8 Ocak 2015 Perşembe

İsrail ve Haçlı Batı’nın Uyarıldığı MGK,




İsrail ve Haçlı Batı’nın Uyarıldığı MGK,



“Biz Yahudiler Ortadoğu’da yıkılmaz denilen devleti(Osmanlı’yı) yıkıp iki tane devlet kurduk. Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki, Türkler bize Filistin’i vermeyen Abdülhamit’e en az 200 sene daha söverler!”
Yukarıdaki sözler İsrail Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı Haim Weizmann Azriel’e ait!
Osmanlıyı yıktıktan sonra kurduklarını açıkladığı iki devletten birisi İsrail diğeri Türkiye!
Hatta ülkemizdeki bir kısım mahfillerin “İsrail, Türkiye’de İsrail’den daha güçlüdür” demelerindeki maksat bu gerçeğe vurgu yapmaktır.
Süleyman Arif Emre, “Siyasette 35 yıl” adlı kitabında dünyada Siyonizm tarafından direk yönetilen 4 ülkenin İsrail, ABD, Fransa ve Türkiye olduğunu yazmıştı!
İsrail Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı Haim Weizmann Azriel, bu sözleri söylerken Erbakan’dan habersizdi tabi!
200 yıl Abdülhamit’e küfretmek için kurdukları sistemin Erbakan tarafından 40 yıl gibi kısa bir sürede muhteşem Milli Görüş mücadelesiyle yıkılacağını ve Siyonizm’in saltanatına son verileceğini nereden bilsin zavallı!
Hz. Ömer (RA) tarafından Yemen’e Vali olarak atanan Hz. Bilal Habeşi ile (RA) görüşmek için kapısında bekleyen Ebu Süfyan, kendisi gibi Mekke’nin Fethinden sonra Müslüman olmuş bir sahabeye dönerek şunları fısıldar:
“İyi ki, bizim atalarımız, Mekke’nin ileri gelenleri bu günleri görmediler. Baksana şu rezilliğe! Bir zamanlar Mekke’nin reisi olan ben, adam yerine koymadığımız, köle olarak alıp sattığımız Bilal ile (RA) görüşmek için kapısında saatlerdir bekliyorum. Atalarımız bu günleri görselerdi kahırlarından ölürlerdi!”
Dünya Siyonizm’i ile İsrail’in karar vericileri de geçen hafta yapılan MGK bildirisini okuduklarında şöyle demiş olmalılar:
“Devletimizin ilk cumhurbaşkanı Haim Weizmann Azriel, iyi ki, bu günleri görmeden öldü! Yoksa kahrından ölürdü!”
2014 Aralık MGK toplantısı sonrasında basına dağıtılan 5 maddelik bildiride özellikle son 2 madde Siyonist Yahudiler ile Haçlı Batının bağrına bir hançer gibi saplanmış olmalı!
Maddelerden birinin hedefi İsrail, diğerinin ise Haçlı Batı dünyasıydı!
Maddelerin içeriğine gelince:
“4. Son zamanlarda, Özellikle Avrupa‘da, göçmenlere ve Müslümanlara karşı ırkçı ve İslam düşmanı hareketler; Cami kundaklama, saldırı, taciz gibi eylemler ve nefret suçlarındaki artış, kaygı verici bir gelişme olarak ele alınmıştır.
  1. İsrail‘in İslam dininin kutsal mekânlarına yönelik menfur saldırıları ve insan hakları ihlalleri şiddetle kınanmış; Filistindevletinin tanınması yolunda uluslararası alanda kaydedilen gelişmeler memnuniyetle karşılanmıştır.”
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Ortadoğu’da kurulan iki Yahudi devletinden biri olan Türkiye’de 2014 yılında devletin en üst düzey sivil ve askeri erkânının hazır bulunduğu MGK toplantısı sonrasında İsrail’i ve hinterlandı Haçlı dünyasını hedef alan, suçlayan, yargılayan bir bildiri yayınlanıyor!
Refah –Yol döneminde Erbakan’ı başbakanlıktan indirip Milli Görüşün kökünü kazımak için ABD Yahudi Lobilerinde kurgulanıp sahnelenmeye çalışılan 28 Şubat post-modern darbe sürecinde görev yapan ve hayattaki komuta kademesi bu bildiriden haberdar olduklarında ne düşünmüşlerdir acaba?
28 Şubat MGK öncesi soluğu İsrail’de alan dönemin GKB İsmail Hakkı Karadayı, ne günlere kaldık diye iç geçirmiş midir?
Ya da başında Yahudi kipasıyla Ağlama Duvarı önünde dindaşlarıyla hatıra fotoğrafı çektirecek kadar İsrail sevdalısı olan Ergenekoncu İlker Başbuğ bu bildirinin içeriğini okuduktan sonra kahrından rahatsızlanmış mıdır?
28 Şubat’ın kudretli generali, her söylediğiyle medyanın ilgi odağı olan ve genel yayın yönetmenleri ile gazetecilerin emir eri gibi çalıştıkları meşhur Çevik Bir paşa şöyle düşünmüş olabilir mi?
“Biz, İsrail namı hesabına Erbakan’a karşı 28 Şubat darbesini gerçekleştirirken bizden 18 yıl sonra toplanan MGK’da askeri komuta kademesinin onayıyla İsrail’i suçlayan ve Filistin devletine açıkça destek veren bir bildiri yayınlanıyor! O zaman biz b… niye yedik arkadaş?”
Evet.
Artık Türkiye’de Hava Kuvvetleri Komutanı olduktan sonra ilk kutlamayı yapmak için askeri helikoptere atlayıp İsrail’in yolunu tutan generaller TSK’de istihdam edilmiyor!
Çok değil daha 10 yıl öncesine kadar yapılan MGK toplantıları sonrasında yayınlanan bildirilerde en büyük tehlike olarak irtica hedef gösterilirken- ki irticadan kasıt İslam’dı- günümüzde MGK’nın gündeminde artık irtica yok!
Ne var onun yerine!
İsrail ve Haçlı Batı!
İşte bu muazzam ve muhteşem devrimin mimarı Milli Görüş lideri Erbakan’dır!
Çünkü Erbakan,“ Yahudi Osmanlı’yı hangi yol ve yönetmelerle yıktıysa bizde aynı yöntemlerle bu hile rejimi ve köle düzenini yıkacağız” diyordu!
Osmanlı’yı yıkan Siyonizm güdümlü İngiliz işbirlikçisi Sabetayist İttihat ve Terakki kadroları ilk önce ordu içerisinde gizlice örgütlenip çeteleştiler.
Yani önce Osmanlı ordusuna sızıp kontrolü ele geçirdiler.
Erbakan’da tıpkı İttihatçılar gibi siyasete girmeden önce ordu içerisinde kendisine bağlı bir milli derin devlet kurdu!
TSK komuta kademesine general yetiştirmek için kurulan Harp Akademilerinde siyasette fiilen olmadığı yıllarda en fazla derslere giren sivilin Erbakan olduğu gerçeğini Aydınlık dergisi deşifre etmişti!
Askeri yetkililere verdiği ağır sanayi ve yerli-milli silah sanayi konferansı sonrasında ışıklar yandığında salondaki bütün komutanların gözyaşlarına hâkim olamadıklarını bizzat Erbakan anlatmıştı!
“Biz, her gece generallerle beraberiz! Hocam, bu ülkeyi senden başkasına teslim etmeyiz. İstiyorsanız yarın devletin başına sizi geçirelim diyorlar. Ama ben onlara diyorum ki; Siz, bu ülkeyi bana teslim etseniz bile Yahudi gelir 3 günde elimden alır. Ben öyle bir zamanda iktidara geleceğim ki, Yahudi silaha sarıldığında benimde O’na karşı koyacak silahım hazır olacak” diyen Erbakan’dan başkası değildi!
Türkiye Cumhuriyeti MGK toplantısında resmen İsrail ile Haçlı Batıyı suçlayacak kararlılığı gösterebiliyorsa eğer Erbakan’ın bahsettiği üstün silah teknolojisi hazır olduğundandır!
12 Eylül’den 5 ay önce 27-28-29 Mayıs tarihlerinde Milli Görüş Kültür Sarayında MSP eğitim seminerinde konuşan Erbakan salonda bulunanlara “Bir 30 Ağustos Sabahı Radyonuzun düğmesini açtığınızda askerin yönetime el koyduğunu öğrendiğiniz zaman ilk yapacağınız şey hemen dışarı çıkıp gördüğünüz ilk askerin miğferini öpmektir. Çünkü O, İslam’ın Ordusudur!”
Bu konuşmasından 5 ay sonra 12 Eylül ihtilali oldu.
Erbakan 30 Ağustos demişti diyenlere hatırlatmakta fayda var.
Rumi takvime göre 30 Ağustos her yıl 12 Eylül’e denk gelir!
İlginçtir, Erbakan’ın 40 yıllık siyasi hayatı boyunca yargılanıp beraat ettiği tek mahkeme 12 Eylül askeri yargısıydı!
Ayrıca Erbakan’ı yargılayan Albay hâkim emekli olduktan sonra resmen Refah Partisine üye oldu!
Oysa ihtilal başkomutanı Kenan Evren, gazetecilerin “12 Eylül darbesi Cuma gününde denk geldi. Bu bir bilinçli tercih miydi?” sorusuna; “ Elbette hayır! MSP lideri Erbakan yurt dışına ziyarete çıkmıştı. Biz darbe kararını çok önceden almıştık. Ancak Erbakan’ın yurt dışından dönmesini bekledik. Öncesinde darbe yapsaydık Erbakan gelmeyebilirdi. Erbakan yurt dışından 12 Eylül günü gelince bizde darbeyi o gün yaptık” şeklinde cevap vermişti.
12 Eylül lideri Kenan Evren çok açık bir şekilde darbenin hedefinin Erbakan ve Milli Görüş olduğunu tüm dünyaya ilan ediyordu.
Etmişti etmesine ama Erbakan’ı yargılayan 12 Eylül askeri mahkemesi suçsuzluğunu ilan edip beraat kararını verdi!
Çok geçmeden 12 Eylül konsey üyelerinin Erbakan ile derinden işbirliği yaptığını anlayan İsrail ve yerli işbirlikçileri Kenan Evren ve silah arkadaşlarına yönelik çok şiddetli bir kara propaganda başlattılar.
Öyle ki, şu anda ülkemizde sağcısı-solcusu; Atatürkçüsü-ulusalcısı; Milliyetçisi-Muhafazakârı; demokratı—liberali; Sünni’si-Alevi’si; Türk—Kürdü kim olursa olsun hiç kimse 12 Eylülü sahiplenmiyor!
Oysa 27 Mayıs darbesini sahiplenen Sabetayist oligarşi mensubu sermaye, medya ve siyaset çevreleri 1960 ihtilalini bu ülkede bayram günü olarak ilan etmiş ve 12 Eylül 1980 yılına gelinceye kadar resmi törenle kutlamışlardı!
27 Mayıs bayram kutlamalarına 12 Eylül son verdi!
Keza, Erbakan’ı hedef alan 28 Şubat post-modern darbesine destek olan ittifakın kimlerden oluştuğu herkesin malumu.
27 Mayıs ile 28 Şubat’a sahip çıkıp her türlü desteği veren batı işbirlikçisi kesimlerin, 12 Mart ve 12 Eylül’e düşmanlık etmelerinin altında yatan gerçekler iyi analiz edilmelidir.
12 Eylül komutanlarına yapılan düşmanlığın bir benzeri 12 Mart generallerine de yapıldı!
12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’tan boşalan koltuğa oturan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, henüz 6 ayını bile doldurmadığı görevinden Cumhurbaşkanı seçilebilmek için ayrıldı ve aday oldu.
Ancak İsrail ve ABD’den aldıkları talimat nedeniyle Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekillerinden gerekli desteği göremeyince seçilemedi.
Daha sonra dış güçlerin işaretiyle Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel ile CHP lideri Bülent Ecevit’in aralarında anlaşmaları sonucu 6 Nisan 1973’te, Emekli Oramiral Fahri Korutürk, Türkiye’nin 6. Cumhurbaşkanı oldu.
Faruk Gürler’e oynanan Siyonist tezgâhın bir benzeri 12 Mart Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’a da oynandı!
12 Eylül darbesi öncesi Cumhurbaşkanlığına adaylığını ilan eden Muhsin Batur yine Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’in arasındaki derin işbirliği dolayısıyla TBMM’de yapılan oylamalarda bir türlü gerekli desteği göremedi!
Erbakan, Sultan Ahmet camisinde kıldığı bir Cuma namazı sonrası dinlenmek için çekildiği imam odasında yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MSP olarak Muhsin Batur’a oy verdiklerini ancak kendisini aday gösteren CHP’li vekillerin ise ABD’den aldıkları talimat gereği desteklerini çektikleri için seçilemediğini belirtmiş ve bu açıklama Zaman gazetesinden manşetten duyurulmuştu!
12 Mart’ın kudretli her iki komutanına birden yapılan Siyonist kumpasın ana sebebi milli derin devlet üzerinden Erbakan ile birlikteliklerinin farkına varılmasıydı!
Milli Görüş lideri Erbakan, 40 yıllık siyasi hayatı boyunca ülkemizde yaşanan herhangi bir sorunun, çalkantının, darboğazın, krizin, insan hakları ihlallerinin sorumlusu olarak bir kez dahi olsa TSK’ni adres göstermedi.
Bu gerçeğe rağmen Milli Görüş camiasında İsrail ve ABD düşmanlığı kadar TSK aleyhtarlığının kabul görmesinin tek sebebi, İsrail güdümlü Masonik medya ile işbirlikçi İslamcı medyanın ülkede yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili Erbakan’ın tam aksine sürekli TSK’ni hedef alan algı operasyonları düzenlemiş olmalarıdır!
Zaten Milli Görüş camiası 40 yıl boyunca hangi konuda Erbakan’ı dinledi ki, bu konuda da Erbakan gibi düşünebilsin!
Siyonist medya aşçılarının mutfaklarında pişirip önlerine koyduğu ve Milli Görüş camiasının afiyetle yemediği bir yemeğin varlığından şahsen haberim yok!
Batı işbirlikçisi ve uzantısı İslamcı medyanın özellikle Erbakan aleyhine yaptıkları yayınlara destek olmak noktasında Milli Görüş camiası sürekli oltanın ucundaki yeme aldanan balıklar gibi davrandı!
Milli Görüşçüler Erbakan’ı dinleyip teslim olmaktansa Yahudiler bir hıyar uzattığında ceplerindeki tuzu alıp koşmaktan vazgeçmediler!
Erbakan, AKP yandaşı İslamcı gazetecilerin, yazarların, aydınların, akademisyenlerin, tarikat ve cemaatlerin aksine ülkemizde yaşanan her türlü insan hakları ihlallerinin asıl sorumlusu olarak Dünya Siyonizm’i ile ülkemizdeki sivil uzantıları olan menfi sermaye, medya ve siyaset kesimleri olduğunu söylerdi.
Öyle ki, televizyon söyleşilerinde ve gazete röportajlarında 28 Şubat post-modern darbesi hakkında sorulan sorulara verdiği cevaplarda tek sefer bile olsa askeri suçladığına şahit olan yoktur!
Erbakan, 28 Şubatın menfi sermaye, menfi medya ve menfi siyaset tarafından gerçekleştirildiğini askerin ise bu gizli mahfiller tarafından aldatılıp kandırıldığını söylerdi!
Erbakan’ın ölümüyle birlikte 28 Şubat döneminde komuta kademesinde görevli olan birçok generalin yaptıkları açıklamalarda Erbakan’a haksızlık edildiğini beyan etmeleri bu gerçeğin bir ifadesi olsa gerek!
Bu ülkede Siyonizm, İsrail ve Haçlı Batı zihniyeti düşmanlığını siyasi bir söylem olarak benimseyip bunu bir ideal haline dönüştüren ilk devlet adamının Erbakan olduğu geçeğini kimse inkâr edemez!
Eğer bugün gelinen noktada Türkiye Cumhuriyetini yöneten en üst düzey resmi protokolün tamamının bir arada bulunduğu MGK toplantısının ardından
İsrail ve Haçlı Batı zihniyeti suçlanıyorsa bu Erbakan’ın ve Milli Görüşün Siyonizm ile girdiği savaşta zafer elde ettiğinin en açık kanıtı değil de nedir?
İstanbul İl Teşkilatı bayramlaşma töreninde kendisinden önce konuşma yapan protokol mensuplarının sürekli olarak iktidara geleceklerinden bahsetmeleri karşısında sıra Erbakan’ın konuşmasına gelince şöyle dedi:
“Bizim derdimiz, gayemiz bu ülkede salt iktidar olmak değildir. Çünkü biz, bu ülkede hiçbir zaman iktidardan inmedik! Biz Yeniden Büyük Türkiye önderliğinde Adil Düzene dayalı Yeni Bir Dünya kurmak için Cihad ediyoruz!”

..


İYİLER MUTLAKA KAZANIR. TARİH OLDU.! Sermaye ve OYAK Üstüne




Mustafa Sönmez
Ordunun holdingi olarak lanse edilen OYAK’ın, bankası Oyakbank’ı, ING Grubuna satması, orduyu ulusalcı. OYAK’ı da “ulusal sermaye” olarak etiketleyenlerin ezberini bozdu. Özellikle bazı emekli paşalar fena bozuldular, bazıları da fena halde hayal kırıklığı yaşadı.

Bunlar tabi ki Türkiye’ye mahsus alturkalıklar, sığlıklar.
OYAK, ordu mensuplarının birikimlerini değerlendiren bir anonim sermaye. Anonim de olsa son tahlilde “sermaye”. Sermaye dediğniiz şey bir ilişkidir. Onun kime ya da kimlere, bir aileye mi, binlerce küçük ortağa mı, devlete mi ait olduğu önemli değildir. Sermaye, sermaye olarak yola çıkıp kar ve birikim sağlama amacıyla harekete geçtiğinde onun OYAK mı olduğu Koç mu olduğu artık farketmez. Hatta bir sendikanın birikimleri ile değer ve artı değer üretmeye girişilmesi halinde de o sendikanın da olsa, “sermaye”dir, emeğin karşısında artık değer sağacak güçtür.
Marks’ın dediği gibi, Biriktir, biriktir, Musa da bu peygamberler de..
Bu basit ama çok temel gerçeği unutanlar, zaman zaman sermayeyi sınıflandırıp ona ulusalcı, işbirlikçi, yeşil, kızıl gibi sıfatlar takıp o özelliklerine göre saf tutarlar.
Herkes de bilir ki, Koç Grubu , Türkiye’nin başta ABD olmak üzere dış yatırımcılarla ilk ve en çok işbirliğine girmiş grubudur. Ama, mesele Tüpraş’ın özelleştirilimesine geldiğinde Koç, ulusalcı ilan edilip, özelleştirmenin Koç’ta kalmasına başta Cumhuriyet gazetesi ve İlhan Selçuk olmak üzere “ulusalcı” zevat onay verdi, bu durumu eleştiren yazarlara da köşelerini kapattı Cumhuriyet… Oysa, Koç, Tüpraş’ta Shell ile işbirliğindeydi ve bir bütün olarak global sermaye ile en çok sarmaş dolaş bir holding.
Oyak öyle değil mi? Fransızlarla yıllardır Oyak Renault faaliyeti sürdüren, sigortacılıkta, çimentoda yabancı partnerleri olan aynı Oyak değil mi? Neden o boyutuyla OYAK’ın “işbirlikçiliği” görmezden gelinir de, banka satmasında bu yönüne hayıflanılır.
Dedik ya, tam bize göre, tam alaturkalık ve sığlık..
OYAK’ın, Zorlu, Özyeğin, Doğan, Sabancı, Doğuş v.d. holdingler gibi , bankasının tamamını veya bir kısmını yabancı ortağa satacağı beklenen birşeydi. Bu sermayelerle bankacılık yapamazdı OYAK. Diğerleri hangi saikle sattıysalar, OYAK da o nedenle sattı. Çünkü OYAK’ın da kendi misyonunu şu cümlelerle özetlediği unutulmasın:
“ OYAK, bir yandan üyelerce arzulanan hizmetleri bir şirket anlayışı içinde en üst standartlarda sağlarken, diğer yandan da üyelerine en çok nemayı sağlamaya yönelik olarak, çevre ve toplum duyarlılığı içinde, bir holding yaklaşımı çerçevesinde portföy ve iştirak yatırımları yapan, tüm faaliyetlerinde aktüeryal dengeyi öncelikle gözeten bir sosyal yardımlaşma kurumudur….VİZYONUMUZ Üye mutluluğunu daima göz önünde tutarak, değişim gerekliliğini benimseyip dünya ve Türkiye’deki yenilikleri yakalamak, OYAK’a olduğu kadar ülkeye de yararlı yatırımlar yapmak, OYAK’ın kaynaklarını riske sokmadan üyelere her yıl artan reel kâr dağıtmayı hedeflemektir.”
Bu kadar açık ve net…Holding yaklaşımı içinde üyelere artan reel karı dağıtmak.. Gereği yapılacaktır. Bunun için gerekirse, Erdemir de satılacaktır. Satmazsa misyon ve vizyonuna aykırı hareket etmiş olacaktır OYAK.
Satılan parayla ne yapacaktır OYAK? Başka holdingler ne yapıyorsa onu. Global rekabette neye gücü yetiyorsa ona rıza gösterip oraya yönelecektir. Yeni özelleştirmelere girip gücünü orada kullanacaktır. Erdemir’e sermaye katacaktır, belki de diğerleri gibi plaza, alışveriş merkezi yatırımları yapacaktır. Bir global sermaye gibi davranıp Türkiye dışı yatırımlara da yönelecektir. Ama şu taahhüdünü unutmadan: “OYAK’ın kaynaklarını riske sokmadan üyelere her yıl artan reel kâr dağıtmayı hedeflemek”..
Umalım, bu satış birilerine sermaye üstüne biraz daha düşünme, sermayenin vatanı, dini, imanı, rengi olup olmadığı sorusunu sordursun, düşündürtsün…


7 Ocak 2015 Çarşamba

'' Haşim Kılıç, Kılıcını Çekti '' mi?


 '' Haşim Kılıç, Kılıcını Çekti  ''  mi?




















AKP ve Tayyip Erdoğan hukuk tarafından sınırlanmaya başladı artık. Yargılandıklarını ve hatta AKP’nin kapatıldığını da göreceğiz. 
Bunu onlar da biliyor ve o yüzden bu kadar saldırıyorlar Haşim Kılıç’a.

Beklenen final yaklaşıyor…


Anayasa Mahkemesi’nin 52. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törenin yapılacağı Yüce Divan Salonu’na giriyoruz. Tüm davetlilerin oturacağı koltuklara bir kitapçık bırakılmış: “Sorularla Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru”… AYM’nin bu konudaki hassasiyetinin bir kez daha vurgulanması olarak algılıyoruz.
Bu sırada salona Tayyip Erdoğan giriyor. Yüzündeki gergin ifade çok belirgin… Bir anons ya da “ayağa kalkın” çağrısı vs. yok. Yanında Ali Babacan, Cemil Çiçek, Bekir Bozdağ… Geçip protokoldeki yerlerini alıyorlar. Bir süre sonra Cumhurbaşkanı’nın salona girmekte olduğu anons ediliyor. Az öncekinin aksine salon ayağa kalkıyor ve Abdullah Gül, AYM Başkanı Haşim Kılıç ile sohbet ederek içeri giriyor. Onlar da oturuyorlar. Tayyip Erdoğan ile Haşim Kılıç’ın arasında Çiçek ve Gül var… Ama artık çiçek, gül sadece isimlerde. Ortamda zemheri ayazı var… Birbirlerine bakmamaya dikkat ediyorlar.

Bu gergin havayla başlayan törende esas tansiyon Haşim Kılıç’ın konuşması sırasında yükseliyor. Kılıç daha konuşmasının başında ilk mesajını veriyor: “Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması vardır.”

“Acaba bu kadarla mı kalacak?” diye bekliyoruz… Ama Kılıç devam ediyor: “Hukuk devletinin temel direği olan yargı, aynı zamanda devletin vicdanı olarak da tanımlanır. Bu vicdanın, siyasi ve ideolojik vesayet odaklarının işgaline uğraması nedeniyle toplum hayatına verilen zararların acı örnekleri, hafızalardan henüz silinmemiştir.”

Kılıç, Erdoğan’ın tam karşısında “kendi vesayet sistemini dayatmanın çabası”na düşenlerden bahsediyor. “Bu kez, farklı renkte bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık olduk” diyor. Arka sıralardan protokolde oturan Tayyip Erdoğan’ın yüzünü göremiyoruz. Ama tahmin etmek hiç de zor değil…

Ardından Kılıç daha somut konuşmaya başlıyor, yargıdaki “paralel devlet”, “çete” gibi iddiaların yarattığı ortama değiniyor ve çok önemli bir cümle kuruyor: “Görevi, maddi gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya kaldığı bu iddianın adı ‘vicdan yolsuzluğu’dur”. “Yolsuzluk” ifadesinin boş yere kullanılmadığına salondaki herkes emin görünüyor…

İşte o anda Erdoğan’ın bu salonda, yine bu heyetin karşısında Yüce Divan’da yargılandığını görür gibi olduğundan eminim…

Ve Kılıç bireysel başvurularla ilgili olarak ilave ediyor: “… belirtilen zorunluluk nedeniyle verilen kararlarımızın arkasında olduğumuzu da ifade etmek istiyorum.”

Ve son olarak twitter kararı ile ilgili olarak doğrudan sözlerini Erdoğan’a söylüyor: “Bu sonuçlara bakarak Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli olmamakla suçlamak içeriği ve derinliği olmayan sığ eleştirilerdir…”

Kılıç konuşmasını daha bitirirken Erdoğan’ın kalkıp gittiğini görüyoruz. Aklından “En azından bu sefer yargılanmak için burada değildim” fikrinin geçtiğini hem biz hem de tüm salon anlıyor.
Bu sefer ama belki de son sefer…


“Cüppeni çıkar!..”
Toplantının ardından ilk şoku atlatan AKP’liler tepki vermeye başlıyorlar. Toplantıdan önceki günlerde Erdoğan’ın Kılıç için söylediklerini tekrarlıyorlar: “Cüppeni çıkar!...”
İlk konuşanlardan biri Adalet Bakanı Bekir Bozdağ… Bozdağ; “Emekliliğine az bir süre kaldığı için yeni arayışlarda sanırım. Şu anda muhalefet boşluğu var. Muhalefetin yetkilerini Kılıç üzerine almış. Toplantıya davet ettiği kıymetli konukları huzurunda mahkemenin nezaketine yakışmayacak üslupla konuştu…” diye tutuk bir açıklama yapıyor. Bir AKP’linin nezaket ve üslup kaygısı taşıması tabii ki ilginç… Ne de olsa yıllardır Türkiye’nin en nezaketsiz üslubuna sahip olan siyasetçisinin liderliğinde çalışmayı içlerine sindiren insanlar bunlar…
Cemil Çiçek de konuşuyor: “Kimse oraya azarlanmaya gitmedi. Üslup yargıya yakışmadı.” Yine aklımıza yıllardır Tayyip Erdoğan tarafından çeşitli ortamlarda ve çeşitli vesilelerle azar işiten, hakaretlere maruz kalan insanlarımız geliyor. Ve tabii AKP’lilerin samimiyetsizliği…
Fakat AKP’lilerin “emekliliği yakın” derken imalarının, “Haşim Kılıç’ın Cumhurbaşkanlığına aday olacağı” iddiası olduğunu da görüyoruz.


Aydınlıkçılar yine şaşırtmıyor…
Ve ertesi sabah Aydınlık Gazetesi yine bizi şaşırtmıyor. Sanki manşeti Bekir Bozdağ atmış gibi: “Yüce Divan’da Köşk Savaşı” ve “Cemaat kılıç çekti”. AKP’nin; Kılıç’ın çıkışını Cumhurbaşkanı adaylığı hesaplarına ve Cemaat’le ilişkili hareket etmesine bağlayan tavrını Aydınlık da aynen tekrarlıyor.
CHP ve MHP’liler açıklamalarında Haşim Kılıç’ı haklı buluyorlar. Değerlendirmeler genellikle Kılıç’ın konuşmasının hukuk çerçevesi içinde ve doğru olduğu yönünde. Kılıçdaroğlu; “Sözde bir diktatörün yüzüne hukuk devletinin ne olduğu söylendi” diyor. Fakat AKP ile anlaşarak hapisten çıkan, seçimlerde CHP oylarını bölmek için azami gayreti gösteren, Akit Gazetesine verdiği röportajda “Tayyip Erdoğan’ın yanındayız” diyen Perinçek ve gazetesi yine AKP’nin yanında yer alıyor. Kılıç’ı haklı bulan muhalifler, Atatürkçüler ve milliyetçiler “Haşim Kılıç’tan medet ummak”la suçlanıyor.
Perinçek’in Akitçilerle samimiyetinden, Büyük Doğucu Necip Fazıl’ın öğrencisi Tayyip Erdoğan’ı desteklemesinden nedense hiç rahatsız olmayan Aydınlıkçılar, tekrar tekrar Haşim Kılıç’ın İBDA-C bağlantısı iddiasını tekrarlıyorlar. Tutarlılık mı? Kırk senedir asla olmamış bir şeyi neden şimdi bekleyelim ki…


Tayyip: “AYM’yi de dinliyorlar”
Tayyip ise durumu doğrudan Cemaat’e bağlıyor Konya’da: “Bunlar beni dinliyor, Cumhurbaşkanı’nı dinliyor. Yeni bir şey söylüyorum Anayasa Mahkemesini de dinliyorlar.” Sonra şöyle sürdürüyor: …Bu örgütün yargı içindeki, emniyet içindeki ve diğer kurumlardaki uzantılarından ve diğer çevrelerdeki uzantıları tarafından direnç gösteriliyor. Biz o direnci de kıracağız, paralel devlete asla müsaade etmeyeceğiz.”

Kılıç’ın adını burada vermiyor ama onun da aynı Aydınlık gibi “Cemaat kılıç çekti” dediğini herkes rahatlıkla anlıyor. Amerikan kanalı PBS’ye daha açık konuşuyor:
“Biz Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uyarız ama eleştirimizi de yaparız. Öyle kararlar veriyorlar ki hukuki değil, politik. Yargının kararlarıyla konuşması gerekir. Ama bugün bir konuşma yaptı, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı orada. Herkese ders verdi. Bugünkü konuşma benim üzülerek dinlediğim bir konuşmaydı. Bu konuşmanın altından da Sayın Başkan ömrü boyunca kurtulamayacak.”

Kılıç’a bu açık tehdidi yaparken bir taraftan da ABD’nin Fethullah Gülen’i iade etmesini ya da en azından sınır dışı etmesini beklediğini de ekliyor. Peki, Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’lileri bu kadar kızdıran şey ne? İktidarın yıllar boyunca defalarca nasıl da kendisini yargının yerine koyarak davrandığını hatırlıyoruz. Kılıç’ın “siyasi” denen konuşması bu mizanla çok hukukî kalıyor…


Faşizm, kendini frenleyecek herkese düşmandır
Daha twitter ile ilgili iptal kararı çıktığında tavrını belli etmişti aslında AKP. Bülent Arınç’ın o sırada yaptığı açıklamayı hatırlıyoruz. Arınç; geçmişte de durumdan vazife çıkaran kurumlar olduğunu, onların şimdi bunu yapamadığını ama onların yerini Anayasa Mahkemesi’nin aldığını söylüyordu. Tartışmalar sırasında Ömer Çelik aynı şeyleri daha açık ifade ediyor:
“…Geçmişte zaman zaman ordunun ve başka kurumların yaptığı gibi kurtarıcı misyona kendini kaptırmış. Demokrasi felsefesiyle en çelişen durum, bir kurumun kendine kurtarıcı misyonu biçmesidir.”

Türkiye’de devletin içinde bir dengenin olduğu günleri kastediyor Çelik. Yani Başbakanlık koltuğunda oturan bir diktatör heveslisinin çıkıp kimseyi takmadan her şeyi yapamadığı, “ileri demokrasi” diyerek faşizm kurmaya kalkamadığı, Cumhurbaşkanı’nın gerçekten işini doğru yaptığı, ordunun ve yargının dengeleyici bir ağırlığının olduğu o günleri hatırlatıyor bize. Ve anlıyoruz ki işte Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Haşim Kılıç’ın tavrında tahammül edemediği merkezi nokta da bu: Hiç beklemedikleri anda ve hiç beklemedikleri bir kişi onlara hukuk devleti ve demokrasi adına sınırlarını bildiriyor.

İşte bir faşist için en dayanılmaz şey: Sınırları olduğunun hatırlatılması…
Bu Haşim Kılıç’ın kişiliğinden de, kimliğinden de, hangi amaçla, kimlerin desteğiyle bu eleştirileri yaptığından da bağımsız bir şey…

Kılıç, Asya Anayasa Mahkemeleri Kongresi’nde “Bunu korumak için devletin varlığına ihtiyaç duyan toplum, bu kez devlet gücüne karşı da özgürlüğünü teminatlı bir konuma getirmek istemiştir. Bu ihtiyaç, devletin gücünü kullanan yasama, yürütme ve yargı organlarının hukuk dışına çıkarak bu değerlerin zedelenmesine ya da ortadan kaldırılmasına engel olma düşüncesinden doğmuştur” derken tam da bu noktaya değinmiş olmuyor mu aslında?
AKP ve Tayyip Erdoğan hukuk tarafından sınırlanmaya başladı artık. Yargılandıklarını ve hatta AKP’nin kapatıldığını da göreceğiz. Bunu onlar da biliyor ve o yüzden bu kadar saldırıyorlar Haşim Kılıç’a.
Beklenen final yaklaşıyor…

http://www.turksolu.com.tr/447/kataberk447.html

..


6 Ocak 2015 Salı

İNGİLİZLER ( MUSUL VE KERKÜKTEKİ EMELLERİ İÇİN ) ŞEYH SAİD 'İ DESTEKLEDİ


İNGİLİZLER ( MUSUL VE KERKÜKTEKİ EMELLERİ İÇİN ) ŞEYH SAİD 'İ DESTEKLEDİ


İngilizler, Musul ve Kerkük için Şeyh Sait’i destekledi,


İsyandan üç yıl önce İngilizlere yazılan bir mektup…










Şeyh Ali Rıza

Başlı başına bu belge bile esas meselenin İngilizlerin Musul-Kerkük hesapları olduğunu kanıtlamaktadır. Tabii bir de Mustafa Kemal Atatürk’e duydukları derin Düşmanlığı…




















Damat Ferit




















Seyit Abdülkadir



Mektup, 7 Ocak 1922 tarihliydi ve Şırnak, Hacı Bayram ve Selubi gibi birkaç aşiret adına Şırnak Aşireti Reisi Aysurzade Abdurrahman Ağa’nın imzasını taşıyordu. Muhatabı ise o sıralar Irak’ın gerçek yöneticisi olan İngiliz komiseriydi. İngilizlerden, Türkiye’ye karşı destek isteyen, bunu yaparken de Kürtlerle İngilizlerin aynı ırktan geldiklerini (!) anlatacak kadar çeşitli yollara başvuran Abdurrahman Ağa’nın bu mektubu, üç yıl sonra yapılacak olan Şeyh Sait Ayaklanması yargılamalarında kanıtlar arasında yerini alacaktı. Abdurrahman Ağa, İngilizlere şöyle sesleniyordu:
“Britanya Hükümetinin, haklarımızın yalnızca bu anlaşmayla tanınmakla yetinmesine rıza göstermeyiz. Bağımsızlığımızın sağlanması konusunda gizli yardımda bulunulacağı umudunu taşımaktaydık. Oysa, Şırnak olayında, umut ettiğimiz ve beklediğimiz yardımı görmediğimizden güçlü düşmanımız Türk Hükümeti elinde yalnız kaldığımızı üzülerek ifade ederiz.
Milli hukukumuzun elde edilmesi ve hükümetimizin kurulmasına kadar aşiretlerimizin savaş mühimmatı konusundaki eksiklikler milli maksadımızın gerçekleşmesini engellemektedir. Bazı aşiretler de mühimmatsızlık yüzünden harekete katılamıyorlar.
Gerçi hükümet kurmadan Büyük Britanya’nın açıkça yardım edemeyeceğini biliyoruz. Ancak, hükümet kurulduktan sonra yapılacak açık yardımdan önce bu gizli yardımın yapılmasını bütün içtenliğimizle bildiririz.”
Aşiretler ve şeyhler, İngilizlere destek için defalarca başvuruyor, ayaklanmak için hazır olduklarının ama desteğe ihtiyaçları olduğunu belirtiyorlardı. İngilizler ise iki sebepten dolayı bekliyorlardı.

İngilizler, Musul-Kerkük meselesini bekliyor
İngilizlerin açık bir destekten kaçınmasının nedeni ortadaydı: Osmanlı’dan kopardıkları yerlere daha yeni yerleşmişlerdi ve burada hem müttefikleri hem de rakipleri olan Fransa’yla bir paylaşım yarışına girişmişlerdi. Bu durum hareketlerini kısıtlıyordu. Fakat daha da mühimi Anadolu’ya tamamen el koyma, batıyı Yunanlılara, doğuyu ise Ermenilere ve Kürtlere bölüştürme planları Atatürk tarafından durdurulmuştu. İngiliz emperyalizmi tarihinin en acı tokadının Türklerden yemişti. Atatürk’ün üstün askerî ve siyasî dehasıyla uygun şartlar oluşmadan tekrar karşı karşıya gelmek istemiyorlardı. Açık bir kriz şu an işlerine gelmiyordu.
Bunun da dışında İngilizler hesaplarını iyi yapıyorlardı. Onlar için temel mesele; Türkiye’nin Misak-ı Millî sınırları içinde olan ve vatana katmak için mücadeleden kaçınmayacağını açıkça ortaya koyduğu Musul ve Kerkük bölgesiydi. İngiltere, bu meselenin er ya da geç Türkiye tarafından olmazsa olmaz bir şekilde masaya getirileceğinin çok net farkındaydı. Çıkacak ve erkenden bastırılacak bir ayaklanma İngiltere’nin bu hesabına uymuyordu. Ayaklanma öyle bir zamanlamayla çıkmalıydı ki Türkiye tam Musul-Kerkük meselesine yoğunlaşacağı sırada ona engel olmalı, Türkiye’nin dikkatini ve enerjisini buraya toplamalıydı.
Böylelikle, ayaklanmanın başarılı olmaması durumunda dahi Türkiye, Musul ve Kerkük’ten olacağı için İngiltere kendi adına oldukça kazançlı çıkacaktı. Nitekim öyle de oldu… Kürt aşiretleri ve Nakşî şeyhleri ne kadar aceleci ve ihanete teşne iseler İngilizler de bir o kadar soğukkanlı ve planlı davrandılar. Bölücü, Kürt-İslamcı örgütlenme kendisini kullandırtmak istiyordu; İngiltere de bu imkânı sonuna kadar ve istediği gibi değerlendirdi…

Seyit Abdülkadir ile Hürriyet ve İtilaf’ın Kürt özerkliği anlaşması
Kürt-İslam örgütlenmesinin temel hedefi ise özerk hatta mümkün olursa “bağımsız” bir Kürdistan kurarak bunu Şeriatla yönetmekti. Bu Şeriatçı Kürt devletinin başında da tabii ki Nakşî-Kürt şeyh aileleri bulunacaktı. Seyit Abdülkadir, babası Ubeydullah’ın misyonunu kaldığı yerden sürdürüyordu. 1908’den beri açıkça Kürtçü örgütler kuruyor, 1918’den itibaren de Sevr’in yarattığı koşullardan iştahı kabarmış bir halde sonuca ulaşmaya az kaldığını düşünüyordu.
Şeyh Sait İsyanı sırasında Seyit Abdülkadir Nehrî, İstanbul’daki evinde tutuklanacaktı. Evinde ele geçen belgelerden biri de İngiliz kuklası Damat Ferit Paşa hükümeti ile Abdülkadir’in Kürt Teali Cemiyeti arasında yapılan bir anlaşmayla ilgiliydi. Anlaşmaya göre Hürriyet ve İtilaf hükümeti özerklik sözü vermekteydi. Sorgulamada Mazhar Müfit Bey (Kansu) bu konuyu sorduğunda Abdülkadir inkâr etmeyecekti:

“Evet, bilgim vardır, inkâr etmem. Hürriyet ve İtilaf’la bir anlaşma yaparak Ferit Paşa’nın Ermenistan emellerini kırmak istedik. Bu anlaşma gereğince Kürdistan’a özerklik verecektik. Fakat Osmanlı hükümeti ile İslâm halifeliğini ayırmadık.”

Yani Abdülkadir, “Ermenistan’a engel olmak için bunları yaptık ve suç Damat Ferit’indir” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Fakat burada birkaç noktada birden çelişkiler ortaya çıkıyor. Birincisi; Damat Ferit Paşa, zaten İngilizci Hüriyet ve İtilaf’ın hükümet başkanıdır. Kendi partisi de onunla aynı noktadadır. İkincisi; Abdülkadir de aynı partinin başından beri içinde yer almıştır, hatta onun Şuray-ı Devlet reisliğini (Danıştay Başkanlığını) üstlenecek kadar önemli bir yeri vardır. Üçüncüsü; Kürt aşiretleri ve Nakşî şeyhleri Ermenilerle o dönemde de ortaktırlar. Paris’te Türkiye aleyhine çalışan Kürt Şerif Paşa ile Ermeni Bogos Nubar bir aradadırlar. Bugünün Kürt-İslâmcıları Şeyh Sait’in daha I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerle ilişki kurduğunu övünerek anlatmaktadırlar. Seyit Abdülkadir’le defalarca görüşüp ayaklanmayı planlayan Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza Kürt-Ermeni ortak örgütü Taşnak Hoybun’un yöneticilerinden olacaktır sonradan. Yani Ermeni talepleri ile Kürt talepleri birbirine toprak paylaşımı dışında asla karşı değil ortaktır.
Tümünü bir araya getiren esas güç ise tabii ki İngiltere’den başkası değildir… Sorgularda tüm ayaklanma liderleri ise birbirlerini suçlayarak suçu üzerlerinden atmaya çalışacaklardır. Fakat artık tüm olan biten açıklıkla ortaya çıktığı için sonuç alamayacaklardır.

Binbaşı Kasım, İngiliz parmağını açıklıyor
Şeyh Sait Ayaklanması olayının en temel isimlerinden biri Binbaşı Kasım’dır. Binbaşı Kasım, Şeyh Sait’in bacanağıdır. Ayaklanma öncesi örgütlenmeyi de gelişmeleri de en başından beri bilmektedir ve ayaklanmaya karşıdır. Bu nedenle de devlete bilgi aktarmış, ayaklanmanın sonunda da Şeyh Sait’in yakalanmasında orduya yardımcı olmuştur. Yine Mazhar Müfit Bey’in ayaklanmacıların İngilizlerle ilişkisi konusunda sorduklarına en net cevapları veren de o olmuştur.
Mazhar Müfit Bey’le Binbaşı Kasım arasında şu konuşma geçer:
“- Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gidişi bu ayaklanma ile ilgili midir?
- Ali Rıza Halep’e oradan da İstanbul’a geçti. Sonra döndü. Seyit Abdülkadir Efendi’yi gördüğünü söyledi. Bu düdük ötmez, ömrümüz on beş gündür dedim. Merak etme olacak, dedi.
- Ali Rıza İstanbul’dan döndükten sonra Seyit Abdülkadir’den söz ederken size İngiliz nüfuzu ile bir Kürdistan kurulmasından söz etti mi?
- Esasen, söylesin söylemesin, bu olaylarda İngiliz parmağı olduğunu biliyordum.”
Evet, herkesin bildiği “İngiliz parmağı” gerçeği böylece olayları en yakından yaşayan ve bilen Binbaşı Kasım tarafından da doğrulanmış oluyordu. Fakat bir destekleyici bilgi daha vardı ve o da yine İngilizlerin rakipleri Fransızların raporlarındaydı…

Fransız komiserinin raporunda İngiliz-Şeyh Sait ilişkisi ve Musul
Fransızlar, İngilizleri her hareketini kendi menfaat ve hassasiyetleri gereği adım adım izliyorlardı. Fransa’nın Bağdat komiserinin, Paris’e geçtiği rapor birçok meseleyi netleştirmektedir, özellikle de Musul meselesini:
“… Ayaklanmacılara silahlar İtalya’dan gelecekti. Kürt hareketi Berlin’de cumhuriyet karşıtı Türkler, Mısırlı ve Hintli eylemciler tarafından desteklendi. Cenevre’de toplanan bazı bilgiler İtalya ve İngiltere’nin ayaklanmanın hazırlandığından önceden haberi olduğunu gösteriyor…
Kürt ayaklanması, kendiliğinden birdenbire meydana çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Ayaklanma işareti İstanbul’daki Kürt yanlısı çevrelerden geldi. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki Meclis’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır…
Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak vermezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran Komisyon’da Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.”
Başlı başına bu belge bile esas meselenin İngilizlerin Musul-Kerkük hesapları olduğunu kanıtlamaktadır. Tabii bir de Mustafa Kemal Atatürk’e duydukları derin düşmanlığı…
Kürt-İslamcı Nakşîler ise yine İngiliz sömürgeciliğinin bir numaralı piyonu olma rolünü oynuyorlardı. 1800’lerin başında kurgulanan İngiliz projesi zehirli meyvelerini veriyordu ve daha da verecekti…


***

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN GEÇMİŞ DÖNEM OLAYLARINI BİLMEK İSTEYEN VATANSEVERLERİMİZ..  Kaya Ataberk 'in önceki yazılarıni MUTLAKA OKUYUNUZ..

- Haşim Kılıç, kılıcını çekti (Sayı 447, 4 Mayıs 2014)
- Şeyh Sait Ayaklanması: İngiliz emrindeki Kürtçü şeriatçılık (Sayı 446, 27 Nisan 2014)
- Şeyh Sait ayaklanmasını kimler, nasıl örgütledi? (Sayı 445, 20 Nisan 2014)
- Nakşî Kürtlerin ikinci kolu Şeyh Sait Ailesi (Sayı 444, 13 Nisan 2014)
- Sağın Barzani sevgisi ve Nakşî dayanışması (Sayı 443, 6 Nisan 2014)
- Nakşî Barzanilerin Türkiye’ye ihanet dosyası (Sayı 441, 16 Mart 2014)
- AKP-Barzani kardeşliğinin kökü, Necip Fazıl ve Nehrî ailesii (Sayı 440, 9 Mart 2014)
- Nakşî Kürtçülerin birinci kolu Nehrî Ailesi’nin kısa tarihi (Sayı 439, 2 Mart 2014)
- Tanzimat’ta Nakşî güçlenmesi ve Kürtçülüğün doğuşu (Sayı 438, 23 Şubat 2014)

- Diktatörle tarikatın savaşı: II. Mahmut’la müttefiki Nakşîler nasıl karşı karşıya geldi? (Sayı 437, 16 Şubat 2014)

- Kürt Nakşîliği Türk Devletini ve toplumunu nasıl böldü? (Sayı 436, 9 Şubat 2014)

- İngilizler, Vahhabîlik ve Kürt Nakşîliğinin Türklüğe karşı gizli ittifakı (Sayı 435, 2 Şubat 2014)

- Kürt Nakşîliğinin Kökeni Şehrizorlu Şeyh Halid ve İngiliz Ajanı Claudius Rich (Sayı 434, 26 Ocak 2014)

- AKP-Cemaat çatışmasının ardındaki Nakşibendî-Nurcu kavgası (Sayı 433, 19 Ocak 2014)



http://www.turksolu.com.tr/448/kataberk448.html
..

"Meydanları AKP'ye ve PKK'ya Teslim Etmeyeceğiz"



"Meydanları AKP'ye ve PKK'ya Teslim Etmeyeceğiz"




Genç Türk Genel Başkanı Mehmet Esen


“Atatürk ve Türk Bayrağında bir araya geldik”

Yüz binleri sokağa döktük

TÜRKSOLU: Genç Türk ne zaman kuruldu?

MEHMET ESEN: 19 Mayıs 2012'de İstanbul'da düzenlediğimiz bir törenle kuruluşumuzu ilan ettik. Kurucu Genel Başkanlığını ben üstlendim.
Türkiye'nin pek çok ilinden arkadaşlar bir araya geldik. Mersin'den de arkadaşlar vardı. Konya'dan, Kayseri'den de... Elbette İzmir, Ankara gibi büyükşehirlerden de.
TÜRKSOLU: Neden yeni bir örgüt kurma ihtiyacı hissettiniz?
MEHMET ESEN: Bugün siyasi partilerden bağımsız bir oluşuma ihtiyaç var. İnsanları gerçekten birleştirecek bir yapı gerekiyor. Bizler Atatürk ve Türk bayrağı ekseninde bir araya geldik. Amacımız gençliği tek bir çatı altında toplayabilmek. Ortak milli değerler etrafında bir araya gelebilmek. MHP'sinden CHP'sine, HEPAR'ından Ulusal Parti'ye pek çok siyasi partiden arkadaşları da davet ettik.
TÜRKSOLU: Siyasi partilerde nasıl bir eksiklik gördünüz de yeni bir oluşuma ihtiyaç duydunuz?
MEHMET ESEN: Genç Türk'ü kurduğumuzda AKP iktidarının 10. yılıydı ve biz muhalefetin yetersizliğini gördük. Maalesef düzgün bir şekilde görevlerini yapamadılar. Halka gerçekten önderlik yapabilecek, Türk milletinin sesi olabilecek bir oluşum kurmak istedik. Kanı gerçekten vatanı için deli deli akan, Atatürk sevdalısı, bayrak sevdalısı gençlerin olacağı bir oluşuma ihtiyaç vardı.
TÜRKSOLU: Sağ-sol demedik Atatürk'te birleştik diyorsunuz. Bunu gerçekten de hayata geçirebildiniz mi?
MEHMET ESEN: Yaptığımız yürüyüşler ve eylemler ortada. Genç Türk olarak yüz binlerce insanı sokağa dökebilen bir kitle örgütüyüz. Bu yüz binlerce insan sadece solculardan ya da sağcılardan oluşmuyor elbette. Her kesimden insan var. Bir ortak payda oluşturmayı başardık.
2013 yılında, AKP'nin ve PKK'nın Türk olana, Türk milletine, milli olan her şeye ne kadar saldırdığını gördük. Bundan rahatsız olan bütün kesimleri milli değerlerde birleştirdik.

AKP'nin tabanına da ulaşabiliyoruz


 


TÜRKSOLU: Ne kadar yaygınlaşabildiniz? 

MEHMET ESEN: İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin gibi büyükşehirlerde, özellikle üniversitelerinde zaten örgütlüyüz. Ancak biz bunların yanında AKP'nin güçlü olduğu şehirlerde de örgütlenmeyi hedefledik.
İlk örgütlendiğimiz illerden birisi Kayseri'dir mesela. Kayseri'deki Gezi eylemlerine bizim arkadaşlarımız önderlik etti. Hatta geçtiğimiz ay bu yüzden hakim karşısına çıktılar.
Ve Aksaray, Konya... Hatta Erzurum… Bu illerde tahminimizden de fazla ilgi görüyoruz. Örneğin, Aksaray'da düzenlediğimiz "Teröre Lanet Yürüyüşü" büyük olay yaratmış ve oldukça kalabalık geçmişti.
TÜRKSOLU: AKP tabanına da seslenebiliyor musunuz?

MEHMET ESEN: Elbette. Ailesi AKP'li olan pek çok genç arkadaşımız bizimle beraber mücadeleye dahil oldular. Onlar da artık şunu görüyorlar: AKP ile birlikte bu ülkede Türk olan, milli olan her şey saldırı altında. Bir Türk genci olarak kaygı duyuyorlar. Ve yanımıza geliyorlar.
Zaten bizim asıl hedefimiz de buydu. Yalnızca Atatürkçü ailelerin gençlerini örgütlemekle yetinmeyeceğiz. Esas olan AKP'li ailelerin çocuklarını da kazanabilmek olmalıdır.
TÜRKSOLU: Kendisini sağda ya da solda tanımlamış bir genç, Genç Türk'e katılmaya karar verdiğinde, bu fikirlerini terk mi etmek zorunda?

MEHMET ESEN: Hayır, böyle bir zorunluluk yok. Onlara şunu söylüyoruz. Örneğin bir MHP'li arkadaş geldi diyelim. Ona üyeliğini sildir gibi bir çağrıda bulunmuyoruz. Aksine, sen yine kendi partinde mücadeleni sürdür diyoruz. Bizim yanımıza geldiğinde, MHP'li bir Genç Türk oluyor. MHP'ye gittiğinde de Genç Türk üyesi bir MHP'li olmasını istiyoruz. Bizim hassasiyetlerimizi, o partilerde de savunmaları yeterli bu arkadaşların.
TÜRKSOLU: Genç Türk Genel Başkanı olarak siz bir partiye üye misiniz?

MEHMET ESEN: 2011 genel seçimleri döneminde HEPAR'ın gençlik kollarında görev aldım. 2009 yerel seçimleri döneminde ise CHP'nin Maltepe ilçe örgütünde çalışmıştım. O dönem Kemal Kılıçdaroğlu'nun İstanbul'u kazanmasını sağlayamamıştık, ama en azından bulunduğumuz ilçede seçimleri almayı başarmıştık. İki partinin de gençlik kollarında yönetici görevlerde bulundum. Halen CHP üyesiyim.
Kahramanımız Atatürk
TÜRKSOLU: Her gencin bir kahramanı vardır. Tabii her gençlik örgütünün de... Gençlere ve gençlik örgütlerine bu kahramanlar yön gösterir. Sizin kahramanınız kim?

MEHMET ESEN: Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk hepimiz için, bir Türk genci için bir kahramandır. Emperyalizme karşı savaşmış, karşısında kendisinden kat be kat üstün bir askeri güçle mücadele etmiş ve bunu kazanmış bir liderdir. Üstelik dünyada bunu başarabilen ilk insandır. Sadece bu yönüyle değil, ülkesi ve milleti için fedakârca mücadele ettiği için de bizim kahramanımızdır. Yeri geldiğinde apoletlerini söküp bütün mevkilerinden vazgeçebildiği için... Kendisini değil halkını düşünebilen bir insan olduğu için…
Bu özelliklere sahip dünyada bir başka bir lider yok. İşte bu yüzden, tek bir kahramanımız var, o da Mustafa Kemal.
TÜRKSOLU: Basına da yansıyan bir eyleminiz vardı. 10 Kasım'da Dolmabahçe'de Atatürk maskeleriyle bir buluşma gerçekleştirmiştiniz. On binlerce insan katılmıştı. Neydi bu maskenin anlamı?

MEHMET ESEN: AKP ve PKK gibi mücadele ettiğimiz kesimlerin tek bir korkusu var: Atatürk. Biz de Atatürk gençleriyiz. Hep yakınılır, kaygılanılır ya, Atatürk öldü, ne yapacağız diye… Herkeste de bir Atatürk arayışı var. Biz de bu maskelerle şunu belirtmek istedik: Atatürk ölmedi, hepimiz birer Atatürk'üz. Saat 9'u 5 geçe Atatürk gözlerini yumduysa, saat 9'u 6 geçe milyonlarca Atatürk de mücadele aşkıyla gözlerini açtı diyoruz. Bu ülkenin gençliğinin Atatürk'ün mücadelesini devam ettireceğini göstermek için o maskelerle çıktık…
TÜRKSOLU: Ve ardından da "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" sloganı…

MEHMET ESEN: "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" kitlelere Genç Türk'ün mal ettiği bir slogan oldu. 29 Ekim 2012'de on binlerce insanın katıldığı bir Cumhuriyet yürüyüşü yapmıştık. Bu yürüyüşte en çok ilgi çeken şey taşıdığımız 20 metre uzunluğundaki büyük "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" pankartımızdı. On binlerce insan bütün İstiklal Caddesi'ni "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" sloganlarıyla inletmiştik.
TÜRKSOLU: Genç Türk'ün "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" yazılı flamaları özellikle Gezi direnişi sırasında bütün Türkiye'nin dikkatini çekti. Herkesin elinde bu flamalar vardı. 

MEHMET ESEN: O bahsettiğiniz flamadan ve üzerinde "Hepimiz Türk'üz Hepimiz Atatürk'üz" yazılı olanından bugüne kadar on binlerce dağıtmışızdır. Gerçekten kitlelere mal olan bir flama oldu. Aslında kuruluş amacımızı da birebir yansıtan bir flamadır o. Bu kadar yaygınlaşması doğru bir yolda olduğumuzu da gösteriyordu. Sonuçta ne vardı o bayrağın üstünde? Ay-yıldız ve Mustafa Kemal. Yani Atatürk ve Türk Bayrağı'nda Türk milletini birleştirme hedefimizi Gezi Direnişi sırasında fiilen hayata geçirmiş olduk.

 
24 saatin 20'sinde çalışıyoruz
TÜRKSOLU: Genç Türk, Gezi Direnişi'nde hep ön saflardaydı. Kadıköy yakasında da Bağdat Caddesi'nde on binlerce insanın katıldığı büyük yürüyüşler düzenlediniz. 2012 Mayıs'ında kurulmuş bir örgüt olarak 2013 Mayıs'ında, aşağı yukarı bir yaşınıza yeni girmişken, yüz binleri toplamayı başardınız. Nedir bu hızlı yükselişin sırrı? 

MEHMET ESEN: Özveriyle çalıştık. 24 saatin 20'sinde çalıştık. Bahsettiğiniz o büyük yürüyüşler de bu özverinin bir ürünüdür. O dönemde İstanbul'un 15-20 ayrı noktasında standlarımız vardı. Bunun dışında kapı kapı gezilip broşürler dağıtıldı. İstanbul'un her tarafında afişler astık. Üstelik tüm bu etkinliklerin yanında geceleri de Gezi Parkı'na nöbete gidiyorduk. 9-10 çadırımız vardı Park'ta…
Bu hızlı yükselişin bir başka önemli nedeni de elbette savunduğumuz fikirlerin doğruluğudur. Hatırlarsınız, Gezi Eylemleri sırasında herkesin elinde bir Atatürk resmi ya da Türk Bayrağı vardı. Yani bizim hedeflediğimiz kitle ve savunduğumuz görüşler zaten sokağa dökülmüştü. Bu insanlar tabii ki Genç Türk'ün önderliğinde yürüyecekti...
TÜRKSOLU: Bağdat Caddesi'nde 3-4 büyük yürüyüş yaptınız. Kaç kişi katılmıştı tahminen?

MEHMET ESEN: 16 Haziranda yaptığımız son yürüyüş, tam da Tayyip Erdoğan'ın ünlü Kazlıçeşme mitingiyle aynı gündü ve 300 binden fazla insanın katıldığı büyük bir eylem oldu.
TÜRKSOLU: Herhalde Türkiye tarihinin en büyük eylemlerinden birisidir.

MEHMET ESEN: Ne 68'de ne de 80 öncesinde bu kalabalığın bir benzeri olmamış. Yürüyüşe sadece Bağdat Caddesi civarından insanlar gelmemişti. Öğrendiğimize göre, yürüyüş duyurularımızı gören binlerce insan İstanbul'un farklı bölgelerinden akmış Bağdat Caddesi'ne. Hatta Kocaeli'nden, Trakya'dan, Bursa'dan, yani yakın illerden bile gelen olmuş.
Biber gazıyla Gezi'den aylar önce tanıştık
TÜRKSOLU: 300 bin kişi toplamak kolay değil. Bu güveni nasıl sağladınız? 

MEHMET ESEN: Yürüyüşlerimiz aslında birkaç aylık bir emeğin sonucudur. Gezi Direnişi'nden aylar önce yine binlerce insanın katıldığı yürüyüşlerimiz olmuştu. 29 Ekim'de Cumhuriyet Bayramı'nı İstiklal Caddesi'nde çok büyük bir yürüyüşle kutlamıştık. 10 Kasım'da Dolmabahçe'deki etkinliğimizden zaten bahsettik. Ardından 25 Kasım'da yine İstiklal Caddesi'nde Balkanlar'da yaşanan Türk Soykırımı'nın 100. yıldönümü için bir yürüyüş yapmıştık. Şubat ayında, artan PKK terörünü ve sözde çözüm sürecini protesto etmek için Büyük Türk Yürüyüşü düzenlemiştik. Yine İstiklal Caddesi'nde ve yine binlerce insanın katılımıyla... Son olarak 19 Mayıs'ta "Çılgın Türkler Taksim'e" çağrısı yapmıştık. Amacımız Tünel'den Taksim'e kadar yürümekti. O gün polis yürüyüşümüzü engelledi. 2 TOMA ve yüzlerce Çevik Kuvvet'le karşımıza dikildi. Gezi Direnişi'nin bir nevi kıvılcımıdır bu engelleme.
TÜRKSOLU: Biber gazıyla da aylar önce tanışmıştınız.

MEHMET ESEN: Nisan ayında, Akil Adamlar'ı Türkiye'de gittikleri her yerde protesto ediyorduk. En ses getiren eylemimiz İstanbul-Esenyurt'ta gerçekleşmişti. Hepimiz gözaltına alındık. Biber gazıyla işte o gün tanıştık.
TÜRKSOLU: Kalabalıkları toplamayı başardınız diyelim. Bu kadar insanı kontrol edebilmek, bir provokasyona mahal vermemek çok daha zor. Üstelik sizler gençsiniz. Ve yürüyüşlerinize sizlerden yaşça büyük insanlar da katılmıştı.

MEHMET ESEN: Genç Türk'ün hiçbir eyleminde provokasyon olmamıştır. İnsanlar bu sayede yürüyüşlerimize gönül rahatlığıyla katılıyor. Bebek arabalarıyla gelenler, bastonuyla gelenler, tekerlekli sandalyesiyle gelenler bile oluyor. Genç Türk olarak bir eylem tecrübesi edindik ve insanlar bu tecrübeye saygı duyuyor.
TÜRKSOLU: Hiç mi taşkınlık olmadı? Sonuçta o kadar insan katılıyor eylemlerinize?

MEHMET ESEN: Tek tük yaşandı, ama hepsini en baştan engellemeyi başardık. Hatta, hatırlarsınız, Gezi Direnişi sırasında Mado ile Starbucks'a karşı büyük bir tepki vardı. Biz yürüyüşlerimiz sırasında bu firmaların önünden geçerken kimi arkadaşlarımızı dükkânları korumakla görevlendiriyorduk. Bir yandan da taşkınlık olmaması için sürekli anonslar yapıyorduk. Onca kalabalığa ve onca tepkiye karşın tek bir olumsuz olay yaşanmadıysa bu bizim çok dikkatli ve sorumlu davranışımızdandır.
Ayrıca şunu da eklemeliyim, Kadıköy bölgesi bizi çok iyi tanır. Gezi Direnişi'nden iki ay kadar önce orada TC'nin kaldırılmasına ve Akil Adamlar Heyeti'ne karşı imza kampanyaları başlatmıştık. İki ay boyunca bizi her gün o standlarda gören, aşina olan Bağdat Caddesi insanı, elbette yürüyüşlerimizde de bize son derece bağlı davrandı…




Bir umut olduk biz
TÜRKSOLU: Güveni sağlamak kolay değil, tabii ki... 

MEHMET ESEN: Bir umut olduk biz. Gençler bu mücadelenin içerisinde. Görevinin başında. İzinde ya da tatilde değil, klavye başında yazıp çizen, oralarda mücadele verdiğini sanan bir gençlik değil. Sokakta… Bir bakıyorsunuz stand açmış. Bir bakıyorsunuz metro çıkışında bildiri dağıtıyor. Bir bakıyorsunuz kapınız çalıyor, açıyorsunuz bizden bir arkadaş. Bir bakıyorsunuz, işyerinizde sizi ziyaret etmiş. Bir bakıyorsunuz duvarlarda afiş asıyor. Bir bakıyorsunuz arabanızın camına broşürünü koymuş.
Her yerdeydik. İnsanlara böyle güven verdik.
TÜRKSOLU: Kürt Açılımı'nın başladığı dönemde, özellikle Akil Adamlar'ı protesto eylemleriniz çok ses getirmişti. O dönem sokakta kimse yoktu, bir tek siz vardınız. 

MEHMET ESEN: Sadece Akil Adamlar'a karşı değil, devlet dairelerinden TC ibarelerinin kaldırıldığı dönemde de sokakta bir tek biz vardık. Türkiye'nin dört bir yanında, "TC İlelebet" afişleri astık. Hatta Ziraat Bankaları ve tabelası değişen hastaneler önünde eylemlerimiz de oldu.
Akil Adamlar Heyeti sürecinde de, Genç Türk dışında hiçbir gençlik örgütlenmesinin sokağa çıkmadığını gördük. Halbuki Türk milletinde büyük bir tepki vardı. Tabii, bizim milli duygularımız ön planda olduğu için, hiçbir örgütlenme ortada yokken, sokaklara çıktık, tepkimizi gösterdik. Akil Adamlar'ı gittikleri her yerde protesto etmeye başladık. Bizim o eylemler, yurt çapında Akil Adamlara yönelik tepkinin daha da büyümesini sağladı. Tepki artınca, başlarda sessiz kalanların da eylemlere başladığını gördük.
TÜRKSOLU: 2014'te ne yapmayı planlıyorsunuz? 

MEHMET ESEN: 2013 bizim için çok hızlı geçti. Çok büyük eylemler yaptık. Bu hızlı dönemin ardından şimdi, örgütsel yapılanmamızı oturtuyoruz. Bulunduğumuz bütün illerde yönetim kademelerimizi kuruyoruz.
2014'te AKP iktidarına ve PKK'lılara karşı çok büyük eylemlerimiz yine olacak. Dört duvar arasında bir siyasete karşıyız biz. Sokakta olacağız. Sokağa inmeden başarı gelmediğine inandık.
Bugün, PKK sokakları ele geçirmeye çalışıyorsa buna müsaade etmeyeceğiz. Sokaklar bizim. Alanlar bizim.
Her yerde ellerimizde Türk bayrakları ve Genç Türk flamalarıyla olacağız. 2014'te yine çok hızlı bir şekilde geliyoruz...
http://www.turksolu.com.tr/mesen.html


.

1960’larda Merkez Sağdaki Kürt - İslamcılar







1960’larda Merkez Sağdaki  Kürt-İslamcılar


YAZAN; Kaya Ataberk



Mustafa Remzi Bucak ve mektubunun kitap olarak basılmış hali



Lyndon Johnson, Yusuf Azizoğlu

     Barzani’ye kırmızı pasaport verip, “federasyon” çıkışı yapan Özal’dan, Barzani müttefiki olup ilk terk ettiği devlet politikası Kıbrıs olan AKP’ye kadar geleceğin birçok gelişmesinin anahtarı bu mektuptur aslında.
Ve yine yıllarca PKK’yı destekleyen güçlerin bu mektubu yazdıranlarla aynı olduğu da açıktır.

DP’nin devamcısı iki parti: AP ve YTP
27 Mayıs 1960 askerî müdahalesinin üzerinden çok zaman geçmeden merkez sağ ve Kürt-İslamcılık kendini toparlamıştı. Müdahalenin ardından askerlerin oluşturduğu hükümetlerin ardından 1961 sonbaharında seçimler yapılmıştır. Seçimlerden biraz önce, 1961 Şubatında kurulan iki parti DP’nin devamı olarak sahneye çıkmışlardı. Bunlardan ilki ve daha uzun soluklu olarak Türk siyasetinde etkili olacak olanı Adalet Partisi’ydi. AP’nin 11 Şubat 1961’deki kuruluşundan iki gün sonra (13 Şubat) ise Yeni Türkiye Partisi, Ekrem Alican’ın genel başkanlığında kurulmuştu. AP’nin ilk genel başkanı emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala’ydı. Onun ölümü üzerine bir süre Saadettin Bilgiç başkanlığı yürütecekti. Fakat 1964’te yapılacak kongrede yerini Süleyman Demirel’e bırakarak asıl şekline ulaşacaktı.

1961 yılında yapılan ilk seçimlerde CHP birinci parti oldu ama tek başına hükümet kuramadığı için AP ile ilk koalisyon gerçekleşti. Artık 1980’lere kadar sürecek bir koalisyon hükümetleri dönemi açılmıştı. İsmet İnönü’nün Başbakan olduğu bu 26. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti fazla uzun ömürlü olmadı ve 1962 yılının Haziran ayında yerini CHP, YTP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin katılımıyla oluşan yeni bir koalisyona bıraktı. Bu kabinede YTP’den Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev yapan Dr. Yusuf Azizoğlu bizim için özelikle dikkat çekicidir.

Dr. Yusuf Azizoğlu ile yeniden açılan Kürt-İslamcılık sayfası
Yusuf Azizoğlu 1917’de Diyarbakır Silvan’da doğmuştu. Yörenin “ağa” ailelerinden birindendi. Büyük toprakları vardı. Daha İstanbul’da Tıp Fakültesi öğrencisiyken ilk Kürtçülük faaliyetlerine girişmişti. Başkanlığını yaptığı Doğu Talebe Yurdu bu etkinliğin odağıydı. Birlikte bu kuruluşu yaptıkları kişiler ise Faik Bucak, Mustafa Remzi Bucak ve Musa Anter’di.
Yusuf Azizoğlu, ilk olarak 1950’de DP’den Diyarbakır milletvekili olmuştu. Esat Cemiloğlu ve Mustafa Remzi Bucak ile birlikte DP’nin esas Kürtçü ekibini oluşturan kişilerden birisiydi. Daha sonra YTP’nin kuruluşunda yer aldı. Bakan olduktan sonra da tabii ki Kürtçü eğilimi asla değişmemişti. Özellikle İsmet İnönü’nün ciddi tepkisini çekmişti. Bu ve benzeri sebeplerden CHP-YTP hükümeti de çok uzun ömürlü olmayıp, iki sene bile ayakta kalmadan dağılacaktı.

Fakat Yusuf Azizoğlu’nun bakan olmasının özel bir önemi vardı. Ağaların, aşiret reislerinin, Nakşî şeyhlerinin kısacası Kürt-İslamcılığın sayfası yeniden açılmış oluyordu. Bir süre sonra AP’nin yıldızının Demirel’le parlamaya başladığı yıllarda YTP oylarının büyük çoğunluğunu buraya kaptırdı. Bu arada Ekrem Alican genel başkanlıktan çekilmiş, yerinde Yusuf Azizoğlu geçmişti. Onun elinde YTP doğrudan doğruya bir etnik partiye dönüştürülmek istendi. Fakat bunun için henüz erkendi. Bir süre sonra YTP sahneden çekilecek, Yusuf Azizoğlu ise 1970’te ölecekti.
Bu yıllarda Yusuf Azizoğlu’nun eski arkadaşı olan ve yurtdışına çıkmış bulunan Mustafa Remzi Bucak ise Türkiye’ye yazdığı mektuplarla Kürtçülüğe devam edecekti.

Mustafa Remzi Bucak ve Barzani etkili Özerklik söylemi
Daha önceden de belirttiğimiz gibi 1960’lı yıllarda Irak’ta Barzani hareketinin yükselişi Türkiye’deki Kürt-İslamcılar üzerinde de etkili oluyordu. Bir taraftan Barzanilerin Nakşî şeyhi olması Kürtlerin İslamcı kanadını etkilerken, bir taraftan da dönem dönem Sovyet desteği almaları da sözde bir “Ulusal Kurtuluşçuluk” görünümü altında sola da sızmalarına neden oluyordu. Yani Barzani uzantıları bir taraftan Kürt-İslamcılar üzerinde etkili olurken Doğuda kurulan “sol” görünümlü Kürt dernek ve hareketlerinin de bir şekilde içinde yer alıyorlardı. Barzani’nin toplamdaki etkisi ise Kürtçülerin tümünün “özerklik” ve “federasyon” söylemlerini dile getirmeleri olacaktı. Bunun ilk sinyallerini veren Mustafa Remzi Bucak oldu. Onun eski arkadaşlarından ve akrabası olan Faik Bucak’ın ilk TKDP kurma denemesini yapan isim olduğunu da dikkatimizden uzak tutmamalıyız.

Mustafa Remzi Bucak, Arkadaşı Yusuf Azizoğlu’na 1961’de şunları yazıyordu:
“Bugün uyanmış ve uyandırılmış –ister harici tesir ve ister dâhil kötü idarelerin tabii neticesi olsun- bir Kürtçülük cereyanı Hakkâri’den Erzurum’a, Diyarbakır’dan, Urfa’dan Van ve Bitlis’e sirayet etmekle kalmamış; Ankara’nın Altındağ mahallesinden Konya’nın Cihanbeyli’sine, İstanbul’un Zeyrek semtinden Haymana’ya kadar, bütün Kürt, Hamalıyla, Ağasıyla, Çobanı ile Şeyhi ve Talebesi ile tamamen kendi milliyetini idrak etmiş bulunmaktadır.”

Bu tespitler görüldüğü gibi çok nettir. Artık Kürt-İslamcı söylemin dışında gözüken ama onun farklı bir versiyonu olan bir Kürt ırkçılığı da ortaya çıkmıştır. Mustafa Remzi Bucak’ın “ister harici tesir” diyerek belirttiği gibi önemli bir Barzani etkisi de bu işin içindedir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanların ardından “Bağımsızlık”, “Özerklik”, “Federasyon” söylemlerini pek kullanmayan ağa-şeyh-reis çevresi artık tekrar bunları seslendirmeye de başlayacaktır. Kürt-İslamcılar iki kanat hainde yollarına Sağlı, “Sollu” devam edeceklerdir.

İnönü’ye gelen iki mektup: 
1- Johnson’dan Kıbrıs, 
2-Bucak’tan Özerklik Mektubu
Mustafa Remzi Bucak, 27 Mayıs’tan hemen önce (yirmi gün kadar) Türkiye’den ayrılıp ABD’ye gitmişti. Bir haber mi almıştı? Neden ABD’ye gitmişti? Bu zamanlamada bir keramet mi vardı? Bunlar ayrı mesele…
İşin daha da ilginç bir yanı vardı: 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson, İsmet İnönü’ye Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin müdahalesini engellemek için meşhur “Johnson Mektubu”nu göndermişti. Mektup diplomatik bir kriz yaratıyor, Türkiye’ye karşı açıkça Rum-Yunan tarafını tutuyordu. Bu mektubun üzerinden sadece yedi ay geçtikten sonra (3 Ocak 1965) ise Mustafa Remzi Bucak yine İnönü’ye “federasyon mektubunu” New York’tan gönderiyordu. Üstelik mektubunun en can alıcı kısmı olan son bölümünü Kıbrıs’a bağlayarak… Türkiye, Kıbrıs’ta Türkler için federasyon istiyorsa, Kürtler adına da o Türkiye’den federasyon isteyecekti:
“Kısaca, zat-ı devletinizin, alt tarafı seksen bin Kıbrıslı Türkçe konuşan zümre için düşünüp uygun gördüğünüz şekl-i idarenin, yani FEDERATİF bir tarzı idarenin, bizzat Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde yaşamakta bulunan SEKİZ milyonluk Kürt camiası için de kabul ve tatbiki elzemdir… Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle sokaklara asılan afişler arasında bilhassa bir tanesi çok manidardır: DURMAYALIM DÜŞERİZ! Evet Sayın İnönü, eski, sakat ve sakim, merkeziyetçi, ana dili Türkçe olan unsurdan başkasına hayat hakkı tanımayan, köhnemiş, müptezel milliyetçilik tarz-ı idarede ısrar etmeyiniz. Zira geçen her gün devletin düşüp parçalanmasını biraz daha tacil edecektir. Federatif Kürt-Türk Cumhuriyet Devleti’ni görmek ümit ve temennisi ile ruhum benim üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler. Verba voluente, scriptum manente… En derin saygılarımızla…”

Aslı “Verba volant, scripta manent” olan ve “Söz uçar yazı kalır” anlamına gelen Latince deyimle biten bu mektup gerçekte radikal bir Kürtçünün bireysel çıkışı değildi tabii. Kıbrıs Türklerini “alt tarafı seksen bin Kıbrıslı Türkçe konuşan zümre”, Türkiye Türklerini ise “ana dili Türkçe olan unsur” olarak tanımlayan Bucak’ı konuşturan gücün başta ABD olmak üzere Barzani, SSCB, Yunanistan vs. uluslararası odaklar olduğu açıktır. Özellikle ABD tarafından himaye edilen Bucak’ın mektubu bu çerçevede çok anlam kazanır.
Barzani’ye kırmızı pasaport verip, “federasyon” çıkışı yapan Özal’dan, Barzani müttefiki olup ilk terk ettiği devlet politikası Kıbrıs olan AKP’ye kadar geleceğin birçok gelişmesinin anahtarı bu mektuptur aslında. Ve yine yıllarca PKK’yı destekleyen güçlerin bu mektubu yazdıranlarla aynı olduğu da açıktır.

1961-1969 dönemi: Kürt-İslamcıların AP’li Yılları
27 Mayıs 1960’ın ardından gelen ilk üç seçim Kürt-İslamcılar açısından AP’li yıllar anlamına geldi. 1961, 1965 ve 1969 seçimlerinde Kürt-İslamcılar, aşiretlerin ve Nakşî şeyhlerinin yönlendirdiği doğu ve güneydoğu oyları genellikle AP’de toplandı. Değindiğimiz gibi YTP’nin etkisi zayıf kalmıştır ve zaman içinde AP tarafından yutulmuştur. Doğunun dışında, Anadolu’nun diğer bölgelerinde ve büyük şehirlerde de Nakşî çevreleri ve artık etkisi artmaya başlayan Nurcu gruplar da AP’ye oy verdi bu dönemde. AP de bu çevrelerin tümünün temsilcilerini Meclise taşıdı.
Fakat 1969 itibariyle AP’nin sağdaki bu hegemonyası iki açıdan kırılacaktı. 1969 Genel Seçimlerinde Necmettin Erbakan Konya’dan bağımsız milletvekili olarak seçilmeyi başaracak, 1970’te ise MNP ( MİLLİ NİZAM PARTİSİ ) ile yoluna devam edecekti. 

Bu cemaatlerin bir kısmını bu daha radikal çizgiye transfer edecekti. Diğer taraftansa 1969 yılında CKMP ( CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ ) adını MHP ( MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ ) olarak değiştirecek, ( ADALET PARTİSİ ) AP’ye oy veren sağ kesime ortak olacaktı. Fakat Kürt-İslamcılar için 1970’lere kadar asıl adres yine de AP olarak kalmaya devam edecekti.

..