Sonrası Dönem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sonrası Dönem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2021 Perşembe

RT Erdoğan sonrası dönem için çatışmalar ve ittifak arayışları

 RT Erdoğan sonrası dönem için çatışmalar ve ittifak arayışları 





Mahiye Morgul <mahiye@gmail.com>
16 Ağustos Pzt 12:08
Alıcı: engin, bcc: kotanlartr

Bu kadar çok bilinmeyenli denklemi çözmeye bende formül yok. 
Tek bildiğim İngiltere'de Gül ile beraber gittikleri kursta ne öğrendiyse Akar'ın onu yapıyor olması muhtemeldir. 
Gül'ün yeniden adaylığı hem de muhalefetin adayı olacağı ısıtılıyor,   Akar destekli olması muhtemeldir.

Sürprizler kapıda, öyle görünüyor.
M.M.

Gönderen: ferruh sezgin <ferruhsezgin@yahoo.com>
Date: 15 Ağu 2021 Paz, 19:44
Subject: Fw: "RT Erdoğan sonrası dönem" için çatışmalar ve ittifak arayışları (video)
To:Cc: fikretturhan@gmail.com 
<fikretturhan@gmail.com>

To: ferruh sezgin <ferruhsezgin@yahoo.com>
Sent: Sunday, August 15, 2021, 01:51:07 PM GMT+3
Subject: 


2021 yılının en önemli videosu Peker-Akar-Anlaşma adlı YouTube videosunu önizle

2021'in en önemli videosu: Peker-Akar-Anlaşma
https://www.youtube.com/watch?v=w3fzPjUY45M

kotanlartr@googlegroups.com
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr adresinde bu
Grubu ziyaret edin
Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. 
Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.
Saygılarımızla
kotanlartr@googlegroups.com


***


11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19 SONRASI DÖNEM, DAHA FAZLA REKABET Mİ YOKSA DAHA FAZLA İŞBİRLİĞİ Mİ YAŞANACAK?

COVID-19 SONRASI DÖNEM, DAHA FAZLA REKABET Mİ YOKSA DAHA FAZLA İŞBİRLİĞİ Mİ YAŞANACAK? 


Mevlüt Çavuşoğlu, Yavuz Selim KIRAN ,COVID-19, Aşı, Sonrası Dönem,
Yavuz Selim KIRAN 
T.C. Dışişleri Bakan Yardımcısı 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’nun Takdim yazısında vurguladığı gibi, Türkiye, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Koronavirüs pandemisine karşı mücadelesinde ilk aşamayı başarılı biçimde tamamlayarak ikinci aşamaya geçti. 
Bu dönem, “ Yeni normal ”e kademeli dönüş sürecini başlatan “ Kontrollü Sosyal Hayat ” olarak nitelendirilebilir. 
Karşı karşıya olduğumuz meydan okumanın boyutu ve şu ana kadarki başarı hikayemiz, Türkiye’nin kurumsal ve operasyonel yeteneklerinin açık bir kanıtıdır. 

Türkiye’nin kapsayıcı sağlık sistemi, donanımlı hastaneleri ve yetkin sağlık çalışanları pandeminin başarılı biçimde üstesinden gelinmesinde etkili oldu. Ülkemizin başarısının altında, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın liderliğinde son 18 seneyi aşkın süredir sağlık sisteminde sağlanan kapsamlı dönüşüm ile hastanelere yapılan yatırım yatmaktadır. 
Dışişleri Bakanlığımız krizin başlangıcından bu yana 145 Ülkede bulunan 246 Dış temsilciliği ile aktif bir rol oynamaktadır. Bakanlığımız özellikle yurt dışında bulunan vatandaşlarımıza destek sağlanması ile Türkiye’nin COVID-19 bağlantılı çabalarının diğer ülkelerle ve ilgili uluslararası kuruluşlarla koordine edilmesinde etkili olmaktadır. 
Bakanımız Sayın Çavuşoğlu’nun talimatlarıyla, pandeminin neden olduğu zorlukların üstesinden gelebilmek amacıyla tüm imkanlarımızı seferber ettik; bir Koordinasyon ve Destek Merkezi (DKDM) kurduk ve Konsolosluk Çağrı Merkezi mizin çalışma odağını değiştirdik. 
DKDM’yi; zor durumda kalan vatandaşlarımızın dünyanın tüm bölgelerinden ülkemize getirilmeleri, yurt dışında yaşayan ve pandemi nedeniyle hayatları olumsuz etkilenen vatandaşlarımızın desteklenmesi, Türkiye’nin diğer ülkelere ve topluluklara yaptığı sağlık yardımlarının yürütülmesi ve sınır geçişleri ile ticaret akışıyla ilgili sorunların çözülmesi gibi çok sayıda işlevi yerine getirebilecek şekilde donattık. 
Pandeminin başlangıcından bu yana 130 ülkeden 85.000’in üzerinde vatandaşımızı ülkemize getirirken, aynı zamanda 1120 diğer ülke vatandaşlarının tahliye uçaklarımızla ülkelerine ulaşmalarını sağladık. Ayrıca, ülkemizde bulunan 36.000 yabancının 90 ülkeye tahliyesini gerçekleştirdik. 
Hasta vatandaşlarımızı ücretsiz olarak tahsis ettiğimiz ambulans uçaklarla ülkemize getirerek tedavi altına alıyoruz. 
Koşullar nedeniyle tahliye edemediğimiz vatandaşlarımızın her birine de destek oluyoruz. 
Türkiye girişimci ve insani dış politika anlayışıyla ve işbirliği ile dayanışmaya duyulan ihtiyacın bilinciyle, 125 ülke ve 3 uluslararası kuruluşa tıbbi yardımda bulundu. Bu Türkiye’yi dünyada en fazla tıbbi yardımda bulunan 3. ülke haline getirdi. Sağladığımız tıbbi malzemeler arasında yoğun bakım ünitelerinde hayat kurtarılmasını sağlayan, kendi üretimimiz vantilatörler de bulunuyor. Türkiye bunun yanı sıra, virüse karşı aşı bulunmasına yönelik yürütülen uluslararası çabalara da aktif biçimde katılım sağlıyor. Özetle, Türkiye bir kez daha küresel bir oyuncu ve tüm insanlığın iyiliği için güvenilir bir ortak olduğunu kanıtlamıştır. 
Bakanlığımız vatandaşlarımızın refahı, emniyeti ve güvenliği için yürüttüğü lojistik çalışmalara ek olarak, Türkiye’nin sert sularda emniyetli biçimde seyrini sağlamaya yönelik stratejik düşünce de üretiyor. COVID-19 bağlamında küresel siyasete ilişkin literatür, uluslararası ilişkiler uzmanlarının görüşlerini paylaşmalarıyla hızlı biçimde oluşuyor. Biz takip ettiğimiz bu analizlerden faydalanıyoruz ve aynı zamanda yeni yeni şekillenmeye başlayan bu literatüre aktif biçimde katkıda bulunuyoruz. 

Bugün dünyanın her bir yanındaki hükümetler, vatandaşlarını son derece bulaşıcı ve ölümcül bir virüsten korumak gibi büyük bir sorumluluğun gereğini yerine getiriyorlar. Sosyal ve ekonomik yansımalarına bakmaksızın insanlar arası etkileşimleri kısıtlamaktan ve günlük yaşamlarımızı buna göre yeniden tasarlamaktan başka seçeneğimiz bulunmuyor. Uluslararası ilişkiler alanı da bu virüsten bağışık değil. Gerçekten de, bugünün uluslararası ortamındaki belirsizlik seviyesi daha önce örneği görülmemiş bir düzeydedir. COVID-19 diğer başka şeylerin yanısıra, ulus devletleri, uluslararası kuruluşları, küresel yönetişimi ve büyük güç rekabetini de etkilemiş bulunmaktadır. 

COVID-19'dan sonra dünya nasıl olacak? Daha fazla rekabet mi yoksa daha fazla işbirliği mi yaşanacak? Pandeminin devam ettiği ve ne zaman sona ereceğinin kimse tarafından söylenemediği bir dönemde bu sorulara cevap aramak oldukça zor bir iş. Bununla birlikte, ilk belirtiler pandeminin maalesef uluslararası ilişkilerde daha önce var olan rekabetçi eğilimleri güçlendirdiği yönünde. COVID-19 ortaya çıkmadan önce devletler, özellikle daha zengin olanlar oldukça bencilleşmiş ve küresel meselelerde sorumluluk almayı daha az tercih eder duruma gelmişlerdi. Küresel yönetişim baskı altındaydı. 
Uluslararası kuruluşlar ilgili kalabilmenin mücadelesini veriyorlardı. Azalan küresel işbirliği, artan milliyetçilik ve büyük güç siyasetiyle el ele ilerliyordu. Küreselleşmeden uzaklaşma artmıştı; evrenselcilik ve kural temelli uluslararası düzen çırpınıyordu. COVID-19 tüm bu gelişmeleri öne çıkardı ve hızlandırdı. 
Mevcut uluslararası sistemin; uluslararası toplumun COVID-19 krizi ile sosyal, siyasi ve ekonomik etkilerinin üstesinden gelmesinde ne derecede etkisiz olduğu bugün belirgin biçimde kanıtlanmış durumda. Belirgin olmayan husus ise bu konuda ne yapacağımız. Önümüzde iki alternatif bulunuyor: her devletin kendi yoluna gittiği artan soyutlanma veya devletlerin uluslararası kuruluşları yeniden şekillendirdiği ve küresel sorunlara küresel çözümler bulunabilmesi amacıyla imkanlarını birleştirdikleri güçlendirilmiş çok taraflılık. Bizim, insanlık olarak, küresel siyasi ve ekonomik sorunları aşmanın yanı sıra çevresel, kültürel ve sağlıkla ilgili sorunlara çözümler üretebilecek, kabiliyeti yüksek, kaynakları geniş ve güçlü irade sahibi uluslararası kuruluşlara ihtiyacımız bulunuyor. Pandemi bunu net biçimde ortaya koydu. Tüm ülkeleri kendi ihtiyaçları ve imkanları doğrultusunda işbirliğine sevk edebilecek kurumsal yaklaşımları ele almak iyi bir başlangıç noktası olabilir. 
COVID-19 halihazırda trajik biçimde çok sayıda can kaybına, küresel ekonomik durgunluğa, işsizlik oranlarının tırmanmasına ve gelişmekte olan ülkelerde fakirliğin artmasına neden oldu. İleride başka zorluklarla da karşılaşılması muhtemel. 
Bununla birlikte, COVID-19 bu ölçekte deneyimlediğimiz ilk kriz değil. İnsanlık bugüne kadar başka çok sayıda pandemiye maruz kaldı. Her krizden daha da güçlenerek çıkmış olmamız iyi haber. Bu nedenle bu pandemide aşırı karamsar olmamız ve bugüne kadar müştereken inşa ettiklerimizi terk etmemiz için bir neden bulunmuyor. Uluslararası kuruluşları reforma tabi tutmaya ve güçlenmelerini sağlamaya katkıda bulunmak her devletin çıkarınadır. Dünya daha fazla belirsizliğe ilerlerken, ülkelerin birlikte çalışmalarına duyulan ihtiyaç zorunlu hale gelmiştir. İlk görev COVID-19’un yok edilmesidir. Bir sonraki aşamada, gelecekte karşılaşılabilecek tıbbi acil durumlar gibi küresel meydan okumalara gerektiği şekilde hazırlıklı olabilmemiz, insani ve kalkınma yardımları sağlayabilmemiz, göç ve mülteciler konusuyla uygun biçimde ilgilenebilmemiz ve çatışmaları çözümleyebilmemiz için uluslararası sistemin yeniden şekillendirilmesine odaklanmalıyız. 
Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın “Dünya Beşten Büyüktür” görüşünü hatırlatır biçimde, adil bir dünya düzenine duyulan ihtiyaç herkes için bir kez daha aşikar hale gelmiştir. Pandemi, insanlığın aynı gemide olduğunu ve bu gemiyi güvenli biçimde sağlık, adalet ve refah limanına ulaştırmanın hepimizin görevi olduğunu göstermiştir. Türkiye, COVID-19 sağlık kriziyle mücadelede sergilediği başarılı performansıyla ve uluslararası koordinasyon çabalarına aktif desteğiyle, söz konusu görevin yerine getirilmesinde tecrübelerini paylaşmaya ve katkı sağlamaya hazırdır. 
Diğer tüm büyük küresel krizlerde olduğu gibi, bu pandemi de belirli tehditler ortaya çıkarmış ve yeni fırsatlar sunmuştur. Uluslararası toplumun ileride bugün olduğu gibi acı çekmesinin önüne geçmek ve devletlerin bir sonraki pandemiye karşı tek başlarına mücadele etmek zorunda kalmalarını engellemek için risklere hazırlıklı olmalı ve fırsatları değerlendirmeliyiz. İşbirliği ve dayanışma bu nedenle kaçınılmazdır. 

***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

1957 Seçimleri ve Sonrası Dönem


1957 Seçimleri ve Sonrası Dönem 

1957 seçimlerinde DP’nin oyları öncekilere göre azalmış, ancak seçim sistemi sayesinde 419 sandalye kazanmıştır. CHP 173, CMP 4 ve HP ise 4 milletvekilli çıkarmıştır. Meclise 2 de bağımsız milletvekili girmiştir. CHP %41 oranında oy alırken milletvekilliği oranı %29 da kalmıştır. DP ise %47 oranında oy almasına rağmen milletvekilliğinin %70’ine sahip olmuştur. CHP birçok yerde usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla sonuçlara itiraz etmiştir.432 

HP’nin ( Hürriyet Partisi ) 1957 seçimlerinde aldığı oya bakıldığında pek varlık gösteremediği vakiyken; yaptığı tahribatın asıl etkisi: seçmenin DP karşısında kurulacak cephenin merkezi olarak CHP’yi gördüğünü ortaya koymuş olmasıdır. Nitekim 1957 seçimlerinin ortaya koyduğu tablo DP için tehlike çanlarının çalmasıyken muhalefet açısından durum, umut vericidir.433 

CHP, DP’ye karşı muhalefette yalnız kalmış bir parti değildir. Karizmatik kişiliğinin önemli bir parçasını oluşturan güçlü hatipliğiyle Osman Bölükbaşı ve partisi Cumhuriyetçi Millet Partisi; Tahsin Demiray’ın Türkiye Köylü Partisi; ispat hakkı tartışmaları içinde DP’den koparak kurulmuş olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun HP’si de partileşmiş muhalefetin diğer unsurlarıdırlar. Buna rağmen 1950–1960 arası dönemin asıl mücadelesi DP ve CHP arasında geçmiştir. Diğer partiler, CHP’nin kaybettiği iktidara biran evvel yeniden kavuşmak amacıyla yıkıcı muhalefet yapan muhteris bir parti olmadığını; ancak rahatsızlığın hemen her kesimden geldiğini ispatlar konumlarıyla önem taşımaktadırlar. CMP siyaset bilimcilerinin tabiriyle bir kişi partisi434 mevkiindeydi ve yurt genelinde tabanı olmaktan çok liderinin memleketi olan Kırşehir’de bloklanmış bir oy potansiyeline sahipti. HP ( Hürriyet Partisi )  ise 
adeta bir liderler topluluğudur. Ekrem Hayri Üstündağ, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Raif Aybar, Turan Güneş, Fethi Çelikbaş, Ekrem Alican, Aydın Yalçın gibi isimlerden oluşan parti, İnönü ve Menderes gibi geniş kitleleri peşinden sürükleyecek yapıda kurulmamıştır. Sonuç olarak, Celal Bayar’a göre 27 Mayıs ile partiler arasındaki mesafeye konu olabilecek belli başlı iki parti vardır: DP ve CHP. CHP’nin 27 Mayıs öncesinde basını, üniversiteyi, yargıyı, ordunun bir kesimini ve gençliği bir hedef etrafında topladığı; DP’yi diktaya giden tutum ve uygulamalarıyla sonraki yıllarda zinde güçler olarak adlandırılan bu kesimlere jurnalleyerek askeri bir darbeyi tahrik ve teşvik ettiği söylenir olmuştur.435 

1957 sonrasında, bir sonraki seçime kadar olacak iktidar yürüyüşünün rotası tespit edilirken tek hedefli fakat farklı kollardan muhalefet edileceğinin emareleri görülmeye başlanmıştır. 

Ana Muhalefet lideri nezdinde seçim sonrasındaki her gün bir sonraki seçim yarın yapılacakmışçasına yoğun bir propaganda faaliyetlerine konu edilmelidir. Basının bilinen kalemleri yurt gezilerine çıkarak iktidarı topa tutarak, İnönü’yü İstiklal Savaşının muzaffer kumandanı olarak selamlamış; propaganda gezileri manşetlere militarist öğeler içeren tarzda taşınmıştır. Trakya Çıkarması, Ege Taarruzu gibi isimler verilen geziler, iktidar partisini tahrik edecek hareketler eşliğinde yürütülmüştür.436 

CHP, DP’ye bilenirken, ekonominin durumu pek de iç açıcı değildir. 1950 yılından sonra birden girişilen enflasyonist yatırımların ve altın karşılığı kağıt para sisteminden uzaklaşılarak, karşılığında altın stoku bulunmayan dinamik kağıt para sistemi uygulamasının doğurduğu fiyat yükselmeleri, devalüasyon operasyonuna zemin hazırlamıştır. Sabit ve dar gelirli vatandaşın geçim sıkıntısı, her geçen gün artmıştır. Özellikle, Türk parasının dış piyasalardaki değerinin sürekli olarak düşmesi, ülke ekonomisinin itibarını sarsmıştır. Bütün bunların 
yanında, 1958 yılı devalüasyonu, ödemeler bilançosundaki bazı önemli boşlukları kapatmış, fakat beklenilen ekonomik dengeyi sağlayamamıştır. Seçimlerin ardından 4 Ağustos 1958 tarihinde “İktisadi İstikrar Tedbirleri” adı altında yapılan bu devalüasyonda, Türk Lirası %220 değer kaybederek; bir dolar, 900 kuruş yani 9 TL olmuştur. Devlet harcamaları kısılmış, KİT ürünlerine zam yapılmıştır.437 Ekonomik ve siyasal bunalım gittikçe derinleşmiştir. İlk askeri darbeye giden yolun siyasal taşları da döşenmeye başlamıştır. “Tahkikat Komisyonu” ise sonun başlangıcı olmuştur. 438 

Türkiye’de Gizli Askeri-Darbeci Komitelerin Kurulması 

Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren ordu içinde birtakım farklı gruplaşmalar olduğu görülmüş, 1954’den sonra darbe amaçlı teşekküllere başlanmıştır. Kurulan gizli örgütlerin miladı konusunda bir netlik yoktur. 27 Mayıs 1960 Darbesini yapan askerlerin anıları incelendiğinde üç ana örgütün varlığı göze çarpar. Bunlardan birincisi 1954 yılı sonbaharında, bir pazar gecesi Tuzla Uçaksavar Topçu Okulu’nda Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay’ın kurdukları örgüttür. Seyhan “... bir gizli cemiyet en az iki kişiden kurulur. Neden seninle ben, bu cemiyeti teşkil eden iki kişi olmuyoruz”439 sözleri sonrasında yaptıkları yemini başlangıç noktası olarak kabul etmiştir. Ardından sırasıyla Yüzbaşı Süreyya Yüksel, Yüzbaşı Turan Okan ve Yüzbaşı Nejat Kumaşoğlu teşkilata katılmıştır. Beş kişilik örgütün Süreyya Yüksel’in Fenerbahçe’deki evinde yapılan toplantısında Seyhan, genel sekreterliğe seçilmiştir. Seyhan, bir komite de Kara Harp Akademisi’nde okurken sınıfın en kıdemlisi, o zamanki rütbesiyle Binbaşı Faruk Güventürk’le birlikte kurmuştur. Seyhan eski komitesinin yemin metnini yeniden hazırlıyormuş gibi el yazısı ile tekrar yazmıştır. Güventürk’le birlikte teşkilatın ana esaslarını belirlemişlerdir. Ardından Orhan Kabibay’ın bu yeni komiteye katılmasını sağlamıştır. Kabibay, yeniden komiteye giriyormuş çasına yemin etti. Üç kişilik bu komitenin başkanı Güventürk, genel sekreteri de Seyhan’dır. Bir başka gizli örgüt Ankara’da Talat Aydemir tarafından kurulmuştur. İstanbul’da örgütlenmenin ciddi boyutlara geldiği anlarda Ankara’da da DP iktidarına karşı cunta hareketlerinin kurulması ve DP iktidarına son verilmesi için örgütlenme modelleri tartışılmaktadır. Bunlardan biri de Ankara’da görevli olan Talat Aydemir ve ekibidir. Çevresinde bulunan yeni nesil subaylarla yaptığı tartışmalar sonucunda, 1956 yılında fikir birliğine ulaştığı arkadaşları Sezai Okan ve Osman Köksal ile birlikte ordu içinde yapılacak çalışmaları genişletmenin yollarını aramıştır. 1956 yılının ekiminde buradaki ortamın ve subayların bürünmüş oldukları karamsarlıktan bahsederek, fikri yakınlık kurmakta zorlandığından yakınır. 440 

Ankara’da oluşan bir diğer ekip ise Sadi Koçaş ve Kenan Esengil’in oluşturduğu ekipti. Bu ekipte yer alan Sadi Koçaş’ı 27 Mayıs öncesi ve sonrasında kilit noktalarda görmek mümkün olacaktır. 1957 yılında İstanbul’a gelen Sezai Okan ve Adnan Çelikoğlu ile çalışmalarını hızlandıran Aydemir ekibi kısa sürede Seyhan grubu ile bağlantı kurup ekiplerini birleştirme kararı almıştır. Birleşme 1957 yazında Üsküdar’da tarihi birleşmelere uygun bir evde, Jön Türk Devrimi’nin 1909’da ki kurtarıcısı Mahmut Şevket Paşa’nın bir zamanlar işgal etmiş olduğu evde törenle kutlanmıştır.441 Talat Aydemir, Sezai Okan, Rafet Aksoyoğlu, Fahrettin Ermutlu, Rauf Gökçe, Ahmet Yıldız, Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay katılmış ve silah üzerine yemin etmişlerdir.442 Yeni başkan Talat Aydemir toplantıya Osman Köksal ve Alparslan Türkeş’in vekâletini alarak gelmiştir. Kendisi başkan, genel sekreter ise Ahmet Yıldız olmuştur. 443 

Gizli örgütün yapılandırılması, genişlemesi, üye sistemi, örgütlenme modeli gibi konularda anlaşma sağlanmakla birlikte temel konuda farklı düşüncelerin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. 

Özellikle Talat Aydemir ve Dündar Seyhan gibi radikaller hemen bir devrimden, daha ihtiyatlı komplocular ise darbeyi son çare olarak görmekten ve ilk adım olarak ordu içinde reformları öne çıkarma üzerine yoğunlaştırmaktan yanadırlar. Bu saflaşma Dündar Seyhan’ın kendi grubu içinde yaptığı konuşmada net biçimde ortaya çıkmaktadır. Seyhan: “Ordu da ıslahat yapacağız diyoruz. Bunun için çalışıyoruz, hazırlanıyoruz. Ama dava ordudaki ıslahatla halledilemez. Memleketi ıslah etmek, kurtarmak lazım. Politikacıların tutumu ortada. Onların bir şey yapacağı yok. Bu bakımdan yakında hükümeti bertaraf etmemiz bahis konusu olabilir. Hazırlıklarımızı bir ihtilale göre geliştirmeliyiz. Bunun için 
gerekirse kan dökmekten çekinmemeliyiz. Kan dökülecekse dökülür, başka çare yoksa hem de çok dökülür…” derken ilk defa ihtilal kelimesini telaffuz etmiştir.444 

Örgütün toplantılar sonucu ortaya koyduğu stratejiye de değinmek gerekmektedir. Stratejik noktaları sıralanırsa: 

a) Komitenin genişletilmesi. Komiteye alınacakların güven telkin edip etmediklerine dikkat etmek. 
b) Komiteye ordudan albay rütbesinden fazla bir rütbeye sahip hiç kimse alınmayacak. (Bu madde ile 1959 yılına kadar örgüte general dahil edilmemiştir. Albay ve altı rütbede ki yoğunlaşmalar daha sonra emir komuta zincirinde sorunlar doğuracaktır) 
c) Komiteye dahil edileceklerde aranılan vasıfların belirlenmesi. 
d) Ordu içinde kilit noktaların tespit edilmesi. 
e) Komitenin genel prensiplerinin belirlenmesi. 
f) Ordunun kalkınması için gerekli olan konuların tespitinin yapılması ve etüt edilmesi 
g) Komite içinde yardımlaşma ve haberleşme usullerinin belirlenmesi. 
h) İhanette bulunanların infaz edilmesi. 445 

Komitenin ana hatları ile yukarıdaki maddeleri temel alması artık ordu içinde genişlemenin izlerini verirken, geçmişte var olan ve kendiliğinden gelişen muhalif izlerin örgütlenmeye başladığı görülmektedir. Cunta eğilimlerine giren ekip gelecekteki darbenin tohumlarını atarken stratejiyi de belirlemiştir. Esas olanın ordu da reform değil, iktidarı ele alabilecek bir darbe girişimi olduğu artık netleşmiştir. 

Aydemir'in anılarından Muzaffer Özdağ’ın da ilk komiteyi sahiplendiği anlaşılmaktadır. Aydemir komiteyi 1956 yılında kurduklarını söyleyince Özdağ gülerek biz daha önce (1952) kurduk demiştir. Yüzbaşı rütbesindeki Özdağ, o tarihte Harp Okulunda öğrenci idi. “Kanlarını akıtarak bir mendil üzerine Türkiye haritası yapmışlar ve 1960’da MBK üyesi olarak Meclis’te ettikleri yeminin aynısını tekrarlamışlardı.” 446 Bu örgütlerin amaçları başlangıçta “orduyu ıslah etmekti.”447 Ancak gizli örgütlenmelerle birlikte darbeden sonra ne yapılacağı konusunda da çalışmalar yapılmıştır. Yıldız bu konuda bir görev bölümü yaptıklarını yazmıştır. Yıldız’a göre o dönemde görüştükleri “seçkin insanlar” kendilerine iyi bir anayasa ile seçim yasasının hazırlanıp yürürlüğe konmasının sorunların çözümü için yeterli olacağını söylemiştir.448 Buradan da anlaşılacağı üzere ordudaki örgütlenmelerin her ne kadar seçimlerin dürüst yapılmasını sağlamak gibi meşru bir amaç için başladığı iddia edilse de daha sonra iktidara yönelik hazırlıklar ihmal edilmemiştir. 

Dokuz Subay Olayı 

Seçimlerden sonra kurulan Beşinci Menderes hükümeti, 1950–1960 Döneminin son hükümeti olmuştur. Bu hükümet göreve gelir gelmez yaşanan “Dokuz Subay Olayı” 1958 Türkiye’sinin önemli gündem maddelerinden bir olmuştur. 

Bu olayın gelişimi şu şekilde anlatılabilir. Yukarıda bahsi geçen komiteler yoğun bir örgütlenme içindeyken kendilerine baş olabilecek kişilere ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu çerçevede temasa geçilenlerden birisi de Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’dir. Yaveri olan Birleşik Komite üyesi Adnan Çelikoğlu vasıtasıyla temasa geçen Faruk Güventürk, Şemi Ergin’e darbenin lideri olmasını teklif etmesine rağmen Şemi Ergin “Ben bir basit avukatım, bir ihtilale liderlik edecek adam değilim, böyle bir şeyle uğraşamam” yanıtı vermiştir.449 Milli 
Savunma Bakanı’nın kendine bağlı bir subayın teklifini soğukkanlılıkla dinlemesi ve herhangi bir işlemde bulunmaması Türkiye’de sivil otoritenin yapısı konusunda ciddi ipuçları ve soru işaretini de beraberinde getirmektedir. Milli Savunma Bakanı’nın harekete geçiremediği mekanizmayı hemen bir gün sonra komiteye girmeye çalışan Binbaşı Samet Kuşçu’nun ihbarı ile Menderes harekete geçirmiştir. Samet Kuşçu’nun adını verdiği isimlerin kendisini öldürebileceklerini zannetmesi, yaptığı ihbarın güvenirliğini azaltmıştır ama yine de soruşturma başlatılmıştır. Haklarında soruşturma açılan subaylar şunlardır: Albay İlhami Barut, Yüzbaşı Kazım Özfırat ve Binbaşı Ahmet Dalkılıç. Albay İlhami Barut’un başını çektiği bu grup Harp Akademisi grubundan ayrı bağımsız bir komitedir ve Samet Kuşçu ile tesadüfen ilişkiye geçmişlerdir. Binbaşı Asım Ural, Albay Naci Aşkın, Binbaşı Ata Tan ve Yüzbaşı Hasan Sabuncu ekibi ise Güventürk’e bağlı hücrelerinden biridir. Dokuzuncu kişi ise olaylardan habersiz olan emekli Albay Cemal Yıldırım’dır. Cumhurbaşkanı Bayar bu olay hakkında geniş bir soruşturma yapılıp başka örgütlenmelere meydan vermeyecek şekilde her ne varsa açığa çıkartılmasını isteyerek, olaya adeta hükümetten daha fazla önem vermiştir. 
Ordu üst yönetimi bu dönemde sessiz kalmış, Şemi Ergin istifa etmek zorunda bırakılmış ve yerine Ethem Menderes atanmıştır. Soruşturmalar sürerken bakanlığa gönderilen bir ihbar mektubu ile Birleşik Komite üyesi Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı ve Rıza Akaydın’da tutuklanmış, daha sonra serbest bırakılmışlardır.450Askeri mahkemede ordu içinde gizli bir darbe hazırlamak suçlamasıyla yargılanan dokuz subay altı ay sonra beraat etmişlerdir. İhbarda bulunan Samet Kuşçu ise orduyu isyana teşvik suçundan iki yıl hapis cezasına 
mahkûm olmuştur. 

Dokuz Subay Olayı’nın orduya yansıması oldukça ilginçtir. Gizli örgütlenmeler bu olaydan güçlenerek çıkmışlardır. Harp Akademisi’nde kurulan Birleşik Komite ise faaliyetlerini 1959 yılına kadar asgari düzeye indirmiş ve Güventürk’ün deşifre olması nedeniyle kendi içinde yapamadığı tasfiyeyi hükümete yaptırmıştır. Çünkü Güventürk aşırı davranışları ile komitenin emniyetini tehlikeye atmıştır.451 

Sadi Kocaş grubu ise Dokuz Subay Olayı’ndan en az etkilenen gruptu. Kocaş’a göre ordu müdahalesinin resmi lideri gibi davranmaya razı olacak en azından bir tane üst rütbeli general bulmak zorunludur. Bu bir bakıma ordu içindeki hiyerarşiyi de darbe yönünde aktif hale getirebilecektir. Dolayısıyla ilk önce Üçüncü Ordu Komutanı Necati Tacan ile irtibata geçmiştir. Fakat Tacan’ın 1958 yazında kalp krizi geçirmesi nedeniyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan Orgeneral Cemal Gürsel’e yaklaşmaya karar vermiştir.452 

Dokuz Subay Olayı sonrasında faaliyetlerini durdurma kararı alan Birleşik Komite 1959 yılında Kocaş grubu ile irtibata geçerek daha geniş bir yapılanmanın yanında fiilen daha geniş bir alanı kontrol etme şansını da yakalamıştır. Osman Köksal ve Sadi Kocaş’ın birlikteliği ile gerçekleşen bu ittifak, ana komitenin çatısını çizerek hücre tipi örgütlenmeyi temel almıştır. 

Komite içinde “Faik Bey” parolası ile anılan Cemal Gürsel ise fiilen olmasa bile komitenin resmi lideri olmuştur. Cemal Gürsel’in: 

“Eğer müdahaleye mecbur kalırsak kesinlikle kan dökmemeliyiz. Askeri diktatoryada ben yokum. Sandalyeler bize tatlı gelmemeli, ihtilali yapar yapmaz profesörlere yeni bir anayasa ve seçim kanunu hazırlatıp en geç üç ay içinde seçime gitmeliyiz.” diye özetlediği darbe stratejisi darbeden sonra kabuk değiştirecektir. Osman Köksal’ın Cumhurbaşkanlık Muhafız Alayı’na 
atanması ve Suphi Karaman’ın da Personel Atama Dairesi’nin başına gelmesi ile darbeci subayların atamalarının kritik birliklerle, İstanbul ve Ankara’da ki birliklere yapılması eşzamanlı olmuştur. 1959 yılının sonuna doğru komitenin önemli isimlerinden Sadi Koçaş Londra, Dündar Seyhan ise Washington Ateşemiliterliği görevine atanmıştır. Böylece Türkiye’de ihtilalci sıfatıyla anılan üç önemli isim 27 Mayıs yaklaşırken Türkiye’den uzakta kalmışlardır. Aydemir Kore’den, Koçaş Londra’dan, Seyhan ise Washington’dan gelişmeleri takip etmek zorunda kalmıştır. Osman Köksal’ın Muhafız Alay Komutanlığı’na geçmesi ve Koçaş’ın da Londra’ya atanması ile birlikte Komite’de toplantılarda başkanlık yapma işi en kıdemli olmak sıfatıyla Albay Alparslan Türkeş’e kalmıştır.453 

Komite’de tartışmaları artık darbenin yapılıp yapılmayacağı üzerine değil, darbe sonrası üzerine yapılmıştır. 

Ortaya üç fikir çıkmıştır: 

a) Askeri idare kurmak 
b) İktidarı CHP’ye devretmek 
c) Geçici bir meclis kurup idareyi yeni seçimler yapılıncaya kadar bu meclise bırakmak. 


İkinci şık baştan elenmiştir. Türkeş askeri idare ile Türkiye’nin bir müddet idare edilmesini isterken Vehbi Ersü ise üçüncü şıkkın savunucusu olmuştur. 
Daha sonra komiteye katılan Sami Küçük ise Türkeş’in doğrudan doğruya askeri diktatörlük istediğini savunarak böyle bir teşebbüsün içinde bulunamayacağını 
belirtmiştir. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

432 Eroğul, “Çok Partili…”, s.125. 
433 Sarol, 30 Ekim’de seçimin, resmi sonuçlarının açıklanmasından sonra şu yorumu yapıyordu: “Gerçekten çoğunluk sistemi hâkim olmasaydı muhalefetin aldığı oylar karşısında, belki de Demokrat Parti iktidarı kaybedecekti.” Bkz. Mükerrem 
Sarol, Bilinmeyen Menderes–II, İstanbul: Kervan Yayınları, 1983, s.784. Cüneyt Arcayürek, Bir İktidar Bir İhtilâl 1955– 1960 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–3), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1984, s.257 vd. 
434 İlter Turan, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, İstanbul: Der Yayınları, 1996, s.120. 
435 Celâl Bayar, Kayseri Cezaevi Günlüğü, Haz. Yücel A. Demirel, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1999, s.68 vd. 
436 Erer, On Yılın Mücadelesi, ss.360–365. 
437 Çelebi, a.g.e., s. 60. 
438 Mehmet Ö.Alkan, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, 1998, s. 55. 
439 Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, İstanbul, Nurettin Uycan Matbaası,1966, s. 44, İrfan Neziroğlu, “Çok Partili Türk 
Siyasi Hayatında Askeri Müdahaleler”,Yeni Türkiye Dergisi, No. 23–24, İstanbul, 1998, s. 1240; 
440 Talat Aydemir, Talat Aydemir’in Hatıraları, İstanbul, May yayınları,1968, s. 27. 
441 Hale, “Türkiye’de Ordu…”, s. 96. 
442 Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşkun, İhtilalin İçyüzü, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1962, s. 44. 
443 Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1986, s. 168. 
444 İpekçi, a.g.e., s. 40. 
445 Aydemir, a.g.e., s. 35. 
446 Öymen, a.g.e., s. 209. 
447 Erkanlı, a.g.e., s.9-10. 
448 Sadık Göksu, Darbeler Demirkıratlar ve 27 Mayıs, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1999, s.30 
449 İpekçi, a.g.e., s,65
450 Akyaz, a.g.e., s.101. 
451 Akyaz, a.g.e., s.102 
452 Hale,a.g.e., s.98 
453 İpekçi, a.g.e., s.128 

***

1954 Seçimleri ve Sonrası Dönem

1954 Seçimleri ve Sonrası Dönem 

2 Mayıs 1954 seçimlerinde DP 503, CHP sadece 31 sandalye kazanmıştır. 
DP ekonomideki gelişme sayesinde seçimlerde de başarı göstermiş ve seçimin galibi olmuştur. Seçim sistemi sayesinde %57’ye yakın oy almış ama 
milletvekilliklerinin %93’ünü kazanmıştır. CHP ise oyların %35’ini almış ama milletvekilliğinin ancak %6’sına sahip olabilmiştir. Köylü Partisi 5, bağımsızlar ise 10 milletvekili kazanmıştır. Parlamento aritmetiği, DP’ye geniş bir hareket alanı sağlamıştır. DP, meclis çoğunluğu ile ulusal iradeyi özdeşleştirmiş tir. 
1954 seçimleri CHP açısından yeni bir umut olarak görünmüştür. Fakat seçim sonuçları 1950 seçimleriyle kıyaslandığında iktidarın gücünü perçinlediği; 
muhalefetin ise erimeye başladığını gösterir nitelikte olunca, CHP için derin bir hayal kırıklığının yaşandığını söylemek mümkündür. 1954 seçim sonuçları 
CHP içinde partinin son iktidar yılında başvekili olan Şemsettin Günaltay tarafından, kısa süreli de olsa bir lider tartışmasının yapılmasına neden olmuştur. Günaltay, başında İnönü’nün bulunduğu bir CHP’nin asla iktidar olamayacağını beyan eden cümleler sarf etmiştir.410 

Menderes’in 1954 seçimlerinde oyunu arttırıp iktidarda kalması, 1950’den beri devlet kurumları açısından duyduğu kuşkuları bir kenara atmasına neden olmuştur. 

DP üst yönetiminin 1950’de büyük bir başarı kazanmalarına rağmen bürokrasiye olan güvensizlikleri belirgindi. İsmet Paşa’ya sadakatinden kuşkulandıkları 
orduya karşı bir tedirginlikleri vardı. 

Karizmatik bir görüntüsü olmamasına rağmen İnönü, Atatürk’ün sadık silah arkadaşı ve ülkenin en kıdemli devlet adamı olarak saygı görmekteydi. 
DP’liler “Paşa Faktörü” dedikleri şeyle, yani ordunun ve bürokrasinin önderlik ettiği “ Zinde kuvvetleri ” temsil eden İnönü ile, Kendilerini karşı karşıya 
bulmuşlardı.411 

1954 yılında ekonomik açıdan sıkıntılı bir dönem başlamıştır. Elverişli hava koşulları bitmiş, tarımsal üretim gerilemiştir. Kore Savaşı bitmiş, dünya 
piyasalarındaki tarımsal ürün talebi de sona ermiştir. DP, seçim havasına girerek iktisadi kuralları bir kenara itmek durumunda kalmıştır. 

Daha az büyüme ve daha az harcama yapmayı tercih etmemiştir. Dünya piyasalarında tarımsal malların fiyatları hızla düşerken Toprak Mahsulleri Ofisi 
(TMO) devreye sokulmuştur. 

Buğday yüksek fiyatla alınmış, ama kentliye de ucuz ekmek yedirilmiştir. 

Aradaki fark TMO’nun zararı olarak görünmüştür. Bu sübvansiyon piyasadaki para miktarının artmasına neden olmuş ve döviz darboğazı gündeme gelmiştir. 
Dış kredi arayışı başlamıştır. Hükümetin başvurusu üzerine Ankara’ya ilk kez IMF heyeti gelmiştir. 

IMF klasik reçetesini önermiştir: “ Harcamaları kısın, KİT ürünlerine zam yapın ve dış ödemeler dengesini için yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirin.
” Hükümet seçime giderken “kemer sıkmak” niyetinde değildir. Ekonomik sıkıntı, siyasal gerginliği de beraberinde getirmiştir. Siyasal ve toplumsal muhalefet 
güçlenmiştir. Bu nedenle ekonomik önlemler ertelenmiş, seçim tarihi ise bir yıl erkene yani 1957’ye alınmıştır. 

1954–1957 yılları bir anlamda DP’nin gösterdiği performansın geniş kitleler nezdinde sorgulanır olduğu bir dönem olarak göze çarpmaktadır. 
Bürokrasinin asker ve sivil kanadının var olan geleneksel muhalefetine, iktisadi darboğazın olumsuz etkileriyle bunalan kitlelerin hoşnutsuzluğu da eklenince 
zaten parti içi hizipleşmelerin neredeyse zirve yaptığı DP, bölünme sürecine girmiş, bu süreç Hürriyet Partisi’nin kurulmasıyla somutlaşmıştır.412 

6-7 Eylül Olayları 

6–7 Eylül Olayları olarak anılan süreç, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin yanındaki Türk konsolosluğunun bahçesine atılan iki bombadan birinin patladığı, evin ve konsolosluk binasının camlarının kırıldığı haberi ile başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere, üç büyük kentte halkın sokağa dökülmesi ile başlamıştır. 6–7 Eylül olayların bu şekilde hızlı ve yıkıcı gelişmesinde Selanik’te Atatürk’ün evinin Rumlar tarafından bombalandığı haberinin öğle ajansına saat 13:00’te ulaşıp İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısını yaparak iki saat 
içerisinde İstanbul’da 1300 adet civarında satılması etkili olmuştur.413 

Bomba haberi üzerine “Kıbrıs Türktür Derneği” ve üniversite öğrencileri tarafından bir nümayiş düzenlenmiş ve gruplar halinde Taksim’e doğru yürüyüş başlamıştır. Taksim alanında saat 19.00’dan itibaren başlayan gösterilere katılanların sayısı gittikçe artmış, büyük bir galeyana kapılan halk; başta Beyoğlu olmak üzere, azınlıkların, çoğunlukta yaşadıkları semtlerde yangınlar çıkaracak, mağazaların vitrinlerini kırarak kiliselere ve mezarlıklara saldırılarda bulunacaklardır. Olaylar kısa bir süre sonra, adeta bir yağmaya dönüşecektir.414 

DP iktidarı olayların ağır bir komünist tertip ve tahribat olduğunu beyan ederek şöyle bir tebliğ sunmuştur: 

“Kıbrıs meselesi etrafında cereyan eden hadiseler dolayısıyla aylardan beri umumi efkârda hâsıl olan şiddetli heyezana inzimamen Selanik’te aziz Atatürk’ün evine ve konsolosluğumuza karşı tertiplenen suikast; kısmen maksatlı ve hainane kısmen de idrak ve şuurdan mahrum tahrikçilerin de tesiriyle büyük kitlelerin vücuda getirdikleri nümayişhareketlerine sebep olmuş ve bu hal bilhassa İstanbul’da gecenin geç saatlerine kadar devam etmiştir. Bu esnada büyük ekseriyeti Rum vatandaşlarımıza ait olmak üzere dükkân ve 
mağazalara girilmek suretiyle büyük tahribat yapılmış olduğunu en derin teessür ve teessülerimizle ifade etmek isteriz. Denilebilir ki dün gece İstanbul ve memleket esas itibariyle ağır bir komünist tertip ve tahrikler ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır. Bu şuursuz ve memleketin yüksek menfaatlerine kastedici hareket, bir kısım milli serveti yok etmekle beraber, bütün hakları Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun teminatı altında bulunan Türk Vatandaşlarından bir kısmını da telafisi ağır zararlara uğratmış ve büyük bir felaket halini 
almış bulunuyor. Bu vatandaşlarımızın maruz kaldıkları zararları süratle telafi ve tazmin hiç şüphe yok ki, devletlik vasfının icaplarındandır ve bu icap yerine getirilecektir. Bu hadiselerin şiddete ihlal ettiği amme huzur ve asayişini yeniden ve derhal tesis için bütün gerekli tedbirler alınmış ve alınacaktır. Hadiselerin cereyanı sırasında en acil bir tedbir olmak üzere İstanbul ve İzmir’de fevkalade halin mevcudiyeti ilan edilmiş ve fakat, hükümet kuvvetlerinin vaziyete hakim olmaları üzerine kaldırılmıştır. Maksatlı ve şuursuz tahriklerin de büyük tesiri bulunan bu çok acıklı hadisenin doğrudan doğruya alet ve failleriyle bunu tertip ve tahrik edenler mutlaka ve süratle cezalandırılacaktır. Şimdiye kadar birçok tahrikçiler yakalanmış ve bunlar hakkında kanuni takibata başlanmıştır. Şuur ve idrak sahibi memleketin yüksek menfaatlerine hürmetle bağlı bütün vatandaşlarımızın hükümet icraatına yardımcı olmaları bugün en mühim vatan vazifesidir.”415 

10 Eylül 1955 tarihinde TBMM Yüksek Reisliğine verilen dilekçe çerçevesinde başlayan görüşmelere muhalefet partisi adına CHP Malatya milletvekili İsmet İnönü şunları söyleyerek başlamıştır: 

…6-7 Eylül hadiselerinde kayıplarımız, asıl manevi cihetten pek ağırdır. 
Vatandaşın el sürülmez hakları kanun himayesi, hukuk devleti gibi mefhumlar da ağır sarsıntılar geçirdi. Bu hareketler, vatanı cehennem kılan, Türk milletini 
medeniyet ailesinde lekelemek isteyen teşebbüslerdir. Her manasıyla milli bir 
felakete uğradık. Tecavüzleri büyük, alicenap, masum milletimiz bir baştan öbür 
başa ret ve tel’in eder. Tecavüzlere TBMM asla müsamaha etmeyecektir… 
Hadiselerin her tarafı karanlıktır. Bu kadar tertipli ve teçhizatlı bir tecavüz ne 
vakitten beri, nasıl hazırlanmıştır? 6 Eylül saat, öğleden sonra, 5-6’dan itibaren 
vahim tabiatta başlayan tecavüzler serbestçe nasıl gelişiyor? Nihayet askeri 
kuvvetler, sivil idarenin talebiyle derhal yardıma gelebilirlerdi… Hadise yerleri de 
büyük askeri merkezlerdir. Hep bildiğimiz hicap ve elem verici tereddüt 
mevzularını tekrarlamayacağım. Hadiselerin hazırlanışı ilerleyiş seyrinin mutlaka 
meydana çıkmasını isteriz. Tecavüzlerin karakteri de tetkik edilmeye değerdir…416 
Konuşmadan anlaşılacağı üzere bu olayın karanlık odaklar tarafından tertip edildiği İnönü tarafından dillendirilmiştir. DP’nin İstanbul milletvekili Aleksandros Hacopulos ise olaylarla ilgili şunları söylemiştir: 

…Bu hadiselerin vukuu anından itibara pek muhterem Hükümet Reisimiz Adnan 
Menderes ve kıymetli vekillerimizin sarf etmiş oldukları ve sarf etmekte devam 
ettikleri muazzam gayret ve gösterdikleri hakiki ve kardeşane alakadan dolayı 
kendilerine ne kadar teşekkür etsem azdır. Ellerinden geldiğini yapacaklarına da 
eminim. Dinin Hristiyan olması hasebiyle değil, bir Türk Vatandaşı ve bu milletin 
mümessili olarak medeniyetimize ve tarihimize vurulmuş olan bu darbe beni son derece üzmüştür, üzmemesine de imkan yoktur… Rum vatandaşlarımızın maddi zararlardan ziyade memleketimizin düçar olduğu manevi zarardan dolayı daha ziyade müteessir olduklarını burada kati olarak ifade etmek isterim. Asil Türk milleti bu hareketleri cezasız bırakmayacaktır. Türk milletinin alnına ve tarihine kara leke sürmek isteyenlerin bu alçakça hareketlerinin tekerrürüne meydan verilmeyeceği aşikârdır. Bunlar medeni ve hür milletler camiası içindeki şeref ve haysiyet ve itibarımızı rencide etmek istemişlerdir. Bütün medeni dünyanın gözleri bize çevrilmiştir. Bunun maddi ve manevi zararlarını kısmen dahi olsun muhakkak ki telafi edeceğiz. Hepinizden bunu beklerim.417 
Başbakan Adnan Menderes ise olayların arkasında farklı odakların olabileceğinden bahsetmiştir: 

Talebe Cemiyetleri, Kıbrıs Cemiyeti, daha başka ve bu kabil teşekküller gibi, 
mevcut kanunlarımızın himayesi altında kurulmuş olan Cemiyetler, bir takım 
muzır eşhasın, muzır faaliyetlerin meşrutiyet kisvesini ve siperini teşkil etmiş 
oldular. Hadise nasıl başladı? Hadise bir gençlik, bir talebe grubunun harekete 
geçmesiyle başladı. Bu bir anda İstanbul’un her tarafında hazırlanmış olan 
ruhların ve insanların birden harekete geçmesiyle bütün İstanbul’u sarmış oldu. 
Şimdi bunun teferruatına ve bir takım sebeplerine girmek sizin şu kadarını 
söylemek lazımdır. Polis, emniyet memuru, emniyet amiri hiç vazife görmedi bu 
üç bin kişiyi birkaç saat içinde karakollara hapsedenler kimlerdir? Emniyet 
Teşkilatının 1000–1500 kişilik kadrosu, hadisenin cereyanı esnasında üç bin kişilik bir suçlu grubunu tevkif etmiş bulunuyordu. Bununla emniyet teşkilatının tam kudretiyle vazife görmüş olduğunu söylemek istiyorum. Asla, Mesuller vardır ama hadisede tarif ve tasvir edildiği gibi de değildir... Hadiseler başladığında tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde cereyan etti. Haberimiz yok mu idi? Vardı. Neden önlemediniz, diyeceksiniz, önlemek için kafi kuvvetlerimiz mevcuttu. Fakat hadise bir anda öylesine imbisat etti ve yaratılmış olan psikoz o derece müessir bir şekilde bütün zabıta kuvvetlerini ilk anda hareketsiz bıraktı ki, milletçe milli bir felakete maruz kalındığını, hakikaten baskına uğranıldığını kabul etmek lazımdır…418 

İstanbul’da meydana gelen olaylar, parti içi muhalefeti harekete geçirmiştir. Ancak parti disiplini ve başbakanın siyasal ağırlığı sonucunda gelen ihraç ve istifalar, DP’nin aynı doğrultuda siyasetini sürdürmesine engel olamamıştır. Olaylardan bir ay sonra, DP IV. Büyük Kongre hazırlıklarının yoğunlaştığı günlerde, DP’li 11 milletvekili “ispat hakkı”419konusunu gündeme getirmişlerdir. Basına “ispat hakkı” tanınmasını, böylelikle yayın organlarının kolayca sansür edilmesinin önüne geçilmesini isteyen milletvekilleri bazı önemli isimleri de yanlarına çekerek genişlemişlerdir. Ancak DP, bu milletvekillerinin bir kısmını 
ihraç etmiş, kalanlar da DP’den istifa etmiştir. Ayrılan milletvekilleri 20 Aralık 1955’te Hürriyet Partisi’ni kurmuşlardır.420 

6–7 Eylül olaylarında ortaya çıkan aşırı milliyetçi grupların yanı sıra komünist oluşumların varlığı, hatta olayların komünistlerle ilintili hale getirilmeye çalışılması Türkiye’nin yakın tarihinde ortaya çıkacak sağ–sol, milliyetçi, İslamcı kavgasının da aslında bir yönüyle alt yapısını hazırlamıştır. 

Bu olay Yassıada duruşmalarında da gündeme gelmiştir. Yüksek Soruşturma Kurulu sanık olarak; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuat Köprülü, Fahrettin Kerim Gökay (İstanbul Valisi), Alaaddin Eriş (İstanbul Emniyet Müdürü), Kemal Hadımlı (İzmir Valisi), Mehmet Ali Balin (Selanik Başkonsolosu), Mehmet Tekinalp (Selanik Başkonsolos Muavini), Hasan Uçar (Selanik Konsolosluğu Kavası) ve Bomba attığı iddia edilen Oktay Engin’i (öğrenci) yargılamıştır.421 

Bunlardan Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, Kemal Hadımlı ise 4,5 yıl hapis cezasına çarptırılmış diğer sanıklar beraat etmiştir.

Burada değinilmesi gereken nokta şudur: Yunan tezine göre, bombayı diplomatik çanta içinde Türkiye’den getiren kişi Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp’tir. 

Bombayı evin bahçesine atan kişi de Türk Başkonsolosluğunda kavas olarak çalışan Hasan Uçar’dır. Onun azmettirdiği kişi ise Selanik Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi ve aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatının bir elemanı olduğu iddia edilen Oktay Engin’dir. Yunan mahkemesi olaydan sonra Hasan Uçar ve Oktay Engin’i tutuklamıştır.422 

Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmiştir. Dokuz ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildikten sonra kaçarak Türkiye’ye sığınmıştır.423 Engin, İstanbul’da hukuk eğitimine kaldığı yerden devam etmiş sonra kaymakam olmuştur. Çankaya ve Marmaris’te de bir yıl kaymakamlık yaptıktan sonra 
Kastamonu’nun bir ilçesine atanmış, aynı yıl Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu’nun (Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı dönemde Beyoğlu Kaymakamıdır) isteği ile Emniyet’e geçmiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Şube Müdürü olmuştur. Oktay Engin bir röportajında bu durumu ve hızla yükselişini şöyle açıklamıştır: 

O zamanki sisteme göre Siyasi Şube Müdürlüğü benim için 15, 20 senelik bir terfiydi. Beşinci sınıf kaymakamım. Beni davet ettikleri kadro öyle. Böylece 
Emniyetçi oldum. 1967’den 71’e kadar dört sene Siyasi İşler Şube Müdürlüğü yaptım. 1971’de Güvenlik Dairesi Başkanı oldum. Yedi buçuk sene Güvenlik 
Dairesi Başkanlığı yaptım. Ondan sonra da siyasi işlerden sorumlu genel müdür yardımcısı oldum. 1980’e kadar. Ondan sonra kenara çekildim. Nihayet 1991’de 
bir kararname ile Nevşehir’e vali oldum.424 

Sonuç olarak DP’yi içte ve dışta zor duruma düşüren 6-7 Eylül Olayları hala açıklanmaya muhtaç bölümleriyle yakın dönem siyasi tarihin karanlık noktalarından birisini teşkil etmektedir. 

Kıbrıs Meselesi, Türk Mukavemet Teşkilatı ve Fatin Rüştü Zorlu

Bugün hemen hemen herkes Yassıada Adalet Divanı tarafından idama mahkûm edilen ve asılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs’taki Türk varlığını garantiye alan devlet adamı olduğunu kabul etmektedir. Zorlu’nun bu yönü darbe esnasında da bilinmektedir. Londra ve Zürih Anlaşmaları ile Türkiye’nin garantör devlet olması, Kıbrıs’taki Türklerin varlığının garantiye alınması, bilahare bu uluslararası anlaşmalara istinaden Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede bulunması DP İktidarı döneminde ve Zorlu’nun çabaları sayesinde gerçekleşmiştir. 

Yassıada Adalet Divanı, kısa adıyla KİP olarak bilinen Kıbrıs’ın İstirdadı (Geri Alınması) Projesi’nin mimarı olan Zorlu’yu idama mahkûm etmiş, MBK de bu idam kararını tasdik etmiştir. 

1955’te Yunanistan, Kıbrıs’ta ENOSİS adı verilen ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını öngören EOKA örgütünü kurdurmuş, bu örgüt 1957’ye doğrudan İngiliz Yönetimi’ne ve bilhassa Türk varlığına karşı şiddet eylemlerine başlamıştır. 1 Nisan 1955’te sabotaj şeklinde başlayan gerilla faaliyeti kısa sürede bireysel ve toplu suikastlara dönüşmüş, sadece polis ve asker değil, sivil vatandaşlar da saldırıya uğramaya başlamıştır.425 Yunanistan’ın Kıbrıs’a gizlice silah ve mühimmat sokması, EOKA örgütünün başlattığı ve birçok Türk’ün hayatına mal olan bu saldırılara karşı koymak için Türk Hükümetinin başvurduğu ama Türk Diploması kitaplarında Fatin Rüştü Zorlu adı anılarak pek yazılmayan, anlatılmayan çare Türk Mukavemet Teşkilatı’ydı (TMT). Bu saldırılara cevap vermek üzere benzer bir teşkilatın varlığını zaruri gören Türk Hükümeti ve Zorlu, bunun mümkün olup olamayacağını anlamak için meseleyi önce Genelkurmay Başkanlığı’na iletmiş ve konuyla ilgili olarak Genelkurmay 2. 

Başkanı Org. Salih Coşkun’la kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Konuyla ilgili hatıratını yayınlayan İsmail Tansu’ya göre Orgeneral Salih Coşkun 1958’in 
Ocak ayında Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Daniş Karabelen Paşa’yı çağırarak “Hükümetten bir soru yöneltildi; Kıbrıs’ta EOKA’ ya karşı silahlı bir örgüt kurabilir miyiz diyorlar. Dairenizin fonksiyonu malum, ancak ben, sizinle görüşmeden cevaplamak istemedim. Siz de yarına kadar dairenizde konuyu gözden geçirin, ne yapabileceğinizi bana bildirin …” demiştir. 426 

Daniş Paşa, Kore’de birlikte bulunduğu Binbaşı İsmail Tansu’yla yaptığı görüşme neticesinde bir direniş örgütü kurabileceklerine kanaat getirdiklerinden göreve hazır olduklarını 2. Başkan Orgeneral Salih Coşkun vasıtasıyla Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya bildirmişlerdir. Kısa bir süre sonra gerekli hazırlıklar yapılmış ve Tansu da, Daniş Karabelen Paşa’nın emriyle Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kuruluş projesini hazırlamıştır. Bu projenin adı KİP’tir. Proje, birkaç ay sonra Genelkurmay İkinci Başkanı Cevdet Sunay’a sunulmuştur. 

1958 Nisanı’na gelindiğinde Başbakan Adnan Menderes’in isteği doğrultusunda örgüt kurulmuştur. Emekliliği gelen Daniş Karabelen Paşa da sivil olarak TMT örgütünü yönetmek için başa geçmiştir. Kıbrıs’ta örgütlenmek için Türkiye’den gidecek subayların görevleri maskelenmiş, bütün bakanlıklar her türlü kolaylığı sağlamıştır. Ancak işin mimarı, en büyük destekçisi Zorlu’dur. Tansu’nun Zorlu ile ilgili ifadelerinde: “Fatin Rüştü Zorlu bu işin başı idi. Çünkü örgüt fikri onundu ve Menderes’ten izni o almıştı. Bütün sorunlar onun aracılığı ile çözülecekti. Kendi bakanlığında bize yardımcı olacakların adlarını vermişti. Gerektiğinde, öteki bakanlarla yapılacak görüşmelerimizde bizzat kendisi aracılık edecekti…Zorlu, 27 Mayıs 1960’da Yassıada’ya gönderilinceye kadar, ne zaman kendisi ile görüşmek istesek derhal bizi kabul etmiş, ilgi ile karşılamış, verdiğimiz haber lerden sevinmiş, takdir ve teşvik edici sözlerle teşekkür etmiştir. Bu arada ‘hiçbir şeyden çekinmeyin, arkanızda ben varım’ demek suretiyle de bize kuvvet vermiştir. İsteklerimizin yerine getirilmesinde derhal harekete geçmiş, vaatlerine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır”.427 demiştir. Yapılan bir görüşmede de Zorlu şunları söylemiştir: “Arkanızda, yani perde arkasında devlet var, hükümet var, silahlı kuvvetlerimiz var ve şahsen ben varım. Görev için gerekli her isteğiniz kesinlikle yerine getirilecektir. Kapım size her zaman açıktır. 

Özel kalem müdürüme emir vereceğim. Karşılaşacağınız her zorluktan beni haberdar ediniz. Sizden ricam kısa zamanda teşkilatın kurulması ve mümkün olduğu kadar çok sayıda silah ve cephane gönderilmesidir. Para ihtiyacınız Bakanlığımca karşılanacaktır. Diğer her türlü destek ilgililerce yapılacaktır. İşlerinizin takipçisi olacağım. Hepinize teşekkür ediyor ve başarılar  diliyorum”. 428 

Ancak 27 Mayıs olduğunda işler sarpa sarmıştır. Çünkü Kıbrıs’ta zamanı gelince Mücahitlere dağıtılmak üzere Silahlı Kuvvetler envanterlerinden çeşitli şekillerde kaydı düşülerek bazı depolara kaldırılan silah ve mühimmatlar darbe ertesinde gazetelerin manşetlerinde yer almıştır. O dönemde akıllara durgunluk veren gençlerin silahlarla öldürüldüğü, kıyma makinelerinden geçirildiği, asfaltlara gömüldüğü haberleriyle bu depolar ve depolarda bulunan silahlar arasında bağlantı da kurulmuş, Diktacı olarak adlandırılan DP veMenderes’in “özel ordu” kurduğu bile iddia edilmiştir. Genelkurmay İkinci Başkanı Cevdet Sunay ise anlaşıldığı kadarıyla gerekli ve yeterli bir girişimde ve bilgilendirmede 
bulunmamıştır. Tansu’nun bu konuyla ilgili ifadeleri de şöyledir: “çürüğe çıkarıldığına dair Milli Savunma Bakanı’nın onayını taşıyan belgelerle askeri depolardan aldığımız ve Kıbrıs’a gönderilinceye kadar gizli yerlerde depo ladığımız silah ve mühimmat 27 Mayıs 1960 ihtilali öncesinin propaganda sına malzeme teşkil etmişti. O sırada bazı muhalefet mensupları, bu dedikoduları ele alarak, “Adnan Menderes’in taraftarlarını silahlandırmakta olduğu” iddialarını ileri sürmüşlerdi. Bu olay gerçek faaliyetimizi gizli tutabilmiş olduğumuzu  göstermekte ise de, bu gizli kalmışlığın esrarengiz bir şekil alarak, ihtilalcilerin haksız propagandasına fırsat vermesi bakımından üzücü olmuştur.”429 Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu, yargılandıkları esnada bile bu gizliliğe riayet etmişlerdir. TMT’nin darbeciler nazarındaki algısından rahatsız olan Tansu, tanıştığı ve aslen Kıbrıslı olan Alpaslan Türkeş’ten randevu almış ve durumu izah etmiştir. Tansu, Türkeş’in örgüt ile kanaatini ve onunla vaki görüşmesini şu şekilde nakletmektedir: “ Türkeş bu anlattıklarım üzerine, şaşkınlığını gizleyememiş “Şimdi her şey anlaşılıyor” diyerek memnunluğunu belirtmişti. Ardından da anlattıklarımdan duygulanan Türkeş, sıcak bir yaklaşımla teşekkür 
ederek bizi kutlamış ve şunları söylemişti. “Sağ ol, bizi zamanında uyardın ve bir skandalı önledin. Merak etmeyin rahat olun, çalışmalarınıza eskiden olduğu gibi devam edin.”430 

Ancak gelişen olaylar tam aksi istikamette cereyan etmiş, hem Daniş Karabelen, hem de TMT’nin Kıbrıs Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan dâhil birçok subay görevinden alınmıştır. 

Kıbrıs bağlamında TMT-Zorlu ilişkisi Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Alpaslan Türkeş tarafından bilinmektedir. 27 Mayıs darbesinin ertesinde basında sıkça yer alan yolsuzluk iddiasının da gerçek olmadığı, şişirilmiş olduğu da anlaşılmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Zorlu, sadece darbenin ilk günleri değil Yassıada’da da fiili saldırılara maruz kalmıştır. 

MBK üyelerinden Numan Esin, Zorlu’nun idamını yolsuzluk iddialarına bağlamaktadır: “ Nitekim Fatin Rüştü Zorlu’nun da hiçbir şeyi kötüye kullanmadığı daha sonra ortaya çıktı. 

Adam asıldıysa, politikasının doğruluğundan ve yanlışlığından değil, bundan asılmıştır. Hasan Polatkan da benim kanaatimce, paraya hükmeden Maliye bakanı olduğu için, suistimalde beraber görülerek, aynı acı sona mahkûm olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi’nin dergilerinde, gazetelerinde yazılıp çizilmiş, sonuçta belki de devlet malını yedikleri kanaatı yaygınlaştığı için asılmışlardır”.431 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

410 Toker, DP Yokuş Aşağı (Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944–1973), ss.42–45. 
411 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1999, s. 34. 
412 Konu hakkında yapılmış yüksek lisans tezi için bkz. Sibel Demirci, Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasal HayatındakiYeri, Ankara, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002.
413 İstanbul Ekspres, 6.7.1955, s. 1 (2. baskı)
414 Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Ankara, Phoenix Yayınları, 2004, s.33.
415 Akşam, 7.7.1955, s.1
416 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.668-669.
417 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.675-678.
418 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.689-690
419 Aslında ispat hakkı meselesinin mazisi Öner-Yücel davasıyla birlikte oluşmuş bir Yargıtay içtihadına dayanmaktadır.
Dönemin DP İl Başkanı Kenan Öner’in, bakanlığında komünistleri koruyup kolladığı iddiasıyla Hasan Âli Yücel’i suçlamasıve Yücel tarafından dava edilmesi ertesinde Öner, iddialarını ispatlayabileceğini belirterek kendisine bu imkânın verilmesini talep etmiş ancak yargılananın bir bakan olması nedeniyle kendisine bu olanağın verilmemesinin Yargıtay tarafından karara bağlanmasıyla ispat imkânı ortadan kaldırılmıştır. Görüldüğü gibi ispat imkânının ortadan kaldırıldığı dönem de DP dönemideğildir. Ancak ispat hakkını savunan milletvekilleri DP’nin yasal bir düzenleme yapmasını istemektedirler.
420 Cumhuriyet, 21.12.1955, s.1.
421 Selanik Konsolosluğu Kavası ve Bomba attığı iddia edilen Oktay Engin’i (Öğrenci) yargılamıştır
422 Milliyet, 6.1.1961, s.1.
423 Milliyet, 24.9.1956, s.1.
424 Faruk Mercan’ın Oktay Engin Röportajı, “Bombacı da, MİT elemanı da değildim”,
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-10392-34-bombaci-da-mit-elemani-da-degildim.html, Erişim Tarihi, 30.10.2012.
425 Gürel, Kıbrıs Tarihi (1878–1960) Cilt:2, s.103–104. 
426 İsmail Tansu, Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu, Ankara: Minpa Matbaacılık, 2002, s.28. 
427 Tansu, a.g.e, s.40.
428 Tansu, a.g.e, s.47. 
429 Tansu, a.g.e, s.82. 
430 Tansu, age, s.232–233. 
431 Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, s.159. 

***