,

***

Atatürk’ün Türkiyesi’nin Yeri Mazlumlar Dünyasıdır



Atatürk’ün Türkiyesi’nin Yeri Mazlumlar Dünyasıdır


YILDIZ SERTEL,
08.03.2004 SAYI; 51
Türkiye'nin Yeri Neresi

Küreselleşme aslında emperyalizmin yeni bir biçimi. Dünya çapında çalışanların, emekçilerin, geniş kitlelerin fakirleşmesi, sermayenin daha ziyade mali alana yayılması ve yoksul ülkelerin ekonomilerinin içeriden yıkılması küreselleşmenin kendisidir.

Gelişmiş memleketlerin sermayesi, mali alanlara ve emeğin ucuz olduğu Doğu Asya ülkelerine gidince, gelişmiş kapitalist ülkelerde, Batı Avrupa ve ABD’de üretim azaldı. Batıda sanayisizleşme olarak adlandırılan bu süreç sonunda, işsizlik sadece Üçüncü Dünya ülkelerinin değil, gelişmiş Batı ülkelerinin de sorunu hali geldi.

Küreselleşmeye karşı her yıl Porto Allegre’de yüzbinlerce insanın toplandığı toplantılar oluyor. Buraya dünyanın her tarafından ezilen yığınların temsilcileri geliyor. Asıl sorun büyük sermayenin, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri daha yoğun sömürmesi, sömürgeleşmenin küreselleşmeyle yeni bir biçim almasıdır. Türkiye de küreselleşmenin hedefindeki ülkelerden biridir. Bu noktada Türkiye’nin yerini tekrar belirlememiz gerekiyor.

Türkiye NATO’ya girdi, IMF’yle bağlar kurdu, AB’ye girmeye çalışıyor. Sanki biz Batının bir parçasıymışız gibi bu politikalar uygulandı. ABD bizim stratejik müttefikimiz söylemi bu politikanın en somut göstergesi.

Batının Gözünde Biz Sömürgeyiz

Fakat aslında biz neyiz? Biz onların gözünde bir arka bahçe dahi değiliz. Biz onlar için bir sömürgeyiz. Bunu kabul etmemiz lâzım. Bir kere ekonomimiz IMF’nin elinde. IMF ne emir verirse bizim ekonomi politikamız odur. Dünya Bankası’nın elindeki kredi mekanizmasıyla farklı bir koldan kıskaca alınmış durumdayız. Yabancı sermaye ve ortakları kanalıyla iç sömürü gerçekleştirilmekte.

Başı sıkıştığı vakit başbakanımız Ankara’dan Washington’a telefon eder, amcasını çağırır “aman Kıbrıs meselesinde bana yardım et, aman ben AB’ye gireceğim bana yardım et” der. Ondan sonra başımıza çuval geçirilir, hiç sesimizi bile çıkaramayız.

Bu tam bir sömürge ortamıdır. Bugün isyan ettiğimiz olgu da budur. Bu bizim onurumuza dokunuyor ancak gerçeği görmek gerekiyor. ABD bizim müttefikimiz değil, efendimizdir. Şimdi buna karşı savaşmamız gerekiyor.

Bugün Türkiye dünya çapındaki önemli gelişmelerde yanlış yerde bulunmaktadır. Kendimizi gelişmiş ülkelerinin bir parçası gibi görmek ve onlarla beraber olmak istiyoruz. Ancak bu beraberlik bize sadece felaket getiriyor.

Ortadoğu'da ABD Dostluğunun anlamı

Bugün Türkiye, Ortadoğu’da ABD’yle birlikte davranmaya çalışıyor. ABD’nin Ortadoğu politikası Büyük Ortadoğu. ABD bir emperyal politika belirledi. Bütün basındaki propagandaya rağmen zannediyorum kamuoyu anladı ki ABD’nin Irak’a saldırısı demokrasi veya silahsızlanma için değildi. Hedef petroldü. Yalnız Irak’ın değil bütün Ortadoğu ve hatta Orta Asya’nın enerji kaynaklarına egemen olmaktı amaç.

ABD’nin ekonomik çıkarları açısından dünya enerji kaynaklarına egemen olmak çok önemli. Bunun için girdi Irak’a ABD. Irak’ın şehirlerini, hastanelerini, okullarını, meskenlerini bombaladı. Bu bombardımanda 5000 sivil öldü. Bütün ölülerin sayısı on bine yaklaştı. Güya demokrasi getireceği bu ülkeye ne su getirebildi ne elektriğini, ne de nizamı sağlayabildi. Sürekli olarak savaş devam ediyor. ABD askerleri Irak’ta öldürülmeye devam ediyor. Irak bir kan gölüne dönüştürüldü.

Hiçbir meşru gerekçe ve hukuki dayanak gözetilmeden tüm bunlar ABD tarafından gerçekleştirildi. Şimdi iktidar diyor ki ABD’yle teröre kaşı işbirliği yapıyoruz. Hangi terör? Asıl terör büyük devlet terörüdür. Teröre Batı açısından değil kendi açımızdan baktığımızda göreceğimiz gerçek budur. Afgan halkının evlerinden, yurtlarından ettiler, binlercesini öldürdüler. Şimdi hâlâ Afganistan’da istikrar sağlayamıyorlar.

Gerçek Terörist Kimdir?

Afganlar ayaklandığı vakit buna terör deniyor. Ama ABD bombalayıp öldürdüğü vakit bu terör değildir. Terörün anlamını burada iyi anlamız lâzım. Aynı şekilde İsrail için de müttefikimiz deniyor. Askeri anlaşmamız var. Beraber manevralar yapıyoruz. Ama Arap ülkelerinde bunun nasıl tepkiler yarattığını hiç bilmiyoruz.

İsrail devleti 1948’de kuruldu. Bu tarihten itibaren sürekli olarak Arap topraklarını işgal etti. BM’nin kararına göre bu topraklarda iki devlet olacaktı. İsrail devleti kuruldu ve Filistinliler aleyhine gelişti. Filistin halkı Lübnan’da, Suriye’de kamplara sürüldü.

Hamas, El Kaide gibi örgütler bu kamplarda yetişen çocukları saflarına kattılar. İsrail elinde ABD’nin sağladığı çok sofistike silahlarla Lübnan’ı, Suriye’yi, Filistin’i bombalarken, insanları öldürürken bu terör değildir. Ama zavallı Filistinliler elinde silahı bile yok, taşlarla vatanın savunduğu zaman bu bir terördür.

Ortadoğu’da her şeyden önce bu devlet terörü politikasını görmemiz gerekiyor. Türkiye’de iktidarın bu terörist devletlerin ortaklığını yaptığını gördüğümüz vakit Türkiye’nin yanlış yerde olduğunu, olması gereken yerde olmadığını görürüz.

Türkiye’nin yeri: Mazlumlar dünyası

Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün önderliğinde bir Kurtuluş Savaşı’yla kurulmuş bir devlettir. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş bir ülkeyiz. Bu bakımdan Atatürk’ün Cumhuriyeti az gelişmiş ülkelere örnek olmuştur.

Bizi örnek alan bir Abdul Nasır, bir Nehru çıkmıştır ortaya ve emperyalizme karşı kendi kurtuluş savaşlarını vermişlerdir. Ancak Irak’ta bile Kasım rejimi emperyalizme karşı çıkarken Türkiye gitmiş 1950’lerde NATO’ya, Bağdat Paktı’na girmiş ve emperyalist kampa bağlanmıştır. Tüm bu politika bizim gelişmemiz, bizim çıkarlarımız, Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri açısından yanlıştır.

Yapılan ikinci büyük yanlışsa ABD’yi çok büyük bir güç zannetmek ve bu büyük güce dayanarak, ben gelişirim, ben güç kazanırım gibi bir hayale kapılmaktır. Ancak bütün veriler ve Batı kaynakları gösteriyor ki ABD ekonomisi gerilemektedir. Bu gerileme sadece geçici bir bunalım değil, küreselleşmenin ve kendi liberal ekonomilerinin tuttuğu yanlış yolun bir sonucudur.

ABD Emperyalizminin krizi

ABD 2000 yılına kadar bir gelişme gösterdi. Ekonomik büyüme hızı %8’lere kadar çıktı. Ondan sonra bir gerileme süreci başladı çünkü ilk baştaki gelişme borçlanmaya dayanıyordu. Bizde olduğu gibi devlet borçlanmasında ziyade özel sektöre ve alıcılara tefecilerin, büyük bankaların verdiği krediler söz konusuydu.

ABD’de sendikalar çok zayıf, ücret yükselmeleri çok azdır ancak 2000 yılına kadar tüketim artıyordu. Bu tüketim bankaların, tefecilerin çalışanlara verdiği kredilerle sağlandı. Bu süreç azgelirlilerin evlerini ve arabalarını ipotek etmeleriyle sonuçlandı.

1980’lerden 2000’li yıllara kadar bu yolla gelişme sağlandı ve iç pazar açıldı. Ama 2000 yılına gelindiğinde ödenmeyen borçlar 80 milyar doları vurdu. Bunun üzerine tüketici kredileri durdu ve iç tüketim geriledi. Bunun sonucu olarak tüketime ilişkin sanayi geriledi. Bu bir duraklama nedeniydi.

Duraklamanın ikinci nedeni olarak yatırımların daha ziyade silah sanayisine kayması gösterilebilir. ABD dünyanın birinci silah ihracatçısıdır. Silah teknolojisine büyük yatırım yaptılar. Silaha yatırım 2. Dünya Savaşı’ndan günümüze katlarca arttı. Irak savaşı için bütçede silahlanmadan kaynaklanan açıklar çok daha fazla arttı. 40 milyarlık silahlanma bütçesi yetmeyince kongreden 8,5 milyarlık daha bütçe istediler. Böylece sadece bu savaş 50 milyar dolarlık bir açık getirdi ABD bütçesine.

Şimdi bu açıklar nasıl karşılanacak? Hepimiz görüyoruz. Dolar düşüyor. Doların düşüşü ABD’nin politikası. İç pazarı açıp, ihracatı arttırmak için doların değerini düşüyorlar. Fakat dolar düşük olunca ithalat pahalıya mal oluyor. ABD daha çok silah, bilgisayar gibi ileri teknoloji ürünlerine yoğunlaştığı ve tüketim maddelerinin çoğunu üretmediği için ithalat giderleri ABD ekonomisine darbe vurmaya başladı. Bu gerileme sürecinin içinden çıkamıyorlar.

ABD'nin Son Şansı: Emperyalist yayılma

Bir ABD dergisi emperyal politikayı bu gerileme sürecine bir çare olarak gösteriliyor. Yani Ortadoğu ve bütün Orta Asya ABD’nin eline geçecek ve buranın enerji kaynakları ABD’nin kontrolü altında olacak. ABD bu toprakları kontrol ettiği vakit, OPEC petrol fiyatlarını denetleyemeyecek. Dünya fiyatlarının kontrolü ABD’nin elinde olacak. ABD’nin kendi sanayi ve tüketiminin zaten bu mallara çok ihtiyacı var.

Bu emperyal politikada Türkiye bir tramplen olarak kullanılmak isteniyor. Maalesef hükümet direnmek şöyle dursun ABD askerini ülkemize nasıl sokarız diye tam bir teslimiyet içerisinde. Türkiye’nin üslerine çok ihtiyaçları olacak. Nitekim şu anda İncirlik’i kullanıyorlar. Bunu gizli bir anlaşmayla yaptılar. Meclisten geçirmeyi dahi lüzum görmediler. NATO komutanı Türkiye’ye geldi. Türk askerini NATO yoluyla Irak’a sokmak istiyorlar. Başımızda böyle teslimiyetçi bir hükümet olduğu sürece Türkiye ABD’nin emperyal politikalarına alet olmaktan kurtulamayacak.

Atatürkçü, Tam Bağımsız Türkiye

Türkiye’nin gerçek çıkarları açısından bu tutum çok zararlıdır. Bugün tek çıkar yol Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunmak ve bu bağımsızlığı sağlayabilecek yolları araştırmaktır. Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ve komşularıyla dostluk politikalarına dönmek zorundayız.

Mao Zedung büyük kapitalist, emperyalist ülkeler için “Bunlar kağıttan kaplanlardır” demiştir. ABD güya çok güçlüydü, bize çok yardım ediyordu. Ama bu ikisinin de doğru olmadığı ortaya çıktı.

Alternatif yok mu? Biz gözümüzü ABD dostluğuyla kapamışız, gözümüz başka bir şeyi görmüyor. Oysa Türkiye’nin bağımsız bir politika yürütebilmesi için uygun şartlar var. ABD’ye rakip Çin ve Rusya gibi güçler ortaya çıkması bu alternatif politika koşullarını güçlendiriyor.

Bence alternatifimiz var. IMF’siz ve NATO’suz bir Türkiye çok kolay varolabilir. Yeter ki biz bunu isteyelim ve bu yolda çalışalım. Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine dönmek tek çözümdür.


http://www.turksolu.com.tr/51/sertel51.htm

***


Sol ve Atatürkçülük ABD Planı Çerçevesinde Tasfiye Edildi



Sol ve Atatürkçülük ABD Planı Çerçevesinde Tasfiye Edildi,


Talat Turhan
06.09.2004/Sayı:64


27 Mayıs halkın desteğini almış bir hareketti,!!!

TÜRKSOLU: 27 Mayıs 1960’tan bugüne Türkiye’de sol ve Atatürkçü saflar açısından yakın tarihe tanıklık etmiş bulunuyorsunuz. Günümüze bu yakın tarih açısından baktığımızda, Türk solunun ve Atatürkçülüğün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

TALAT TURHAN: Bu kadar kapsamlı bir konuya, bir röportaj çerçevesinde tam bir yanıt vermek olanaksızdır. Ancak bazı noktaları aydınlatabiliriz.

Aslında ilk olarak 27 Mayıs 1960 öncesine bir bakmak gereklidir. 27 Mayıs’tan önce, 1950 ile 1960 arasında, Amerikan yanlısı ve liberal olduğunu iddia eden bir parti iktidardaydı. Demokrat Parti döneminde CHP’nin başında bulunan İsmet İnönü çok sert bir muhalefet uyguluyordu. Bu muhalefetin geldiği son nokta “Sizi ben bile kurtaramam” diyerek, ordu içinde Demokrat Parti’yi devirmek için hazırlık yapan güçlere yeşil ışık yakmak olmuştu. Sonucunda da DP dönemi 27 Mayıs’la noktalanmış oldu.

Bugüne bakarak dünü eleştiren insanlar yanılırlar. 27 Mayıs’a özellikle Yassıada konusunda bir çok eleştiri getirilmiştir ancak bu eleştirileri yapanların Yassıada duruşmalarının tutanaklarının tamamını okuduklarını sanmıyorum. Daha önce yapıtlarımda da bahsettiğim bir durum da Celal Bayar’ın Üniversite’yi ve Harp Okulu’nu tenkilden bahsetmesidir. “Tenkil” yok etmek demektir. Hem Cumhurbaşkanı olacaksınız, hem de kendi insanlarınızı yok etmeyi göze alacaksınız. DP’nin geldiği noktayı açıklayan başka örnekler de vardır; kişilerin bakan yapılırken ABD’den izin alınması o dönemde uygulanmış ve daha sonra da devam etmiştir. Bu onursuz politikalar ulusal güçlerin tepkisini çekmişti ve bu tepkiler Ordu içindeki örgütlenmeler şeklinde kendini gösterdi. Bunların sonucunda da 27 Mayıs ile karşı karşıya geldik.

TÜRKSOLU: 27 Mayıs hareketi ülke içinde halk tarafından nasıl karşılanmıştı?

TALAT TURHAN: 27 Mayıs çok yoğun bir tasvip görmüştü. Ben olayı içinde yaşadığım için aksini iddia edenlerin yalan söylediklerini rahatlıkla ifade edebilirim. Silifke’den, Fırat Nehri’nin bulunduğu yere kadar olan alan, yani Torosların güneyinde bulunan tüm bu bölge benim harekat saham içindeydi. Çukurova, Gaziantep, Maraş, Mersin görev yaptığım 36. tümenin alanına dahildi. Bölgede telefon olan 300 civarında yerleşim yeri vardı ve 27-28 Mayıs gecesi ben tüm bu bölgeyle irtibat halindeydim. Tek bir karşı duruş olmamıştı ve tüm Türkiye çapında da durum farksızdı. Bunu da halkın desteği olarak değerlendirmek gerekir.

Adnan Menderes’in asıldığı gün İstanbul polis zabıtlarında tek bir adli vaka bile yoktur. Bir vatandaş, Milli Birlik Komitesi üyesi bir kaç kişiye Adnan Menderes’i niye astıklarını sorduğunda, bunlardan biri; “Tabii, çok büyük kabahatimiz var, biz onları 27 Mayıs sabahı halka teslim etseydik orada bu iş biterdi.” demiştir. 27 Mayıs böyle şartlar altında gerçekleşerek bir dönemi kapatmıştır.

27 Mayıs’ın Talihsizliği İsmet Paşa’dır

27 Mayıs’ta ön plana çıkan kişilerin ne yapacaklarına dair çok kesin planları yoktu. Dolayısıyla 27 Mayıs zaman içinde etkinliğini yitirmişti. Ancak 1961 Anayasası gibi bazı temel eserler bırakabilmiştir.

Bence 27 Mayıs’ın talihsizliği İsmet Paşa’nın kendisidir. Sanıyorum ki İsmet Paşa darbe olur olmaz, Ordu’nun ertesi gün iktidarı kendisine vereceğini düşünmekteydi. Nitekim 27 Mayıs’ın lideri Org. Cemal Gürsel, İsmet Paşa’yla görüşmesinin ardından onun, “gerdeğe girecek bir delikanlı gibi iktidara hazır” olduğunu belirtmişti. İktidarı ele geçiremeyince de yavaş yavaş karşı tavır almıştır. Ordu içindeki çalkalanmalar, bölünmeler ve dalgalanmalar süreci de böyle başlamıştır.

Gerçekten de Silahlı Kuvvetler içinde çok büyük bir İsmet Paşa hayranlığı vardı. İsmet Paşa’nın arkasında bugün de yaşatılan bir Garp Cephesi Kumandanlığı efsanesi vardı. Bunun yanı sıra Lozan kahramanı ve demokrasiyi getiren kişi olarak sunulduğu için önemli bir gücü vardı. Bu güç de Silahlı Kuvvetleri yanına almak anlamına geliyordu. Ancak İsmet Paşa’nın Silahlı Kuvvetler’e egemen olmadığı, 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarıyla ortaya çıkmıştı. Silahlı Kuvvetler’in onun iktidarı döneminde başkaldırması bu efsanenin yıkılması anlamına geliyordu. İsmet Paşa bunun intikamını 21 Mayıs’ta alacaktı.

21 Mayıs kullanılarak ilerici genç subaylar tasfiye edildi

21 Mayıs Milli Emniyet’e bir ay öncesinden ihbar edilmişti. Yasalarımızda ihtilâlle, ihtilâl teşebbüsü aynı cezaya çarptırılır. Yani Aydemir ve arkadaşları bir ay önce ihtilâl teşebbüsünden yakalansalardı yine aynı cezayı alacaklardı. İsmet Paşa başarılı olunmayacağını bildiği için bilerek göz yummuştur ve bir tasfiye operasyonunun önünü açmıştır. Kara Kuvvetleri’ndeki tasfiye bu şekilde başlamıştır. İsmet Paşa’nın kendi ocağında yetişen genç subayları ekarte etmek için böyle yöntemlere başvurması büyük bir tepki oluşturmuştu. Sonuç olarak da İsmet Paşa ve CHP tarafından 27 Mayıs rayından çıkarılmıştı. Bu durum 27 Mayıs’ın beklenenleri vermemesine neden olmuştur.

İsmet Paşa “ Ortanın Solu ” söylemiyle Ordu’nun sola kayışını frenlemek istiyor. Burada esas olarak söylemek istediğim şudur: Biz her gece Silanlı Kuvvetler Birliği Örgütü olarak sabahlara kadar toplantı yapmaktaydık ve ülkeyi yönetmek için kararlar bu toplantılarda alıyorduk. İçimizde İsmet Paşa’nın casusları da vardı ve olanları aktarıyorlardı. Ordu içinde öne çıkan devingen, ilerici subay kesimin ideolojisinin solda olduğunu tespit etmişlerdi.

Gerçekten de biz Atatürkçü, devrimci bir sol çizgideydik. Atatürkçülüğü o günün koşulları içinde biraz daha sol bir yorumla tanımlamıştık. Toprak reformu, sosyal güvenceler isteklerimizdi. İsmet Paşa tam da bu dönemde sol bir çıkış yapacaktı. Bana göre “ortanın solu” söylemi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Esas “ortanın solu”nda olan Ordu içinde örgütlenmiş güç olarak bulunan Silahlı Kuvvetler Birliği’ydi. İsmet Paşa, SKB’nin bu tavrını elinden alarak SKB’yi fikir tabanında mesnetsiz bırakmaya çalışmıştı.

TÜRKSOLU: Bu çıkışı Ordu içindeki sola kayışı engellemek için yapılan bir manevra olarak mı değerlendirmemiz gerekir?

TALAT TURHAN: Evet bu gerçekten de fren amacı güden bir tavırdı. İsmet Paşa, bu açıklamayı yaptığı zaman CHP bu söylemin altını doldurmamıştı. Zaman içinde Ordu’da tasfiyenin gelişmesine paralel olarak “ortanın solu” söyleminin altı İsmet Paşa ekibi tarafından doldurulmuştur. İlk önce slogan ortaya atılmış daha sonra da bu sloganın altı doldurulmuştur. Ardından, Ecevit bu söyleme sahip çıkarak bu söyleme uygun kitaplar da yazmıştır.

27 Mayıs’a en çok ABD karşı çıkmıştır. Kendi yandaşı olan DP’nin alaşağı edilmesine yardım ettiği için CHP’ye de karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışa baktığımız zaman Said-i Nursi’ye kadar geriye gitmek gerekir. Nur Risaleleri’nde Nursi Osmanlı’dan beri her kötülüğün İttihat Terakki ve onun uzantısı saydığı CHP’den geldiğini yazmıştır. Nur tarikatı da otomatik olarak CHP’ye karşı DP’ye oy vermiştir. Bu sayede Amerikancı partiye blok oylar gitmiştir. ABD de o günden bu yana Nur tarikatının en büyük destekçisidir. Nur Tarikatı kim olursa olsun ABD yandaşı parti kimse ona destek olmuştur. Bugün de lideri ABD’de yaşamaktadır. Said-i Nursi’nin bir diğer söylemi “müslümanların en büyük düşmanı komünizmdir” çıkışıdır.

Dolayısıyla ABD de komünizmin en büyük düşmanı olduğu için, Müslümanların dostu ilan ediliyordu. ABD de Türkiye’deki Amerikancı yapılanmaları yaşatmak için bu yapılara destek olmuştur.

Solun önüne masonlardan oluşan bir baraj kuruldu

Bunların yanı sıra masonik yapılar da devreye sokulmuştur. Tüm bu yapılar kullanılarak solun önüne akıl almaz bir baraj kurulmuştur. Sol da özellikle komünizmin yıkılmasından sonra ideolojisini oturtamadığı için, amip gibi bölünerek iddiasına devam etmiştir ama her bölünme de o iddiayı zayıflatmıştır. Doktriner sol partiler tamamen dağınık durumdadır.

Parlamenter sistem içine girerek oy almaya çalışmaktadırlar ancak başarılı olamamaktadırlar. Bir kısım partiler ve örgütler de sol anlamda Atatürkçülük iddiasındadır ancak ben o noktada da çok iyimser değilim.

TÜRKSOLU: Türkiye’de solun bugün yaşadığı kısırlığı nasıl açıklayabiliriz?

TALAT TURHAN: Bugün dünya halkları küresel bir tehdit yaşamaktadır. ABD, Avrupa ve Japonya’dan oluşan Trilateral coğrafyanın dışında kalan tüm dünya bu Trilateral coğrafyanın uydusu konumundadır. Burası tüm imkanları ve kaynakları sömürülecek, bir saldırı ve operasyon alanı halindedir.

Aralarındaki ufak tefek çatışmalara karşın diğerleri de ABD liderliğindeki bu soygundan paylarını almaktadırlar. Arta kalan dünyayı da kendi seçtiği adamları iktidar yapmak yoluyla yönetmek istemektedirler. Buna da global elit ya da küresel seçkinler adı verilmektedir. Küresel sisteme hizmet edecek işbirlikçiler seçiliyor, onları kendi elleriyle parlattıktan sonra kendi adamlarını seçtirmektedirler. Bu dünya halklarına kurulmuş tuzaktır.

Bu noktadan bakıldığında solun parlamanter sistem dahilinde iktidar olma şansı da yoktur. Türkiye’de yaşanan kısırdöngü de böyle açıklanabilir. Atatürkçülük de Atatürk’ün öldüğü günden beri ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu çabaların başında da ABD vardır. Kurtuluş Savaşı dönemindeki ABD basınına bakarsak ABD Başkanı Wilson’ın Türkiye’yi parça parça etmekten bahsettiğini görürüz. Bugün de bu anlayış devam etmektedir.

Türkiye’de ise hâlâ ABD stratejik mütttefik olarak gösterilmek istenmektedir. Trilateral coğrafyanın dışında kalan alanda emperyalizmin en çok etkin olmaya çalıştığı alan Ortadoğu coğrafyasıdır. Bölgenin petrol kaynakları dünya egemenliğini kurmak isteyen ABD’yi işe buradan başlamak durumunda bırakmaktadır. Bize dün hasım olan ABD bugün de hasımdır. PKK’ya yardım ettiğini bilmeyen kalmamıştır. Ama bizi seçtiği küreseleseçkinler aracılığıyla kullanmak istemektedir. Türkiye’de demokratik, sol, ulusal güçler ilk olarak kürsel seçkinlerin iktidarını kırmalıdır. Bunların adamlarını deşifre etmelidir.

Atatürk’ü tasfiye etmenin bir diğer yolunu da ABD’de yetişen kişilerin Atatürkçü geçinen parti ve kurumlara sızmalarıdır. Bunlar tarafından Atarükçülük ulusal boyuttan çıkarılmakta ve uluslararası örgüt üyeleri tarafından yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Halkımız bunun bilincine varıp enternasyonal insanları ayıkladığı zaman ulus devlet ve ulus bilincinin gereği olan Atatürkçülük gündeme oturacaktır ve Türkiye’nin de başka kurtuluş yolu yoktur diye düşünüyorum.

TÜRKSOLU: Atatürkçülüğün tasfiye edilişinden bahsettiniz. Burada bilinçli bir operasyonun varlığı görülüyor. Bu tasfiyenin hangi plan dahilinde gerçekleştirildiğini düşünüyorsunuz?

Sol ve Atatürkçülük belli bir plan içerisinde tasfiye edildi

TALAT TURHAN: Atatürk’ün ve Atatürkçülük’ün tasfiyesi için Atatürk’ün kurduğu siyasi partinin de ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Ben, 1971-1974 arasında Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yataraken bunu sezinledim. Savunma 1 adlı kitabımda da bu süreci anlatan yorumsal bir şema çizmiştim.

O şemada Türkiye’nin gelecekte alacağı şekli ifade etmeye çalıştım. 1975 yılından 1980’i gören yorumsal bir şemaydı bu ve büyük bir iddiaydı. Ben ilerde CHP’nin kapatılacağını iddia ediyordum ama CHP o sırada iktidar partisiydi. Ancak zaman beni doğruladı. Şemanın ikinci bölümünde yer verdiğim tüm maddeler; Ordu’nun tasfiyesi, 27 Mayıs’ın tasfiyesi, CHP’nin kapatılması, yeni bir anayasanın yapılması, faşist bir düzen kurulması, gerçekleşti. Bu bir kehanet değildi. Bir siyaset yorumcusu olarak okuduğum 10 binlerce sayfalık belgelerden çıkardığım sonuç buydu ve o sonuç da doğru çıktı. Atarükçü olduklarını iddia eden 12 Eylül darbecileri CHP’yi kapatarak aslında ABD’nin ve Nur tarikatının özlemlerini karşılamış oluyorlardı.

Atatürk’ün partisini kapatmak yoluyla da Atatürk’ü ortadan kaldırdılar, daha da ileri giderek Atatürk’ün vasiyetini hiçe saydılar ve Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yapısını bozdular.

Cumhuriyet tarihi içinde Atatürk’ün tasfiyesinin en çok hız kazandığı dönem 12 Eylül olmuştur. 12 Eylül Heykel Atatürkçülüğüdür. ABD’ninTürkiye’de kendine göre ayrık otu saydığı malzemenin temizlenme işlerine 12 Eylül yapmıştır. Halkın, aydınların, solun, hatta sağın üzerinden silindir gibi geçmiştir. “Ayaklanma ve Bastırma Harekatı” adlı kitabı 1975 yılında savunmama ek olarak mahkemeye vermiştim. Burada prosedür anlatılmaktadır.

Darbenin ardından seçimlere gidilir, seçimlerden sonra darbecilere yakın bir parti gelir, eğer gelmezse seçime hile katılır. 12 Eylül ABD’nin isteklerini yerine getirmiştir.

Enternasyonal kapitazim tehlikesi

Bir zamanlar enternasyonal komünizm diye suçlanan bir yapı vardı. Bana göre bu ne kadar tehlikeliyse, ki ABD’nin yaydığı antikomünizm histerisiyle bu tehlike abartılmıştır, enternasyonal kapitalizm bunun yüz misli tehlikelidir. Bu şekilde ulus devletlerin içine girerek ulus devletleri yönlendirmektedirler. Lions bu örgütlerden biridir. “Lions” kelimesinin “aslanlar” anlamına geldiği sanılmaktadır ancak bu “Liberty, Indepence of Nations Securitiy” kelimelerinin açılımıdır. Yani “ulusların güvenliğinin özgürlük ve bağımsızlığı”, bu da ABD’nin özgürleştirme, demokrasi götürme söylemiyle uyumludur. Bu tip örgütlere üye olanlar küresel kapitalizme hizmet eder kendi konumunu ve çıkarını garantiye alan kişilerden oluşmaktadır. Kurtuluş Savaşı döneminde İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Kürt Teali Cemiyeti gibi bir kaç dernek varsa şimdi bu tip 500 tane örgüt vardır ve küresel kapitalizme hizmet etmektedir. Atatürçü, solcu, demokrat güçler bu örgütlerle mücadele etmezlerse ulusal hiç bir yapımız sağlam kalmayacaktır. Bu kapitalizimin ülkenin en ücra köşelerine kadar kılcal damarlar halinde yayılması demektir. O kılcal damarmar atardamarlarda toplanır ve hepsi sömürülerek ekonomik açıdan Amerikan hegemonyasına kaynak sağlar. Ülkedeki küresel seçkinler de kendi çıkarları uğruna buna ortak olurlar. 1980’li yıllarda 12 Eylülcüler bir çok kurum kapatırken, Lions uyanık davranarak bir tüzük değişikliği yaparak Atatürkçü olmayanların Lions olamayacağı ilkesini getirmiştir. Bu dünyanın en büyük takiyyesidir. Bu oyunların ayırdına varmak zorundayız.

Türkiye taşeron olarak kullanılmak isteniyor

TÜRKSOLU: Son olarak, ABD’nin Ortadoğu merkezli sömürgeci saldırısında Türkiye sizce nerye konulmaktadır? Buna karşı Atatürkçüler, solcular nasıl bir yol izlemelidir?

TALAT TURHAN: Bir dünya haritasını önümüze alıp Fethullah okullarını noktalarsak karşımıza bir tablo çıkar. Bu ABD’nin müdahale ettiği bölgenin görüntüsüdür. O zaman “ne yapmak istiyorlar?” sorusunu sormak gerekir.

İsrail’de 1918’de Üniversite, 1948’de devlet kurulmuştur. 30 yıl bir jenerasyonun eğitimden geçmesi demektir. Benim kanımca Fethullah okullarında bu ılımlı İslam dünyasının kadroları yetiştirilmektedir. Bu kadrolar, çok iyi koşullar altında ABD’ye boyun eğecek kişiler olarak yetiştirilmektedir.

Temel felsefeleri budur. Bu ülke boyun eğecek insanlarla kurtarılmadı, başkaldıran insanlarla kurtarıldı. Bunun da en somut kahraman örneği Mustafa Kemal’dir. Boyun eğecek insanların tasfiyesi gereklidir.

Hatırlanırsa Clinton Osmanlı tarihi okumaktaydı. ABD, bölgede uluslardan, ulusal devletlerden uzak böyle bir yapı beklemektedir. Böylece sömürü daha kolay olacaktır. Bu yapılanmanın alt yapısı da Büyük Ortadoğu Projesi’yle kurulmaktadır. Benim kanımca Türkiye’ye atfedilen model devlet tanımı da buradan kaynaklanmaktadır. Ilımlı İslam; ABD yanlısı, itaat eden İslam demektir. Bunun alt yapısı ortaya konmuştur. Bugünkü iktidar kadar ABD’ye yakın olan bir iktidar görülmemiştir. Ilımlı İslam altyapısı, Türkiye’nin de bir çekirdek ülke olarak öne sürüldüğü bir Osmanlı modeline dönüştürülmek istenmektedir. Burada Türkiye taşeron olarak kullanılmak istenmektedir.

Atatürkçü ve solcu güçler açısından hem masonik yapılanmaları hem de Ilımlı İslamcı Amerikancılığı teşhir etmek halkımızı bilinçlendirmek, birleştirmek ve dağınık yapıyı ortadan kaldırmak zorunluluktur. Kısacası ulusumuzu kendi öz çıkarlarını ön plana alan bir bilince ulaştırmak zorundayız. Kendi öz değerlerimize sahip çıkan ve bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal’in önümüze koyduğu ideolojiyli bütünleşmek zorundayız. Tüm dünya halklarının saldırı altında tutulduğu bu dönemde Türk halkının işinin de çok zor olduğunu düşünüyorum. Herkesi bu uğurda daha fazla çalışmaya, düşünmeye davet ediyorum.


http://www.turksolu.com.tr/64/dura64.htm


KÜRT DEVLETİ TEHDİDİ ARTTI MI AZALDI MI?


KÜRT DEVLETİ TEHDİDİ ARTTI MI  AZALDI MI?




GÜNEŞ AYAS,
10.03.2003/ SAYI 25

Kürt devleti tehdidi arttı mı azaldı mı?


Tezkerenin reddedilmesinin hemen ardından Kuzey Irak’tan ve Türkiye’den iki ses Türk Ordusu Kuzey Irak’tan çekilsin çığlıkları atmaya başladı.
Kuzey Irak’ta bu çağrıyı yapan işbirlikçi Kürt aşiretiydi. Türk Ordusunun Kuzey Irak’tan çekilmesi için giriştikleri eylemlerde işi Türk bayrağı ve Atatürk resmi yakmaya kadar götürdüler. Bu eylemlerden sadece Kürt aşiretinin Türk düşmanlığı sonucunu çıkartmak ve sorunu Kürtlerle Türkiye’nin karşı karşıya geldiği bir çatışma olarak görmek saflık olur. İşbirlikçi Kürt aşiretinin arkasındaki güç bellidir; ABD. Yani Kuzey Irak’taki eylemler ABD tarafından Türkiye’ye çevrilmiş bir silahtır ve ABD işgalci saydığı Türk Ordusunun Kuzey Irak’tan çekilmesini istemektedir.


Türk Ordusu çekilsin diyen bir güç de içerdedir. 

Ertuğrul Özkök’le başlayan PKK’yla devam eden ve yönünü şaşırmış komprador Marksistlere kadar uzanan bir cephedir bu. Bu gönüllü ABD birliğini de konuşturanın kim olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.

Kürtlerle değil ABD’yle savaş,

ABD Kürt kartını açmıştır ve açıkça şunu demektedir. “Irak’a saldırıda bana destek vermezsen Kürt devletini kurarım, seni de bölgeden kovarım.” Amaç Kürt kartını oynayarak Türkiye’yi savaşın içine çekmektedir. Önce Türkiye’nin Kuzey Irak’ta işgalci olduğu kabul ettirilecek ve bölgeden çekilmesi istenecek, sonra işbirlikçi Kürt hareketine destek arttırılacak ve en sonunda da Türkiye ABD ile birlikte hareket etmediği sürece kukla Kürt devletini engelleyemeyeceğine inandırılacaktır. Türkiye’nin desteğini aldıktan sonra da yapılacak, Ortadoğu’nun göbeğine, Türkiye’nin de yanıbaşına bir ikinci İsrail gibi kukla Kürt devletini oturtmak olacaktır.
Bir yanılgıyı ortadan kaldıralım. Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmayacak. Hele hele bu devleti Kürtler kurmayacak. Kürt devleti diye çağrılan oluşum ABD’nin Ortadoğu’daki bir ajan devleti olacaktır. Karşı karşıya olan Türkiye ile Kürt aşireti değil, Türkiye ile ABD’dir.
Tam da bu noktada denmektedir ki “Türkiye ABD’nin sayesinde Kuzey Irak’ta durabiliyor. Tezkerenin reddi Türk ordusunun çekilmesini gerektirir. Türk ordusu çekilince de Kürt devleti kurulur. Bu yüzden tezkerenin reddedilmesi Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır.”

Tehlikeyi savuşturmanın yolu var mı?

İçinde ne kadar ulusal çıkar geçerse geçsin bu söylem ABD propagandasının temelidir. Oysa gerçekler propagandanın tam tersidir.
Öncelikle ABD’nin Irak’a niçin saldırdığını çok iyi kavramak gerek. Artık bu saldırının demokratik bir Irak’la ilgili olmadığını herkes biliyor. Irak’a demokrasi getirmek için savaş söyleminin yalan olduğunu artık en Amerikancı yazarlar bile söylüyor.
Ama bunu bilmek yetmiyor. Çünkü bu savaş zannedildiği gibi bir petrol savaşı falan da değil. ABD’nin amacı sadece petrole değil, Ortadoğu’nun kendisine bir bütün olarak sahip olmak. Bu bir sömürgeleştirme savaşı. ABD Ortadoğu’yu üs olarak kullanıp buradan Kafkasya’ya Kuzey Afrika’ya ve dünyanın diğer sömürgeleştirilememiş coğrafyasına uzanmayı hedefliyor.
Ama bölgede saldırı üssü olarak kullanabileceği bir tek güvenilir ülke bile kalmadı. Türkiye dahil bölgedeki bütün Amerikan müttefikleri bu misyonu reddediyor. İsrail ise bir saldırı üssü olmak için çok elverişsiz çünkü kendisi sürekli bir saldırı hedefi. Bu durumda Ortadoğu’da ABD’nin ajan devleti olmayı canı gönülden kabul eden ve bu çabasında Arap emirliklerini çok çok geride bırakan tek güç işbirlikçi Kürt aşireti.
Ayrıca Kürt aşireti ABD’nin yörüngesine tam olarak girmeyen Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin aynı anda parçalanmasını sağlayacak bir ajan kuvvet. Bu yüzden de ABD saldırısının temel hedefi bir kukla Kürt devleti kurmak ve onu korumaya almak.
Öyleyse kukla Kürt devletini engellemenin yolu bölgede ABD’nin askeri gücünü azaltmaktan ve ABD’nin bölgeye yerleşmesini engellemekten geçiyor. Tezkerenin reddedilmesi de bunu sağlayan bir karar. Dolayısıyla kukla Kürt devletinin kurulması ile Meclis’in red kararı arasındaki ilişki Amerikancı yazarların söylediğinin tam tersi. Türkiye Kuzey cephesinin açılmaması noktasında ne kadar direnirse kukla Kürt devleti tehlikesi o kadar azalacak.

Amerikan Askerini Sokmazsak kukla Kürt Devleti kurulmaz,

Çünkü kukla Kürt devleti tehlikesini yaratan ABD’nin bölgedeki varlığı. Körfez savaşında ABD peşmergelerden devşirdiği CIA ajanlarını bölgede yetiştirmese ve Kuzeyi Irak için uçuşa yasak bölge haline getirmese muhtemelen bugün ne Barzani olurdu ne de PKK.
Öyleyse şunu tekrarlayalım: Kukla Kürt devletini ABD kuracak. Kuzey Irak’ta kurulacak kukla Kürt devletinin topraklarını Türkiye’ye doğru genişletme isteği ise gizlenmiyor bile. İşbirlikçi Kürt aşiretinin her karargahında Türk illerinin içinde yer aldığı sözde Kürdistan haritalarını görmek mümkün. Bu yüzden de kukla Kürt devleti kurulması Türkiye için savaş nedeni.
Demek ki bu savaşı Türk ordusu ABD’ye karşı verecek. Tezkerenin kabul edilmesi hem Türkiye’nin doğusuna hem de Kuzey Irak’a ABD askerinin yerleşmesi anlamına geliyor. Bu durumda Türk ordusu ilk planda Kuzey Irak’ta kukla Kürt devletinin kurulmasına ikinci planda da Türk vatanının parçalanmasına karşı hem işbirlikçi Kürt hareketi hem de ABD ile aynı anda savaşacak. Savaşacağı düşman kuvveti de kendi elleriyle bölgeye sokmuş olacak ki bu çok ciddi bir stratejik hata.
ABD’nin bölgedeki temel amacı kukla Kürt devleti kurmak olduğu için Türkiye açısından ABD’yle birlikte hareket ederek ve pazarlığa tutuşarak bu tehlikeyi savuşturma fırsatı yok. Tehlikeyi savuşturmanın tek yolu Türkiye’nin silaha başvurması ve ABD’yle cephe cepheye gelmesi.
Çözüm tek; ABD planını bütünüyle reddederek Kuzey Irak’ta ulusal çıkarları esas alan Türk planını uygulamak. ABD’yle uzlaşarak, cepheleşmekten kaçınarak çatışmayı ileriki bir tarihe ertelemek Türkiye için ABD ile savaşa hazırlık dönemidir ama ABD için de bölgeye egemen olma ve Türkiye’yi parçalama dönemidir. Bu yüzden inisiyatifin bütünüyle ABD’ye geçmesine yol açması muhtemeldir.

Türk Ordusu uluslararası hukuk açısından da Haklı

Kaldı ki tüm bu propagandanın temelinde yer alan Türk ordusunun işgalci olduğu fikri de bütünüyle yalandır. Türk ordusunun girdiği yer hâlâ Irak toprağıdır ve Irak’la Türkiye arasındaki terörle mücadele anlaşması kapsamında Irak Türkiye’ye bu hakkı tanımıştır. Ayrıca Ordunun Kuzey Irak’a girmesi için yeni bir tezkereye de ihtiyacı yoktur. Çünkü 1995’ten beri Kuzey Irak’ta olan ordu için hükümet tezkeresi vardır ve halen geçerlidir.
Tüm bu süreçte Amerikancı medyanın Ordu Kuzey Irak’tan çekilsin demesi tutarlıdır. Amerikancı sermayenin kukla Kürt devletini tehdit olarak görmemesi tutarlıdır. PKK’nın onlarla birlikte aynı tavrı alması da tutarlıdır. Ama anlaşılamayan Marksist ve solcu olduğunu iddia edenlerin ezilen ulusu savunma adına çağdışı ve ajan bir Kürt aşiretini desteklemesidir.
Bu nasıl bir ezilen ulustur ki ABD’nin saldırı düzenlediği başka bir ezilen ulus, Irak, tarafından ezildiğini iddia etmektedir, bununla kalmayıp ABD’nin sömürgeleştirme saldırısında bu sömürgeci ordusunda Irak’a karşı ABD askeri olmayı seçmiştir? Irak’a karşı olmaları bir dereceye kadar anlaşılır da dünyada hangi ezilen ulus kendisini ezdiğini iddia eden devletin veya ezilen ulusları yok etmek için saldıran Amerikan emperyalizminin değil de bir komşu ülkenin bayrağını yakar?
İşte Marksizm ve sol adına kimilerinin desteklediği budur; ABD’nin ajan kuvveti. Kaldı ki solcular ne zamandan beri çağdışı aşiret rejimlerini savunuyorlar?


ABD'nin YPG'yi Silahlandırma Kararı ve Türkiye'nin Peşmerge Manevrası



ABD'nin YPG'yi Silahlandırma Kararı ve Türkiye'nin Peşmerge Manevrası




GÖNÜL TOL

Türkiye açısından PYD'ye yardımın Peşmerge üzerinden yapılması iki nedenle daha az riskli: Türkiye'nin Barzani ile son yıllarda kurduğu yakın işbirliğini göz önüne aldığımızda hükümet için bunu iç siyasette satmak daha kolay. İkincisi, Ankara Peşmerge üzerinden yardım ederek PYD'nin uzun vadede elini güçlendirmeyeceğini düşünüyor olabilir.
Geçtiğimiz hafta ABD'nin, PKK’ya yakınlığı ile bilinen YPG'ye silah desteği vereceği iddiaları gündeme gelmiş, bunun üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Böyle bir girişimi desteklemeyeceklerini” söylemiş ve eklemişti: " PYD şu anda bizim için PKK ile eştir, o da bir terör örgütüdür. Bir terör örgütüne kalkıp da bize dost olan NATO'da beraber olduğumuz Amerika'nın böyle bir desteği açıktan açığa söyleyerek bizden 'evet' ifadesini, yaklaşımını beklemesi çok çok yanlış olur, böyle bir şeyi bizden beklemesi mümkün değil, böyle bir şeye de biz 'evet' diyemeyiz."

Erdoğan’ın bu sözlerinden çok kısa bir zaman sonra Washington Kobani’de savaşan YPG güçlerine havadan silah yardımı yapmaya başladı. Ertesi gün Türkiye, topraklarından Iraklı Peşmergenin Kobani’ye geçmesine izin verdiğini duyurdu.

Nasıl oldu da bu noktaya gelindi? Obama yönetimi Kobani’yi bombalamaya haftalarca direndikten, ‘Kobani bizim önceliğimiz değil’ dedikten sonra ve Türkiye’nin itirazlarına rağmen nasıl oldu da YPG’yi silahlandırmaya karar verdi? Ne oldu da Türkiye Barzani’nin Peşmergeleri Türkiye üzerinden geçirme talebini reddettikten kısa bir süre sonra sınırını Barzani’nin güçlerinin geçişi için açtığını duyurdu?

Amerika kısa bir süre önce gönülsüzce başladı Kobani’yi bombalamaya. Niyeti IŞİD’e karşı savaşan Kürtlere yardım etmek değildi. Obama yönetimi defalarca ‘Kobani’de Kürtlerin yaşadığı bir insanlık dramı fakat Kobani bizim için stratejik bir hedef değil’ demişti. Washington’ın Kobani çevresine yağdırdığı bombaların asıl hedefi IŞİD’in Suriye’deki askeri hedeflerini vurarak Irak’ta ilerleyişini yavaşlatmaktı.

Fakat yüzlerce kamera Türkiye sınırından Kobani’de olanları tüm dünyaya duyurmaya başladığında Kobani hem IŞİD hem de Amerika için güç gösterisi yaptıkları bir sahneye dönüştü. IŞİD tüm dünyaya Amerikan bombardımanına rağmen pes etmediğini göstermeye uğraşıyordu, Amerika ise IŞİD’e dünya kamuoyu önünde büyük bir yenilgi yaşatmak için çabalıyordu. Savaş kızıştıkça IŞİD Kobani’ye daha fazla militan ve mühimmat yığmaya başladı, Amerika hava saldırılarını artırdı. Fakat Pentagon dahil herkes yalnızca hava saldırısıyla IŞİD’in alt edilemeyeceğinin farkındaydı. Irak’ta olduğu gibi sahada saldırıları koordine edecek, kara gücü oluşturacak yerel müttefikler gerekiyordu.

Diğer yandan Obama yönetimi içinde Suriye’deki ılımlı muhalifleri eğitme tartışmaları alevlendi. Amerikan yönetimi içindeki pek çok insan bu muhaliflerin ılımlı olduklarının ya da ılımlı kalacaklarının garantisinin olmadığının, olsa bile bu grupları aynı çatı altında bir araya getirmenin ve onlar üzerinden bir askeri strateji belirlemenin güçlüklerinin farkında. Bölünmüşlük ve koordinasyon eksikliği nedeniyle zayıflamış olan bu grupları son haftalarda daha da zayıflatan bir gelişme oldu. Amerika, Suriye’deki IŞİD mevzilerini bombalamaya başladıktan sonra Esad rejimi ülkenin kuzeyindeki ılımlı muhaliflere karşı saldırılarını artırdı. Batı destekli muhalefet gittikçe zayıflıyordu. Amerika’nın radikal İslamcı ideolojiden uzak, koordineli çalışabilecek, iyi savaşan yerel müttefiklere ihtiyacı vardı.

Tüm bu faktörler Amerika için Suriye’de Kürtlerle ittifakı çekici bir seçenek haline getirdi. YPG güçleri Irak’ta Peşmerge ile yakın çalışmış, IŞİD’e karşı Amerika’nın hava saldırılarıyla koordineli olarak etkili bir savaş yürütmüş, Ezidileri ve Hristiyan azınlıkları IŞİD saldırılarından koruyarak tüm dünyanın takdirini toplamıştı. Amerika’nın bugüne kadar YPG’nin siyasi kolu PYD ile işbirliğinden kaçınmasının temel sebebi Türkiye ile ilişkileri germek istememesiydi.

Amerika’nın 2014 Şubatına kadar Şam büyükelçiliğini yapmış ve şu anda benim de çalıştığım Ortadoğu Enstitüsü’nde çalışan Robert Ford’a ABD-PYD ilişkisini sordum. PYD ile yakın zamana dek direkt temaslarının olmadığını fakat 2012’den bu yana dolaylı kanallar vasıtasıyla PYD ile görüştüklerini söyledi ve ekledi: ‘PYD ile girdiğimiz her türlü iletişimden Türkleri haberdar ediyorduk. PYD ile ilişkilerimizde önceliğimiz Türkiye’nin hassasiyetleriydi.’

Ford’un söylediklerini geçen hafta Dış İlişkiler Konseyi’nde (Council on Foreign Relations) yapılan kapalı bir toplantıda bir Pentagon yetkilisine sordum. ‘Amerika bunca zaman Türkiye ile ilişkilerini germemek için PYD ve YPG’ye mesafeli durdu, PYD lideri Salih Müslim iki yıldır Amerikan vizesi alamıyor. Neden birden Washington PYD ile resmen görüşmeye başladı?’ dedim. Yetkili ‘artık Türklerle ilişkilerin gerilmesinden endişe etmemize gerek yok, gerileceğimiz kadar gerildik’ dedi.

Tüm bunları Amerika’nın eski Ankara büyükelçisi James Jeffrey’nin söyledikleriyle birleştirdiğimizde son günlerde Amerika ve Türkiye’nin yaptığı Kobani hamlelerinin arka planı bir parça netlik kazanıyor. Jeffrey ile Pazartesi günü yaptığım görüşmede şunu sordum: ‘Amerika Türkiye’nin onayını almadan YPG’ye silah göndermiş olabilir mi?’ Jeffrey şunları söyledi:

‘Washington Ankara’ya haber vermeden böyle bir şey yapmaz. Fakat haber vermek ayrı, onayını almak ayrı. Şöyle olmuş olabilir: John Allen Ankara’dayken Washington’ın YPG’ye silah göndereceğini Türkler’e söylemiştir. Türkler bunu istemediklerini belirtmiş, Allen ve ekibi de ‘tamam Washington’a bunu ileteceğiz ama kararımızda bir değişiklik olmayacak’ demiş olabilir. Böyle durumlarda beklenir. Eğer Erdoğan Obama’ya telefon açıp ‘bunu yaparsanız kıyamet kopar’ deseydi Obama yapmayabilirdi. Erdoğan’dan böyle bir telefon gelmedi ki YPG’ye silah gönderildi.’

Görünen o ki artık Washington’ın PYD ile ilişkilerindeki önceliği Türkiye’nin hassasiyetleri değil. Washington YPG’yi silahlandırma kararını Ankara’ya empoze etmişe benziyor, Ankara da kabul etmek zorunda kaldı çünkü başka alternatifi yok. Zaten fiilen YPG ve Batı destekli koalisyon arasında sahada bir işbirliği var. Amerika’nın Peşmergeye gönderdiği silahların Talabani’ye yakın gruplar tarafından YPG’ye verildiği haberleri dolaşıyor. PYD’nin Amerikan hava saldırıları için istihbarat sağladığı söyleniyor. Bir yandan Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletler’in, Bağdat’ın, Erbil’in, kendi Kürtlerinin Türkiye’ye Kobani’ye askeri yardım geçişi için sınırı açması konusunda baskısını artırması, diğer yanda Amerika’nın YPG ile işbirliğini resmen ilan etmesi Türkiye’nin manevra alanını daralttı. Oyunun dışında kalmamak için siyasi olarak en az riskli olduğunu düşündüğü adımı attı ve ertesi gün Peşmergeye Türkiye topraklarından Kobani’ye geçiş izni verdi.

Türkiye açısından PYD/YPG’ye yardımın Peşmerge üzerinden yapılması iki nedenle daha az riskli: Türkiye’nin Barzani ile son yıllarda kurduğu yakın işbirliğini göz önüne aldığımızda hükümet için bunu iç siyasette satmak daha kolay. İkincisi, Ankara Peşmerge üzerinden yardım ederek YPG/PYD’nin uzun vadede elini güçlendirmeyeceğini düşünüyor olabilir. Barzani ile PYD arasındaki gerginlik şimdilik IŞİD tehlikesi yüzünden çok görünür olmayabilir ama iki grubun birbiriyle güç mücadelesi sır değil.

Kobani’deki PYD-Barzani, YPG-Özgür Suriye Ordusu, Washington-YPG işbirliğine bakıp tüm aktörlerin nihai stratejilerinin değiştiğini düşünmemek lazım. Kurulan ittifakların pek çoğu taktiksel ittifaklar olabilir. Kobani Kürt siyasi hareketi için, IŞİD için, Washington için psikolojik bir savaş. Bu psikolojik savaşta Türkiye’nin geç de olsa Kürt cephesine yardım kararı hem Türkiye Kürtlerine hem bölgeye hem de Batı’ya doğru mesajı verecektir.