6 Ocak 2015 Salı

PKK ile Müzakere Suçtur, Bunu yapanlar kafalarını giyotine uzatıyor!

PKK ile müzakere suçtur, bunu yapanlar kafalarını giyotine uzatıyor!



Osman Pamukoğlu, Gökçe Fırat’a Anlattı:























Osman Paşa ile HEPAR Genel Merkezi’nde görüştük.
Özellikle seçimlerle ilgili konuştuk ama söyleşimizi Açılım’la sınırlı tuttuk. Gördüğüm kadarıyla Paşa gelişmelerden üzüntülü, kaygılı. Niyeti siyaset yapmak değil ama mecbur kalmış. Bu sessizlik ve muhalefetsizlik ortamında, kendi vicdanına ileride hesap verebilmek kaygısıyla atılmış siyasete.

Analizleri gerçekçi, gelişmeleri iyi tahlil ediyor ve bu gelişmelerin sonucunda çıkacak Türkiye tablosunu da görüyor. Kendisinden tek bir şey duymak istiyorum aslında, her şey bitti denilen anda, bu milleti sahipsiz mi bırakacak yoksa mücadele alanında saf tutacak mı?
Anlıyorum ki, Paşa kendisini o zor güne şimdiden hazırlıyor. Demek ki o gün geldiğinde mücadele cephesinde birlikte olacağız. Paşa’nın yanından umutlu ve daha kararlı ayrılıyorum.
Hedefleri özerklik ve Apo’yu serbest bırakmak
Gökçe FIRAT: Paşam, Oslo Görüşmeleri’nde başlayan bir süreç var. Hükümet Abdullah Öcalan’ın da açıkladığı bir müzakere planı dâhilinde seçim öncesine kadar PKK ile anlaşmayı hedefliyor. HDP milletvekillerinin açıklamalarına göre bu sürecin sonunda özerkliğin ilanı var. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman PAMUKOĞLU: Son iki üç gündür bu planın içerisinde özerkliğinde olduğunu ifade etmeye başladılar. Bu durum beklenmedik bir şeymiş gibi ele alınıyor fakat gerçekte bu bilinen bir hedefti. Özellikle Oslo’dan beri daha da belirgindi. Oslo Görüşmeleri ve İmralı ile müzakerelerle kurulan sistemin içinde bu zaten vardı. Bunu defalarca yazılarda, makalelerde, televizyon programlarında belirttim. “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diye bir halk tabiri vardır. Bu ise cumartesi, pazardan belliydi.
Bunu anlamak ve nereye doğru sürüklendiğimizi görmek için 1984’lere kadar geri gitmek gerekir. PKK nedir, ne maksatla kurulmuştur, siyasî amaçları nelerdir, bugüne kadar ne kadar yol alabilmiştir soruları böyle yanıtlanabilir. 30 yıllık sürece bakıldığı zaman zaten sürecin bu noktalara varacağı anlaşılmaktadır.
İmralı’daki adam yediden yetmişe 30 bin insanımızı katletmiş bir halk düşmanıdır. Özerkliğin dışındaki amaç da bu adamın dışarıya çıkarılmasıdır. “Koşulların iyileştirilmesi” adı altından ısıtılan da budur.
Gökçe FIRAT: Yani Apo’nun serbest bırakılacağını düşünüyorsunuz…
Osman PAMUKOĞLU: Adım adım bu noktaya getiriyorlar. Kurbağalama yüzme gibi, saman altından su yürüterek ilerliyorlar. Halkı enayi yerine koyarak yol alıyorlar. Özerklik ve Apo’nun serbest kalmasından sonra Kandil’dekilere genel af çıkarılması gelecektir. Bu üç aşama onlar açısından kaçınılmazdır. Bunlar yapılmazsa tabii ki silah bırakmayacaklardır.
Süreç kontrol edilemezse iç savaşa kadar gider
Gökçe FIRAT: Peki Apo’nun serbest bırakıldığı, özerkliğin ilan edildiği bir ortamda Türklerin tepkisi ne olur?

Osman PAMUKOĞLU: Bu tepkinin geleceğini bildikleri için halkı uyandırmadan yol almaya çalışıyorlar. Bu bahsettiğimiz aşamalara gelinirse ülke içinde kesinlikle anarşi ve kaos çıkacaktır.

Gökçe FIRAT: Bu bir iç savaşa dönüşebilir mi?

Osman PAMUKOĞLU Kontrol edilemezse iç savaşa kadar gider. Tarihte görüyoruz ki toprak kayıpları bir devletin içinde oluyorsa sonunda kesinlikle parçalanma da gelmektedir. Bu, bütün toplumlarda böyle olmuştur.

Gökçe FIRAT: Hükümet “Türkiye’yi büyüteceğiz Osmanlı yapacağız” derken siz tam aksine bu politikalarla ülkenin bölüneceğini söylüyorsunuz…

Osman PAMUKOĞLU: Öyle bir halleri, güçleri, kudretleri mi var? Ortadoğu’da yanlarında kimse kalmadı. Suriye ve Irak’la olan 1300 km’lik sınır delik deşik durumda. Suriye sınırının hemen altında PKK’nın Suriye kolu çalışıyor. Irak’ın kuzeyinde Barzani yönetiminde başka bir özerk Kürt bölgesi var. Güneydoğu Anadolu’da, Fırat’ın doğusunda da örgüt askerlik şubesi kurarak asker topluyor, kendi kolluk kuvvetlerini oluşturuyor. Vergi adı altında haraç topluyorlar. Kırsalda ve şehirlerde hâkimler.
Bir süredir “kamu düzeni” üzerine konuşuluyor. Gerçekte buna “kamu düzeni” yerine “devletin egemenliği” denilmesi gerekir ki o da bu topraklarda kaybolmuş durumda. Böyle giderse daha da kaybolacaktır.



PKK’nın silahlı gücü ortadan kaldırılmalı
Gökçe FIRAT: Peki Osman Pamukoğlu bu gidişe karşı topraklarımızı savunmak için ne yapacak?

Osman PAMUKOĞLU Biz bunun için parti kurduk ve siyasî mücadeleye girdik. PKK meselesinin üstesinden nasıl gelineceği bizim partimizin programında bellidir. PKK’nın silahlı gücünü ya teslim alınması ya da ortadan kaldırılması birinci koşuldur. Başka bir yolu yoktur.

Gökçe FIRAT: Yani Kandil’dekilerle anlaşmanın tam tersine yok etmemiz gerekiyor sizce.

Osman PAMUKOĞLU Bir ay müsaade ederiz. Silahlarınızı da vererek teslim olacaksınız deriz. Yurt içindeki kamplarının yeri bellidir. Kampların yeri değişmez. Kamp yerlerini coğrafî koşullar dikte eder ve oraların dışında hiçbir yer kamp olarak seçilemez. PKK da 30 yıldır aynı yerleri kullanmaktadır. Yurtdışındaki yerler de bellidir…

Gökçe FIRAT: Şimdi hükümet, “Ordu 30 sene savaştı ama yenemedi dolayısıyla anlaşma yoluna gitmemiz lazım” diyor. Gerçekten yenemedi mi ordumuz? Siz oralarda yıllarca görev yaptınız. İstese ordumuz bunları 2-3 gün içerisinde bitiremez mi?

Osman PAMUKOĞLU Ordunun yasal yetkisi olmalı.


Ho Chi Minh ya da General Giap gibi uzmanlar gerekli…
Gökçe FIRAT: Siz başbakan olsanız ve ordu komutanına PKK’yı bitirmesi için yeki verseniz, bitirebilir mi bitiremez mi?

Osman PAMUKOĞLU: Eğer dağlarda gayrinizamî harp ya da son dönemde daha sık kullanıldığı gibi gerilla harekâtı yapacaksanız, ordunun tüm kesimlerinin bunun hemen yapabilecek kabiliyette ve eğitim seviyesinde olmadığını bilmeniz gerekir. Önce eğitimden geçmeleri gerekir. Bu eğitim de bu işin uzmanlarına yaptırılmalıdır. Bu işin uzmanları kimlerdir? Bir Alberto Bayo var mı?

Gökçe FIRAT: Ya da Che Guevara…

Osman PAMUKOĞLU O işin esas uzmanı Fidel Castro idi… Ho Chi Minh ya da General Giap gibi uzmanlar gerekli…
Doğru, ordu 700 bin kişilik büyük bir kuvvettir. Fakat mesele bundan ibaret değildir. Bu harbin bir karakteri vardır.


Gökçe FIRAT: Peki, mesela IŞİD ve lideri Bağdadî bu harbin karakterine uygun mu davranıyor sizce?


Osman PAMUKOĞLU Bu veya buna benzer bir eğitim aldıkları kesin. Sadece insanları kesen vs. yönleri görülüyor ama IŞİD sıradan bir örgüt değil. Çok iyi sevk ve idare ediliyor. Savaşın taktik ve stratejisini, teknik boyutunu bildikleri açık.
Belki insanlar pek fark etmiyor ama IŞİD ciddi bir ABD hava bombardımanına maruz kaldı. Ama sonuçta Kobane’nin yarısı bugün hâlâ IŞİD’de. IŞİD, belli taktik ve yöntemleri iyi uyguladığı için buradan sökülememektedir.
ABD’nin bu hava bombardımanını ne kadar isteyerek yaptığı da ayrıca tartışılması gereken bir konudur. IŞİD’i yok etmeye çalışan ABD, bunu gerçekten yapıyor mu yoksa yapıyor mu görünüyor o da ayrıca değerlendirilmelidir.



























Kürt devleti Avrupa ve Amerika desteği olmadan asla yaşayamaz
Gökçe FIRAT: Kürtler, Kuzey Irak’ta devlet kurduklarını söylüyorlar. Fakat IŞİD, Erbil kapısına dayandığı anda Türkiye’den, ABD’den ve Avrupa’dan yardım istediler. Kobane’de de yine Türkiye’ye sığındılar. Bağımsız bir Kürt devletinin sizce bu bölgede yaşama şansı var mı?

Osman PAMUKOĞLU Çok zor… Çok sıkıntılarla karşılaşır. Devletin sevk ve idaresi ile diplomasi alanlarında da zorluk çekerler.

Devlet, güvenlik ve adalet için tesis edilmiş bir örgüttür. Aslında soyuttur. Devlet; toprak, halk, mahkemeler, ordu ve hazinedir. “Devlet” aslında yanlış kullanılan bir kavramdır. “Hükümet” daha doğru bir kullanımdır. Eskiler “devlet” yerine hep “hükümet”i kullanırlardı. Devlet altı, yedi kurumun toplamı için kullanılan soyut bir kavramdır, bir şemadır. Devleti var eden insandır. Aşiret, kabile dönemlerinden bugüne kadar insanlar devletten iki şey istediler: Güvenlik ve adalet. Devlet bunlar için vardır. Halk güvenliğin sağlanması ve adaletin tesisi için vergi verir, askere gider, yasalara uyar.
Bugün Türkiye’de güvenlik ve adalet var mı? Durum zaten günlük yaşamdan izlenebilir. Bu bölgede bir Kürt devleti Avrupa ve Amerika desteği olmadan asla yaşayamaz. Avrupa acaba bu desteği yapar mı? Ortadoğu’da enerji kaynaklarının bir 50-60 yıl daha kullanılabileceği görülüyor. Bu kaynaklar olduğu sürece Kürt devletine destek gelir. Bittiği anda Kürt devleti de biter. Böyle bir devlet inşa edilse bile ömrü 50-60 yıl kadar olabilir.

Gökçe FIRAT: Yani Kürtler, bugün ABD ve Avrupa’ya kanarak bir devlet ilan etseler bile 50-60 yıl içinde yapayalnız kalırlar diyebilir miyiz?

Osman PAMUKOĞLU Amerika bir emperyalist ülke olarak her yere kendi eski müstemlekelerine baktığı gibi bakar. Aynı şey Avrupa için de geçerlidir. 19. yüzyılda dünyada insanların yaşadığı coğrafyanın % 80’ı bunların denetimi altındaydı. Bu bölgeler ya dominyon ya da müstemleke durumundaydı. Emperyalistler karşısındakinin Türk, Kürt, Arap, Fars olmasına göre davranmazlar. Onlar için kendi ulusal çıkarları esastır. Bu çıkar devam ettiği sürece düzen sürer. Bu menfaat ortadan kalkınca da biter.

Gökçe FIRAT: Peki ABD, Kürt Devleti kurma kararı verdiyse, Türkiye’nin buna engel olma ihtimali var mı?

Osman PAMUKOĞLU: Türkiye’nin bu gücü vardır ve bu güç AKP’den ya da başka bir yerden gelmez. Türkiye’nin gücü jeostratejiktir. Bunu anlamak için yerküreyi karşınıza alarak bakmanız gerekir. Türkiye dirsekteki ayna kemiği gibidir dünya için. Bu coğrafya Türkiye için her şey demektir. Bu coğrafyada herkesle anlaşmak zorundasınız. Türkiye, kanatlarını; Akdeniz’e ve İran’daki Zagros Dağları’na açmış bir kartal gibi durmaktadır. Kartalın ön kısmı ise Arapların yaşadığı ve Kürtlerin koloni halinde bulunduğu bölgelere bakar.


ABD’ye söylenecek şey Kürtlerden ve PKK’dan elini çekmesidir
Gökçe FIRAT: ABD ve Batılı güçlerin Türkleri Anadolu’dan atma planları var mı? Wilson dönemlerinin hayalleri hâlâ ayakta mı?

Osman PAMUKOĞLU Bu Sevr’e kadar giden bir plandır. Bugün öyle bir plan düşünemezler. Amerika’da kalıp olmaz. Ulusal çıkar olur. Bu coğrafyada Türkiye’de dâhil hükümetlerin, partilerin ABD çıkarlarına aykırı davranmaması ABD’nin tek hedefidir. Anadolu çok hâkim bir coğrafyadır. Karadeniz, Ege, Kafkasya, İran ve Orta Asya’nın yolu buradadır. Bu coğrafyadaki bir ulusal hükümet tüm dünyayı kendine mecbur eder ve parmağında oynatır. Ama onu yapacak hükümet lazım…
Amerika buna uyacaktır. Çok zorluk çıkaracağını da zannetmiyorum. ABD’ye söylenecek şey Kürtlerden ve PKK’dan elini çekmesidir. Bizim elimizde ABD’yi bu siyasî karara zorlayacak çok faktör var fakat bunu yapacak hükümet gereklidir…

Gökçe FIRAT: Yani Türkiye’nin elindeki güçlü kozları bu hükümet kullanmıyor mu?

Osman PAMUKOĞLU Bunların işi gücü sadece yolsuzluk, rüşvet gibi şeylerdir…

Gökçe FIRAT: Biliyorsunuz yarın 17 Aralık ve yurt çapında bir hafta boyunca eylemler olacak. İktidarın hırsızlıklarıyla ilgili ne diyorsunuz?

Osman PAMUKOĞLU 17-25 Aralık işin bohçadan sokağa dökülmüş kısmıdır. Gerçekte geldiklerinden beri bu tip işlerin içindeydiler. 14 Aralık’taki Zaman ve Samanyolu baskınları da gizleme senaryosunun parçalarıydı. Dikkat o tarafa çekilmeye çalışıldı ama bu işin hesabını verecekler. İşin içinde olanlar da bir gün bu hesabı vereceklerini biliyorlar.

Vatana ihanet yasası ve idam işletilecek
















Gökçe FIRAT: Peki Apo ile görüşmelerinin, PKK ile müzakerelerin hesabı sorulabilecek mi?

Osman PAMUKOĞLU Yaptıkları Anayasa’ya karşı suç işlemektir. Tutanağa dökülsün ve imzalasınlar, belgeye döksünler. Bu kafalarını giyotine sokmaları anlamına gelecektir.
23 Nisan 1920’de TBMM kurulduğunda ilk çıkan kanun İhanet-i Vataniye Kanunu’ydu çünkü birileri ülkenin bölünmesi için manevralar yapıyordu. İngilizlerin, Fransızları, İtalyanların, Yunanlıların, Rumların dışında bizim vatandaşlarımızdan da bunlar için uğraşanlar vardı. Meclis ilk yasayı bunun için böyle çıkarmıştı.


Gökçe FIRAT: Siz başbakan olsanız, vatana ihanet yasasını işletir misiniz?

Osman PAMUKOĞLU: Buna bir engel yok. Zaten işleyecektir. Ben Yüce Divan kavramından zaten bunu anlıyorum.


Gökçe FIRAT: Vatana ihanet ve terör suçları için idamın geri gelmesi için ne diyeceksiniz?

Osman PAMUKOĞLU Bu partimizin programında var. Terör örgütü kuranlar ve liderlik yapanlar için Türk mahkemelerinin elinden alınan bu yetki geri verilecektir.

Gökçe FIRAT: Apo da dâhil mi?


Osman PAMUKOĞLU Bu kavrama kim giriyorsa dâhildir, partimizin resmî programında vardır.


Gökçe FIRAT: Bunun dışında Türk milletine ne mesajınız var?


Osman PAMUKOĞLU: Tabiatta tüm canlıların olduğu gibi insanın da en temel isteği huzurdur. Bu da güvenlikle olur. Bundan sonra da beslenme ve barınma gelir. Bunu da ekonomi olarak ifade edebiliriz. Son üç dört aydır insanımızda güvenlik talebi öne geçti. Geçmeye de devam edecektir.
İnsanlar ülkenin bölünmeye doğru gittiğini, kandırıldıklarını, CHP ve MHP gibi düzen partilerinin bir şey yapamayacağını görüyorlar. Gençler de yetişkinlerden daha iyi görüyor. Bu uygulamalarla hiçbir şey düzelmeyecektir.

PKK ya teslim alınmalı ya da yok edilmelidir. Bu işin başka bir yolu yoktur. Bunu da ne AKP ne de düzen partileri yapamaz. O kararı alamayacakları gibi alsalar bile uygulayamazlar.


.

Nasıl bir siyaset, Nasıl bir Türkçülük? Hangi Atatürk, Hangi Tasavvuf?




Nasıl bir siyaset, Nasıl bir Türkçülük?
Hangi Atatürk, Hangi Tasavvuf?




Türkçülüğüm Atatürk’ün Türk tanımına ve Türk Tarih Tezine uygun bir Türkçülüktür
TÜRKSOLU: Sayın Bakanım, “Siyaset Yolu” isimli yeni kitabınız üzerine konuşmak isteriz. İlk başından beri ülkücü hareketin içinde yer aldınız ve ülkücülerin eğitimcisi oldunuz. Türkçülük vurgunuz her zaman var. Bunun yanında her zaman bir Atatürkçülük vurgunuz da oldu. Fikir dünyanızda Atatürkçülüğü ve Türkçülüğü nereye koyuyorsunuz?

Namık Kemal ZEYBEK: Benim Türkçülüğüm Atatürk’ün Türk tanımına ve Türk Tarih Tezine uygun bir Türkçülüktür. Bu en azından yirmi seneden beri böyle… Babamın öğretmen olması benim üzerimde önemli bir etkiydi. Ülkücü harekette, hatta Türkçü harekette Atatürk vurgusu çok fazla olmadığı halde bende Atatürk’e çok ilgi vardı. Kendimi içinde bulunduğum topluluktan Atatürk konusunda farklı görüyordum. Bizim milliyetçi hareket içine iki yerden Atatürk karşıtlığı girmiştir.

TÜRKSOLU: Nedir Atatürk karşıtlığının bu iki kaynağı?


Namık Kemal ZEYBEK: Birisi Nihal Atsız çevresinden girmiş olan, Atatürk’ü yeteri kadar Türkçü bulmama eğilimiydi. Bu karşıtlık değilse de soğukluktu. Diğeri de dincilik yapan Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerin etkisiydi. Ama Nihal Atsız hayatının son döneminde “Atatürk haklıymış, biz onu yeterince anlayamadık” demişti…





























Namık Kemal Zeybek'in yeni kitabı: Siyaset Yolu  

(  Tasavvufî İslam hem toplumu geliştirir hem de insanlara erdemli bir hayat verir. Bu nedenle Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu İslam’ın yeniden canlanması lazım. Tasavvufu savunma nedenim de budur.
“Hangi” sorusunu sormak gerçekten önemlidir. Dolayısıyla “tasavvuf kayıtsız şartsız iyidir” denilemez. “Hangi tasavvuf” diye de sormak gerekir. “Hangi” sorusu mübarek bir sorudur.
Namık Kemal Zeybek'in yeni kitabı:
Siyaset Yolu   )


TÜRKSOLU: Yani Nihal Atsız, Atatürk konusundaki fikrini değiştirmiş miydi?


Namık Kemal ZEYBEK: Evet değiştirmişti ve bunu yazan da oğlu Yağmur Atsız’dır. Nihal Atsız Turancıydı. Atatürk ise Turancılık ideolojisinin uluorta kullanılması ve dile getirilmesi yerine yapılması gerekenlerin yapılmasını savunuyordu.



TÜRKSOLU: Atatürk de Türk birliğini savunuyor muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet istiyordu ama gerçekçi olarak savunuyordu. Atatürk’ün Türk birliği görüşü bağımsız olan Türk devletlerinin birleşmesi şeklindeydi. Bu çok gerçekçi bir yaklaşımdı. Aksi halde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da mümkündür. Bugün de ben aynen Atatürk’ün çizgisinde, yedi bağımsız Türk devletinin birlik haline gelmesini istiyorum. Bu yedi devletin dışında başka bağımsız Türk devletleri olursa onların da alınmasını istiyorum. Ama diğer devletlerde yaşayan Türkleri de kapsayan bir Türk birlikçiliğinin Tük milletine ve Türk devletine çok büyük tehlikeler getirebileceğini düşünüyorum. O tarzla dünya bize düşman olur.

Dava ile gerçekler arasında bir yol bulunmalıdır. Bunu kitabımın başında da belirttim. Ayrıca Atatürk’ün Türk milletini yeniden akıl ve bilim çizgisine getirme yolundaki çabaları bana hep heyecan vermiştir ve vermeye bugün de devam etmektedir.
MHP’yi yeknesak bir yapı gibi algılarlar fakat gerçekte o da bir koalisyondu
TÜRKSOLU: Sizin bu Atatürkçü çizginiz, MHP’ye özellikle 1970’lerin ikinci yarısında giren Necip Fazıl ve Arvasi kökenli İslamcı etkiyle nasıl bir arada bulunabildi?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben tabii ki onların etkisinde değildim ve kendi bakış açım vardı. Hareketin içinde onların da etkileri vardı, benim de etkim vardı. Onların etkisinden bugünlere gelenler de oldu, bizim etkimiz de farklı sonuçlar verdi. İnsanlar MHP’yi yeknesak, hep aynı şekilde düşünen insanlardan oluşan bir yapı gibi algılarlar. Fakat gerçekte o da bir koalisyondu. Hemen hemen tüm partiler de böyledir. MHP içinde de Türkçü olanlar, olmayanlar gibi birçok farklı fikirlerden insanlar da vardı.


TÜRKSOLU: Milliyetçi-toplumcu bir çizgiden yola çıktığınızı ve antikomünist bir yönelim taşımadığınızı söylüyorsunuz. Milliyetçi-toplumculuk nasıl bir çizgidir? Bazı çevrelerin iddia ettiği gibi bu “nasyonal sosyalizm” midir? Siz bu çizgiyi nereye koyuyorsunuz?

Namık Kemal ZEYBEK: Benim üzerimde Gökalp’in etkisi büyüktür. Benim fikirsel kalıplarımı döken, sınırlarımı çizen Atatürk’ten önce Ziya Gökalp olmuştu. Kitaplarını defalarca okumuşumdur. Benim toplumculuğumda iki etken vardır: Gökalp’e göre Türkler ferdiyetçi oldukları için kolektivist olamazlar ancak dayanışmacı oldukları için de kapitalist olamazlar…


TÜRKSOLU: Solidarizm gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet, toplumculuk bizde solidarizmdi. Dayanışmacı bir toplum oluşması gerektiğini düşünüyorduk. Gökalp’in bulduğu kaynaklarda buluyorduk bunun temellerini. Dede Korkut’ta beylerin yılda bir kez tüm mallarını yağmalattırmaları gibi hadiseler bizi etkiliyordu. Bunun dışında benim hayatımdan gelen etkiler de vardı. Neticede ben gecekonduda yaşayan bir insandım. Öğretmen çocuğuydum. Babamın 200 liralık maaşının 75 lirası kiraya giderdi. 6 nüfus vardı. Ayakkabılarım, pantolonlarım yamalıydı. Apartmanlarda oturanları da zengin zannediyorduk. Hayat standardı farkı da beni rahatsız ediyordu.


Daha CKMP döneminde kendimize milliyetçi toplumcular diyorduk
TÜRKSOLU: Eşitlik ve adalet arayışı mı tetikleniyordu böylece?

Namık Kemal ZEYBEK: Elbette… Bir tepki vardı ve bu tepki solidarizm ya da toplumculuk şeklinde ortaya çıkıyordu. Daha CKMP döneminde kendimize milliyetçi toplumcular diyorduk. Bu asla “nasyonal sosyalizm” değildi. Hatta “nasyonal sosyalim” olarak çevirenlere onun Türkçesinin “millî sosyalizm” olduğunu bizimse milliyetçi solidarizmi savunduğumuzu söylüyorduk. Asla Hitler’in dünya görüşünü benimsememiz de mümkün değildi.


TÜRKSOLU: Acaba sizin bir anlamda sola daha açık diyebileceğimiz çizginiz harekete hâkim olsaydı Türkiye’de 1965-1980 arasındaki süreç daha farklı gelişebilir miydi?

Namık Kemal ZEYBEK: Biz 1965’te rahmetli Türkeş’le beraber partiye girdik. Ben gençlik kolları genel başkanı oldum. 1966’nın sonuna kadar da bu görevime devam ettim. Daha sonra kaymakam oldum ve ayrıldım. Her şeye rağmen milliyetçi toplumculuk etkiliydi. Bu söylem gençlere çok çekici geldiğinden Mürşit Altaylı diye birisi “Dinamik Ana Stratejiler” adında bir kitap yazarak milliyetçi toplumcu çizgiyi savunmuştu. Fakat bu kitap bana yavan gelmişti. Daha sonra 1970’lerde benim de hocam olan Fikret Eren, “Kurt Karaca” adıyla “Milliyetçi Toplumcu Düzen” adıyla bir kitap yazdı. Ben Ilgaz’da kaymakamken bu kitaptan 100 tane alarak 50’sini dağıttım. 50’sini de kitapçıya geliri kendisine kalmak üzere satması için teslim ettim. Bu kadar heyecanlıydık. Kitabı İhsan Göksel Paşa’ya ve onun kurmay başkanına da hediye ettim. Çankırı Valisine bile hediye ettim.

Bu hareketin gençler arasında yayılmasında da etkendi. Fikir planında gelişiyorduk, kavga planında değil.

TİP’e gider konferanslarını dinlerdik, onlar da gelip Türkeş’i dinlerlerdi
TÜRKSOLU: Henüz çatışmaların başlamadığı dönemde mi böyleydi?

Namık Kemal ZEYBEK: Başlangıçta hiç çatışma yoktu. Biz TİP’e gider onların konferanslarını dinlerdik, onlar da bize gelip Türkeş’in seminerlerini dinlerlerdi. Yerlerimiz de birbirine 100 metrelik mesafedeydi sadece… Hatta bir keresinde yanlışlıkla Mehmet Ali Aybar’ın gizli bir toplantısına bile girmiştik… Teşkilatına taktik veriyordu, biz iki arkadaş “yanlış gelmişiz” diyerek ayrılmıştık oradan…


Kışkırtıcıları “Siyaset Yolu”nda da yazdım
TÜRKSOLU: Peki bu barış ortamı nasıl oldu da bozuldu?

Namık Kemal ZEYBEK: O ortam sonradan bozuldu… Ben CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olarak birkaç arkadaşımla beraber Sosyalist Kültür Derneği’nde Doğan Avcıoğlu’nu, Şevket Süreyya Aydemir’i dinlerdik. Bu onları benimsediğimiz anlamına gelmiyordu ama dinlerdik. Uğur Mumcu benim sınıf arkadaşımdı, sohbet eder ve tartışırdık… Sonra bu ortam bozuldu, araya başka etkiler girdi. Bu kışkırtıcıları “Siyaset Yolu”nda da yazdım. Birileri iki tarafın içine de ajanlar sokarak bunu yaptılar. Yazık oldu. 5 bin gencimiz öldü. Bunların çoğunun geleceğe taşınsalardı, Türkiye’ye çok faydaları olurdu. Bu 5 bin gencin yarısı soldandır, yarısı da ülkücüdür. Bunlar birbirlerini tanımıyorlardı. Solcular ülkücüleri Amerikan ajanı sanıyordu, ülkücüler de solcuları Rus ajanı olarak biliyordu. Böyle bir algı vardı…


TÜRKSOLU: Bir de siyasî hayatınızın en başından bugünlere kadar gelen bir tasavvuf yönünüz var… Bu sizin için MHP döneminde de ANAP döneminde de bugün de değişmeyen bir vurgu. Bunun anlamı nedir?

Namık Kemal ZEYBEK: Türklerin Müslüman oluşu Hallac-ı Mansur yoluyla oldu. Biz Emevî İslam’ını sevmedik çünkü bu bozulmuş ve çarpıtılmış bir İslam’dı. İslam’ın geliş amacının tam tersi bir yorumdu onlarınki. İslam Peygamberi adil bir hayat kurmak ve dine dayalı sömürü düzenini yıkmak için mücadele etmişti. Onun geldiği dönemde Mekke’de dine dayalı bir sömürü düzeni vardı.


TÜRKSOLU: İslam’la toplumculuk buluşabilir mi sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Elbette… Kur’an’da bir ayet var ki bunu bırakın yapmayı, söylemeye bile hiçbir sosyalist ya da kolektivist cesaret edemez: “İnfak edin. Ve infak nedir diye soranlara de ki ihtiyaçtan fazlasını dağıtmaktır”. Herhangi bir sosyalist gitsin evindeki fazla elbiseleri dağıtsın bakalım…



Tasavvufî İslam toplumu geliştirir, insanlara erdemli bir hayat verir


























Namık Kemal Zeybek


TÜRKSOLU: Peki tasavvuf bunların neresinde?


Namık Kemal ZEYBEK: Tasavvufî İslam, Türklerin eski dini olan Göktanrı inancına benziyordu. Türkler bunda kendilerinden bir şeyler buluyordu. Emevî İslam’ı ise zulüm ve kan getiriyordu. Bunlar din adına malları yağmalıyor, çocukları esir ediyor, kızları cariye yapıyordu… Türkler böyle bir Müslümanlıktan nefret ettiler. Ama Hallac-ı Mansur’un getirdiği vahdet-i vücud - varlık birliği anlayışıydı ki o da Göktanrı inancının ta kendisiydi, Türkler burada kendilerini buldular ve o yolla Müslüman oldular. Bu doğru, bilime ve erdeme açık bir İslam’dı. Bu anlamdaki tasavvufî İslam hem toplumu geliştirir hem de insanlara erdemli bir hayat verir. Bu nedenle Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu İslam’ın yeniden canlanması lazım. Tasavvufu savunma nedenim de budur.

Bu Emevî İslam’ı kaldığı müddetçe, başka milletlerin sorumluluğunu taşımıyorum ama bütün Müslümanlar için söyleyeyim, Müslüman milletlerin adam olması mümkün değil.

TÜRKSOLU: Emevî İslam’ı Sünnîlikle aynı şey midir, ya da tersinden sorarsak Ehl-i Beyt’i seven Sünnî olabilir mi?

















Namık Kemal Zeybak ve yazarımız Kaya Ataberk


Namık Kemal ZEYBEK: Aynı şey değildir ve elbette Ehl-i Beyt’i seven Sünnî olur. Fakat burada Sünnîlik ne onu da sormak gerekir. Aslında Sünnîlik uydurma bir kavramdır. Mesela Muaviye Sünnî değildir. İşin aslında Müslüman da değildir ama Sünnî değildir.

TÜRKSOLU: Kendisini nasıl tanımlar?
Namık Kemal ZEYBEK: Kendisini tabi ki herkesten daha çok Müslüman olarak tanımlar. Ama o dönemde Sünnî diye bir terim de yoktu. Ama “Şia” terimi vardı “Şia-ı Ali olarak”… Bugün Sünnîlik denilen şey dört mezhebin bağdaşmasından meydana gelen bir mezhepler topluluğudur. Bu mezhepler Muaviye ya da Yezid dönemlerinde henüz doğmamıştır. Kalıplaştırılan, dört mezhep haktır, gerisi batıldır anlayışına dayanan, Kur’an’ı anlamadan okumak lazımdır, böyle okuyan cennete gider diyen, zamanında bir takım âlim geçinenlerin kitaplarıyla desteklenen uydurma bir din haline getirilmiştir Sünnîlik. Eğer Sünnîlik, İslam’ı Peygamber’in yaşadığı gibi yaşamaksa o başka bir kavramdır.

Maturudîlikte akılcılık esastır
TÜRKSOLU: Kitabınıza da aldığınız bir konuşmanızda Osmanlı’yı Mısır’dan Eşarîliği getirip, Maturudîliği zayıflattığı için eleştiriyorsunuz. Bu anlayışların arasındaki farkı bize açıklayabilir misiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Farkı kısaca açıklayalım: Maturudîlikte akılcılık esastır. İmam-ı Maturudî dini akılla anlamanın mümkün olduğunu, nas ile akıl çatışırsa da aklın tercih edilmesi gerektiğini söyler. Eğer bir “hadis” insan aklına aykırı ise o hadisin uydurma olduğuna kanaat getirilir. Kur’an’daki bir ayet akla aykırıysa… O zaman da denilmesi gereken şudur: “Ben yanlış anlıyorum, Allah böyle bir şey söylemez”. Esas olan aklıdır. Maturudî yolundan gidenler akıl bilimlerine önem verirler. Akıl bilimleri gelişir. Eşarî yolundan gidenlerse aklı küçümserler. Onlar için nas esastır. Temel fark budur.

Yavuz Sultan Selim’e kadar, hatta onun döneminde de babası II. Beyazıt döneminde de akılcılık çok baskındı. II. Beyazıt’a çok haksızlık yapılır. O akılcı idi ve teknolojiye çok önem verirdi. Osmanlı ordusunu dünyanın en güçlü ordusu yapan odur. Dünyada her piyadenin eline bir tüfek veren ilk hükümdar odur.

TÜRKSOLU: Yani bize anlatılan II. Beyazıt portresi doğru değil mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Hakkı yenir. Yavuz’u övmek için onu kötülerler. Oysa Yavuz Selim maalesef Osmanlı’nın batışına sebep olan adamdır. Bunun nedeni de Mısır’dan Eşarîliği getirmesiydi. Gerçekte Eşarîlik Mısır’î da güçsüzleştirmişti. O zaman Osmanlı’da Sünnîlik diye bir şey yoktu.



TÜRKSOLU: Sünnî-Alevî diye bir ayrım yok muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Yoktu… Osmanlı zaten kendisi Alevî’ydi ama “Alevîlik” sözü de kullanılmazdı. Alevî anlayışı geçerliydi ve akıl çizgisi önemliydi. Aklın en üst düzey ürünü felsefî bilgidir. Bilgi teorisinde bilgiler üçe ayrılır. Birincisi duyularımızın verdiği basit bilgidir. “Güneş doğar ve batar” bilgisi basit, amiyane bilgidir. “Güneş doğup batmıyor, dünya dönüyor” dediğiniz zaman bu bilimlik bilgidir ve bu ikinci adımdır. Ama bunun ötesinde de filozofik – felsefî bilgi vardır. O da bilimlik bilgileri akıl yürüterek ilerleterek daha ileriye ulaşmaktır. Felsefenin ve felsefî bilginin olmadığı bir toplumun gelişmesi mümkün değildir. İşin temeli felsefedir çünkü bilimlere yol gösteren odur. Felsefe, klasik anlamda Allah’ı, yaratılışı ve maddeyi anlamak üzere yapılan akıl yürütme olarak tarif edilir. Ama felsefe bunları yaparken ortaya öyle şeyler koyar ki bilim adamları bunları doğrulamak için araştırma, deneyleme, gözlemleme yaparlar. Böylece bilimler gelişir. Felsefe bilimleri sürükler. Felsefî ortamın olmadığı bir toplumda bilimler gelişmez.


Kadızadeliler’in etkisiyle akıl bilimleri dediğimiz müspet bilimler kaldırıldı
Osmanlı’da Kanunî Sultan Süleyman döneminde, babası Yavuz’un ektiği zehirli tohumlar ortaya çıktı. Ebusuud gibi bir yobaz şeyhülislam oldu. Bu mutasavvıfları kâfir ilan eden bir adamdı. Kâtip Çelebi yaşananları açık açık yazar. Ebusuud’un da etkisiyle felsefe yasaklandı. Bence tarihimizin en çok üzerinde durmamız gereken noktası budur. Osmanlı neden battı diye sorulur. Neden batmasın ki? Kâtip Çelebi, Mizan-ül Hakk adlı kitabında anlatıyor: Osmanlı’da başından Sultan Süleyman Han zamanına kadar kanuna göre eğitim yapılırdı. Felsefe, akıl bilimleri ve Şeriat bilimler birlikte anlatılırdı. Fakat Kanunî döneminde felsefe kaldırıldı. Ardından akıl bilimleri yararlı-yararsız diye tasnif edildi. Kâtip Çelebi’nin döneminde ise Kadızadeliler’in etkisiyle bizim akıl bilimleri dediğimiz müspet bilimler tamamen kaldırıldı. Artık medreselerde 1910 yılına kadar müspet bilimler yerine nas, dogmalar anlatılmıştır. 1910’da Ziya Gökalp’in etkisiyle matematik medreselere konuldu. Yüzlerce yıl Osmanlı bilimden ve felsefeden uzak kaldı ve onun için de battı.

TÜRKSOLU: Bunların dışında kitabınızda Kenan Rıfaî’den ve Samihâ Ayverdi’den bahsediyorsunuz. Bu milliyetçi yönleri de kuvvetli olan akım için neler söyleyebilirsiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Kenan Rıfaî çizgisini aslında en iyi Agâh Oktay Güner bilir. Oradan yetişmedir, oraya dâhildir ama aynı zamanda Türk milliyetçisidir. Zaten o çevrenin tümü de Türk milliyetçisidir. Onlar akılcıdır ve İslam’ın estetik tarafını da temsil ederler.


TÜRKSOLU: Biraz Mevlevîlik gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet… Dolayısıyla Kenan Rıfaî çizgisi bence doğru bir çizgidir. Benim o çizginin etrafında oluşan kadroyla birebir yakınlığım olmadı. Sadece dostlarım vardı ama çizgilerini doğru bulurum.


Menzil meselesi…
TÜRKSOLU: En çok merak edilen konulardan biri olan Menzil meselesini soralım… Kürt bir şeyh, oraya gidenler Türk milliyetçisi… Bu ilginç durumu bize biraz anlatabilir misiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben Kâhta’da kaymakamlık yaptım. Kâhta’ya gittiğim zaman 30 yaşımdaydım. Tasavvufa ilgim zaten vardı. Muhiyiddin Arabî’yi, Mevlana’yı okumuştum. Hatta Mevlana’nın hemen hemen bütün eserlerini okumuştum. Muhiyiddin Arabî’den ise baş eseri olan Füsus-ül Hikem’i okumuştum. Fakat o dönemde Ahmet Yesevî Hazretlerini tanımıyordum. Sadece Fuat Köprülü’nün kitabını okumuştum ki sonradan kendisi de o kitaptaki fikirlerinin yanlış olduğunu söylemişti. Tasavvufun tarihte büyük yerinin olduğunu ama bugün için bittiğini düşünüyordum. Atatürk de tarikatları kapattığına göre bu işin devri geçmişti…


Orada çok ilginç bir şey oldu. Daha ilk günlerde Kazım Yardımcı adlı birisiyle tanıştım. Benim tapu sicil muhafızımdı kaymakamlıkta. Onunla bir sene tasavvuf tartıştık. Kazım Yardımcı sosyalist, Ehl-i Beytçi, siyaseten Ecevit’i destekleyen, Ebuzerci, İbn-i Arabîci bir kişiydi. Gençliğinde cebine Füsus’u koyup, içerek okuduğunu anlatırdı. Böyle bir bunalım devrinden sonra bu çizgiyi bulmuştu. O bendeki tasavvuf merakını arttırdı. Bu arada da Menzil Köyünde şeyhlerin olduğunu duyuyorduk. Dosyalarına baktım. Türkiye’nin birliğinden, beraberliğinden yana idiler. Kaymakamların raporlarına göre bölücülüğe karşılardı. Ama şeyh oldukları için duyduğum bir soğukluktan dolayı yanlarına gitmemiştim. Benim yanıma gelen bazı kimseler de onların aleyhinde konuşuyorlardı. Şeyh’in her gün bir kuzu yediği, halkı sömürdüğü söyleniyordu. Bu da benim toplumcu tarafıma ters geliyordu.

TÜRKSOLU: Sonra nasıl tanıştınız?

Namık Kemal ZEYBEK: Bir gün, onun müritlerinden biri hoşuma giden bir olay anlattı. Ben de gittim, tanıştık ve dost olduk. Çizgileri Ehlibeyt Müslümanlığı değildi. Sünnî-Şafiîlerdi. Fakat seyyid olduklarına, Hz. Hüseyin’in soyundan geldiklerine inanılıyordu. Oradaki iki Alevî köyüyle de benim yakınlığım vardı. Onlar da “Şeyhler bizim amcaoğullarımız” diyorlardı. Olumlu konuşuyorlardı. Diğer Müslümanlardansa, mutasavvıf Müslümanlar onlara daha tercih edilir geliyordu.


Tasavvufta beraberdik ama ben farklı olarak “Alici”ydim
TÜRKSOLU: O dönemde şeyh, Muhammed Raşit Erol’muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet, o vardı. Babası vefat etmişti… Daha sonra ben Kâhta’dan ayrıldım ama Kazım Yardımcı ile ve Şeyh’in oğlu Fevzettin ile ilişkim devam etti. Şimdi o da şeyh oldu. Ama aramızda bunun ötesinde bir bağ yoktu. Onlar onlardı, ben de bendim. Tasavvufta beraberdik ama ben farklı olarak “Alici”ydim.


TÜRKSOLU: Bu Alevîlikten farklı mı?

Namık Kemal ZEYBEK: “Alevîyim” dersem atamı, anamı sormaya başlıyorlar fakat “Aliciyim”, Ehlibetçiyim ve Ebuzerciyim. Ki Ebuzer de Aliciydi. Niye öyle olduğum da ayrı bir mesele. Ali’de “a” adalettir, “l” liyakattir, “i” de iman, ihlas ve ihsandır… Bu benim tanımım.


TÜRKSOLU: Bu farklara rağmen yine de buluştunuz ama…

Namık Kemal ZEYBEK: Sonradan ben Keles kaymakamlığının ardından Ankara’ya geldim ve ülkücülerin eğitimcisi oldum. Biz eğitimlerde Ahmet Yesevî çizgisini anlatarak devam ettik. Onun İslam anlayışı eğitimin de esasıydı. Fakat bir gün, 1979’da olsa gerek, Türkeş beni çağırdı ve bana bir mektup verdi. Mektup Adıyaman MHP il başkanından geliyordu. Mektupta; “Sizin yanınızda bulunan Namık Kemal Zeybek’i buradaki şeyhler seviyorlar. Bunların Türkiye’de 1 milyon müridi var. Gelip konuşursa partimize destek olurlar. Adıyaman’dan da bir tane olmak üzere çok milletvekili çıkarırız” deniliyordu.


Türkeş bana “Bu ne?” dedi. Ben de orada kaymakamlık yaptığımı, aramızın iyi olduğunu ve Şeyh’in oğluyla da dost olduğumuzu söyledim. “Gider misin?” deyince de kabul ettim.

TÜRKSOLU: Yani siyasî bir çalışma için gittiniz…

Namık Kemal ZEYBEK: Evet… Gittiğimde sabah kahvaltısında Şeyh yanıma geldi. Kendisi yemedi. Benim yanımda eğitimcilerden ismini hatırlayamadığım bir arkadaş vardı. Geliş amacımı söyledim. Ben kaymakamken o bana gelir, ben de onu ziyaret ederdim. İlişkilerimiz köydeki bir şeyhle, ilçenin mülkî idare amirinin ilişkisiydi. Bu sefer ben bir siyasî parti adına bir şeyler istemek için oraya gitmiştim. İlk sorusu Türkeş’in namaz kılıp kılmadığı oldu. Ben de “Cumaları kılar ama diğer namazları bilmem” dedim. “Ama biz tasavvuf anlatıyoruz, Türkiye’yi savunuyoruz. Biz olmazsak komünizm gelecek. Ne cami, ne tasavvuf, ne de tekke kalır” dedim. O günün mantığıyla bunları söylemiştim. Şeyh, “siz ne diyorsunuz?” dedi. Ben de destek istediğimi söyledim. Şeyh başını eğdi ve biraz düşündükten sonra kaldırdı. “Biz siyaset yapamayız. İnsanları Allah’ın yoluna çağırıyoruz. Bir partiyi destekleyin ya da desteklemeyin diyemeyiz. Ama siz siyasetçisiniz. Girin sofilerin arasına, partinizin propagandasını yapın. Serbest. Zaten MSP’liler de burada dolaşıyorlar” dedi.

Şeyh, son sözünü söylemişti. Bunun üzerine bir şey söylenmezdi. Ankara’ya döndüm ve Türkeş’e olanları anlattım

Ben, Türkeş’e; “Ne yapayım” diye sorunca “Gir ve al” dedi… “Sonra diğer şeyhleri de dolaş ve hepsinin partimize desteğini sağla”
TÜRKSOLU: Türkeş, ne dedi?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben “Ne yapayım” diye sorunca “Gir ve al” dedi… “Sonra diğer şeyhleri de dolaş ve hepsinin partimize desteğini sağla” diye de ekledi. Bunun üzerine onlarla sık görüşmeye başladık. Bu tabii onların müridi olduğum gibi bir durum doğurdu. Zaten ülkücüler de bir arayış içindeydiler. Mistik bir ortam vardı. Bir kısım ülkücüler oraya, başkaları diğer yerlere bağlanmaya başladı. Bu 1980’e kadar böyle devam etti. Bu parti içinde çalkalanmalara ve dedikodulara da sebep oldu. Bu arada beni sevmeyenler “Namık Kemal Zeybek hem eğitimcilerin başı, hem de Adıyaman’ı kullanarak partiyi ele geçiriyor” demeye başladılar. En sonunda ben de Türkeş’in bu işlerden rahatsız olduğunu düşünmeye başladım. “Görevi bana siz verdiniz, istiyorsanız hemen bırakayım” dedim. O da bana “Hayır, devam et” dedi… Biz de böylece devam ettik. Adıyaman meselesi budur…


TÜRKSOLU: Bu ilişkinin toplamda milliyetçi harekete faydası mı oldu, zararı mı oldu sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Seçime girmediğimiz için bunu ölçemiyoruz ama ülkücüler açısından bir kısmının hareketten kopması gibi bir zararı oldu. Oraya kaydılar. 1980 sonrasında ülkücü hareket ortadan kaldırılınca bir takım arkadaşlarımız orada kaldılar.

Doğrusu o dönem için ben ikircikliydim. Menzil’deki zat “Biz partiyi desteklemeyiz, particilik yapamayız” dediği zaman hem sevinmiş hem de üzülmüştüm. Sevinmemin nedeni doğrusunun tasavvufun siyasete karışmaması gerektiğini düşünmemdi. Bir partiyi destekleyen şeyh, şeyh değildir bence. Ama diğer taraftan vazifemi yapamamaktan dolayı da üzülmüştüm. Ankara’ya bu karışık duygu ve düşüncelerle dönmüştü.
O zamanlar biz yaptığımızı siyaset olarak da görmüyorduk. Vatan savunması yaptığımızı düşünüyorduk. Vatan elden gidiyordu, Türkiye komünist olacaktı, Türklük gidecek ve biz de esir milletlerden olacaktık. Sosyalizm ve komünizm tek başına bizim korkacağımız bir şey değildi fakat Sovyetlere bağlanmak korkusu vardı.

Hangi tasavvuf?
TÜRKSOLU: Yıllar sonra özellikle orta Anadolu’da eski MHP oylarının AKP’ye akmasında bu tip bir ilişkinin yarattığı İslamcılaşmanın etkisi olmuş mudur sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Bir kısmı için bu doğrudur. Ama Ülkücü hareketteki İslamî söylemin ağırlaşması da sadece Menzil meselesinden ibaret değildi. Böyle bir yönelim olmasaydı Menzil de zaten itibar görmezdi. Dinî bir hava zaten vardı. İnsanlar bana gelip; “Tasavvuf anlatıyorsun, bana şeyh söyle” diyorlardı. Ben de “Ben söylemem bulursanız bana da haber verin” diyordum. Biz Ahmet Yesevî’yi anlatmak için tasavvuf anlatıyorduk. Bir de hangi tasavvuf diye sormak gerekir. İmam Rabbanî’ninki mi yoksa İbn-i Arabî’ninki mi? Mevlana’nınki ve Yunus’unki mi?

İbn-i Arabî, Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî aslında birbirine yakın vahdetçi görüşlerdir. Özü de Vahdet-i Vücud’dur ve bu sanıldığından daha önemli bir meseledir. Çünkü bu inanç erdem, hoşgörü verir. Bağnazlığı önler. Düşünün ki İbn-i Arabî der ki; “Arif için herhangi bağlayıcı bir itikad kalmaz…” Bunu arif için din yoktur diye yorumlayanlar da var. Mevlana’da da benzer mantık vardır. Bu inançtan yola çıkanlar bilime yönelirler. Çünkü aradığı her şeyde Allah’ı arar. Göklerin yaratılışındaki sırrı ararken de Allah’ın ayetlerini arar. Yeri araştırmak da Allah’ı araştırmaktır. Ksenefon’un, Sokrat’ın, Aristo’nun felsefesi de budur. En önemlisi de Farabî budur. O da tüm bunları İslam dünyasına taşımıştır. Onun için Araplar ona muallim-i sani (ikinci öğretmen) demişlerdir. Farabî’nin Medinetü’l Fazıla (Erdemli Şehir) adlı kitabını okuyan bir insan bilime, akla, araştırmaya, düşünmeye yönelir. Vahdet-i Vücud’u reddeden tasavvuf nasıl bir tasavvuftur, o da ayrı bir meseledir. O bir süre sonra Eş’arî anlayışına, nasçılığa doğru kayar ki kaymıştır da…

TÜRKSOLU: Vahhabîlik, Selefîlik gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Onlar açıktan reddeder ama bunun vardığı nokta da aynıdır. İnsanlara keskin bakan, Müslüman olmayan herkesi cehenneme atan bir anlayışa gider. Ama Muhiyiddin Arabî’de, Yunus’ta, Ahmet Yesevî’de böyle bir anlayış göremezsiniz çünkü onlar vahdetçidir. Attila İlhan’ın çok sevdiğim “Hangi Batı”, “Hangi Sol” gibi kitaplardan oluşan bir serisi vardı. “Hangi” sorusunu sormak gerçekten önemlidir. Dolayısıyla “tasavvuf kayıtsız şartsız iyidir” denilemez. “Hangi tasavvuf” diye de sormak gerekir. “Hangi” sorusu mübarek bir sorudur.



http://www.turksolu.com.tr/474/zeybek474.html

..

MALUM YANDAŞLAR..,




MALUM  YANDAŞLAR..,





Yekta Güngör Özden

Yekta Güngör Özden

05.11.2007/Sayı:160

Gereksiz, yanlışlara dayalı ve yanıltıcı bir halkoylaması tartışmalarıyla geçen hafta, bu halkoylamasını etkileyecek sonuçları olabilecek Anayasa Mahkemesi’ne iptal istemli başvuruyla kapandı. Halkoylamasına sunulan 5678 no.lu Yasa’nın değil, bu Yasa’nın 6. maddesi ve bu maddeyle getirilen geçici 18. ve 19. maddelerin çıkarılmasına ilişkin 5697 no.lu Yasa’nın iptali istendi. Ayrıntıya ilişkin bilgimiz olmadığından iptal isteminin anayasa değişikliğine ilişkin bir yasa mı, yoksa sıradan bir yasa için izlenecek yolla olup olmadığını bilmiyoruz. Anayasa değişikliğine ilişkin yasaların iptali ancak biçim yönünden, o da üç koşulda olur. 5697 no.lu yasa anayasa kuralını değiştirmiyor, anayasa kuralını değiştirmek isteyen yasayı değiştiriyor. TBMM bu yasayı anayasa değişikliği gibi işleme bağlı tutarak kanımızca yanlış yapmıştı.

Kesin olmayan halkoylaması sonuçlarına göre oy kullanacak yurttaşların %67.5’u sandığa gitti. Kabûl oyları seçmen sayısının %45.5’inde kaldı. 3376 no.lu Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulmasına İlişkin Yasa’nın 8. maddesinin son tümcesinde geçen “…Anayasa değişikliği Türk Milleti tarafından kabûl edilmiş olur” durumuna uyuyor mu? Halkoylamasına katılmayanlarla “Hayır” diyenlerin sayısı “Evet” diyenlerden fazla. Sonuç ulusal istenci yansıtmıyor. Halkoylamalarında katılanların yarıdan fazlasının kabûl etmediği metnin geçersiz kalması olaya daha uygun düşer.

Sınırötesi

Sınırın iki yanında da değişik rüzgârlar esiyor. Önceden hazırlıklarını tamamlamış durumda TBMM kararı uyarınca Hükûmetin vereceği buyruğu bekleyecek Silâhlı Kuvvetler baskınlar ve pusularla önemli kayıplar verdi. Şehitlerimizin yürek dağlayan acıları ulusumuzun savunmayı saldırıya dönüştürme istemlerini gündeme getirdi. Her yerde yurttaşlarımız bayraklarla sokaklara, alanlara döküldü, bildiriler yayımlandı. Üniversitelerimizin öncülük yaptığı yürüyüş ve toplantılar ulusal duyarlılığı doruğa taşıdı. Silâhlı Kuvvetlerimizin hazırlıklarından tedirgin olan Irak’taki kürtleri ve peşmergeleri telâş aldı. AB ülkeleri yine engel olmaya çalışırken ABD her zamanki tutarsızlığı ve ikilemleriyle oyalamaya, geçiştirmeye ve durdurmaya çalışıyor. Geçen zaman içinde yine Irak hükûmeti’nin ve ABD’nin yardımıyla, Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK önlemlerini aldı, yığınağını yaptı, sığınağını donattı, kaçtı, saklandı, Türk Silâhlı Kuvvetlerini yıpratmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Bunu çocuklar bile kestiriyor. Silâhlı Kuvvetler adına bir konuşmada “Artık Oyalanmayacağız” denildi. Demekki oyalanıldığını askerlerimiz de kabûl ediyor. Oyalayanlar belli: İçerde AKP iktidarı. Dışarda ABD. İktidar ABD’nin olurunu bekliyor, muhtaç, çekingen ve beceriksiz. Peki ABD’ne ne oluyor? Irak’ta işi ne? Irak onun mu? Hani Türkiye ile ortaklıkları vardı? Kimden yana? Daha nice sorular yöneltilebilir. ABD dünyada itibarını yitirirken Türkiye’de her şeyini yitirmiş duruma düştü. Türkiye saldırmıyor, savunuyor. TBMM kararındaki sınırlar içinde bir sınırötesi zorunlu operasyon söz konusu, başka bir şey, savaş değil. Kendi çıkarları için ülkeleri işgalden kaçınmayan ABD, kullanacağı güçleri gücendirmemek için onlara yönelik haklı girişimleri durdurmaya çalışıyor. 

Komutanlarının, diplomatlarının sözleri bu yolda. PKK’ya ve teröre karşı içtenlikli olmayan savaş ve karşıtlıkları kimseyi kandırmıyor. Bekleyen AKP iktidarı da ABD oluruyla sınırlı operasyon için Silâhlı Kuvvetlere buyruk verirse karşı yanın hazırlıkları nedeniyle yeni şehitlerimiz olur. Başarılı sonuç alınamazsa askerlerimizi suçlayacaktır. Kendi aymazlığının sonuçlarını Silâhlı Kuvvetlerimize yükleyecektir. Yandaşları elde kalem beklemektedir.

Yandaşlar sahnede

Sınırötesi operasyondan önce sıkmabaş operasyonu hızla yolalmaktadır. Dinsel hiçbir zorunluluğu olmayan başbohçası “Din gereği, inanç nedeni” gösterilip savunularak her kata çıkmaktadır. ABD İstanbul’da sıkmabaşlıların dolduğu üniversite açarak (Alfred Üniversitesi) Cumhuriyet uygarlığını korumaya çalışan üniversitelerde kargaşa yaratıp sistemi oymaya, yıkmaya çalışmaktadır. Yukarda değindiğimiz ABD Dışişleri Bakanı’nın, ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak’ın kuzeyindeki ABD’li Komutanı Tümgeneral Benjamin Mixon’un, Barzani ve Talabani’nin sözleri, Irak’ın petrol tehdidi, Zana’nın hezeyanları birleştirilirse Türkiye’nin itildiği yalnızlık daha iyi anlaşılır.

Avrupa polisinin Türkleri sakıncalı davranışları da iyi değerlendirilmelidir.
Bu arada ABD’nde konuk edilip korunan, beslenen de denebilir, Fethullah Gülen’in adamlarının İngiltere Lordlar Kamarası’nın düzenlediği konferansa ilişkin yayılmacı çabaları sürmekte, kimi AKP milletvekilleri de katılarak ilgilerini güçlendirmektedir.
Toplum önderi sayılacak kişiler, kuruluşlar şehitlerimiz nedeniyle haklı tepkilerini içtenlikle açıklarken, kimi sözde aydın ve sözde ilericilerle kimi sözde solcu kuruluşlar bir tür karşı eylemlere girişerek, grev kırıcılığı gibi miting ve tepki kırıcılığı yapmaktadır. Savaşı, saldırıyı, yaralamayı, öldürmeyi, yakmayı, yıkmayı kimse düşünemez. Kırıcılar, anlamını bilmedikleri sözcükleri kullanarak, kendilerince kimi değerlendirme, niteleme ve tanımlamalarla bölücü ve yıkıcılara, şeriatçı, ırkçı ve özellikle kürtçülere destek oluyorlar. Bu beyler ve hanımefendiler PKK’ya, destekçilerine ve yandaşlarına dönüp “Tutumunuzda, amacınızda, terörde asla haklı değilsiniz. Bırakınız silâhları. İçimizdeki aileleriniz nasıl bizimle her konuda eşitse siz de öyleydiniz. Yabancıların kuklası olmaktan vazgeçiniz” demiyorlar. Kimi eski faşist sözde yeni liberal, kimi kendini solcu sanan yazar-çizer faşizmi, ırkçılığı, şeriatçılığı kınayacak yerde milliyetçiliğe saldırıyor.

PKK ile savaşım sanki yalnız silâhla oluyormuş gibi “PKK ile mücadele sadece silâhlı olmaz”, sanki diplomasi gerekleri hiç yerine getirilmiyormuş gibi “Silâhtan önce siyaset ve diplomasi” diyenler yanında “Bu sınır savunulmaz” diyenler var. Meclis’in yetki kararının “…savaş tamtamlarının sesini güçlendirdiği…” yolunda ilerici bilinen gazetelerde yazılar yayımlandı. Bizim içtenlikli, karşılıksız, yurtsever duygularımızı, tepkilerimizi anlamayan, anlamak istemeyen, ya da düşünce yetersizliğinden amaçlı değerlendirerek saldıranlar şahinliğe soyundu. Akılları başlarına geliyor olmalı. Ama sözde özgürlük, demokrasi ve eşitlik için düzenlenen mitinge ilişkin şu sözlere katılmak olanaksız: “Milliyetçi, otoriter yüzlere karşı sivil bireyler” (tam bir asker karşıtlığı), “…sokaklardan yükselen sese karşı…” (terörü kınayanlara yönelik haksız eleştiri), “…toplumsal duyarlılıkların istismar edildiği…” (elde bayraklarla bölücülüğü, yıkıcılığı kınayanlara karşı). Sanki kürtlere saldırılıyor, onlara karşı savaş hazırlığı yapılıyormuş gibi ayrımcı, yanıltıcı, tehlikeli sözler. Biraz daha değinilse “Düşünce özgürlüğü” diye saçmalıklarını savunacaklar. Bunlara göre üniversiteler, Barolar, Odalar, dernekler, vakıflar barış karşıtı, savaş yandaşı, gereksiz tepki odaklarıdır.

Yapılan kötülükleri, yapılması istenenleri, yazılanları, söylenenleri görmüyor, okumuyor, duymuyor, anlamıyor olamazlar. Silâhlı Kuvvetlerin silâhları bırakmasını, iç savaşa gidildiğini, Türk-kürt çatışması olacağını, medyanın başka kötülükleri yokmuş gibi histeriyi beslediğini, savaş hazırlıklarına son verilmesini istiyorlar. Bunları da “…aklın, emeğin, barışın sesi…” olarak sunuyorlar. Şimdiye kadar nerdeydiniz? Türkiye’nin yararından, Türkiye’yi Türkiye yapan Atatürk ilkelerinden, giderek tırmanan şeriatçılıktan söz edemiyorlar. PKK vuracak. Türkiye duracak… Bıçak kemiğe dayanmıştır. İstanbul köşklerinde gazel okumak kolaydır.

Yalancılar-Yobazlar

Kaç kez söyledik, yazdık. Anlamıyor, anlamak istemiyorlar. Ben ilkeler bağlamında hiçbir yanlışlığın, sapkınlığın içinde olmadım. 12 Eylûl’cüleri Anayasa Mahkemesi Kurulu, kurulun bir bölümü ya da üyeleri olarak, yurttaş olarak ziyaret etmedik. Bizim önümüzde demokrasiye geçme sözü vererek and içtiler. Kimi gerici, kiralık, sapkın kalem yalanı yazıyor, yalanı yayıyor. İktidar gazetelerine yamanan yanaşmalar, dalkavuklukla yer tutmaya çalışan sömürücü ve çıkarcılar, Türkiye ve Atatürk karşıtları saldırılarını sürdürüyor. Havlama alışkanlığı olanları susturmak güçtür. Başkalarının, yanıt vermeyi kendime yakıştıramadığım kötü sözlerini belirtmemi çarpıtarak bana maletmeye çalışanlar ya da “yarası olan gocunur” sözünü anımsatan alınganlıkla nitelemek zorunda kaldıkları arasına kendilerini koyarak karalamak isteyenler var. Herkes kendi düzeyini belli eder. Düzeysizler düzey savında bulunur. 12 Eylûl’de dut yemiş bülbül gibi susup, seçim için benim desteğimi ricâ edip sonra niçin, ne dediğimi gözardı edip sözcüklerle yıpratmaya çalışan kişiliksizlerin ürettiği yalanlara kimse inanmaz. Beni de başkalarını da bilenler bilir, tanıyanlar tanır. Atatürk’ün annesi için kötü söz söyleyenleri, Atatürk’ü soysuz biçimde nitelendirenleri amaçlayarak “Bunların ya sütü, ya kanı, ya da mayası bozuk!” sözlerimi böyleleri ve destekçileri için yineliyorum. Kendini insan, Türk ve yurttaş bilen bu terbiyesizliği yapmamalıydı. Beni baş-kalarıyla karşılaştırmak isteyenler iyi inceleme yapsınlar ve 1960’tan başlayarak Cumhuriyet gazetesini, 1980’den sonraki Barış ve Bugün gazeteleriyle Yankı dergisi sayfalarını karıştırmalı, Anayasa Mahkemesi arşivini incelemeli, yetkililerinden yaşamda kalanları dinlemelidir. Ötesinin önemi yok.

Cumhuriyeti yaşamak, buruklukla da olsa kutlamak yetiyor.




.

.. Elde var sıfır.




.. ELDE VAR SIFIR..,







Yekta Güngör Özden
Yekta Güngör Özden


Başbakan olmadan önce de ABD’ne gidip gelen Recep Tayyip Erdoğan her seferinde görüşmelerin olumlu geçtiğini, başarıyla döndüğünü ileri sürer, şakşakçılarının yazıları ve konuşmalarıyla okşandıkça kendisini gerçek bir devlet adamı sayarak şişinirdi. 5 Kasım 2007 görüşmeleri de böyle olmuştur. Anamuhalefetle yavrumuhalefetin eleştirilerinin ortasında bir çizgide bulunulduğu anlaşılmaktadır. Yanında iki Bakan ile Genelkurmay İkinci Başkanı’nın bulunmasından başka hiçbir değişiklik olmayan Bush’la yaptığı görüşmenin “Tarihî” olarak nitelendirilmesi, devlet medyası durumuna gelen kanal ve basının zorlama bir nitelendirmesidir.
İleri görüşlü bir yönetim, teröre karşı tüm önlemleri alır, operasyon için TBMM kararını çıkartır ve hemen gereğini yapardı. O zaman ABD’nden ya da başka yerlerden olur almaya da gerek kalmazdı. Meclis kararı öncesi yürütülen diplomatik çabalar olumsuzsa karar alıp yerine getirememektense karar almama yolu yeğlenir, temaslar olumlu sonuçlanırsa karar alınıp hemen yerine getirilerek TBMM’nin ve Devletin saygınlığı korunurdu. Şimdi TBMM kararının yerine getirilmesi Bush’un iki dudağının arasına bırakıldı. Bu durum, bir anlamda TBMM kararının Bush’un onayına bağlı tutulması demektir.
Elbet operasyon çocuk oyunu değildir. Yapılmasının yararı-zararı çok iyi düşünülecektir. Koşullar, zaman, dış destek vd. Ancak yapılamayacak şeyi hiç söylememek gerekir. RTE’ın Bush’la görüşmesinden sonra mutlu olduğunu söyleyip Ulusal Basın Kulubü’nde operasyon aşamasında olunduğunu açıklaması hiçbiriyle uyuşmamaktadır. Çünkü Bush, operasyondan hep uzak durmuştur. Üçlü mekanizma, operasyonun buzdolabına konulmasıdır. Ayrıca “Güneydoğu’da operasyonların hızla sürdüğü” açıklaması sonuçlarına ilişkin doyurucu ve mutluluk verici bilgileri gerekli kılmaktadır. Ülkemiz içinden sürdürülen saldırılar (6 Kasım Tunceli olayı) yuvalanmayı, “gece silâhlı, gündüz külahlı” deyişini doğrulayan hainliği, amacın demokrasi, eşitlik vs. olmayıp toprak almak, ayrı devlet kurmak olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bush-Erdoğan zirvesinden çok önemli kararlar çıktığını söyleyerek halkı aldatmanın hiçbir anlamı yoktur. “Stratejik ortak” sakızının hiçbir yararı görülmemiştir. İstihbarat katkısı, PKK kamplarının üzerinde ABD keşif uçaklarının dolaşması, PKK bürolarının kapatılması, göstermelik “Dostlar alışverişte görsün” türü davranışlardır. ABD, Irak’taki varlığının güvencesi saydığı kürt gruplarla Türkiye’ye karşı koz olarak koruyup desteklediği PKK’dan vazgeçmemektedir. BOP açılımını bu kollarla yürütmeyi düşünmektedir. “Ortak mücadele” lâfta kalmaktadır.

Sekiz askerin geri dönüşü elbet mutluluk vericidir. Ancak, PKK’nın götürmesi ya da kimilerinin danışıklı dövüş biçiminde gitmesi ve özellikle dönüş biçimleri üzücüdür. PKK’yla ilişki, Apo resmi asılı sehpada tutanak imzalanması, DTP’li üç milletvekiliyle ABD’li ve Irak’lı yetkililerin bulunması düşündürücüdür. Hükûmetin açıklamalarıyla yalanladığı DTP’lilerin “PKK’lı ve yandaşı değiliz, temsilcisi hiç değiliz” açıklaması yapmaları gerekmiyor mu? DTP’li bir milletvekili bayanın eşinin PKK saflarında bulunduğu savı Meclis’teki varlıklarına ilişkin kuşkuları ve eleştirileri doğrulamıyor mu? Önerileri ve konuşmalarıyla anayasal aykırılıkları her kez daha iyi anlaşılan DTP’lileri yeni kürtçü ve ayrılıkçı kuruluşların izleyecek olması da ilginçtir. Türk, Çerkez, Kürt, Laz, Arnavut, Boşnak, Gürcü, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi vs. partisi olamayacağına, resmî dil Türkçe olduğuna, “Çoğunluğun adı adımız, dili dilimiz” ilkesi ve inanç-soy ayrımı gözetmeksizin ulusal yapı öngörüldüğüne göre terörü haklı gösterecek tüm çıkışlar, eylem ve söylemler yanlıştır, sakıncalıdır. İktidarın anlamsız hoşgörüsü, seçim desteği beklentileri karşıtlarımızı şımartmaktadır. Silâhlı Kuvvetlere “Zaptiye” diyenler, orgenerallere ders vermeye kalkışan yedeksubaylık yaptıkları kuşkulu siyaset devşirmeleri toplumsal duyarlılığı yadsıyan ahmaklıklarını açıklamaktadırlar. DTP’nin Silopi Mitingi tam bir PKK şovudur. Türkiye sınırları içinde PKK-Apo övgüsü, aykırı-sakıncalı sloganlar, üç renkli flamalar, devlet ve kolluk güçleri karşıtlığı, milletvekillerinin içtikleri andla bağdaşmayan söylem ve girişimleri yetkili organların tutumunu tartışma konusu yaptırmaktadır.

Yalnız bu kadar mı?

“Özgür, eşitlikçi, demokratik Anayasa” adlı mitingi düzenleyenlerle söylemlerine ve önerilerine bakmak yeter. Haklı sınırötesi operasyonu ne olursa olsun engellemeye yönelik çabalar, lâik Atatürk Cumhuriyeti karşıtlığıyla birleştirilerek sürdürülmektedir. PKK’ya, yandaşlarına, destekçilerine, iç ve dış döneklerle sapkınlara yönelik tek uyarı yoktur. Kışkırtıcı medyada sergilenen karşıtlıklar, kimi emekli komutanların eleştirilere elverişli pişmanlık ve görüşleri, kimi aymazca yazılarda açıklanan “herkese tuzak operasyon” savları, Barzani, Talabani propagandası, onları muhatap alma önerileri birbirlerine eklenmektedir. Kürt sorunu kürtlerin sorunu nedir? “Kürdüm, kürt asıllıyım” demeyi kimse engellemiyor. Devlet yöneticilerinin Türk olduklarını söyleyemedikleri gözetilirse, her Türk yurttaşının öncelikle Türkçe bilmesi için güneydoğuya kürt olmayan öğretmenler gönderilmesi gereğinin savsaklandığı saptanırsa, alt-üst kimlik tartışmalarının gereksizliği ve sakıncaları düşünülürse, ülkede hemen hemen herkesin sorun ya da sorunları olduğu unutulmazsa asıl amacı izleyen “kürt sorunu”nun yapaylığı daha iyi anlaşılır. Ayrı toprak, ayrı ulus, ayrı devlet, ayrı anayasa ya da Anayasa’da ayrıca sayılma önerileri geçersiz ve benimsenmeleri olanaksızdır. Uğraşlar boşunadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Ulusu’nun sonu sayılacak hiçbir öneri ve dayatma yaşama geçirilemez.

Başbakan’ın yargıya sataşması sürmektedir. Hukuk devletinde varlıklarını hukuka bağlı tutması gerekenlerin hukukla kavgası asla bağışlanamaz. Başbakanın Irak olayları nedeniyle medyaya konulan sansürü kaldırıp iktidarın itirazını da geri çeviren Danıştay için söylediklerinin hukukta yeri yoktur. Gerçek bir demokraside böyle davranan kişi yerinde bir dakika bile kalamaz. Ayrıca, Anayasa taslağında Danıştay üyelerinin seçiminin Hükûmete verilmesi ve bu bozulmanın Fransa uygulaması ile örneklenmesi de savunulamaz. Hükûmet, yönetim işlemlerini denetleyecek yönetim mahkemeleriyle bu mahkemelerin kararlarını denetleyen, kimi durumlarda ilk derece yönetim mahkemesi gibi çalışan Danıştay’ın üyelerini Hükûmetin seçmesi-ataması ülkemiz ortam ve koşullarında asla yarar getirmez. Siyasal, kültürel, toplumsal düzeyimizi gözardı ederek yılların uygulamasını kaldırıp Fransa’yı örnek göstermek, yargıya elatmaktan başka bir anlam taşımaz. Tutumuyla aykırılık sergileyen iktidarın niyeti giderek daha iyi açığa çıkmaktadır. Ilımlı islâm devletinde göstermelik yargı, ulema düzeni, fetva-ferman rejimi.
Sıkmabaş devlet protokuluna iyice girdi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan yurtdışı görüşmelerinde de bu yolu izlediler. Ama ülkemizde görünme, gösteri meraklısı, resepsiyon heveslisi ne kadar insan varmış. Cumhurbaşkanı’nın düzenlediği ikinci resepsiyonu sıkmabaşlılarla destekçileri süsledi. Her kesimden insanın katıldığı resepsiyonu sırıtarak el sıkanlar yanında Cumhurbaşkanı’nın eşiyle karşılaşmasında kuyruğa girenler doldurdu. Katılmayarak, kınayarak, bozulan devlet görünümünü, istenmeyen modernliği savunarak ilkeleri, kişiliği üstün tutan kaç kişi çıktı bilinmez. Adından söz ettirmek, medyada görünmek, köşke çıkmayı özellik saymak bu kadar önemli mi? Sanatın soyluluğuna ters sanatçı akımı da üzücü.

Ölümler ve tepkiler

Ölenlerin ışıklar içinde ve Tanrı’nın engin rahmetinde yatmalarını dilemek, ölenleri iyilikle ve iyilikleriyle anmak güzel geleneklerimizdendir. Ancak, ölenlerin efsaneleştiğini söylemek abartısı içtenlikten uzak yanlış kanılardır ve gelecek kuşaklara örnek olacak yanları yerine kişisel bağları öne çıkaran bir yaklaşımdır. Bunu avukatlığını da yaptığım, iki yıl aynı kurulda çalıştığım Ecevit’in ölümünde yaşadığımız gibi hem Rektörlük Hukuk Danışmanlığımda hem de avukatlığında yakından tanıdığım Erdal İnönü’nün ölümünde izledim. Akılcı ve gerçekçi tutumla bağdaşmayan, çoğu duygusallık ve özellikle pişmanlık ürünü görüşler. Yanlışları ve doğruları ile vermek varken amaçlı karalamalar, abartılı övgüler aramızdan ayrılanlara da saygısızlıktır, topluma da. Unutulmamalıdır ki ölüler biz andıkça yaşar. Yaşatmak için gerçekçi ve yansız olmak gerekir.

Çankaya Köşkü’nün dinsel çizgiler, renkler ve görünümler kazanması çalışmalarına bütçe desteği ve olanağı getiriliyor. Kimi kurumlarda, asker-sivil kimi birimlerde, özellikle dıştemsilciliklerde bilinen yenileme, süsleme, gelenlere göre döşeme uygulaması nice gereksiz gidere neden olmaktadır. Bu tutumun Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne uzaması iyi olmamıştır.
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sıkmabaşlıların yarattığı görünüm bozukluğu ve kimi burukluklarla geçti. Atatürk’ümüzün aramızdan ayrılışının 69. yılında sözde ve yapay Atatürkçülerin biçimsel anışları, döneklik ve sapkınlıklar dışında kimi yararlı etkinlikler düzenlendi. Özlemimiz her gün artmaktadır. Saltanatın kaldırılmasının 85. yıldönümü 1 Kasım’dı. Ankara Ü. Hukuk Fakültesi’nin açılışının 82. yıldönümü de 5 Kasım. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu düzeyli ve anlamlı bir konuşma yaptı.

Önemli yineleme ;

Büyük Atatürk’ün “En büyük övünç kaynağım Türk olmaktır” sözü benim tüm duygu ve düşüncelerimi özetleyerek yansıtmaktadır. Türk olmakla onurlu, gururlu ve kıvançlıyım. Başka bir soy-boy savım yoktur. Nerden gelmiş olursak olalım, büyüklerimle bir bağa dayanarak değil, ulus bağına dayanarak yalnızca Türk olduğumu yineliyorum. Alt-üst kimlik tartışmalarına, soy kökeki tutkusuna karşıyım. Ne mutlu Türk’üm diyene!


..

GAF




GAF


Yekta Güngör Özden

Yekta Güngör Özden

Bilgi çağı, uzay çağı nitelemeleriyle aydınlanmanın ufkunu aşma çabaları televizyonların çamaşır makinalarında kirlileri yıkarcasına yaygınlaşan dedikodu izlenceleri, büyü (sihir), fal tartışmaları, metafizik savıyla kimi saçmalıklara bilimsellik kazandırma girişimleriyle sürerken nasıl çağdaş olunabilir? Feodal yapı, ağalık, reislik, şeyhlik sürerken, aşiret çatısı altında buyrukla oy kullanılırken, siyasal partiler inanç sömürüsüyle yol almaya çalışırken teknolojinin aşamalarına nasıl kavuşulabilir? Gençlik ulusal değerleri korumakta yeterli özeni gösteremezken, kadınlar arasında çok evliliğe, dördüncü eş olmaya katlanmayı olağan bulanlar giderek artarken, siyaset, ekonomi, kültür, sanat ve spor alanında gölgeler koyulaşırken karanlıktan nasıl çıkılabilir? Lâik Atatürk cumhuriyeti karşıtları, devşirme yazarlar ve sözde bilim adamları Atatürk’ün Büyük Söylevi’ni hafife alarak değersiz, yanlı, yanlış, gerçekdışı anlatım olduğu savıyla zikzaklar çizerek bilimin onurunu çiğnerken, olumsuzluklar birbirine eklenirken nasıl rahat olunabilir? Yılgınlık, yorulmak, dönmek elbet yok. Umut yürek gücünün tomurcuğudur. Ama her şeyi yolunda sanıp kendi akışına bırakmak aymazlık olur. Tehlikenin ayırdında olarak çalışmak gereği açıktır. İşte 22 Temmuz milletvekili seçimleri, işte 21 Ekim halkoylaması sonuçları, işte sonrası.
Türkiye’nin fotoğrafı
Cumhuriyetin 84. yılında fotoğrafımız böyle mi olmalıydı? Büyük Atatürk’ün İsviçre’den 40 yıl önce seçme-seçilme hakkı sağladığı Türk kadınları Cumhurbaşkanı’nın sıkmabaşlı eşinin elini sırıtarak sıkmalı, sıraya girmekte yarışmalı mı idi? Görünmek bu kadar önemli mi? Davranışlarımızdaki ölçüsüzlükle sakıncaları nasıl geçerli kıldığımızın ayırdında olmalıyız. Türkiye’nin aydınlık-modern yapısının vitrini sayılacak Cumhurbaşkanlığı köşkü artık tutuculuğun ve dinciliğin ortamı durumuna getirildi. Yalnız bu kadar mı? Türk Ulusu’nun en acı gücü olan 10 Kasım’da Türklük düşmanı dinci kralın ayağına gidilerek ulusal onur çiğnendi. ABD korumalı kralın ulusal varlığımızı hiçe sayan sakıncalı tutumuna ortak olundu. İngiltere kraliçesinin, Başbakanının, bir belediye başkanının ayağına giden kral ulusal simgemiz Atatürk’ün anıt-kabrini ziyaret etmekten kaçındı. Yabancı ülkelerde nasıl davranılacağını bilmemesi düşünülemez. Papa’yla görüşen, hıristiyanların ziyaretlerinden kaçınmayan kral, şehitlere çelengi bile esirgedi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan aracılığıyla Türk Ulusu’na saygısızlık eden krala devlet şeref madalyası verilmesi büsbütün gaf olmuştur. 24.1.1983 günlü, 2933 no.lu Madalya ve Nişanlar Yasası’nın 2. maddesinin (a) bendi gereğince Bakanlar Kurulunun önerisiyle Cumhurbaşkanın vereceği şeref madalyası için “Türkiye Cumhuriyetinin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru, birlik ve beraberliği için yurt içinde veya yurt dışında üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlık göstermek..” koşulu aranır. Suudi Arabistan kralı bunlardan hangisini yapmıştır? Hac kotası yasada belirtilen gereklerden sayılabilir mi, kral bunu bu kez iktidarın ricâsiyle kotarmış mıdır? Olsa olsa sözü edilen yasanın 3. maddesinin (a) bendine göre, o da zorlamayla, devlet nişanı verilebilirdi. Yurt içinde birine verilseydi ulusumuz gerekçesini bilirdi. Yabancıya verilmesinin gerekçesi Türk Ulusu’na açıklanmalıdır.
Arabistan’da kurduğu vehhabilik tarikatını yaymak için Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanarak Hazreti Hüseyin Türbesi’ni yağmalayan, binlerce insanı kılıçtan geçirip Taif Kalesi’ni alan, Hazreti Muhammet dışında din büyüklerinin ve sahabenin mezarlarını yıktıran Abdullah bin Suud ve adamları, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yakalanıp gönderildikleri İstanbul’da 1818’de asılmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kışkırtmasıyla Türklere kötülük yapmışlardır. Türkler 1. Dünya Savaşı sonrasında Arabistan’dan çekilince Vehhabi Emiri Abdülaziz, Mekke, Medine ve Cidde’yi almış, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i Kıbrıs’a sürmüş, yine İngilizlerin yardımıyla 1923’de krallığını kurmuştur. Bilinmesinde yarar var. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’a armağan ettiği kılıcı Faysal, arapları Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa kışkırtan İngiliz casusu Lawrence’e vermiştir.
Suudi Arabistan Kralı’na ortak ziyarete ilişkin resmî açıklamalar doyurucu değildir, olamaz da. Hangi nedenle olursa olsun böyle bir otel ziyareti yapılmamalıydı. Kral gezgin tahtında, sağında ve solunda uslu birer öğrenci ya da buyruk bekleyen görevliler gibi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı. İnsanın yüreği kanıyor. Hiçbir gerekçe ve özür bu durumu geçerli kılamaz. Suudi Arabistan bayrağı gölgesinde dincilere selâm amaçlanmışsa daha kötü. Abdullah Gül için kendisinin kutlanması Türkiye Cumhuriyeti’ne saygıdan daha önemli olamaz. Abdullah Gül, yalnız iktidarın Cumhurbaşkanı değildir. Adayı kralı ziyareti cumhurbaşkanı sıfatını taşıdığı sürece böyle yapamaz. Evinde konuk ağırlaması başka şeydir. Bu gafı, bu garabeti örtecek hiçbir neden olamaz. Kral dinci olmasa bunu yapmazlardı. Dincilikle cumhuriyeti bağdaştırmak olanaksızdır. 10 Kasım’ın özellikle seçildiği izlenimini veren olaylar nereden bakılırsa bakılsın sakıncalıdır. Bağışlanamaz bir aykırılıktır. Aralarında din ve siyaset konusunda görüş birliği olmasa, inanç sömürüsünde, dinin siyasallaşmasında, siyasete âlet edilmesinde, din devleti amacında birleşme olmasa böyle bir durum yaşanmaz, yaşatılamazdı.
Dinciler ne yaparsa uygun sayılır, ses çıkarılmaz. Anayasa’ya, yasalara, diplomatik gereklere ve geleneklere aykırı olsa da bir yapay gerekçesi, bir bahanesi açıklanır. Devletin onuru, saygınlığı, ulusun duyarlığı iç önemsenmez. Kimlerin destek verdiğine bakılınca durum daha iyi anlaşılıyor. Dinsel hiçbir zorunluluğu olmayan, islâmın değil siyasal-radikal islâmın simgesi olan sıkmabaşı bayrakla bir tutan şaibeliler yine çığırtkanlığa başladı. Sıkmabaşı, bayraktan, bağımsızlıktan, özgürlükten, ulusal egemenlikten, Türkiye’den önemli sayan sömürücüler ulusal onuru savunamayacak düşüklükleriyle kendi niteliklerini açıklıyorlar.
Cumhurbaşkanı istediği gibi davranamaz. O’nun tercihleri her zaman ve her konuda geçerli olamaz. Kendi özel ilişkileri için devletin saygınlığına gölge düşüremez, ulusal ilkeleri savsaklayamaz, devlet geleneklerini gözardı edemez. Çankaya köşkü özel konutu-evi değildir. Çiftliği hiç değildir. Görevine uygun kullanım için ayrılmıştır. Eşini sıkmabaşıyla resepsiyonlarda görüşmelerde yanına alması, yabancı kralların ayağına gitmesi ve Devlet Şeref Madalyası verilmesi vatana ihanet suçunun tartışılmasını gündeme getirecek davranışlardır. Suudi kralı Abdullah bin Abdülaziz el Suud’a ayrıcalıklı davranılıp devlet uygulamaları dışına çıkıldığı yadsınmaz bir gerçektir. Tören ve resepsiyon giysilerine ilişkin gelenek de yıkıldı. Yalnız sıkmabaşla yetinilmedi. Bu gidişle Yunanistan, Ermenistan cumhurbaşkanları dikkat çeker ama belki öbür arap ülkeleri liderlerine, Bush’a da madalya verilir. Kimbilir, son saldırılar olmasaydı Talabani ve Barzani de düşünülürdü. Yazık. İyi çırak ustasından belli olur. Kaddafi’nin çadırında azar işiten kimin ustasıdır? Hikmetyar’ın dizinin dibine çömelip fotoğraf çektiren kimdir? Alışkanlıklardan ve koşullanmışlıktan kurtulmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Kendi kişisel tercihleri sıkmabaşa saygı bekleyenler, Bayrağa, devlete, ulusal ilkelere saygı göstermezler. Beni anlamayanlar, olayların ayırdında olmayıp eleştirenler şimdi özür diliyor, pişmanlıklarını açıklayan yazılar döktürüyorlar. Tehlike artarak sürüyor. Kimi belediyeler cadde, sokak, park adlarını değiştirmiyor mu? Dinci açılım için Millî Eğitim Bakanlığı boş duruyor mu? Diyanet Bütçesi nasıl? Sıkmabaş için Anayasa doğru mu?
Başka neler
Görüyorsunuz ya sayın okuyucular, nelerle sayfalar doluyor, zaman ve emek yitiriliyor. Buruklukla kutlanan cumhuriyetin 84. yılını Atatürk’ün sonsuza göçüşünün 69. yılı etkinlikleri izledi. Çelişkilere, aykırılıklara, sakıncalara değinildi, yapılması gerekenler anlatıldı. Yeterli mi? Asla değil. Törenlere, toplantılara katılan, konuşmalar yapıp iletiler yayımlayanlardan kaçı içtenlikli? Kaçına inanılıyor?
Sekiz askerin yurda dönüşü, yasal işlemler zamansız eleştiri ve açıklamaları getirdi. Yasalara saygı unutuldu.
Türkiye’yi istihbaratla avutup aldığı zamanla PKK’yı kaçırdığı, sakladığı ve koruduğu kuşkularına neden olan ABD ikilemlerini sürdürüyor. Van Başkale’de ikisi korucu, yedi yurttaşı PKK kaçırdı. Gabar’da dört şehit daha verildi. İki askerimiz yıldırım düşmesi sonucu şehit oldu. Trafik kazalarında şehit olanlar da var. Acılarımız artıyor. Her türlü hazırlığını yapıp önlemini alan PKK ve yandaşlarına karşı hâlâ operasyon düşünülüyor, kimi uçuşlarla avunuluyor.
Mardin-Nusaybin’de, Diyarbakır’da (Hak-Par, Kader) mitinglerde Apo’nun posteriyle yürüyüşler yapılıyor, PKK’yı ve Apo’yu övücü sloganlar atılıyor. Bunlar isyan kalkışması değil midir? Kanımca ayaklanma denemeleridir. İçerdekilerin giriştikleri mayın döşeme ve öbür saldırılar içsavaş belirtileridir. Gerçekler inkâr edilmekle yok olmazlar. Tersine daha ağır biçimde kendilerini duyururlar. Dağdan inip Meclis’e girenler, dağdakilerin en yakınları içimizdedir. Gerekli ve yeterli önlemlerin alınması için onlarca yaralı ve ölü mü bekleniyor?
Barış en güzel iklimdir. Ama tek yanlı olmaz. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Irak’la ilgili önerileri iyi düşünülmemiş, dünya ve yurt gerçekleriyle birlikte değerlendirilmemiş kişisel görüşlerdir. Kimlerin desteklediği, kimlerin karşı çıktığı izlenirse gecikmiş çıkışın içeriği ve amacı daha iyi saptanır. Sosyalistler toplantısında Baykal kürt liderlerle birlikte değil mi?
Ankara Forumu için Türkiye’ye gelip TBMM’nde konuşma yapan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın buluşmaları, anlaşmaya çalışmaları, çatışmaları durdurma çabaları ve Türkiye’nin arabuluculuğu olumlu gelişmelerdir. Ancak, Hamas varlığını sürdürüp amacından vazgeçmedikçe, İsrail BOP’daki yerini korudukça barış güçtür. Bölge barışı, dünya barışının temelidir.
Milliyet Gazetesinde Fikret Bilâ’nın önceki komutanlarla konuşmalarını değerlendiren çoğu karşıt yazarı mutlu kılan pişmanlıklar haklı ve haksız yanlarıyla kişilere bağlı görüşler olarak kalacaktır.
Camide Lozan ve lâiklik karşıtı konuşmalara değinen Ege Cansen’in yazıları yaklaşan tehlikeyi doğruluyor. Cumhuriyet süresince lâikliği ve Atatürk’ü tanıtamamanın anlatamamanın sorumlusu hepimiz değil miyiz? Öğrencilere terörü kınama yürüyüşlerine katılmamaları için baskı yapıldığı söyleniyor.

..