MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER, BÖLÜM 6
ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ :
5 CİLT.
Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Danışma Kurulu, Enstitü Müdürü Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın önerisi üzerine 1945 yılında Atatürk’ün çeşitli vesilelerle çeşitli yerlerde yaptığı konuşmaları ayrıca tamim, telgraf ve beyannameleri ve onunla ilgili erişilebilen tüm belgeleri mekansal sınıflandırma ve kronolojik sıralama yapılarak derlenmesini ve yayınlanmasını kararlaştırmıştır. Birinci el kaynakların oluşturduğu bu yayın grubunun ilki Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri olmuştur. Özenli bir araştırma ve Osmanlıca’dan Türkçe’ye dikkatli çeviri gerektiren bu önemli işlevi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdür Yardımcısı Nimet Unan gerçekleştirmiştir. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü yayını olan ve 1945-1971 yılları arasında yayınlanan beş ciltten oluşan bu kaynakça, büyük ölçüde 1942 yılında kurulan TITE arşivinde toplanan belgelerden, bazı özel arşivlerden, ve dönemin gazetelerinden haberlerin derlenmesiyle bir temel kaynak olarak hazırlanmıştır.
1972 yılında yayınlanan serinin beşinci cildi, Dr. Utkan Kocatürk ve Sadi Borak tarafından derlenmiştir.
CİLT I : Atatürk’ün TBMM ve Halk Partisi kurultaylarında yaptığı konuşmaları içeren, ilk baskısı 1945 yılında yayınlanan 418 sayfalık bu yapıt, iki belge dışında, TBMM Zabıt Ceridelerinden derlenmiştir. 1919 yılı Erzurum Kongresi’nden başlayıp 1 Kasım 1938 de TBMM Beşinci Dönem Dördüncü Toplantı Yılı’nın açılışında Başbakan Celal Bayar’ın okuduğu söyleviyle son bulur. Yapıt, Atatürk’ün kendi yaşamı ile özdeşleşmiş olan Türk siyasal yaşamının Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesi yönünde ilk adımlardan olan Erzurum Kongresi’nden başlayıp Kasım 1938’e kadarki kesitinin panoramasıdır.
Sadece içeriğindeki söylevlerin başlıkları bile okuyucuyu bu akış hakkında bilgilendirmeye yeterlidir. İçeriğinde Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra TBMM’nin açılış gününde Meclis yapısı hakkında açıklamadan başlayarak katledilen bütün aşamalar için söylevleriyle yaptığı açıklamalar vardır.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı aynı zamanda bağımsızlık savaşı şeklinde geliştirip yönetime ulusun egemen olduğu yeni bir Türk devleti kurmayı hedeflemektedir. Bu devlet, ulus devlet olacaktır. Bu nedenle, ulusun söz sahibi olduğu Meclisin kurulması, onun için en önde gelen noktadır. Hatta, Kurtuluş Savaşı’nın silahlı gücü olan kuvayı Millîyenin düzenli ordu şekline dönüştürülmesi için bile Meclis
kararını gerekli görmektedir. Önce Meclis, sonra ordu demektedir. Kongreler, Misakı Millî ile de ulusal egemenliğin siyasal yapı içinde yerini tanımlar. Bu da Meclis öncesi kısımda belirir.
Meclisli yaşamın yapıta yansıması 24 Nisan 1920’de Mondros’tan Meclisin açılışına kadar geçen zamanda cereyan eden siyasi olayların açıklamasıyla başlar. 1921 Martından başlayarak Atatürk’ün Meclis Başkanı olarak yaptığı yıllık Meclis açılış söylevleri kesintisiz olarak kitapta yer alır.
Bilindiği gibi, TBMM’nin açılışında bu Meclisin görevi, yurdun işgalden kurtarılması olarak saptanmıştır. 1922 yılının Eylül ayında Meclis bu görevini yerine getirir. 1923 yılı Mart ayında dördüncü toplanma yılına giren Meclis, görevini tamamlamıştır. Lozan, seçimler, Meclisi ikinci devreye getirir. Dolayısıyla, 13 Ağustosta İkinci Dönemin açılışını yapar. Bu tarihten sonra yapıtta her yıl Mart ayında ilgili dönemin Birinci, Kasım ayında İkinci Toplanma yılı açılış konuşmaları yer alacaktır. 1928 Üçüncü, 1931 Dördüncü, 1935 Beşinci
Dönemin başlangıcıdır. İkinci dönemi 13 Ağustos’ta başlayan 1923’den sonra her yıl Atatürk’ün 1 Mart ve 1 Kasım söylevleri vardır.
Siyasal gelişmeleri Meclise bildirmek ve Meclis yapısı içinde tartışmaya açmak, demokrasi geleneği olmayan bir toplumu bu uygulamaya alıştırmak, bu yapıttaki söylevlerde çok dikkat çekici bir yöndür. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun 1876 yılında parlamenter sistemle tanıştığı, 1908-1920 arasından da bu sistemin uygulandığı, dolayısıyla, bu geleneğin zaten oluşmuş olduğu söylenebilir.
Ancak, bu sistemin otokratik bir yönetimde uygulanması gerçek anlamda ulusun egemenliğindeki meclisten kuşkusuz çok farklıdır.
Türk ulusu, gerçekten kendinsin söz sahibi olduğu meclis sistemiyle 23 Nisan 1920’de tanışmıştır. Atatürk’ün Meclis söylevlerinin her birinde görüldüğü gibi, hesap veren, açıklama yapan, bilgilendiren bir Meclis başkanı ile karşılaşmıştır. Gerçekten de Mustafa Kemal Paşa sıradan bir Meclis Başkanı değildir.
İlk olmakla örnek olmak gibi bir görev yüklendiğinin bilinciyle, içeriğinden hitaplarına kadar konuşmaları ve açıklamaları, son derece özenli seçilmiş bilgilendirmeler üzerine gelişmiştir. Meclisin açıldığı günlerde savaş gelişmelerine ilişkin açıklayıcı bilgileri tarihsel olayların söylenti şeklinde anlatılamayacağını yerleştirmek için belgelendirmiştir.
Meclisin açıldığı sıralar, iç ayaklanmalar vardır. Kuvayi Millîye, daha sonra düzenli ordu, işgalcilerle olduğu kadar bu iç ayaklanmalarla da karşı karşıya kalmış, bir de iç savaş yaşanmıştır. İç ve dış destekli bu ayaklanmalar, Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden itibaren Ankara’yı hedef almış, kenti çepeçevre sararak gelişmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Meclistekileri sürekli bu olaylarla ilgili olarak bilgilendirmektedir. Bunları 1921 yılının ortasına kadar bu yapıtta bulabilmekteyiz. İçlerinden belki de en çarpıcı olanlarından biri, 24 Nisan 1920 tarihi ile Millet Meclisi Riyaseti Celilesine başlıklı, Mevcut 52 ulema ve eşrafı belde namına Belediye Reisi Hakkı ve Müftü Mevlüt imzalı bir telgrafla Beypazarı olaylarının haber verilmesidir.
Mustafa Kemal Paşa bu telgrafı Meclis’te okumuş açıklamalarda bulunmuş, konu Meclis’te tartışılmıştır. Ama ne zaman? 25 Nisan 1920’de.9
Bu konuyu meclise taşımakla Atatürk, Meclisin daha ilk gününden kabul gördüğünü de göstermek istemiştir. Bilgilendirilmeyi halk için olsun Meclis üyeleri için olsun en gerekli olgu görerek basın yayın etkinliklerinin iç ve dış basını içerecek şekilde genel müdürlükle yönlendirilmesini sağlayıp bunu Mecliste açıklaması da kamu oyuna meclisin vermesi gereken önemi belgelemiştir.10
Ancak 1923’den sonraki söylevler sadece Meclis açılış nutukları ve CHP 1927, 1931 ve 1937 kurultaylarına özgü kalabilmiştir.
Saltanatın kaldırılması gibi çok önemli bir dönüm noktasında verdiği uzun ve açıklayıcı İslam tarihi bilgisi, onun tarihe verdiği önemi göstermektedir.11
Teşkilatı Esasiye Kanunu için uzun açıklamaları, Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının sağladığı öz güvenle Pan İslamizm, Pan Turanizm gibi
emperyalist emellere sapılmadığının, sadece bağımsız yaşam hakkı için savaşıldığının altını çizip “biz bize benzeriz” diyerek Anadolu’daki savaşın özelliğini tanımlayan konuşmaları, hep Atatürk’ün aydınlatıcı ve yüreklendirici kimliğini yansıtmaktadır.12
Özellikle 1924 yılından sonra Meclis açılış söylevlerinin içeriği çok değişmiş, ancak, düzeni değişmemiştir. Savaş yerine yeni gelişen ilişkilerden, ekonomik bağlantılardan söz edilmektedir. Her yılın söylevinde olduğu gibi, kamu düzenini ilgilendiren tüm konulardan bir iki cümle ile de olsa söz edilmekte, neler yapıldığı ve yapılacağı anlatılmaktadır.
Yapıttaki başlangıç yıllarının söylevleriyle ile 1929 sonrası dil farkı çok çarpıcıdır. Atatürk’ün Türk dilini en iyi kullanan kimselerden biri olduğu bilinmektedir. Ancak, ilk birkaç yılı söylevlerini günümüzün gençlerinin sözlüğe baş vurmadan anlayabilmesi olanaksızdır. Azayı Kiram, 1929’da Büyük Millet Meclisi’nin Muhterem Azası, 1934’de BMM’nin Sayın Üyeleri, Efendiler, Sevgili
Arkadaşlar, Meclis çoğu zaman Kamutay olmuştur.
Dil, gayet iyi anlaşılabilmektedir ve günümüz Türkçesine çok yakındır. Bununla
birlikte bazı istatistik verilerde eski terminilojiden vaz geçmemiştir. Örneğin, ifa edilen hıdemat-ı mahalliye, zükur, inas, iptidai tahsil hala görülmektedir. Öte yandan 1933-35 yıllarında dil devrimi çok belirgin biçimde yansımaktadır.”Acun” “Ergani ödüncü” (madeni) “devlet gelirinin oranlandığı”
CİLT II : Atatürk’ün TBMM ve Halk Partisi kurultayları dışında devlet merkezinde ve memleket içinde söylev ve demeçlerinin tam metinleri, gazeteler ve ajans haberleri ile karşılaştırılarak 1946 yılında ilk baskısı yapılan 298 sayfalık bu ciltte toplanmıştır. Kapsadığı dönem Suriye’den gizlice geldiği Selanik’te 1906 yılında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesi kurulurken Hakkı Baha Pars’ın evindeki söyleşide konuştukları, Kırşehir gazetesinden alınarak bu cildin ilk söylevini oluşturmuştur. Yapıt, 29 Ekim 1938 Cumhuriyet bayramı geçit töreninde Celal Bayar tarafından okunan Türkiye Cumhuriyeti Ordularına Mesaj’la son bulmaktadır.
Bu yapıt, Atatürk’ün halkla konuşmalarını içerdiğinden, Türk devriminin topluma yansıtılışını anlatmak açısından kanımızca beş ciltlik dizinin en önemlisidir.
Bu ciltteki söylevler incelenince Atatürk’ün nerede neyi ve kime hitapla söylemesi gerektiğini çok özenle seçtiği görülür. Atatürk’ün Heyet-i Temsiliye ile birlikte Ankara’ya gelişinin ertesi günü yani 28 Aralık’ta, yerleşmiş olduğu
Ziraat okulunda kendisini ziyarete gelen belli başlı Ankaralılar’a yaptığı, 13 NUTUK’ta da 220 sayılı vesika olarak yer verdiği konuşmadan başlayarak bu ciltte yer alan söylevlere dikkatle bakınca, ortaya çok ilginç bazı noktalar ortaya çıkmaktadır: Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesi ve sürdürülmesi için belli bir plan program çerçevesinde hareket etmeye kararlılığına karşın, toplumun değer yargılarını iyi bilen ve ona göre değerlendiren bir lider olduğu, Nutuk’ta olduğu gibi, bu ciltte yer alan konuşmalarda da görülmektedir. Şöyle ki Atatürk’ün ilk Ankara konuşmasında İtilaf Devletlerinin Türklere yönelik kanıları olarak altını çizdiği iki nokta vardır:14 Bunları şu sözlerle anlatır “Anasırı gayrımüslimeyi müsavat ve adalet düsturlarına tevfikan idareye gayrımuktedir olduğu” öbürü “milletimizin heyeti umumiyesiyle kabiliyetten mahrum bulunduğu”.Yine bu konuşma içinde çok önemli bir sözü, “Her halde alemde bir hak vardır.
Ve hak kuvvetin fevkindedir.”15 Bu sözler, Atatürk’ün amacının sadece Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırarak ülkeyi düşmandan kurtarmak olmadığını anlatır. Amaç, burada yansıtılan iki kanıyı, yani, Türklerin eşitlik ve adaletten yoksun olduklarını ve yeteneksiz nitelenmelerini ortadan silmek; bunları hak edilenden öteye uzanmayarak gerçekleştirmektir. Bir başka deyimle amaç, toplumu çağdaş uygarlık yolunda ilerleyecek bir ulus haline getirmek olacaktır. Türk ulusunun bağımsızlığının sağlanmasından sonra Türk devrimiyle, laik hukuk çerçevesinde,
antiemperyalist bir anlayışla yeni bir devlet yapısına kavuşturulacağı, bu üç cümlecikte anlatılmıştır. Bu cümlelerden hareketle altını çizmemiz gereken noktalar, Atatürk’ün daha 1919 Ararlık ayının sonundaki özgüveni ve bu özgüveni Türk ulusuna da aşılama, ulusu sahip olduğu nitelik ve niceliklerine inandırmak, güvendirmek isteğidir.
Nitekim, bu kitapta yer alan bundan sonraki bütün söylevlerinde bu ilkelere yönelik noktalar ortaya çıkmaktadır. Hedeflenen “Ulus devlet olarak çağdaş,
demokratik hukuk devleti” modeli olunca, Atatürk’ün bu ilkeyi adım adım uyguladığı gözler önüne serilmektedir. Bu olgunun yine bu yapıtta bulduğumuz
en önemli göstergesi, halkı dışlayan bir adım atmamasıdır..
Bilindiği gibi, belirttiğimiz esaslara ulaşabilmek için gereken Türk devrimi, bir aydınlanma hareketidir. Bu hareketin temel taşları Kurtuluş Savaşı sırasında yerleştirilmeye başlanır. Ne var ki halkın büyük bir yüzdesi bilinçsizdir, daha önemlisi, bilgisizdir. Bu kitapta gözler önüne serilen özellik, Atatürk’ün her büyük ve önemli adımdan önce bir yurt gezisi yaptığıdır. Ankara’da Meclis kürsüsünden söylenmiş söylevlerle getirilen açıklamalarla kalmayıp mutlaka biriki yöreyi ziyaret eder ve halkla konuşarak gelmekte olan yeniliği haber
verir, açıklar. Bu yurt gezileri aynı zamanda bir nabız yoklamasıdır, çünkü Atatürk, halkın hazır olmadığı bir gelişmeyi uygulamaya koymayı uygun bulmaz. Bildiği, kamu desteği olmaksızın, toplum tarafından benimsenmeden hiçbir yeniliğin kabul görüp sürekli olamayacağıdır.
Bu noktadan hareketle, bu gezileri sırasında öğretmenlerle konuşmaya büyük önem verir. Bir öğretmen, onlarca öğrenci, ve aileleri demektir. Dolayısıyla, öğretmenlerin gidişi kavramış olmalarını ve öğrettiklerini konu olan yönde geliştirmeleri, devrim hareketlerinin benimsenmesinde en önemli bir etken olacaktır. Bu bilinçle, eğitim ordusunun desteğini arar. “Muallimden, mürebbiden mahrum bir millet henüz millet namını almak istidadını kesbetmemiştir. Ona alelade bir kütle denir. Millet denemez. Bir kütle millet
olabilmek için mutlaka mürebbilere muallimlere muhtaçtır”16 sözleriyle onlara görevlerinin önemini hatırlatır.
Yine bu kitapta bir araya getirilmiş yurt gezilerindeki söylevlerden iki önemli noktaya daha varabiliyoruz. Bu da, cumhuriyetin duyurulması, halifeliğin kaldırılması gibi en önemli aşamalarda ordunun ve basının desteğini aramasıdır. Dönemin halka ulaşmada tek yolu, gazetelerdir. Gazetelerin yaygınlığı ve okur yazar sayısı elbette günümüzle karşılaştırma kabul etmeyecek orandadır. Bununla birlikte, tek olanak olduğundan, 1923 yılı başında İzmit, 1924 yılı başında da İzmir’de gazetecilerle basın toplantısı yapıp çok ayrıntılı açıklamalarla sorularını yanıtlar.”Türkiye matbuatı milletin hakiki seda ve iradesinin tecelligahı olan Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale
vücuda getirecektir. Bir fikir kalesi, zihniyet kalesi”17 diyerek basına düşen büyük görevi hatırlatır. Sonra ordu ileri gelenleriyle konuşur.
1924 batı Anadolu gezisi, hem bir kaç ay önce duyurulmuş cumhuriyetin nasıl kabul gördüğünü hem de çok yakın zamanda kaldırılmak üzere olan halifeliğe yaklaşımı gözleyip gereken bilgilendirmeyi yapmak üzere planlanmıştır.Atatürk, İzmir’de harb oyunlarına katılarak askerin de görüşünü öğrenip desteğini sağlamayı istemektedir. “Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri millet kararı, diğeri en elim ve müşkül şerait içinde dünyanın takdiratına bihakkın kesbi liyakat eden ordumuzun kahramanlığı”18 diyerek düşüncelerini açıklamış ve öğretmenlerden fikri hür irfanı hür vicdanı hür kuşaklar yetiştirmelerini istemiştir.
Türkiye Lozan Anlaşmasıyla bağımsızlığını bütün dünyaya kabul ettirdikten sonra Türk devrimi, Atatürk’ün yaşamının amacı ve hedefi olmuştur. Türk ulusunun bu gidişi, Konferans sırasında da gözler önüne serildikçe Türk toplumuna orta çağ toplumu gözü ile bakan yabancı ülkeler burada yeşermeye başlayan uygarlaşma yı görerek etkilendikleri kuşkusuzdur. Bu ciltte bu büyük çağdaşlaşma atılımının her adımını, Atatürk’ün topluma bu adımlara yönelik açıklamalarında bulmakta yız. Bu büyük uygarlık projesini bütün toplumu kucaklayacak bir hareket olarak gören Atatürk, konuşmalarında Tevfik Fikret’in “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer” sözlerini tekrarlayarak19 toplumun kadın erkek birlikteliğiyle oluştuğunun altını çizmiştir. Kadının toplum içinde yerinin erkekle her bakımdan eşit olması gereğine yönelik 1923 Ocak ayındaki İzmir konuşmasının “Yaşamak demek faaliyet demektir…Bir heyeti içtimaiyenin bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uzvu atalette olursa o heyet mefluçtur...Bizim heyeti içtimaiyemiz için ilim ve fen lazım ise bunları aynı derecede hem erkek hem kadınlarımızın iktisap etmesi lazımdır…
Kadınlarımız da alim ve mürefennin olacaklar ve erkeklerin geçirdikleri bütün derecatı tahsilden geçeceklerdir. Kadınlar..erkekle beraber yürüyerek birbirinin muin ve müzahiri olacaklardır.”20 “Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle ….aile hayatıyla yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.” Bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan
mürekkeptir. Kabil midir ki bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim.
Diğerini müsamaha edelim de kitlenin heyeti umumisi mahzarı terakki olabilsin? Mümkün müdür ki bir camianın yarısı topraklara zincirle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin?”21 sözlerinde Atatürk’ün kadın için düşünceleri ve beklentileri yansır. Kadın konusundaki sözleri, eğitimi, ekonomiyi, toplum yaşamının tümünü kapsar. Atatürk’e göre Kadın, kültür olayıdır.
Çağdaşlaşmanın ekseninin eğitim kadar kültür olduğu bilinciyle Atatürk, yine değindiğimiz yurt gezilerindeki konuşmalarında aydınlanmanın kaçınılmaz ögesi olan kültür ve sanata da yer vermektedir. Topluma sanat sevgisi ve bilinci yerleştirmek isterken batı müziğini öne çıkarma çabaları kimi zaman alışılmadık bu müzik için tepkilerle karşılanmaktadır. Bu konuyu 1925 yılı Ekim ayında İzmir Kız Öğretmen Okulunda gündeme getirmiştir. Kız öğrencilerle konuşması sırasında “Hayatta musiki lazım mıdır?” diye sormuş ve bu soruyu “Hayatta musiki lazım değildir çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan mahlukat insan değildirler….Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve her şeyidir”22 sözleriyle yanıtlamıştır. Bu sözleriyle, sanattan kopuk bir devlet adamının sadece yönetici olacağını, toplumun mutluluğunu sağlamayı hedefleyen önder olamayacağını açıklamaktadır.
Atatürk’teki insan sevgisine şu sözleri de eklenebilir: “İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak gayrı insani ve son derece teessüfe şayan bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegane vasıta, onları birbirine sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Cihan sulhü içinde beşeriyetin hakiki saadeti, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalmasıyla ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktır”23
Engin tarih bilgisi, Atatürk’e sadece Türkiye’de değil, dünyada bütün ilerleme hareketlerinin en büyük düşmanının dogmalar ve skolastik düşünce olduğunu öğretmiştir. Ona göre Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük düşmanı da dayanaksız görenekler ve kara sestir. Cumhuriyeti kara sesten korumakta da siyasilere büyük görev düştüğünü şapka devrimi sırasında Ağustos ayı sonunda
Kastamonu’da Cumhuriyet Halk Partisi binasında partililere söylevinde aşağıdaki sözleriyle anlatmıştır:
“Ölülerden istimdat etmek medeni bir heyeti ictimaiye için şindir… Bugün ilmin, fennin bütün şumulüyle medeniyetin şulepaşında filan veya falan şeyhin irşadıyla saadeti maddiye ve maneviye arayacak kadar iptidai insanların Türkiye camiası medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir”24
Cumhuriyet bile duyurulmadan, 20 Mart 1923’de Konya gençlerine seslenişi de aynı doğrultudadır:
“Hakiki ulema ile dine muzır ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır…ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler, ihtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınırı ulemaya müracaat eylediler…Artık bu milletin ne öyle hükümdar, ne öyle alimler görmeye tahammül ve imkanı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte alimlerin tezvirine ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pek ala anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız için bu intibahı, bu teyakkuzu, onlara karşı bu nefreti halası hakiki anına kadar bütün kuvvetiyle hatta mütezayit bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlatmak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi istikamette atabilecekleri bir hatve yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle birlikte hareket eden arkadaşlarımın
yapacağı şey mutlak ve mutlak o adımı atanı tepelemektir. Şüphe yok ki arkadaşlar, millet bir çok fedakarlık bir çok kan pahasına en nihayet elde ettiği umdei hayatiyesine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir.
Bugün hükûmetin, meclisin, kanunların Teşkilat-ı Esasiyenin mahiyeti ve hikmeti hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da fevkinde bir şey söyleyeyim: farzı muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adımlar atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.”25
CİLT III : Atatürk’ün Türk ve yabancı gazetecilere demeçlerinin tam metinleri ve ajans haberlerini içermekte olan ilk baskısı 1946’da yayınlanan 104 sayfalık bu ciltte Atatürk’ün düşünceleri kadar duygularını da yansıttığı karşılıklı görüşmeler yer almaktadır. Derlemeler, genellikle Hâkimiyet-i Millîye ve Vakit gazetelerin den dir. Özellikle yabancı gazetecilerle konuşmalarda Türk dış ve iç politika ları da belirmektedir. Dış politika barış, iç politika da ulusal egemenliğe odaklanmıştır. Konuşmalarda Yapıt, Mondros’un imzalanmasından sonra Atatürk’ün İstanbul’a dönüşünden sonra ilk demeciyle başlamaktadır.
Vakit Gazetesi muhabirine 18 Kasım günü verdiği bu demecinde “millet doğrudan doğruya umur-u millete karışmaz. Vekilleri olan heyeti mebusanın itimadına mahzar hükûmetin netice-i icraatına intizar eder” sözleriyle, Padişah, Halife ve saltanatın yönetime egemen olduğu o günlerde bireysel egemenliği yok bilip Meclis’in önemini belirtmektedir.
Amasya’da Tasvir-i Efkar yazarı Ruşen Eşret Bey’e 24 Ekim akşamı verdiği demeçte ulusa sevgisini ve ulustan beklentisini bir anı naklederken söylediği “Bak birader, böyle milletten nasıl ayrılırsın? Bu palasparelerin içinde perişan gördüğün insanlar yok mu? Onlarda öyle yürek, öyle cevher vardır ki, olmaz şey! Çanakkale’yi kurtaran bunlardır”26 sözleriyle anlatmaktadır.
Atatürk’ün bu kitapta yer alan yabancı gazetecilerle görüşmelerinin ilki 10 Mayıs 1920 tarihli Hâkimiyet-i Millîye’den alınan Chicago Tribune Gazetesi muhabiriyle söyleşidir. Bu görüşmeden son görüşme olan 29 Ekim 1936 da Yugoslav Gazetecilere demecine kadar hep barış ilkesi işlenmiştir. 17 Ocak günü United Telegraph muhabirine “Kan dökmek taraftarı olmayan milletimiz hakkı teslim
ve vatanı derhal tahliye edildiği takdirde sulh ve müsalemet müzakeratına hazırdır”27 sözleri, Kurtuluş Savaşı’nın en yoğun günlerinde barış düşündüğünü göstermektedir.
TBMM yıldönümü dolayısıyla 24 Nisan’da Hâkimiyeti Millîye muhabiri ile görüşürken Türk ulusunun bütün dünyaya karşı durması düşüncesine ne zaman ve nasıl ulaştığı sorulduğunda, Atatürk, “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mevrusatından olan aşk-ı istiklal ile meftur bir adamım..Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve baka bulabilmesi mutlak o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla kaimdir…Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklal bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menafi icab ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet muktezasından olan dostluk ve siyaset münasebatını büyük
bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarfınazar edinceye kadar biaman düşmanıyım”28 demektedir.
İzmir alındıktan, savaş bittikten sonra 26 Eylül’de Daily Mail’in bu kentteki muhabirine “Artık muharebeye devama sebep kalmamıştır.
Ben suret-i ciddiyede sulh arzu ederim. Son taarruzu yapmaya arzum yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan tard için başka çare bulamadım”29 sözleri, Atatürk’ün barışçılığını çok açık olarak göstermektedir. Aynı gün, Yunan işgali altında yıllarca inlemiş olan İzmir’de özellikle Rumlara karşı ne gibi bir politika izleneceğini dünya merakla izlerken Chicago Tribune’in kendisiyle görüşmek
üzere İzmir’e gönderdiği muhabirine de “Bir intikam ve mukabelei bilmisil fikrinde değiliz. Buraya eski hesapları araştırmaya gelmedik, bizim için mazi gömülmüştür.”30 diyecek kadar humanisttir.
Atatürk’ün Türkiye’ye kazandırmak istediği sadece sınırsal ve yönetsel bağımsızlık değil, aynı zamanda eğitim ve kültür bağımsızlığıydı.
Bu olgunun kazanılması Türk deviminin devamlılığını sağlayacaktı.
Bu nedenle tüm öğretim kurumlarının birleştirilerek öğrenimin ulusallaştırılması, büyük önem taşımaktaydı. Bu güçlü adımın yaklaşmakta olduğu, daha Cumhuriyet duyurulmadan anlaşılmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin duyurulması üzerine kendisini ziyaret eden Fransız gazeteci Maurice Pernot ile yabancı okullar hakkında konuşurken geçmişte Fransız okullarının Türk kültürüne katkısı olduğunu söyleyip “biz hepimiz Fransa’ nın hars membaından içtik. Ben bile çocukken Fransız mektebine gittim…. Müesseseleriniz aynı sınıfa Türk müessesatına mevzu olan kanun ve nizama
riayet ettikçe kalabilir... Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır. Ecnebiler…hürriyetimize müşkilat irasına çalışmamak şartıyla burada daima hüsnü kabul göreceklerdir... Memleketler muhteliftir fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete iştirak etmek lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu garbe karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi bunu tekrar etmeyeceğiz...”31 ...Ve söz yurt içinde ve dışında
merak konusu olan halifelik-din bağlantısına gelince “Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, itikadat-ı batıladan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince tenevvür edeceklerdir. Onlar ziyaya takarrup edemezlerse
kendilerini mahv etmiş demektir. Onları kurtaracağız” sözleriyle Türk toplumunu sözde dinsel bağlarla kendi sömürgelerindeki Müslümanlara yaptıkları gibi tutsak almak isteyen batı yayılmacılığına da meydan okumaktadır.
Yobazlıkla dindarlığı ayırmaya hep özen gösteren Atatürk, dinin siyasete alet edilemeyeceğini Halifeliğin kaldırılması sırasında defalarca tekrarladığı sözleri, bu kurumun kaldırıldığı yıl Cumhuriyet bayramı dolayısıyla 31 Ekim 1924’te görüştüğü Vakit muhabirine de tekrarlar: “ Türkiye’de esasen mürteci yoktur. Vehim vardı, vesvese vardı… Bundan sonra yalnız bir şey varid-i hatır olabilir. O da bazı adi politikacıların, hasis menfaatperestlerin o vehim ve hayali uyandırmağa çalışması o yüzden temin-i hırs ve menfaat düşüncesinden
ibarettir. Temin ederim ki, bütün mevcudiyetimle temin ederim ki, bu gibiler her ne şekil, suret ve vesile ile olursa olsun, mevcudiyetlerini ihsas ettikleri gün, Türk milletinin amansız kahrına hedef olmaktan kurtulamayacaklardır”. Atatürk, Türkiye için gerçek tehlike gördüğü gericiler hakkında toplumu her vesile ile uyarmaktadır. Bu konuşma sırasında bu uyarıyı şu sözlerle topluma yansıtır:
“Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar.
Mazinin gafletleri ve paslı aletleri Türkiye halkının dimağından silinmiş olduğundan şüphe ve tereddüde mahal yoktur.
Vasıl olduğumuz mesut vaziyetten bir hatve geri gitmek, kimsenin mevzuubahis etmeğe dahi salahiyettar olmadığı kati bir hakikattir.”32
Aynı bağlamda, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda bu partinin programı ve özellikle dine yönelik maddelerinin hükûmetin baskıcı yönetim uygulaması ile bağlantılı olup olmadığını din hakkında başka ayrıntılı sorularla soran Times muhabirine Atatürk, söz konusu maddenin parti tarafından halkı din açısından çekmek için koyulduğunu, kısacası, yine dinin siyasete alet edildiğini
anlatarak şu yanıtı vermiştir: “Efkarı itikadatı diniyeye hürmetkar olmak, ötedenberi tabii ve umumi bir telakkidir. Bunun aksini düşünmek için sebep yoktur. Hâkimiyeti millîyemiz asla tehlikeye maruz değildir. Bütün millet onun müdrik ve vefakar muhafızıdır. ….bu yoldaki ima ve telmihlerin nazarı millette hiçbir kıymeti yoktur.”33
Osmanlı yenilik hareketlerinin yobaz zihniyetliler tarafından engellendiğini çok iyi bilen Atatürk, bir yandan ulusu bu konuda aydınlatmayı hedeflerken bir yandan da yurt dışından gelen hemen hemen bütün gazetecilere Türkiye’nin dinden vazgeçmediği, ancak, bunun halkı kandırma vasıtası olarak kullanılmasına da izin verilmeyeceği mesajını vermektedir. 21 Mart 1930’da görüştüğü Vossiche Zeitung muhabirine de bu bağlamda açıklamalar yaparken Kuranı Kerim ve Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabı Türkçeye çevirttirmekte olduğunu anlatır. “Halk, tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka işleri olmadığını bilsinler. Camilerin kapanmasına hiçbir kimse taraftar olmamasına rağmen, bunların bu suretle boş kalmasına taacüp ediyor musunuz?... Türk yalnız tabiatı takdis eder...” demesi üzerine muhabir, Goethe’nin tabiata “Allahlar” dediğini hatırlatınca Atatürk,
yine bağımsızlığı vurgulayan şu yanıtı verir: “Takdise layık ancak cemiyet-i beşeriyenin reisi olan kimsedir” Konuşma sırasında konuğu, bilime dört elle sarıldığını anladığı Atatürk’ün talih ve tesadüf üzerine görüşlerini sorunca aldığı yanıt “Talihin esası, tatbiki mümkün olan mesailde tefekkür ve mülahaza ettikten sonra işe başlamaktır. Kumandan olan bir kimsenin büyük bir azim ile fırsatları elinden kaçırmaması lazımdır. Aynı zamanda akla muvafık olan şeyleri takip etmesi lazım gelir.”34 Atatürk bu sözleri ile akılcı ve gerçekçi bakış
açısından başkasına yaşamında yer vermediğini anlatmaktadır.
Atatürk, 1926 Haziranında İzmir’de karşılaştığı suikast teşebbüsünün aslında Cumhuriyete bir kasıt olduğunu bilerek “Teşebbüsü elimin benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyetimize ve onun istinat ettiği ali prensiplerimize müteveccih bulunduğuna şüphe yoktur... Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun izalesi ile haleldar olabileceği zehabında
bulunanlar çok zayıf dimağlı bedbahtlardır….Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetini zamin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.”35 diyerek Cumhuriyetin öneminin bireysel kaygılardan çok üstün olduğunu anlatması da kuşkusuz onun hem yurt sevgisini, hem cumhuriyetçiliğini belgeleyen en önemli sözlerinden biridir.
Atatürk’ün Amerikalı gazeteci Gladys Baker ile İkinci Dünya Savaşı’nı getirecek kara bulutlar dolaşmaya başladığı sıralarda yaptığı söyleşi de barış ağırlıklı olmak yönünden öbür yabancı gazetecilerle konuşmalarından farklı değildir. 21 Haziran 1935’de savaşın gelmekte olduğuna ve Amerika’nın bu savaşın dışında kalamayacağına işaret ettiği bu söyleşide Bayan Baker, Atatürk’e dışarıda çok
merak konusu olan diktatör olup olmadığı sorusunu da yöneltmiştir.
Atatürk’ün yanıtı, diktatörlerin en ön adımlarının bu niteliklerini duyurmak ve kabul ettirmek olduğu dikkate alındığında, hiçbir soruya yer bırakmayacak içeriktedir: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerinin iradesine ramedendir.
Ben, kalbleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim.” Söyleşisini Baker’in kendisine mutlu olup olmadığını sorması üzerine şu sözlerle bitirir: “Evet, çünkü muvaffak oldum.”36
DİPNOTLAR;
1 Nutuk, Cilt II s. 433 (Bu araştırmada Türk İinkılap Tarihi Enstitüsü Yayını olan 1967 baskısını esas almaktayız)
2 Nutuk, Cilt I s. 16
3 İbid, s. 34. .
4 İbid, s.363-64
5 Nutuk, Cilt II s. 684.
6 İbid, s. 716-717.
7 İbid, s. 662.
8 Nutuk, Cilt II s. 690-691
9 Söylev ve Demeçler, Cilt I, Ank. 1961 s. 65.
10 İbid, 122-125.
11 İbid, s. 269-280.
12 İbid, 174-182, 187-220.
13 Söylev ve Demeçler. Cilt II, Ank. 1952, s 4-15.
14 Nutuk, Cilt III s. 1132.
15 İbid,. s.184.
16 İbid, s. 235-36 Ekim, 1925.
17 İbid. s. 167.
18 Söylev ve Demeçler, Cilt II, s. 172.
19 İbid, s. 235.
20 İbid, s. 85.
21 İbid, 212, 219.
22 İbid, 235.
23 İbid, s. 270.
24 İbid, s. 218.
25 İbid, s. 147.
26 Söylev ve Demeçler, Cilt III Ank. 1961, s. 10.
27 İbid, s. 16.
28 İbid, s. 24.
29 İbid, s. 44.
30 İbid, s. 45.
31 İbid, s. 66-70.
32 İbid 75.
33 İbid s. 78
34 İbid, s. 84-88.
35 İbid,s. 80.
36 İbid,, s. 100.
7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***