TESEV etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TESEV etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2018 Çarşamba

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 3

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 3


Türk Millî Egemenliği sona ererken: Onlar Millet, biz değiliz 

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ  3, 
3 Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi 

ÖZET 

Fransa, Almanya, İspanya ve Yunanistan Anayasalarında bu devletlerin Fransız, Alman, İspanyol ve Elen devletleri olduğu belirtilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de yeni bir anayasa ile devletin tarifinden Türk kelimesinin tamamen çıkarılması talep edilmekte, ‘Türk’ün Avrupa milletleri gibi bir millet değil, bir etnik grup olduğu ve ‘dikdörtgen Anadolu mozaiğinde Türk’ten başka ve ona eşdeğer düzinelerce etnisitenin yaşadığı ileri sürülmektedir. Bu heterojen etnik mozaik devletinin sınırlarının nasıl çizileceği belirsizdir. Bu sınırlar muhtemelen plastiktir. Siyasî açıdan bu yapıda bir coğrafya bir imparatorluğa tabi bir bölge olarak da tarif edilebilir. 

Türksüz Bir Türkiye’ye Doğru 

Türk Milleti’nin egemenliğine son verecek yeni anayasa çalışmaları başladı. Aslında çalışmalar yıllar öncesine dayanıyor ama bu ameliyatın 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra teşekkül edecek meclis tarafından yapılması planlanmıştı. Dolayısıyla bu sefer “başladı” derken hazırlık safhasının sona erdiğini, eylem 
zamanının geldiğini kastediyorum. Yeni anayasanın “Türk” kavramı ile ilgili ana çizgileri bir TESEV raporunda şu açıklamalarla belirmekteydi: 

“Anayasa’nın Başlangıç bölümü dâhil olmak üzere bütününde, Türk etnik kimliğine vurgu hâkimdir. Bu vurgu, metin boyunca sıkça tekrarlanan ‘Türk vatanı ve milleti’, ‘yüce Türk devleti’, ‘Türk milleti’, ‘Türk toplumu’, ‘her Türk’, ‘Türk vatandaşı’, ‘Türk dili’, ‘Türk kültürü’, ‘Türk tarihi’ gibi ifadelerle kendisini 
göstermektedir. Bu dil, farklı etnik kökene mensup insanlardan oluşan Türkiye toplumunun çoğulcu yapısıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, hazırlanacak yeni Anayasa’da herhangi bir etnik kimliğe bu ve benzeri göndermeler yapılmamalıdır. Gerek Anayasa’nın birçok maddesinde, gerekse çeşitli 
yasalarda yer alan ‘Türk milleti’ ifadesi ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları’ ifadesiyle değiştirilmelidir. 

Bazı hukukçulara göre ise, kolaylığı nedeniyle sadece ‘millet’ sözcüğünün kullanılması yeterli olacaktır. 

Bu düzenlemeler ışığında, 6, 7 ve 9. Maddeler başta olmak üzere, Anayasa’da yer alan ‘Türk milleti’ ifadeleri, ‘Türkiye vatandaşları’ ibaresiyle değiştirilmelidir. Benzer bir düzenleme, yasalar, yönetmelikler, genelgeler ve tüzüklerde, yani mevzuatın genelinde de yapılmalıdır.”  4 

4 “Kürt Sorunu’nun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler”, 
Dilek Kurban, Yılmaz Ensaroğlu, TESEV Yayınları, 2010. 

Tam Metin için: 

http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/kurbanensaroglu-yasal%20oneriler%202010.pdf 

Raporun hazırlanmasında ağırlıklı olarak BDP’li ve İHD’li bir hukuk panelinden yararlanılmıştır. 

Dikdörtgen Etnik Mozaik ..

Daha sonra, yine TESEV’in yeni anayasa çerçeve çalışması yayınlandı. Orada da, bugünkü TBMM’nin meşruiyet kaynağı olarak benimsenen “Hâkimiyet Milletindir” veya “Egemenlik Ulusundur” gibi ifadelerin artık reddinin gerektiği söyleniyordu. Yeni anayasada hiçbir etnik unsura öncelik verilmemeli, hatta “Egemenlik” kelimesi bile kullanılmamalıydı.  5 

Bu yazılanları doğru kavrayabilmek için TESEV ideolojisinde “Türk” kelimesinin bizim milletimizin değil, “dikdörtgen Anadolu etnik mozaiğindeki” düzinelerce etnik gruptan sadece birinin ismi olarak kullanıldığını bilmeliyiz. 

5  “ TESEV Anayasa Komisyonu Raporu: Türkiye’nin Yeni Anayasasına 
Doğru”, Mustafa Erdoğan, Serap Yazıcı, TESEV Yayınları 2011. Tam 
metin için: 

http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/Turkiyenin%20Yeni%20Anayasasina%20Dogru.pdf 

6 - Ümit Cizre, “Turkey's Kurdish Problem: Borders, Identity, and Hegemony”, “Right-sizing the State: the Politics of Moving Borders”, editörler: Brendan O’Leary, Ian S. Lustick ve Thomas Callaghy, Oxford University Press, Oxford 2001; sayfa: 222. 

“Dikdörtgen Anadolu etnik mozaiği”, TESEV anlayışını veciz bir tarzda özetleyen bir ifadedir. Ben buna ilk kez, TESEV Anayasa Komisyonu Üyesi Ümit Cizre’nin, “Türkiye’nin Kürt Problemi: Sınırlar, Kimlik ve Egemenlik“ makalesinde rastladım. Makale, 2001 tarihli, birinci editörlüğünü Irak Kürdistan’ı  Anayasası’nın Mimarlarından Brendan O’Leary’nin yaptığı “Devleti Doğru Boya Getirme: Sınırları Değiştirmenin Politikası” kitabında yer almaktadır. 6 

TESEV’in Anayasa Raporu, iktidarın düşündüğü anayasaya dair esaslı ipuçları vermektedir, çünkü iktidar partisinin Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı Ergun Özbudun ve aynı komisyondaki mesai arkadaşı Serap Atılgan son raporu hazırlayan komisyonun da üyesidir. Raporun yazarları olarak Mustafa Erdoğan ve Serap Atılgan görünüyor ki, Erdoğan’ı, Millî devletin kararlı bir muhalifi, hatta devlet kavramına toptan karşı çıkma ucunda bir radikal olarak tanıyoruz. 

Aslında Türkiye’de siyasi iktidarın nasıl bir anayasa düşündüğünü keşfetmek için ipucu peşinde koşmaya da gerek yok. Başbakan’ın 16 Haziran 2012 tarihinde, seçim zaferi üzerine yaptığı balkon konuşmasında yeni anayasa şöyle anlatılıyor: “Bu anayasa Türk’ün, Kürt’ün, Zaza’nın, Arap’ın, Çerkes’in, Laz’ın, Gürcü’nün, Roman’ın, Türkmen’in, Alevi’nin, Sünni’nin, azınlıkların yani 74 milyonun anayasası olsun.” 

Muhakkak ki buradaki “Türk” anlayışı TESEV raporundaki gibidir; bir milletin değil, birçok etnik gruptan birinin ismidir. Buna benzer ifadeler defalarca tekrarlanmış, anayasadan Türk kelimesinin tamamen çıkacağı iktidar partisi yetkililerince de açıklanmıştı.  7 

7 Meselâ bakınız, Neşe Düzel’in Ayşenur Bahçekapılı ile röportajı, Taraf Gazetesi, 30.11.2009. 
http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-aysenur-bahcekapili-basbakan-hayatini-riske.htm 

Taraf sitesinde röportajın tamamını okumak için abone olmak gerekiyor. Ancak başka siteler tam metin vermiş: 

http://www.islahhaber.com/lookmk.php?No=1389 
Ayşenur Bahçekapılı röportajın yapıldığı dönemde AKP Grup Başkan Vekili’dir. 

Bu arada, “Hâkimiyet Milletindir”le Meşruiyet kazanmış ve “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma… büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diye yemin etmiş milletvekillerinin namus ve şereflerine halel gelmeden anayasadan Türk Milleti’ni ve onun egemenliğini nasıl ortadan kaldıracağı ayrıca incelenmeğe değer ciddî bir hukuk ve ahlâk problemi olabilir. Herhalde “kurucu irade”, “kurucu meclis” gibi hukuk kavramları bu durumda devreye girmektedir. 

Türk Milleti Hiç Olmadı 

Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk egemenliği”ne son vermege kalkışanların postmodernist anlamda üst söylemi (grand narrative) şöyledir: 

1. Bugünün dünyasında millet ve millî devlet yok olmuştur. 

2. Bizim de dünyaya ve AB’ye uymak için Türk, Türk Milleti gibi kavram ve inatlardan vaz geçmemiz gerekir. Zaten tarihte Türk diye bir millet yoktu; Türk Milleti Kemalistler tarafından icat ve inşa edilmeye çalışılmıştır. 

3. Egemenliğin - hâkimiyetin kaynağı millet değildir. Halktır. Halk ise düzinelerce farklı etnisiteden oluşur. 

4. Hatta bugünün dünyasında egemenlikten bahsetmek bile yanlıştır. 

Bu söylemin sahipleri bizi, dünyanın bu standartlarda fikir birliğine vardığını ikna etmek istiyorlar. Bu iddialar yeni değildir. Meselâ kurucularının, PKK’nın cephe organizasyonu haline geldiğini iddia ettiği kendileri bunu reddetmektedir- İnsan Hakları Derneği’nin “ Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye Mevzuat Taraması” (Raporu on bir yıl öncesine, Sınırların Değiştirilmesi Politikası’yla kabaca aynı döneme aittir. 

TESEV raporlarında Türklükle ilgili pasajların bu eski İHD raporundan aktarıldığı görülmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, reel olarak tek bir etnik kökene dayalı insan topluluğundan meydana gelmemiş olmasına karşın, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, yurttaşlık hakları söz konusu edildiğinde de, Türk etnik kimliğine 
bağlı olarak ‘Türk vatandaşı’ olarak nitelenmektedirler. Etnik kökene vurgu yapılan yerlerde de görüldüğü gibi, Türk, Türk evladı, Türklük, Türk soyu, soydaş, Türk olmanın şerefi gibi nitelemelerle anılmaktadırlar.” ) 8

 ( “Kopenhag Siyasî Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)”, İnsan Hakları Derneği, İstanbul, 2000, sayfa 33. 

http://www.ihd.org.tr/images/pdf/kopenhag_siyasi_kriterleri_ve_turkiye_mevzuat_taramasi.pdf 

Bu iddialar gerçek midir? Dünyada millet ve millî devlet son bulmuş mudur? AB’ye girmek, Kopenhag Kriterleri’ne uymak için içinde “Türk”ün geçmediği bir anayasaya şart mıdır? AB üyesi birkaç ülkenin anayasalarına göz atarak bu soruları cevaplandırmaya çalışalım: 

Türk Milleti, Fransız, Alman, İspanyol, Yunan milleti gibi değil ki… 

Fransız Anayasası başlangıcı: “Fransız halkı vakarla ilan eder ki…” (Fransa halkı değil!) Metinde “Fransa” 2 defa, “Fransız” 5 defa geçiyor. 

Alman Temel Kanunu başlangıcı: “Tanrı ve insanın huzurunda… Alman Halkı, kurucu iktidarlarını kullanarak…” (Almanya halkı değil!) Temel kanunda 45 defa “Alman”, 17 defa “Almanya” denmektedir. 
Almancada metinde kelime işlemciyle bu ayrımı yapmak kolay. Alman: Deutsch. Almanya: Deutschland. 

Yunan Anayasası tamamen “Elenler” için kaleme alınmış. Meselâ vatandaşların kanun önünde eşitliğinden değil, Elenlerin kanun önünde eşitliğini öngörüyor! 

İspanya Anayasası’nda “İspanyol” 20 defa geçiyor. İspanya 26 defa. 

Bu örnekler, Türk kamuoyunu hedef alan söylemle gerçeğin bağdaşmadığını gösteriyor. Belli ki hukuk, globalleşme, insan hakları ve hatta bilim gibi kavramlar aslında “sınır değiştirme politikası” için kullanılmaktadır. Bizi “daha güzel bir geleceğe” taşımaya kararlı insanlar, bunu başarabilmek için 
gerektiğinde yalanı da mübah görmektedirler. 

Şöyle bir izah da geliştirebiliriz: Türkiye bir fikir savaşı, bir fikir saldırısı karşısındadır. Saldırganlar, on yıllara yayılan bir sabır ve dikkatle saldırının kelime mermilerini özenle seçmektedirler: Alman, Fransız, İspanyol, Elen birer “millet”tir. Türk, bir etnisitedir. Millet değildir, hiçbir zaman millet olmamıştır. Bu terim manipülasyonu, siyasî ümmetçilerin milleti kavim (sülale) olarak algılayan dünya görüşleri ile de kolaylıkla bağdaşmaktadır. 

Denilebilir ki, Avrupa millî devletlerinin sınırları saf ve bir tek etnik grubu kapsar. O yüzden TESEV’in, BDP’nin, PKK’nın ve İHD’nin iddiaları onlar için değil ama bizim için geçerlidir. Bu savunma bile, millet ve milliyet muhalifi söylemin genel olamayacağını kabul etmek demektir. 

Fakat bu müdafaa da yanlıştır. En yakın komşumuz Yunanistan’ın “Elen Müslümanlar” dediği Batı Trakya Türklerinden başlayabiliriz. 

Fransa’da etnik grupların nüfus sayımı yasaktır. Ancak bugün Fransa’da yaşayan nüfusun yaklaşık üçte birinin yabancı kökenli olduğunu bildirilmektedir.  ) 8

9 "The French Melting Pot: Immigration, Citizenship, and National Identity” (Fransız Eritme Kazanı: Göç, Vatandaşlık ve Millî Kimlik), Gérard Noiriel, Geoffroy de Laforcade tercümesi. (Orijinal ismi: “Le Creuset Français”), University of Minnesota Press, 1996. 000, p.160 

10 Alman Federal İçişleri Bakanlığı İstatistik Ofisi’nden Wikipedia’nın derlediği istatistikler: 

http://en.wikipedia.org/wiki/Demographics_of_Germany#cite_note-
2005_Microcensus-1 

Almanya’da yaşayan Alman vatandaşlarının %9’u etnik Alman değildir. Federal Cumhuriyet’te yaşayıp da vatandaş ve Alman olmayanların nüfusa oranı da %8’dir. Toplam %17 etmektedir.10 

Bu yüzdeler Türkiye için verilenlerden çok farklı değildir, çoğunda da daha büyüktür.11 Ancak Batılı ülkelerin halkı, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, o devleti kuran milletin adıyla anılmaktadır. Kimse Yunanistan için “Üçgen etnik mozaik”, Fransa için “Altıgen etnik mozaik” ve Almanya için “Oval etnik 
mozaik” dememektedir. Niçin? Bunun tek cevabı o milletlerin ve millî devletlerin birinci sınıf ve iyi, Türklerin ve onların devletinin ise ikinci sınıf ve kötü olduğudur. 

11 Meselâ, Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteklediği bir anketin sonuçlarına göre, Türkiye’de “Türk dili ve kültürü ile bir ilişkim yoktur” diyenler %2, Türk dili ve kültürünün kendisi için ikinci sırada geldiğini ifade edenler %8’dir: Hakan Yılmaz, “’Biz’lik, ‘Öteki’lik, Ötekileştirme ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler”, 2010: 

http://hakanyilmaz.info/yahoo_site_admin/assets/docs/HYilmaz-Otekilestirme-02-İçerikselRapor.188160919.pdf 

Burada çarpıcı bir çifte standartla karşı karşıyayız. Görülmektedir ki postmodern jargonla Türkler, kesinlikle “Öteki”dir. Millet-etnisite anlayışının dışında da benzer çifte standartları bulmak kolaydır. Mesela “asimilasyon” sürecinin Türkler tarafından yapılma ihtimali varsa bu bir “insanlık suçu” dur. Fakat eski Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly’e göre, eğer Almanlar tarafından uygulanacaksa, farklıdır: “Çift dilli sokak levhaları görmek istemiyorum… ana dili Türkçe olan homojen bir azınlığın gelişmesini istemiyorum. 

İçimizdeki Türkler, bizim kültür uzayımızda gelişmelidir. Herkesin ana dili Almanca olmalı veya Almanca haline gelmelidir; en iyi entegrasyon şekli asimilasyondur.”  12 

12 Süddeutche Zeitung, 27.06.2002. Bakınız: 

http://www.hindu.com/lr/2004/07/04/stories/2004070400280200.htm 

Sınırları Değiştirmenin Politikası: Egemenlik Olmasın 

Peki, hâkimiyet veya egemenlik millete dayanmayınca ne olur? Gerçi TESEV anayasa raporu hâkimiyet ve egemenlik tabirlerine de karşıdır. Onların yerine “iktidar” kelimesini teklif etmektedir. Peki, “iktidar” diyelim, millete dayanmıyorsa ne olur? Halka dayanacaktır. Halk ise düzinelerle farklı etnik 
kökenden gelme heterojen bir gruptur. Anayasada hiçbir ideolojinin yer almaması gerektiğini söyleyenler aslında kendileri bir ideolojinin savunucularıdır. Bu radikal ideoloji, Türk toplumunu mesela Dubai Havaalanı transit yolcu salonu ahalisi gibi algılamaktadır. Bu halkın onu diğerlerinden ayırt eden hiçbir ortak niteliği yoktur. O halde bu ülkenin, bu devletin sınırlarını ne belirleyecektir? Irak’ta, Suriye’de daha önce İngilizlerin yaptığı gibi birileri ellerine cetvel alıp da mı sınır çizecektir? Hâkimiyet milletin değilse bunun önünde hiçbir engel yoktur. Sınır şuradan da geçebilir, buradan da… Din de sınır çizmek için bir kriter değildir. Bizim birçok “etnisitemiz” arasında din birliği bulunduğu doğrudur ama aynı etnisitelerin İran’la, Irak’la, Suriye ile de din birlikleri vardır. 
Bu düşüncelerin sonunda gelip “Sınır değiştirme politikası”na dayanması çok mümkündür ve muhtemeldir. 

“Hâkimiyet milletin değilse ne olur?” sorusunun bir başka cevabı da tarihte aranabilir. Millî devletlerden önce hâkimiyet prensliklerde ve imparatorluklar daydı. Millî devleti batı dışında yok etmenin bir sonucu da Batının yeniden imparatorluk tesisine izin verecektir. İmparatorluk için imparatorluğun toplam hâkimiyet sahası ve sınırları önemlidir, tabi ülkelerin birbiriyle sınırları veya toplam sahanın kaç siyasî birime bölüneceği değil. Bunlar ihtiyaca göre kolayca kaydırılabilir. Devletler doğru boya budanır ve sınırlar politikalar doğrultusunda değişir. 

Milletsiz devlette sınır sorusu, nereden bakarsanız bakın aynı cevaba çıkar gibi. 
''Yeni Anayasa İsteyen Parmak Kaldırsın'' Müttefiklerimiz ve onların güdümündeki liberal, yani hürriyetçi(!) aydınlarımız, Türkiye’de herkesin yeni bir anayasa istediğini, beklediğini söylediler. Yaydılar… En acil işimiz buydu. Halk, “Yeni anayasa, yeni anayasa, yeni anayasa olmazsa biz ne yaparız?” diye ağlaşıp duruyordu. 

Türkiye’de az önce sözünü ettiğimiz müttefiklerimizin ve onların kompradoru dar menfaat gruplarının güdümündeki propaganda aletlerine eskiden onlara “aparatçik” derdik “aydın” tabir edilir. İyi koordine edildikleri ve iyi para harcadıkları için de propagandaları etkilidir. Cürümlerinden epey büyük yer yakarlar. 

Zaman zaman bizim arkadaşlarımızı da tesir altında bırakırlar. Geçen gün, Türk Milliyetçisi bir arkadaşım, şöyle bir ifade kullandı: “Yeni Anayasaya duyulan ihtiyaç, toplumsal kesimler tarafından dillendiriliyor…” İşte, diye düşündüm, güdümlü hürriyetçi aydınlarımızın menzili bu kadar uzun! Tamamen propagandaya dayalı, gerçek hayatla hiçbir ilgisi bulunmayan bir iddia, böyle, gerçekmiş gibi söylenebiliyor. 

Hangi toplumsal kesimler yeni anayasaya duydukları ihtiyacı dillendiriyor? Hakikaten çevrenizden, ”yahu şu anayasayı da bir an önce değiştirsinler de kurtulsak” diye bir talep kulağınıza geldi mi? Böyle bir talebi hissettiniz mi? Siz, kendiniz, böyle bir ihtiyaç içinde misiniz? 

Yeni anayasa, AKP’nin seçim kampanyasının vaatlerinden biriydi. Birincisi değildi. İkincisi de… Üçüncüsü de… Partiler, fikirleri ne olursa olsun zikirlerini, yani propagandalarını halkın taleplerine uygun şekilde hazırlamak zorundadırlar. Yeni anayasa halkın gündeminde ise ona vurgu yapmak zorundadırlar. Değilse, pek az bahsederler… Böyle de oldu. 

Peki, sübjektif olmayalım. Biraz daha ilmî konuşalım… Yeni anayasa kimin ne kadar umurunda? Hangi partide ne kadar gündemde? En fazla AKP’lilerin gündeminde olmasını bekleriz değil mi? CHP ve MHP’lilerden daha 
fazla. Üstelik Sayın Başbakanımız, seçimlerden sonra balkon nutkunda da yeni anayasanın ne kadar güzel olacağını anlatmış, “ Bu, Roman, Kürt, Laz, Türk, Çerkez… herkesin anayasası olacak” mealinde methü senalar eylemişti. Evet, yeni anayasa, ona en çok sahip çıkan AKP seçmeninin ne kadar umurunda? Bu 
soruya oldukça objektif cevap verecek bir anket var elimizde: Ak Parti’nin seçim vaatleri ile ilgili, partinin resmî İnternet sitesinde yaptığı bir anket. AKP, kendisini taraftarlarına soruyor, “ Seçim vaatlerimizden en çok hangisini beğendiniz? ”. Buyurun size vaatlerin popülerlik sıralaması: 

. Milli Tank üretimi başlıyor. İlk Türk muharebe tankı 'Altay' için hazırlıklar son aşamaya geldi (232 puan) 

. Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz (208 puan) 

. İstanbul vaatleri (208 puan) 

. Tarımda dünyanın ilk 5'i arasında olacağız (208 puan) 

. Yüksek hızlı internet her yerde olacak. (208 puan) 

. İlk yerli uçağı uçuracağız. 2023'e kadar Türk yapımı uçaklar semalardaki yerini alacak. (187 puan) 

. Arıkopter (Türk helikopteri) uçmak için gün sayıyor. (182 puan) 

. Vize muafiyeti artacak. Türkiye'nin Şengen Vize sistemine dâhil edilmesi için girişimlerimizi sürdüreceğiz. (176 puan) 

. 1 milyon işsize iş. İşsizlik oranını yüzde 5'e indirmeyi hedefliyoruz. (46 puan) 

. Kısa ve öz, demokratik ve çoğulcu yeni anayasa yapılacak. (45 puan) 

Yeni anayasa iştiyakı son sırada! Hem de sıranın başıyla yeni anayasa arasında beş mislinden fazla puan farkı var. 

Peki, kim istiyor bu yeni anayasayı Allah aşkına? Şüphemiz bulunmayan istekliler şunlar: TESEV, BDP, İHD. Bu isteyenlere bakınca nedense PKK’nın da çok soğuk bakmayacağı içime doğdu. Ne dersiniz? 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 2


“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 2



YENİ ANAYASA TARTIŞMALARINDA ÖN PLANA  ÇIKARTILAN KONULARA DAİR AÇIKLAMALAR 

Son yıllarda anayasa konusunda yapılan tüm tartışmalar ve hazırlanan tüm taslakların dayandığı ana fikir de şu düşünce unsurlarından oluşuyor: 


A. Türkiye, Anayasası yolu ile Demokratikleştirilmelidir. 

B. Türkiye’de anayasanın ruhu demokratikleşmelidir. 

C. Türkiye’de sistem tıkanıklıklarının önünü açmak için anayasa hükümlerini yorum yoluyla değiştiren ve siyasi iktidarın elini bağlayan anayasal kurumların görev ve yetki haritası, yapılacak bir anayasa ile yeniden düzenlenmelidir. 

Sonuncusu ve bize göre mevcut anayasal rejimi esaslı biçimde sarsan değişiklik Mayıs 2010’da gerçekleştirildi. Bu noktadan sonra verili anayasal çerçevede, anayasanın ruhunu nasıl demokratikleştireceğimiz ve Türkiye’yi anayasa yoluyla nasıl demokratikleştireceğimiz çetrefil hatta çözümü imkânsız bir sorundur. Zaten sorun da Türkiye’yi demokratikleştirmek değil, yeni devlet modeline uygun bir anayasa kılıfı hazırlayarak, iktidarın politikalarına anayasal koridorlar açmaktır. 

Aslında Türkiye, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiç bu kadar anayasanın tümüyle değiştirilmesi gerektiği noktasında bir ihtiyaç içinde olmamıştı. Yapılan değişikliklerle Anayasa’nın aldığı biçim o kadar iç karartıcıdır ki, demokratik bir toplumun ihtiyacı olan, ruhuna da demokrasi katacağımız bir anayasa, üzerine yeni yamalar ekleyeceğimiz 1982 Anayasası değildir artık. 

Bu anayasa içinde yapacağımız her yeni değişiklik iç tutarsızlığı daha da artıracaktır. Kaldı ki, yapılmak istenen anayasa ile hedeflenen, iç tutarsızlık sorununu çözmek de değildir. Anayasa çığırtkanları yeni rejim ve yeni devlet modeline kalıp arıyorlar. 

Anayasacılık teknikleri içinde üretilmesi düşünülen bu kalıbın meşru bir anayasal yönetimin rehberi sayılabilmesi için taşıması gereken özellikler vardır. 

Türkiye için istenen anayasal çatının duvarları 2007 yılından beri adım adım örülüyor. Şu ana kadar yapılabilenler ve istenip de henüz yapılamayanlara baktığımızda yeni anayasa hamlesinin ardına saklı niyetleri okumak çok da zor olmamaktadır. 
Devlet adına yetki kullanacak olan kişi ve kurumlar için anayasalarla çizilen sınırlara bakalım. Siyasal koşulların ve dengelerin anayasal yetkileri kullanan  güçlere ne gibi roller yüklediğine bakalım. Anayasaya hangi hükümlerin konulup hangilerinin çıkartılmak istendiğine dikkat yönelterek kurumsal dengelerde yaratılmak istenen değişikliklerle neyin amaçlandığının ipuçlarını tutmaya çalışalım. Ülkesi ve halkı için daha fazla demokrasi isteyen bir siyasi iktidarın varlığını kanıtlayan herhangi bir delil göremiyoruz. Bir anayasa siyasi iktidarın elini güçlendirmek için değil, siyasi iktidarı sınırlandırmak amacıyla yapılmışsa anayasal bir devletin kurucu belgesi niteliğini kazanır. Bu sınırlamanın ise çeşitli yol ve yöntemleri vardır. En işlevsel olanları; yargının, muhalefetin ve kamu  oyunun  aydınlanmasını sağlayacak her türlü iletişim kanalının görevlerini gerektiği gibi yapmalarına fırsat verir nitelikte hükümleri anayasaya koymak, bir başka deyişle iktidarı sınırlayan güçlerin önünü açarak hak ve özgürlükleri güvence altında tutmaktır. 

Mevcut hukuku yok sayarak ülkenin emniyet ve yargıdaki kadroları eliyle yaratılan hukuki güvensizlik ortamı, suç ve suçluyu algılayış ve takipte yaratılan çifte standart, kişi güvenliği ilkesine aykırı uygulamalardaki cesaret ve keyfilik demokratik bir hukuk devletinde yaşadığımız konusunda haklı şüpheler doğurmaktadır. Yaşanan tüm bu olumsuzluklara paralel olarak, bu ülkede yüzde on gibi bir seçim barajının her şeye rağmen muhafazası için direnen ve bunu bir demokrasi sorunu olarak görmediğini ilân eden siyasi gücün, yeni bir anayasa yapma heyecanını paylaşmak mümkün değildir. Bugün Türkiye demokrasisini tehdit eden krizin en önemli nedenlerinden biri siyasi temsil kanalını tıkayan Seçim Kanunundaki bu tek maddenin değiştirilmemiş olmasıdır. Bu madde değişmediği, seçim barajı makul bir seviyeye inmediği sürece kaç kere anayasa yaparsak yapalım, anayasaya hangi maddeleri koyarsak koyalım Türkiye kaynamaya devam edecektir. 

Yaşanan sorunların kaynağına inmeden, gerçek nedenler üzerinde doğru tespitlere ulaşmadan, yapılacak yeni bir anayasada hak ve özgürlükleri en geniş şekilde tanımlayarak Türkiye’yi düze çıkarmak düşüncesi, anayasa yolu ile Türkiye’ye şekil verme niyet ve planının Tanzimat’tan bu yana korunduğunu gösteriyor. Devleti aşındırarak toplumsal yapının pekiştirildiği hiç bir model önümüzde olmamasına rağmen Türkiye yanlış yolda ilerlemeye devam ediyor. 
Oysa bir anayasanın hak ve özgürlükleri güvence altına almak kadar önemli ve öncelikli diğer işlevi bir yönetim çerçevesi oluşturmaktır. 
Anayasa, içinde demokratik süreçlerin işleyeceği bir devletin organizasyon şemasıdır aynı zamanda. O zaman sorun en gelişmiş, en kapsamlı hak ve özgürlük kataloğunu anayasaya yerleştirmekten daha fazla bir sorundur. 

Özgürlük siyasi bir sorundur ve bir demokraside özgürlük talep etmek, ortak yaşam alanımızın tüm bireyler açısından eşit paylaşılacak özgürlükler düzeni olarak dizaynında hukuku göreve çağırmak demektir. 

Çok bilinen ve söylenen “anayasa devlet odaklı değil, birey ve insan odaklı bir felsefeyle kaleme alınmalıdır” sözünün hiçbir anlamı yoktur. Hukukla tahkim edilmiş bir devlet çatısı altında kurulacak ve tüm bireyler arasında eşit ve adil paylaşılacak bir özgürlükler düzeninin manifestosu olan anayasanın odağında 
devlet olamayacağı gibi birey de olamaz. Anayasanın odağında birey veya devlet değil, evrensel değerlerle zenginleştirilmiş birkaç yüzyıllık anayasacılık geleneği ve bu geleneğin parçası olan “bir anayasa niçin yapılır?” sorusuna aranan cevaplar olmalıdır. Birey özgür olmak ister ama aynı birey, özgürlüklerini tehdit 
veya ihlâl eden tehlikelere karşı etkin ve duyarlı bir siyasi otoritenin sağlayacağı güvenliği de talep eder. 

Otorite kabul etmeyen özgürlük, keyfi özgürlüktür. Her bireyin veya toplumsal kesimin özgürlüğünü en aşırı uçlarda talep edebildiği ve bunun demokrasi adına teşvik edildiği yerde demokratik siyasetin oyun kuralları bozulmuş, bir anayasaya da ihtiyaç kalmamıştır. 

Felsefi bir özgürlük problemini değil, somut bir şeyi konuşuyoruz. Demokratik hukuk devletinin anayasasına hangi hak ve özgürlükleri koyacağımızı, bunların sınırlarını nasıl belirleyeceğimizi. Hak ve özgürlükler konusunda yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak ülkemizde özgürlüğün felsefi kavranışı üzerinden gelişiyor. Yanlış bir yol üzerinde yürüyoruz. Özgürlüğü bir yaşam ve değerler alanı olarak görsek dahi (ki öyledir), yasalarla tanımlanan ve yasalarla korunan özgürlükler, demokratik bir hukuk düzeninin işlevselliği içinde anlam kazanır. 
Bu düzen ancak, eşitlik ve adalet değerleri çerçevesinde tüm bireylerin insan ve yurttaş olmaktan doğan haklı ve kabul edilebilir taleplerinin karşılık bulmasıyla kurulabilir. Bu da özgürlük sorununun, sadece siyasi iktidarın müdahalesi, tehlikesi değil, bireylerin ve toplumsal grupların birbirlerinin hak ve özgürlük alanlarına müdahalesi tehdit ve tehlikesi gerçeği de göz önünde bulundurularak düşünülmesi gerektiğini ortaya koyuyor. 

Modern anayasaların haklar ve özgürlükler konusundaki düzenlemeleri, hak ve özgürlüğün bireyin tasarrufundaki mutlak bir yetki olmadığını bize gösterir. Özgürlüklerin tanımlanmış ve koruma altına alınmış birer hak olarak anayasalarda yerini aldığı demokratik bir toplumda, hakların kötüye kullanılma ihtimali her zaman vardır. Yasal bir düzenleme olmasa dahi özgürlüğün doğasında sınır vardır ve bir özgürlük doğal sınırları içinde yaşanır. Her özgürlük niteliği gereği kendisi için farklı bir koruma alanı gerektirir. 

Ülkemizde yeni anayasa çığırtkanları özgürlük talebini ön plana çıkartıyor ve bu talebi liberal bir kurgu içinde sunuyorlar. 

“Bu düşünce içinde özgürlüklerin verilmesi nihai bir amaçtır, özgürlükler bir kez tanınırsa toplumdaki birçok sorun kendiliğinden çözülecektir. Rasyonel ve kendini geliştirme yolunda önündeki engellerden kurtarılmış birey, kendisi için en doğru olanı bulacak, bireysel olarak ulaşılan doğrular ise toplumsal doğruyu ve faydayı kendiliğinden gerçekleştirecektir. Bu bağlamda, örneğin, etnik grupların kültürel hak ve etnik aidiyete dayalı taleplerini birer özgürlük hakkı olduğundan bu bahisle tanımak, bu grupları silaha başvurarak ulaşmak istedikleri siyasi hedeflerden vazgeçirecektir. Ölçütlerini ve standardını Batı dünyasının belirlediği özgürlüklere sahip olmak, ileri demokrasi için gerekli ve yeterlidir.” 

Böyle bir özgürlük algısı ve savunusunun gözden kaçırdığı ya da hesaba katmadığı bazı önemli hususlar vardır. Örneğin, özgürlüklere sahip olmakla özgürlükleri kullanabilir olmak arasındaki ilişki kurulmamakta, özgürlüğün ancak bu iki boyutuyla var olabileceği hiç dikkate alınmamaktadır. Grup haklarına ilişkin özgürlüklerin kullanılmasında, toplumun tümünün ve siyasi yapının söz hakkı hiç hesaba katılmamaktadır. 
Liberal yaklaşım, özgürlüğün var olabilmesi için gerekli -sahip olma ve tasarruf  etmekten ibaret- iki boyutu dikkate almadığı gibi, özgürlüğü, talep amacı ve kullanımı ile ortaya çıkacak sonuçlardan da bağımsız düşünmektedirler. Oysa özgürlük taleplerinin arkasında yatan amaçlardan, bu özgürlüklerin kullanılması vasıtasıyla gerçekleştirilmek istenen çıkar veya ulaşılmak istenen amaçlardan  bağımsız, soyut bir özgürlük talep ve savunusu olamaz. Talep ettiğimiz ve kazandığımız özgürlüklerle ne yapmak istediğimiz ve nasıl bir yaşam kurmayı amaçladığımız bu taleplerin değerlendirilmesinde mutlaka dikkate alınmalıdır. 

Bugün biz Türkiye’de adı “Kürt sorunu” olarak konulan sorunun çözümü için yeni devleti, yeni anayasayı, yeni anayasa ile inşa edeceğimiz yeni hukuk düzenini, bu hukuk düzeni içinde sorunu çözmesini beklediğimiz haklar ve özgürlükler reformunu konuşuyoruz. Yani bir yurttaşlar toplumunun değil, bir yurttaşlar kesiminin dayattığı gündem üzerindeyiz. 

Bu yurttaşlar kesimi, cumhuriyetin eşit yurttaşları olarak kendilerine anayasa ve yasalarla tanınmış olan hak ve özgürlükleri yetersiz buluyor ve liberal şemsiye altında cumhuriyetten ayrıcalık talep ediyorlar. 
Bu taleplerin anayasal olarak karşılanabilmesi için gerekli olan toplumsal  mutabakatın demokrasi ayağını da siyasi iktidara dayandırıyorlar. 
Eğer bir anayasa için toplumsal uzlaşma aranacaksa, bu toplumsal uzlaşmanın dinamiği terör ve şiddet olamaz. 

Toplum korkutulmuştur, geleceği konusunda endişe taşımaktadır. İkrah ve gabin hukukta iradeyi sakatlayan etkenlerdir. 
Türk toplumunun iradesinin sakatlandığı ve bu ortamda yapılacak bir anayasa nın hiçbir şekilde toplumsal onay görmeyeceği, bu anayasa ile getirilen yeni düzenin de Türkiye’nin demokrasi sorununu çözemeyeceği apaçık bir gerçekliktir. 

Diğer yandan, anayasaların varlık sebebinden, anayasacılığın tarihsel gelişiminden bağımsız olarak, anayasanın hangi hak ve özgürlükleri içermesi gerektiği konusunda yapılacak bir öneri temelsiz kalmaya mahkûmdur. Ancak, iktidarın kullanımının devlet organları arasında bölüştürüldüğü, kurulu düzenin hukukla tanımlandığı ve kontrol altında tutulduğu, uyuşmazlıkların hukuk aracılığı ile çözüme kavuşturulduğu bir normatif yapıda özgür ve hak sahibi bir birey olmak anlam kazanır. Bu bağlamda anayasanın temel amacı, işleyen bir hukuk devletini tüm kurum ve kurallarıyla var etmek olmalıdır ...2 

2 Tanım ve anayasanın hukuk devleti ile ilişkisi için bkz. 
M.H.REDISH; The Constitution as Political Structure, New York- Oxford University, 1995, pp.3-21. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir hukuk devletidir. Aksini ileri sürmek kendimizi inkâr etmektir. Yapılan son değişikliklerle içyapısı bozulmuş olan 1982 Anayasası yerine yenisi yapılabilir. İlk sorun, yeni anayasa ihtiyacımızın nedenleri konusunda uzlaşabilmektir. Terör desteğinde beslenip büyütülmüş Kürtçülük hareketini Kürt sorunu olarak ambalajlayıp yeni anayasa vasıtasıyla çözüme kavuşturmak gibi bir amacı bu topluma hiçbir güç benimsetemez. 

Ama demokratik rejime işlevsellik kazandıracak, toplumsal hafızayı 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yol açtığı travmadan kurtaracak yeni bir anayasa istenebilir, düşünülebilir ve zaman içinde yaratılacak bir uzlaşma ile yapılabilir de. Biz yeni bir anayasa ile hukuk devleti kurmayacağız, var olan hukuk devletindeki işleyiş 
aksaklıklarını gidereceğiz, yapıyı tahkim edeceğiz. Anayasalar hukuki metinlerdir, ancak normatif çerçeve kazandırdıkları alanın siyaset olması nedeniyle hem hukukun hem de siyasetin ortak tartışma ve çekişme konusudurlar. Şimdi siyasetin aktörleri yeni anayasa istiyorlar ve anayasa hukukçularından görüş ve destek alıyorlar. Anayasa hukukçularının anayasacılık ve anayasal devlet geleneğinin sözcüleri olmak yanında, bu geleneğe sadakat borçları da olmalıdır. Dolayısıyla anayasanın hukuk devletinin garantörü olmasını istemeleri ve bunu sağlamanın çabası içinde olmaları doğaldır ve onlardan zaten bu beklenir. Fakat siyasetin aktörlerinin kendi alanlarındaki tartışmaları hukukun üstünlüğü ve bunu deyimleyen hukuk devleti üzerinden yapması ve anayasaların hukuk devletini kurma ve koruma misyonu üzerinden haklılık argümanları geliştirmeleri hukuk kavramının iç tutarlığını ve güvenilirliğini zedelemektedir. Her şeyden önce egemen olması istenen hukukun hangi hukuk olduğu yolunda bir anlaşma sağlanması gerekir. Tüm eylem ve işlemlerin kendisine uygun olması gereğine işaret edilen hukuk, yürürlükteki pozitif hukuk normları ile yasama usulleri ise, bu halde hukukun üstünlüğü başka bir statükonun meşrulaştırılmasından başka bir anlam taşımaz. Yasa koyucunun kendi yaptığı anayasaya kendi koyduğu usullerle ürettiği ve yine kendi yaptığı anayasayla mutlak üstünlük kazandırdığı hukuk, egemen olmasını istediğimiz hukuk değildir, bu hukuka göre örgütlenen, bu hukukla bağlı olan devlet de hukuk devleti değildir, sadece bir yasa devletidir. Ama eğer hukukun üstünlüğü ile kastedilen evrensel değeri haiz bir üst hukuk ise bu hukuku kimin yapacağı, siyasal iktidarı aşan bir güç ve yetkinin varlığına bağlı bir sorundur. 

Parlamento çoğunluğunu elde etmiş bir siyasi iktidarın kendi istek ve amaçları doğrultusunda anayasa yapma yetkisi olamaz, olmamalıdır. Böyle bir anayasa hukuk devletinin statüsü olmaz, ancak halk çoğunluğu adına egemenliğin sahibi olduğunu iddia eden bir siyasi ekibin, kendi tercihleri doğrultusunda yapmak istediği şeylerin zeminine döşenen kalıp veya üzerine giydirilen kılıf olabilir. Modern anayasacılık anlayışı, siyasal düzenin halktan kaynaklandığına ilişkin bir ön varsayım üzerine bina edilmiştir. Bu anlayış, ülkemizde yeni anayasa tartışmaları etrafında giderek büyüyen söylemin odaklandığı bir algıyı içerir: Halka dayanan bir sistemin halka rağmen işlemeyeceği yönündeki iyi niyetli ve doğrusal mantığa dayalı bu eksik ve hatalı algı, halk kavramının bulanık yorumları üzerinden geliştirilen tezlerle, anayasal sistemleri korumasız ve güvencesiz bırakmak tehlikesini de beraberinde getirmiştir. 

SONUÇ 

Bir anayasa, özgür bir demokratik düzenin hukuk çemberini oluşturabildiği ölçüde meşrudur. Böyle bir düzen ise ancak toplum içindeki tüm bireylerin birbirlerinin eşit hak ve yükümlülüklerine saygı göstermesi ve siyasal erkin de bu hak ve özgürlükler siperine uygun bir mesafede tutulması kaydıyla kurulabilir. Anayasa, içerdiği hak ve özgürlük güvenceleri ve devlet erkinin kullanımına ilişkin getirdiği düzenlemelerle, siyasi iktidarın olası keyfi müdahalelerine karşı örebildiği koruma duvarları ile demokratik toplum düzeninin inşasının aracıdır. 

En son anayasa değişikliği ile kat ettiğimiz mesafeyi anayasacılık adına hukuk devletine yaklaşmak mı, hukuk devletinden uzaklaşmak mı olarak görüyoruz, önce bunu konuşmalıyız. Eğer hukuk devletinden uzaklaşmışsak, eğer hak ve özgürlüklerin en temel güvencesi olan yargı ile ilgili her konuda (bağımsız 
yargı, doğal yargıç, tarafsız yargı vb.) her geçen gün endişelerimizi haklı kılacak somut örnekleri görüyor ve yaşıyorsak, basın özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü gibi en temel hak ve özgürlük alanlarında bu özgürgürlüklerin sahip olduğu anayasal korunaklara rağmen her gün yeni şeylere tanık oluyorsak, bunların 
yerleştikleri anayasa maddelerini biraz daha güzelleştirerek elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Diğer yönden yaşadığımız bu kadar derin ve kapsamlı insan hakları sorunları varken, insan haklarının söylem ve kapsam alanını daraltıp, yurttaşlık, kimlik, kültürel hak, anadil vb. konular üzerinde sürdürülen tartışma  lar, demokratik hukuk devletini tahkim etmekten başka bir amaca, örneğin grup hakları ekseninde toplumu ve ona uygun siyasi modeli yeniden tanımlamaya yönelmiş tartışmalardır. Demokrasi arayışı içinde değiliz, yeni bir toplum modelini mümkünse demokratik araç ve yöntemlerle inşa etme arayışındayız. Sorunu dosdoğru ortaya koymak sağlıklı sonuçlara ulaşmak için gereklidir. 

Yeni bir toplum arayışının yöntemi, siyasi, dili, siyaset dilidir. Anayasa hukukçularının bu sürece sunacakları katkı, kendilerine sipariş edilen toplum modellerine en uygun anayasayı dikmek olabilir ancak. Bu da anayasa 
hukukçusunun işi olmadığı gibi, ona yakışan bir görev de değildir. 

Bizim rolümüz bu olmamalıdır. Tüm toplumsal kesimleri anayasacılık ilke ve hedefleri konusunda ortak bir zeminde birleştirecek bir düşünsel ortak payda yaratmak için çabalamak zorundayız. Yeterince çaba gösterirsek, bugün ülkemizde, anayasa adına yaşanan ve söylenenlerin, Türk Milletini hedef almış bir devletsizleştirme, kimliksizleştirme, anayasasızlaştırma operasyonunun gayriahlâki ve gayriinsani mizanseni olduğu konusunda insanlarımızı belki ikna edebiliriz. 

Yukarıda nedenlerine değinildiği üzere, anayasanın içeriği konusunda bir uzlaşma sağlanması zayıf bir ihtimaldir ya da sağlanacak uzlaşma ancak çok sınırlı olabilir. O zaman anayasacılık ilkeleri, anayasacılığın hedefleri ve anayasa teknikleri konusunda daha geniş bir uzlaşma yaratmak zorundayız ve bunu yapabiliriz. 

Konjonktürün ittiği bir zeminde, bazı kesimleri tatmin edecek şekilde, yeni bir toplum modeli yaratmak üzere anayasal rejimde revizyon yapmayı değil, demokratik hukuk devletini, hem iktidar hem de yurttaşlar açısından mümkün ve işlevsel kılan ve böylece toplumsal bütünleşmeye katkı sunabilecek anayasal 
formüller üretmeyi öneriyorum. Bu formüller salt anayasa metni içinde kalarak değil, anayasal devletin tüm hukuki zemininde üretilmelidir. 
Bu formüller üretilirken, anayasacılığın dün, bugün ve daima, siyasi iktidarı sınırlandırmak için ihtiyaç duyulan bir metin olduğu, hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Sınırlı devleti kurmak ve siyasi iktidarı kendi sınırları içinde tutmak amacıyla yapılmış anayasalar için bugün gündemde olan sorun, siyasi iktidarı gerçek anlamda sınırlamanın kural, kurum ve yöntemlerini yeniden düşünmek ve formüle etmektir. Buna siyasi sistemi yeniden yapılandırmak da diyebiliriz. 

Anayasaya toplumsal bütünleşmeyi sağlama gibi bir işlevi atfediyorsak, o zaman kendisine bunun altından kalkabileceği bir meşruiyet temeli ile tutarlı ve kapsamlı bir içerik kazandırmak zorundayız. Tüm toplumsal güçlerin, mümkün olan en geniş ölçüde anayasa yapım sürecine katılmasının sağlanması ön şart ve ilk aşamadır ve biz şimdi buradayız. TESEV, TOB, Barolar Birliği, TÜSİAD gibi kuruluşlar toplumsal uzlaşmanın varlığına bizi inandırabilecek kadar geniş bir toplumsal tabana dayanmıyorlar, siyasi iktidar da toplumsal tabanın değil ancak kendi destek tabanının sahibi ve sesi olabiliyor. Dolayısıyla, hali hazırda ortada uçuşan anayasa taslakları, çıkar gruplarının kendi içinde ve kendi üyeleri arasında uzlaşılan ilke ve değerleri yansıtabilir. 
Biz Anayasa hukukçuları, tüm toplumsal kesimleri, anayasacılık ilke ve hedefleri 
konusunda ortak bir zeminde birleştirecek bir düşünsel ortak payda yaratmak için çabalamak zorundayız. Görevimiz budur ve bu kadardır. Yaratılacak ortak payda ise şudur: Devletin dayandığı temel felsefe, devleti yaşadığı coğrafyanın tüm koşullarına karşı tahkim eden örgütlenme modeli, toplumsal birliğini yasladığı yurttaşlık statüsü ve siyasi iktidar karşısında birey hak ve özgürlükleri nin güvence altıda tutulmasına ilişkin yoğun duyarlılık ve buna dayalı kurumsal önlemler, hep birlikte anayasanın kapsam alanındadır. Kısaca; milletimiz, özgür iradesiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü koruyacak bir örgütlenme modeli içinde demokrasisini geliştirecek ve  güçlendirecek, hukuk devleti yapısını sağlamlaştıracak ve sadece bu amaçla anayasa yapacak veya değiştirecektir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***