Ergun Özbudun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergun Özbudun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2018 Çarşamba

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ BÖLÜM 3

“ YENİ ANAYASANIN '' ŞİFRELERİ  BÖLÜM 3


Türk Millî Egemenliği sona ererken: Onlar Millet, biz değiliz 

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ  3, 
3 Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi 

ÖZET 

Fransa, Almanya, İspanya ve Yunanistan Anayasalarında bu devletlerin Fransız, Alman, İspanyol ve Elen devletleri olduğu belirtilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de yeni bir anayasa ile devletin tarifinden Türk kelimesinin tamamen çıkarılması talep edilmekte, ‘Türk’ün Avrupa milletleri gibi bir millet değil, bir etnik grup olduğu ve ‘dikdörtgen Anadolu mozaiğinde Türk’ten başka ve ona eşdeğer düzinelerce etnisitenin yaşadığı ileri sürülmektedir. Bu heterojen etnik mozaik devletinin sınırlarının nasıl çizileceği belirsizdir. Bu sınırlar muhtemelen plastiktir. Siyasî açıdan bu yapıda bir coğrafya bir imparatorluğa tabi bir bölge olarak da tarif edilebilir. 

Türksüz Bir Türkiye’ye Doğru 

Türk Milleti’nin egemenliğine son verecek yeni anayasa çalışmaları başladı. Aslında çalışmalar yıllar öncesine dayanıyor ama bu ameliyatın 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra teşekkül edecek meclis tarafından yapılması planlanmıştı. Dolayısıyla bu sefer “başladı” derken hazırlık safhasının sona erdiğini, eylem 
zamanının geldiğini kastediyorum. Yeni anayasanın “Türk” kavramı ile ilgili ana çizgileri bir TESEV raporunda şu açıklamalarla belirmekteydi: 

“Anayasa’nın Başlangıç bölümü dâhil olmak üzere bütününde, Türk etnik kimliğine vurgu hâkimdir. Bu vurgu, metin boyunca sıkça tekrarlanan ‘Türk vatanı ve milleti’, ‘yüce Türk devleti’, ‘Türk milleti’, ‘Türk toplumu’, ‘her Türk’, ‘Türk vatandaşı’, ‘Türk dili’, ‘Türk kültürü’, ‘Türk tarihi’ gibi ifadelerle kendisini 
göstermektedir. Bu dil, farklı etnik kökene mensup insanlardan oluşan Türkiye toplumunun çoğulcu yapısıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, hazırlanacak yeni Anayasa’da herhangi bir etnik kimliğe bu ve benzeri göndermeler yapılmamalıdır. Gerek Anayasa’nın birçok maddesinde, gerekse çeşitli 
yasalarda yer alan ‘Türk milleti’ ifadesi ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları’ ifadesiyle değiştirilmelidir. 

Bazı hukukçulara göre ise, kolaylığı nedeniyle sadece ‘millet’ sözcüğünün kullanılması yeterli olacaktır. 

Bu düzenlemeler ışığında, 6, 7 ve 9. Maddeler başta olmak üzere, Anayasa’da yer alan ‘Türk milleti’ ifadeleri, ‘Türkiye vatandaşları’ ibaresiyle değiştirilmelidir. Benzer bir düzenleme, yasalar, yönetmelikler, genelgeler ve tüzüklerde, yani mevzuatın genelinde de yapılmalıdır.”  4 

4 “Kürt Sorunu’nun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler”, 
Dilek Kurban, Yılmaz Ensaroğlu, TESEV Yayınları, 2010. 

Tam Metin için: 

http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/kurbanensaroglu-yasal%20oneriler%202010.pdf 

Raporun hazırlanmasında ağırlıklı olarak BDP’li ve İHD’li bir hukuk panelinden yararlanılmıştır. 

Dikdörtgen Etnik Mozaik ..

Daha sonra, yine TESEV’in yeni anayasa çerçeve çalışması yayınlandı. Orada da, bugünkü TBMM’nin meşruiyet kaynağı olarak benimsenen “Hâkimiyet Milletindir” veya “Egemenlik Ulusundur” gibi ifadelerin artık reddinin gerektiği söyleniyordu. Yeni anayasada hiçbir etnik unsura öncelik verilmemeli, hatta “Egemenlik” kelimesi bile kullanılmamalıydı.  5 

Bu yazılanları doğru kavrayabilmek için TESEV ideolojisinde “Türk” kelimesinin bizim milletimizin değil, “dikdörtgen Anadolu etnik mozaiğindeki” düzinelerce etnik gruptan sadece birinin ismi olarak kullanıldığını bilmeliyiz. 

5  “ TESEV Anayasa Komisyonu Raporu: Türkiye’nin Yeni Anayasasına 
Doğru”, Mustafa Erdoğan, Serap Yazıcı, TESEV Yayınları 2011. Tam 
metin için: 

http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/Turkiyenin%20Yeni%20Anayasasina%20Dogru.pdf 

6 - Ümit Cizre, “Turkey's Kurdish Problem: Borders, Identity, and Hegemony”, “Right-sizing the State: the Politics of Moving Borders”, editörler: Brendan O’Leary, Ian S. Lustick ve Thomas Callaghy, Oxford University Press, Oxford 2001; sayfa: 222. 

“Dikdörtgen Anadolu etnik mozaiği”, TESEV anlayışını veciz bir tarzda özetleyen bir ifadedir. Ben buna ilk kez, TESEV Anayasa Komisyonu Üyesi Ümit Cizre’nin, “Türkiye’nin Kürt Problemi: Sınırlar, Kimlik ve Egemenlik“ makalesinde rastladım. Makale, 2001 tarihli, birinci editörlüğünü Irak Kürdistan’ı  Anayasası’nın Mimarlarından Brendan O’Leary’nin yaptığı “Devleti Doğru Boya Getirme: Sınırları Değiştirmenin Politikası” kitabında yer almaktadır. 6 

TESEV’in Anayasa Raporu, iktidarın düşündüğü anayasaya dair esaslı ipuçları vermektedir, çünkü iktidar partisinin Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı Ergun Özbudun ve aynı komisyondaki mesai arkadaşı Serap Atılgan son raporu hazırlayan komisyonun da üyesidir. Raporun yazarları olarak Mustafa Erdoğan ve Serap Atılgan görünüyor ki, Erdoğan’ı, Millî devletin kararlı bir muhalifi, hatta devlet kavramına toptan karşı çıkma ucunda bir radikal olarak tanıyoruz. 

Aslında Türkiye’de siyasi iktidarın nasıl bir anayasa düşündüğünü keşfetmek için ipucu peşinde koşmaya da gerek yok. Başbakan’ın 16 Haziran 2012 tarihinde, seçim zaferi üzerine yaptığı balkon konuşmasında yeni anayasa şöyle anlatılıyor: “Bu anayasa Türk’ün, Kürt’ün, Zaza’nın, Arap’ın, Çerkes’in, Laz’ın, Gürcü’nün, Roman’ın, Türkmen’in, Alevi’nin, Sünni’nin, azınlıkların yani 74 milyonun anayasası olsun.” 

Muhakkak ki buradaki “Türk” anlayışı TESEV raporundaki gibidir; bir milletin değil, birçok etnik gruptan birinin ismidir. Buna benzer ifadeler defalarca tekrarlanmış, anayasadan Türk kelimesinin tamamen çıkacağı iktidar partisi yetkililerince de açıklanmıştı.  7 

7 Meselâ bakınız, Neşe Düzel’in Ayşenur Bahçekapılı ile röportajı, Taraf Gazetesi, 30.11.2009. 
http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-aysenur-bahcekapili-basbakan-hayatini-riske.htm 

Taraf sitesinde röportajın tamamını okumak için abone olmak gerekiyor. Ancak başka siteler tam metin vermiş: 

http://www.islahhaber.com/lookmk.php?No=1389 
Ayşenur Bahçekapılı röportajın yapıldığı dönemde AKP Grup Başkan Vekili’dir. 

Bu arada, “Hâkimiyet Milletindir”le Meşruiyet kazanmış ve “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma… büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diye yemin etmiş milletvekillerinin namus ve şereflerine halel gelmeden anayasadan Türk Milleti’ni ve onun egemenliğini nasıl ortadan kaldıracağı ayrıca incelenmeğe değer ciddî bir hukuk ve ahlâk problemi olabilir. Herhalde “kurucu irade”, “kurucu meclis” gibi hukuk kavramları bu durumda devreye girmektedir. 

Türk Milleti Hiç Olmadı 

Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk egemenliği”ne son vermege kalkışanların postmodernist anlamda üst söylemi (grand narrative) şöyledir: 

1. Bugünün dünyasında millet ve millî devlet yok olmuştur. 

2. Bizim de dünyaya ve AB’ye uymak için Türk, Türk Milleti gibi kavram ve inatlardan vaz geçmemiz gerekir. Zaten tarihte Türk diye bir millet yoktu; Türk Milleti Kemalistler tarafından icat ve inşa edilmeye çalışılmıştır. 

3. Egemenliğin - hâkimiyetin kaynağı millet değildir. Halktır. Halk ise düzinelerce farklı etnisiteden oluşur. 

4. Hatta bugünün dünyasında egemenlikten bahsetmek bile yanlıştır. 

Bu söylemin sahipleri bizi, dünyanın bu standartlarda fikir birliğine vardığını ikna etmek istiyorlar. Bu iddialar yeni değildir. Meselâ kurucularının, PKK’nın cephe organizasyonu haline geldiğini iddia ettiği kendileri bunu reddetmektedir- İnsan Hakları Derneği’nin “ Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye Mevzuat Taraması” (Raporu on bir yıl öncesine, Sınırların Değiştirilmesi Politikası’yla kabaca aynı döneme aittir. 

TESEV raporlarında Türklükle ilgili pasajların bu eski İHD raporundan aktarıldığı görülmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, reel olarak tek bir etnik kökene dayalı insan topluluğundan meydana gelmemiş olmasına karşın, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, yurttaşlık hakları söz konusu edildiğinde de, Türk etnik kimliğine 
bağlı olarak ‘Türk vatandaşı’ olarak nitelenmektedirler. Etnik kökene vurgu yapılan yerlerde de görüldüğü gibi, Türk, Türk evladı, Türklük, Türk soyu, soydaş, Türk olmanın şerefi gibi nitelemelerle anılmaktadırlar.” ) 8

 ( “Kopenhag Siyasî Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)”, İnsan Hakları Derneği, İstanbul, 2000, sayfa 33. 

http://www.ihd.org.tr/images/pdf/kopenhag_siyasi_kriterleri_ve_turkiye_mevzuat_taramasi.pdf 

Bu iddialar gerçek midir? Dünyada millet ve millî devlet son bulmuş mudur? AB’ye girmek, Kopenhag Kriterleri’ne uymak için içinde “Türk”ün geçmediği bir anayasaya şart mıdır? AB üyesi birkaç ülkenin anayasalarına göz atarak bu soruları cevaplandırmaya çalışalım: 

Türk Milleti, Fransız, Alman, İspanyol, Yunan milleti gibi değil ki… 

Fransız Anayasası başlangıcı: “Fransız halkı vakarla ilan eder ki…” (Fransa halkı değil!) Metinde “Fransa” 2 defa, “Fransız” 5 defa geçiyor. 

Alman Temel Kanunu başlangıcı: “Tanrı ve insanın huzurunda… Alman Halkı, kurucu iktidarlarını kullanarak…” (Almanya halkı değil!) Temel kanunda 45 defa “Alman”, 17 defa “Almanya” denmektedir. 
Almancada metinde kelime işlemciyle bu ayrımı yapmak kolay. Alman: Deutsch. Almanya: Deutschland. 

Yunan Anayasası tamamen “Elenler” için kaleme alınmış. Meselâ vatandaşların kanun önünde eşitliğinden değil, Elenlerin kanun önünde eşitliğini öngörüyor! 

İspanya Anayasası’nda “İspanyol” 20 defa geçiyor. İspanya 26 defa. 

Bu örnekler, Türk kamuoyunu hedef alan söylemle gerçeğin bağdaşmadığını gösteriyor. Belli ki hukuk, globalleşme, insan hakları ve hatta bilim gibi kavramlar aslında “sınır değiştirme politikası” için kullanılmaktadır. Bizi “daha güzel bir geleceğe” taşımaya kararlı insanlar, bunu başarabilmek için 
gerektiğinde yalanı da mübah görmektedirler. 

Şöyle bir izah da geliştirebiliriz: Türkiye bir fikir savaşı, bir fikir saldırısı karşısındadır. Saldırganlar, on yıllara yayılan bir sabır ve dikkatle saldırının kelime mermilerini özenle seçmektedirler: Alman, Fransız, İspanyol, Elen birer “millet”tir. Türk, bir etnisitedir. Millet değildir, hiçbir zaman millet olmamıştır. Bu terim manipülasyonu, siyasî ümmetçilerin milleti kavim (sülale) olarak algılayan dünya görüşleri ile de kolaylıkla bağdaşmaktadır. 

Denilebilir ki, Avrupa millî devletlerinin sınırları saf ve bir tek etnik grubu kapsar. O yüzden TESEV’in, BDP’nin, PKK’nın ve İHD’nin iddiaları onlar için değil ama bizim için geçerlidir. Bu savunma bile, millet ve milliyet muhalifi söylemin genel olamayacağını kabul etmek demektir. 

Fakat bu müdafaa da yanlıştır. En yakın komşumuz Yunanistan’ın “Elen Müslümanlar” dediği Batı Trakya Türklerinden başlayabiliriz. 

Fransa’da etnik grupların nüfus sayımı yasaktır. Ancak bugün Fransa’da yaşayan nüfusun yaklaşık üçte birinin yabancı kökenli olduğunu bildirilmektedir.  ) 8

9 "The French Melting Pot: Immigration, Citizenship, and National Identity” (Fransız Eritme Kazanı: Göç, Vatandaşlık ve Millî Kimlik), Gérard Noiriel, Geoffroy de Laforcade tercümesi. (Orijinal ismi: “Le Creuset Français”), University of Minnesota Press, 1996. 000, p.160 

10 Alman Federal İçişleri Bakanlığı İstatistik Ofisi’nden Wikipedia’nın derlediği istatistikler: 

http://en.wikipedia.org/wiki/Demographics_of_Germany#cite_note-
2005_Microcensus-1 

Almanya’da yaşayan Alman vatandaşlarının %9’u etnik Alman değildir. Federal Cumhuriyet’te yaşayıp da vatandaş ve Alman olmayanların nüfusa oranı da %8’dir. Toplam %17 etmektedir.10 

Bu yüzdeler Türkiye için verilenlerden çok farklı değildir, çoğunda da daha büyüktür.11 Ancak Batılı ülkelerin halkı, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, o devleti kuran milletin adıyla anılmaktadır. Kimse Yunanistan için “Üçgen etnik mozaik”, Fransa için “Altıgen etnik mozaik” ve Almanya için “Oval etnik 
mozaik” dememektedir. Niçin? Bunun tek cevabı o milletlerin ve millî devletlerin birinci sınıf ve iyi, Türklerin ve onların devletinin ise ikinci sınıf ve kötü olduğudur. 

11 Meselâ, Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteklediği bir anketin sonuçlarına göre, Türkiye’de “Türk dili ve kültürü ile bir ilişkim yoktur” diyenler %2, Türk dili ve kültürünün kendisi için ikinci sırada geldiğini ifade edenler %8’dir: Hakan Yılmaz, “’Biz’lik, ‘Öteki’lik, Ötekileştirme ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler”, 2010: 

http://hakanyilmaz.info/yahoo_site_admin/assets/docs/HYilmaz-Otekilestirme-02-İçerikselRapor.188160919.pdf 

Burada çarpıcı bir çifte standartla karşı karşıyayız. Görülmektedir ki postmodern jargonla Türkler, kesinlikle “Öteki”dir. Millet-etnisite anlayışının dışında da benzer çifte standartları bulmak kolaydır. Mesela “asimilasyon” sürecinin Türkler tarafından yapılma ihtimali varsa bu bir “insanlık suçu” dur. Fakat eski Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly’e göre, eğer Almanlar tarafından uygulanacaksa, farklıdır: “Çift dilli sokak levhaları görmek istemiyorum… ana dili Türkçe olan homojen bir azınlığın gelişmesini istemiyorum. 

İçimizdeki Türkler, bizim kültür uzayımızda gelişmelidir. Herkesin ana dili Almanca olmalı veya Almanca haline gelmelidir; en iyi entegrasyon şekli asimilasyondur.”  12 

12 Süddeutche Zeitung, 27.06.2002. Bakınız: 

http://www.hindu.com/lr/2004/07/04/stories/2004070400280200.htm 

Sınırları Değiştirmenin Politikası: Egemenlik Olmasın 

Peki, hâkimiyet veya egemenlik millete dayanmayınca ne olur? Gerçi TESEV anayasa raporu hâkimiyet ve egemenlik tabirlerine de karşıdır. Onların yerine “iktidar” kelimesini teklif etmektedir. Peki, “iktidar” diyelim, millete dayanmıyorsa ne olur? Halka dayanacaktır. Halk ise düzinelerle farklı etnik 
kökenden gelme heterojen bir gruptur. Anayasada hiçbir ideolojinin yer almaması gerektiğini söyleyenler aslında kendileri bir ideolojinin savunucularıdır. Bu radikal ideoloji, Türk toplumunu mesela Dubai Havaalanı transit yolcu salonu ahalisi gibi algılamaktadır. Bu halkın onu diğerlerinden ayırt eden hiçbir ortak niteliği yoktur. O halde bu ülkenin, bu devletin sınırlarını ne belirleyecektir? Irak’ta, Suriye’de daha önce İngilizlerin yaptığı gibi birileri ellerine cetvel alıp da mı sınır çizecektir? Hâkimiyet milletin değilse bunun önünde hiçbir engel yoktur. Sınır şuradan da geçebilir, buradan da… Din de sınır çizmek için bir kriter değildir. Bizim birçok “etnisitemiz” arasında din birliği bulunduğu doğrudur ama aynı etnisitelerin İran’la, Irak’la, Suriye ile de din birlikleri vardır. 
Bu düşüncelerin sonunda gelip “Sınır değiştirme politikası”na dayanması çok mümkündür ve muhtemeldir. 

“Hâkimiyet milletin değilse ne olur?” sorusunun bir başka cevabı da tarihte aranabilir. Millî devletlerden önce hâkimiyet prensliklerde ve imparatorluklar daydı. Millî devleti batı dışında yok etmenin bir sonucu da Batının yeniden imparatorluk tesisine izin verecektir. İmparatorluk için imparatorluğun toplam hâkimiyet sahası ve sınırları önemlidir, tabi ülkelerin birbiriyle sınırları veya toplam sahanın kaç siyasî birime bölüneceği değil. Bunlar ihtiyaca göre kolayca kaydırılabilir. Devletler doğru boya budanır ve sınırlar politikalar doğrultusunda değişir. 

Milletsiz devlette sınır sorusu, nereden bakarsanız bakın aynı cevaba çıkar gibi. 
''Yeni Anayasa İsteyen Parmak Kaldırsın'' Müttefiklerimiz ve onların güdümündeki liberal, yani hürriyetçi(!) aydınlarımız, Türkiye’de herkesin yeni bir anayasa istediğini, beklediğini söylediler. Yaydılar… En acil işimiz buydu. Halk, “Yeni anayasa, yeni anayasa, yeni anayasa olmazsa biz ne yaparız?” diye ağlaşıp duruyordu. 

Türkiye’de az önce sözünü ettiğimiz müttefiklerimizin ve onların kompradoru dar menfaat gruplarının güdümündeki propaganda aletlerine eskiden onlara “aparatçik” derdik “aydın” tabir edilir. İyi koordine edildikleri ve iyi para harcadıkları için de propagandaları etkilidir. Cürümlerinden epey büyük yer yakarlar. 

Zaman zaman bizim arkadaşlarımızı da tesir altında bırakırlar. Geçen gün, Türk Milliyetçisi bir arkadaşım, şöyle bir ifade kullandı: “Yeni Anayasaya duyulan ihtiyaç, toplumsal kesimler tarafından dillendiriliyor…” İşte, diye düşündüm, güdümlü hürriyetçi aydınlarımızın menzili bu kadar uzun! Tamamen propagandaya dayalı, gerçek hayatla hiçbir ilgisi bulunmayan bir iddia, böyle, gerçekmiş gibi söylenebiliyor. 

Hangi toplumsal kesimler yeni anayasaya duydukları ihtiyacı dillendiriyor? Hakikaten çevrenizden, ”yahu şu anayasayı da bir an önce değiştirsinler de kurtulsak” diye bir talep kulağınıza geldi mi? Böyle bir talebi hissettiniz mi? Siz, kendiniz, böyle bir ihtiyaç içinde misiniz? 

Yeni anayasa, AKP’nin seçim kampanyasının vaatlerinden biriydi. Birincisi değildi. İkincisi de… Üçüncüsü de… Partiler, fikirleri ne olursa olsun zikirlerini, yani propagandalarını halkın taleplerine uygun şekilde hazırlamak zorundadırlar. Yeni anayasa halkın gündeminde ise ona vurgu yapmak zorundadırlar. Değilse, pek az bahsederler… Böyle de oldu. 

Peki, sübjektif olmayalım. Biraz daha ilmî konuşalım… Yeni anayasa kimin ne kadar umurunda? Hangi partide ne kadar gündemde? En fazla AKP’lilerin gündeminde olmasını bekleriz değil mi? CHP ve MHP’lilerden daha 
fazla. Üstelik Sayın Başbakanımız, seçimlerden sonra balkon nutkunda da yeni anayasanın ne kadar güzel olacağını anlatmış, “ Bu, Roman, Kürt, Laz, Türk, Çerkez… herkesin anayasası olacak” mealinde methü senalar eylemişti. Evet, yeni anayasa, ona en çok sahip çıkan AKP seçmeninin ne kadar umurunda? Bu 
soruya oldukça objektif cevap verecek bir anket var elimizde: Ak Parti’nin seçim vaatleri ile ilgili, partinin resmî İnternet sitesinde yaptığı bir anket. AKP, kendisini taraftarlarına soruyor, “ Seçim vaatlerimizden en çok hangisini beğendiniz? ”. Buyurun size vaatlerin popülerlik sıralaması: 

. Milli Tank üretimi başlıyor. İlk Türk muharebe tankı 'Altay' için hazırlıklar son aşamaya geldi (232 puan) 

. Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz (208 puan) 

. İstanbul vaatleri (208 puan) 

. Tarımda dünyanın ilk 5'i arasında olacağız (208 puan) 

. Yüksek hızlı internet her yerde olacak. (208 puan) 

. İlk yerli uçağı uçuracağız. 2023'e kadar Türk yapımı uçaklar semalardaki yerini alacak. (187 puan) 

. Arıkopter (Türk helikopteri) uçmak için gün sayıyor. (182 puan) 

. Vize muafiyeti artacak. Türkiye'nin Şengen Vize sistemine dâhil edilmesi için girişimlerimizi sürdüreceğiz. (176 puan) 

. 1 milyon işsize iş. İşsizlik oranını yüzde 5'e indirmeyi hedefliyoruz. (46 puan) 

. Kısa ve öz, demokratik ve çoğulcu yeni anayasa yapılacak. (45 puan) 

Yeni anayasa iştiyakı son sırada! Hem de sıranın başıyla yeni anayasa arasında beş mislinden fazla puan farkı var. 

Peki, kim istiyor bu yeni anayasayı Allah aşkına? Şüphemiz bulunmayan istekliler şunlar: TESEV, BDP, İHD. Bu isteyenlere bakınca nedense PKK’nın da çok soğuk bakmayacağı içime doğdu. Ne dersiniz? 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 12

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
BÖLÜM 12



YENİ ANAYASA TÜRKİYE’NİN BİTMEYEN SENFONİSİ

Prof. Dr. Zühtü ARSLAN*
* Prof.Dr., P.A. Güvenlik Bilimleri Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi. 

GİRİŞ

Kanun-u Esasi’nin üzerinden yaklaşık yüz elli yıl geçmesine rağmen, anayasa arayışımız devam ediyor. Şu ana kadar beş anayasa ve bu anayasalar üzerinde onlarca değişiklik yapıldı. Bizdeki anayasaların ortak özelliklerinden biri, hemen hepsinin olağanüstü dönemlerin ve siyaset dışı müdahalelerin ürünü olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Son iki anayasa, doğrudan askeri müdahalelerin sonucu olarak hazırlanmıştır.
Osmanlı’nın son döneminden itibaren anayasacılık, modernleşme sürecinin mütemmim cüzü olarak görülmüştür. Bu anlamda Osmanlı- Türk anayasacılığının tepeden inmeci modernleş(tir)me hareketlerinin araçlarından birisi olduğu söylenebilir. Başka bir ifadeyle, anayasalar toplumu yukarıdan aşağıya dönüştürmek isteyen toplum ve siyaset mühendislerinin dikiş tutmayan çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.

Anayasacılığımızın bu elitist özelliğinin yanında tepkiselliği de dikkat çekicidir. Elbette her anayasa hazırlandığı dönemin siyasi ve sosyo ekonomik sorunları na tepki olarak şekillenir. Ancak anayasaların tepkisellikte aşırı uçlara savrulması, çok sık bir şekilde yeni anayasa arayışlarını beraberin de getirmektedir. Örneğin 1961 Anayasası bariz bir şekilde önceki anayasaya tepki olduğu için kısa bir süre sonra problemler yaşanmaya başlamıştır. Demokrat Partinin 1950-1960 dönemindeki iktidarına tepki olarak, demokratik siyasetin alanının olabildiğince sınırlandırılması “yönetemeyen demokrasi” uygulamasını doğurmuştur. Bu da sonuçta, “bu anayasayla ülke yönetilemez” ya da “bu anayasa Türkiye için lükstür” şeklinde yargılara dayandırılan anayasal değişikliklere zemin hazırlamıştır.


Aynı şekilde, 1982 Anayasası da önceki anayasaya ve onun uygulandığı döneme tepki olarak ortaya çıkmıştır. 
12 Eylül 1980 günü yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyine göre ülkenin iç savaşın eşiğine gelmesinin iki temel sebebi vardı. Birincisi, devletin haklarını hiçbir şekilde dikkate almayan, terör ve anarşi olaylarına zemin hazırlayan 1961 Anayasası. İkincisi de uzlaşma kültüründen uzak, biraraya gelerek ülkeyi
yönetecek basireti gösteremeyen siyasiler. Yeni anayasal düzen bu iki sebebi de ortadan kaldıracak şekilde kurulmuştur. Özgürlük-otorite dengesinde ikincisine ağırlık tanıyan, toplumsal ve dahası siyasal alanı bile siyasetten arındırmış yeni bir anayasa hazırlanmıştır. Bu anayasada,  temel hak ve özgürlükler gereğinden fazla sınırlandırılmış, 12 Eylül öncesinin siyasileri siyasetten uzaklaştırılmış ve en önemlisi siyasi partilerin sendikalar ve diğer sivil toplum örgütleriyle ilişkisi kesilmiştir. Tüm bu tepkisellikler, anayasaların hazırlandıkları dönemin şartlarının kalıcı olacağının varsayılması sonucunda, bir süre sonra anayasa değişikliklerini zorunlu kılmıştır. Nitekim, 1961 Anayasasında 1971 ve

1973 yıllarında yapılan değişikliklerle anayasanın üçte biri değiştirilmiştir.
1982 Anayasasında 1987 yılından itibaren onun üzerinde değişiklik yapılmıştır.

Bu değişikliklere rağmen, yeni anayasa arayışı devam etmektedir.

1990’lı yılların başından itibaren bu arayış hız kazanmıştır. Meclis içinden bazı siyasi partiler, Meclis dışından da TÜSİAD, TOBB ve Türkiye Barolar Birliği gibi kuruluşlar yeni anayasa tartışmasına hazırladıkları raporlar ve taslaklarla katkıda bulunmuşlardır. Ancak tartışmaları alevlendiren gelişme, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AK Partinin yeni “sivil” bir anayasa taahhüdünde bulunması ve bunun hazırlıklarını seçimden
önce başlatmış olmasıdır.

NEDEN YENİ BİR ANAYASA?

En az üç nedenle yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu söylenebilir. 

Birincisi, yeni anayasa yapmak Türkiye’de demokrasinin rüştünü ispatlamasının bir göstergesi haline gelmiştir. Bu ülkede tamamen demokratik yollarla işbaşına gelmiş ve temsil bakımından bir meşruiyet sorunu bulunmayan parlamentonun yeni anayasa yapabileceğinin gösterilmesi gerekir. Bu basit bir güç gösterisi ya da varlığını ispat etme çabası olarak yorumlanamaz. Bu ülkede sivil iradenin de, dışarıdan müdahale olmaksızın, çoğulcu, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapabileceğinin gösterilmesi, demokrasinin içine düştüğü vesayetçi kısır döngüden kurtulmasını sağlayacaktır. Bunun mutlaka aşılması gereken bir psikolojik eşik olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla, içeriğinden bağımsız olarak,
demokratik katılım sonucu sivil siyasal alanda hazırlanacak yeni anayasa demokratik siyasetin yıllardır boğuştuğu psikolojik marazlardan kurtulmasına
yardımcı olabilecektir.

İkincisi, mevcut anayasa bir anlamda ruh-beden uyumsuzluğu ya da kişilik problemi diyebileceğimiz bir sıkıntıyla malül olduğu için yepyeni bir anayasaya ihtiyaç vardır. Başlangıç bölümü dahil, 1982 Anayasasının birçok hükmü değiştirilmiştir. Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliğinin etkisiyle yapılan bu değişikliklerle Anayasanın otoriter yönü önemli ölçüde törpülenmiştir. Özellikle 1995, 2001 ve 2004 değişiklikleri ile temel haklar kısmında ciddi iyileştirmeler yapılmıştır. Ancak, tüm bu değişiklikler yapılırken Başlangıç kısmı başta olmak üzere Anayasanın geneline yansıyan devletçi ve otoriter ruh da korunmuştur.

Dolayısıyla, yapılan ilavelerle adeta yamalı bohçaya dönen anayasanın ruhu ve bedeniyle bütün, kişilikli ve özgürlükçü bir metine yerine bırakması gerekmekte dir.

Üçüncüsü, Anayasa Mahkemesinin meşhur “367 kararı”ndan sonra demokratik siyasetin alanı oldukça daraltılmış, anayasal düzende jüri stokratik eğilimler belirgin bir boyuta ulaşmıştır. Mahkemenin, Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikleri iptal ettiği 5 Haziran 2008 tarihli kararıyla Anayasa bir kez daha fiilen değiştirilmiştir.

Bu kararlar, mevcut Anayasanın tali kurucu iktidar olarak yetkilendirdiği parlamentoyu devre dışı bırakan ve bir anlamda oyunun kurallarını değiştiren kararlardır. Tüm eksikliklerine rağmen, mevcut Anayasa Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Buna karşın, Anayasa Mahkemesi, Anayasanın kendisine vermediği yetkileri (Meclis kararlarını ve anayasa değişikliklerini denetleme gibi) durumdan vazife çıkarmak suretiyle kullanarak anayasal düzenin temel parametrelerini değiştirmiştir. Bu da anayasal kurumlar arasında ciddi bir güven bunalımına neden olmuştur. İktidar partisi hakkında açılan kapatma davası, bu güven bunalımını daha da körüklemiştir. Gelinen noktada alt üst olan kurumlar arası ilişkinin sağlıklı bir zemine oturtulması gerekmektedir. Bunun da yollarından biri, yargının özellikle de anayasa yargısının yetki alanını yeniden belirleyecek ve demokratik siyaseti iktidarla buluşturacak yeni bir anayasanın yapılmasıdır.

HANGİ YÖNTEMLE YENİ BİR ANAYASA?

Bir anayasanın nasıl hazırlandığı, en az içeriği kadar önemlidir. Çünkü anayasanın hazırlanış yöntemi onun meşruiyetini de doğrudan etkileyecektir. Bizde anayasaların çok tartışılmasının nedenlerinden biri de, hazırlanmasına yönetilenlerin gerçek manada katılmamış olmalarıdır.

Durumu kurtarmaya yönelik ve göstermelik bir referandumun demokratik meşruiyeti sağlayamadığı ortadadır. 1924 Anayasası Meclis içinde hazırlanmış, halkoylamasına dahi sunulmamıştır. 1961 ve 1982 Anayasaları ise meşru siyasi iktidarların Silahlı Kuvvetler tarafından devrilmesiyle başlayan süreçte, tamamen askeri vesayet altında hazırlanmıştır.

Her iki anayasa da çok da demokratik olmayan bir ortamda, referanduma sunularak kabul edilmiştir.
Bu tecrübelerden yararlanarak yeni anayasanın öncekilerden farklı olarak metodolojik defo taşımaması sağlanabilir. Esasen yeni bir anayasa hazırlamanın her yerde aynı, değişmez kuralları yoktur. Ülkeler kendilerine özgü tarihsel ve toplumsal şartların da etkisiyle, farklı yöntemler izleyerek anayasalarını hazırlamışlardır. Bazı ülkelerde, devrim veya bağımsızlık savaşı gibi önemli siyasi olayların arkasından kurulan “konvansiyon”lar anayasayı hazırlamışlardır. Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde böyle olmuştur. Bazı ülkelerde ise parlamentonun hazırladığı yeni anayasa referanduma sunularak kabul edilmiştir.

Türkiye’de yeni anayasa tartışmaları sırasında kimi kişi ve kuruluşlar ısrarla TBMM’nin yeni bir anayasa yapamayacağını, bunun için bir “kurucu meclis”e veya “konvansiyon”a ihtiyaç olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Aslında benzer bir görüş, 1924 Anayasası hazırlanırken de bazı milletvekilleri tarafından dile getirilmiş, ancak kabul görmemiştir.
“Kurucu Meclis” ya da “konvansiyon” oluşturma, anayasa hazırlamanın biricik yolu değildir. Bu yöntem daha çok olağanüstü olaylardan sonra yeni bir devletin ya da siyasi rejimin kurulması sürecinde gündeme gelmektedir. Dahası bizde “kurucu meclis” askeri darbeler sonrasında yeni anayasayı hazırlamak üzere kurulan ve bir kanadını askeri yönetimin oluşturduğu yapının adıdır. Anayasacılık tarihimizde, demokratik yollarla anayasa yapmak için toplanmış bir kurucu meclis yoktur. Buna 1921 Anayasasını yapan Birinci Meclis dahildir.
Ancak, bu durum anayasayı hazırlamak için demokratik temsil kabiliyeti olan “kurucu meclis”in kurulamayacağı anlamına gelmez. Bu, tamamen siyasi tercih meselesidir.

Peki TBMM yeni bir anayasa yapma yetkisine sahip değil midir?

Anayasayı değiştirebilen organ yeni bir anayasa da yapabilir. Bu konudaki aksi görüşlerin, mevcut parlamentonun kompozisyonundan kaynaklandığı,
dolayısıyla konjonktürel olduğu söylenebilir. Nitekim, 1992 yılında Prof. Dr. Erdoğan Teziç ve arkadaşları tarafından TÜSİAD’a hazırlanan “Yeni Bir Anayasa İçin” başlıklı raporda bu konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.1 Raporun “Giriş” kısmında “Anayasada değişiklikler yapmaya yetkili bir organın yeni bir Anayasa yapma konusunda da yetkili olduğu hususunda kuşku yoktur” denmektedir. Aynı şekilde, rapordaki şu tespitler oldukça çarpıcıdır:

“Kısacası, bugünkü TBMM bir “Kurucu Meclis” sıfatıyla seçilmiş olmadığı halde, yeni bir Anayasa yapmaya yetkili bir “asli kurucu organ”

1) TÜSİAD'ın "Yeni Bir Anayasa İçin" başlıklı raporunu hazırlayan heyette şu akademisyen yer almıştır:

Prof.Dr.Erdoğan Teziç, 
Prof.Dr.Sait Güran, 
Prof.Dr. Yıldızhan Yayla, 
Prof.Dr. Köksal Bayraktar, 
Prof.Dr. Devrim Ulucan, 
Prof.Dr. Bülent Tanör, 
Doç.Dr. Fazıl Sağlam, 
Doç.Dr. Süheyl Batum, 
Doç.Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu.

 Bu rapor için bkz. TBMM Başkanlığı'na Bazı Kurum ve Kuruluşlarca Verilmiş ve Ayrıca TBMM'deki Siyasi Partilerin Anayasa Değişikliğine İlişkin Hazırlık Çalışmala rı ve Taslak Metinler, Ankara, 1993. yetkisi kullanabilir. Zaten bunun aksini düşünmek, Anayasa yapıcılığı yetkisini yalnız kurucu meclislere ya da ihtilal sonrasının olağanüstü iktidarlarına tanımak olur ki; bu, tarihsel gerçeklerler uzlaşmadığı gibi, şiddet yolunu önermek anlamına dahi gelir. Oysa, pek çok ülkede yeni anayasalar, normal zamanlarda ve olağan yasama meclisleri tarafından hazırlanabilmiştir.”2

Anayasanın 175.maddesine göre, TBMM Anayasayı değiştirme yetkisine sahiptir. Bu değiştirme yetkisinin, değiştirilemez hükümler dışında, anayasanın tüm maddeleri için geçerli olduğunda hiçbir kuşku yoktur.
Dahası, TÜSİAD’ın raporunda, değiştirilemez maddelerin de TBMM tarafından değiştirilebileceği ifade edilmiştir. Rapor’a göre, “Bu konuda, asli kurucu organ yetkisini kullanan bir meclisin kendini bağımsız hissetmesi doğal ve gereklidir.”

TÜSİAD raporu, öncelikle Anayasanın değiştirilmesi teklif edilemez hükümleriyle ilgili 4.maddesinin değiştirilmesi gerektiğini savunmuştur.

Buna göre, “yeni bir Anayasa hazırlama girişiminin başında, TBMM’nin bir Anayasa değişikliği yaparak, değişmezlik hükmünü daha önceki Cumhuriyet Anayasalarında olduğu gibi, “Cumhuriyet” ilkesi ile sınırlı tutması” gerekmektedir.3 Nitekim, raporun önerdiği yeni 2. ve 3. maddede değişiklikler vardır. Aynı şekilde, Türkiye Barolar Birliğinin 2001’de hazırlattığı ve 2007’de revize edilen “Anayasa Önerisi”nde de değişmez maddelerle ilgili hüküm değiştirilmiştir. TBB’nin 2007 Anayasa önerisinde Anayasanın 2. maddesinde değişiklik önerilmekle kalmamış, değiştirilemezlik hükümleri artırılmıştır. 4


2) Teziç vd, "Yeni Bir Anayasa İçin", s.14.
3) Ibid., ss.15-16.
4) Türkiye Barolar Birliğinin 2001 taslağını hazırlayan komisyonun üyeleri şunlardır: 
Prof.Dr. Yılmaz Aliefendioğlu,
Prof.Dr. Rona Albay, 
Prof.Dr. Ülkü Azrak, 
Prof.Dr.İbrahim Kaboğlu, 
Prof.Dr. İl Han Özay, 
Av. Yekta Güngör Özden, 
Prof.Dr.Yavuz Sabuncu, 
Prof.Dr. Fazıl Sağlam, 
Av.Atilla Sav, 
Prof.Dr. Zafer Üskül, 
Prof.Dr.Necmi Yüzbaşıoğlu. 

Bkz. Türkiye Barolar Birliği, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi, 2.Basım, Ankara: TBB yayını, 2001. 

TBB'nin 2007 önerisini hazırlayan komisyonun üyeleri de şunlardır: 

Prof. Dr. Rona Aybay, 
Prof.Dr. Fazıl Sağlam, 
Prof. Dr. Süheyl Batum, 
Prof.Dr.Oktay Uygun, 
Doç. Dr. Korkut Kanadoğlu, 
Yard. Doç. Dr.Ece Göztepe, 
Yard. Doç. Dr. Faruk Bilir ve 
Avukat Teoman Ergül. 

Bkz. Türkiye Barolar Birliği, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi, Geliştirilmiş Gerekçeli Yeni Metin, 4.Baskı, Kasım 2007.

Prof.Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki heyetin 5  AK Parti için hazırladığı anayasa taslağında da değiştirilmezlik hükmü, bu maddelerin ifadesinin değiştirilemeyeceği şeklinde değil, temel ilkelerin değiştirilmemesi anlamında yorumlanmıştır. Dolayısıyla, mevcut Anayasanın 2. maddesinde “toplumun huzuru” ve “milli dayanışma” gibi normatif hiçbir değeri olmayan kavramların çıkarılması, “insan haklarına saygılı” ibaresinin de haklara yönelik daha güçlü bir vurgu içeren “insan haklarına dayanan” ibaresi ile değiştirilmesi önerilmiştir.
Sonuç olarak, yeni anayasanın mevcut parlamento tarafından yapılmasının önünde hiçbir hukuki veya siyasi engel yoktur. Parlamento, yeni anayasa taslağının hazırlanması sürecinde parlamento dışından yardım alabilir. Üniversiteler, sivil toplum örgütleri, iş dünyası, sendikalar, barolar, insan hakları örgütleri gibi ulusal kuruluşlar ve Venedik Komisyonu gibi uluslararası kuruluşlar parlamentoya yeni anayasa taslağının hazırlanması sürecinde katkı sağlayabilir.
Ancak yeni anayasanın hazırlanması sürecinde yönteme ilişkin olarak aşağıdaki hususlar dikkate alınmalıdır:
Uzlaşma: Anayasa yapımı, kanun yapımından farklı olarak, parlamento içinde ve dışında faaliyet gösteren siyasi partilerin belli ölçüde uzlaşmasını gerektirmektedir. Nitekim, anayasa değişikliklerinin kanunlardan farklı olarak nitelikli çoğunlukla yapılması zorunluluğu siyasi uzlaşmayı amaçlamaktadır. Bu uzlaşma, her konuda aynı düşünme ve her bir maddenin parlamentoda oybirliğiyle kabul edilmesi anlamına gelmemektedir. Esasen, uzlaşma yeni anayasanın gerekliliği ve yapımı konusundaki temel kurallar üzerinde olmalıdır. Her siyasi parti, doğal olarak, kendi siyasi düşüncesi ve programı paralelinde bir anayasa değişikliği isteyebilir. Mecliste oluşturulacak bir komisyon, öncelikle
üzerinde mutabakata varılan konuları belirleyerek anlaşmazlık konularının görüşülmesine başlayabilir.

5) Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki heyette yer alan diğer üyeler şunlardır: 

Prof.Dr.Zühtü Arslan,
Prof.Dr.Yavuz Atar, 
Prof.Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, 
Prof.Dr. Levent Köker ve 
Doç.Dr. Serap Yazıcı.

Tartışma: Yeni anayasanın hazırlanma yönteminden, içermesi gereken ilke ve kurallara kadar her boyutunun kamuoyunda açıkça tartışılması gerekmektedir. Bu da hiç kuşkusuz, siyasi partiler ve bireyler için ifade özgürlüğünün tam olarak sağlanmasını gerektirmektedir.
Dolayısıyla yeni anayasa yapımına, bu yönde güvenceler sağlayan anayasal ve yasal değişikliklerle başlamak kaçınılmazdır. Özellikle siyasi partilerin kapatılma korkusuyla faaliyet gösterdikleri bir zeminde yeni anayasaya ilişkin görüşlerini serbestçe açıklamaları çok zordur. Bu konudaki ilke de aslında Venedik Komisyonu ve AİHM tarafından belirlenmiştir.

Buna göre, şiddeti siyasi araç olarak kullanmayan veya şiddet olaylarını desteklemeyen siyasi partiler, demokrasiyle bağdaşan barışçıl anayasa değişiklikleri önerebilirler.

Katılım: Anayasalar bir anlamda toplum sözleşmesi olduğu için toplumun tüm kesimlerinin bu temel belgenin hazırlanmasına katılması gerekir. Bu katılım, yazılı ve görsel medyada meseleyi tartışmaktan, halkoylamasında oy vermeye kadar uzanan geniş bir yelpazede gerçekleşebilir.

Geniş tabanlı bir katılım, hazırlanan anayasanın toplum tarafından daha kolay benimsenmesi sonucunu doğuracaktır. Ayrıca, geniş katılım anayasayla toplum arasındaki aidiyet duygusunun geliştirilmesi açısından da önemlidir. Bir anayasanın toplumun tüm kesimlerinin tüm taleplerini eşit bir şekilde karşılaması mümkün değildir. Dünyada böyle bir anayasa da yoktur. Ancak, anayasanın tüm toplumsal ve siyasal taleplerin dile getirildiği ve tartışıldığı bir ortamda hazırlanması gerekir. 

Referandum: Siyasi ve sosyal aktörlerin katılımıyla hazırlanan yeni anayasanın mutlaka halkoylamasına sunulması gerekir. Halkoylaması sürecinde de “evet” ve “hayır” taraftarlarının serbest bir ortamda görüşlerini açıklaması ve propaganda yapması sağlanmalıdır. 

Böylesi bir ortamda yapılan referandumda kurucu iktidarın ve egemenliğin asli kaynağı olan yönetilenlerin rızası ortaya çıkacaktır.

NASIL BİR YENİ ANAYASA?

Bu sorunun, biri anayasanın biçimsel diğeri de muhteva boyutuyla ilgili iki cevabı vardır. Biçimsel olarak, anayasaların çerçeve ve detaylı anayasalar şeklinde ikiye ayrıldığı bilinmektedir. Çerçeve anayasalar, iktidarın dağılımına ve sınırlandırılmasına dair temel kuralları içeren kısa metinlerdir. Amerika Birleşik Devletleri anayasası çerçeve anayasanın tipik örneğidir. Anayasa çok kısa olduğu için açıkça anayasada düzenlenmeyen hususlarda Amerikan Yüksek Mahkemesinin içtihatları belirleyici olmaktadır. Yüksek Mahkeme yargıçlarından Charles Evan Hughes’un meşhur ifadesiyle,  “Bir anayasaya bağlıyız, ancak anayasa yargıçlar ne diyorsa odur”. Bunda Amerikan anayasasının detaylı olmamasının etkisi vardır.

Detaylı anayasalarda ise hemen her konu ayrıntılı bir şekilde düzenlendiği için, yüksek mahkemelerin takdir yetkisi de sınırlıdır. Elbette bu, anayasanın çizdiği yetki haritasına sadık kalan ve aktivist olmayan mahkemeler için geçerlidir. Detaylı anayasalar, adı üzerinde, iktidarın kullanımına ve temel hakların korunmasına ilişkin konuları ayrıntılı bir şekilde düzenleyen metinlerdir. Hatta bunun da ötesinde, normalde kanunlarla düzenlenebilecek bir çok hususun bile detaylı anayasalara girebildiği görülmektedir. Avrupa ülkelerinin anayasaları
genelde detaylı anayasalardır. Özellikle İsviçre Anayasası, koşu yollarından boğazlanacak hayvanlara ilişkin kurallara kadar hemen her konuyu
düzenleyen oldukça detaylı bir anayasadır.

Türkiye’de ise Cumhuriyet dönemi anayasaları gitgide daha detaylı hale gelmektedir. 1982 Anayasası anayasacılık tarihimizin en uzun anayasası dır. Bunun temel sebebi, 27 Mayıs sonrasının belirleyici özelliği olan siyasete güvensizliktir. Anayasa koyucu irade, yasama organının kolayca değiştirmesini önlemek için, normalde kanunlarla düzenlenebilecek hususları değiştirilmesi nitelikli çoğunluk gerektiren anayasal hükümlerle düzenleme yoluna gitmiştir. Bu yüzden de mevcut Anayasa, sporun geliştirilmesinden orman köylüsünün korunmasına kadar hemen her konuyu düzenleyen detaylı bir metin haline gelmiştir.

Ancak, çerçeve anayasa “iyi, detaylı anayasa “kötü”dür şeklinde kategorik bir değerlendirme yapmak yanlış olur. Anayasaların kısalığı ya da uzunluğu, daha çok ülkelerin siyasi tecrübesine ve kültürüne göre belirlenmektedir. Bu bağlamda, yargısal aktivizmin patolojik boyutlara ulaştığı ülkemizde çerçeve anayasayı savunmak yanlış olabilir. Bununla beraber, yeni anayasanın mevcut anayasadan daha kısa ve özlü olması gerektiği de açıktır.

Diğer yandan, yeni anayasanın muhtevası da demokratik hukuk devletinin tüm kural ve kurumlarını içerecek şekilde olmalıdır. Bu noktada, yeni anayasa tartışmaları sırasında öne çıkan “sivil anayasa” kavramına açıklık getirmek gerekir. “Sivil anayasa”daki “sivil” sıfatının çağrıştırdığı iki anlam vardır. Buna göre, mevcut Anayasa 
(a) “sivil” bir girişimin değil askeri bir müdahalenin ürünüdür ve 
(b) sivil ve demokratik otoritenin üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayan hükümlere yer vermektedir.

Anayasanın askeri müdahaleler sonucu değil, demokratik süreç içinde ortaya çıkan sivil iradenin eseri olarak hazırlanması gerekir.

Ancak burada maksat, anayasanın üniformalı olmayanlar tarafından yazılması değildir. Zaten bizdeki tüm anayasalar büyük ölçüde “sivil” anayasa profesörleri veya hukukçular tarafından yazılmıştır. Sivil anayasa, özgürlük, eşitlik, hoşgörü, demokrasi, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri özümseyen ve bunun mücadelesini veren kişilerin katkısıyla, tamamen demokratik sürecin ortaya çıkardığı siyasi aktörler tarafından serbest tartışma ortamında hazırlanan anayasadır. Sivil sıfatının ikinci anlamı, anayasanın içeriğine ilişkindir. Burada da seçkinci vesayeti dışlayan, sivil otoritenin üstünlüğünü hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tesis eden ve halkı siyasetin öznesi olarak kabul eden bir anayasa kastedilmektedir.

Kısacası, hem hazırlanışı hem de muhtevası bakımından “sivil” olmayan, dolayısıyla meşruiyeti tartışmalı bir anayasanın yerini, katılımcı, uzlaşmacı, demokratik yollarla hazırlanmış ve bireyin temel haklarını devlet karşısında güvenceye alan bir anayasanın alması gerekmektedir.

Bu genel açıklamalardan sonra, muhteva meselesini, anayasanın siyasi felsefesi, temel haklar ve özgürlükler ve siyasi iktidarın dağılımı olmak üzere üç başlık altında ele alabiliriz.

Yeni Anayasanın Siyasi Felsefesi


Mevcut anayasa birey-devlet ilişkisinde ikincisini esas alan, bireyi devletin yüce menfaatlerinin hizmetçisi olarak gören bir anlayışa dayanmaktadır.
Bu anlayışın izlerini özellikle Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten Başlangıç kısmında görmek mümkündür. Başlangıç, devleti “kutsal” veya “yüce” bir varlık olarak gören, devletin sahip olması gereken bir takım değerler ve ilkeler karşısında hiçbir “düşünce” veya “faaliyet”in koruma göremeyeceğini belirten, kederde ve sevinçte bir olan türdeş bir toplum tahayyülüne dayanan bir siyasi anlayışı yansıtmaktadır. Bu haliyle Anayasa, sonraki birçok kozmetik değişikliğe rağmen, otoriter bir felsefeye dayanmaktadır.

Yeni anayasanın bu anlayışı terk edip, daha Başlangıçtan itibaren, bireyi ve onun haklarını esas alan, devleti aşkın bir varlık değil bireye ve topluma hizmet eden bir araç olarak gören, toplumsal çeşitliliği bir tehlike değil zenginlik olarak kabul eden, tek sesliliği değil çoğulculuğu öne çıkaran ve anayasal demokrasiyi tüm unsurlarıyla benimseyen bir metin olmalıdır. Yeni anayasa, çağdaş demokratik ülkelerin kabul ettiği temel siyasi değer ve ilkeleri benimseyen, liberal, demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasa olmalıdır. Bu amaçla yeni anayasanın Başlangıcının, eğer olacaksa, mevcut Anayasadakinden farklı olarak, bireyi, insan haklarını, özgürlüğü, çeşitliliği, çoğulculuğu ve demokratik hukuk
devletini vurgulayan bir metin olması gerekir.

Diğer yandan, yeni anayasa siyasal tarafsızlık ilkesini esas almalıdır. Bu ilke gereği, devletin kapsamlı bir ideolojiyi resmi olarak kabul edip herkesin “iyi” anlayışını bu ideoloji çerçevesinde tanımlamaya kalkışmaması ve toplumda var olan farklı ve çoğu kez birbiriyle çatışan ideolojiler, dünya görüşleri, inançlar ve değerler karşısında eşit mesafede durması gerekmektedir. Devlet adına hareket eden ve nihai hakikatin sihirli küresini elinde tuttuğunu söyleyen kişilerin şekillendireceği siyasal ve hukuksal düzende çoğulcu ve özgür bir demokratik yaşamın yeşermesi mümkün değildir. Bu nedenle, yeni anayasa “özcü” yaklaşımlardan uzak bir şekilde, toplumun tüm fertlerinin kendi “iyi” anlayışlarını
ve değerlerini oluşturabilecekleri ve buna uygun olarak yaşabilecekleri bir siyasal/hukuksal vasatı hazırlayacak bir belge niteliğinde olmalıdır.

Temel hak ve özgürlükler


1982 Anayasasında yapılan en önemli değişiklikler, temel haklara ilişkindir. Bu değişiklikler, temel hakları devlete yönelik en büyük tehdit olarak gören, dolayısıyla hak ve özgürlükleri aşırı şekilde sınırlandıran Anayasanın otoriteden özgürlüğe doğru evrilmesine neden olmuştur.
Bu bağlamda özellikle 2001 değişiklikleri önemlidir. Temel haklara yönelik genel sınırlama sebeplerinin kaldırılması, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin alanının genişletilmesi atılan olumlu adımlardır.

Ancak, yaşanan son gelişmeler de göstermektedir ki, bu adımlar yetersizdir. Hem otoriter-devletçi paradigma içinde kalınarak hem de çok aceleye getirilerek yapıldığı için önemli eksiklikler içeren temel haklar ve özgürlükler kısmının yeni anayasada yeniden ele alınması gerekir.

Öncelikle, bu bölümün hak ve özgürlüklerin korunmasını esas, sınırlandırılmasını ise istisna olarak gören bir anlayışı tüm yönleriyle yansıtması gerekir. Bu amaçla, mevcut Anayasanın daha hiçbir temel hak ve özgürlükten bahsetmeden, sınırlamalardan ve kötüye kullanma yasağından bahseden sistematiğini ters yüz etmek gerekir. Mevcut anayasanın temel hakların sınırlandırılmasına ayrılmış olan 13, 14 ve 15. maddelerindeki hükümleri temel haklar bölümünün sonuna koymak çok daha anlamlı olacaktır. Bu tür bir değişiklik, yeni anayasanın temel
tercihini göstermek bakımından anlamlı olacaktır.

Diğer yandan, temel haklar kısmı yazılırken, insan hakları alanında Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve bunların yetkili organlarca yorumları da dikkate alınmalıdır. Bu yöntem, anayasayı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi hazırlayıcı ve imzacısı olduğumuz temel metinlerle çok daha uyumlu hale getirecektir. Bunun pratik faydası da, ulusal mahkemelerin temel haklara ilişkin anayasal hükümleri yorumlarken uluslarüstü insan hakları organlarının geliştirdikleri içtihatlardan faydalanmasını sağlamak olacaktır. Ayrıca, bunun uygulamada Türkiye’nin AİHM önündeki insan hakları ihlal sayısını azaltacağı da söylenebilir.

Temel haklar kısmında din özgürlüğünden, eğitim hakkına, yaşama hakkından siyasi parti özgürlüğüne kadar bir çok hak ve özgürlük de, bu konulardaki çağdaş eğilimler ışığında, yeniden düzenlenmelidir.

Örneğin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri konusu AİHM’nin kararı doğrultusunda gözden geçirilmelidir. Burada dersin zorunlu olmaktan çıkarılması, seçmeli veya seçmemeli olması gibi seçenekler üzerinde durulabilir. Din kültürü dersi seçme(me)li yapıldığında, çocuklarının din eğitimi almasını isteyen velilerin talepleri de karşılanmalıdır.

Eğitim hakkı düzenlenirken, Türkçenin yanı sıra vatandaşların konuştukları diğer dillerin de eğimde kullanılmasını mümkün kılacak hükümlere yer verilmelidir.
Siyasi partilerle ilgili anayasal hükümler, partileri ve partilileri koruyacak şekilde mutlaka yeniden düzenlenmelidir. Esasen, bu yeni anayasa yapmanın ön şartı olduğu için öncelikle ele alınmalıdır. Demokratik ve özgürlükçü bir anayasa, ancak düşüncelerin serbestçe ifade edilebildiği bir ortamda yapılabilir. Bireysel ve kurumsal düzeyde ifade özgürlüğünün tam olarak sağlanamadığı, sözün dahili ve harici otoritelerce sansürlendiği, sahiciliğin değil hipokrasinin egemen olduğu ve serbest bir tartışma ortamının oluşturulamadığı bir yerde yeni anayasa yapılamaz.
Yapılsa bile, böylesi bir anayasa, asli kurucu iktidar olan halkın hür iradesini yansıtan bir belge olarak kabul edilemez. Bu nedenle, bireylerin ve siyasi partilerin şiddeti desteklemedikçe her türlü anayasal değişiklik önerisini sunabileceği ve tartışabileceği bir siyasi/hukuki vasatın temini, yeni anayasa için atılacak ilk adımı teşkil etmelidir.,

Bu bağlamda, siyasi partilerin kapatılmasını kural olmaktan çıkarmak gerekir. Maalesef, ülkemiz “demokrasinin kendini koruması” düşüncesinden hareketle ortaya atılmış militan demokrasi anlayışının en uç örneğini temsil etmektedir. Hür demokratik düzeni korumak için siyasi partilerin kapatılabileceğini öngören Almanya ve İspanya gibi ülkeler, bu tedbire ancak çok istisnai durumlarda ve son çare olarak başvurmaktadır.

Bu iki ülkede (ve esasen tüm Avrupa’da) 1950 yılından bu yana toplam üç siyasi parti kapatılmıştır. Bizde ise 1968 yılından bu yana toplam 24 parti kapatılmıştır. Tek başına bu rakamlar bile, bizdeki militan demokrasi anlayışının ne kadar vahim boyutlara ulaştığını göstermek için yeterlidir.

Türkiye’nin siyasi parti mezarlığı olmaktan çıkarılması ve kapatma davalarının “Demoklesin kılıcı” gibi partiler üzerinde sallanmasına son verilmesi için, anayasal değişikliklere gitmek gerekir. Bu çerçevede şu değişiklikler önerilebilir:
Kapatma davasının açılması zorlaştırılmalıdır. Mevcut sistemde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bir siyasi partinin Anayasaya aykırı fiillerin odağı haline geldiği kanaatine ulaştığında kolayca dava açabilmektedir.

Bu durum, son kapatma davasında görüldüğü gibi, ülkeyi siyasi ve ekonomik kriz riskiyle karşı karşıya bırakabilmektedir. Bu nedenle, siyasi partiler hakkında kapatma davası açma yetkisi parlamentonun onayıyla sınırlandırılmalıdır. Bir milletvekilinin dahi yargılanması için parlamentonun kararı gerekirken, yüzlerce milletvekilinin bağlı olduğu bir siyasi partinin yargılanmasında parlamentonun tamamen devre dışı bırakılması mantıklı değildir. Üstelik, bir milletvekilinin yargılanması kurumsal anlamda yasama ve yürütme organlarının geleceğini
etkilemezken, siyasi partilerin kapatılması bu organları yakından etkilemektedir. Örneğin bir iktidar partisinin kapatılması sonucunda, hükümetin düşmesi ve Meclis kompozisyonunun değişmesi mümkün olabilecektir. Bu nedenle, sonuçları son derece ağır olan kapatma davasının açılmasında mutlaka parlamentonun nitelikli çoğunlukla karar alması sağlanmalıdır. Ayrıca bu durum, siyasi parti kapatma rejimini kendilerinden aldığımız Federal Almanya’nın da benimsediği yoldur.

Almanya’da siyasi partilerin anayasaya aykırı hâle geldiği iddiasıyla Federal Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yetkisi, Federal Meclis (Bundestag), Federal Senato (Bundesrat) veya Federal Hükümet’e aittir. (Federal Anayasa Mahkemesi Kanunu, madde 43/1).

Kapatma kararı istisnai ve nihai çare olarak düşünülmelidir. Siyasi parti hukukumuzun temel problemlerinden biri de kapatma kararlarının çok kolay verilmesidir. Bunun bir nedeni, Anayasadaki kapatma şartlarının genel ve soyut şekilde tanımlanması ise, diğer bir nedeni de Anayasa Mahkemesinin parti kapatma davalarında benimsediği ideolojik yaklaşımdır. İkincisini, anayasal değişikliklerle değiştirme imkanı yoktur. Bu nedenle, siyasi partilerin kapatılma şartlarını zorlaştırmak gerekir. Bunun için de odak olma tanımı daha belirgin hale getirilebilir.
Esasen, bunun Anayasada yapılması da gerekmiyor. Siyasi Partiler Kanunu bir partinin hangi durumlarda odak olabileceğini, açık ve somut kriterlerle belirleyebilir. Ancak, Anayasa Mahkemesinin bu tür düzenlemeleri takdir yetkisine müdahale olarak değerlendirerek iptal etmeye yönelik tutumu parlamentoyu anayasal düzenleme yapmaya zorlamaktadır.

Özetle, AİHM içtihadından ve Venedik Komisyonu’nun kriterlerinden yararlanılarak odak olma tanımı ya da daha genel anlamda parti kapatma kriterleri yeniden belirlenmelidir.

Kapatmadan önce “ihtar” veya “hazine yardımından mahrum bırakma” gibi kararlar verilmelidir. Bir siyasi parti tüzük veya programındaki Anayasaya aykırılıktan dolayı uyarılmadan kesinlikle kapatılmamalıdır.

Aykırılığın giderilmesi için ilgili partiye ihtarda bulunulmalı, buna rağmen değişiklik yapılmadığı takdirde diğer yaptırımlar gündeme gelmelidir. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi bir siyasi partinin fiillerini kapatmayı gerektirecek yoğunlukta görmüyorsa “odak” tespiti yapmadan onu uyarabilmeli veya hazine yardımından mahrum bırakabilmelidir.

Böylece mevcut Anayasadaki Devlet yardımından mahrum bırakma yaptırımını “odak” olmanın sonucuna bağlayan mantıksızlık giderilmiş olacaktır.

Kapatma kararı üçte iki çoğunlukla verilmelidir. Kapatmayı zorlaştırmanın bir diğer yolu da Anayasa Mahkemesinin en az üçte iki çoğunlukla kapatma kararı vermesine yönelik anayasa değişikliğidir.

Kapatma sonuçları yeniden düzenlenmelidir. Mevcut Anayasaya göre, bir siyasi partinin kapatılmasına beyan veya eylemleriyle neden olanların milletvekilliği düşmekte ve/veya beş yıl süreyle bir siyasi partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi veya deneticisi olamamaktadır. Bunlar çok ağır yaptırımlardır. Nitekim AİHM bir çok kararında bu yaptırımların orantısız olduğunu, dolayısıyla Sözleşmenin 1 Nolu Ek Protokolünün 3. maddesinde korunan serbest seçim hakkının ihlal edildiğini tespit etmiştir. Bir siyasi partinin kapatılması, onun tüzel kişiliğini sona erdiren ve mal varlığının hazineye devredilmesine neden olan başlı başına ağır bir yaptırımdır. Dolayısıyla, bunun dışında, ayrıca parti mensuplarını kapatmay la ilişkili olarak cezalandırmaya gerek yoktur.

Temel haklar kısmıyla ilgili olarak belirtilmesi gereken son husus, mevcut Anayasanın şu ana kadar sorun çıkarmayan ve başarılı bir şekilde uygulanan hükümlerinin yeni anayasada aynen korunması gerektiğidir.

Bu mevcut Anayasanın diğer hükümleri için de geçerlidir.

İktidar Haritası


Türkiye’de egemenliğin kimler tarafından kullanılacağına ilişkin tartışmanın yeni anayasaya yansıması kaçınılmazdır. Mevcut Anayasada egemenliğin millete ait olduğu, ancak onun yetkili organlar eliyle kullanılacağı belirtilmektedir (m.6). Buradaki “yetkili organlar”dan kastedilenin, bu maddeyi takip eden maddelerde açıkça ifade edilen, yasama, yürütme ve yargı organları olmasına rağmen, bazı bürokratik organların öteden beri kendilerini egemenlik yetkisine sahip aktörler olarak gördükleri de bilinmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak, seçilmiş demokratik
iktidarın karşısına, siyasi sorumluluğu ve hesap verebilirliği olmayan bir iktidar odağının çıkmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, yeni anayasanın egemenliğin millete ait olduğunu ve bu egemenliğin yasama, yürütme ve yargı organları tarafından kullanılacağını belirten bir hüküm içermesi gerekir. Ayrıca, Avrupa Birliği’ne muhtemel tam üyelikten kaynaklanacak “egemenlik devri” tartışmalarını gidermek için de egemenliğin ulusalüstü organlara üyelikten kaynaklanan yükümlülüklerle sınırlandırılabileceğine dair bir hüküm konmalıdır.
Devlet organları kısmında yeni anayasanın Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri ile yargı konularında önemli düzenlemeler içermesi gerekir.

Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan anayasal krizin ardından yapılan anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanının mevcut yetkilerini artırmayı veya kısıtlamayı zorunlu hale getirmiştir. Halk tarafından seçilmesi kabul edilen Cumhurbaşkanının yetkilerinin biraz daha artırılarak, siyaseten ve hukuken de hesap verebilir hale getirilmesi sistemi yarı-başkanlık modeline dönüştürecektir. Halbuki, mevcut Anayasanın tercih ettiği hükümet modeli, tüm sapmalara rağmen, parlamenter sistemdir. Parlamenter sistem ise, sembolik yetkilere sahip ve sorumsuz bir devlet başkanının varlığını gerektirmektedir. 1982 Anayasası, bu gereklilikten ikincisini dikkate alarak Cumhurbaşkanını siyaseten ve hukuken (vatana ihanet hariç) sorumsuz kılmıştır. Ancak, 12 Eylül’ün anayasa mühendisleri dönemin özel şartlarını da dikkate alarak yürütmeyi Cumhurbaşkanı üzerinden güçlendirme yoluna gitmişlerdir. Böylece ortaya, yetki-sorumluluk dengesini bozan bir durum çıkmıştır.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine imkan veren anayasa değişikliği bu dengesizliği daha da belirginleştirmiştir. Bu nedenle yeni anayasada, Cumhurbaşkanının özellikle atamaya ilişkin yetkilerinin yasama, hükümet ve yargı organları arasında paylaştırılması gerekmektedir.

Diğer yandan, özellikle son bir yıldır yaşananlar Türkiye’nin hızla jüristokratik bir Cumhuriyete dönüştüğünü göstermektedir. Cumhurbaşkanlığı krizindeki “367 kararı”, Anayasanın 10 ve 42. maddelerinde yapılan değişikliklerin iptali ve kapatma davası, sonuçları itibariyle siyasi iktidar haritasını önemli ölçüde değiştirmiştir. Anayasa Mahkemesi, tüm bu süreçte Anayasayla tanınan yetkilerin dışına taşan, aktivist, müdahaleci bir tavır takınmıştır. Siyaseten verilmesi gereken kararlar yargı alanına taşınmış ve siyaset yargısallaşmıştır. Jüristokratik iktidarın müdahale ve etki alanını genişletmesi, demokratik iktidarın alanının gitgide daralmasına neden olmuştur. Bu durum, anayasal demokratik
rejimin meşruiyeti tartışmasını da beraberinde getirmektedir. Demokratik ülkelerde, yargı anayasayla çerçevesi çizilen bir denetleme yetkisine sahip olmakla birlikte, hiçbir şekilde demokratik siyaseti etkisiz kılma gücüne sahip değildir. Siyaseti iktidarsızlaştıran bir yargının meşruiyet sorunu olduğu açıktır.

Bu nedenle, yeni anayasanın yargının yetki alanını yeniden belirleyecek ve özellikle anayasa yargısının demokratik meşruiyetini sağlayacak hükümler içermesi gerekmektedir. Bilhassa Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesinin yeniden yapılandırılması kaçınılmazdır. HSYK’nın, Avrupa’daki örnekleri de dikkate alınarak, oluşumuna egemenliği kullanan yasama, yürütme ve yargı organlarının katıldığı bağımsız ve tarafsız bir kurum olarak yeniden düzenlenmesi gerekir. Ayrıca, HSYK’nın idari kararlarının yargı denetimine açılması gerekir. Aynı şekilde, mevcut Anayasanın hukuk devleti ilkesine aykırı bir şekilde yargı yolunu kapattığı Cumhurbaşkanı’nın tek başına yaptığı işlemlerin ve Yüksek Askeri Şura kararlarının da yargı denetimine tabi olması gerekir.

Anayasa Mahkemesi konusunda yapılması gereken değişiklikleri de şu şekilde sıralayabiliriz:

Mahkemenin üye sayısı artırılarak, üyelerinin en az yarısının belli niteliklere sahip kişiler arasından doğrudan parlamento tarafından seçilmesi sağlanmalı dır. Anayasa Mahkemesinin neyin yasa olamayacağına karar verme anlamında “negatif yasa koyucu” bir işlev görmesi, parlamentonun bu organa üye seçmesini demokratik meşruiyet açısından zorunlu kılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi üyelerinin görev süresi belli bir dönemle sınırlanmalıdır.

Anayasa yargısına yer veren Avrupa ülkelerinde üyeler için 6 ila 12 yıl arasında değişen süreler öngörülmektedir. Anayasa Mahkemesi üyeliğinin örneğin 9 yılla sınırlı olması, Mahkemenin gelişen şartlara paralel olarak yenilenmesini sağlayacaktır.

Anayasa Mahkemesi üyelerinin teori ile pratiği birleştirecek bir dağılımda olmasını temin edecek tedbirler alınmalıdır. Başka bir ifadeyle, akademik çalışma yapanlarla uygulamadan gelenlerin oluşturduğu bir mahkemenin daha dengeli bir yapı oluşturması mümkündür.

Anayasa Mahkemesinin yetki haritası da yeniden çizilmelidir.

Mevcut Anayasa, anayasa değişikliklerinin esas bakımından denetimine imkan vermediği ve şekil denetimini de sınırlı sayım yoluyla belirlediği halde Anayasa Mahkemesi yetki gaspı yoluyla 10 ve 42.madde değişikliklerini iptal etmiştir. Bu tür yetki gasplarını engellemek için, Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerini şekil bakımından denetleme yetkisi de tamamen kaldırılmalıdır. Bunun dışında, Anayasa Mahkemesinin Anayasada belirtilmediği halde kendisine tanıdığı “yürürlüğü durdurma yetkisi” de yeni anayasada düzenlenmelidir. Burada tercih, Mahkemenin yürürlüğü durdurma yetkisinin bulunmadığını belirtmek yönünde veya sınırları belirlenmiş bir yetkinin tanınması yönünde
oluşabilir.

SONUÇ

Türkiye’nin adeta bitmeyen senfonisi haline gelen yeni anayasa meselesi artık halledilmelidir. Bu anayasanın nasıl hazırlanması ve neleri içermesi gerektiği konusunda farklı görüşlerin olması doğaldır. Esasen bulunduğumuz noktada, yeni bir anayasanın yapılabilmesi, onun muhtevasından çok daha önemli hâle gelmiştir. Yeni anayasa, toplumun ve siyasetin önündeki en önemli demokratik olgunluk ve rüştünü ispat sınavına dönüşmüştür. Sosyal, ekonomik ve siyasal yönlerden gelişen bu toplumun, 12 Eylül askeri müdahalesinin ürünü olan ve yapılan değişliklerle yamalı bohçaya dönen mevcut Anayasanın yerine, kendi iradesini yansıtan demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılmasını isteme hakkı vardır. Siyaset kurumunun da bu talebi karşılayacak adımları atma ödevi vardır.
Toplumsal çeşitliliği yatay ve dikey boyutlarıyla yansıtan mevcut parlamento bir “kurucu meclis” gibi çalışarak, yeni bir anayasa hazırlayabilir.

Bunun önünde hiçbir hukuki engel yoktur. Son zamanlarda belirginleşen jüristokratik kuşatma, siyasetin yeni anayasa yapma iradesini olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Oysa, tam da bu nedenle demokratik siyaset, iktidar ve muhalefetiyle, yeni bir anayasanın gerekliliği üzerinde anlaşmalıdır. İktidarı siyasetle buluşturmanın en etkili ve kalıcı yolu demokratik ve sivil bir anayasa yapmaktan geçer. Siyaset bu yolla, bir yandan bu ülkede normal bir dönemde demokratik dinamiklerin etkisiyle siviller tarafından da anayasa yapılabileceğini gösterecek, diğer yandan da siyasal sistemi demokratikleştirme imkanı bulacaktır.

YENİ ANAYASA TÜRKİYE’NİN BİTMEYEN SENFONİSİ
Prof. Dr. Zühtü ARSLAN

13. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***