TOPLUMSAL MUTABAKAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TOPLUMSAL MUTABAKAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2020 Perşembe

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor


ÖN BİLGİ..,

    2 Mart 1988 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekilliği, 8 Mayıs 1991 ve ardından 25 Mayıs 1995’te ikinci defa Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaparak, 1 Ocak 1998 tarihinde emekli olan Sayın Yekta Güngör Özden ile Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış-sunuş sürecini ve referandum sonucuna dair öngörülerini konuştuk. Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığının çok belirgin  olduğuna dikkat çeken Özden, “Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur” dedi. 


    Açıklamasının devamında ‘Güçler ayrılığı’ ilkesinin göz ardı edilmekle kalınmamış olduğunu vurgulayan Özden, ‘güçler birliği’ ile tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünüldüğünü ifade etti.

Anayasa Mahkemesinin, kararı konusunda ise “Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür” diye konuştu. Referandum içeriğinde
yer alan değişikliğin tümünün birden oylanmasının ise büyük bir hata olduğunu kaydetti. Referandum kampanyalarında iktidarın hırs ve imkânlarının üstünlüğü nü vurgulayan Özden, ülke rejiminin devamı için siyasi partilerin ve demokratik  tüm kurumların el birliğiyle halkın bilinçlendirilmesi yönünde başarılı çalışmalar yapması gerektiğini belirtti ve oyların, ‘namus’ bilinerek, bilinçle kullanılması gerektiğini söyledi.

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor


  Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış, sunuş ve referanduma gidiş şekli anayasaya uygun mudur? “Sivil anayasa yapacağız” diyen iktidar demokratik yollardan geçerek mi bu hazırlığı yapmıştır?

   Anayasa, ülkenin ulusal yaşamının düzenlenmesinde ve devletin örgütlenmesinde en etkin yeri olan hukuksal metindir. 

Bu nedenle ulusal yaşam andıdır. Böyle bir belgenin hazırlanmasından yürürlüğe konulmasına kadar tüm aşama ve evrelerde, toplumsal katkıya ağırlık ve öncelik verilmelidir. Yalnız iktidarın ya da siyasal partilerin istencine bırakılırsa benimsenip içselleştirilmesi, etkinlik ve saygınlığı yeterli olmaz. Değişikliklerden, yeniden-al baştan yapımına değin, tartışmalarla gölgelenir. AKP iktidarı, kendi eğilim ve bağımlılığına uygun bir düzen peşindedir. Bu zayıflığı, Anayasa Mahkemesi kararıyla; ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’tan aldığı ceza ile
vurgulanmıştır. ‘Ilımlı İslam’ devleti yapısına ulaşmak için göz ardı ettiği ilkeler bir yana, yurdun kurtuluşu ve cumhuriyetin kuruluşu konusundaki ilkelerle, değerleri de yıkmak ve yıkılmasına seyirci kalmak gibi bir tutum içinde olmuştur.


Önündeki engelleri kaldırmak için de Anayasa değişikliğini kaçınılmaz
görünce kendi kafasına uygun kimi hukukçulara bir ön metin hazırlatmış,
tepkiler alınca sumen altı etmiştir. 
   Sonra başka konulardaki olumsuzluklar da eklenince kendilerini  korumak ve kurtarmak amacıyla güvenceye almak için yargıyı ele geçirmek üzere yanıltıcı ve aldatıcı başka kurallarla süsleyerek,  gündeme getirmiştir. 
    Yine kendine yakın kuruluşlarla görüşüp desteklerini alarak, Yasama organına sunmuştur.

    Oysa toplumun her kesiminin, özellikle üniversitelerin, baroların, meslek odalarının, uzmanların görüşlerini de aldıktan sonra kendisi için değil; ulus için, devlet için yaraşır bir Anayasa taslağı oluşturmalı idi. Bundan kaçınmıştır.

    Yaklaşan genel seçim nedeniyle telaşa düşmüştür. İsviçre’de, 1974’te başlatılan değişiklik, 2001 yılında yürürlüğe konmuştur. Bizdeki alelacele Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır.


Ayrıca TBMM görüşmelerinde İç Tüzük’e uygun davranılmadığı, 111 milletvekili nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda açık seçik ortaya konulmuştur.
Sonucu, sağlama bağlamak isteyen iktidar, ‘Anayasa değişikliklerinin Halk oyuna Sunulması Hakkında’ 23.5.1987 günlü-3376 no’lu Yasa’nın 2. Maddesindeki
120 günlük süreyi 45 güne indirmek için Meclis’e değişiklik tasarısı getirmiş ancak 60 gün ile yasalaşmıştır.


Bu da Yüksek Seçim Kurulu’nun Anayasa’nın 67/son fıkrası gereğince değişiklikten bir yıl sonra uygulanması kararıyla başarıya ulaşamamıştır.

Sivil Anayasa’, ‘Reform’, ‘Demokrasinin açılımı’ sözlerinin gerçeği yansıtmadığı, asıl amacın;

  ‘Yandaş Yargı’ oluşturmak olduğu ilgililerinin konuşmalarından, yandaş
medyanın sürdürdüğü izleneceklerden, düzenlenen etkinlik ve tartışmalardan
bellidir. Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığı çok belirgindir.

  Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur.
Güçler-erkler ayrılığı göz ardı edilmekle kalınmamış, ‘güçler birliği’ ile ‘tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünülmüştür.
Yargı bağımsızlığı ile gerçekte halkın, hak arama özgürlüğünün ve adaletli yargılanma hakkının dayanağı olan ‘yargıç güvencesi’ çiğnenmiştir. Olanlar da olacakların habercisidir…



    Anayasa Mahkemesi kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür Anayasa Mahkemesinin referandum hakkında aldığı karar konusundaki görüşleri niz nedir?

Anayasa Mahkemesi’nin halkoylaması konusunda aldığı kararın, olumlu ve olumsuz yönleri vardır.

   Kuşkusuz, Anayasa’nın 148. maddesi gereğince iş olsun türünden Anayasa
değişiklikleri için getirilen sınırlı denetim, biçim denetimidir. Mahkeme,
asla öz (esas) yönünden denetim yapmamış, denetimini biçim yönünde
yapmıştır. Tersine nitelemeler ve savlar, iktidarcılarla iktidarın gerçek dışı sözleridir. 

İşlerine gelmeyen karara karşı, ağızlarına geleni söyleme alışkanlığındandır. 

  Bu da yetmiyormuş gibi üyeleri, medyaya sızdırılıp yanlış yorumlanan ve amaçlı değerlendirilen konuşmalar ve gözdağı niteliğindeki tutumlarla baskı altına almışlardır. Mahkeme, Anayasadaki basit üç koşuldan önce ‘Değiştirilmesi
öngörülemez kurallara yönelik değişiklik önerileri biçim Söz konusu olduğundan’ incelemesini bu yönde yaparak sonuca varmıştır. Elbet denetlenen, metindir. 

   Elbet iptal, kimi düzenleme bölümlerini geçersiz kılacaktır. Bu, esasa yönelik inceleme yapmak olmadığı gibi yetki gaspı vs değildir. Mahkemeyi kapatmaktan
söz edip üyelere yaptırım uygulanmasını öneren Meclis Başkanlarının katılınması olanaksız, konumlarına yaraşmayan sözleri AKP’li anlayışının yankılanmasıdır. 
   Hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayan bu tutucu, sömürücü anlayış, karşı karşıya olduğumuz tehlikelerin belirtilerinden kimilerini özetlemektedir.
Mahkeme, biçim yönüne ilişkin incelemenin anlamını ikinci kez belirlemiştir.

(Birincisi, Anayasanın 10. ve 42. Maddelerine yönelik biçim nedeniyle geri çevrilen değişiklikte olmuştu). 

Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulmasından sonra denetlenebileceği savını da çürütmüştür.

Anayasanın 148, 175. maddeleriyle 3376 nolu Yasanın ilgili maddelerine aykırı savın yerinde olmadığı, karara bağlanmıştır. Denetlenen, Resmi Gazete’de yayımlanan yasadır.

   Ancak denetlenen maddelerde iptal edilen tümceler toplam 48 sözcüktür. Bunların kaynağı, temeli olan kuralın, hukuka uygun bulunması yanlış olmuştur. Bu sonuçta baskılardan, atama yöntemlerine, kişilerle ilgili söylentilere kadar geniş bir kuşku alanının etkisi olup olmadığı gerekçeli kararın karşı oylarla
birlikte yayımlanmasıyla anlaşılacaktır.

   Mahkeme, bir olanağı kaçırmış; 
1961 Anayasasının getirdiği açılımın askeri yönetimce daraltılmasını önlemek ve aykırılıkları gidermek fırsatını değerlendirememiştir.
Bu, asla siyasal bir karar değildir. Ancak Cumhur başkanının üye atamasının
yanlışlığını bir kez daha kanıtlamıştır. 
Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür.

‘Darbe Anayasası’ diye anılan anayasamıza göre yapılması planlanan değişiklik paketi ile gerçekten sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşacak mıyız?

Değişiklik Paketinin ‘gerçekten sivil ve demokratik bir Anayasa’ ile ilgisi bulunmamaktadır. Gerçekten demokratik bir Anayasa istense idi yargıyla ilgili kurallar böyle olmazdı.

   Yandaş Yargı, İktidar Yargısı, Sözde Yargı, Göstermelik Yargı savlarına haklılık veren yapıyı öngören değişikliğin öbür kuralları yıllardan beri söylenen, istenen, beklenen kurallardı. Kimileri yazıla, söylene bıkkınlık getirmişti. Kimileri de olağan gelişmeleri içermektedir.

   Ancak kişisel, toplumsal yaşamda kazandıracakları çok az olmaktadır.
1961 Anayasasının getirip 1982 Anayasasının götürdüklerini geri getirmektedir. Maddeler, ayrı ayrı değerlendirilse; yargı değişikliğini sağlamak için konulan süsler, dolgu maddeleri olduğu benimsenir. Üniversite özerkliği, işsizlik, toplu sözleşme, devrim yasaları vb konularda atılım sayılacak hiçbir ilerleme yoktur.

   İktidarın tutumu, demokrasiye yakınlaşmayı değil, demokrasiden uzaklaşmayı göstermektedir. Olanlar ortadadır. 
Gözaltılar, tutuklamalar, özel yetkili mahkemeler, özel yaşamın gizliliğinin çiğnenmesi, iletişim özgürlüğü, rektör ve yargı üyesi atamaları; nasıl gidildiğinin
göstergesidir…

Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır.

Değişikliği öngörülen maddeler hukuksal açıdan ne kadar yeterlidir?

Değişikliği öngörülen kurallar, biraz önce de değindiğim nedenlerle
gereksinimleri karşılayacak durumda olsalar bile değişikliğin tümü yetersizdir.

Yargıyla ilgili kuralların dışındakilerin getireceği bir şey yoktur ama değişikliğinin tümünün özellikle yargıyla ilgili kurallarının götüreceği çok şey vardır. Değişikliğin tümünün birden oylanması da (Meclis’te 367 oyun altında kaldığından, oylamanın nasıl yapılacağını Meclis kararlaştırıyor) bir büyük hatadır. Değişiklik, yürürlüğe girerse yargı bağımsızlığından, yargıç güvencesinden, demokrasiden, insan haklarından, hukuk devletinden, laiklikten söz etmek olanaksız kalacaktır. Artık yargı, iktidar partisi il ve ilçe başkanlarıyla
Adalet Bakanlarının etkisinde, milletvekillerinin pençesinde kıvranacaktır.

    Anayasa, Danışma Meclisi’nden ve halkoyundan geçmiştir. Askerlerin
etkisi ve ağırlığı açık olmakla birlikte ‘Askeri Anayasa’ demek yanlıştır. ‘Sivil Anayasa’ deyişi, tıpkı Cumhurbaşkanını halk seçtirerek olumlu bir şey yapılıyormuş göstermeye benzemektedir. Başbakanın, “Şimdi halk karar verecek, millet söz söyleyecek” diyerek, yığınları okşamasının bir türüdür. Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır. 
Bu bakımdan maddelerin ayrı ayrı değerlendirilmesini gerekli ve yararlı bulmuyorum.

Yargıyla ilgili maddeler dışındakilerin yürürlüğe girmelerinin yararı olmasa da sakıncası yoktur ama yargıyla ilgili maddeler yürürlüğe girerse sakınca, çok büyük olur. Öbür maddelerin anlamı ve değeri azalır.       

   TC Anayasası değişiklik paketinin halka anlatılması ve halkın aydınlatılması
koşulları için zamanlama ve duyurular yeterli midir?

Değişiklik paketinin halka anlatılmasının süresi ve koşulları yeterli değildir. Seçim yasalarının kuralları uygulanacağından ‘yasak’lar, kimi yerlerde yönetimin baskıya dönüşen el atmalarıyla zamansız ve yersiz uygulanmaktadır. Halkımızın siyasal, toplumsal, kültürel düzeyi bellidir. Hukukçuların kimilerinin bile güç anladığı kuralları, halkımızın anlayarak değerlendirmesi beklenmemelidir. 
Spor takımları tutar gibi parti tutma biçiminde oylama bilinmektedir. 

Buna karşın, son siyasi gelişmelerin umut rüzgârı estirmesi olumlu bir yöneliş sayılmaktadır.
Halka anlatma yolunda medyaya, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. İktidar ağırlıklı medya yanında, 3376 no’lu Yasa’nın Cumhurbaşkanı’na bile yer vermesi, ‘silahların eşitliği’ ilkesine
uyulmadığının göstergesidir. Bunlar gözetilerek çalışılmalıdır.

   Ülke rejimi bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir Bir takım partilerce bunun bir siyasi oylama gibi algılatılması yönündeki çalışmaların ülke rejimi açısından yanlış boyutu nedir?

Kimi partilerin davranışı, ülkenin geleceği yönünden sakıncalar taşımaktadır.
Eğilim, anlayış birlikteliği ve benzerleriyle iktidarı destekleyenlerin hukuk devleti- gerçek demokrasiyle hiçbir bağları olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Yeni bir Anayasa yapmak yolunda girişimde bulunmak yerine, yamalarla 16. Anayasa
değişikliğine destek vermek; iktidarın koluna takılıp yürümekten başka bir şey değildir. Oylamanın, “AKP’ye Hayır” biçiminde algılanıp uygulanacağı kanısı yaygındır.

Bunu, seçime bırakıp Anayasa’yı ulusal yaşamımız ve hukuksal içeriğiyle
değerlendirerek oy kullanmak gerekir. Halkımızın sağduyusunun egemen olması dileğindeyim.

Seçimlerde halka nasıl yaklaştığı, valiler eliyle neler yaptığı bilinen iktidarın, kendisi için yaşam koşulu sayarak neler yapacağı kestirilemez.
Çok dikkatli olmak zorunluluğu paylaşılmaktadır. İktidar, her ne kadar tersini söylese de halkoyunun ‘Hayır’la sonuçlanması, çekilmesini hızlandırır. Ülke rejimi, bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir. Siyasal partilerin, iyi düşünüp iyi çalışmaları yalnız görevleri değil, varlıkları nedeniyle de borçlarıdır.
Şimdiden korsan afişler kullanılmaya başlanmıştır!

Oy’lar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır Evet/Hayır sonuçlarına göre
özellikle hukuk, yargı, kuvvetler ayrılığı ve rejim kapsamında Türkiye, ne gibi konulara hazırlıklı olmalıdır? Anayasa değişikliği halkoyundan olumlu (‘Evet’ oylarının fazlalığıyla) çıkarsa, erkler ayrılığından söz edilemez.

   Yargı, siyasal iktidarın eline geçer. Günümüzde yüksek yargı organlarına
nasıl atama yapıldığı belli iken gelecekte hiçbir sınır ve ölçü tanımadan,
siyasal yanlılıkla bu işlemler yürütülecek, halkın adalet beklentisi, siyasal dayanaklara bağlı olacaktır. Laiklik ilkesine ödünlerle yaklaşanların arttığı bir ortamda bu ilke sulandırılacak, hukuk devleti ilkesiyle birlikte zayıflama, cumhuriyetin temel niteliklerini geçersiz kılacaktır. 

Bunun sonu karanlıktır. 

Tek adamlığa yöneliş de hızlanacaktır. Dikta belirtilerinin birbirine eklendiği  günümüzün yarını, Ortadoğu ülkelerinin çektiği sıkıntıların kaynadığı kazan değil, ‘kazanı kaynatan ocak’ olabilecektir. 
Demokrasi amaçlanarak kurulan cumhuriyetin temeli olan ‘erkler ayrılığı’ ilkesinin kaldırılması amacıyla rejim güvencesiz kalacak; kargaşa, ‘Ilımlı İslam’ devletiyle bile giderilemeyecektir.

Cumhuriyetin kalelerini bir bir ele geçiren iktidar, bu değişiklikten sonra başka işlemler, başka değişiklikler gerçekleştirecek, af yasası ile kendini sağlam bir zırha alacaktır. Dokunulmazlıklara dokunmayarak sergilediği söze bağlılık,
davranışıyla içtiği andan bağlılık aykırılıkları herkesi düşündürmeli, oylar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır. Bu yolun geri dönüşü olsa bile çok güçtür; zaman yitirilerek, yaşam değerlendirilemez.

   Özetleyerek anlatmaya çalıştığım nedenlerle 12 Eylül 2010’da yapılacak
halk oylaması, hepimiz için (kişisel ve kuruluşlar olarak) bir ders, bir sınav niteliğindedir. Siyasal iktidarı anayasa, hukuk, adalet ve ahlak sınırında
tutmakla görevli yetkili Anayasa yargısından, siyaset yaptığını sananlar
hiç hoşlanmaz. Her yaptıklarının geçerli sayılmasını isterler.

Anayasanın 148. maddesindeki yasaların son oylama çoğunluğu, Anayasa
değişikliklerinin önerme, kabul çoğunluğu ve iki kez görüşme zorunluluğuyla
sınırlı biçim incelemesinin dar anlamdaki basitliği, bir denetim değildir. Denetim sayılması istenen bir geçişme dir. Bununla Anayasa Mahkemesinin elini kolunu bağlayarak, kendilerinin denetimsiz ve sınırsız yetkilerine ölçü koyulmasına
karşı çıkmak, demokrasiyle bağdaşan bir anlayış olamaz.

Kanun hükmünde kararnamelere ilişkin görüşme yöntemine de uyulmamaktadır.
Yönetimin her tür eylem ve işleminin bağımsız yargının denetimine açık tutulması zorunluluğuna işlerlik kazandırmak için atılan adımlar olumlu olmakla birlikte yeterli değildir.

1961 Anayasası döneminde Yüksek Hâkimler Kurulunun kararları, yargı denetimi ne bağlı idi. Şimdi bu yolun açılması iyi ama Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulunun başında Adalet Bakanı, içinde Bakanlık müsteşarı olduktan, üyelerinin seçilmesinde yönetimin (Cumhurbaşkanı, Anayasanın 8. Maddesine göre
Yürütmenin içindedir) ağırlığı bulunduktan sonra yargının bağımsızlığı
savunulamaz.

Anayasa hukukçularının eleştirileri kimi gazete ve dergilerde yayımlanmaktadır.
İktidar yandaşları dışında halk oylamasına olumlu bakanlar, ‘yok’ denecek kadar azdır.

  Bilimin, aklın, deneyimlerin ve olayların ışığında yargının bağımsızlığını tümüyle ortadan kaldıran bir Anayasa değişikliğinin benimsenmesi, olanaksızdır.

Her kesimin ağzına bir parmak bal sürülerek oylarını kazanmak yolu izlenmekte dir ama hukuk devleti olmadıktan sonra bu bal, zehirden farksız olur. 

Zamanla, tadı kaçar. İnanç sömürüsüyle demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri sömürüsü birlikte yürütülmekte, adalet, hukuk ve yargı anlayışındaki bozukluklar
da uygulamalarla sürdürülmektedir.

   Üniversitelerin genelde suskunluğu, kimi hukukçuların yandaşlığı, kimi medya tetikçilerinin saldırısı da üzüntüyü arttırmaktadır.

   Yargısı bağımlı, yanlı, önyargılı hukuk devleti olamaz. Hukuk devleti olmayınca da demokrasi olamaz.
Demokrasi olmayan yerde de insan hak ve özgürlükleri olmaz.

İktidar olur, muhalefet olmaz. 
Muhalefet olmayınca denetim olmaz; dikta olur…

Peki, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın kararları duyurması yöntemi uygun mu?

   Yanlış anlaşılan durumu açıklamak için bu soruyu da ben kendi kendime sorarak, derginizin okurlarına ve yurttaşlarıma bilgi vermek istedim:
Anayasanın 153. Maddesinin 1. Fıkrasının ikinci tümcesinde;

   “İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanmaz” denilmektedir. 

1961 Anayasasının ilk biçiminde kararların verildiği gün yürürlüğü
benimsenmiş ti. 1971 değişikliğinde, gerekçeli yayımla yürürlüğe gireceği öngörüldü. 1982 Anayasası, Resmi Gazete’de yayım koşulunu yineledi
(Mad.153/Son). Şimdiki durumda iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan açıklanmaması ‘ret kararı’nın açıklanmasında uygulanmıyor. 

   Açıklanmayınca, iptal kararı verildiği sanılıyor ama karar, ret de olabiliyor. İptal ile ret karışınca, sakıncalar doğabiliyor. Bu nedenle 1983 yılından beri
kararlar açıklanmıyor; sonuç bildiriliyor. Açıklama; kararın gerekçesi,
karşı oylarıyla birlikte olur. Oysa sonuç bildirilerek kamuoyu aydınlatılıyor,
Yasama organıyla Yürütme organına işlemler konusunda ışık tutuluyor, ilgililer de karışık ve yanlış anlamalardan kurtuluyor. Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden iptal edilen kararla yapılması olanağı bulunan kimi işlemler, karar yayımlanıncaya kadar yapılmaktan uzak kalınabiliyor. Hukuk devletinde kararı açıklamanın yararı var, zararı yok ama ‘açıklama’nın koşulları
ayrı… Anayasa’ya iktidarın kendi dediklerinin yanlış da olsa egemen kılınması için koydukları bu kurala da aykırılık olmaması için yapılan duyuru, açıklama değil; sonuç bildirmelidir. Bunun yöntemini de Başkan belirlemektedir. Benim zamanım da bu görevi, Başkan vekiline vermiştim. Şimdiki Başkan, kendisi basın ilgilileri önünde açıklamakta, kişisel görüşlerini de yansıtmaktadır. Bu katılınsın, katılın masın; onun, bileceği iştir...

Anayasa Mahkemesi kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm hiç kurmamıştır

Bir de “Anayasa Mahkemesinin, kendini yasa koyucu yerine koyarak yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm kuramayacağına” ilişkin Anayasanın 153. maddesinin 2. Fıkrası var: Bu gereksiz ve anlamsız kural, üyelere; “Milletvekilliği yapmayın; Mahkeme olarak kendinizi, Meclis yerine koymayın!” demektedir. 

Buna gerek var mı?

Üyeler, Yetki ve görevlerini bilmezler mi? 

Doğal olarak kimi kararlar, düzenlemeden başka bir duruma neden olabilir. İstenenle, karar bağdaşmazsa durum değişir. 2. Fıkra siyasetçilerin,
amaçlı ve yanlış anlamalarıyla Mahkemenin suçlanmasına neden olmaktadır.

Mahkeme, hiç bir zaman kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm kurmamıştır. Yapması gereken işi yapmıştır. 
Sonucun Meclis düzenlemeleriyle ters düşmesi, yasa koyucu yerine geçmek, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde kural koymak sayılması doğru değildir.

Anayasa değişikliklerimiz diğer ülkelere oranla çok sık yapılmakta Anayasanın 81. ve 103. maddelerindeki andı içenlerin antlarına aykırı tutum ve davranışlar içinde olması da ülkemizde Anayasa’ya bağlılığın, hukuka saygının, yargıya güvenin yeterli olmadığının kanıtıdır.

Sorunun Asıl yönü budur.

  Türkiye mizdeki ölçüde sık sık ve çok Anayasa değişikliğinin başka ülkelerde yapıldığına rastlanmamaktadır.

Gereken özenin gösterildiği kanısında olmadığımı üzülerek belirtiyorum.


***

29 Ağustos 2018 Çarşamba

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 5


“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 5


Niçin “Sıfırdan” Anayasa? 

İncelediğinde görüleceği gibi 1982 Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi dâhil her meclis ve her iktidar döneminde çok sayıda değişiklikler olmuştur. Özellikle AB taleplerinin 
büyük kısmı aynen benimsenmiş ve gereği yapılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004 Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiği ileri sürülerek “müzakere” tarihi verilmiştir. 


Düne kadar anayasada yapılan bütün bu değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar, nedense bugün aşağılayıcı bir üslupla itiraz etmektedir. 

Diyorlar ki; 136 değişikliğe rağmen bu bir darbe anayasasıdır. 

Milli iradenin, yani sivillerin yaptığı bu değişiklikler için de; “Anayasa yamalı bohçaya döndü. Sistematiği bozuldu. Bütünlüğü kalmadı”; daha da önemlisi “anayasanın ruhu kaldı” diyebiliyorlar. Bu amaçla “demokratikleşme”, “özgürleşme” ve “insan haklarına dayalı” yeni bir anayasaya gerek olduğunu söylüyorlar. 

Burada bir parantez açalım ve bir tespitte bulunalım. Çok partili demokrasilerde rejimin temel kurumu olan partilerin iç bünyelerinde, demokrasi kurum ve kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede demokratikleşmeden ve özgürleşmeden bahsetmek mümkün değildir. Bugün maalesef partilerimiz tek adam zihniyetiyle, demokrasiyle asla bağdaşmayacak şekilde yönetiliyor. Bu zihniyet kaldıkça anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey olmayacaktır. 

Nitekim mevcut anayasa ve siyasi partiler kanunu, partilerin demokratik esaslara göre yönetilmesini istediği halde, buna itibar edilmemektedir. Rejimin ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle olunca, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yaradığını söylemeliyiz. 


Parantezi kapatıp şu “yamalı bohça, sistematik ve “bütünlük” meselesine dönelim. Fütursuzca deniliyor ki; 1987’den beri milli irade, (üstelik son dönem hariç, değişiklikler uzlaşmayla olmuştur) hep yanlış yapmıştır. İyi de neden? 

Acaba meclislerin kabiliyeti mi yetmemiştir? Eğer böyleyse şimdiki meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Üstün vasıflara sahip olduğuna nasıl inanacağız? Bunun için elde bir delil var mı? Üstelik de devletin temellerinin değiştirmeye kalkışıldığı halde. 

Bütün bunlardan anlaşılan; “sıfırdan” anayasa istenmesinin şifresi bu karalamada gizlidir. Anayasanın “ruhu” denilenin de, “Türk” kimliği olduğu ve buna itiraz edildiği açıktır. 

Başka bir ifadeyle devletin Türk Milletine ait olduğunu belirleyen ibarelerin anayasadan çıkarılması suretiyle, kimliksiz, sahipsiz bir devlet yapısı öngörülmektedir. 

Anayasanın “ Ruhu ” ile ilgili maddeler şunlardır: 

. “Başlangıç” bölümündeki; “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu… Türk Milleti tarafından demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” 

. 66. Maddedeki; “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesTürk’tür.” 

. 4. Maddedeki, “Anayasanın 1. Maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. Maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. Maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” 

. 6. Maddedeki, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir.” 

. 42. Maddedeki; “Türkçeden başka hiçbir dil, Eğitim ve Öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” 
Emirleri Asla değiştirilmemelidir. 

Türk Milletine rağmen Türk kimliğinin değiştirilme gerekçesi nedir? İnkarcılara göre; “Türk” milletin değil bir etnisitenin adıymış. Bunun için Türk sözü etnik bir çağrışım yaptığından diğer etnik gruplar inkâr ediliyor, ayrımcılık oluyor, gerilim, iç çatışma ve terör bundan çıkıyormuş. Bunun yerine Türkiye vatandaşlığı 
getirilirse, her grup eşit siyasi konuma gelirmiş, barış olurmuş. Hayret, Osmanlıyı yıkan görüşlere ne kadar da benziyor. 

Görüldüğü gibi meşruiyetin ve gücün kaynağı olan “Türk Milleti” yerine, coğrafyanın adı olan “Türkiye vatandaşlığı” getirilmek isteniyor. Böylece, Fransız Devleti, Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan Devleti, Yunan Devleti denebilecek, ama Türk Devleti denemeyecek. Tam da PKK’nın istediği gibi. 

Yapılmak istenenler bakımdan 66. Madde 1982 Anayasasının kilidi gibidir. Kırıldığında bütün kapılar açılacaktır. 

Anayasanın bu emirlerine niçin itiraz edilmektedir? Müesses nizam ve seçimlerde Türk Milleti size böyle bir yetki ve görev mi verdi? 
Bu Milletin bin yıllık egemenliğini sona erdirmek gibi bir isteği olabilir mi? 

Devletinden canı pahasına da olsa vazgeçmeyeceği bilinen Türk Milletinin laf cambazlığıyla aldatılması, milli iradeye meydan okumak anlamına gelmiyor mu? 

Anayasanın “ruhunu” değiştirme ihtiyacının bir başka izahı da şöyle yapılmaktadır: 

Özetleyelim; Osmanlı herkesin devletiydi. Ama Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Devletini sadece Türklerin devleti olarak kurdu. Böylece diğer etnik grupları dışlayıp inkar etti. Türkiye’nin temel meselesi budur. Meselenin çözümü; Türk(!) etnisitesi ile diğer etnisiteler, demokratikleşme ve özgürleşme yoluyla 
eşitlenip, egemenliğe ortak yapılmasıyla mümkündür. 

Bunun için anayasa, ya hiçbir etnisitenin adının geçmediği veya her etnisitenin kendini eşit bir şekilde temsil edeceği yapıda olmalı. Böylece kardeşlik ve birlik tesis edilip, sorun olan milli/ulusal devletten kurtulmuş olacağız. 

Bu açıklama üzerinde biraz duralım. Çünkü meselenin özü buradadır. Önce kavramların çarpıtıldığına işaret edelim. Sonra bu icat edilen yeni kavramlar üzerine, dünyada benzeri olmayan, akıl dışı bir rejimin inşasına çalışıldığını söyleyelim. 

Çarptırılan kavramlar: “Osmanlı herkesin devletiydi” ifadesi, bireyler açısından doğrudur. Ancak söz konusu “egemenlik” olunca, yanlıştır. Zira egemen olan millettir. Birey değil. Birey hür olur. Bu durumda doğru cümle; “Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Egemenlik ise, her ikisinde de Türk Milletinin dir” şeklinde olmalıydı. 

Bu Birinci Düzeltme. 

İkincisi ise; “Demokrasi”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar, dünya hukukunda ve kültüründe olduğu gibi bizde de, bireyler/vatandaşlar için geçerlidir. Etnik, ırk, din, felsefe, cinsiyet, bölge, sosyal sınıf veya diğer toplum grupları için kullanılmaz. Çünkü etnisitelerin küme olarak “eşitliği, özgürlüğü ve 
demokratlığı” olmaz. Bireylerin olur. 

Toparlarsak; Büyük Atatürk ve arkadaşlarının, Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyetini, Türk Milletinin devleti olarak kurması, son derece isabetli ve gerçekçi olmuştur. Çağın gereği de budur. Dışlandı denilen boy, soy, aşiret gibi gruplar, Türk Milletinin birer parçası ve unsurudurlar. Bu açıdan eşit bireyler, her türlü farklılığı giderdiği gibi, millet bütünlüğü içinde, egemenliğin de zaten sahibidirler. 

Parti İktidarları veya TBMM “Sıfırdan” Anayasa Yapabilir Mi? 

TBMM veya Parti iktidarları, Anayasanın, Değiştirilemez dediği, tarihten gelen kurucu iradeye, devletin kimliği ve niteliklerini belirleyen ilkelere dokunmamak kaydıyla, gerekli her değişikliği yapabilirler. Ama “Sıfırdan” yeni bir anayasa yapmaya yetkileri yoktur. 

Bu konuda değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin Yetkin, soruna açıklık getiriyor. Aynen şöyle diyor: 

“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye kadar, eskisi yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler yürürlükteki anayasaya uygun olmalıdır. Bu açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak, her şeyden önce, 11/1. Madde hükmünün şöyle olduğunu görürüz 

“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.” 

6. Maddenin 2. fıkrasında ise denilmektedir ki, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” 

“Anayasa Yapmak” hiç kuşkusuz, bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır. 

Şu halde, yeni bir anayasa yapmak, ancak yürürlükteki anayasa olanak tanırsa düşünülebilir. 

O nedenle, ilk olarak TBMM’NİN GÖREV VE YETKİLERİ başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere baktığımızda Meclis’in tüm yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz. 
İDARE ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle bir yetki söz konusu değildir. 

TBMM’nin görev ve yetkileri başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere baktığımızda böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz.” 

“1982 Anayasa sı’nın 175. Maddesi Anayasa maddelerinin nasıl değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir deyişle, Anayasa’da yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’ nın belirlediği biçimde yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle yapılmıştır. Ancak, burada söz konusu olan 
“maddelerde değişiklik”tir.” Sıfırdan yeni bir anayasa değildir. 

1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 madde hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel ilkelere dayandığına, bu ilkelerde “…Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla değiştirilemez.” 

Bu hukuki açıklamalardan sonra tekrarlayacak olursak; anayasanın ruhu değiştirilemez. Türk Devleti’nin asırlar ötesinden gelen, bedelini ödeyerek yaşattığı kimliğini, hiçbir güç yok sayamaz. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe saygılı olmuştur. 

BOP’un ve Bölücü Terör Örgütü PKK’nın  “ Sıfırdan ” Anayasa İhtiyacı 

Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP), bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını, batının ihtiyacına göre yeniden belirlemeyi amaçlıyor. 

Sınırların yeniden belirlenmesi işi; ülkelerin durumuna göre değişik yollardan, değişik araçlarla yapılıyor. Irak’ta askeri güç kullanarak; Libya, Tunus, Mısır gibi ülkelerde iç isyan ve çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi, özgürlük, eşitlik” gibi karıştırıcılar, işbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD stratejik ortaklığı-Model ortaklık” aldatmacasıyla yürüyor. 

Bu çerçevede gelişmelere bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça görülmektedir. İstemekle de kalmamakta, terör dahil her yönden saldırmaktadır. Devletimizin milli (bir millet) ve üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı bozulmadığı sürece de, bölünmesi mümkün değildir. 

Bunun için millet ve devlet yapısı etnikleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede devamı da gelecektir. O da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalar üzerine “Büyük Kürdistan”ın kurulmasıdır. 

Tarih şuuruna sahip olanlar meselenin burada da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı zihniyetinin gereği olarak, Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi ve eritilmesiyle, bu topraklarda “Büyük 

Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi egemenliklerin kurulmasına kadar devam edeceğini bileceklerdir. Bu son safha 50-60 yıl veya daha uzun sürebilir. Ayrı bir konu. 

Bu bir Haçlı Projesidir. İşte Bazı delilleri: 

. “Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi” (BOP)’nin resmi haritasına bakıldığında her şey ayan beyan görülebilir. İsteyenler “Sevr haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı da hatırlayabilirler. Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla aynı olduğu da bilinmelidir. 

. 1998’de toplanan AB Bakanlar Komitesi şu kararı aldı: “Kürt sorunu siyasallaştırılarak, uluslararasına taşınarak ve halkların hukukuna göre çözülecektir.” 13 yıldır yaşananlar, aynen böyle seyrediyor. 

. PKK’nın yan kuruluşu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan17 320 sayfalık kitap 1998’de AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’a elden teslim edilmiştir. 

17 Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması), İnsan Hakları Derneği yayını 

. Bir yıl sonra Aralık 1999’da Türkiye’ye AB adaylık Atatüsü verilmiştir. 2000 yılından itibaren, uyum adına önümüze konan yol haritasındaki siyasi şartların tamamı, inanılır gibi değil, bu kitaptan alınmıştır. 

. Kitapta; Millet bütünlüğüne dayalı olarak inşa edilmiş olan kültürel, hukuki ve siyasi yapının çözülüp, Türkiye’nin “Etnisite esasına göre dönüştürülmesi” için; kanunlardan “Türk” ve “Milli” gibi kavramların çıkarılması, Anayasa maddelerinin ne şekilde değiştirileceği 18, Genel Af 19, 66. Maddeden Türk kimliğinin çıkarılması 20, Anadillerde eğitim, öğretim ve yayın 21 gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK Açılımı” hepsi mevcuttur. 

18 a.g.e 

19 a.g.e 

20 a.g.e 

21 a.g.e 

. Eğer, ABD-AB-PKK üçlüsünün dayattığı “siyasi-demokratik” (iki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli) çözüm kabul edilmezse, kan akmaya devam edecektir. Bu maksatla PKK terör örgütüne Irak’ın kuzeyinde güvenli bir bölge tahsis edilmiş tir. Bu terör yuvalarının dağıtılması için, bölgeye girişimize ABD-AB ikilisi izin vermemektedir. Bölücü terör örgütü ABD’nin himayesinde kan dökmeye devam etmektedir. 

Kısaca, kan dökenler, can alanlar bizden, devletimizi, vatanımızı ve milletimizi bölüşmemizi istiyorlar. Bunun adına “çözüm” diyorlar ve buna uygun bir “yeni” anayasayı dayatıyorlar. 

Bütün bunlar “sıfırdan” anayasanın kaynağında hangi mihrakların ve niyetlerin yattığını göstermeye zannederiz yeterli olacaktır. 

Siyasi İktidar Bu Projenin Neresinde? 

Uzatmadan soralım acaba siyasi iktidar, Türkiye’nin dönüştürülmesi denilen bu projenin neresinde duruyor? Bunun cevabı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. Erdoğan; “Bu ülkede biz Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimseyi rahatsız etmemeli” söylemini her vesileyle tekrarlıyor. 

Eğer bu cümle şöyle kurulsaydı mesele olmayacaktı: “Biz Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla hepimiz Türk Milletiyiz.Türk Devletinin vatandaşı olmak kimseyi rahatsız etmemeli.” 

Ama böyle söylenmiyor. 

Bir ve egemen olan Türk Milletini ayrı ayrı siyasi sosyal parçalar halinde görmek, aslında milli-üniter devlet yapımızın reddi anlamına gelmektedir. 

Bu anlayış yeni değildir. Eskiden beri savunulduğu ve benimsendiği görülmektedir. Konuyla ilgili olarak daha da ayrıntılı bilgi vermek için “2. Cumhuriyet Tartışmaları”22 adıyla 1993’de yayımlanan kitaptaki 
röportajı okumalıyız. Buradaki sorular ve cevaplar aynen şöyle: 

22 "2. Cumhuriyet Tartışmaları (Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler) [Röportajlar] [Hazırlayanlar: Metin Sever, Cem Dizdar], Ağustos 1993 (2. Baskı), 462 S. Başak Yayınları. syf:417-431. 


RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. 

‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. (Buradaki “herkesin” sözünden bireyleri değil, etnik/ırk gruplarının tüzel kişiliğini anlamak lazımdır. SS) 

Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler. 

RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir. 

Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse 

RTE: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa… 

Soru: Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir… 

RTE: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir. 

Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur? 

RTE: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır. 

Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı? 

RTE: Ona orda hudut tayin edemem. 

Soru: O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz 

RTE: Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum. 

Soru: Ama bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyorsunuz. 

RTE: Tasarlayamam çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece Kürtler olmamıştır ki! 

Soru: Ama o coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda.. “Biz kendi kimliğimizle, bayrağımızla, Kazakistan, Özbekistan gibi bir ülke olmak istiyoruz” derlerse, siz bu hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum! 

RTE: Onu Meşru olarak görmüyorum. 

Bu röportajda; “Kürtler, bağımsızlık isterlerse” sorusuna verilen “Coğrafi bütünlük içerisinde evet” ve “coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı? sorusuna verilen “Ona orda hudut tayin edemem” cevabı daha da ileri hesapların olduğunu düşündürmektedir. 

Erdoğan’ın bugün de aynı şekilde düşündüğünü, “açılım” çerçevesinde bazı yasalardan çıkarılmaya başlanan “Türk” adının, “yeni” anayasadan da çıkarılacağını açıkça söylemesinden anlaşılıyor. 

Bölücü terör örgütü PKK’nın başı Apo’nun, “Türkiye vatandaşlığı” ve “coğrafi bütünlük içinde kalarak” çözüm dediği “Demokratik Cumhuriyet Projesi”, (İki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli cumhuriyet) de böyle değil mi? Oslo mutabakatı da bu gerçeği teyit etmiyor mu? 

Bu bilgilerden hareketle, “yeni” anayasanın “Türk etnisitesi(!)”nin de içinde yer aldığı “çok ortaklı etnik devlet” yapısını gerçekleştirecek şekilde hazırlanmak istendiğini söyleyebiliriz. 

Bu amaçla Anayasanın 66. Maddesindeki “Türk Devleti” ve “Türk” ibarelerinin çıkarılarak yerine Türkiye veya Anayasal Vatandaşlık”ın konulmasının önemini tekrar vurgulamalıyız. Yani yok sayılan Türk Milletinin kimliği yerine coğrafyanın kimliği konulunca; Renksiz, Kimliksiz, Sahipsiz bir devlet yapısı ortaya çıkıyor. Basit ifadesiyle tapunun (Egemenliğin) sahibi bir iken, iki veya daha fazla olmasının, yolu açılıyor. ABD’nin zorla kurduğu, iki ortaklı “Irak Federal Cumhuriyeti” gibi. 

Zannederiz ki bu değerlendirmeler, “yeni” anayasa ve ”yeni” Türkiye” denilen mühendislik çalışmasında, siyasi iktidarın konumunu belirlemeye yetecektir. 

İşte biz buna bölünme diyoruz. Ama bu görüşü savunanlar; milli devletten vazgeçilince, çok ortaklı devlet yapısı Türkiye’yi büyütecek, herkesin menfaatine olacak; “Milli Birlik ve Kardeşlik” tesis edilecek, ülkeye “barış ve eşitlik” gelecektir, diyor. 

Burada, devletlerin bir millete göre kurulduğu, milleti meydana getiren sosyal toplulukların üzerine devlet inşa edilemeyeceği gerçeği inkar ediliyor. Geçmişte kanlı bir şekilde dağılan Yugoslavya’dan ve Sovyetler Birliğinden ders alınmıyor. Emperyalistlerin zorla, kanla ve katliamla kurduğu bugünkü Irak’ın başına 
gelenlere ve geleceklere bakılmıyor. 

Sözün burasında yine soralım: Acaba iktidar, BOP ve PKK ile aynı görüşte denebilir mi? Hayır. Bir yol arkadaşlığından bahsedilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla “çok ortaklı etnik federasyona” geçilince, siyasi iktidarın projesi tamamlanıyor, yol bitiyor, devam etmiyor. 

Ama PKK ve BOP’un yolu devam ediyor. PKK’nın yolu “Büyük Kürdistan”, BOP yolu, “Büyük Ermenistan”, “Büyük İsrail” ve “Büyük Yunanistan” kuruluncaya kadar devam ediyor. Unutmayalım ki, bütün bunlar bin yıllık haçlı seferlerinin değişmeyen emelidir. 

“Çok ortaklı etnik bir devlet”, oradan da “Büyük Kürdistan”a geçildi diyelim; Bu durumda haçlı (BOP) yoluna devam edeceğine göre, “Büyük Kürdistan”ın durumu ne olacaktır? Bilemiyoruz. Ama haçlının asıl hedefi, bu topraklarda Türk-İslam medeniyetini yok etmek olduğuna göre, cevabını siz düşünün. 

SONUÇ 

Anayasalar donmuş metinler değildirler. İhtiyaca göre geliştirmeye ve değiştirmeye muhtaçtırlar. Ancak; devletin Türk Milletine ait olduğunu gösteren temel ilkelerin değiştirilmesine; kurucu irade, anayasamız, tarih şuuru ve sorumluluğumuz, kültürümüz ve egemenlik hakkımız izin vermiyor. Hiçbir iktidarın ve meclisin de böyle bir yetkisi olamaz. 

Buna rağmen devletin temelleri değiştirilirse, kanaatimizce bu silahsız darbe olur. 

Çünkü devletin birinci görevi; Türk Milletinin birliğini, vatanın bütünlüğünü ve devletin bağımsızlığını korumak ve yaşatmaktır. Tarihin derinliklerinden gelen egemenliğini yıkmak ve ülkenin bütünlüğünü bölmek değildir. Hiçbir Meclisin ülkenin bir parçasını, mesela Edirne’yi Yunanistan’a veriyorum diyemeyeceği gibi. Böyle bir durum vaki olduğunda, anayasa hukukçularının söylediği gibi “milletin direnme hakkı” doğar. Nitekim 1982 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünün son cümlesinde, bu anayasa “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur” denilmektedir. 

Eğer maksat samimi olarak anayasamızı daha “demokratik”, “özgürlükçü” ve “temel insan haklarına saygılı” hale getirmek ise, bu mümkündür. Bir parçası olduğumuz uluslararası hukuka, milli ihtiyacımıza, müktesebatımıza ve kültürümüze uygun hale getirme hedefinde buluşmak yeterli olacaktır. Bunun için, acele etmeden, en geniş manada uzlaşarak çalışmaya başlanmalıdır. 

Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve bu çerçevede geliştirilip imzalanmış olan uluslararası bütün sözleşme ve anlaşmalar bize yardımcı olabilir. 

Böyle bir düzenin kurulabilmesi için de, önce yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olması, yani hukuk devletinin teşkili şarttır. Ancak Başbakan’ın 12 Eylül 2010 referandumu ile hukuk devletini ortadan kaldıran anayasa değişikliğine dokunulamaz demesi, ön şart koşması demokratik düzeni şimdiden tehdit altına 
sokmuştur. 

Bu durumda; demokrasi ve özgürlükten, hür medya ve haberleşmeden, katılımcılıktan, özellikle partilerin demokratikleşmesinden, toplumda korkusuzca yaşamadan, insan temel hak ve özgürlüklerinden, inanç, ibadet, düşünce ve ifade hürriyetinden, nasıl bahsedilebilir? 

Umulur ve temenni edilir ki, aklın yolu seçilir; devletin ve milletin kimliğiyle uğraşmak gibi, hiçbir iktidarın üzerine vazife olmayan tehlikeli yanlışlardan vazgeçilir ve masum milletimizin gerçek ihtiyaçlarının karşılanması esas alınır. Eğer milli bütünlüğümüzün sağlamlaştırılmasına ihtiyaç varsa, ayrımcılığı, bölücülüğü, ırkçılığı ve siyasi etnikçiliği reddeden, milli-üniter yapımızı 
daha da güçlendirici bir anayasa yapılır. 

Bu anayasa mutlaka “ adalet mülkün temelidir ” ilkesi üzerine inşa edilir. O durumda; DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK, BİREYLERİN EŞİTLİĞİ, KALKINMA, HUZUR, KARDEŞLİK ve İNSAN TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİNİN ancak bu yapı içinde gerçekleşebileceği görülür. 

Böylece ülkemiz, varlığına yönelen saldırılara karşı milli güçlerimizle gerçekten savunulur; kanlı terör belası ve haçlı planları bertaraf edilir, milletimiz birlik içinde refah ve zenginlik yolunu tutar, vatanımıza huzur gelir. Böylece milli devlet, güçlü iktidar yapısıyla ayağa kalkar, çevremize ve insanlığa karşı 
görevlerimizi yapacak konuma gelebiliriz. 

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve 
görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 135 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır. 

www.millidusunce.org 

www.iktidarmuhalefet.com

Öte yandan belirli kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri verilmektedir. 

Önemli gördüğümüz bir diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce kuruluşlarıyla, birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır. Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır. 

Bunların yanında merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak üzere yayınlar da yapmaktadır. 

Yayınlanan Eserler Şunlardır:  

1- Son Haçlı Seferi: PKK Açılımı – Ocak 2010 
2- Etnik – Irkçı – Bölücü PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011 
3- “ Yeni ” Anayasanın Şifreleri – Kasım 2011 

Merkezimizin Bütün Çalışmalarını, Bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen herkes kolaylıkla takip edebilmektedir. 

www.millidusunce.org 
www.iktidarmuhalefet.com

...

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 4


“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 4


Milli Egemenliğimiz ve “Yeni” Anayasa 

Sadi SOMUNCUOĞLU  13 
13 Devlet eski Bakanı ve Milli Düşünce Merkezi Başkanı 

GİRİŞ 

“Yeni” anayasaya gerçekten ihtiyaç var mıdır? Varsa önceliği nedir? “Yeni” anayasadan murat, Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi ise, devletin temellerini sarsmadan, yeni huzursuzluklara, ayrışma ve çatışmalara meydan vermeden, mevcut anayasayı ıslah etmek daha akıllıca olmaz mı? Neden “Yeni” 
anayasanın bütünü için “insan odaklı, insanı mutlu edecek, demokratik ve özgürlükçü” gibi yuvarlak, içi boş, anlamsız sloganlarla yetinilirken, sıra devletin meşruiyet temellerine ve kimliğine gelince, Türk Devletini tasfiye edici, ayrıntılı ifadeler kullanılmaktadır. “Yeni” anayasa denince neden bütün söylemler, Milletimizin birliği, egemenliği ve devletimizin ünitermilli yapısı üzerinde 
odaklanmaktadır? Bu tartışmalarda niçin bölücü terör örgütü muhatap alınmaktadır; gizli-açık görüşmeler ve pazarlıklarda sanki birlikte “yeni” anayasanın ruhu belirlenmeye çalışılmaktadır? Bu durumda “yeni” anayasa, TBMM’nin hür iradesiyle mi, yoksa bölücü terör örgütüyle varılacak mutabakatla mı hazırlanmış olacaktır? 

İşte bu incelemede “Yeni” anayasa meselesi, bu sorular ve benzerleri ekseninde tahlil edilecek; coğrafyayı vatan yapan milletimizin yüksek iradesi, kültür ve medeniyeti, devletlerimizin temelleri ve kimliği ile öne çıkan bazı kavramlar üzerinde durulacaktır. 

Anayasa Ne Demektir? 

Anayasa devletin meşruiyet kaynağını, kimliğini, kuruluş esaslarını, temel amaç ve görevleri ile yönetim biçimini belirleyen; bireylerin hak, özgürlük ve yükümlülüklerini gösteren, kişilerin birbirleriyle, toplumla ve devletle ilişkilerini düzenleyen temel siyasi yasadır. Anayasa üstün hukuk normudur. Demokratik 
hukuk devletinde ana yapı, yasama, yürütme ve yargı organlarından oluşmaktadır. 

Kuruluş esasları ve hukuki yapıları uluslararası hukuka ve genel duruma uyan devletler bu özelliktedirler. 
Kendine has şartlarda ve konjonktüre göre kurumuş istisnai konumdaki devletlerin anayasaları ise, birbirlerine benzemediği gibi, hiçbir ülkeye de örnek teşkil etmez. Anayasa konusuna bu çerçevede bakılması gerekmektedir. 

Türk Anayasaları 

Bugüne kadar, 108 yılda 5 yazılı anayasamız olmuştur. Bunlar; 1876 Kanuni Esasi, 1921 geçici Anayasası, 1924 Anayasası, 1961 Anayasası ve 1982 anayasasıdır. Bu anayasalardan ilk üçünün gerçek ihtiyaçtan; son ikisinin ise darbeler sonucu kurulan yeni rejime göre “sıfırdan” yapıldığı bilinmektedir. 

Ancak konumuz açısından çok önemli olan husus, devletin kimliğinin Sultan II. Abdülhamit Han’ın 1876 Kanuni Esasi’sinden 1982 Anayasasına kadar aynı kalması, adeta kopya eder gibi korunmasıdır. Anayasaların hepsinde de, kurucu irade, kuruluş esasları ve meşruiyet kaynağı denilen, milletin ruhu esas alınmıştır. Böyle olması da çok tabiidir. Çünkü kurucu iradenin sahibi 
değişmemiş, hep Türk Milleti olmuştur. 

Kimlik meselesi günümüz tartışmalarının da eksenini teşkil ettiğinden, ilk anayasamızdan somut deliller vererek, devletin yapısındaki sürekliliğe ve bütünlüğe dikkatleri çekmek isteriz. 

Önce 1876 Kanun-i Esasi’ye bakalım. (1908 değişiklikleri dâhil) 

Madde 1. Osmanlı devleti ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez. 

Madde 2. Osmanlı Devletinin başşehri İstanbul’dur 

Madde 8. Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir, 

Madde 17. Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmaksızın vatana karşı aynı hak ve ödevleri vardır. 

Madde 18. Devlet memuru olabilmek için “Devletin Resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır. 

Madde 57. Mecliste müzakerelerin dili Türkçedir. 

Madde 68. Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz. 

Madde 71. Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. 

Muhtevası belirlenen bu kimlik elbette 1876 Kanuni Esasi ile kazanılmış değildir. Devletin kuruluşundan itibaren; sarayda, orduda, devlet işlerinde, mahkemelerde, şiirde, edebiyatta, kültürde, musikide, mimaride, sanatta, günlük hayatta, her yerde ve her işte, Türk dili ve kültürü esas olmuştur. Ondan önce Selçuklu devleti de, Osmanlı gibi Türk Milletinin devletiydi. 

Yukarıda 8. Maddede bahsi geçen “Osmanlı” sözü hiç şüphe yoktur ki, “Türk” anlamındadır. Aynen Cumhuriyet dönemi anayasalarında çok kullanılan “Türkiye” sözünün, Türk anlamında kullanılması gibi. Nitekim bu anayasalarda, “egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletine aittir” denilmek suretiyle, hiçbir tereddüde yer bırakılmamıştır. O bakımdan, bu günün tartışmalarında “Türkiye” sözünü, “Türk”ten ayrıymış gibi göstermeye kalkışmanın gerçekle ilgisi yoktur. Buna rağmen, günümüzün her türlü istismarına fırsat vermemek için, Türkiye yerine, hep Türk, Türk vatanı ve Türk Milleti kavramlarını kullanmakta yarar vardır. 

Osmanlı Devletinin ömrünü tamamlaması üzerine yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti geçmiştir. 

Bu dönemde bütün dünyada imparatorlukların dağıldığını, egemenliğin artık hanedan eliyle değil, doğrudan doğruya millet eliyle temsil edildiğini, demokratik hukuk devleti dönemine girildiğini hatırlamalıyız. 

Nitekim TBMM, 1922’de aldığı 308 numaralı kararla bu hususa açıklık getirmiştir.  14 

Karar şöyledir: “Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti,… düşmanlarına karşı kıyam etmiş …bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” 

14 Türk Anayasa Metinleri, s.96,Prof. Dr. Suna Kili-Prof. Dr. Şeref Gözübüyük 

Daha önce de 1921 Anayasasında 

1. Maddede, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” 

2. Maddede “İcra kuvveti ve yasama yetkisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır” denildiği görülüyor. 

Benzer hükümler 1924 Teşkilatı Esasi’de 

2. Maddede “Devletin resmi dili Türkçedir” 

3. Maddede ”Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” 

4. Maddede “Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder” 

1945 değişikliği ile “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir… 
Vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.” şeklindedir. 

1961 Anayasasında 

2. Maddede, “milli devlet” 

3. Maddede “resmi dili Türkçedir” 

4. Maddede “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir” 

1982 Anayasasında 

3. Maddede “Devletin dili Türkçedir” 

6. Maddede “ Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir” şeklinde belirlenmiştir. 

Bu örneklerde görüldüğü gibi devletin sahibi ve kimliği hiç değişmemiş, “Türk” ve “Türk Milleti” olarak kalmıştır. Esasen egemenlik millete ait bir kavram olduğundan, devletin sahibi, bünyesindeki etnik grupları da temsil eden millettir. Zaten başka türlüsü mümkün de değildir. 

Anayasalar ve Kanunlar Kullanıldıkça Değer Kazanırlar 

Anayasalar ve kanunlar kullanıldıkça değer kazanırlar. Yürürlükteki anayasa ve yasalar; mahkeme içtihatlarıyla zenginleşir, gelişir, değişir, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir muhtevaya ulaşmaya çalışır. Mevzuat da, böylece aynen toplum gibi canlı, gelişen dinamik bir hüviyet kazanır. 

Bu bakımdan “yeniden” anayasa yapılması çok sorunlu, riskli, konjonktüre ve bir kesimin ideolojisine bağlı olma tehdidi altındadır. Yerleşmiş, köklü devlet kültür ve geleneğine sahip ülkelerde, yeni anayasa değil, ıslah edilen anayasadan bahsedilebilir. Bu da, ciddi saha araştırmalarını, samimi ve azami bir 
uzlaşmayı gerektirir. 

Ama Afrika gibi yeni ve istikrar kazanmamış, kökleşmemiş devletlerde, işler yürümedikçe anayasa ve yasaların, yeni baştan yapılması sıradanlaşır. 

Buna karşılık, gelişmiş ülkelerde anayasalar, kurucu irade ve devletin kuruluş esasları titizlikle muhafaza edilerek, geliştirilmektedir. Mesela ABD, 250 yıldır böyle yapıyor. 

1961’de ihtilalciler, “sıfırdan” yeni anayasa yapmaya kalktıklarında, rahmetli Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL mealen şu tavsiyede bulunmuştu: 

“1924 Anayasasını çöpe atmayın. Bünyemize ve ihtiyaçlarımıza uyduğu görülen maddelerini muhafaza edip, yetersiz veya eksik olan yönlerini geliştirin, değiştirin. Yeni bir anayasa yapılırsa, ideal planda çok iyi olabilir, ama toplumun ihtiyaçlarına ve yapısına ne kadar uyacağı, nelerle karşılaşılacağı bu günden 
bilinemez. Endişe ederim ki, uygulamada çok büyük sıkıntılara sebep olabilir.” 

Bu bilge kişinin tavsiyesine uyulmadı, 1924 Anayasası çöpe atıldı. Konjonktüre ve teorik doğrulara göre 1961 anayasası maalesef yeniden hazırlandı. Türk siyaseti 1982’ye kadar, bünyemize uymayan bu anayasayla kavga etmek zorunda kaldı. 

1980 darbesini yapanlar da söz dinlemediler, aynı hataya düşerek 61 anayasasını bütünüyle çöpe attılar. Yine konjonktüre göre bir tepki anayasası hazırlattılar. Bu defa da 1982 Anayasası kavga konusu oldu. TBMM 
1987’den başlayarak bu anayasanın kuruluş esasları hariç, maddelerin tamamına yakınını değiştirdi. 

Bu da yetmedi. Sıra, darbecilerin bile düşünmedikleri, 1876 Osmanlı anayasasından beri korunan devletin üniter-milli yapısı, daha açık ifadesiyle devletin Türk milletine ait olduğunu gösteren maddelerine geldi. Tarihimizde, egemenliğimizi hedef alan böyle bir durumla ilk defa karşılaşılmaktadır. 

“Türkiye’yi dönüştürmek” adı verilen bu inkârcı, ülkeyi sosyal gruplara göre ayrıştırıcı ve egemenliği paylaştırıcı sürecin, bölücü terör örgütü ve emperyalistlerden beslendiği de açık bir gerçektir. Bu yoldan dönülmediği takdirde, varlığımızın bütünüyle daha da vahim bir keşmekeşe sürükleneceği 
görülmektedir. 

Milli Devlet, Rejimler ve Yönetim Türleri 

Dünyamızdaki genel duruma ve uluslararası hukuka göre devletlerin tamamına yakını, bir millete dayandığı için millidir. Tabii ve esas olan da bu yapıdır. 

Bu eksende kurulan devletlerin rejimleri farklı olabilmektedir. Padişahlık, krallık, diktatörlük, mutlakıyet, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi gibi. 

Öte yandan rejimlerin bir de yönetim, (Otorite/yetkinin kullanılması) biçimleri vardır ki; bunlara üniter (merkezi), federasyon veya konfederasyon adı verilmektedir. 

Bir de, zamanımızda pek rastlanmayan gayri milli adı verilen çok ortaklı etnik devlet yapıları vardır. Dağılan Yugoslavya, SSCB ve bugünkü Irak gibi. 

Burada dikkatten kaçmaması gereken bir husus vardır; o da ülkemizde rejimler değişmiştir, ama devletin temel yapısı hep aynı, milli olarak kalmıştır. Yönetim biçimi de böyledir; değişmemiş, hep üniter (bir merkezden yönetim) olarak sürmüştür. Özetle, Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de milli ve üniter/tekil yapıda bir devlettir. 

ABD ve Almanya da bir milletin devleti (milli)’dir. Ama yönetim biçimi üniter değil, federaldir. ABD’nin 50 eyalet devleti de “Amerikan” milletine; Almanya’nın 16 eyalet devleti de “Alman” milletine, yani bir millete aittir. Ama yönetimi çok merkezden yapılmaktadır. 

Irak Federal Cumhuriyeti ise, bu genel duruma istisna teşkil etmektedir. Yani Devletin temel yapısı gayrı millidir. Çünkü 2 kurucu unsurlu (Arap ve Kürt), 2 dilli (Arapça ve Kürtçe) ve 2 yönetim merkezli (Bağdat ve Erbil)’dir. 2003’e kadar üniter-milli olan Irak’ta, bir olan ne varsa böylece ikiye bölünmüştür. Bu devlet yapısına ne milli, ne üniter ne de bilinen anlamda federal denilebilir. Gayri milli, çok ortaklı ve etnik yapıda konjonktüre ve emperyalistlerin çıkarlarına göre kurulmuş bir devlettir. Bu haliyle geleceği karanlıktır ve her zaman iç çatışma, savaş ve kaos demektir. 

Şimdi “yeni” anayasa ile aynı gayri milli, çok ortaklı etnik devlet, Türkiye’de de kurulmak istenmektedir. 

BOP çerçevesinde, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” uyuşturucusuyla, PKK terörü, AB ve ABD baskılarıyla, adım adım sonuca yaklaşmaktadır. 

Devlet Yapılarındaki Dönüşümler 

“Yeni” anayasa tartışmaları sırasında, bazı kişi ve çevrelerin “Dünyamızda milli-üniter devletlerin devri bitiyor, federasyonlar dönemi başlıyor. Türkiye büyümek için, çağa uymalı ve federasyona geçmelidir” şeklinde propaganda yaptığı görülmektedir. 

Gerçekten böyle mi? Önce burada bahsi geçen “federasyon”un bir millete ait olan değil, “çok ortaklı, etnik” yapıda gayri milli devlet biçimi olduğu hatırlanmalıdır. Buna göre bakalım: 

Sovyetler Birliği (SSCB) dağılmış, bağımsızlığını kazanan 15 devlet milli-üniter yapıda kurulmuştur. 

Varşova Paktından bağımsızlığını kazanan Merkezi ve Doğu Avrupa’nın 6 ülkesi, milli ve üniter devlet olarak yola devam etmiş. Çek ve Slovaklar ayrılarak milli ve üniter devletlerini kurmuşlardır. Federal yapıda olan Belçika Krallığı, Flaman ve Valon bölgesi olarak fiilen ikiye bölünmüş, milli-üniter devletlerini kurma 
mücadelesini vermektedirler. 

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 20 yıla varan kanlı etnik çatışmalardan sonra dağılmış, yerine 5’i milli-üniter, 2’si karmaşık-suni yapıda bağımsız 7 devlet kurulmuştur. 

Görüldüğü gibi dünyamızda çok ortaklı-etnik federasyondan, ideal olan milli devlete dönüş devam etmektedir. Buna karşılık milli-üniter devletlerden federasyona dönüşen tek bir örnek yoktur. 

“Renksiz”, “İdeolojisiz” ve “Kimliksiz” Anayasa 

İnsanlar gibi milletler de subjektif varlıklardır. Hayata bakışları, değerleri, algılamaları, öncelikleri, yorumları farklıdır. Bunun için bu varlıklar ayrı renklere, ideolojilere, üsluplara ve kimliklere sahiptirler. Milletler ve devletler tek tip, birbirinin kopyası gibi olamazlar. Dünya düzeninde egemenlikler bu sosyolojik ve siyasi yapıya göre düzenlenmektedir. Uluslararası hukuk da buna göre şekillenmektedir. 

Onun için devletlerin rengi, ideolojisi ve kimliği vardır ve farklıdır. Kurucu olan, milletin özelliklerini taşır. 

Bu genel tespitten sonra konumuza dönelim. İktidar partisi adına anayasa çalışmaları yapan Prof. Dr. Ergun Özbudun diyor ki; “Renksiz anayasa doğru, bir ideolojiye bağlı anayasa yanlış olur”;15 Prof. Dr. Zafer Üskül ise; “Milliyetçilik farklı anlaşıldığı için anayasaya girmemeli” diyor. 16 

15 www.yenicagkitap.com/yazargoster.php?haber=568 

16 www.yenicagkitap.com/yazargoster.php?haber=601 

Doğrudur; Milliyetçilik, Türk Milleti, milli kültür, milli-üniter devlet, Atatürk’ün dünya görüşü, kurucu felsefe, devletin kuruluş esasları gibi kavramların farklı algılanması normaldir. Hangi sosyal ve siyasi terim kullanılırsa kullanılsın durum değişmez. Sosyal ve siyasi nitelikli kavramların şablonları, tek tip anlamları 
yoktur. Nereden bakıldığına göre değişir. Ama “biz”i tarif ettiği için çok önemlidirler. 

Konuya açıklık getirmek için asrımızın en büyük medeniyet projesi denilen AB Anayasasından birkaç örnek vermek isteriz. 

“Avrupa’nın kültürel, dini ve insani mirasından... ilham alarak... Manevi ve ahlaki mirasın bilincinde olarak... Avrupa halklarının kültürlerindeki ve geleneklerindeki çeşitliliğe ve üye devletlerin kimliklerine saygılı olarak… kiliseyle sürekli irtibatta bulunarak...” 

AB anayasasındaki bu kavramlar rengi, ideolojiyi, kimliği göstermiyor mu? Eğer siz bir millete, ortak bir kültür ve medeniyete sahipseniz, renginiz, ideolojiniz ve kimliğinizin olması kaçınılmazdır. 

Bu gerçek bilindiği halde, milleti aldatmaya yönelik sloganlarla propaganda yapılmasının bir amacı olması gerekir. Anlaşılan Türk Milletinin egemenliğiyle sorunları ve hesapları olanlar sahnededirler, ama dürüst de değildirler. 


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 3

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 3


Türk Millî Egemenliği sona ererken: Onlar Millet, biz değiliz 

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ  3, 
3 Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi 

ÖZET 

Fransa, Almanya, İspanya ve Yunanistan Anayasalarında bu devletlerin Fransız, Alman, İspanyol ve Elen devletleri olduğu belirtilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de yeni bir anayasa ile devletin tarifinden Türk kelimesinin tamamen çıkarılması talep edilmekte, ‘Türk’ün Avrupa milletleri gibi bir millet değil, bir etnik grup olduğu ve ‘dikdörtgen Anadolu mozaiğinde Türk’ten başka ve ona eşdeğer düzinelerce etnisitenin yaşadığı ileri sürülmektedir. Bu heterojen etnik mozaik devletinin sınırlarının nasıl çizileceği belirsizdir. Bu sınırlar muhtemelen plastiktir. Siyasî açıdan bu yapıda bir coğrafya bir imparatorluğa tabi bir bölge olarak da tarif edilebilir. 

Türksüz Bir Türkiye’ye Doğru 

Türk Milleti’nin egemenliğine son verecek yeni anayasa çalışmaları başladı. Aslında çalışmalar yıllar öncesine dayanıyor ama bu ameliyatın 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra teşekkül edecek meclis tarafından yapılması planlanmıştı. Dolayısıyla bu sefer “başladı” derken hazırlık safhasının sona erdiğini, eylem 
zamanının geldiğini kastediyorum. Yeni anayasanın “Türk” kavramı ile ilgili ana çizgileri bir TESEV raporunda şu açıklamalarla belirmekteydi: 

“Anayasa’nın Başlangıç bölümü dâhil olmak üzere bütününde, Türk etnik kimliğine vurgu hâkimdir. Bu vurgu, metin boyunca sıkça tekrarlanan ‘Türk vatanı ve milleti’, ‘yüce Türk devleti’, ‘Türk milleti’, ‘Türk toplumu’, ‘her Türk’, ‘Türk vatandaşı’, ‘Türk dili’, ‘Türk kültürü’, ‘Türk tarihi’ gibi ifadelerle kendisini 
göstermektedir. Bu dil, farklı etnik kökene mensup insanlardan oluşan Türkiye toplumunun çoğulcu yapısıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, hazırlanacak yeni Anayasa’da herhangi bir etnik kimliğe bu ve benzeri göndermeler yapılmamalıdır. Gerek Anayasa’nın birçok maddesinde, gerekse çeşitli 
yasalarda yer alan ‘Türk milleti’ ifadesi ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları’ ifadesiyle değiştirilmelidir. 

Bazı hukukçulara göre ise, kolaylığı nedeniyle sadece ‘millet’ sözcüğünün kullanılması yeterli olacaktır. 

Bu düzenlemeler ışığında, 6, 7 ve 9. Maddeler başta olmak üzere, Anayasa’da yer alan ‘Türk milleti’ ifadeleri, ‘Türkiye vatandaşları’ ibaresiyle değiştirilmelidir. Benzer bir düzenleme, yasalar, yönetmelikler, genelgeler ve tüzüklerde, yani mevzuatın genelinde de yapılmalıdır.”  4 

4 “Kürt Sorunu’nun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler”, 
Dilek Kurban, Yılmaz Ensaroğlu, TESEV Yayınları, 2010. 

Tam Metin için: 

http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/kurbanensaroglu-yasal%20oneriler%202010.pdf 

Raporun hazırlanmasında ağırlıklı olarak BDP’li ve İHD’li bir hukuk panelinden yararlanılmıştır. 

Dikdörtgen Etnik Mozaik ..

Daha sonra, yine TESEV’in yeni anayasa çerçeve çalışması yayınlandı. Orada da, bugünkü TBMM’nin meşruiyet kaynağı olarak benimsenen “Hâkimiyet Milletindir” veya “Egemenlik Ulusundur” gibi ifadelerin artık reddinin gerektiği söyleniyordu. Yeni anayasada hiçbir etnik unsura öncelik verilmemeli, hatta “Egemenlik” kelimesi bile kullanılmamalıydı.  5 

Bu yazılanları doğru kavrayabilmek için TESEV ideolojisinde “Türk” kelimesinin bizim milletimizin değil, “dikdörtgen Anadolu etnik mozaiğindeki” düzinelerce etnik gruptan sadece birinin ismi olarak kullanıldığını bilmeliyiz. 

5  “ TESEV Anayasa Komisyonu Raporu: Türkiye’nin Yeni Anayasasına 
Doğru”, Mustafa Erdoğan, Serap Yazıcı, TESEV Yayınları 2011. Tam 
metin için: 

http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/Turkiyenin%20Yeni%20Anayasasina%20Dogru.pdf 

6 - Ümit Cizre, “Turkey's Kurdish Problem: Borders, Identity, and Hegemony”, “Right-sizing the State: the Politics of Moving Borders”, editörler: Brendan O’Leary, Ian S. Lustick ve Thomas Callaghy, Oxford University Press, Oxford 2001; sayfa: 222. 

“Dikdörtgen Anadolu etnik mozaiği”, TESEV anlayışını veciz bir tarzda özetleyen bir ifadedir. Ben buna ilk kez, TESEV Anayasa Komisyonu Üyesi Ümit Cizre’nin, “Türkiye’nin Kürt Problemi: Sınırlar, Kimlik ve Egemenlik“ makalesinde rastladım. Makale, 2001 tarihli, birinci editörlüğünü Irak Kürdistan’ı  Anayasası’nın Mimarlarından Brendan O’Leary’nin yaptığı “Devleti Doğru Boya Getirme: Sınırları Değiştirmenin Politikası” kitabında yer almaktadır. 6 

TESEV’in Anayasa Raporu, iktidarın düşündüğü anayasaya dair esaslı ipuçları vermektedir, çünkü iktidar partisinin Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı Ergun Özbudun ve aynı komisyondaki mesai arkadaşı Serap Atılgan son raporu hazırlayan komisyonun da üyesidir. Raporun yazarları olarak Mustafa Erdoğan ve Serap Atılgan görünüyor ki, Erdoğan’ı, Millî devletin kararlı bir muhalifi, hatta devlet kavramına toptan karşı çıkma ucunda bir radikal olarak tanıyoruz. 

Aslında Türkiye’de siyasi iktidarın nasıl bir anayasa düşündüğünü keşfetmek için ipucu peşinde koşmaya da gerek yok. Başbakan’ın 16 Haziran 2012 tarihinde, seçim zaferi üzerine yaptığı balkon konuşmasında yeni anayasa şöyle anlatılıyor: “Bu anayasa Türk’ün, Kürt’ün, Zaza’nın, Arap’ın, Çerkes’in, Laz’ın, Gürcü’nün, Roman’ın, Türkmen’in, Alevi’nin, Sünni’nin, azınlıkların yani 74 milyonun anayasası olsun.” 

Muhakkak ki buradaki “Türk” anlayışı TESEV raporundaki gibidir; bir milletin değil, birçok etnik gruptan birinin ismidir. Buna benzer ifadeler defalarca tekrarlanmış, anayasadan Türk kelimesinin tamamen çıkacağı iktidar partisi yetkililerince de açıklanmıştı.  7 

7 Meselâ bakınız, Neşe Düzel’in Ayşenur Bahçekapılı ile röportajı, Taraf Gazetesi, 30.11.2009. 
http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-aysenur-bahcekapili-basbakan-hayatini-riske.htm 

Taraf sitesinde röportajın tamamını okumak için abone olmak gerekiyor. Ancak başka siteler tam metin vermiş: 

http://www.islahhaber.com/lookmk.php?No=1389 
Ayşenur Bahçekapılı röportajın yapıldığı dönemde AKP Grup Başkan Vekili’dir. 

Bu arada, “Hâkimiyet Milletindir”le Meşruiyet kazanmış ve “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma… büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diye yemin etmiş milletvekillerinin namus ve şereflerine halel gelmeden anayasadan Türk Milleti’ni ve onun egemenliğini nasıl ortadan kaldıracağı ayrıca incelenmeğe değer ciddî bir hukuk ve ahlâk problemi olabilir. Herhalde “kurucu irade”, “kurucu meclis” gibi hukuk kavramları bu durumda devreye girmektedir. 

Türk Milleti Hiç Olmadı 

Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk egemenliği”ne son vermege kalkışanların postmodernist anlamda üst söylemi (grand narrative) şöyledir: 

1. Bugünün dünyasında millet ve millî devlet yok olmuştur. 

2. Bizim de dünyaya ve AB’ye uymak için Türk, Türk Milleti gibi kavram ve inatlardan vaz geçmemiz gerekir. Zaten tarihte Türk diye bir millet yoktu; Türk Milleti Kemalistler tarafından icat ve inşa edilmeye çalışılmıştır. 

3. Egemenliğin - hâkimiyetin kaynağı millet değildir. Halktır. Halk ise düzinelerce farklı etnisiteden oluşur. 

4. Hatta bugünün dünyasında egemenlikten bahsetmek bile yanlıştır. 

Bu söylemin sahipleri bizi, dünyanın bu standartlarda fikir birliğine vardığını ikna etmek istiyorlar. Bu iddialar yeni değildir. Meselâ kurucularının, PKK’nın cephe organizasyonu haline geldiğini iddia ettiği kendileri bunu reddetmektedir- İnsan Hakları Derneği’nin “ Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye Mevzuat Taraması” (Raporu on bir yıl öncesine, Sınırların Değiştirilmesi Politikası’yla kabaca aynı döneme aittir. 

TESEV raporlarında Türklükle ilgili pasajların bu eski İHD raporundan aktarıldığı görülmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, reel olarak tek bir etnik kökene dayalı insan topluluğundan meydana gelmemiş olmasına karşın, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, yurttaşlık hakları söz konusu edildiğinde de, Türk etnik kimliğine 
bağlı olarak ‘Türk vatandaşı’ olarak nitelenmektedirler. Etnik kökene vurgu yapılan yerlerde de görüldüğü gibi, Türk, Türk evladı, Türklük, Türk soyu, soydaş, Türk olmanın şerefi gibi nitelemelerle anılmaktadırlar.” ) 8

 ( “Kopenhag Siyasî Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)”, İnsan Hakları Derneği, İstanbul, 2000, sayfa 33. 

http://www.ihd.org.tr/images/pdf/kopenhag_siyasi_kriterleri_ve_turkiye_mevzuat_taramasi.pdf 

Bu iddialar gerçek midir? Dünyada millet ve millî devlet son bulmuş mudur? AB’ye girmek, Kopenhag Kriterleri’ne uymak için içinde “Türk”ün geçmediği bir anayasaya şart mıdır? AB üyesi birkaç ülkenin anayasalarına göz atarak bu soruları cevaplandırmaya çalışalım: 

Türk Milleti, Fransız, Alman, İspanyol, Yunan milleti gibi değil ki… 

Fransız Anayasası başlangıcı: “Fransız halkı vakarla ilan eder ki…” (Fransa halkı değil!) Metinde “Fransa” 2 defa, “Fransız” 5 defa geçiyor. 

Alman Temel Kanunu başlangıcı: “Tanrı ve insanın huzurunda… Alman Halkı, kurucu iktidarlarını kullanarak…” (Almanya halkı değil!) Temel kanunda 45 defa “Alman”, 17 defa “Almanya” denmektedir. 
Almancada metinde kelime işlemciyle bu ayrımı yapmak kolay. Alman: Deutsch. Almanya: Deutschland. 

Yunan Anayasası tamamen “Elenler” için kaleme alınmış. Meselâ vatandaşların kanun önünde eşitliğinden değil, Elenlerin kanun önünde eşitliğini öngörüyor! 

İspanya Anayasası’nda “İspanyol” 20 defa geçiyor. İspanya 26 defa. 

Bu örnekler, Türk kamuoyunu hedef alan söylemle gerçeğin bağdaşmadığını gösteriyor. Belli ki hukuk, globalleşme, insan hakları ve hatta bilim gibi kavramlar aslında “sınır değiştirme politikası” için kullanılmaktadır. Bizi “daha güzel bir geleceğe” taşımaya kararlı insanlar, bunu başarabilmek için 
gerektiğinde yalanı da mübah görmektedirler. 

Şöyle bir izah da geliştirebiliriz: Türkiye bir fikir savaşı, bir fikir saldırısı karşısındadır. Saldırganlar, on yıllara yayılan bir sabır ve dikkatle saldırının kelime mermilerini özenle seçmektedirler: Alman, Fransız, İspanyol, Elen birer “millet”tir. Türk, bir etnisitedir. Millet değildir, hiçbir zaman millet olmamıştır. Bu terim manipülasyonu, siyasî ümmetçilerin milleti kavim (sülale) olarak algılayan dünya görüşleri ile de kolaylıkla bağdaşmaktadır. 

Denilebilir ki, Avrupa millî devletlerinin sınırları saf ve bir tek etnik grubu kapsar. O yüzden TESEV’in, BDP’nin, PKK’nın ve İHD’nin iddiaları onlar için değil ama bizim için geçerlidir. Bu savunma bile, millet ve milliyet muhalifi söylemin genel olamayacağını kabul etmek demektir. 

Fakat bu müdafaa da yanlıştır. En yakın komşumuz Yunanistan’ın “Elen Müslümanlar” dediği Batı Trakya Türklerinden başlayabiliriz. 

Fransa’da etnik grupların nüfus sayımı yasaktır. Ancak bugün Fransa’da yaşayan nüfusun yaklaşık üçte birinin yabancı kökenli olduğunu bildirilmektedir.  ) 8

9 "The French Melting Pot: Immigration, Citizenship, and National Identity” (Fransız Eritme Kazanı: Göç, Vatandaşlık ve Millî Kimlik), Gérard Noiriel, Geoffroy de Laforcade tercümesi. (Orijinal ismi: “Le Creuset Français”), University of Minnesota Press, 1996. 000, p.160 

10 Alman Federal İçişleri Bakanlığı İstatistik Ofisi’nden Wikipedia’nın derlediği istatistikler: 

http://en.wikipedia.org/wiki/Demographics_of_Germany#cite_note-
2005_Microcensus-1 

Almanya’da yaşayan Alman vatandaşlarının %9’u etnik Alman değildir. Federal Cumhuriyet’te yaşayıp da vatandaş ve Alman olmayanların nüfusa oranı da %8’dir. Toplam %17 etmektedir.10 

Bu yüzdeler Türkiye için verilenlerden çok farklı değildir, çoğunda da daha büyüktür.11 Ancak Batılı ülkelerin halkı, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, o devleti kuran milletin adıyla anılmaktadır. Kimse Yunanistan için “Üçgen etnik mozaik”, Fransa için “Altıgen etnik mozaik” ve Almanya için “Oval etnik 
mozaik” dememektedir. Niçin? Bunun tek cevabı o milletlerin ve millî devletlerin birinci sınıf ve iyi, Türklerin ve onların devletinin ise ikinci sınıf ve kötü olduğudur. 

11 Meselâ, Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteklediği bir anketin sonuçlarına göre, Türkiye’de “Türk dili ve kültürü ile bir ilişkim yoktur” diyenler %2, Türk dili ve kültürünün kendisi için ikinci sırada geldiğini ifade edenler %8’dir: Hakan Yılmaz, “’Biz’lik, ‘Öteki’lik, Ötekileştirme ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler”, 2010: 

http://hakanyilmaz.info/yahoo_site_admin/assets/docs/HYilmaz-Otekilestirme-02-İçerikselRapor.188160919.pdf 

Burada çarpıcı bir çifte standartla karşı karşıyayız. Görülmektedir ki postmodern jargonla Türkler, kesinlikle “Öteki”dir. Millet-etnisite anlayışının dışında da benzer çifte standartları bulmak kolaydır. Mesela “asimilasyon” sürecinin Türkler tarafından yapılma ihtimali varsa bu bir “insanlık suçu” dur. Fakat eski Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly’e göre, eğer Almanlar tarafından uygulanacaksa, farklıdır: “Çift dilli sokak levhaları görmek istemiyorum… ana dili Türkçe olan homojen bir azınlığın gelişmesini istemiyorum. 

İçimizdeki Türkler, bizim kültür uzayımızda gelişmelidir. Herkesin ana dili Almanca olmalı veya Almanca haline gelmelidir; en iyi entegrasyon şekli asimilasyondur.”  12 

12 Süddeutche Zeitung, 27.06.2002. Bakınız: 

http://www.hindu.com/lr/2004/07/04/stories/2004070400280200.htm 

Sınırları Değiştirmenin Politikası: Egemenlik Olmasın 

Peki, hâkimiyet veya egemenlik millete dayanmayınca ne olur? Gerçi TESEV anayasa raporu hâkimiyet ve egemenlik tabirlerine de karşıdır. Onların yerine “iktidar” kelimesini teklif etmektedir. Peki, “iktidar” diyelim, millete dayanmıyorsa ne olur? Halka dayanacaktır. Halk ise düzinelerle farklı etnik 
kökenden gelme heterojen bir gruptur. Anayasada hiçbir ideolojinin yer almaması gerektiğini söyleyenler aslında kendileri bir ideolojinin savunucularıdır. Bu radikal ideoloji, Türk toplumunu mesela Dubai Havaalanı transit yolcu salonu ahalisi gibi algılamaktadır. Bu halkın onu diğerlerinden ayırt eden hiçbir ortak niteliği yoktur. O halde bu ülkenin, bu devletin sınırlarını ne belirleyecektir? Irak’ta, Suriye’de daha önce İngilizlerin yaptığı gibi birileri ellerine cetvel alıp da mı sınır çizecektir? Hâkimiyet milletin değilse bunun önünde hiçbir engel yoktur. Sınır şuradan da geçebilir, buradan da… Din de sınır çizmek için bir kriter değildir. Bizim birçok “etnisitemiz” arasında din birliği bulunduğu doğrudur ama aynı etnisitelerin İran’la, Irak’la, Suriye ile de din birlikleri vardır. 
Bu düşüncelerin sonunda gelip “Sınır değiştirme politikası”na dayanması çok mümkündür ve muhtemeldir. 

“Hâkimiyet milletin değilse ne olur?” sorusunun bir başka cevabı da tarihte aranabilir. Millî devletlerden önce hâkimiyet prensliklerde ve imparatorluklar daydı. Millî devleti batı dışında yok etmenin bir sonucu da Batının yeniden imparatorluk tesisine izin verecektir. İmparatorluk için imparatorluğun toplam hâkimiyet sahası ve sınırları önemlidir, tabi ülkelerin birbiriyle sınırları veya toplam sahanın kaç siyasî birime bölüneceği değil. Bunlar ihtiyaca göre kolayca kaydırılabilir. Devletler doğru boya budanır ve sınırlar politikalar doğrultusunda değişir. 

Milletsiz devlette sınır sorusu, nereden bakarsanız bakın aynı cevaba çıkar gibi. 
''Yeni Anayasa İsteyen Parmak Kaldırsın'' Müttefiklerimiz ve onların güdümündeki liberal, yani hürriyetçi(!) aydınlarımız, Türkiye’de herkesin yeni bir anayasa istediğini, beklediğini söylediler. Yaydılar… En acil işimiz buydu. Halk, “Yeni anayasa, yeni anayasa, yeni anayasa olmazsa biz ne yaparız?” diye ağlaşıp duruyordu. 

Türkiye’de az önce sözünü ettiğimiz müttefiklerimizin ve onların kompradoru dar menfaat gruplarının güdümündeki propaganda aletlerine eskiden onlara “aparatçik” derdik “aydın” tabir edilir. İyi koordine edildikleri ve iyi para harcadıkları için de propagandaları etkilidir. Cürümlerinden epey büyük yer yakarlar. 

Zaman zaman bizim arkadaşlarımızı da tesir altında bırakırlar. Geçen gün, Türk Milliyetçisi bir arkadaşım, şöyle bir ifade kullandı: “Yeni Anayasaya duyulan ihtiyaç, toplumsal kesimler tarafından dillendiriliyor…” İşte, diye düşündüm, güdümlü hürriyetçi aydınlarımızın menzili bu kadar uzun! Tamamen propagandaya dayalı, gerçek hayatla hiçbir ilgisi bulunmayan bir iddia, böyle, gerçekmiş gibi söylenebiliyor. 

Hangi toplumsal kesimler yeni anayasaya duydukları ihtiyacı dillendiriyor? Hakikaten çevrenizden, ”yahu şu anayasayı da bir an önce değiştirsinler de kurtulsak” diye bir talep kulağınıza geldi mi? Böyle bir talebi hissettiniz mi? Siz, kendiniz, böyle bir ihtiyaç içinde misiniz? 

Yeni anayasa, AKP’nin seçim kampanyasının vaatlerinden biriydi. Birincisi değildi. İkincisi de… Üçüncüsü de… Partiler, fikirleri ne olursa olsun zikirlerini, yani propagandalarını halkın taleplerine uygun şekilde hazırlamak zorundadırlar. Yeni anayasa halkın gündeminde ise ona vurgu yapmak zorundadırlar. Değilse, pek az bahsederler… Böyle de oldu. 

Peki, sübjektif olmayalım. Biraz daha ilmî konuşalım… Yeni anayasa kimin ne kadar umurunda? Hangi partide ne kadar gündemde? En fazla AKP’lilerin gündeminde olmasını bekleriz değil mi? CHP ve MHP’lilerden daha 
fazla. Üstelik Sayın Başbakanımız, seçimlerden sonra balkon nutkunda da yeni anayasanın ne kadar güzel olacağını anlatmış, “ Bu, Roman, Kürt, Laz, Türk, Çerkez… herkesin anayasası olacak” mealinde methü senalar eylemişti. Evet, yeni anayasa, ona en çok sahip çıkan AKP seçmeninin ne kadar umurunda? Bu 
soruya oldukça objektif cevap verecek bir anket var elimizde: Ak Parti’nin seçim vaatleri ile ilgili, partinin resmî İnternet sitesinde yaptığı bir anket. AKP, kendisini taraftarlarına soruyor, “ Seçim vaatlerimizden en çok hangisini beğendiniz? ”. Buyurun size vaatlerin popülerlik sıralaması: 

. Milli Tank üretimi başlıyor. İlk Türk muharebe tankı 'Altay' için hazırlıklar son aşamaya geldi (232 puan) 

. Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz (208 puan) 

. İstanbul vaatleri (208 puan) 

. Tarımda dünyanın ilk 5'i arasında olacağız (208 puan) 

. Yüksek hızlı internet her yerde olacak. (208 puan) 

. İlk yerli uçağı uçuracağız. 2023'e kadar Türk yapımı uçaklar semalardaki yerini alacak. (187 puan) 

. Arıkopter (Türk helikopteri) uçmak için gün sayıyor. (182 puan) 

. Vize muafiyeti artacak. Türkiye'nin Şengen Vize sistemine dâhil edilmesi için girişimlerimizi sürdüreceğiz. (176 puan) 

. 1 milyon işsize iş. İşsizlik oranını yüzde 5'e indirmeyi hedefliyoruz. (46 puan) 

. Kısa ve öz, demokratik ve çoğulcu yeni anayasa yapılacak. (45 puan) 

Yeni anayasa iştiyakı son sırada! Hem de sıranın başıyla yeni anayasa arasında beş mislinden fazla puan farkı var. 

Peki, kim istiyor bu yeni anayasayı Allah aşkına? Şüphemiz bulunmayan istekliler şunlar: TESEV, BDP, İHD. Bu isteyenlere bakınca nedense PKK’nın da çok soğuk bakmayacağı içime doğdu. Ne dersiniz? 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***