SEZGİN TANRIKULU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SEZGİN TANRIKULU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2017 Perşembe

CHP'de Kürtçü darbe hazırlığı Gandi Kemal ve Doğan Medya,




CHP'de Kürtçü darbe hazırlığı   Gandi Kemal ve Doğan Medya,























Sayı: 232, 13.04.2009

Serap Yeşiltuna

29 Mart Yerel Seçimlerinin ardından siyasi analizciler, parti başkanları, yorumcular, gazeteciler, rakamları türlü türlü grafiklere sokarak, kendine göre yontarak farklı farklı sonuçlara vardı. Ancak tüm medyanın mutabık olduğu bir galip vardı: 

Kemal Kılıçdaroğlu.

AKP ile uzlaşmaz çelişkiler içine girerek bir anda en hızlı AKP karşıtlarından biri haline geliveren ve adeta "antifaşist" cephenin sözcülüğünü üstlenen Doğan Medya'nın biricik favorisiydi Kılıçdaroğlu.
Kılıçdaroğlu dürüstlüğün temsilcisiydi, CHP'nin yeni yüzü, İstanbul'un yeni umuduydu. Melih Gökçek'e karşı yürüttüğü yolsuzluk mücadelesinin, Dengir Mir Fırat'la giriştiği düellonun ardından, CHP'nin aslarından biri olmuştu ve Doğan Medya'nın da AKP'ye karşı sığınacağı en uygun alternatifti.
Seçimlerden önce yere göğe sığdıramadılar. CHP bir yanda, Doğan Medya bir yanda Kılıçdaroğlu rüzgarıyla devam etti seçim propagandaları.
Seçimler biter bitmez de, daha ilk geceden Türkiye'ye yeni bir kahraman kazandırıldı: Gandi Kemal.
Yürütülen propagandaya göre, CHP oylarını çok yükseltememişti ama yükselttiği yerlerde de bunun yegane sebebi Kılıçdaroğlu ve Kılıçdaroğlu'yla gelen açılımlardı.
Hürriyet'in 30 Mart manşeti "Gandi Kemal Mucizesi"ydi ve günlerdir sayfalarca yazı yazılıyor Gandi Kemal için. Fiziksel görünüşlerinin benzerliğinden ve Kılıçdaroğlu'nun sakin mizacından yola çıkarak bu benzetmeyi yapanlar aynı zamanda onu ulusal bir lider, bir direnişçi haline de getiriverdiler trajikomik şekilde.
Gandi Kemal sevinedursun aslında bu onun kavgası değil. Onun için başlatılmış bir girişim değil, hele hele onun başarısı hiç değil. Hükümetler devirip, hükümetler kuran Doğan Medya, AKP karşısında gücünü yitirmiş de olsa hâlâ etkin ve bir yanıyla yeni bir Amerikancı planının uygulatıcısı.
Evet, Doğan grubunun desteğiyle CHP içinde yeni bir darbe tezgahlanıyor: Kürt Darbesi.
Bu öyle bir darbe ki, sadece Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde yakaladığı ivmeyle açıklanacak ve ona bağlanacak türden değil.
Daha seçimlerden çok önce başladı CHP'yi de bu Kürtçülük rüzgarına kaptırma sevdası.
Baykal, Tayyip'in Güneydoğu çıkarmasının hemen ardından, boynunda puşisiyle "etnik kimlik şerefimizdir" siyasetine başlamıştı ve bugün "Kürt sorunu" merkezine çekilmiş durumda.

İstanbul İl Başkanlığı merkezinde başlayan Kürtçülük

Kimler eliyle yapılıyor peki bu diye soracak olursak galiba burada bu kez Baykal mağdur. Ya da kendi kazdığı kuyuya kendi düşüyor diyebiliriz. Çünkü Kürtçülük açılımının mimarı Baykal'ın bizzat kendisi tarafından parlatılan isimlerden biri olan İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin.
Çarşaf açılımının da mimarı olan Gürsel Tekin, Karslı bir Kürt ve Kürtçülüğüyle "solculuğu" iç içe geçmiş isimlerden.
Seçim döneminde de Kılıçdaroğlu'nun yanında en çok sivrilen kişi. Aslında Kılıçdaroğlu'nun arkasındaki gizli el de denebilir. Ve en çok görünen, en çok konuşan isim. Hatta seçim gecesi Baykal evinde oturmuş TVden seçim sonuçlarını izliyorken, basına açıklamalarını yapan isim. Yani bu seçimleri konuşurken CHP'yi değil de, CHP İstanbul İl Örgütü'nü ve Gürsel Tekin'i konuşmak gerekiyor.
Gürsel Tekin ve Kılıçdaroğlu'nu överek Baykal'ı indirme propagandası iki koldan yürütülüyor. Bir yanda Doğan Medya, diğer yanda da Zaman gazetesi aracılığı ile Fethullahçılar tarafından.
"Baykal gitsin ve Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekin gelsin. Bakın o zaman CHP oylarını nasıl artıracak."
"İyi de bundan size ne" demek geliyor insanın içinden çünkü "ne Atatürkçüsünüz ne de CHP'li."
Ancak ABD bir kez düğmeye bastı ve tüm piyonlarına farklı koldan aynı propagandayı yaptırıyor.

Azılı CHP düşmanları açılımların CHP'sini destekliyor!

Örneğin, CHP'nin Güneydoğu'da neredeyse hiç denecek kadar az oy alması tüm medyaya dert oldu. Özellikle Zaman gazetesi de meseleye eğilerek CHP'nin buradaki zaaflarını gidermesini telkin etmeye başladı. Güneydoğu'da PKK'nın dışında siyasi bir hareketin artık varolmadığını kendi oy oranlarından da anlayamayan bu zevat CHP'ye akıl üzerine akıl vermeye başladılar.
Eski ülkücü yeni Fethullahçı Mümtaz'er Türköne, "Seçim bir tecrübeyse İstanbul'da uygulanan yöntemler işe yaradı. CHP geleceğini İstanbul üzerine inşa etmeli, Laiklik gerginliği yaratmadan, tersine çarşaf ve Kuran kursu açılımları ile etki menzilini karşı kutba yöneltti. Varoşlara girdi, seçkinlerin partisi hüviyetinden sıyrıldı" diyerek gazı veriyor.
Aynı gazeteden Hüseyin Gülerce de özetle "CHP halka yüzünü dönsün, inançlara saygılı laik olsun, çarşaf açılımına devam etsin, demokratik reformlarla Doğu ve Güneydoğu'da canlansın" buyuruyor.

Özellikle seçim sonrası en çok yapılan vurgu CHP'nin varoşlardaki oylarını artırdığına yönelik bir iddiaydı. Rakamlar elbette ortada. CHP'nin kıyı şeridi ve elit semtler haricinde oyunu artırdığı herhangi bir yer olmamasına rağmen "varoşlarda güçlenen CHP" yalanının tek bir amacı var. Çarşaf ve Kürt açılımlarını işe yaramış gibi göstermek. Zaten özellikle Zaman yazarları da buna vurgu yapıyor. Kürtçülük ve Şeriatçılık nereden gelirse gelsin ama gelsin!
CHP'nin imam adayı Osman Nuri Bedir %7'yi geçememiş olsa da, çarşaf açılımının başladığı Sultangazi'de AKP % 51 oy almış olsa da, medyaya göre açılımlar işe yaramıştır. CHP iktidar olmak istiyorsa açılımlara devam etmelidir.

Zaman gazetesi'nin daha 1 Nisan'da yaptığı haber şu: "CHP lideri Deniz Baykal çarşaf açılımını İstanbul'un Eyüp ilçesinde başlattı. Buradaki oy oranı yüzde 6,5 arttı. Başörtüsü ve camilerde kandil simidi dağıtan Pendik adayı Mustafa Salih Usta partisine yüzde 2 oranında oy kazandırdı. Seçim afişinde hadisi şerif kullanan Hüsamettin Ataman ise Denizli'de yüzde üçlük bir artış sağladı." Fethullahçıların yayın organı Zaman, CHP'nin açılımlarını övme işine kendini öyle kaptırmış ki ne AKP'nin bu belediyeleri kazandığını söylüyor ne de bu oyların Genç Parti'nin oyları olduğunu.
CHP'yi yeni açılımlara ve Kürtçülüğe teşvik etmeye çalışanlardan biri de Sabah gazetesinden Muharrem Sarıkaya: "Güneydoğudaki bir çok ilde % 1-2 oranında oy alan CHP, bu illerdeki insanların akrabalarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul'da Kartal, Maltepe; Ankara'da Mamak, Yeni mahallede ciddi oy patlaması yaptı. Benzer durum Mersin, Antalya, ve İzmir'de Güneydoğu kökenli seçmenin yaşadığı yerlerde de görüldü. Bu da gösteriyor ki CHP Güneydoğu'ya yönelik yeni bir açılıma girerse karşılığını alacak, DTP'ye giden oylarının bir kısmını evine döndürecek."
Evet, iddiaya göre CHP Kürt mahallelerinden bile oy almaya başlamıştır ve böyle devam ederse Güneydoğu'daki tüm belediyeleri alması işten bile değildir!
İşin en komik tarafı da bu. CHP ile hiçbir alakası olmayan çevrelerin CHP'ye akıl vermeye, onu iktidar olmak için yönlendirmeye çalışması.
Taraf gazetesi bile bu ekibe katılmış durumda. Onların lügatinde de yeni yönelimin adı "CHP'nin normalleşmesi." Leyla İpekçi, Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisine övgüler yağdırırken İzmirlilerin "sekter" tavrını eleştiriyor: "Gürsel Tekin ve ekibine çok iş düşüyor. CHP'nin yeni kadroları İzmirlilerin bu içe kapanmacı, homojen, ötekine var olma hakkı tanımayan, gizli faşizan profilini hayatta karşılığı olacak biçimde demokratikleştirmeyi başarırlar."

Varoşlardan yükselen etnikçilik

Kurdukları denklem basittir: CHP kötü, Kılıçdaroğlu ve Tekin iyi. Ancak bu kötülüğün ve iyiliğin kıstasları hiç de bizim tartıştığımız eksende yürümüyor.
Yıllardır Atatürkçüler olarak CHP'yi eleştiriyoruz. Ama sadece iktidar olamadığı için değil, Altı Ok'u reddettiği ve ideolojik olarak oradan oraya yalpaladığı, kimliksiz, duruşsuz bir parti olduğu için.
Türkiye'nin sahil şeridine kilitlendiği, kırsaldan, varoştan halktan tamamen koptuğu için eleştiriyoruz.
Milliyetçiliği bıraktığı, devletçiliği, halkçılığı elinin tersiyle reddedip liberal bir parti olduğu, özelleştirmelere, IMF'ye karşı koyamadığı için eleştiriyoruz. Elbette Baykal'ı da bunun için eleştiriyoruz.
Ancak şimdi Baykal gitsin, Kılıçdaroğlu ve Tekin gelsin diyenlerin derdi bu değil. Tam tersine artık daha da batağa çekilmiş bir CHP yaratmaya çalışıyorlar.
Bunu yaparken de CHP'nin çevre ve varoşlardan oy aldığını artık halka yöneldiğini bunun da birebir Gürsel Tekin'in başarısı olduğunu yutturmaya çalışıyorlar.
Taraf'tan Rasim Ozan Kütahyalı: "Yurttaşla birebir temas halinde, ilçe ilçe kasaba kasaba kasaba, mahalle mahalle gezerek emekten ve yoksuldan yana bir siyaset"ten bahsediyor.
Gürsel Tekin'in "ağır abi" tavırlarıyla, halkın içindenmiş görüntüsü yaratmaya çalışması, bürokrat tipli siyasetçi anlayışının dışında "tüccar" tavrı birilerine hoş görünüyor olabilir ancak bu halkla temasın değil halk dalkavukluğunun yeni bir biçimi. AKP o zaman en halkçı parti! Öyle ya AKP'li vekiller çok daha halktan görünüyor. Tayyip değil mi vatandaşın sofrasına oturup zaman zaman onun ekmeğini bölüşen.
Hatta bu ikilinin çok daha "sol" bir görüntü çizdiği iddiaları da Doğan'ın solcu gazetesi Radikal'den geliyor. Müthiş ikili, hem halkçı, hem de solcu.
Basının dediğine göre CHP ile halk arasında, varoşlar arasında bir köprü kurulmuş da bizim haberimiz yok!

Tekin ve Kılıçdaroğlu'nu kahraman yapan etnik kökenleri

Gürsel Tekin'i CHP'nin Tayyip Erdoğan'ı yapanlar, Kılıçdaroğlu için Türkiye'nin Karaoğlan'ı diyenler CHP dışından CHP içine doğru coşkulu bir "dönüşüm" havası başlattılar.
Bu öyle bir dönüşüm ki belki CHP'yi iktidara taşıyacak, CHP'den yeni bir AKP yaratabilecek bir dönüşüm. Biz bunu destekleyemiyoruz çünkü bu bizim anladığımız anlamda bir dönüşüm değil.
Yeni ekip CHP'yi Altı Oktan daha da uzaklaştıracak, onu daha da liberalleştirip Kürtçüleştirecek bir dönüşüme sokuyor.

Parlayan isimler:


Gürsel tekin









Gürsel Tekin, Karslı bir Kürt.

Kemal Kılıçdaroğlu, Tuncelili bir Kürt.

Kemal kılıçdaroğlu










Kemal Kılıçdaroğlu


Murat Karayalçın









Murat Karayalçın, Kürtçülüğün bayraktarı!

Murat Karayalçın,
Baykal seçimlerin ardından "AKP, DTP ile benzeşerek, DTP ile kaynaşarak, devletin hizmet ve yatırım olanaklarını kullanarak DTP'yi etkisizleştirmeye çalıştı ama insanlar bu aldatmacayı itti" diyerek AKP'yi eleştiriyordu. Ancak bu Kürtçülük yarışının içinde CHP de vardı. Parti programını bile "etnik kimlik şerefimizdir" söylemi üzerinden değiştiren Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulmak üzere.

Etnik kökenleri bizi hiç de ilgilendirmiyor ancak bu isimlerin parlama nedeni maalesef etnik kökenleri ve Kürtçülüğe yaktıkları yeşil ışık.
TV ekranlarından konuşan Kılıçdaroğlu "Kürt açılımı yapacak mısınız?" sorusuna "Kürtler konuşsunlar ne açılım istiyorlarsa söylesinler yapalım" diye cevap veriyor. Diyarbakır'a gidip açılım yapmaktan bile bahsediyor.
Obama'nın gelişinin ardından da hemen Baykal'la görüşerek Kurultay talebinde bulunarak "liderlik talebim yok, arkanızdayım ama yeni yönetim kurulsun" diyor.
Ve CHP, 11 Nisan'da parti meclisi toplantısında Kurultay'a gitme kararı alıyor.
Yeni yönetim kurulacak. Konuşulan Kılıçdaroğlu'nun MYK'ya alınması, Karayalçın'ın CHP içinde aktif göreve getirilmesi hatta başdanışman olması.
Ancak Doğan Medya'nın da Fethullahçıların da hedefi çok daha büyük.
Reha Muhtar "Tayyip Bey yanlısı yandaş basın bile Kılıçdaroğlu gelsin, ortalık renklensin diye davul çalıyor, CHP'den hala ses seda yok. CHP bu seçimde kaybetti ama Kılıçdaroğlu gelirse iş değişir" diyerek süreci hızlandırmaya çalışıyor.
İlk Kurultay için hedeflenen Baykal'ın düşürülüp, Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa, Gürsel Tekin'in de yardımcılığa getirilip, Karayalçın'ın başdanışman yapılması ve parti içinde yeni bir ayıklamayla Kürtlerin aktif hale getirilmesidir.
Bu seçimlerde bazı yerlerde PKK'ya yakın isimlerin CHP'den aday yapıldığı düşünülürse değişim çok yakında ve bunun adı tam bir Kürt darbesi.
Öyle ki özellikle Taraf gazetesi başta olmak üzere yeni ikiliyi tutanların en önemli tezi de bunların Baykal gibi Ergenekon'un avukatlığını yapmıyor oluşu. "Gürsel Tekin, Kürt'tür ve Kürt meselesine de duyarlıdır" diyen Sabah yazarı Mahmut Övür, Taraf'a verdiği röportajda "Şimdi çok açıktan söyleyemiyorlar ama Tekin çetelere karşıdır, Baykal'ın tepkisini çekmek istemiyor ama Ergenekon'a onun gibi bakmıyor" demeye getiriyor.
Yani yeni ekip aynı zamanda AKP'nin tezgahının da destekleyicisi ve belki de PKK'yla mücadele etmiş paşaların yargılanmasını isteyecek kadar da Ordu düşmanı. Bunu zaman gösterecek.

Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulacak

Kısacası "vah Baykal" demekten kendimizi alamıyoruz. Kendi açtığı Kürtçülük çukurunun içine kendi düştü.
Baykal seçimlerin ardından "AKP, DTP ile benzeşerek, DTP ile kaynaşarak, devletin hizmet ve yatırım olanaklarını kullanarak DTP'yi etkisizleştirmeye çalıştı ama insanlar bu aldatmacayı itti" diyerek AKP'yi eleştiriyordu. Ancak bu Kürtçülük yarışının içinde CHP de vardı. Parti programını bile "etnik kimlik şerefimizdir" söylemi üzerinden değiştiren Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulmak üzere. Baykal'a acıyacak değiliz ancak görünen o ki bu havuzda asıl boğulmak istenen Türk milleti.
"Baykal gitsin, Baykal gitsin" diye çırpınan Atatürkçüleri artık çok daha tehlikeli bir dönem bekliyor. "Baykal nasıl olsa koltuğunu kimseye terk etmez" diye de düşünmesinler Amerika düğmeye bastığı an Baykal o koltuğu bu Kürtçü ekibe devretmek zorundadır.
CHP bu işten başarıyla çıkabilir mi peki?
Elbette çıkabilir. Çünkü bundan sonra bir yedek olarak tutulacaktır.
İktidar olamaz mı? Elbette olabilir, elbette varoşlardan da oy alabilir.
AKP nasıl alabildiyse, nasıl bir dilenci ekonomisi sistemi kurduysa, nasıl popülist bir söylem geliştirdiyse CHP'de yapabilir.
Ancak bunun adı ne halkçılık ne de Atatürkçülük olur. Gürsel Tekin çizmeleri giyip varoşlara gider gitmesine-söylendiğine göre 38 bin 600 km yol katetmişler Kılıçdaroğlu'yla - ancak "yeni halkçı" CHP, ne özelleştirmelere karşı çıkar, ne IMF'ye ne de Amerika'ya. Varoşlardaki çaresiz vatandaş da bu kez CHP'ye oy vermiş olur belki ama kaderi baki kalır.
Kürtçülüğün önünü açacak tüm söylemlerle DTP'ye yeni bir düşman kardeş gelmiş olur o kadar. Bugün AKP nasıl DTP ile rekabet ederek bir yandan Kürtçe kanalla, Barzani, Talabani dalkavukluğuyla Kürtçülüğü geliştiriyorsa bunun destekçilerinden biri de CHP olur.

Atatürk'ün kemiklerini sızlatan çizgi yani.

Ömrü Kürt isyanlarıyla mücadele etmekle geçmiş, laikliği kabul ettirebilmek için her türlü tehlikeyi göze almış, kadını esaretten kurtarmış Atatürk'ün kurmuş olduğu parti Kürtçülüğün ve çarşafın esareti altında.
Doğan Medya'nın, Fethullahçıların " Açılım! Açılım! Açılım!" Çığlıkları etrafında Kürtçüler tarafından kuşatılmış olarak!

Gerçekten vah Baykal diyoruz, yazık olacak.

(Sayı 232, 13/04/2009)


YAZI  HAKKINDAKİ  GÖRÜŞLER...


Adamın biri çok uzun yıllar yurt dışında kaldıktan sonra ülkeye dönmüş. Havaalanından evine gitmek için bir taksiye binmiş. Yolda giderken yanında sigarası olmadığını hatırlamış ve şoföre bir markette durmasını , sigara alacağını söylemiş. Şoför gitmiş bir camininönünde durmuş ve "" buyrun beyim, sigaranızı alın "" demiş. Adam şaşırarak "" nasıl yani , burası cami "" demiş. Şoför "" beyim artık ticaret camilerde yapılıyor "" demiş. Şaşkınlığı artan adam "" burası ibadet yeri değil miydi, hocalar, imamlar nerede...peki ibadet neredeyapılıyor "" diye sormuş. Şoför "" beyim ibadet üniversitelerde"" diye cevap vermiş. Adam "" profesörler, doçentler nerede... eğtim , eğitim nerede yapılıyor "" demiş. Şoför sakin sakin "" beyim eğitim hapishanelerde "" diye cevap vermiş. Adamcağız panik halinde "" yahapishanedeki hırsızlar, düzenbazlar nerede "" deyince , şoför cevap vermiş "" beyim onların hepsi şimdi mecliste ""

Tahsin Eksi, Almanya
2 Temmuz 2010

Türkiye’de her gün kız çocukları kaçırılıp zorla fuhuşa sürükleniyor, kadınlarımız kapkaça tecavüze uğruyor, her gün şehirlerde PKK gösterileri yapılıyor, Türk bayrakları yakılıyor, otobüsler yakılıyor, her gün birkaç asker şehit oluyor.
Bunları kim yapıyor? Neden ezelden beri sadece kürtler ayaklanıyor, kürtler örgüt kuruyor, kürtler kan döküyor?.. Arabamızı kaldırımın kenarına park ettiğimizde tepemize dikilip park parası isteyen, vermezsek biz yokken arabamızı çizip kaçan değnekçiler niye hep kürttür?.. Kırmızı ışıklarda arabamızın camına yapışıp dilenenler niye hep kürttür?.. Sokakta adım başı önümüze çıkıp "abeeey nooolur bir harçlıhh viir" diye sülük gibi yapışan, vermediğimiz takdirde küfreden 10 - 15 yaşındaki madde bağımlısı yaratiklar niye hep Kürttür?
Toplum olarak düzenimizi, birey olarak yaşantımızı, aile olarak huzurumuzu ve millet olaraksağlımızı bozan kürtlerin yarattığı tehlikeyi hala inkar etmek eğer gaflet değilse, nedir?
Kürtlerin yaptıklarını es geçip kabahati dış güçlerde aramakta hiç gerçekçi değil. Bu topluluktarafından icra edilen “Kapkaç, yankesicilik, hırsızlık, töre cinayetleri, taciz, gasp, beğendiği kızı şehrin orta yerinde kaçırıp ırzına geçerek evliliğe zorlama, etnik dayanışma ile gittiği tüm yerleri hegamonyası altına alıp kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımama, haklı haksız her mecliste sadece kendisinden olduğu için birbirlerini destekleme, çocuk kaçırma, sapıklık, 9-10 yaşlarında çocukların tecavüz edilip öldürülmesi, elektrik su parası ödememe, vergi ödememe, sahteciliklerle asalak gibi yaşama, turistlik kasabaları ele geçirerek hem yerli halka, hemde turistlere zarar verme, devletin her imkanını sömürme, trafik magandalığı, şehir magandalığı, haraç toplama, liselerde, ilkokullarda çeteler kurup diğer öğrencileri sindirme, sahip olduğu feodal kültürü yaşadığı yere uydurmaya çalışma, uymayanlara zarar verme, sıcak para getiren tüm iş kollarına zor kullanarak hakim olma” gibi mevhumları hangi dış güçler kürtlere nasıl yaptırıyor? Merak ediyorum. Arkadaşlar, sorun ‘kürtçülük’ ‘bölücülük’ veya ‘terör’ değildir. Sorun kürdün ta kendisidir. Teröristi, esnafı, işadamı, öğretmeni, manavı, dolmuşçusu, garsonu, sapığı, eşkiyası, kapkaççısı, anarşisti.... hepsi aynıdır. Türk milleti için şu an aleyhte bir faaliyet göstermeyen kürtler olabilir, ancak bunların vadesi sonsuz değildir. Kaldı ki o “sadık kürt” bile sokaklarda, işyerinde veya okullarda gene kürtlüğünün gereğini icra edecektir. Kürtlüğün gereğinin ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz.

Tahsin Eski, Almanya 
27 Haziran 2010

iyi ne güzel işte böylece chp li ulusalcılarda ulusal partiye geçer artık sizde chp nin meclisteki sandalyelerine oturur türkiye yi şu anki yönetimden daha iyi yönetirsiniz

Mehmet Ali Tanır, Ankara 
14 Mayıs 2010

ben atatürkçüyüm hemde sapına kadar ama chp deki yanlışların analizindede haklısınız!bende ist il bşk.gittiğimde oradaki havanın ohh ne ala havasını içtim,dediğiniz gibi gürsel tekin etrafına hemşehrelerini toplamış aynı nurettin sözenin sivaslıları topladığı gibi..ancak benim için en büyük tehlike dincilerdir,onları defetmek için her şey yapmaya hazırlanalım..

Kemal, İstanbul 
6 Mart 2010

Artık baykalı değil ama atatürk ilke ve devrimlerini kurtarmak için türksolu olarak üzerimize büyük görevlerin düştüğünü anlıyoruz bu yazıda ve gerçek atatürkçülere diyoruzki atatürkçü partide buluşalım geliyoruz tam bağımsız türkiye için geliyoruz

Adem Üzüm, Ordu 
7 Ocak 2010





3 Aralık 2017 Pazar

Gelecekte Kürt Devleti Görebiliriz


Gelecekte Kürt Devleti Görebiliriz




Marksist akadamisyen Türkiye hakkında çarpıcı açıklamalarda bulundu.
  Serbest Siyaset Söyleşileri'nin konuğu olan Marksist akademisyen Korkut Boratav, Türkiye'ye dair önemli analizler yaptı: "Gezi direnişi yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır", "Gelecekte bir veya birkaç Kürt devleti göreceğimizi öngörebiliriz", "Türkiye'de 'kuruluş felsefesi' ile sınırsız ('doğrudan') demokrasi özlemlerinin uzlaştığını, Gezi direnişine Mustafa Kemal'li bayrakları ile katılan gençler gösterdi; Kılıçdaroğlu öğrenemedi"...

ÖNCE BU UZUN, KORKUT HOCA SÖYLEŞİ SİSİNDEN BİRKAÇ SPOT....

“ Devletten yoksun bir halk (millet) olarak Kürtler için ‘tek devlet’ geleceği, tarihsel bir zorunluluk mudur? Arap coğrafyasının ve Bolivar’ın ütopyasına ihanetlerden oluşan Latin Amerika tarihlerine bakınız. Bu tarihler emsal olacaksa, gelecekte bir veya birkaç Kürt devleti göreceğimizi öngörebiliriz.”

“ Kürt hareketinin siyasi İslâm ( AKP ) ile ittifakı, Orta Doğu’nun (ve Türkiye’nin) enternasyonalist, aydınlanmacı, sosyalist perspektiflere sahip akımları, insanları tarafından desteklenmemelidir.”

“ Peki Çözüm? Beni aşar; bilemem. Ancak, CHP’nin Kılıçdaroğlu tarafından açıklanan, önce 16, sonra 19 maddelik demokratikleşme programı niçin bir hareket noktası olmasın? Türkiye’de moda olan solcu züppelik için CHP sadece patolojik bir mizah ve küçümseme konusudur. Lütfen bu hastalıklı akımdan uzak durunuz ve Kürt sorununa Türkiye içinde çözüm aramanın ön-koşulları olarak yorumlanabilecek olan sözünü ettiğim programa bakınız.”
[Türkiye’de] ‘kuruluş felsefesi’ ile sınırsız (‘doğrudan’) demokrasi özlemlerinin uzlaştığını, Gezi direnişine Mustafa Kemal’li bayrakları ile katılan gençler gösterdi; Kılıçdaroğlu öğrenemedi. 
“‘ Reel sosyalizm’ adını taşıyan toplumların tarihe karışması, Marx’ın, Engels’in ve takipçilerinin kuramsal savlarını geçersiz kılmamıştır. Marksizmin kapitalizmi açıklayıcı gövdesi, olduğu gibi durmaktadır.
AKP ile sert bir hesaplaşmayı gerektiren bir demokrasi cephesine katılmaları dahi çok güç olan ‘liberaller’in sosyalistleşmelerini ummak, sadece mizah konusu olabilir.”

“ [Gezi direnişi] yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira burjuvaziye ve onun devletine karşıdır…”

“ Büyük devrimci Mao Zedung şöyle diyor: “Dünyada kargaşa (kaos) var; durum çok iyi…” Taksim’deki öğrenciler, aydınlar, işçiler, kafa emekçileri bizlere bu kargaşayı armağan ettiler. Elbette sonunda yenilecekler; ama diyalektiğin ‘evrensel’ yasası işleyecektir…”

“ [Mısır’da] siyasi İslâm’ın Müslüman Kardeşler kolunun yenilgisi önemli bir zaferdir.”

***
Serbest Siyasa Söyleşileri’ne Korkut Boratav ile devam ediyoruz. 

Akademik yaşamı boyunca benimsediği ve gelişimine katkıda bulunduğu Marksist bakış açısını kullanarak kaleme aldığı onlarca kitabı ve ulusal-uluslararası akademik dergilerde yayımlanmış çok sayıda makalesi bulunan Korkut Hoca’yı uzun uzun tanıtmaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Nitekim böyle bir girişim bu söyleşinin kendisinden çok daha hacimli bir tanıtım metninin ortaya konmasını gerektirirdi. Bu nedenle, kısa bir tanıtım özeti ile yetiniyor ve söyleşiye geçiyoruz: 

Korkut Boratav 1935’te Konya’da doğdu. 
1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1964’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden (SBF) iktisat doktorası aldı. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak bulundu. 1972’de doçent, 1980’de profesör oldu. 1983’te ‘sakıncalı’ bulunarak 1402’lik oldu ve üniversitedeki görevine son verildi. Çalışmalarını 1984-1986 yıllarında Zimbabwe Üniversitesi’nde sürdürdü. Sonrasında Danıştay kararıyla SBF’ye yeniden dönen Boratav 2002’de emekli oldu. 1997 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’nin “Hizmet Ödülü”ne layık görülen Boratav, 1997-2003 yıllarında UNCTAD’da danışmanlık ve 2004-2006 yıllarında Türk Sosyal Bilimler Derneği’nde başkanlık görevlerini üstlendi. Bağımsız Sosyal Bilimciler grubunun kurucu üyelerinden olan Boratav, soL gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

***



Serbest Siyasa (SS): Söyleşi önerimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Akademik yaşama girişinizle başlayalım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ nden 1959’da mezun olmanızdan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde maliye ve iktisat alanlarına yönelmenizde etkisi olan koşullar, kişiler veya kurumlar var mıydı? 

Korkut Boratav (KB): Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarımda önce edebiyat; sonra da siyaset yazıları yazmaya başlamıştım. Kemal Tahir’in Sağırdere’sini eleştiren bir yazıyla (galiba Yücel dergisinde) yazarlığa başladım; Yeni Ufuklar’da ‘toplumcu gerçekçilik’ konulu bir adım daha attım. Daha sonra Pazar Postası’nda A. Korkut ve Mustafa Karataş imzalarıyla iç ve dış siyaset konularında köşe yazıları yazamaya başladım.

Aydın ve solcu bir aileden geliyorum. 

Babamın, amcalarımın doğrudan ve dolaylı etkileri beni de sola yöneltti. Ortaokulu Talas Amerikan Koleji’nde okuduğum ve sonraki yıllar peşini bırakmadığım için İngilizce’yi Batı kaynaklarını rahatça izleyebilecek düzeyde öğrendim. O tarihlerde kullanılan ‘Unesco kuponları’ ile TL karşılığı yabancı dergilere abone olmak, kitap sipariş etmek mümkündü. Daha sonra Kapital’i Türkçeye çevirecek olan Alaattin Bilgi ile tanışmak fırsatı buldum. Alaattin ağabey’in zengin (ve çok sayıda Marksist, sosyalist kitap, dergi içeren) İngilizce kitaplığından yararlandım. Türkçe sol yapıtların kitapçılardan, hatta kütüphanelerden kaybolduğu 1950’li yılların kısır ortamını aşma fırsatını böylece buldum; kullandım. 

Hukuk Fakültesi’nde hukuk sosyolojisi seminerinde Karl Wittfogel’in Oriental Despotism kitabı üzerine hazırladığım çalışmayı beğenen Prof. Hamide Topçuoğlu beni kendi kürsüsünde asistanlığa yönlendirmek istedi. Ancak, Marksist yazını izlerken, temel eksikliğimin iktisat alanında olduğunu fark etmiştim ve akademik mesleğe yöneleceksem, ana hedefimin bu doğrultuda olması gerektiğini düşünmeye başlamıştım. 

Forumdergisinde Aydın Yalçın ile Sencer Divitçioğlu arasında Keynes ile Marx’ı karşılaştıran (ve bence Divitçioğlu’nun galip çıktığı) bir polemik, kararımı kesinleştirdi. Hukuk Fakültesi’ndeki iktisat dersleri yetersizdi. O arada tanıştığım Attila Karaosmanoğlu, Samuelson’un Economics’ini tavsiye etti. Kitabı baştan aşağı okudum; öğrendim. O bilgi SBF’nin iktisat doktora programına kabul edilmemi sağladı. Bir yıl sonra da Maliye kürsüsü asistanlık sınavını kazandım. O tarihlerde iyi bir İngilizce bilgisi, akademik mesleğe girişte; hatta ilk aşamalarda ilerlemede büyük bir avantaj sağlıyordu.
SS: 1980 askeri darbesi sonrasında 1402’lik oldunuz ve üniversitedeki görevinize son verildi. Bu dönemde çalışmalarınız kesintiye uğradı mı? Türkiye’de ‘sakıncalı’ bulunduğunuz için gitmek zorunda kaldığınız ve 1984-1986 döneminde çalıştığınız Zimbabwe Üniversitesi’nin sizin ve çalışmalarınızın üzerinde nasıl bir etkisi oldu? 

KB: Hiç kesintiye uğramadı. Bir kere Fransa’da bulunan annem ve babam, emeklilik aylıklarını bana tahsis ettiler; aile olarak geçim sıkıntısına sürüklenmedik. 1983-1984 boyunca Taha Parla’nın yönettiği Ünlüler Ansiklopedisi’nin yazarları arasında yer aldım. Murat Karayalçın, Kent-Koop adına bir araştırma projesi oluşturdu: Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı için Konut Sektörü ve Politikaları Üzerine Bir Model Önerisi…Benim gibi işsiz kalan Yakup Kepenek ve Hasan Ersel ile birlikte yürüttüğümüz bu araştırmanın (bence bir hayli özgün bulgular içeren) raporu yayımlandı. Samir Amin tarafından yürütülen UNITAR’ın Akdeniz Projesi için iki araştırma sundum. O yıllarda üniversitelerden uzaklaştırılan meslektaşlarımla birlikte DOST yayınevi tarafından yayımlanan YAPIT dergisini çıkardık. Bu dergi, o karanlık yıllarda Türkiye’nin sosyal bilimler dünyasına ciddi katkılar getirdi. 

1984-1986’da Zimbabwe Üniversitesi dönemi de benim için çok verimli oldu. Ekonomi bölümünün en kıdemli hocası bendim. Marksist eğilimli insanların çoğunluk oluşturduğu bir bölümdü. Ülke dört yıl önce bağımsızlığa kavuşmuştu ve eskiden beyaz azınlık çocuklarına hizmet sunan üniversite, siyah Afrikalılara açılmıştı. Batı üniversitelerinin iktisat programlarını izleme baskısı söz konusu değildi. Zimbabwe’yi yönetmeye aday olan gençler, dünyayı, ülkelerini kavrama; geri kalmışlık, bağımlılık sorunlarına çözüm arama ihtiyacı içindeydi. İktisat programı da bu gereksinimi yanıtlamak üzere oluşturuluyordu. Ben, political economy (siyasal iktisat), advanced economic theory (ileri iktisat kuramı), international economics (uluslararası iktisat) ve history of economic thought (iktisadi düşünce tarihi) derslerini bu geniş özgürlük alanı içinde verdim. 

Marksist Politik iktisat dersi için özgün bir sistematik oluşturdum. Benden sonra aynı dersi devralanların bu sistematiği bir süre izlediklerini duydum.
Zimbabwe yılları, ayrıca, Türkiye üzerinde bir dizi araştırma yapmama ve bunları uluslararası ortama taşımama imkân verdi. Amerikalı iktisatçı Lance Taylor, benimle Zimbabwe’de temas kurdu. Kalkınma politikaları üzerinde ülkeler-arası karşılaştırmaları hedefleyen bir çalışmaya katılmamı istedi. Kabul ettim. On beş yılı aşkın bir süre boyunca devam eden bu araştırmaların içinde (zaman zaman Oktar Türel, Erinç Yeldan ve Ahmet Haşim Köse’nin de katılımları ile) adeta Türkiye temsilcisi oldum. Yapısalcı, ‘bağımlılık okulu’na yakın ve sol-Keynes’çi iktisatçılardan oluşan bu grupta bir anlamda Marksist iktisadı esas olarak bizler (arada bir Hintlilerin de katılımıyla) temsil ettik. İyi çalışmalar yaptık; çözümlemelerimizi, bulgularımızı tartışmaya açtık, sınadık, olgunlaştırdık, yayımladık. 

SS: Yaşamınızın büyük bir kısmında Ankara’da bulundunuz. Ankara’da okumanın, çalışmanın ve yaşamanın başka yerlere göre (tabii burada aklımıza ilk gelen İstanbul) bir avantajı veya dezavantajı oldu mu?
KB: İstanbul dükalıktır. Orada paranın iğvası, güvendiğimiz dağlara kar yağdırır ve ‘beşer şaşar’. Ankara ise, paranın tamamen fethetmediği küçük burjuva aydınlarının metropolüdür. Kent giderek bozulmaktadır; ama bizim çevrelerimizin semtleri fazla dağınık değildir; en geç yarım saat içinde bir araya gelebiliriz. Bu nedenle, insanlarımız sık sık iletişim kurar; tartışırlar. İstanbul’da yaşayıp, ‘Ankaralı’ gibi kalabilen aydınlar istisnadır; gerçekten takdire şayandır. Tipik ‘İstanbullu aydınlar’ ise salt değişimin faziletini savundukları için ‘ilerici’ sıfatını sahiplenirler. Sanat, kültür, bilim alanlarının avant-garde uçlarında dolaşmayı, buralardan dil ve üslup gösterileri ile aktarımlar yapmayı özgünlük zannederler. Bunlarla tartışmak imkânsız; kavga etmek faydasızdır.

SS: Bu söylediklerinizden, “tipik İstanbul aydını”nın esasen ‘gerici’ veya mevcut düzenin ‘muhafızı’ olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Başka bir deyişle, Türkiye’de esaslı bir değişim, dönüşüm olacaksa bunun avant-garde’lığını ancak ‘Ankara-tipi aydın’ mı üstlenebilir? KB: Fazla abartmayalım. Sorunuz, beni köşeli bir şemalaştırmaya zorladı. Her iki tipin de işe yaramaz, yoz uçları vardır. Ömürlerini meyhane gevezelikleriyle geçirmiş; yaratıcı, üretken hiçbir iş, uğraşta bulunmamış, salt okur-yazar (veya ‘kendinden menkul aydın’) olmanın ayrıcalığına sığınan ‘Ankaralı memurlar’ı, yukarıda karikatürleştirdiğim ‘İstanbul’un avant-garde aydınları’ kadar anlamsız bulurum. Öte yandan, kapitalizmin yaratıcı (hatta ‘yıkıcı’) dinamizmini yücelten insanlar, İstanbul’da iş hayatının labirentlerinde ayakta durma, ilerleme, ‘ihya olma’ kavgasını veren lisans-üstü diplomalı kişiler, bazılarına göre Türkiye’nin parlak geleceğinin simgeleri olarak görülebilir. Her şey, bu sorulardan hareket eden değerlendirmeleri yapan kişinin ideolojik konumuna bağlı… Herkese hitap eden bir genelleme yapmak, ne haddime…

SS: Uzun yıllar Üniversitede çalıştınız. Türkiye’de üniversitenin dünden bugüne, diyelim ki son elli yıldır geçirdiği değişimi nasıl özetlersiniz? Özellikle iktisadi araştırma yapanlar açısından koşullar nasıl değişti? 
KB: 1960-1980 arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki deneyimlerimden hareket ederek bir değerlendirme yapabilirim. 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu’nun belirlediği süreler içinde doktora ve doçentlik unvanlarının kazanılması koşuluyla iş güvencesi vardı. Tezler, yayınlar, araştırmalar Türkiye’den jüriler, hakemler tarafından değerlendirilir; Türkçe yayınlar önem, hatta öncelik taşırdı. Hirsch’in Almanya’dan Türkiye’ye taşıdığı kürsü sistemi, en azından SBF’de akademik gelişmeye niteliksel katkı yapmıştı. 

Asistanların hocalarını zamanla aşması, sadece doğal karşılanmaz; beklenir, istenir, teşvik edilirdi. Kürsülerin bünyesinde ufak çapta bilimsel akımlar; ‘okullar’ oluşurdu. Fakülteler tüzel kişiliğe sahipti. Fakülte Kurulları, eğitim programlarında, öğretimde, akademik ve yönetsel tüm konularda (idarî yargının istisnaî müdahaleleri dışında) nihaî karar birimleriydi. Örneğin SBF’de bu kurullar; asistanlık sınavları, atama-yükseltme, doktora, yüksek lisans jürilerinde ideolojik, politik ve kişisel kayırma etkenlerini önlemeyi temel bir öncelik haline getirmişti. Bu ortam, akademik mesleğin bünyesinde hiyerarşik zincirleri zayıflattı; olağanüstü bir bilimsel demokrasinin oluşmasına katkı yaptı. 

Bu özelliğin Türkiye’nin o tarihlerdeki demokratikleşme olgusuyla da bağlantılı olduğunu düşünebiliriz. Aynı yıllarda ODTÜ’de de benzer bir demokratik ortamın oluştuğunu biliyorum. Bu nedenle, kürsü sistemini fazla abartmamak gerekebilir. Ancak, ODTÜ’de dahi iş güvencesi, hukuken değilse bile, fiilen uygulanmıştı. 

İktisat alanında doktora sonrasında İngilizce hakemli dergilere yayının akademik atama-yükseltme ölçütü olarak kullanılmasını sadece hatalı değil, zararlı görüyorum. Türkçe bilimsel üretimi, özgünlüğü, yaratıcılığı kösteklediğini düşünüyorum.
İnternet ve bilgisayar dünyası, iktisatta nicel araştırmaları çok kolaylaştırdı. Sağladığı zaman tasarrufu ve (geçtiğimiz aylardaki Reinhart/Rogoff örneğine rağmen) güvenilirlik büyük kazançtır. Ancak, ‘tasarruf ettiğiniz’ zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Genç kuşaktan iktisatçıların zaman içinde kitap okuma (yeni alınan bir kitabın sayfalarını ‘koklama’), dergi karıştırma, Türkçeyi bir yazı dili olarak kullanma alışkanlıklarını yitirebileceklerini düşünüp endişe ediyorum.

SS: Türkiye’de 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana, sermayenin TÜSİAD’dan Anadolu’daki İslamcı/muhafazakâr şirketlere kaydığına ilişkin bir algı var. Hatta bu sürecin Turgut Özal liderliğindeki ANAP’la başladığı da söylenir. Oysa rakamlara bakıldığında TÜSİAD üyesi şirketlerin ekonomideki payında kayda değer bir azalma yok. Dolayısıyla, son 10 yıldır, görünürdeki tüm rejim tartışmalarına karşın, ‘büyük sermaye’nin AKP iktidarı ile – tıpkı geçmişte ANAP iktidarı ile olduğu gibi – bütünleşmekte olduğunu düşünebilir miyiz? AKP’nin son on yılda Türkiye’deki sermaye birikimi ve dağılımı süreçlerine etkisi sizce nasıl oldu? KB: Sözünü ettiğiniz ayrışmanın sınıfsal içeriği, bence zayıftır; hatta anlamsızdır. 

Genel olarak sermaye ve özel olarak da Türkiye burjuvazisi için, neo-liberalizmin emek-sermaye ilişkileri için geçerli olan ana çizgisini ödünsüz izleyen bir ‘tek parti’ (AKP) iktidarı, koalisyonlara dayalı (ve bu yüzden ‘popülizm sapkınlığı’ riskleri taşıyan) tüm seçeneklere göre açık farkla ehvendir. Sermayenin kolektif iradesini borsa gösterir. AKP’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasının güçlendiği her aşamada borsanın yükselmesi bu bakımdan anlamlıdır. 2011 referandumu sırasında patronların tavrını belirleyen bir listeyi Hakan Gülseven yayımlamıştı. TÜSİAD’çılar dâhil ezici çoğunluk referanduma ‘evet’ oyuyla katılmışlar. Sermayenin toplum üzerinde tahakkümüne bu derecede angaje bir iktidara destek esastır; yaygındır. Bu yaygın destek, aynı iktidara, özellikle rant paylaşımı süreçlerinde iş çevreleri arasında kayırma/dışlama ayrımı yapma hakkını da sağlar. Bu ‘kayırma/dışlama arızaları’, sınıfsal değil, hizipsel ayrışmalardır ve ikincildir.

SS: Kürt meselesinde gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüzde, ekonomik ilişkilerin hacmi bakımından, Türkiye’nin Almanya’dan sonraki en büyük ikinci ortağının Güney Kürdistan olduğu söylenebilir. Türkiye’nin PKK ile barışma sürecine girmesi sizce Türkiye’nin Güney Kürdistan’la olan siyasal ilişkilerini ve Türkiye’deki Kürt meselesini nasıl etkileyecek? 
KB: Sorunuzu ‘Güney Kürdistan’ terimiyle başladığınıza göre, benden Kuzey, Doğu ve Batı Kürdistanlarının da ekleneceği bir ‘Büyük Kürdistan’ geleceğini tartışmamı mı istiyorsunuz? O zaman, bana ‘desteksiz atış’ hakkını da vermiş olursunuz.
Devletten yoksun bir halk (millet) olarak Kürtler için ‘tek devlet’ geleceği, tarihsel bir zorunluluk mudur? Arap coğrafyasının ve Bolivar’ın ütopyasına ihanetlerden oluşan Latin Amerika tarihlerine bakınız. Bu tarihler emsal olacaksa, gelecekte bir veya birkaç Kürt devleti göreceğimizi öngörebiliriz. Bu geleceğin, tüm Kürt gruplarını kapsayabilmesi için, Orta Doğu’nun tümünde bir sosyalist devletler topluluğunun oluşmasını beklememiz gerekecektir.
Bu devletleşme mücadelelerinin, kapitalizm ve emperyalizmin egemen olduğu koşullarda, çok kanlı olması kaçınılmaz görünüyor. Bugün de bu ortamın içindeyiz. Devletleşmenin en yakın adayı olan Irak Kürdistanı dahi, o kritik adımı atamamaktadır. Atabilmek için AKP Türkiye’sine yaslanmasının yarattığı riskleri göze alamamaktadır. 

Zira AKP’nin, ‘Kürt açılımı’, Orta Doğu’da bir Sünni blok liderliği projesinin bir parçası olarak oluşturulmaktadır. Suriye ve Irak’taki iç savaşları iyice körükleyen; Türkiye Cumhuriyeti’ni (belki adını da değiştirerek) kanlı ve sonu belirsiz maceralara sürükleyen; üstelik ABD emperyalizminin de kesin onayını taşımayan bir korku senaryosu söz konusudur. Kürt hareketinin siyasi İslâm (AKP) ile ittifakı, Orta Doğu’nun (ve Türkiye’nin) enternasyonalist, aydınlanmacı, sosyalist perspektiflere sahip akımları, insanları tarafından desteklenmemelidir. 
Peki çözüm? Beni aşar; bilemem. Ancak, CHP’nin Kılıçdaroğlu tarafından açıklanan, önce 16, sonra 19 maddelik demokratikleşme programı niçin bir hareket noktası olmasın? Türkiye’de moda olan solcu züppelik için CHP sadece patolojik bir mizah ve küçümseme konusudur. Lütfen bu hastalıklı akımdan uzak durunuz ve Kürt sorununa Türkiye içinde çözüm aramanın ön-koşulları olarak yorumlanabilecek olan sözünü ettiğim programa bakınız. Ve kabul ediniz ki, bu türden bir demokratikleşme angajmanına peşinen girmediği sürece, AKP’nin Kürt sorunu için getireceği tüm öneriler, Türkiye’yi daha geri, karanlık bir geleceğe taşıma projesinin parçalarıdır. 

SS: Fakat CHP içinde oldukça güçlü ve çeşitli bakımlardan Kılıçdaroğlu’nu pek de benimsemeyen, 1920’lere 30’lara özgü ‘kuruluş felsefesi’nin muhafazasını kayıtsız şartsız demokratikleşmenin önüne koyan oldukça ‘muhafazakâr’ bir kanat olduğunu da biliyoruz. Nitekim CHP seçmeninin çok önemli bir bölümünün Kılıçdaroğlu’ndan ziyade bu kanadı desteklediği, hatta Kılıçdaroğlu’nun yerinde çok daha ‘ulusalcı’ bir Genel Başkan görmek istediği de söylenebilir. 

Bu koşullarda, CHP, Kürt sorunun çözümüne yönelik somut ve yapıcı adımlar atabilir mi gerçekten?

KB: “ Muhafazakâr ”, “ Ulusalcı ” sözcüklerini, egemen neo-liberal söylemi benimseyerek kullandığınız izlenimi edindim. O zaman, sorma hakkı bana intikal eder: “Kuruluş felsefesi” ile probleminiz nedir? Fransız Marksistlerinin Jacobinizm’e; İtalyan solcularının Garibaldi’ye bakışları ile Türkiye devrimcilerinin (bence) Kemalizm’e yaklaşımları arasında temel bir paralellik olmalıdır. Deniz Gezmiş kuşağının devrimcileri, bu paralelliği geçmişte temsil etmişlerdi. Küçük burjuva radikalizmi, örneğin Jacobinizm, Narodnizm; dahası, Garibaldi’nin, Bolivar’ın, Sun Yatsen’in ve 20.yüzyılın ikinci yarısında Üçüncü Dünya devrimcilerinin temsil ettiği ‘milliyetçilikler’, sosyalizmin yol arkadaşlarıdır. Ortaçağ geriliğine, paranın tahakküm ettiği bir dünyaya ve (Üçüncü Dünya’da) emperyalizme karşı başkaldırı, ortak noktalarıdır. 
Kılıçdaroğlu, sözünü ettiğim demokratikleşme paketini önerirken, bu çizgiyi ileri bir noktaya taşıma çabası gösteriyor. Ancak, önemli bir ‘günah’ işleyerek… Kemalizm’in sözünü ettiğim aydınlanmacı mirasını benimsemekte; savunmakta gösterdiği ürkekliği; AKP’nin gerici saldırganlığına karşı yılgınlığını, teslimiyetini kastediyorum. Aydınlanmacı bir mirasın, örneğin ödünsüz laikliğin, demokratikleşmenin ön-koşulu olduğunu unutuyor. Kuruluş felsefesi ile sınırsız (‘doğrudan’) demokrasi özlemlerinin uzlaştığını, Gezi direnişine Mustafa Kemal’li bayrakları ile katılan gençler gösterdi; Kılıçdaroğlu öğrenemedi. 
SS: Sosyalizmin, Marksizm’in günümüzdeki durumunu gerek Türkiye açısından gerekse dünya düzeyinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Son iki yüzyıldır, solun günümüzdeki kadar örgütsüz, dağınık ve etkisiz olduğu bir dönem olmuş muydu daha önce? Günümüzde sistem eleştirilerinin sistem değişikliğine yol açabilecek koşulları yaratabileceğine inanıyor musunuz? Örneğin, son on yılda, Slavoj Zizek 30, David Harvey ise 11 kitap yayımlamışlar; yani, sistemi bol miktarda eleştirmişler. 

Bu eleştirilerin kapitalizmin son bulmasına kayda değer bir katkı yapacağını düşünüyor musunuz? Zizek, Harvey ve diğerleri son on yılda hiçbir düşünsel faaliyette bulunmamış olsalardı, dünyada sol daha örgütsüz, daha dağınık ve daha etkisiz bir durumda mı olurdu?

KB: Marx’ın yapıtının ana gövdesi, kapitalizmin (zaman zaman öncesine de bakarak) çözümlenmesinden oluşur. Kapitalizmin içsel çelişkilerinin, sistemik bir krizin ön-koşullarını nasıl oluşturduğu; nasıl olgunlaştırabileceği de bu arada incelenir. Ancak, bu analiz, hiçbir yerde, kapitalizmin kendiliğinden sosyalizme, komünizme dönüşeceğini öngörmez. 

Bu analizin kenarında, adeta ucunda, ünlü 11.Tez vardır ve onun ana mesajı, kapitalizmin bir sistem olarak son bulması için iradî, bir anlamda ‘dışsal’ ve devrimci bir müdahalenin gerekli olduğudur.
Bu müdahalenin yöntemi, zamanlaması, hedefleri ve programı Marx’ın iktisadi değil, politik yapıtlarında yer alır; kuramsal olmaktan çok, incelenen tarihsel olay ve ortamlarla ilgilidir. Bunlardan genel ilkeler türetmek yanlıştır.
Dahası, Marx, Engels, onların izleyicileri, hatta devrim öncesi yapıtlarında Lenin dahi, yeni toplumun, kapitalizm-sonrasının özellikleri üzerinde, çok genel ilkeler dışında yazmaktan da kaçınmışlardı. 

Kapitalizm sonrasının, devletin zaman içinde yok olacağı, bu nedenle sınırsız özgürlükler taşıyan, sınıfsız, eşitlikçi bir toplum olacağı öngörülmüyor; hedefleniyordu, o kadar… 
Bu nedenlerle, ‘reel sosyalizm’ adını taşıyan toplumların tarihe karışması, Marx’ın, Engels’in ve takipçilerinin kuramsal savlarını geçersiz kılmamıştır.
Marksizmin kapitalizmi açıklayıcı gövdesi, olduğu gibi durmaktadır. 20. yüzyıl başında emperyalizmi inceleyen Luxemburg, Hilferding, Bukharin ve Lenin’in; yüzyılın ikinci yarısında Baran/Sweezy ile başlayıp bugüne kadar sürdürülen ‘yeni’ bir kuşağın katkılarıyla zenginleşmiştir.
Dahası, reel sosyalizmin tıkanma ve çöküş süreçlerini açıklayan en önemli, değerli katkılar da, burjuva iktisatçılardan ve ‘Sovyetolog’ şarlatanlardan değil, maddeci tarih yaklaşımının güçlü araçlarını kullanan Marksistlerden gelmiştir.
Ben de Sosyalist Planlamada Gelişmeler başlıklı çalışmamda Sovyet-tipi sosyalizmin çözülmesine yol açan süreçleri, karınca kararınca incelemeye çalışmıştım. 
Bu açıdan bakarsak, ortada Marksizmin değil, sosyalizmin bunalımı vardır. Bu, sadece, reel sosyalizmin çöküş etkenlerini değil, anti-kapitalist mücadelelerin tarihi, yöntemleri, iktidara el koyma ve yeni toplumu inşa sorunlarıyla ilgili bir alandır.
Onu tartışmak ve değerlendirmek için, devrimci hareketlerin kuramcı liderlerini, Marx ve Engels’in, Birinci ve İkinci Enternasyonal’lerin siyasi metinlerini; Lenin, Luxemburg, Troçki, Stalin ve Mao’nun katkılarını ve uygulamaları (tarihsel pratiği) ayrıntıyla incelemek gerekir. Bu incelemeyi de en iyi Marksistlerin yapabileceğini ve yaptıklarını düşünüyorum. 
Bu çerçeve içinde Harvey ve Zizek’i farklı yerlere oturtuyorum. Harvey, çağdaş kapitalizmin neo-liberal dönüşümünü açıklama, kavrama doğrultusunda önemlice katkılar yapmıştır. Kavrayışımızı genişletmiştir.
Zizek ise, 11. Tez sorunsalı içinde geçmişin ve bugünün devrimci mücadele deneyim ve sorunlarını tartışan bir insandır. Bu işi devrimci, anti-kapitalist bir perspektifi koruyarak yaptığı için, bütün uçuk-kaçık özelliklerine rağmen beğeniyorum. Ayrıca, bir felsefeci olarak diyalektik maddeciliği, Marx’tan Mao’ya kadar uzanan bir birikim içinde sahiplenmesini de önemli görüyorum.

SS: Yani Zizek, Harvey ve diğerleri son on yılda hiçbir düşünsel faaliyette bulunmamış olsalardı, dünyada sol daha örgütsüz, daha dağınık ve daha etkisiz bir durumda mı olurdu? KB: Batı’da Zizek, Harvey gibi insanlar; buralarda ise bizler, bugünkü toplumsal direniş dalgalarına, geçmişin pratik ve teorik mirasını; sevap ve günahları ile birlikte aktardığımız ölçüde katkı yapmış oluruz. Aksi halde, her şeyi sıfırdan öğrenme, ‘keşfetme değil, icat etme’ iddiasına savrulan muhalifler, anti-kapitalist direnme eylemlerini kargaşaya sürüklerler.

SS: Geçtiğimiz Mayıs ayında, dünya çapında bir Marksist olan Leo Panitch Türkiye’ye geldi ve bir söyleşide Türkiye’deki baskıların liberalleri sosyalistleştirmeye yarayacağını ve Türkiye solunun bunu iyi kullanması gerektiğini söyledi. Uzun yıllar boyunca bizler IMF ve Dünya Bankası uzmanlarının – sermaye yanlısı tutumlarının yanı sıra – Türkiye ekonomisinin özgül yapısını ve koşullarını bilmeksizin tavsiyelerde bulunmalarını eleştirmiştik. Panitch’in Türkiye siyasetine ilişkin tavsiyesinde de benzer bir bilgisizlik veya ‘ahkâm kesme’ söz konusu mu sizce?

KB: Açıkçası haklısınız. 

Panitch’e bu soruları soran sosyalistler hatalıdır. Panitch’den ne bekliyorlar?
IMF reçetelerini ‘kutsal doğru’ kabul eden Türkiye’nin burjuva iktisatçıları gibi, Batılı Marksistlerden Türkiye için keramet mi arıyorlar?
Panitch ise, ilk kaynaklara ulaşamadığı için, Türkiye sosyalistlerinin güncel sorunlarını yakından bilemeyeceğini itiraf etmek alçakgönüllülüğünü gösterememiş; oryantalist Batılı ulemanın rolünü üstlenmiş;
Türkiye’deki ‘liberaller’in, AKP ile lekeli ilişkilerinden bihaber ‘ahkâm kesme’ zafiyetine sürüklenmiş. Bu yüzden hatalıdır.
AKP ile sert bir hesaplaşmayı gerektiren bir demokrasi cephesine katılmaları dahi çok güç olan ‘liberaller’in sosyalistleşmelerini ummak, sadece mizah konusu olabilir.

SS: Slavoj Zizek’ten Immanuel Wallerstein’a, David Harvey’den Tarık Ali’ye pek çok solcu entelektüel, henüz birkaç sene önce, ‘İşgal Et’ hareketlerini ve Arap Baharı’nı sol açısından büyük bir iyimserlikle selamlamışlardı. Bugün ise solda yer alan veya yer almayan birçok insanın kabaca şöyle düşündüğü günlerden geçiyoruz: “Wall Street hiç işgal edilmedi; Arap Baharı hiçbir zaman bir ‘bahar’ değildi. Günümüzde sol hemen hiçbir işe yaramıyor. Günümüzde sol, solcuların kendi aralarında konuşup sosyalleştikleri bir ortamın oluşmasından başka bir işe yaramıyor. Çağımızın solu, sosyal bir kulübe benziyor”. Bu türden düşünceler sizce çok mu acımasız veya çok mu cahilce, ne dersiniz? Böyle düşünen insanlar solun bir işe yarayabileceğine nasıl ikna edilebilir? Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? KB: Tunus ve Mısır’daki hareketler, sermayenin dünya çapında tahakkümüne, neo-liberalizme karşı kendiliğinden, örgütsüz halk tepkileriydi. 

Gerici, emperyalizmin işbirlikçisi yoz, kapkaççı burjuva iktidarlarını devirmeyi başardılar.

İktidar ise, başlangıçta kalkışmaların dışında kalmış olan örgütlü ve paralı Müslüman Kardeşler’e armağan edildi. Bu kader, solun işe yaramamasından değil; komünist rejimlerin çöküşünden sonra, sosyalist hareketlerin dağılması ve yeni örgütlenme, mücadele yöntemlerinin; iktidar programlarının oluşmamasından kaynaklanıyor.
Aynı şey, Wall Street, Yunanistan, İspanya, İtalya, tüm Avrupa ve bizim Taksim-Gezi kalkışmaları için de bir dizi yerel, ulusal çeşitlenme içererek geçerlidir. Pek de uzak olmayan bir gelecekte, ibrenin sosyalist hareketler lehine döneceğini düşünüyorum.

SS: Örneğin, Gezi Parkı süreciyle başlayan direniş, Türkiye’de sosyalizmin elle tutulur, gözle görülür bir alternatife dönüşmesine yol açabilir mi gerçekten? Türkiye’de bunun koşullarının “pek de uzak olmayan bir gelecekte” oluşması gerçekten mümkün mü? Bir de, ‘Gezi ruhu’ sizce esasen kapitalizm-dışı bir yeni düzen mi yoksa daha demokratik bir kapitalizm mi talep ediyor? 

KB: Gezi direnişi üzerine sendika.org’da yayımlanan görüşlerimden bir bölümünü kısaltarak, biraz değiştirerek aktarayım:
Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin uygulanmaya başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış bir anti-kapitalist, (dolayısıyla sınıfsal) tepki vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli emekçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkmaktadır. 

Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira, burjuvaziye ve onun devletine karşıdır; onlarla kader birliği değil, kader karşıtlığı içinde olan insanların ortak hareketidir. 

Ayrıca, olgunlaşmış bir sınıf hareketidir; zira, karşı cephe ile kısa vadeli ve doğrudan bir bölüşüm karşıtlığı söz konusu yoktur.
Başbakan da şaşkınlıkla soruyor: “Taksim projesi hanginize zarar verdi? Niye karşı çıkıyorsunuz?” Doğrudur, İstanbul’un merkezinin rant yağmasına açılması, direnmeye kalkışan insanların gelirlerini, ücretlerini, çalışma koşullarını bozmamakta, ödedikleri kirayı, kredi faizini, öğrenci harçlarını, benzin fiyatını ve enflasyonu yukarı çekmemektedir. Sömürü oranının, artık değerin yükseldiği bir operasyon yapılmamaktadır.
Yapılan, toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesidir. Direnenler, bir anlamda, geçmiş kuşak halklarının bugüne devrettiği ortak varlıklarının burjuva mülkiyetine dönüşmesine karşı çıkıyorlar. Başbakana baktıklarında bu özelliği algılıyorlar ve bu nedenle tepki gösteriyorlar. 
Bu anlamda üst düzeyde, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki söz konusudur.
Sınıfsal tepkinin olgunluğunun, hızla ve kendiliğinden bir siyasi çizgiye dönüşmesiyle de ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu çizginin, aydınlanmacı ve sınırsız (dolaysız) demokrat özellikleriyle tanımlanabileceğini düşünüyorum. 
Temsilî demokrasinin tuzakları algılanmıştır: Kapkaççı burjuvazinin iktidarına ve İslamcı-faşist bir rejime karşı çıkış söz konusudur.
“ Her yer Taksim; her yer direniş…” Sloganı, semt meclislerinde, forumlarda bir araya gelen sıradan insanlar tarafından benimseniyor; genişletiliyor. Böylece dünya halklarının, emekçilerinin tarihsel özlemi olan sınırsız, dolaysız demokrasi çağrısı olarak yorumlanabilir. Bu çağrı, Türkiye’nin ve dünyanın tarihsel solunun tüm akımları ile fikirler ve örgütlenmeler düzleminde iletişim kurduğu ölçüde etkili olacaktır. 
Büyük devrimci Mao Zedung şöyle diyor: “Dünyada kargaşa (kaos) var; durum çok iyi…” Taksim’deki öğrenciler, aydınlar, işçiler, kafa emekçileri bizlere bu kargaşayı armağan ettiler. Elbette sonunda yenilecekler; ama diyalektiğin ‘evrensel’ yasası işleyecektir: Türkiye siyasetini bir üst düzleme taşıyarak ve sosyal mücadeleler tarihine önemli bir armağan bırakarak…

SS: Mısır için ne söylemek istersiniz? Orada da “pek de uzak olmayan bir gelecekte, ibrenin sosyalist hareketler lehine döneceğini” düşünüyor musunuz? 
KB: Siyasî İslâm’ın Müslüman Kardeşler kolunun yenilgisi önemli bir zaferdir. Askerî müdahale olmasaydı, halk kalkışması muhtemelen Cumhurbaşkanı’nı istifaya zorlayacaktı ve iktidar boşluğunda yeni yeni oluşmaya başlayan laik halk muhalefetinin temsilcilerinin yer alma olasılığı gündeme gelecekti. 

Ordu, geleneksel düzen-koruyucu işlevini üstlenmiş; geçici hükümeti neo-liberalizme angaje kadrolardan oluşturmuş; solun temsil edildiği bir iktidar seçeneğini önlemiş oluyor.
Türkiye’de olduğu gibi, her şey sol, sosyalist akımların halk sınıfları içinde örgütlenme derecesine bağlı oluyor.

https://www.sarizeybekhaber.com.tr/gelecekte-kurt-devleti-gorebiliriz


***



Ft Editörü Quentin Peel: Hükümetin Kürt Açılımı Cesurca (Özel)



Financial Times Gazetesinin Uluslararası İlişkiler Editörü Quentin Peel, AK Parti Hükümetinin Kürt Açılımını ve Türkiye-ab İlişkilerini Cihan'a Değerlendirdi. Quentin Peel, Hükümetin Kürt Açılımını Türkiye'nin Geleceği Adına Atılmış Çok Cesurca ve Önemli Bir Adım Olarak Gördüğünü Söyledi.
11 Eylül 2009 Cuma 13:46
Ft Editörü Quentin Peel: Hükümetin Kürt Açılımı Cesurca (Özel)
Financial Times gazetesinin Uluslararası İlişkiler Editörü Quentin Peel, AK Parti hükümetinin Kürt açılımını ve Türkiye-AB ilişkilerini Cihan'a değerlendirdi. Quentin Peel, hükümetin Kürt açılımını Türkiye'nin geleceği adına atılmış çok cesurca ve önemli bir adım olarak gördüğünü söyledi. 

AK Parti hükümetinin Kürt sorununun çözümü noktasında önceki hükümetlere göre önemli ilerlemeler kaydettiğini belirten Peel, "Hükümetin konuyu bütün siyasi partilerle istişare etmek istemesi de olumlu bir davranış." dedi. 

Türkiye AB ilişkilerinin biraz 'sarpa sardığını' öne süren Quentin Peel, AB liderlerinin Türkiye'ye çifte standard uyguladığına işaret etti. İzlanda'nın henüz yeni AB üyeliğine başvurduğunu ve farklı muamele gördüğünü belirten Peel, "İzlanda örneğine bakacak olursak; İzlanda nerden geldi, Türkiye nerden geldi. Elbette ülkelerin kendi özelliklerini göz önüne almak gerekir. Ancak korkarım ki Fransa, Avusturya ve Güney Kıbrıs gibi ülkelerin tutumu çifte standart taşıyor." dedi. 

Kıbrıs'ın Türkiye'nin AB üyeliği önünde en büyük engellerden biri olduğuna işaret eden Peel, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin tavrını eleştirdi. Kıbrıs'ta çözüm umutlarının gittikçe azaldığını ifade eden Peel, "Güney Kıbrıs hükümeti Ada'nın birleşmesinden çok bölünmüş olarak kalmasını tercih ediyor." şeklinde konuştu.

(CİHAN)

https://www.haberler.com/ft-editoru-quentin-peel-hukumetin-kurt-acilimi-haberi/

***

22 Eylül 2015 Salı

ATATÜRK PARTİSİYİZ DİYEN CHP DE İKİ ÖNEMLİ HABER...& İKİ ÖNEMLİ GİRİŞİM.. PARÇALANMAYA GİDEN TÜRKİYE



İ

                                     
ATATÜRK PARTİSİYİZ  DİYEN CHP  DE İKİ ÖNEMLİ HABER...&  İKİ ÖNEMLİ  GİRİŞİM.. PARÇALANMAYA GİDEN TÜRKİYE  

                   
                     İki haber ve CHP Kurultayı


    Son hafta içinde medya’da yer alan iki haber önümüzdeki dönemde yaşanacak siyaset gündemininde habercisi oldu. Bu haberlerden birincisi, 13 Ağustos tarihinde önemli medya organlarında yayınlanan DİHA (Dicle Haber Ajansı) kaynaklı, Şemdinli’de 13 IŞID üyesi olduğu belirtilen militanın YDG-H ( PKK Gençlik Örgütlenmesi) tarafından tutuklanmaları,sorgulanmaları ve kendi üst makamlarına teslim edilmesi hakkında. İkinci haber ise geçtiğimiz günlerde Lice’de PKK nın ilk militanlarından Mahsun Korkmaz’ın silahlı bir heykelinin dikilmesi. Bu haberin gazetelerde yayınlanması üzerine MHP Genel Başkanı oldukça sert bir açıklama yaptı. AKP ve CHP’den ise parti yada sözcüler adına yapılan bir protesto veya açıklama yok. Oysa bu iki haber herkesin bildiği bir gerçeği yeniden gözler önüne serme açısından son derece güncel ve uyarıcı. Bu bölgede ‘de facto’ bir PKK otonomisi faaliyette görünüyor.

                      CHP kongresi ne ile uğraşacak

     CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun yaptığı Olağanüstü Kurultay açıklamasına göre Eylül ayı içindeki bir tarihte yeni bir kongre yapılıyor. Bu kongre 2015 yılı içinde yapılacak olan genel seçimlerden önceki son büyük çaplı tartışma ortamını yaratıyor. 2015 Seçim kampanyası sürecinde ise Partilerin ‘açılım’ konusundaki görüşlerinin gündemi tamamiyle işgal edeceği kuşkusuz. CHP yönetiminin bu tarihi dönemde uygulayacağı program ve siyasetler ne olacaktır ? . CHP’nin mevcut yönetiminin yada Muhalefet olarak son günlerde isimleri ön plana çıkan liderlerinin Kongre tartışmalarının odağını bu yöne çevirmeleri gerekiyor. Zira CHP nin Eylül ayında yapılacak Olağanüstü Kongresinden sonra yapılacak olan Kurultay’da ‘atı alan Üsküdar’ı geçmiş’ olacak. Doğrudan doğruya Türkiye’nin bir ulus-devlet olarak yapısını ilgilendiren bu tarihi tartışma döneminde CHP nin nasıl bir yönetime sahip olacağı önümüzdeki Olağanüstü Kurultayın ana maddesini oluşturmak zorunda. Bu gündemi CHP nin mevcut yönetim kurullarının ‘gönüllü’ olarak yapıp yapmayacağı çok su götürür. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında ortaya çıkan ve Kongre’yi zorlayan Muhalif isimlerin medya ve kongre delegeleri önünde bu konuyu tartışmaya açmaları ve Partide ‘Kılıçdaroğlu ekibi’ olarak bilinen yönetimin izlediği politikaları bu açıdan değerlendirmeleri şarttır. Bu konuda CHP mevcut yönetiminin politik çizgisinin işaretleri şu üç tasarruf ile ortaya çıkmış görünüyor;
  1. Genel Başkan Kılıçdaroğlu’unun 2012 yılında Hakkari’de yaptığı konuşmada ‘Avrupa Konseyi Yerel İdareler Şartı’na Türkiye’nin koyduğu şerhlerin kaldırılması.
  2. Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimi programında 2014 Temmuz ayında Diyarbakır’da yaptığı ‘tüm kırmızı çizgileri kaldıracağız’ açıklaması.
  3. Yine 2014 Temmez ayı sonunda TBMM de yapılan ‘açılım’ oylaması için Sezgin Tanrıkulu İmzasıyla (Kemal Kılıçdaroğlu değil) Parti Milletvekillerine gönderilen '' Destekliyoruz''  genelgesi. (CHP DE GENEL BAŞKAN SEZGİN TANRIKULUMU? KEMAL KILIÇDAROĞLUMU? ) Bu oylama sonunda MHP nin Muhalefetine karşın AKP ve çok az sayıda CHP milletvekilinin oyları ile ‘PKK ile yapılan görüşmelerin Resmi olarak ve devlet adına sürdürülmesi karar altına alınmıştır. ( BURADAKİ KARAR  ÇOK ÖNEMLİ DİKKATİNİZE !!! PKK İLE YAPILAN GÖRÜŞMELERİN RESMİ OLARAK VE DEVLET ADINA SÜRDÜRÜLMESİ KARAR ALTINA ALINMIŞTIR ) CHP ÜSTÜ KAPALI AKP  NİN ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR..ÜLKE PARÇALANMASININ  ÖNÜNÜ AÇMAKTIR  BU KARAR VE SİYASİ GİRİŞİM..TAKDİRLERİNİZE..

                             
            ‘Siyasi Mevta’ları değil, Canlı bir tehlikeyi konuşun

  CHP nin birkaç hafta gibi kısa bir süre içinde toplanacak Olağanütü Kurultay’ı hiç kuşkuya yer yokki ‘üzeri örtülmeye çalışılan bir seçim hezimetinin’, ortaya çıkan muhalefet liderlerinin baskısıyla tabanda oluşan huzursuzluğun damgasını taşıyor. 10 Ağustos sonrası yalnız CHP saflarında değil tüm Türkiye’de en çok konuşulan konu Muhalefetin ‘çatı adayının siyasi kimliği’ ve hangi kaynakların etkisi ile Cumhurbaşkanı adayı olarak sunulduğudur. Öte yandan bu sorunun cevapları yalnızca ‘İhsanoğlu’nun siyasi kişiliği ötesinde, bir sosyal demokrat ve Cumhuriyetçi partinin kendi yapılanmasında benimseyeceği ilkelerle ilgilidir. Bir parti başkanı kendi başına böylesi hayati bir konuda hiç bir kitle örgütü ve parti organına danışmadan karar verebilir ve herkesi bağlayacak bir aday ismini açıklayabilir mi ? Bu soru doğrudan doğruya 60 Yıldan beri,kısa aralıklar dışında, muhalefette kalmış bir partinin,Demokratik Siyasi Parti ile Muhalefet Şirketi arasında sıkışıp kalmış karakteri ile ilgilidir.  CHP Muhalefet kanatları içinde Başkanlık adayı olarak belirlenecek liderin çok iyi dengelemesi gereken ‘siyasi gündem’ sorununda öncelikle ‘açılım’ ve onun getireceği açık olan sorunların ilk sıralara taşınması ve Parti içindeki ‘Başkan Hegemonyası’na karşı demokratik bir tüzük yaratılması çabası olmalıdır.
 Olağanüstü Kongre’nin toplanmasında ‘aciliyet’ şartını yaratan, açık bir biçimde 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminde uygulanan yöntem, yönetimin net bir hezimeti hasıraltı etme çabası, Acemice seçim çalışması politikaları olmuştur. Ancak unutulmaması gereken, Cumhurbaşkanlığı ‘çatı adayının’ seçimden önce ve seçimden sonra bir ‘Siyasi Mevta’ oluşudur.Bu sonuç çatı adayının aldığı oydan da bellidir. Oysa kapıdaki tehlike canlı ve hızla güç kazanan bir tehlikedir. Eylül ayında yapılacak kongrede belirlenmesi gereken ilk sorun Parti’nin ‘açılım karşısındaki’ politikası olmalıdır.  Bu aynı zamanda CHP nin varlık sebebinin tartışılmasıdır.


Mahir Tan            LondraPosta- Londra