Metin Aydoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metin Aydoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2019 Perşembe

ALTIOK

ALTIOK




Yazan 
Metin Aydoğan



5 Şubat 1937’de Anayasa maddesi yapılan Altıok, yaymaca amaçlı sıradan bir tanımlama değil; direniş içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun belirlemeler; halka verilen söz ve yükümlenmelerdir. Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ve evrensel bir boyutu vardır.

Yaşanan Gerçek,

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kurultayı’nda bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya maddesi durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkesi oldu.

Özgün ve Evrensel

Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür.

İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez, somut bir başarı sağlayamaz.

1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi Milliyetçilik’le; eğitimin birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması Laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar Devletçilik’le; tarım ve sağlık atılımları Halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler Devrimcilik’le ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.

Cumhuriyetçilik

Türk Devrimi’nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi, kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batı’da (ya da Doğu’da) görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.

Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı durum; yürütme, yargı ve yasama oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, egemen sınıf temsilcileri değil halkın içinden gelen kişilerdir.

TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toylarındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyet’in danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten mecliste, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu.

Ulusçuluk

Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk ulusçuluğu, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı ulusçuluğundan çok farklıydı. Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk ulusçuluğu buydu.

Emperyalist devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları, küresel işleyişin parçaları durumuna getirirken, aynı zamanda, ezilen ülke ulusçuluğuna sömürgeciliğe karşı evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke ulusçuları bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştıracaktır.

Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan Türk ulusçuluğunun, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir devinim yapmasının nedeni budur.

Emperyalizme karşı savaşım, ezilen ülke ulusçuluğunu, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, onu özgürlüğü amaçlayan demokratik bir devinim durumuna getirir. Ezen ülke ulusçuluğuyla, ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki ayrımdır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da siyasetler, demokrat ya da sosyalist olamaz. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de ulusçu olmak zorundadır. Ulusçuluk, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusçuluk anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas alır. Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşleriyle bir ilgisi yoktur. Ülke dışındaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar.

Atatürk, Ulusçuluğun evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir… İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi ulusunun mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna da o kadar önem vermelidir”1 biçiminde açıklamıştır.

Halkçılık

Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Sözcük anlamlarıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.

Fransız Devrimi’nde kentsoylular (burjuvalar), işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.

Ayrı nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.

Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır. Emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmıştır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı, önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.

Devrimler gerçekleştirilirken, yapılanların tümü halk içindir. Devrim araç, halk amaçtır. Mücadele anlayışı; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşmaları (ittifakları) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas alır. Atatürk bunu halka yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirir; “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü halktır. Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor…2 Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız”.3

Laiklik

Eski Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak, inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk devletinde; din, mezhep ya da ırk; devlet siyasetine yön vermemişti. Bu nedenle, laiklik ilkesini dünyada belki de en çok Türkler temsil ediyordu ya da temsil etmesi gerekiyordu. 1. Selim’den sonraki Osmanlı uygulamaları, eski Türk anlayışına büyük zarar vermişti.

İslamiyette, eşitlik ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Adalet sağlama ise, din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi”. Osmanlı’nın devlet yönetimine soktuğu din anlayışı, İslami kurallarla tam olarak örtüşmüyordu.

Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri kuruldu.

Atatürk, laikliğe temel oluşturan anlayışı için; “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz”4 diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.5

Devletçilik

Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.

Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batı’da olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusu kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.

Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesine temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.6

Devletin, ekonomik gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın ve genel bir uygulamadır. Batı’da, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.

Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. “Sosyal, ahlaki ve ulusaldır” diye tanımladığı Devletçilik İlkesi, bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. 1922 yılında şunları söylüyordu; “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir”.7

Devrimcilik

Fransız yazar Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.8

Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan atılım ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.

Devrimci kararlılık ve irade gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu iradeyle başedememiştir. Devrim’in önderi, “Devrimin kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” demiş, bu tutumu ölene dek sürdürmüştür.9

Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke içinde şiddet uygulamamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.

Atatürk, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar ve Türk Devrimi’ni; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş… Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler… İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” biçiminde özetlemiştir.10

Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem veriyordu. Devrimcileri; her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırıyor; her şeyin halkın gönencini sağlamak için yapıldığını söylüyordu; “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler… Devrimin gerçek sahibi halktır. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.11

DİPNOTLAR

1       ”Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
2       “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
3       ”Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
4       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
5       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
6       “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
7       “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
8       “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
9       “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
10     “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
11     “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87

http://kuramsalaktarim.com/altiok-5/

***

HALK FIRKASININ ÖN ADIMI DOKUZ UMDE İLKE

HALK FIRKASININ ÖN ADIMI DOKUZ UMDE İLKE

Yazan Metin Aydoğan


… Yurt gezilerinde saptadığı halk eğilimlerinden, aydın ve uzman görüşlerinden ve İzmir İktisat Kongresi kararlarından yararlanarak; kurulacak partinin programı için bir ön taslak oluşturan bir bildiri hazırladı. Bu bildiriye, Dokuz İlke (Umde) adını verdi… Dokuz İlke’nin giriş bölümünde, ‘ülkeyi ve ulusu parçalayarak yıkılma felaketinden kurtaran’ Büyük Millet Meclisi’nin, ‘ulusal egemenlik esasına dayanan bir halk devleti ve hükümeti’ kurduğu, şimdiki görevinin ise, ‘ekonomik gelişmeyi sağlayacak kurumlaşmanın tamamlanması’ ve ‘milletin gönence kavuşturulması’ olduğu söyleniyordu. Bunu başarmak için ‘ulusal egemenlik temelinde bir siyasi örgüte erişmek’ gerektiği açıklanıyordu… Dokuz ayrı madde halinde saptanan ilkeler, özet olarak şöyleydi: “Egemenlik, kayıtsız koşulsuz ulusundur ve halkın kendi kendini yönetmesi esastır… Saltanatın kaldırılması ve ulusal egemenliğin Meclis’in yetkisinde olduğunu kabul eden kararlar, hiçbir biçimde değiştirilemez… 
Ülkede huzur ve güven sağlanıp korunacak yasalar, ulusal gereksinime ve hukuka uygun olarak yeniden ele alınacaktır… 
Aşar vergi yöntemi düzeltilecek, tarım desteklenecek, çiftçi ve sanayicilere kredi sağlanacak, demiryolları geliştirilecektir… 
Eğitim, yeni yöntemlerle yaygınlaştırılacak, ulusal gereksinimlere göre yeniden yapılandırılacaktır… Ulusal üretim ve sanayi, dışa karşı korunacaktır. Sağlık ve sosyal yardım kuruluşları geliştirilecek, işçi ve subayların gönenç düzeyi yükseltilecek; gazi, dul ve yetimlerin yoksulluk çekmesi önlenecektir… Ekonomi, siyaset, maliye ve yönetimde, bağımsızlığı zedeleyecek bir barış antlaşması, kesinlikle kabul edilmeyecektir”…

Kaynak: METİN AYDOĞAN; “Atatürk ve Türk Devrimi”

http://kuramsalaktarim.com/halk-firkasinin-on-adimi-dokuz-umde-ilke/

***

28 Kasım 2018 Çarşamba

ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?

ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?



Prof. Dr. Cihan Dura,
03-11-2018
ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?
Bilimsel yaklaşım analiz ister, sınıflama ister. Yani gerçekliğini keşfedeceğimiz olgunun özüne girmek, yapısını görmek, oluşturucu ögelerini belirlemek, bunlar arasındaki sırayı, düzeni, ilişkileri görmek gerekir. Ancak böyle yapılırsa, nasıl bir olgu ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlayabiliriz. Bu yaklaşımı en güzel ifade edenlerden en ummadığımız biri, Gazali, bakın ne demiş: Cevizi kırıp içine bakmayan, tamamını kabuk sanır.
Bu kural her alanda olduğu gibi “Atatürkçü” kavramı için de geçerlidir. Çünkü “Atatürkçü” dediğimiz kişilerin de, en mütevazısından en yetişmiş olanına, türleri, kategorileri vardır. Böyle hep genel bir terimle, “Atatürkçü” terimiyle yetinmek gerçekleri gizler; araştırma, eylem ve politika alanını daraltır. Bilimsel yaklaşım ise bize bir çözümleme, bir sınıflama yapmaya davet eder. Okuduğunuz yazının amacı budur, Atatürkçüleri kendi aralarında sınıflandırmaktır.
Ancak böyle bir denemeye girişmeden önce, konumuz açısından önemli olan bir kavram hakkında açıklama yapmamız gerekiyor; bu kavram ortak düşünme sistemidir.
Atatürkçülerin ortak bir düşünme zemini, bir düşünme sistemi olmalıdır. Atatürkçülerin “ortak düşünme sistemi” deyince ne anlaşılır, bu sistem nasıl öğrenilir? Bizim düşünme sistemimiz Atatürkçü Öğreti’dir, kısaca Ataöğreti’dir. Bu sistemi öğrenmek için, çok kitap okumak gerekir. Cumhuriyetimiz ve Atatürk üzerine çok daha fazla yapıt okumalıdır. Şu şartla ki, okuma sistemli, bir sıra ve düzen çerçevesinde yapılmalıdır.  Gelişigüzel, dereden tepeden okuyup bilgi biriktirme verimli olmaz.
Peki, kimlerin kitaplarını okuyacağız? Aklıma şu anda geliveren kimi yazarların adlarını vereyim, kuşkusuz başka yazarlar da var: Sina Akşin, Falih R. Atay, Banu Avar, Doğan Avcıoğlu, Metin Aydoğan, Necip Hablemitoğlu, Attila İlhan, Ceyhun A. Kansu, Ahmet T. Kışlalı, Sinan Meydan, Uğur Mumcu, Cengiz Özakıncı, Turgut Özakman, Mustafa Yıldırım… Bu ve diğer Atatürkçü yazarlarımızın kitaplarını sindire sindire okurken, bir yandan da, Atatürk’ün değişik alanlardaki fikir ve görüşlerine en kısa yoldan, sistemli olarak ulaşmak elbette mantıklı bir seçenektir. Bu takdirde, ATANAME iyi bir seçenektir.
Ancak bu faaliyet sırasında “münzevi” değil, “sosyal Atatürkçü” olmak gerekiyor. Bunun anlamı şudur: Asla yalnız olmayacaksın, arkadaşlarınla bir araya gelecek, gruplar, ekipler kuracaksın. Dayanışma, işbölümü ve birlik içinde hem kendini hem başkalarını yetiştireceksin. Çünkü ancak ortak düşünenler ki, bir araya gelir, birlik olur. Böylece hem Atatürk’ün birinci emelini, millî birliği gerçekleştirmiş olurlar, hem de birbirlerini yetiştirir, fikir üretir, büyük işler yaparlar.
Bu gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, şimdi asıl konumuza geçebiliriz. Atatürkçüleri bir sınıflamaya tabi tutacağız. Benim önerim şöyledir:
- Yalancı Atatürkçü
- Gerçek Atatürkçü
 - Amatör Atatürkçü
 - Öğrenen Atatürkçü
 - İşçimen Atatürkçü
 - Halk dostu ve eğitmen Atatürkçü
 - Ergin Atatürkçü
 - Öncü ve kurmay Atatürkçü.

1) YALANCI ATATÜRKÇÜ
Önce eğriyi doğrudan ayıralım. Yalancı Atatürkçülerden Atatürkçü görünüp Atatürkçülüğü kendi veya çevresinin çıkarları için kullanan kişiler vardır. Bunlar sahte Atatürkçülerdir.
Halkını hâkir gören, halkı dışlayan, kulaktan dolma bilgiyle kendini Atatürkçü sanan kişiler ise sözde Atatürkçülerdir. Sözde Atatürkçü kendi kafasına göre, dağarcığındaki hazır bayat bilgiyi tekrarlar veya ona göre sonuçlar çıkarır, gelişigüzel konuşur ve yazar. Ona sormak gerekir: Mademki kafana göre, aklına geldiği gibi davranacaksın, o zaman neden “ben Atatürkçüyüm” diyorsun? Atatürk’ün görüşlerinden, hedeflerinden habersizsin. Yıllardır değişmeyen, kıt bilgi dağarcığınla, birkaç basmakalıp slogan ve davranışla yetiniyorsun, zamanını bomboş geçiriyorsun. Hayır, bu şekilde Atatürkçü olunmaz. Eğer gerçekten Atatürkçü isen, önce Büyük Önder’in ortaya koyduğu fikir sistemini öğrenmek, ona göre düşünmek, duyumsamak, iş yapmak zorundasın. Aksi halde -dediğim gibi- sen sözde, yüzeysel bir Atatürkçüsün.
2) GERÇEK ATATÜRKÇÜ
Gerçek Atatürkçüler en sadesinden en mükemmeline doğru, altı grupta toplanabilir.
a) Amatör Atatürkçü
Amatör Atatürkçü, adı üzerinde, Atatürk’ü bir hevesli olarak benimseyen kişidir. O sadece bir “taraftar”dır, bazıları bir “amigo” gibidir. Ona taraftar Atatürkçü de diyebiliriz.
Amatör Atatürkçü Büyük Önder’i, milletimizi genellikle lafla seven, fakat iş yapmayan biridir. Atatürk’ü tutar, ona saygı duyar; Cumhuriyetimize bağlıdır. Ancak, bu alanlardaki kültür düzeyi sığdır. Kendini yetiştirmemiştir, bazıları yetiştirmez de. Söylediği, yazıp çizdiği yavandır, hep aynı şeylerdir. Atatürkçe düşünemez, iş yapamaz. Mücadeleci değildir, olsa da üstünkörüdür. Birtakım basit eleştiri ve karşı çıkışlarla, mücadele verdiğini sanır. Çevresini etkileyemez. Diğer Atatürkçülerle bir araya gelemez. Atatürkçülerin “Ortak Düşünme Sistemi”nden habersizdir.
Acı olan şudur ki, “Atatürkçüyüm” diyenlerin büyük çoğunluğu amatör Atatürkçüdür. Rozetle, bayrakla, fotoğraf ve bayat sloganlarla yetinirler. Bununla birlikte, ne mutlu ki, içlerinde gelişme istidadı gösterenler de vardır. Aralarından öğrenen, işçimen ve eğitmen Atatürkçüler, bu sonunculardan da öncü Atatürkçüler yetişebilir.
b) Öğrenen Atatürkçü
Öğrenen Atatürkçüler Atatürk’ü ve Cumhuriyeti sevmekle, devrimleri savunmakla yetinmezler; aynı zamanda Atatürkçülüğü, Ataöğreti’yi öğrenmeye çalışırlar. Bildikleriyle yetinmez, Atatürkçülükle ilgili bilgilerini sürekli artırır, derinleştirirler. Faaliyetleri sistemli, düzenli ve ortaklaşadır.
c) İşçimen Atatürkçü
Öğrenen Atatürkçülerden bazıları zamanla işçimen Atatürkçü olur. İşçimen Atatürkçülerin, “öğrenen Atatürkçüler”den başlıca farkı iş yapmalarıdır, öğrendiklerini gerektiği her zaman uygulamaya koyarlar. Çalışkan, dinamik ve örgüt-severdirler. Atatürk’e ve Cumhuriyetimize yönelik saldırılara karşı çıkar, donanımlı olmaya çalışırlar. Bu alanda çevrelerini aydınlatırlar. Gerçeksever, gerçeği her ortamda ortaya koyan Atatürkçülerdir. Gerçekleri iyice öğrenip çevrelerine sürekli yayarlar.
d) Halk Dostu – Eğitmen Atatürkçü
Kimi Atatürkçüler de Halk Dostu Atatürkçülerdir. Halkını gerçekten seven, ona faydalı olmaya çalışan, Atatürkçülük yolunda iş yapan kişilerdir. Halk dostu Atatürkçüler yalnız bilgi sahibi olmayıp, aynı zamanda halka erişme, onunla kaynaşma eğilim ve yeteneğine sahiptirler. Onlara “eğitmen Atatürkçüler” de diyebiliriz. Halkla kaynaşan, onu anlamaya, ona bilgi götürüp aydınlatmaya, halktan esinlenmeye çalışan her kişi, eğitmen Atatürkçüdür. 
Öğrenen ve işçimen Atatürkçüleri “eğitmen Atatürkçü” olma yönünde teşvik etmek, özendirmek gerekir.
e) Ergin Atatürkçü
Bir yurttaşın düşünce, duygu ve davranışlarının oluşmasında “değerler”in çok büyük payı vardır. Değerler; bireyin nesneler, durum ve hareketler, fikir ve görüşler hakkındaki olumlu veya olumsuz yargılarını oluşturan kavramlardır. Atatürkçü düşüncenin de bağımsızlık, birlik, özgürlük, hak ve hukuk, dayanışma, değişim, akılcılık, gerçek, bilim, sosyal ahlak, çalışma gibi kavramlarla ilgili değerleri vardır. Bu değerleri bilmeyen, öğrenmeyen, benimsemeyen, düşünme, karakter ve eyleminin bir parçası haline getirmeyen, bu yönde gayret göstermeyenler gerçek Atatürkçü olamazlar. Bu ve benzeri değerlerle bütünleşmiş olanlar ise, ergin Atatürkçülerdir.  Öğrenen Atatürkçülerden bazıları, zamanla olgunlaşarak “ergin Atatürkçü” olurlar. Ergin “olgun, olgunlaşmış, kemale ermiş” demektir.
f) Öncü ve Kurmay Atatürkçü
Öncü Atatürkçü; Atatürk’ün görüşlerini çok iyi bilen, aynı zamanda onlara kolayca ulaşabilen, işleyen, kullanabilen, çevresine anlatıp yayabilen kimsedir. Türkiye bir sorunla mı karşılaştı, bir değerlendirme, bir çözüm önerisi mi gerekiyor? Öncü Atatürkçü derhal Atatürk’ün görüşlerine başvurur, onların ve kendi aklının ışığında konuyu irdeler, açıklar, çıkış yolu arar. Fikir oluşturur ve yayar, öğüt ve tavsiyelerde bulunur, iş yapar.
Öncü Atatürkçü yurtsever, bilinçli ve yol göstericidir. Sistemli düşünür, Atatürkçü düşünce sistemini başkalarına kolayca aktarabilir. Yurttaşlarını Atatürkçü Öğreti yolunda yetiştirip harekete geçirebilir. Öncü Atatürkçülerden en üst düzeyde, lider konumunda olanlar ise kurmay Atatürkçülerdir.
* * *
Bu denemeden şu iki sonuca ulaşıyorum:
-Atatürk’ün ve Cumhuriyetimizin asıl büyük düşmanı, en çok zararlı olanları bence yalancı Atatürkçülerdir. Gerçek Atatürkçüler bunu böyle bilmeli, yalancı Atatürkçülere karşı daima uyanık ve sak olmalıdır. Onları teşhis etmeyi görev bilmeli, halkımıza tanıtmalı ve onlara karşı yurttaşlarımızın uyanık olmalarını sağlamalıdır.
-Gerçek Atatürkçüler; en sadesinden başlayarak Atatürkçü olma yolunda her zaman daha ileri bir aşamaya ulaşmayı kendilerine baş hedef olarak belirlemelidir. Başka bir deyişle bir amatör Atatürkçünün gönlünde bir gün kurmay Atatürkçü olma hedefi bulunmalıdır.