Humus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Humus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 3

                         SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 3



SURİYE SİYASİ TARİHİ,Zafer YILDIRIM,Sykes-Picot, Hac Yolu, Mekke,  Medine, Memluklular,



Fransa’nın 1923’de resmi olarak manda rejimini kurmasını müteakip karşılaştığı 
önemli ikinci isyan ise. Cebel Dürüz bölgesi lideri Sultan Atraş’ın (Paşa) başlattığı ve iki yıl devam ederek ülkenin büyük bir bölümüne yayılan isyan olacaktı. İsyan 18 Temmuz 1925’de başlayacak ve tüm ülke geneline yayılacak 1 Haziran 1927’de isyanlar bastırılacaktır. Atraş’ın isyanının temel nedeni Osmanlı zamanında fiili özerk konumlarını geri alabilmektir. Yabancı bir yönetimin Dürzi bölgesine müdahale etmesine tepki göstermişlerdir. 

Ancak bu isyanın önemli bir nedeninin de Cebel Dürüz’ü yöneten Yüzbaşı Gabriel 
Carbillat’ın son derece sıkı yönetim anlayışı olduğu ileri sürülecekti109.
Dürziler Temmuz ayında Salkhad’ı Ağustos ayında ise bölgenin başkenti Suwayda’yı ele geçirirler. İsyanın genişlemesinde Şam ve Humus’un siyasi önderlerinin de bu isyana katılmasının etkisi olacak, şehir eşrafının da bu isyana destek vermesiyle Dürziler Ekim’de Şam’ı ele geçirirler. Fransız hükümeti 20 Ekim 1925’de Şam’da sıkıyönetim ilan eder.110 Fransa isyanı sert bir şekilde bastırmayı dener ve. Şam, havadan ve karadan yoğun bombardıman altına alınır. Bunun neticesinde 1400’ün üzerinde Suriyeli can verir. 

Ancak bu kıyım isyanın daha da genişlemesine neden olur. 1927 yılında Fransa’dan gelen takviye güçlerle bastırılabilen isyan, Fransa içinde can ve mal kaybına neden olur.111 
Ancak isyanda beş bin Suriyelide öldürülür.112 Bu isyan ülkenin kendi kendini yönetmesi anlamında atılmış ilk adım olarak görülmektedir. Bu isyan ayrıca Suriye’de yabancı desteği almadan yapılan bir isyan olması nedeniyle önemlidir. Bu isyan sonrasında bölgenin yönetimi Fransız askeri otoritelerinden alınmış yerel yöneticilerin etkin olduğu özerk bir sisteme kavuşturulmuştur. Bunun yanı sıra 1930 anayasasında bölgenin diğer bölgeler karşısında özerkliği kabul edilmiş, kendi hukukunu oluşturmasına müsaade edilmiştir. 

Bölgenin yönetimi konusunda yerele yetki tanınmıştır. Eğitim dilinin Arapça ve Fransızca olması öngörülmüştür. Ancak buda yine Dürziler tarafından kabul görmemiştir.113 

Dürziler 1942’de Suriye’ye dahil edildikten sonra 1944’ten itibaren Ulusal Blok ile ilişkilerini geliştirdiler ve Blok’a Suriye ile tam katılım konusunda öneri götürdüler. Buna karşın Dürziler Suriye’nin bağımsızlığından sonrada merkezin bölge siyasetine müdahalesine sürekli direnmişlerdir.114

Çıkan isyanlar sonunda Fransa yalnızca askeri yöntemlerle ülkenin yönetilemeyeceğini görerek siyaset değişikliğine gitti ve ülke ve yerel yönetimde siyasilerle işbirliğine girmeye çalıştı. Artık Suriyeliye rağmen Suriye’yi yönetmek yerine, ülke Suriyeli ile işbirliği içerisinde yönetilmeliydi. Bu politika çerçevesinde 1928 yılında Suriyeli yerel eşrafın ve bu eşrafa mensup siyasilerin oluşturduğu Ulusal Blok, bağımsızlığa kadar olan süreçte siyasal hayatta halk ve Fransız manda yönetimi arasında aracı kurum olarak önemli rol üstlenmiştir.115 Bu grubun mensupları milliyetçiydiler, ancak ülkenin geleceğindeki yerlerini ve mevcut konumlarını garanti altına almak istemekte ve bunun yolunu da Fransa ile sınırlıda olsa işbirliğinin devamında görmekteydiler. Bu çerçevede kendilerine rakip olabilecek örgütlenmelere müsaade etmeyeceklerdi.116 Ancak Fransa’nın kendi 
personeli dışında hiçbir kesime bağımsız karar alma yetkisi vermemiş olması, bu grupları devlet tecrübesinden yoksun bırakıyordu.

“Büyük İsyan” yalnızca Fransız manda rejimini zora sokmamış, devlet yönetiminde de krize neden olmuştu. İsyanın başlamasının ardından aynı yılın Aralık ayında Subhi Bey devlet başkanlığı görevinden istifa etti ve yerine Nisan 1926’da Ahmad Nami seçildi. Fransız Yüksek Komiseri Auguste Henri Ponsot Tac al Din al-Hasani’yi başbakan olarak atadı.117 İsyanın bastırılmasının ardından siyasi ortamı yumuşatmak gayesiyle Fransa yeni meclis seçimlerine ve anayasa hazırlanmasına onay verdi. Nisan 1928’de Meclis seçimi yapıldı ama Anayasa Komisyonu’nun Ağustos 1928’de meclise sunduğu anayasa teklifi Fransız Yüksek Komiseri tarafından kabul edilmeyince Mayıs 1930’da komisyon dağıtıldı. Kısa süre sonra Fransız Yüksek Komiserinin sunduğu seçilmiş bir meclis ve meclisin seçtiği bir cumhurbaşkanını esas alan anayasa teklifi kabul edilince Aralık 1931 
ve Haziran 1932 tarihinde seçimler yapılarak Muhammed Ali al-Abid Haziran 1932’de cumhurbaşkanı oldu.118 Aynı yılın Temmuz ayında Suriye Devleti’nin adı “Suriye Cumhuriyeti” olarak değiştirildi. Ancak Ülkedeki ekonomik sorunlar ve artan işsizliğe Ulusal Blok’un çözüm üretememesi 1930’da Milliyetçi Hareketler Birliği’nin kurulmasına neden oldu. Milliyetçi görüşleriyle öne çıkan Birlik, Ulusal Blok’un Fransa ile olan ilişkisine karşı çıkarak onları Fransa ile olan ilişkilerde daha sert tutum takınmaya zorladı.119

Ulusal Blok toplumun gözünde kan kaybederken Ocak 1936’da manda rejimi de 
tutumunu sertleştirerek Blok’un Şam ofisini kapatıp iki üyesini tutukladı.120 Bu tutum, Ulusal Blok’a toplum gözünde kaybolan etki ve prestijini yeniden kazanma şansı verdi. 
Bundan cesaret alan Ulusal Blok’un genel grev çağrısında bulunmasıyla başlayan grevler Mart ayına kadar devam etti. Ülkenin Şam, Hama, Humus, Deyr el Zur başta olmak üzere farklı bölgelerinde çıkan gösterileri Fransız güçlerinin şiddet kullanarak bastırmayı tercih etmesi yüze yakın Suriyelinin ölümüne neden oldu. Fransız hükümeti aynı yıl içerisinde Şam, Hama, Humus ve Halep’te sıkıyönetim ilan ederek gösterileri durdurmaya çalıştı. 

Daha sonra Ulusal Blok’un önde gelen iki lideri Cemil Merdam ve Nasil al-Bakri’yi tutuklayarak sürgün etmesine karşın manda rejimi olayları kontrol altına alamadı. Bunun üzerine Fransızlar siyaset değiştirerek uzlaşma yönünde adım atmaya karar verdi. 

Bu amaçla Hasani hükümeti istifa ettirilerek yerine Ata al-Atasi liderliğinde milliyetçi bir kabine kurduruldu.121 Bu tutuklamalardan bir ay sonra Fransa’da yeni kurulan sosyalist Leon Blum hükümeti Ulusal Blok’la görüşmeyi kabul edince Paris’te konuyla ilgili görüşmeler yapılarak bir uzlaşıya varıldı. Bunun üzerine Mart başında Ulusal Blok grevlerin sonlandırılması çağrısında bulundu.122 Böylece aynı yılın Eylül ayında Fransa ve Suriye hükümetleri arasında Fransa-Suriye Dostluk ve İttifak Antlaşması imzalandı. 

Antlaşmaya göre Fransız mandası üç yıl içerisinde kaldırılacaktı.123 Manda yönetiminin kalkmasıyla birlikte 30 Kasım’da yeni meclis seçimleri yapılarak Aralık’ta Ulusal Blok lideri Haşim al Atassi devlet başkanı olarak seçildi.124 Attaside Cemil Merdam Bey’i hükümeti kurmakla görevlendirdi.

Ancak Alevi bölgelerinin de Suriye sınırlarına dahil edilmesi Aleviler arasında tepkiye neden olacaktı. Alevi önderleri Şubat 1936’da Suriye ile birleşme konusunu görüşmek için Tartus’da bir araya gelerek Fransa yardım etmese dahi Suriye ile birleşmeye karşı direnme yönünde karar aldılar. Buna karşın dini önderler uzlaşma yanlısı tavır aldıkları, hatta birleşmeye destek veren bir fetva yayınladıkları için ciddi bir Alevi direnişi olmadı. 

Ancak bu fetvayı tüm Alevi aşiret liderleri kabul etmeyecekti. Bu birleşmeye karşı olanlar Haziran 1936’da Leon Blum’a mektup göndereceklerdi. Mektuba imzalarını koyanlar arasında Süleyman al Murşid ve Hafız al Esed’in babası Süleyman el Esed’de bulunmaktaydı.125 

Daha sonra Aleviler Süleyman al Murşid önderliğinde Temmuz 1939’da 
ayaklandılar. Bu ayaklanma sonuç verdi ve Fransız Yüksek Komiserinin Alevi bölgesinin Suriye’ye dahil edilmeyeceğini açıklamasıyla isyan son bulacaktı.126
Suriye Ulusal Meclisi’nin Aralık 1936’da kabul ettiği antlaşma, Fransa Ulusal Meclisinde koloni yanlılarının engeline takılır, ardından Haziran 1937’de Blum hükümeti iktidardan düştü. Yeni hükümet bu antlaşmaları eleştirirken 1939’da II. Dünya Savaşı’nın yaklaşmasını gerekçe göstererek antlaşmanın mecliste reddedilmesini sağladı. Aynı yıl içerisinde Hatay’ın Türkiye’ye katılması nedeniyle Suriye’de hükümet istifa etti. Bunu 7 Temmuz 1939’da Attasi’nin istifası takip edecekti. Bunun üzerine Suriye Yüksek Komiseri Gabriel Puaux meclisi feshetti. 
Bu sırada Fransa Almanya tarafından işgal edilmiş ve Almanların atadığı Mareşal Philippe Petain’in Vichy127 (Fransız Devleti) tarafından yeni bir hükümet kurulmuştu. Dolayısıyla Suriye mandası Temmuz 1940’ta Vichy Fransa’sına  bağlandı ve Aralık başında da Henri Dentz yeni yüksek komiser olarak atandı.128 

Bundan bir yıl sonra 1941’de General Charles de Gaulle’e bağlı “Hür Fransa” ordusu ve İngiliz ordusu Vichy hükümetine bağlı güçleri yenince Suriye yeniden manda rejiminin kontrolüne girdi. Charles de Gaulle-Winston Chirchill görüşmesin de de Gaulle Suriye konusunda “beklemeksizin” bağımsızlık sözü verince eylülde Fransız Yüksek Komiseri Georges Catroux Suriye’nin bağımsızlığını ilan etti.129

Mart 1943’te Anayasanın düzenlenmesi ve yeni meclis seçimlerinin yapılması kabul edildi. Yapılan seçimlerden milliyetçi kesimler zaferle çıkacaklardı.130 
Meclis Şükrü el Kuvvetli’yi devlet başkanı olarak seçti; ancak de Gaulle için Suriye ve Lübnan’da Fransız hâkimiyetine son veren bu gelişmeler kabul edilebilir değildi. Fransızlar çıkarları korunmadan iki ülkeyi de terk etmek niyetinde değildi. Bu nedenle Fransa’nın Mayıs 1945’te ülkedeki askeri mevcudiyetini artırma gayreti halkın tepkisine neden oldu. Bunun üzerine Fransa 1925’te yaptığına benzer şekilde, Şam’ı yine bombardımana tuttu. Bombardımanda 400 kişinin hayatını kaybetmesi İngiltere’nin tepkisini çekince Fransa her iki ülkedeki askeri varlığını sona erdirmeye karar verdi. Böylece Suriye ve Lübnan 1946’da bağımsızlıklarını kazanmış oldular.131 

Bağımsızlık milli bir uyanış neticesinde oluşan milliyetçi bir direnişin sonucu olmamış, ülke dışında oluşan yeni siyasi dengelerin sonucu olmuştur. 

Sonuç

Ortadoğu tarihten günümüze önemli uygarlıkların kurulduğu yer olmuştur. Uygarlıkların gücü, bölgeye sahip olmalarıyla tanımlanmıştır. Toplumlara sunduğu bolluk nedeniyle Suriye’nin de içinde olduğu bölgeye Bereketli Hilal adı verilmiştir. Bu nedenle bölge tarihin en eski ve uzun uygarlıklarına ev sahipliği yapmıştır. Üç semavi din bu bölgede doğmuş, bölgenin bereketine sahip olma isteği büyük ve kanlı savaşlarında nedeni olmuştur. Bölgenin uygarlık tarihi MÖ 3500’lerde Sümer kent devletleriyle başlamış, kurulmuş olan medeniyetlerin ihtişamı bölgeye yeni uygarlıkları çekmiştir. Semavi dinler için kutsal olan yerlerin bu topraklarda, hatta Kudüs gibi aynı yerde bulunması güçlü uygarlıkların bölgeye hâkim olma isteklerinin önemli bir nedeni olmuştur. Bölge “doğunun zenginliğine” ulaşmak isteyen insanların güzergâhında yer alması nedeniyle de çeşitli mücadelelere sahne olmuştur.

Suriye Bereketli Hilal’in merkezinde yer alan coğrafi konumu itibarıyla tarih içerisinde önemini sürekli muhafaza etmiştir. Akdeniz’e açılan kıyılarıyla denizci kavimlerin ilgisini çekerken stratejik konumuyla da doğudan batıya ve batıdan doğuya doğru ilerleyen fatihlerin güzergâhı olmuştur. Suriye, kutsal yerlere ulaşmadaki önemli konumu nedeniyle Hıristiyanlar ve Müslümanlar için hayati öneme haiz olmuştur. Hz. İsa ile birlikte Hıristiyanlıkla tanışan bu bölge altıncı yüzyılın son çeyreğinde İslamiyet’in doğuşuna ve kısa süre içinde Bereketli Hilal’in tümüne yayılmasına şahit olmuştur. Yine bu bölge Müslümanlar için kutsal olan Mekke ve Medine’nin yolu üzerinde olması ve Kudüs’ü kontrol edebilir konumu nedeniyle tüm İslam uygarlıklarını buraya sahip olmaya ve muhafaza etmeye sevketmiştir. Sekizinci yüzyıldan itibaren İslam coğrafyasında Sünni-Şii mücadelelerinin de merkezinde yer alan Suriye, sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Emeviler’e ev sahipliği yapmıştır. Emeviler’den sonra farklı Müslüman devletlerin kontrolüne geçen bölge onbirinci yüzyılın son çeyreğinde bu toprakları geri almak isteyen Hıristiyanlara karşı İslam dünyasının verdiği savaşın en stratejik alanı olmuştur. Dini gerekçeler kadar “doğunun zenginliğine” ulaşma hayaliyle iki asır kadar devam eden Haçlı Seferleriyle sürekli el değiştiren Suriye, 13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise Mısır Memlukluları’nın hâkimiyetine girmiştir. Suriye 16.yy’ın ilk çeyreğinden itibaren ise dört asır boyunca Osmanlı egemenliği altında kalmıştır.

Osmanlı döneminde Blad üş Şam, (Şam şehri) Büyük Suriye’nin merkezi olarak 
devletin önem verdiği bir yer olmuştu. Bunun farklı nedenleri vardı: Osmanlının kutsal mekanlara gösterdiği hassasiyet ve haccın güvenliğinin sağlanması açısından Şam önemliydi. Ayrıca doğu-batı ticaretinin güzergahında bulunması ve Akdeniz’e hakim olmak ve kontrol etmek açısından taşıdığı stratejik önem nedeniyle Suriye, merkezin doğrudan kontrolünde tutulmaya çalışılıyordu. Osmanlının zayıflamasına paralel olarak 19. yüzyılda bölgeye Batılı ülkelerin ilgisi artmış ve misyonerlik faaliyetleri bu dönemde etkin olmuştu. Fransız İhtilali ile Avrupa’yı etkilemeye başlayan milliyetçi fikirler, 19. yüzyılda Osmanlı Ortadoğu ’suna doğru yayılım gösterdi. Hiç kuşkusuz bu fikirlerden ilk olarak Osmanlıya dini bir bağlılık hissetmeyen Hıristiyan halk etkilendi. 
Rusya ve Fransa Hıristiyan halk üzerinden bölgeyi sömürgeleştirmeye çalışıyorlardı. 
Osmanlı devletinin bu girişimlere karşı önlem olarak ilan ettiği Tanzimat Fermanı 
ve Islahat Fermanı gibi dönem Avrupa’sının değerlerini ülke halkına kazandırma gayreti olumlu sonuç vermemiş, aksine ülkedeki uygulamalara Batının daha fazla müdahil olmasına yol açmıştı. Ancak bu yenileşme adımları Hıristiyan halkın Batı ile daha sıkı ilişki içine girmesine, ticaret yoluyla ekonomik durumunun Müslüman halka göre daha iyi konuma ulaşmasına yardımcı olmuştu. Bu ıslahatlarla Müslüman halkın gayrimüslimlerle özellikle vergilendirmede eşit hale gelmesi tüm kamu yükümlülüklerinin kendileri tarafından yerine getirildiğini düşünen Müslüman halkın tepkisini çekti ve bunun sonucu olarak 1860 Lübnan olayları meydana geldi. Lübnan olayları, Batının daha fazla müdahalesine zemin hazırlamış, Hıristiyanlar arasında artan milliyetçi fikirler yanında, ayrılık isteyen görüşlerde dile getirilmeye başlanmıştır. Arap halkı arasında her ne kadar 20. yüzyılın başına kadar ayrılık yönünde fikirler dile getirilmese de milliyetçi görüşler belirli aydın çevreler arasında bu dönemde gündeme getirilmiştir. Yalnız bu fikirler ayrılık etrafında oluşmamış Arap kimliğinin de tanındığı, dinin birleştirici yönüne atıfta bulunulan Batı karşısında Doğu’nun savunulması yöntemini İslam Kardeşliğinde arayan bir milliyetçilik olmuştur. 

Kuşkusuz bu fikirler Suriye’de de aydın çevreleri etkiliyordu. II. Abdülhamid’in 
Panislamizm çerçevesinde halifelik makamını kullanarak, en azından Müslüman halkı bir arada tutma gayretinin bazı olumlu sonuçları olsa da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkedeki sorunu II. Abdülhamid’in idare şeklinde görerek müdahale etmesi, yönetimde sorunlara neden oluyordu. 20 yüzyılın başından itibaren etkinliğini artıran İTC’de panislamist bir politika takip etmeye çalıştı, ancak iktidarı ele geçirdiği 1908’den sonra bu siyasetten uzaklaşmaya başladı. Bunda Müslüman halkın bir arada tutulmasında bu siyasetin etkisini yitirdiğini düşünerek Türkçülük yanlısı fikirlere dönmesi kadar, özellikle Cemal Paşa’nın ayrılık yönündeki fikirleri şiddetle bastırmaya çalışmasının da etkili olduğu yönünde görüşler vardır. Bu dönemde Suriye’deki milliyetçi söylemler Arap kimliği ve Müslüman birliği etrafında gelişmekteydi. Bu söylemlerden cesaret alarak gerçekleştirilen Şerif Hüseyin’in faaliyetleri ve yereldeki diğer milliyetçi eylemler, bu kesimlerin kendi çıkarları etrafında geliştiği için genel bir milliyetçi başkaldırı veya örgütlenme  boyutuna ulaşamamıştır.

Osmanlı’dan Mondros Mütarekesi ile ayrılan Suriye bağımsızlığını elde edememiş 
ve 1920’de Fransız manda rejimi altına girmiştir. Fransa’nın “böl ve yönet” siyaseti kapsamında ülkeyi ayrı küçük devlet ve birimlere ayırması ulus bilincinin oluşmasına kuşkusuz engel olmuştur. Ancak bu yönetim anlayışı Sünni çoğunluk karşısında kimliklerini korumak isteyen başta Aleviler olmak üzere diğer etnik azınlıklardan destek görmüştür. 

Buna karşın Fransız manda yönetimini sarsan 1925 isyanı bir Dürzi isyanı iken, 1919 ve 1939 isyanları ise Alevi isyanları olmuştur. Dürzi isyanı Osmanlı yönetimi döneminde de facto bir bağımsızlık içerisinde yaşayan Cebel Dürüz’de Fransızların otorite kurmak istemesinden kaynaklanmıştır. 

1919 Salih al-Ali isyanının milliyetçi bir yönü olsa da asıl amaç etnik kaygılarla 
bölgenin korunmasıydı. 1939 isyanı ise Suriye’nin birleşmesiyle konumlarını kaybedeceklerini düşünen Aleviler tarafından mevcut bölünmüş yapının savunulması amacıyla çıkarılmıştır. Osmanlı döneminde yerelde söz sahibi olan büyük ailelere mensup Suriyeli siyasetçiler, her ne kadar milliyetçi fikirleri savunsalar da Suriye’nin geleceğinde de konumlarını muhafaza etmeye çalışmışlardır. Bu siyasi kaygılar onları Fransa ile işbirliği içerisinde hareket etmeye sevketmiş, buda zaten etnik kaygılarla bölünmüş olan toplumun topyekün milliyetçi bir irade ortaya koymasına, örgütlenmesine ve başkaldırmasına mani olmuştur.

Fransa manda rejimi sayesinde Suriye’yi istediği gibi yönetmiş, yöntem olarak da 
diğer ülkelerde de kullandığı “böl ve yönet” siyasetinden faydalanmıştır. Esasında manda rejimi Milletler Cemiyeti’nin kurucu sözleşmesinin 22. Maddesinde yer alan bir yönetim sistemidir. Üç tip manda sistemi öngörülmüş ve Osmanlı’dan ayrılan toplumlar (A1 Tipi) “bağımsızlık düzeyine erişmiş olan devletler” olarak tanımlanmış ve bunların kendi kendini yönetecek olgunluğa erişine kadar bir mandater devletin tavsiye ve yardımlarını almaları öngörülmüştür. Yani manda sistemi bu durumdaki ülkelerin bağımsızlığa geçişlerinde bir aşama olarak kabul edilmişti. Ancak Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki uygulamaları bunun tam aksi olmuş, sivil bürokrasinin oluşmasına imkân verilmemiş, ulusal bilincin uyanmasına mani olmak için mevcut etnik bölünmüşlük kalıcı hale getirilmiştir. 

4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 1



ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU , 2014



Yayına Hazırlayan 
Firuze Yağmur Gökler, Habib Hümüzlü ,




TAKDİM 

Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulduğu günden beri kuruluşunun amacı olan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt vermek için çaba harcamıştır. Nitekim bu yolda ciddi mesafeler kat etmiştir. ORSAM, genel olarak Ortadoğu’nun değişik bölgeleri hakkında gerçekleştirdiği yüzlerce araştırma ve etütlerin yanı sıra, Ortadoğu’da yaşayan Türkmenler için de bir birim kurarak bu bölgedeki Türkmenlerin varlıklarını, sayılarını, sosyal ve siyasi yapılarını, maruz kaldıkları 
asimilasyon politikalarını incelemiş ve bu incelemeleri de raporlar halinde yayımlamıştır. 

Bilindiği üzere Irak’tan Yemen’e Libya’dan Suriye’ye ve hatta Filistin’den İran’a kadar uzanan coğrafyanın asli unsuru olarak yaşayan Türkmenler, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki ağırlığı ve ilgisiyle birlikte, derinlemesine incelenmesi gereken bir konu olarak değerlendirilmektedir. 

Sayıları 2.5 – 3 milyon civarında olduğu tahmin edilen Irak Türkmenleri, asırlar önce Orta Asya’dan batıya göç ederek Irak’ın kuzey ve orta bölgelerine yerleşmiş ve burayı kendilerine vatan edinmişlerdir. Oğuz boyundan olan bu Türk gruplarının Irak bölgesine göç etmeleri, Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden çok önceki tarihlere rastlamaktadır. Bu göçler, uzun yıllar süren ve birbirini izleyen dalgalar şeklinde gerçekleşmiştir. 

Irak Türkmenleri bugün Irak’ın kuzey batısında yer alan Telafer ilçesi ve bu ilçeye bağlı belde ve köylerden başlayarak, sırasıyla Musul civarındaki belde ve köyler, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tazehurmatu, Tuzhurmatu, Kifri ve Bağdat’ın kuzeyine kadar uzanan onlarca Bayat boyuna mensup belde ve köylerde yaşamaktadırlar. 

Suriye’ye yerleşen Oğuz boyları iki koldan ilerlemiştir. Birincisi Halep, Hama, Humus, ve Şam yöresine yerleşmiştir. Bunlar daha çok Bayat, Avşar, 
Beğdilli ve Döğer boyuna mensup oymaklardır. Diğer kol ise Lazkiye ve Trablusşam istikametinde Ensariye dağlarının batısına yerleşen Türk boylarıdır. 


Sayıları 1.5 milyonun üzerinde olduğu kabul edilen Suriye Türkmenleri Fırat nehri ile Halep’in kuzeyinde bulunan Ezar şehri arasında, Halep şehrinde, Hatay’ın güneyinde Bayır bölgesinde ve Golan’dan göç edip Şam’da yerleşmişlerdir. Şam bölgesinde yaşayanlara Şam Türkmeni denirken, Halep ve Rakka bölgesindekilere Halep veya Culap Türkmenleri, Lazkiye Türkmenlerine de Bayır-Bucak Türkmenleri denmektedir. 

Lübnan’daki Türk varlığı, beş ana başlık altında toplanabilir. Bu toplulukların her biri farklı tarihe sahiptir. Bu gruplar şu şekildedir: Kuzey Vilayeti içinde Kobayat yakınındaki iki köyde yaşayan Akkar Türkmenleri, Doğu Lübnan’da Beka vilayeti içinde yer alan Baalbek şehri çevresindeki 5 küçük yerleşim birimi ve Hermel şehri yakınında Suriye sınırındaki 1 köyde yaşayan Baalbek Türkmenleri. Lübnan Türkmenlerinin sayıları yaklaşık 20 bin civarındadır. 

Filistin Türkmenleri, Arap Türkmenleri adıyla tanınırlar; bu topluluk büyük ölçüde dillerini kaybedip Arapça konuşmaya başlamışlarsa da Türkmen kimliğini hiç unutmamıştır. Bilindiği gibi Filistin üç bölümden müteşekkildir. Bunlar: Büyük Ova, Sahra ve Bir saba ve iç ovaları da içeren dağlık bölgesi. Türkmenlerin yerleşim bölgesi olan “ Beni Âmir” ovası (Merc Beni Amir) bu son bölgenin önemli bir parçasıdır. 

Türkmenlerin bu bölgeye nasıl ve niçin göç ettiği tartışma konusu olmuştur. Osmanlı zamanında gelmiş oldukları söylense de onlar daha önce Orta Asya’dan göç etmiş olan gruplarla gelmiş olduklarını söylerler. Filistin Türkmenlerinin sayısı hakkında sağlıklı bir bilgi bulunmamaktadır. 
Araplarla iç içe yaşadıkları için bu zor olmakla beraber bazı araştırmacılar şu anda 400-500 bin kişi arasında olduklarını tahmin etmektedir. 

ORSAM bünyesindeki Ortadoğu Türkmenleri Programı, bölgesel gelişmeleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. Program, internet sitesiyle, analizleriyle ve raporlarıyla ulusal ve uluslararası ölçekte Ortadoğu Türkmenleri literatürünün gelişimini hedeflemektedir. 

ORSAM Ortadoğu Türkmenleri programı kapsamında, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı ile birlikte, ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU gerçekleştirilmiştir. Bu sempozyumun can alıcı taraflarından birisi de Türkiye’de ilk defa bu başlık altında bir sempozyumun düzenlenmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle ilk defa Türkiye’de Ortadoğu Türkmenleri birlikte ve bu kapsamda ele alınmaktadır. 

Sempozyumun amacı Ortadoğu’da yaşayan Türkmenlerin Türkiye’deki kamuoyuna tanıtımının sağlanması, Türkmenlerin Türkiye ile iletişimlerinin 
geliştirilmesi, bu toplulukların siyasal, sosyal, ideolojik durumlarının incelenmesi, birbirleri arasındaki iletişim ve etkileşimin sağlanması ve arttırılması, yaşadıkları ülkelerde diğer gruplarla ilişkilerinin ortaya konması, bölgedeki olaylara ilişkin hassasiyetlerinin ve bakış açılarının öğrenilmesi ve beklentilerinin dile getirilmesi idi. 

Sempozyum 6-7 Mayıs 2014 tarihlerinde Türk Tarih Kurumu salonunda gerçekleşti. İki gün süren sempozyumda ‘Irak ve Suriye Türkmenlerinin 
Durumuna Genel Bakış,’ ‘Suriye, Lübnan, Filistin Türkmenlerinin Durumu,’ ‘Türkiye’nin Ortadoğu Politikasında Türkmenler,’‘Irak Türkmenleri: Kimlik,  Kültür ve Sorunlar,’ ‘Kültürel Bakış Açısından Irak ve Suriye Türkmenleri’ konulu oturumlar yapılmış ve bir genel değerlendirme oturumuyla program sona ermiştir. 

ORSAM bu sempozyumda konuşma yapan ve bildiri sunan değerli katılımcıların konuşmalarını deşifre ederek bir kitap haline getirdi. Sempozyumda sunulan bildirilerin ve tartışmaların ortaya koyduğu önemli veri ve tespitlerin Türk okuyucusuna, araştırmacılarına ve karar alıcılarına faydalı olacağını umarak bu çalışmaya sizlere sunmaktan büyük kıvanç duyarız. 

Orsam Başkanı 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 


AÇILIŞ KONUŞMALARI 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 
ORSAM Başkanı 




Değerli büyükelçilerim, değerli devlet adamlarımız, sayın akademisyenler, sayın öğrenciler ve katılımcılar. 
ORSAM Türkmeneli Vakfı kapsamında faaliyet gösteren bir düşünce kuruluşudur. ORSAM geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de Ortadoğu çalışmaları konusunda 
yaşanmış olan boşluğu doldurmak, akademik dünya ile siyasi hayat arasındaki köprüyü kurmak amacıyla yola çıkmıştır. Bu bağlamda da ORSAM’ın yürüttüğü çok farklı çalışmalar bulunmaktadır. Çalışmalarımızın birçoğu bölge ülkelerinde özellikle sahada, birçok ülkeyle ilgili olarak yürüttüğümüz çalışmalardır. Bunun yanı sıra Ankara’da alanında uzman kişilerle değişik programlar da düzenliyoruz. 
Bu bağlamda bugün düzenlediğimiz Ortadoğu Türkmenleri Sempozyumu da bu çalışmalardan bir tanesidir. Buradaki hedefimiz Türkiye’nin dış ilişkilerin de özellikle son yıllarda etkili olan Türkmenlerin, Ortadoğu Türkmenlerinin sorunlarını masaya yatırmak, onlarla ilgili beklentileri tespit edebilmek ve eğer bu çalışma sonucunda olur da önemli tespitler ve beklentiler elde edebilirsek bunları da ilgili makamlara iletmek. 
ORSAM başkanlığını bu yılın başında devraldım. O süreçte Habib Hürmüzlü hocamız bu programla ilgili öneriyi getirdiğinde çok faydalı bir öneri olduğunu düşünerek bu fikri destekledim. Bu bağlamda da her ilgili kurumdan gerek maddi gerek manevi gerek akademik destek almamız gerekiyordu. Bu aşamada özellikle devlet kurumlarımız tarafından bu konuya verilen desteği görmek beni hayli memnun etti. 
Özellikle TİKA daha sonra Türk Tarih Kurumundan bu sempozyumu gerçekleştirebilmek için aldığımız destek ile Dışişleri Bakanlığımızdan 
ve Cumhurbaşkanlığımızdan aldığımız destek bizleri bir hayli memnun etti. Bu destekler sayesinde bugün buradayız. Ben bu bağlamda birkaç kuruma teşekkürlerimi iletmek istiyorum. TİKA Başkanımız Sayın Serdar Çam’a, Türk Tarih Kurumu Başkanımız Sayın Hocamız Metin Hülagü Bey’e ve diğer emeği geçen arkadaşlara teşekkür ediyorum. Bu toplantının hazırlanmasındaki yükü büyük ölçüde omuzlayan Habib Hürmüzlü Hocama teşekkür ediyorum. ORSAM çalışanlarına ve özellikle Firuze Yağmur Gökler Hanım’a ve tabi ki yurtdışından uzun seyahatlerle buraya gelen Türkmen misafirlerimize ayrıca teşekkür ediyorum. Çalıştay formatında yürüteceğimiz bu sempozyum Ortadoğu Türkmenlerinin sorunlarının anlaşılmasında küçük de olsa bir katkı sağlayacaktır. Ben de herkese tekrar katıldıkları için teşekkür ediyorum. 


Türk Tarih Kurumu Başkanı 
Prof. Dr. Metin Hülagü 


Sayın Büyükelçiler, değerli devlet adamları ve değerli katılımcılar. Herkese katıldığınız için teşekkür ediyor ve hoş geldiniz diyorum. 
Ben öncelikle böyle bir sempozyumun düzenlemesine katkı sağladığı için ORSAM’a ve Türkmeneli Vakfına teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca biliyor sunuz birkaç gün önce Kerkük vakfı kurucusu İzzettin Bey’i kaybettik. Kendisine Allah’tan rahmet diliyor, ailesine ve yakınlarına sabır temenni ediyorum. Bugün itibariyle baktığınız zaman insanlık tarihinde 30 değişik millet tarafından kurulmuş 30 farklı medeniyetten bahsedilir. Tabi ki bu medeniyetlerin bir tanesi de bize aittir. Türk milletine aittir. Türkler de tarihte medeniyet kurucu bir millet olmuşlar ve bu medeniyeti de dünyanın üç kıtasına yaymışlardır. Fakat fethettikleri ya da hakimiyet kurdukları bu topraklardan bir süre sonra geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Ama geride benim gördüğüm kadarıyla bir kültür havzası bırakmışlardır. Türk kültürünün, Türk tarihinin okunabileceği, Türk değerlerinin varlığını muhafaza ettiği geniş bir kültür havzasıdır. Bugün baktığımızda Hindistan’da 15 milyon Türk olduğunu görüyoruz veya Pakistan’da 5 milyon kadar Türkün varlığından haberdarız. Ortadoğu’da, Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta bir adacık halinde, öyle değerlendiriyorum ben, adacıklar görüyoruz. Türk kültürünün varlığının devam ettiği bu adacıklardan bir tanesi de Irak’tır, Irak Türkmenleridir. 
Adı belki Türkmen’dir, adı belki Kırgız’dır ama neticede Türk adı altında bu adacıkları görmemiz, değerlendirmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Aslında bu adacıklar bizim gönül köprülerimizdir. Bu adacıkların en büyüğü de Türkiye’dir. Bu adacıklar Türkiye’nin etrafa saçılmış parçalarıdır, unsurlarıdır. Bu parçaların ana ülkesi olarak Türkiye’nin bu parçalara olan ilgisinin artması, onların dertleriyle hemhal olması gerektiği kanaatindeyim. Tabii ki burada Türk Tarih Kurumu’na ciddi bir sorumluluk düştüğünü düşünüyorum. Türk Tarih Kurumu sadece Türkiye’deki değil Türkiye dışında da yaşayan Türklerin tarihini araştırmak, onları yaymak, tanıtmak konumundadır. Biz de kendi açımızdan kurumsal faaliyetlerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. 

Örneğin yakın zamanda Afrika’da bir sempozyum yapmak için harekete geçmiş bulunuyoruz. Ekim sonu gibi gerçekleştireceğiz. 
Hindistan’da Türkler adlı bir sempozyum yapıyoruz. Japonya’da bir faaliyet yapma düşüncemiz var. Sadece Türkiye’deki değil Türkiye dışındaki 
Türklerle de Türk kültür havzası içindeki Türklerle de yakından ilgileniyoruz. 
Tabi ki bunların yeterli olduğunu düşünmüyorum. Daha da değişik faaliyetler yapmak gerektiğine inanıyorum. Özellikle ORSAM’la; özellikle Yunus Emre Enstitüsüyle, onların açtığı kurumlarla işbirliği içerisinde bizim de üzerimize düşen sorumluluklar olduğuna inanıyorum. Bu sempozyumun gönül köprüleri, gönül adacıkları kurulması yönünde başarılı olmasını temenni ediyorum. Katılımcılara saygılarımı sunuyorum. 


Erşat Hürmüzlü 
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı 


Sayın Bakanlar, Sayın Büyükelçiler, sayın başkanlar, değerli konuklar ve basın mensupları. Bugün Ortadoğu diye nitelendirdiğimiz, bir zamanlar iki Türk devleti, Osmanlı ve Selçuklu devletlerinin parmak izlerini taşıyan bir bölgedir. Burada Oğuz boylarının varlığı ya bilinmemekte veyahut da göz ardı edilmektedir. Hâlbuki Süleyman Şah ki Ertuğrul Gazinin babası ve Osmanlı hanedanlığına adını veren Osman Bey’in dedesi, bugün Suriye topraklarında Fırat nehrinin yakınında metfundur. Şam’da Süleymaniye tekkesi, Halep’te Hüsreviye Külliyesi, Bağdat’ta Muradiye Camisi, Kerbela’da şair Fuzuli’nin mezarı, Kerkük’te Redif Kışlası, Sena’da Türk Şehitliği, Ürdün’de Salad şehrinde Türk askerlerinin şehitlik anıtı, Suudi Arabistan’da İbrahim Paşa Karargahı ve buna benzer binlerce eser ve hatıra bu bölgede yaşayan soyumuzun, medeniyetimizin birer yadigarıdır. 
Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzde onu kadar olan bir topluluk hakkında ne biliyoruz? Sanırım bir göz atmamızda ve onları hayırla yâd edip hatırlama mızda yarar vardır. Fahri kâinat Peygamberi Efendimiz der ki, “Dostlukta birbirlerini sevmede müminlerin durumu, bir vücudun örneği gibidir ki, o vücudun bir uzvu hastalandığında geriye kalan uzuvlar da ateş, ısı ve uykusuzluğa düçar olur”. Hadislerin bize gösterdiği yol her zaman ışık tutmalıdır. Aynı ümmetin aynı soyu olan bizler de bundan feyz alarak birbirimizi sevmeli, hiç olmazsa ortak dertlerimizi göz ardı etmemeliyiz. Soydaşlarımızın ve dostlarımızın topraklarındaki acıları azıcık da olsa hafifletecek çalışmaları çok önemsiyoruz. TİKA’nın, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın, Kızılay’ımızın ve diğer kuruluşlarımızın bu sahada yaptıklarını takdirle anımsıyor ve bu uğraşların daha da güçlenerek devam etmesini diliyoruz. Sevgili dostlar biz bir milletin fertleriyiz, bunun bilinci içinde hareket etmemiz çok önemlidir. Türkiye dışında yaşayan Oğuz boylarının bulunduğu ülkelerde sadakat normaldir hatta zaruridir. Hepimiz bunun bilinci içindeyiz. Türkiye olarak komşu ülkelerle olan sınırlarımızı kutsal ve saygın görüyoruz ancak aradan kaldırmak istediğimiz sınırlar da vardır. 
Onlar kalplerimiz, duygularımız ve muhabbetimiz arasındaki yapay sınırlardır. Buna inanarak hepimiz bunun sevincini yaşarız. Neredeyse bir ilki gerçekleştiren bu sempozyumu hazırlayanları, emek verenleri ve teşrifleriyle zenginleştirenleri kutluyorum. Bu yolun yolcusu olan bizler bu çalışmaların bilimsel araştırmalarla zenginleştirilerek devam etmesini canı gönülden istiyoruz. Ankara’ya hoş geldiniz dostlar, öteki duraklarınızda da verimli çalışmalarınızı bekliyoruz. Geldiğiniz topraklara döndüğünüzde buradaki kardeşlerinizin selam ve sevgilerini 
iletiniz. Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Teşekkür ederim. 


 < Dışişleri Bakanı Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Mesajı 

    Nazik davetinizi aldım. Yurt dışı programım nedeniyle çok istememe rağmen sempozyuma katılamıyorum. Doğru bir zamanda Ortadoğu Türkmenlerini ele alan bu bilimsel sempozyumu düzenlemeniz önemlidir. Bugün Ortadoğu’da cereyan eden gelişmeleri yakından takip ederken bu geniş coğrafyada yaşayan soydaşlarımızın siyasi, iktisadi ve sosyokültürel yapılarını, sorunlarını bilmek takip etmekte olduğumuz siyasete ışık tutacaktır. Bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan bir insan ne kadar önemliyse, Irak’ta, Suriye’de yaşayan Türkmenler ve Ortadoğu’da yaşayan diğer halklar da bizim için o kadar önemlidir. Türkiye, pek çoğunun ülkelerinde yaşanan istikrarsızlığın neden olduğu koşullarla boğuşan Ortadoğu Türkmenlerinin yanındadır. Sorunlarını çözmek için yardımcı olmakta ve her türlü siyasi, iktisadi, sosyokültürel sorunlarını çözmek için çaba sarf etmektedir. Ortadoğu Türkmenlerinin kendi toprakları üzerinde özgür, milli bir değer olmaları Türkiye’nin sorumluluğu içindedir. Irak, Suriye, Lübnan’dan gelen soydaşlarımıza hoş geldiniz der, sempozyumun başarılı geçmesini temenni ederim. >

Başbakan Yardımcısı Sayın Prof. Dr. Emrullah İşler’in Mesajı 

Oğuz boyları akıncılarının Irak ve Suriye’de görünmeye başlamasıyla geçmişi 7. yüzyıla dayanan Türkmenler, giderek Ortadoğu’nun asli unsuru haline gelmişler dir. Yoğun olarak 10. ve 11. yüzyıllarda devam eden Türk göçleri, Tolunoğulları ile yerleşik bir hayata geçilmiştir. Türklerin yerleşimi 11. yüzyılda Selçukluların bölgeye gelmesi ile devam etmiştir. Buradaki Türk boyları, 1096 yılında Haçlı seferleri başladığında Selahattin Eyyubi komutasındaki Müslümanlarla birleşmek suretiyle Haçlılara karşı bölgeyi savunarak bu coğrafyanın asli unsuru olduklarını göstermişlerdir. 

Arap Baharı sürecinin başlamasıyla Ortadoğu’da uzun yıllar boyunca üstü örtülen yeni toplumsal dinamikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dinamiklerden biri Türkiye açısından soydaş olmamız nedeniyle ayrı bir önem taşıyan Türkmenler dir. Bölgedeki Türkmen kökenli nüfusun kesin sayısı hakkında net bilgi bulunmamakla birlikte, Suriye’de 3-3,5 milyon, Irak’ta 2 milyonun üzerinde, Lübnan’da 10 bin civarında Türkmen soydaşımızın olduğu tahmin edilmektedir. Bölgenin sosyal yapısının heterojen niteliği göz önüne alındığında bu rakam siyasal sürece etkisi bakımından son derece önemlidir. 

Ortadoğu tarihini yakından bilenler, Türkmenlerin bu coğrafyanın ayrılmaz bir parçası olduğunun bilincindedirler. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Türkmenler, yaşadıkları ülkelerin asli birer unsuru olarak önemli katkılarda bulunmuşlar, bulunmaya da devam edeceklerdir. Kuşkusuz son dönemde yaşanan gelişmeler tüm bölge halkı gibi Türkmenleri de derinden etkilemiştir. Geçmiş dönemlerin siyasi iradelerinin diğer birçok hususta olduğu gibi Türkmen politikasında da günü kurtarıcı, stratejik karakteri olmayan, vizyonsuz politikaları ülkemiz açısından ciddi dezavantajlar doğurmuştur. Ancak AK Parti hükümetleri olarak göreve geldiğimiz günden itibaren başta Irak, Suriye ve Lübnan olmak 
üzere bölgede yaşayan tüm Türkmenlerin sorunlarına hassasiyetle yak-laşarak çözüm yollarını aradık. 

Türkiye olarak, Irak’ın istikrar ve refahına önem atfettiğimiz gibi, Irak Türkmen toplumunun da Irak’ın bütünlüğü içerisinde demokratik haklarını haiz şekilde barış ve huzur içinde varlığını sürdürmesini arzu ediyoruz. Bu arzumuz bölgenin diğer ülkelerinde yaşayan Türkmenler için de geçerlidir. Ortadoğu’nun istikrar ve bütünlüğü Türkiye’nin barış ve huzuru için de çok önemlidir. Zira yakın komşumuz olan coğrafyalarda meydana gelen herhangi bir huzursuzluk, doğal olarak bizleri de üzmekte ve rahatsız etmektedir. Bu bağlamda, Türkmenlerin içinde yaşadıkları toplumlarda, gerek siyasi, gerek ekonomik, gerekse sosyal ve kültürel alanda haklarının korunması önem taşımaktadır. 
Irak’ın genelinde kötüleşen güvenlik durumuna paralel olarak, Türkmen soydaşlarımızın yoğunlukla yaşadığı bölgelerde meydana gelen terör olayların da, bir kısmı Türkmen toplumunun önderlerinden olmak üzere çok sayıda Iraklı kardeşimizin hayatını kaybetmesinden büyük üzüntü duyuyoruz. Irak’taki terör saldırılarında yaralananlar için imkânlarımızı seferber etmekte, gerektiğinde tahliye operasyonları ile yaralıları ülkemize getirerek terör mağdurları ve ailelerinin acısını hafifletmeye çaba sarf etmekteyiz. 

Irak’ın anayasa ile garanti altına alınan çoğulcu yapısında, bu ülkenin kurucu unsurlarından olan Türkmen toplumunun kritik bir konumu vardır. 
Irak Türkmenlerinin dil, kültür ve kimliklerini muhafaza edebilmeleri en büyük temennimizdir. Türkmen soydaşlarımıza bu bağlamda destek olmayı üzerimize bir borç biliyoruz. 

Bölgedeki Türkmen toplumunun varlığının bu ülkelerdeki etnik ve dini mozaik içinde korunması ve kadim yaşam tarzı ile kültürünü gelecek nesillere aktarmasının sağlanması ülkemizin Türkmen politikasının asli unsurlarındandır. 

Bu çerçevede, ilgili ülkelerdeki muhataplarımızla yaptığımız görüşmelerde, Türkmen soydaşlarımızın güvenlik ve huzurunun sağlanması ile anayasal hak ve hürriyetlerinin garantiye alınması hususları başlıca gündem maddelerimizi teşkil etmektedir. 

Irak’ta 30 Nisan 2014 tarihinde gerçekleştirilen parlamento seçimlerinin genelde Irak, özelde ise Türkmen toplumunun daha parlak bir geleceğe adım atması için önemli bir aşama olmasını diliyoruz. 
Türkmen toplumunun Irak siyaset sahnesinde hak ettiği yeri alması, anayasal çerçevede kendilerine sunulan haklardan azami derecede istifade etmeleri için, bugüne kadar olduğu gibi önümüzdeki dönemde de elimizden gelen desteği vermeye hazırız. 

Türkmenlerin siyasi görüşleri, dini anlayışları ve yaşadıkları bölgeler itibarıyla olabilecek nispi farklılıklarının, bir kültür zenginliği olarak addedilmesi, her türlü ayrımcılığa karşı Türkmen toplumunun kararlı bir duruş sergilemesi önem arz etmektedir. Önemli olan Türkmen soydaşlarımızın kardeşlik ve barış içinde yaşaması, hep birlikte daha müreffeh bir coğrafya için çalışmasıdır. 

Suriye’deki devrim mücadelesinin ön saflarında yer alan ve bu uğurda yüzlerce şehit veren Türkmen kardeşlerimiz, hiç şüphesiz Suriye’nin geleceğinde hak ettikleri yeri alacaklardır. Türkmen kardeşlerimizin bu haklı mücadelelerinde gereken her desteği sağlamakta kararlıyız. 
Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir. Söz konusu çerçevede, Türkiye yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın tesisi için yapıcı katkılarını sürdürecektir. Cepheleşen eksenlere dahil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir. 

Öte yandan, Ortadoğu coğrafyasında dağınık bir halde yaşayan Türkmenler arasında birlik ve beraberliğin muhafazası önem taşımaktadır. 
Gerek ülkesel, gerek bölgesel düzeyde bu birlik ve bütünlüğün sağlanabilmesini teminen farklılıkların ya da kişisel çekişmelerin bir kenara bırakılarak, ortak paydaları ve hedefleri ön plana çıkaran bir anlayışla hareket edilmesi zaruridir. 

Nitekim, Suriye’deki ihtilaftan kaçarak Lübnan’a sığınan Türkmenlere kucak açan Lübnanlı Türkmen kardeşlerimizin sergiledikleri kardeşlik ve birliktelik duygusu, Türkmenler arasındaki kuvvetli bağların en güzel göstergesini teşkil etmektedir. Bu birlik ve beraberliğin bölgesel düzeyde güçlendirilmesi, Türkmen davasının geleceğine önemli katkı sağlayacaktır. 
Ülkemiz, bölgedeki Türkmen kardeşlerimizin durumlarıyla yakından ilgilenmekte, her fırsatta Türkmenlerin haklarını gözeten bir siyaset izlemektedir. Komşu coğrafyalarda yaşayan Türkmen toplumunu bölge ile aramızda bir dostluk köprüsü olarak görüyoruz. 

Ülkemiz bölge ülkelerindeki her kesimle ilişkilerinde kapsayıcı tutumunu devam ettirmekte, ayrımcılığın her türlüsünden uzak, dostane bir yaklaşım benimsemektedir. 
Türkiye’nin her zaman olduğu gibi bundan sonra da Türkmen davasına gereken her türlü desteği vereceğinden şüphe duyulmamalıdır. Bu çerçevede, ORSAM bünyesinde bir birim olarak kurulan Ortadoğu Türkmenleri Programı, son derece büyük bir önem arz etmektedir. 


<  Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün Mesajı 

Değerli Katılımcılar, 
Kıymetli Misafirler, 

Ortadoğu’nun içinden geçtiği bu çalkantılı dönemde Türkmen kardeşlerimizle ilgili bu önemli sempozyumu düzenleyen ORSAM yetkililerine ve organizasyonda emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Bölgenin farklı yerlerinden Ankara’ya gelen Türkmen misafirlerimize ve tüm katılımcılara en samimi hislerimle hoş geldiniz diyorum. 

Türkmen kardeşlerimiz, Ortadoğu’nun asli unsurlarıdır. Devletler ve siyasi yapılar değişse de, Türkmenler bu topraklarda baki kalmışlardır. 
Zamanında Hac Yolu’nun bekçiliğini yapan bu fedakâr kardeşlerimiz, her daim vatandaşı oldukları ülkelere sadakatle bağlı olmuşlar ve toplumsal hayata katkı sağlamışlardır. Ancak bunu yaparken, en zor dönemlerde bile kimliklerine, kültürlerine ve öz değerlerine sahip çıkmışlardır. 

Türkiye olarak, dünyanın neresinde olursa olsun, soydaş ve akraba toplulukların refah ve saadetini önceliklerimiz arasında görüyoruz. Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin başta olmak üzere, yakın çevremizde yaşayan Türkmen kardeşlerimizin huzur ve mutluluğunu, kendi saadetimizden ayrı tutmuyoruz. Ortadoğu’daki Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukuklarının korunması ise değişmez dış politika hedeflerimizdendir. 
Bu kapsamda, Irak’ın anayasayla garanti altına alınan çoğulcu yapısında, bu ülkenin asli unsurları olan Türkmenlerin de haklarını güvence altına alarak yerlerini almalarına büyük önem veriyoruz. Irak halkının tüm unsurlarını kardeş ve akrabaları olarak gören ve her kesimle yakın ilişkileri bulunan ülkemizin, Türkmen soydaşlarımızın anayasal haklarından yararlanarak dillerini, kültürlerini ve kimliklerini muhafaza etmelerine yönelik desteği tamdır. 
Suriye’de meşruiyetini yitiren Rejimin baskı ve zulümleri karşısında onur mücadelesini sürdüren ve bu uğurda çok sayıda şehit veren Türkmenlerin 
hak ve hukuklarının korunması elzemdir. Türkmen kardeşlerimiz, bu amaçla Suriye Türkmen Meclisi çatısı altında bir araya gelmişlerdir. 
Türkiye olarak, kendilerine gerekli tüm desteği sağlamakta kararlıyız. Şahsen ben de konuyu çok yakından takip ediyorum. 

Bu vesileyle, Lübnan’daki Türkmen kardeşlerimizin Suriyeli Türkmenlere kapılarını açarak sahip çıkmalarından duyduğumuz memnuniyeti vurgulamak isterim. Kardeşlik hukukunun gereğini vefakârca yerine getiren Lübnanlı Türkmen kardeşlerimizin tavrı her türlü takdire şayandır. 
Filistinli Türkmenlerin de Filistin toplumunun ayrılmaz bir parçası olarak varlıklarını huzur ve refah içinde devam ettirmesi en samimi arzumuzdur. 
Böylesine zor dönemlerde birlik ve beraberliğin önemi daha da artmaktadır. Atalarımızın “ Birlikten Kuvvet Doğar ” şiarının doğruluğu çok daha 
iyi anlaşılmaktadır. 
Ortadoğu coğrafyasında yaşayan tüm Türkmen kardeşlerimizin, sıkıntılarının aşılması için tek vücut ve tek sesle hak, hukuk, özgürlük ve insanca yaşama mücadelelerini sürdüreceklerine güveniyoruz. Her zaman olduğu gibi sorunlarının barışçıl yollardan halli için gayret sarf edeceklerinden ve bu yöndeki çabalarında beraber yaşadıkları tüm kesimlerle irtibat ve dayanışma halinde hareket edeceklerinden şüphe duymuyoruz. 
Türkiye’deki kardeşleriniz, bu yoldaki mücadelenizde sizlere elinden gelen her türlü yardım ve desteği sağlamayı sürdürecektir. 
Bugün gerçekleştirilecek görüşmelerin, Ortadoğu Türkmenlerinin sorunlarının çözümüne önemli katkılarda bulunması temennisiyle, hepinizi en 
kalbi hislerimle selamlıyor ve başarılar diliyorum. >

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***