Gerçekten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gerçekten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2017 Çarşamba

Suriye’de Kimyasal Silah Kullanımı: Gerçekten bir “ Oyun Dönüştürücü ” mü? BÖLÜM 2



 Suriye’de Kimyasal Silah Kullanımı: Gerçekten bir “ Oyun Dönüştürücü ” mü?  BÖLÜM 2


Özellikle Suriye’de girişilecek harekat topyekün bir rejim değişikliğini hedef almazsa İran’ın aleni eylemlerinin sertliği de bununla doğru orantılı olarak şekillenecektir. Suriye bugün Ortadoğu’nun geleceğini belirlendiği -diğeri Mısır olmak üzere- iki arenadan bir tanesi, üstelik de daha zaaflı ve dış müdahaleye Mısır’a nazaran daha açık olmasıyla, üçüncü taraflara daha fazla manevra alanı verenidir. Bu bakımdan Mısır’ın gölgesinin Suriye’yi bir ölçünün ötesinde perdelemesi mümkün değildir. Yine bu açıdan bakıldığında Suriye rejimi karşıtı dış koalisyonun, özellikle bölgesel aktörlerin, Mısır’da birbirleriyle ters düşmüş olmaları, her birinin kendi neden ve önceliklerini koruyarak Suriye’de 
Esad yönetiminin yerinden edilmesi -İsrail’in durumunda zayıflatılarak mümkün olduğunca ayakta kalması- tercihleri yönünde işbirliğini sürdürmelerine engel teşkil etmez. Neticede Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtılırken, eşyanın tabiatı nedeniyle her kriz kendi şartlarıyla şekilleniyor. 

Esad yönetiminin, kimyasal silah kullanımının ABD ulusal güvenlik startejisi ve tehdit algısı bakımından anlamı ve ABD ve uluslararası kamuoyunu harekete geçirme niteliğinin küçümsenmiş olması bir başka yanlış hesap gibi duruyor. ABD kimyasal silahları ve bunların kendisini hedef alan ‘terörist’ grupların eline geçmesini birinci derceden ulusal güvenlik tehdidi olarak nitelemektedir.25 Aslında Obama’nın “kırmız çizgi” nitelemesi bir bakıma bu algının zorlamasıyla kullanılan bir ifade olarak görülmelidir. 

Özellikle İran’ın nükleer programına yönelik pazarlıklar gündemin, örtük birinci maddesini teşkil ederken ABD, Ortadoğu’da kitle imha silahlarının kullanımının kabul edilebilir bir opsiyon olduğu algısına izin veremez. Suriye’ye müdahale etmekte ne derece isteksiz olursa olsun Obama yönetimi bu çizgiyi muhafaza etmenin baskısını üzerinde hissediyor. Kaldı ki aylardır, başta Rusya,26 üçüncü taraflarca durduruluyor olmanın yarattığı ağırlık, ABD’nin çok önemsenen, uluslararası ortamda ve özellikle Ortadoğu’da “gücüne saygı duyulması”27 önceliği üzerinde ciddi yıpratıcı etki yaratmaktadır. Bunun üzerine kimyasal silahların daha önce de kullanıldığına dair haberlere ve kendi istihbarat raporlarına rağmen harekete geçmeyen Başkan Obama’nın bundan kaynaklanan zaaflı imajı daha fazla taşımak istemeyeceği düşünülmelidir. Tüm bunlar ABD 
kamuoyunda ve karar alıcılarında mevcut, oğul Bush yönetiminden miras, Irak ve Afganistan yorgunluğunu, özellikle 2003 Irak savaşı nedeniyle Ortadoğu’da kaybettiği kredibiliteye ilişkin kaygıları ve bıkkınlığını ikinci planda bırakmaya muktedir etmenlerdir.28 Guta eyleminin ölçeği Obama’nın elini bu yönde hareketlenmeye zorlayan ve ABD ve Batı da müdahaleci bir istekliler koalisyonuna yönelik kamuoyu desteğini ve siyasi iradeyi oluşturmayı da kolaylaştıran bir unsur olarak değerlendirilebilir. Bu son unsur Esad yönetiminin yapmış olabileceği değerlendirme hatasının hukuki yönü ve müdahalenin uluslararası hukuk çerçevesinde nasıl şekilleneceğine dair ipuçları da veriyor. 




Soğuk Savaşın neticelenmesinden bu yana uluslararası sistemin yükselen değerleri arasında, klasik Westphalian karakteri zorlayan bir insan hakları vurgusu ön plana çıkmaktadır. Bu vurgu, söz konusu karakterin BM antlaşmasının en net ifadesini bulan egemenlik ve eşitlik ilkelerini erozyona uğratıyor. Bundan ötesi, antlaşmanın güç kullanımının nefsi müdafa ve BM Güvenlik Konseyi kararına bağlı ortaklaşa eylemle sınırlandırılması 
olarak özetlenebilecek temel unsurunu aşındırıyor. Bu aşınma sonucu gündeme gelen iki temel kavram, insani müdahale (humanitarian intervention) ve koruma mesuliyeti (responsibility to protect - R2P) kavramlarıdır. Bu kavramlara kaynaklık eden temel metinlerin başında Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu’nun (International Commission on Intervention and State Sovereignity - ICISS) raporu geliyor. 

Bir mihenk taşı niteliğindeki söz konusu raporda dahi, söz konusu kavramlara dayalı eylemlerin, gerçeleştirildikleri (Somali, Bosna, Kosova) ve gerçekleştirilmedikleri (Ruanda) durumların her ikisinde de büyük tartışma konusu oldukları açıkça tespit edilmektedir.29 Buna rağmen uluslararası ortamda bu kavramlara dayalı eylemler artık, Soğuk Savaş döneminde düşünülemeyecek düzeyde bir sıklıkta, gündeme gelmektedir. BM Milenyum Dünya Zirvesi’nin 2005 tarihli sonuç dokümanının 138. ve özellikle 139. paragraflarında30 oy birliği ile kabul ettiği R2P “ideali”31 klasik egemenlik anlayışının ötesinde devletlerin kendi vatandaşlarını korumakla sorumlu olduklarına ve bu sorumluluğu yerine getirmekte yetersiz, gönülsüz veya bizzat tersi yönde eylemler içerisinde bulunduklarında “uluslararası topluluğun” BM mekanizmaları çerçevesinde harekete geçeceğine vurgu yapmaktadır. Bu noktada göze çarpan meşru müdahale hiyerarşisi ise öncelikle devletin kendisi, 
ardından BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde “uluslararası toplum”, buradan karar çıkmazsa BM Genel Kurulu, bu olmadığı takdirde “ilgili” bölgesel örgütler, şeklinde biçimleniyor.32 Daha ötesinde, 2001 raporunda dikkat çekildiği gibi, bu hiyerarşinin işletilemediği durumlarda, kaçınılmaz olarak istekliler koalisyonları ve en nihayetinde tek başlarına “ilgili” üçüncü ülkeler potansiyel koruyucular olarak ortaya çıkıyor. Söz konusu rapor bu noktaya dikkat çekerken aslında BM Güvenlik Konseyi’ne bu tür durumlarda tavır ve eyleme öncülük etmesi ve karar alma mekanizma sının tıkanmaması noktasında uyarı yapıyor.33 Daha da ötesi Suriye’ye ilişkin olarak bu metinde başvuru labilecek diğer müdahale gerekçeleri de ülke içinde göçmen statüsüne düşmüş kişiler ve mültecilerin korunmasına yapılan atıflarda bulunabilir.34 Eğer kimyasal silah kullanımı gerçekleştiyse tüm bunlar kimyasal silah kullanımına ilişkin son yirmi yılda uluslararası ortamda olup biten tartışmaların ve uluslararası 
hukuktaki dönüşümün de Esad yönetimi tarafından çok doğru okunamamış olabileceğini akla getiriyor. Suriye’ye ilişkin karar askıda ve Suriye meselesinde son tahlilde bu kavramlara genel yaklaşımlarıyla uyumlu bir tutum içerisinde bulunan Rusya ve Çin vetosuyla35 süreç tıkanmışken bunun yerinde bir değerlendirme olduğunu söylemek zor. Ayrıca, İngiltere ve Fransa’nın, İngiltere ’nin BM Güvenlik Konseyine sunulmak üzere bir karar tasarısı hazırladığı yönünde ki haberlere rağmen,36 “BM Güvenlik Konseyi kararının [müdahale için] gerekli olmadığı” görüşünde oldukları yönündeki açıklama ve haberler de unutulmamalı.37 

Başkan Obama’da harekatın ABD’nin “temel ulusal çıkarlarına” odaklı olacağını ifade ederek bunları; kitle imha silahlarının yaygınlaşmaması ve bölgedeki ABD müttefiklerinin ve askeri üslerinin emniyeti olarak açıkladı. 

Gözden kaçırılmaması gereken bir unsur, bu tür eylemlere ilişkin tartışmanın kolayca tüm tarafları tatmin edecek bir noktada bitmeyeceğidir. 
ABD’de Bush yönetiminin 2003 Irak savaşını da konuyu insani müdahale ve R2P çerçevesinde meşrulaştıracak tezlere bağlamaya çalıştığı hafızalarda 
tazedir.38 Dolayısıyla Suriye’ye olası bir müdahalenin bu türden müdahaleleri şu veya bu şartlarda “asimetrik saldırı savaşları”39 olarak niteleyen 
eksendeki tartışmaları körükleyeceğini öngörmek zor değil. 

Bu satırlar yazılmaktayken Guta olayının sonuçlarının ne olacağı henüz belli değildi. Bu noktada anlaşılan ABD başta olmak üzere, Batı’nın bir harekata girişmeleri durumunda bunun bir cezalandırma operasyonu olarak gerçekleşeceği, topyekün rejim değişikliğine yönelik olmayacağıdır.
40 Suriye’de Esad yönetiminin topyekün çöküşüyle kimyasal silahlarını muhafaza yete-neğinin bütünüyle ortadan kalkması ve bunların 





Cihadçı grupların eline geçmesi, ABD için kabus senaryosunun gerçekleşme riskini yükseltmesi nedeniyle tercih edilir bir durum değildir. Üstelik 
Esad sonrası: Nasıl bir Suriye? sorusu da halen cevaplanabilmiş değil.41 Sert bir müdahalenin doğuracağı bölgesel dalgalanma ve bunun olası sonuçları da bugünkü ortamda çok yönetilebilir görünmüyor. Halihazırda Başkan Obama’da harekatın ABD’nin “temel ulusal çıkarlarına” odaklı olacağını ifade ederek bunları; kitle imha silahlarının yaygınlaşmaması ve bölgedeki ABD müttefiklerinin ve askeri üslerinin emniyeti olarak açıkladı. Obama’ya göre, ABD sert tepkiler vermekten kaçınmalıdır. Zira bu tepkiler, “çok sıkıntılı durumlarda batağa saplanmak... esasen bölgede daha fazla tepkiyi besleyen, çok masraflı, müşkül, maliyetli müdahalelere” yol açmak sonucunu veriyor.42 

Bu şartlarda yapılacak olanın özellikle insansız hava araçlarının ve seyir füzelerinin ön plana çıktığı, olası koalisyonun zayiat riskini sınırlayacak, 
cerrahi bir harekat olması sürpriz olmaz. Bu harekatın temel stratejik hedefi kitle imha silahlarının kullanımının “kırmızı çizgi” olma özelliğini kuvvetle vurgulamak olarak değerlendirilebilir. Taktik hedef ise, rejimin, kimyasal silahlar ve muhtemelen muhalifler için önemli sorun teşkil eden hava kuvvetleri, başta askeri alt yapısına darbe vurarak, son zamanda rejim lehine gelişen çatışmada dengeyi muhalifler lehine bir miktar tesis etmek olarak özetlenebilir. Siyasi olarak ABD böylelikle Rusya’ya ve Çin’e küresel, İran’a ise, küresel etkileri önemli olabilecek, bölgesel bir mesaj vermiş olacaktır. Obama’nın kırmızı çizgilerini yerde bırakmamak da iç kamuoyuna yönelik bir hassasiyet olarak görülebilir. Her şeye rağmen, bu şekilde kısıtlı stratejik ve taktik hedeflerle girişilmiş bir cezalandırma harekatının en iyi ihtimalle bile gerçekten cephedeki 
taktik durumu dönüştürücü olması zor görünyor. Suriye’de süren çatışmanın uzun ince bir yol olmaktan çıkmasını sağlamasıysa şu anda uzak ihtimaldir. 

Şunu da unutmamak gerekir ki, bu tür durumlarda büyük güçler her şeyden önce çıkarları çerçevesinde hareket ederler. ABD’nin, İran-Irak savaşı esnasında, Halepçe katlimına rağmen İran’a yönelik kaygılarla ve Saddam’ı zayıf düşür memek adına, kimyasal silah kullanımının karşılıklı olduğu, bu nedenle tek bir tarafa (o durumda bu 

Irak’tı) baskı, yaptırım ve kınamanın karşısında bulunduğu yönündeki tutumuyla konuya ilişkin eylemleri sulandırdığını, hatta tıkadığını hatırlamak 
gerekir. Zamanın ABD yönetimlerinin kimyasal silahları Saddam ile işbirliğini kesmek için neden olarak görmedikleri bir gerçektir.43 

Bugün varılan noktada, Suriye’de rejim aleyhine bir müdahale, çatışmaların başından bu yana gözlemlenen en yüksek olasılıkla gündemde. Ancak, birçok şey BM denetçilerinin raporuna bağlı. Denetçilerin raporu net ifadelerle Esad yönetimini sorumlu tutmaktan kaçınan bir üslupta biçimlenirse kararların tekrar gözden geçirilmesi kimseyi şaşırtmamalı. Tüm bu değerlendirmelerin sonucunda bir müdahalenin yol açacağı yeni dengenin yönetilmesinin en iyi şarlarda bile kolay olmayacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte müdahale etmeme seçeneğinin de kendine göre ciddi sonuçları bulunuyor. Son tahlilde, Obama’nın durumu Gabriel Garcia Marquez’in ünlü eseri Kolera Günlerinde Aşk’ın kahramanı Fermina 
Daza’yı andırmakta. Özetlemek gerekise, romanda, kendisine evlenmek için 21 yaş çizgisini sınır koyan Fermina, mutsuzluğa giden bir yolda sevdiğini beklemekten cayarak bir mantık evliliği yapar ve yine mutsuz olur. Obama’da şu anda kendi kırmızı çizgisine sadık kalarak müdahale etmek seçeneği ve bunun sonuçlarıyla gönülsüz ama mantık gereği kurulacak bir izdivaç arasında sıkışmış görünüyor. 


DİPNOTLAR 

1 Peter Beaumont ve Ian Sample“Chemical weapons experts say strike near Damascus fits with lethal toxin use”, 
The Guardian, 21 Ağustos 2013 (çevrimiçi) 
www.theguardian.com/world/2013/aug/21/syria-chemicals-weapons-experts-lethal-toxin, 
22 Ağustos 2013. Tim Lister, “Suffering in Syria is clear, but cause and culprits are 
murky”, CNN, 22 Ağustos 2013 (çevrimiçi) edition.cnn.com/2013/08/21/world/meast/syria-chemical-weaponsquestions/
index.html?hpt=hp_t2, 22 Ağustos 2013. 

2 Suriye rejiminin en yakınından bir uzman Dera’daki gösterilerin başlangıcını, okul duvarlarına ‘rejim aleyhtarı’ 
grafitiler yazan çocukların, aynı zamanda Baas Partisi Merkezi Komitesi üyesi olan Vali Faysal Kalthum ve Esad’ın 
kuzeni olan yerel istihbarat şefi Atıf Necib tarafından 6 Mart tarihinde tutuklanmalarına bağlayarak ardından 
hükümetin “aptalca” çocukların serbest bırakılmalarını red etmesinin mevcut durumu ateşlediğini belirtiyor. 
Moubayed aynı zamanda bu tutumun yerel kabile ilişkilerini zorladığına da dikkat çekiyor. Sami Moubayed, 
“Letter from Damascus; Will Syria Descend into Civil War?”, Current History, December 2011, s. 340. 

3 Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (Organization for the Prohibition of Chemical Weapons – OPCW), Sektreteryası 
Holanda’nın Lahey kentinde bulunan örgütün, tamamı 13 Ocak 1993’de imzaya açılan ve 29 Nisan 
1997’de yürürlüğe giren “Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanması 
ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme’nin (Convention on the Prohibition of the Development, Production, 
Stockpiling and Use of Chemical Weapons and on their Destruction – CWC, kısaca Kimyasal Silahlar Sözleşmesi) 
imzacısı189 üyesi bulunmakta. Örgüt adı geçen sözleşme hükümlerinin ifasıve bunlara uyulduğunun denetlemesi 
ile görevli bulunuyor. 

4 “UN chemical weapons inspectors arrive in Syria”, Reuters, 18 Ağustos 2013, çevrimiçi) http://www.reuters.com/ 
article/2013/08/18/syria-crisis-chemical-idUSL6N0GJ05M20130818, 21 Ağustos 2013. 

5 Stephen Rex Brown, “Syrian troops continue assault as France raises prospect of force”, New York Daily News, 
22 Ağustos 2013, (çevrimiçi) www.nydailynews.com/news/world/syrian-troops-continue-assault-france-raisesprospect-
force-article-1.1433843, 23 Ağustos 2013. 

6 “Stories from Syrian Refugees: Discovering the human faces of a tragedy”, (çevrimiçi) data.unhcr.org/syrianrefugees/
syria.php, 24 Ağustos 2013. BM Suriye Mülteciler Koordinatörü Panos Moumtzis, yazara bu rakamın gerçeğinden 
düşük olduğunu zira normal olarak mülteci statüsünde olacak önemli bir nüfusun, çeşitli nedenlerle, 
mülteci olarak kayda geçmeyi red ettiklerini ve kayıtlarını yaptırmadıklarını belirtmiştir. “Panos Moumtzis ile 
gerçekleştirilen konuşma”, 4 Temmuz 2013, Beyrut, Lübnan. 

7 Omar Abdulaziz Hallaj, The Syrian Crisis Towards a New Paradigm, “The Socio Economic Dimensions of the Syrian 
Conflict” başlıklı konferansta verilen tebliğ, Beyrut, Lübnan, 4 Temmuz 2013. 

8 Childhood Under Fire: The Effect of Two Years of Conflict in Syria, Save the Children Fund, Londra, 2013, s. iv. 

9 Hallaj, age. 

10 “US Says has no reason to believe Syria used chemical weapons”, Reuters, 16 Ocak 2013 (çevrimiçi) www.reuters. 
com/article/2013/01/16/syria-usa-chemical-idUSL1E9CGBXV20130116, 15 Mart 2013. 

11 Lister, “Suffering...” 

12 “Un has testimony that Syrian rebels used sarin gas: investigator”, Reuters, 5 Mayıs 2013, (çevrimiçi) 
www.reuters.com/article/2013/05/05/us-syria-crisis-un-idUSBRE94409Z20130505, 7 Mayıs 2013. “UN’s Del Ponte says 
evidence Syria rebels ‘used sarin’”, BBC News, 6 Mayıs 2013, (çevrimiçi) 
www.bbc.co.uk/news/world-middleeast-22424188, 7 Mayıs 2013. 

13 “Remarks by the President to the White House Press Corps”, The White House, 20 Ağustos 2012, (çevrimiçi) 
www.whitehouse.gov/the-press-office/2012/08/20/remarks-president-white-house-press-corps, 24 Ağustos 2012. 

14 “ABD “Esad” iddiasını teyit etti”, CNN Turk.com, (çevrimiçi) 23 Mayıs 2013. 

15 “Remarks by President Obama and His Majesty King Abdullah II before Bilateral Meeting”, The White House, 26 
Nisan 2013 (çevrimiçi) 
www.whitehouse.gov/the-press-office/2013/04/26/remarks-president-obama-and-hismajesty-king-abdullah-ii-bilateral-meeti, 28 Nisan 2013. 

16 Edith M. Lederer, “UN Security Council holds emergency meeting on alleged chemical weapons use in Syria”, 
The Montreal Gazette, 21 Ağustos 2013 (çevrimiçi) 
www.montrealgazette.com/news/Security+Council+hold+emergency+meeting+alleged+chemical/8815991/ story.html, 22 Ağustos 2013. 

17 David Blair, “Syria snipers open fire on UN chemical weapons inspectors”, The Telegraph, 26 Ağustos 213 (çevrimiçi) 
www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/syria/10266197/Syria-snipers-open-fire-on-UN-chemical-weapons-inspectors.html, 27 Ağustos 2013 

18 “İsrail: Suriye kimyasal silah kullandı”, CNN Turk.com, 22 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.cnnturk.com/2013/dunya/08/22/israil.suriye.kimyasal.silah.kullandi/720499.0/, 22 Ağustos 2013. 

19 “Britain to seek UN backing to ‘protect Syria civilians’, The Irish Times, 28 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.irishtimes.com/news/world/middle-east/britain-to-seek-un-backing-to-protect-syria-civilians-1.1508066, 28 Ağustos 2013. 

20 Philip Sherwell, “Intervention in Syria would be tragic mistake, warns Russia”, 26 Ağustos 2013 (çevrimiçi) 
www.dnaindia.com/world/1880002/report-intervention-in-syria-would-be-tragic-mistake-warns-russia, 27 Ağustos 
2013; “Syria crisis: Russia and China steps up warning over strike”, BBC News, 27 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.bbc.co.uk/news/world-us-canada-23845800, 27 Ağustos 2013; Aryn Baker, “Russia and Iran Warn Against Intervention 
in Syria”, Time.com, 27 Ağustos 2013 (çevrimiçi) 
www.world.time.com/2013/08 /27/russia-and-iran-warnagainst-intervention-in-syria/, 27 Ağustos 2013.; “Russia’s Foreign Ministry calls for press-conference on Syria”, 
ITAR –TASS, 26 Ağustos 2013. (çevrimiçi) www.pda.itar-tass.com/en/c/852826.html, 27 Ağustos 2013. 

21 Steve Patrick Ercolani, “An Apparent Chemical Attack Strikes Damascus Just After UN Inspectors Arrive”, The Atlantic, 21 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.theatlantic.com/international/archive/2013/08/an-apparent-chemical-attack-strikes-damascus-just-after-un-inspectors-arrive/278902/, 22 Ağustos 2013. 

22 Alexei Anischuk, “Russia warns against military intervention in Syria”, Reuters, 26 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.reuters.com/article/2013/08/26/us-syria-crisis-lavrov-intervention-idUSBRE97P0G220 130826, 26 Ağustos 2013. 

23 Paul Lewis, Martin Chulov, Julian Borger ve Nicholas Watt, “Iran warns against military intervention in Syria”, The Guardian, 27 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.theguardian.com/world/2013/aug/26/syria-us-un-inspectionkerry, 27 Ağustos 2013. 

24 Bu konuda bkz. Ahmet K. Han, “İran Seçimleri: Condorcet Galibi Değişim Getirebilir Mi?”, Panorama Khas, Sayı 11, Yaz 2013, ss. 7 – 10. 

25 Bu konudaki ABD pozisyonu için bkz. National Security Strategy 2010, Washington, 2010; National Strategy to Combat Weapons of Mass Destruction, 
Washington, 2002; özel olarak Suiye’nin sahip olduğu kimyasal silahlara ilişkin Guta öncesi bir rapor için bkz. Mary Beth D. Nikitin, Paul K. Kerr ve 
Andrew Feickert, Syria’s Chemical Weapons: Issues for Congress, Washington, CRS, 20 Ağustos 2013. 

26 Bu dönem Rusya lideri Putin’in Mayıs 2012’de G 8 zirvesi için ABD’ye yapacağı ziyareti iptali, Dışişleri Bakanı 
Kerry’yi Rusya’da görüşme öncesi üç saat bekletmesi gibi ABD için kolay olmayan anlarla, ve nihayetinde Ağustos 
ayında Obama’nın, Putin ile Eylül’de Rusya’da gerçekleştireceği görüşmeyi iptali türünden dar boğazlarla 
karakterize oldu. Her ne kadar Obama’nın Putin görüşmesini iptali başka nedenlerin etkisini içeriyorduysa da 
Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Benjamin J. Rhodes‘in yaptığı; “Sadece görüntü için zirve yapmayacaktık, 
ve olgunlaşmış bir gündem yoktu”, açıklaması kırılmanın derinliğinin ve Suriye başta unsurların ağırlığının bir 
yansıması olarak kabul edilebilir. Peter Baker ve Steven Lee Myers, “Ties Fraying, Obama Drops Putin Meeting”, 
The New York Times, 7 Ağustos 2013, (çevrimiçi) www.nytimes.com/2013/08/08/world/europe/obama-cancelsvisit-
to-putin-as-snowden-adds-to-tensions.html ?pagewanted=all 7 Ağustos 2013. Kerry olayının Suriye bağlamında 
bir değerlendirmesi için bkz. Michael Weiss, “Oh, You Silly Man”, Foreign Policy, 9 Mayıs 2013, (çevrimiçi) 
www.foreignpolicy.com /articles/2013/05/09/how_kerry_got_played_by_putin_syria, 17 Mayıs 2013. 

27 Shibley Telhami, The Stakes: America in the Middle East, Boulder, Westview Press, 2004, s. 44. 

28 Bu inanılırlık eksikliğinin düzeyinin açık bir ifadesi olarak, zamanın ABD Dışişleri Bakanı Condoleezzaa Rice’ın 
Başkan Bush’a, ikincinin Sudan’a Darfur’da “katliamı durdurmak” amacıyla müdahale için tüm “hevesine” rağmen; 
“En iyi nedenle bile bu yönetim boyunca başka bir Müslüman ülkeyi işgal edebileceğinizi düşünmüyorum”, 
dediğinin hatırlamak gerek. David E. Sanger, The Inheritance: The World Obama Confronts and the Challanges 
to American Power, New York, Harmony, 2008, s. 69. 

29 Responsibility to Protect, Report of the International ommission on Intervention and State Sovereignity, ICISS, International 
Development Research Center, Ottawa, December 2001, s. vii. 

30 2005 World Summit Outcome, United Nations General Assembly, A/60/L.1, 15 Eylü 2005, paragraf 138- 139, s. 31. 

31 Gary J. Bass, “Humanitarian Intervention in the 21st Century”, The Tocqueville Review, Volume 30, no.. 1, 2009, s. 18. 

32 2005 World..., paragraf 139, s. 31. Her ne kadar bu hiyerarşi çok açık ifade edilmese de 2001 raporuyla birlikte tartışmanın biçimleniş şekli ve ortaya 
çıkmakta olan norm bu yöndedir. 

33 Responsibility..., paragraf 6.13 - 6.40, ss. 49 – 55. 

34 2005 World..., paragraf 132 -133, s. 30. 

35 Rusya ve Çin’in bu noktadaki geleneksel duruşlarına, kaygılarına ve Suriye’deki çizgilerinin nasıl bu genel tutumlarının 
dışında olmadığına dair bkz. Bass, age., ss. 20 – 26. 

36 Obama’nın da aynı yönde bir değerlendirmesi olduğunu not düşmek gerekir. “Transcript of President Obama’s 
interview on “New Day””, CNN.com, 23 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.edition.cnn.com/2013/08/23/politics/barackobama-new-day-interview-transcript/index.html, 23 Ağustos 2013. 

37 “UN security council fails to agree on Syria action”, The National, 29 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.thenational.ae/news/world/middle-east/un-security-council-fails-to-agree-on-syria-action#full, 29 Ağustos 2013. 

38 Bu konuda iyi bir özet ve bu yaklaşımın niçin geçerli kabul edilemeyeceğine dair derli toplu bir argüman için 
bkz. Alicia L. Bannon, “Comments: The Responsibility to Protect: The U.N. World Summit and the Question of 
Unilateralism”, The Yale Law Journal, Volume 115, Issue 5, March 2006, ss. 1157 – 1165. 

39 Berdal Aral, “Asimetrik Saldırı Savaşları, Siyaset ve Uluslararası Hukuk”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 4, Sayı 14, Yaz 2007, ss. 39 – 83. 

40 “White House rules out ‘regime change’ among options for Syria”, Reıters, 27 Ağustos 2013, (çevrimiçi) 
www.reuters.com/article/2013/08/27/us-syria-crisis-obama-intelligence-idUSBRE97Q0S820130827, 27 Ağustos 2013 

41 Bu noktada ABD’nin kaygılarına ilişkin olarak Guta’dan hemen bir kaç gün öncesinde yapılmış bir değerlendirme 
için bkz. “Dempsey: Syria rebels wouldn’t support U.S. interests if they seized power”, Haaretz, 21 Ağustos 2013, (çevrimişi) 
www.haaretz.com/news/middle-east/1.542790, 21 Ağustos 2013. 

42 Bu son ifadeyi bir önceki seçimde kendisine rakip olan Senatör McCain’e cevap niteliğinde kullanan Obama’nın, 
açıkça Bush dönemine ve Irak müdahalesine gönderme yaptığı anlaşılıyor. “Transcript...” 

43 Bu konuda bkz. Joost R. Hilterman, A Poisonous Affair: America, Iraq and the Gassing of Halabja, Cambridge, 
Cambridge University Press, 2007; Patrick E. Tyler, “Officiers say US Aided Iraq in War Despite Use of Gas”, The 
New York Times, 18 Ağustos 2002 (çevrimiçi) http://www.nytimes.com/2002/08/18/world/officers-say-usaided-
iraq-in-war-despite-use-of-gas.html?pagewanted=all&src=pm, 23 Ağustos 2013. 

***

Suriye’de Kimyasal Silah Kullanımı: Gerçekten bir “ Oyun Dönüştürücü ” mü? BÖLÜM 1



Suriye’de Kimyasal Silah Kullanımı: Gerçekten bir “ Oyun Dönüştürücü ” mü? 



Ahmet K. HAN 


 < Şam’ın Guta saldırısının gerçekleşmesi, saldırının sorumlusunun kim olduğuna dair bazı soru işaretleri oluşturuyor. 
    İsveçli bilim adamı Ake Sellström liderliğindeki heyetin Şam’a gelişi bu yılın Nisan ayından beri pazarlıklara konuydu. >




Ağustos Ayının 21’ine rastlayan Çarşamba günü, dünya medyası Suriye’de Şam’ın doğusundaki Guta semtinde, tam olarak evsafı henüz tanımlamamakla 
birlikte,1 nörotoksik özellikte kimyasal silah kullanıldığı haberleriyle çalkalandı. Bu satırlar henüz yazılırken, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgenin, Türkiye dahil, kimi devletleri ve Suriye muhalefetinin tamamının değilse de azımsanamayacak bir bölümünün, artık yıllardır bekledikleri dış müdahaleyi gerçekleştirmeleri ihtimali, Dera’da Mart 2011’de başlayan2 Suriye ayaklanmasının tarihinde ilk defa bu kadar yüksek bir olasılıkla dile getiriliyordu. Bu makale Suriye’de mevcut durumu bu saldırı merkezinde analiz ederek, kimyasal silah kullanımının Suriye denkleminde ve ilgili başat aktörlerin tavrında ne gibi bir değişikliğe yol açabileceğini açıp açmayacağını değerlendirmeye, 
öte yandan söz konusu aktörlerin, özellikle Esad yönetimi karşıtı koalisyonun kaçınılmaz referans merkezini teşkil eden ABD’nin, bugüne kadar süren ve kimilerince garip karşılanan çekimser tavrına ilişkin bir bakış açısı sunmayı amaçlıyor. 

Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü3 uzmanlarının da aralarında bulunduğu, 20 Birleşmiş Milletler (BM) denetçisinin pazar günü ülkeye 
varmasının hemen ardından Şam’ın Guta saldırısının gerçekleşmesi, saldırının sorumlusunun kim olduğuna dair bazı soru işaretleri oluşturuyor. İsveçli bilim adamı Ake Sellström liderliğindeki bu heyetin Şam’a gelişi bu yılın Nisan ayından beri pazarlıklara konuydu.4 Pazarlıklar neticesinde söz konusu heyete denetim iznini yeni veren, geliş tarihlerini net biçimde bilen Şam yönetiminin, bunlar Suriye topaklarına vardıktan neredeyse sadece yetmişiki saat henüz geçmişken, üstelik heyetin Şam’da yerleştiği otelden yedi kilometre uzakta,5 Saddam’ın Mart 1988’de giriştiği Halepçe katliamından beri bölgede gerçekleştirilen en büyük kimyasal saldırıyı, böylesine fütursuzca gerçekleştirmesi ihtimali, 
en hafif tabiriyle, tuhaf geliyor. Tüm bu veriler saldırının, uluslararası topluluğu Suriye’de içerisine düştüğü eylemsizlikten çıkaracak biçimde 
köşeye sıkıştırmayı amaçlayan, muhalifler tarafından da gerçekleştirilmiş olabileceğine dair bir şüphe doğuruyor. 



BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KİMİ KORUYOR.

Suriye’nin bugüne kadar yüzbinin üzerinde insanın hayatına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) rakamlarına göre, %51,6’sı 18 yaşın altında olmak üzere, kayıtlı 1.781.3296 insanın komşu ülkelerde göçmen statüsüne düşmesine neden olan bu trajedinin neticesinde kimi uzmanlar Suriye ekonomisinin kaybedilmiş varlıkları telafisinin ancak 20 yıl boyunca 2011 öncesi harcama düzeyinde paranın ekonomiye pompalanmasıyla mümkün olduğunu ileri sürmektedirler.7 Çatışmalar kimi çalışmalara göre 3 milyon eve hasar vermiş, en az 2000 okulu kullanılamaz duruma getirmiştir.8 Başka kaynaklar hasar gören binaların konut stoğunun %25’inin değerine karşılık geldiğini ve bunların %10’unun onarılamaz durumda olduğunu belirtmektedirler.9 Bu rakamlar trajik biçimde çeşitlendirilebilir. 

Hal böyleyken, eğer uluslararası ortamda yaşanan insanlık trajedisinin mutlak ağırlığının bir müdahale için yeterli olduğunu düşünüyorsak Suriye vakasında eldeki verilerin, eğer bu konuda bir asgari kabul edilebilir trajedi çizgisinin varlığından bahsedilebilirse, çoktan bu çizginin üzerine çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Ancak, bu satırların yazıldığı bu anda hal böyle değildir. Kimyasal silahlar konusu da, bu açıdan bakıldığında, meraklı bir konudur. Bugün Suriye’de müdahale ihtimalini arttıran ana unsur kabul edilen kimyasal silahların kimin tarafından ve nasıl kullanıldığı da, bu eylemin getirmesi olası tüm sonuçlarıyla birlikte, ilk defa Guta’da tartışılmamaktadır. 

Örneğin, son olayda dile getirilen, kimyasal silahların hangi şartlarda ve kim tarafından kulla-nıldığına dair şüpheler Suriye’de kimyasal silah kullanımına ilişkin iddiaların bundan önce gündeme geliş biçimi düşünüldüğünde, karmaşık bir hal almaktadır. Geçtiğimiz Aralık ayının 23’ünde Humus’da rejim güçleri tarafından tank mermileri vasıtasıyla BZ isimli kimyasal silahın kullanıldığı yönündeki iddialar hemen ertesi ay ABD Dışişleri bakanlığının, sözcü Victoria Nuland tarafından kullanılan, bölgede “kimyasal silah kullanıldığına dair inanılır bir kanıt bulunamadığı”10 ifadesiyle havada kalmıştı. Hatta kimi uzmanlar Esad rejiminin BZ sahibi olduğuna dahi şüpheyle bakıyorlardı.11 Tüm bunların üzerine, tam bu olayların ardından, Nisan 2013 sonunda, bu defa İngiltere ve ABD, Esad güçlerinin kimyasal silah kullandığı yönünde açıklama yapmışken, Mayıs 2013’de Birleşmiş Milletler Bağımsız Suriye İnceleme Komisyonu’nun prestijli İsviçre’li üyesi Carla Del Ponte’nin, “muhalif güçlerin sarin gazı 
kullandığına dair belirtilere” rastladıklarını ifade ederek gündemi sarstığı12 hatırlanırsa durumun karmaşıklığı daha rahat ortaya konulabilir. 

Tüm bu toz duman arasında şunu da unutmamak gerekiyor. Sözü edilen açıklamalar, suçlamalar ve araştırmalar uluslararası başat aktörlerin tavırları 
bakımından bu güne kadar neredeyse hiç bir şey farkettirmedi. Guta saldırısı sonucunda ilk yapılan açıklamalar da bu yönde bir değişime işaret etmekten uzaktır. Neticede, haklı veya haksız, tüm mahfillerin parmakları beklendik yönlere işaret ediyor. Başkan Obama 20 Ağustos 2012’de Beyaz Saray muhabirlerine konuşarak, kimyasal silah kullanımının ABD politikası açısından bir “kırmızı çizgi” teşkil ettiğini belirtmiş ve “muazzam sonuçları” olacağını söylemişti.13 Dahası ABD kaynakları, Suriye rejiminin kimyasal silah kullandığını Guta’dan önce teyit etmiş bulunuyor.14 Obama, 2013 yılında Ürdün Kralı ile görüşmesi öncesinde de kimyasal silahların Suriye krizinde “oyunu dönüştürücü” etken kabul edileceğini belirtmişti.15 Hal böyleyken şu anda olanların tek başlarına, tarafların Suriye politikasına ilişkin temel tavırlarında sert bir dönüşümün nedeni olarak kabul edilmesi, şimdilik kaydıyla da olsa, zordur. 

BM Güvenlik Konseyi’ nin konuya ilişkin tavrı da bunu teyit eder nitelikte oldu. Güvenlik Konseyi başkanlığını Arjantin adına yürüten Büyükelçi Perceval’in kullandığı en sert ifade, “ne olduğuna dair açık [bilgi] olması gerektiği” yönündeydi. Taslak metinde yer alan, söz konusu bölgenin de BM denetçilerince incelenmesine yönelik ifadeler dahi Rusya’nın ve Çin’in muhalefetine takıldığı ve metinden çıkarıldığı bildiriliyor. Aynı muhalefet nedeniyle Güvenlik Konseyi’nin tepkisi de “BM’in bu en güçlü organının verebileceği neredeyse en zayıf tepki” türüne dönüşerek, “basın mensuplarıyla istişare” formunda oldu.16 Saldırı esnasında Şam’da bulunan kimyasal silah denetçilerinin yetkisi de, tarafların birbirlerini karşılıklı olarak kimyasal silah kullanmakla suçladıkları üç bölge ile sınırlı bulunmaktaydı. Özetle Guta söz konusu üç bölgeye dahil olmadığından 
denetleme sınırları içerisine katılması ancak Şam yönetiminin onayı ile mümkün oldu. Kaldı ki, ne incelenmesine Haziran ayında BM ve Suriye yönetimi arasında varılan anlaşmayla karar alınan üç bölgede, ne de Guta’da, BM denetçileri silahların kimler tarafından kullanıldığına dair araştırma yapma yetkisine haiz değiller. Yetkileri söz konusu silahların kullanılıp kullanılmadığını belirlemekle sınırlı ki Esad yönetimi bunların kullanıldığını kabul ediyor, ancak kullananın muhalefet olduğunu iddia ediyor. Uzun pazarlıklar ve keskin nişancı ateşine maruz kalmanın ardından gerçekleştirilen incelemenin sonuç raporunun ne içereceğine dair soru işaretleri de bu nedenle sorunun bir başka yüzünü oluşturuyor.17 Meselenin Ortadoğu’ya has ikilemleri açık biçimde serimleyen bir diğer yönü de hem bu katliamı hem de BM heyetinin yetkilerinin altı ay 
önceki saldırılarla sınırlı olmasını en şiddetle kınayarak, uluslararası toplumu harekete geçmeye çağıran ülkelerden sesini en yüksek çıkaranlarından 
bir tanesinin İsrail olmasıdır. Kimyasal silah saldırısını İsrail İstihbarat Bakanı bizzat teyit etti ve bu kınamaları yaparak durumu “resmen rezalet” olarak nitendirdi.18 Bu durumda İngiliz ve Amerikan istihbaratının silahların kullanıldığına, Rusya’nın ise tüm bunların muhaliflerin bir komplosu olduğuna 
dair tezlerinin ötesinde bir tarafsız değerlendirmeye ulaşmak mümkün olmayacak gibi görünüyor. Neticede uluslararası kamuoyu için ‘kalbinin götürdüğü yerde’ tercih yapmak dışında, nesnel verilere dayalı bir değerlendirme çok kolay görünmüyor. Olası bir müdahalenin zemini bu nedenle kaygan ve tartışmalı kalmaya mahkum demek yanlış olmaz. Bu nedenle olsa gerek bu makale yazıldığı esnada İngiltere BM Güvenlik Konseyi kararı aldırmak için uğraşmaktaydı.19 




Neticede tüm bu olanların özetini şu biçimde yapmak mümkün; Suriye’de ne kimyasal silah kullanımı ne de bunun teyidi ilk defa gündeme 
geliyor. Guta’da kimi kaynaklara göre 1.300 kişinin katli ölçek olarak çok büyük bir insanlık trajedisine işaret ediyor olsa da son tahlilde Suriye’de 
süren ve sürecek olduğu açık çatışmanın yarattığı yıkım ve trajedinin sadece bir halkasını daha teşkil ediyor. Bu olay meselenin dış aktörlerinin 
tutum ve tezlerini değiştirmek yönünde bir etki de yaratmış durumda değil. Rusya, Batı kaynaklı istihbarat raporlarını güvenilmez bulduğunu belirtiyor 
ve Batılı güçleri saldırıya dair “kendi sonuçlarını dayatmakla” suçluyorken, Çin ve İran ile birlikte müdahaleye karşı açıklamalarına hız 
vermekte.20 Öyle görünüyor ki Guta’da olanlar kimseye ‘tuttuğu takımı’ değiştirtmeye yeterli değil. Tüm bunlar ilgili tüm aktörlerin bir yer 
edinmek için birbirini yediği Suriye kriz masası etrafında hesapların vicdan, ahlak veya erdem gibi kaygılarla şekillenmediğinin, esasen soğuk 
güç hesaplarının gündemde olduğunun kanıtlarıdır. 


Öte yandan, meseleye sadece bu açıdan yaklaşmamak gerektiği de açıktır. Her şeyden evvel, tüm uluslararası hukuk normlarını hiçe sayarak bu silahları üretip, depoladığı için Şam hüküme-ti de sorumludur. Bu, silahların kimin tarafından kullanıldığından bağımsız bir mesele olarak değerlendirilmelidir. 
Bu noktada sorumluluk hiç kuşkusuz Esad yönetiminde bulunuyor. İkinci adımda, kendi stoklarında bulunan silahların güvenliğini sağlamak ve bunların başka ellere geçmesine engel olmak yine Esad yönetiminin mesuliyetidir. Nihayetinde kendi ülkesi sınırları içerisinde vatandaşlarına yönelik böyle bir saldırının vuku bulmasının siyasi sorumluluğu da hiç kuşkusuz o ülkenin yönetimindedir. Şu anda Suriye’de devlet otoritesini temsil ettiği iddiasını 
sürdüren ve çatışmaların bugünkü halinden anlaşılan gelinen noktada büyük ölçüde haklı da olan, Suriye yönetiminin bu noktada da sorumluluktan 
kaçınması mümkün değildir. Suriye’nin 1997 tarihli kimyasal silahları yasaklayan sözleşmeyi imzalamamış 7 ülkeden biri olması durumu ne fiilen ne de uluslararası hukukun bugün geçerli kabul edilen normları tahtında değiştirmez. Kaldı ki Şam’daki yönetimin, babadan oğula yapısını korumuş, çoğulculuk anlayışı problemli, otoriter bir kimliğe sahip olduğu yadsınamaz. Onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Şubat 1982’deki Hama katliamı dahil, rejimin tarihinde bu tür katliamlar eksik değildir. Bu da, uluslararası kamuoyunun gözünde kaçınılmaz bir olağan şüpheli konumunu beslemektedir. 

Öte yandan kimyasal silah kullanımının gerçekten Esad yönetimi tarafından gerçekleştirilmiş olması da kuşkusuz, azımsanamayacak bir ihtimaldir. 
Burada cevap aranması gereken soru, kendisi için tüm aleyhte şartlara rağmen beklenenden iyi giden çatışma koşullarına, dikkatlerin üzerinden uzaklaşmasına neden olan ve önemli ölçüde üzerindeki baskıyı hafifleten Mısır karmaşasına rağmen, Esad rejiminin bu eyleme niye girişmiş olabileceğidir. 

Bunun nedeni stratejik fırsatçılık olarak değerlendirilebilir. Esad yönetimi, tüm gözler Mısır’ın üzerindeyken ve Mısır meselesi Suriye’de muhalifleri 
destekleyen dış koalisyonu (Türkiye-Katar-Suudi Arabistan hatta dış halkada gayri resmi olarak İsrail) ciddi biçimde yaralamışken bunu 
bir fırsat olarak görüp, değerlendirmek istemiş olabilir. Çatışmaların genel gidişatı da lehine bir noktadayken, Suriye yönetimi hızlı ve şiddetli bir 
güç kullanımı ile bu avantajlı gördüğü durumu konsolide etmek ve Mısır’ın gölgesinde Suriye meselesini uluslararası toplumun gözünde bütünüyle 
taca çıkarmak ve kapatmak istemiş olabilir. Kuşkusuz bu tür bir değerlendirmenin temel dayanağı bu kullanımın neticede bir askeri müdahaleyi riske etmediği yönündeki inanç olmalı. 
Saldırının gerçekleştiği Guta bölgesinin Şam’ın doğusundaki muhalif güçler açısından stratejik lojistik rota üzerinde bulunuyor ve muhalif eğilimleri 
güçlü bir bölge olması bu ihtimali güçlendiren ana faktör olarak düşünülebilir.21 

Hal böyleyse, bunun stratejik açıdan yanlış bir değerlendirme olduğu açıktır. Böyle bir değerlendirme söz konusuysa, meselenin bunu yapanların 
göz ardı ettiği en az iki önemli boyutu bulunuyor; stratejik ve hukuki. 

Stratejik düzlemde böyle bir yaklaşım, ilkin, Esad yönetiminin kendi yanındaki dış koalisyonun ABD’yi dengeleme imkanlarına ve niyetine fazlaca bel bağladığına; ikincisi, Mısır’ın kaldırdığı dumanın Suriye’yi perdeleme etkisine gereğinden fazla ehemmiyet atfettiğine; üçüncüsü, Mısır üzerindeki anlaşmazlıkların son tahlilde Suriye’ye yönelik tercihleri dönüştüreceğine gerçekçi ölçülerin ötesinde güvendiğine; dördüncüsü, ABD’nin stratejik önceliklerini, iç dengelerini ve ABD kamuoyundaki Ortadoğu yorgunluğunun sınırlarını doğru değerlendiremediğine; son olarak da kimyasal silah kullanımının uluslararası toplulukta yaratacağı tepkiyi, uluslararası kamuoyunda müdahalenin meşruiyetine dair algıyı güçlendirici etkisini ve bu yönünde mobilizasyonu kolaylaştırıcı yönünü hesaplayamadığı na işaret eder. 

Rusya her ne kadar, Çin ile birlikte, Esad yönetimine karşı BM Güvenlik Konseyi kararlarını bloke ettiyse de hem Esad yönetiminin değiştirilemezliğine açıkça bir kırmızı çizgi vasfı yüklemiş hem de son olaydan sonra Suriye nedeniyle “Rusya’nın kimseyle savaşmayı planlamadığını”22 söylemekten kaçınmıştır. Suriye rejiminin bir diğer dış desteği, İran, ise daha yüksek perdeden bir destekle Suriye’ye müdahalenin tüm bölgeyi içerisine alacak ciddi etkileri olacağını belirtmiştir.23 Yine de İran’ın, özellikle yeni Cumhurbaşkanı Ruhani önderliğinde benimsemeye çalıştığı nükleer ve dış politika stratejisi göz önüne alındığında,24 kendini ne kadar öne çıkaracağı veya bu eylemin ABD’yi Suriye’de tutacağı yoldan ne derece caydıracağı şüphelidir. Muhtemeldir ki sahip olduğu stratejik varlık ve ilişkilerle başta İsrail, ABD çıkarlarını perde gerisinden hedef 
alsa da İran da Suriye nedeniyle kimseyle savaşa girmeyecektir. Bu durum, taraflar için beklenmedik veya yeni değildir. 


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

13 Haziran 2016 Pazartesi

Gerçekten Güneydoğu Anadolu’da Artık Şehit Vermiyor muyuz???



Gerçekten Güneydoğu Anadolu’da Artık Şehit Vermiyor muyuz???



Yazar: Ümit Özdağ
27 AĞUSTOS 2013 SALI

         PKK ile müzakerelerin başlamasından buyana Başbakan Erdoğan dahil Hükümet yetkililerinin sürekli vurguladıkları tek husus “Güneydoğu Anadolu’dan hiç şehit gelmiyor” noktasıdır. Bu doğrudur, Güneydoğu Anadolu’dan şehit gelmemektedir. AKP Hükümeti ve valiler polisi ve askeri karakol ve kışlalarından çıkarmadığı ve yasaların uygulanmasını askıya aldıkları için Güneydoğu Anadolu’da asker ve polis ile PKK’lılar arasında çatışma çıkmamaktadır.  Yasaları gözlerinin önünde ihlal eden PKK’lılara karşı adım atması gereken asker ve polis, “barış sürecini ihlal etmek isteyen provakatör” durumuna düşeceğini bildiği için eylem gördüğü zaman sırtını dönmektedir.  PKK’nın saldırısına uğrayan içinde Jandarma Asayiş Kolordu komutanının olduğu jandarma helikopterleri “kaçma manevrası” yaparak saldırı yerinden uzaklaşmaktadır. Lice’de jandarma uyuşturucu kaçakçılarının bilgisayarlarını el koymakta, operasyon alanına giren PKK/BDP’liler bilgisayarı “geri almak için” jandarmayı muhasara etmektedirler. İslam inancına göre cenaze namazı bile kılınmayacak adamlara “PKK şehitliği inşa edilmekte” ve Vali jandarmanın operasyon ile durduralım talebini reddetmektedir. PKK’lılar karakol basıp, bir emniyet amirini bomba ile ağır yaralamakta fakat operasyon ile takip edilmemektedirler. Tabii böyle olunca akan kanı görmemezlikten de gelirsiniz ve şehit gelmez.  Şehit gelmez ancak devlet ayağa düşer. Türkiye ayaklarımızın altından kayar gider.


       Üstelik Güneydoğu Anadolu’dan şehit gelmemektedir ancak Türk Milleti Güneydoğu Anadolu’da en has evlatlarını şehit vermeye devam etmektedir. PKK’lı teröristler bu aralar jandarma karakollarına taciz ateşi dışında saldırmıyor ve polislerimizi Hakkari sokaklarında arkalarından sokulup kafalarına ateş ederek vurmuyorlar ancak askerin ve polisin Güneydoğu Anadolu’daki can yoldaşı ve silah arkadaşı köy korucularına karşı alçakça PKK saldırıları devam ediyor. Köy korucuları, 1071’de Malazgirt’te Sultan Alparslan’ın yanında ve Türk Ordusu’nun içinde yer alan Kürt aşiretlerinin çocukları ve Türk Milletinin gerçek mensuplarıdır.     


        PKK’lılar Şırnak-Şenoba’da 12 Şubat 2012’de korucu Sait Onat’ı şehit ettiler. Sait Onat, bölgede PKK’ya karşı verilen mücadelenin fedakâr isimlerinden birisi idi. Hayatını hiçe sayarak yıllarca güvenlik güçleri ile birlikte PKK’ya karşı mücadele etmiş, terör örgütünün canını yakan darbeler indirilmesine yardımcı olmuştu. Terör örgütü cinayetten sonra bir açıklama yaptı ve şöyle dedi:"Çakal kod adlı Sadık Onat isimli kontra, gerillalarımız tarafından ölümle cezalandırılmıştır. Bu kontra, yıllardır düşmanın özel kuvvetlerinde aktif görev yapmaktadır."

      Mehmet Güven’de Cizre’de PKK’ya karşı verilen anti-terörist mücadelenin önemli isimlerinden birisi idi. 24 Ekim 2012’de Cizre’de Nur Mahallesi Aşut sokakta PKK’lılar tarafından vuruldu. Bayram alışverişinden dönmüştü. Cizre Devlet hastanesine kaldırıldı. Mehmet Güven hastanede şehit oldu.
      Mehmet Sait Çoşkun ise 12 Mart 2013’de Şırnak’ta uğradığı saldırıda şehit edildi. Mehmet Sait Çoşkun’da cesur bir korucu idi. 1990’lı yıllarda PKK’nın Cizre’de canını okuyan kahramanlardandı. Mehmet Güven ile Mehmet Sait Çoşkun akraba idiler. İki akraba senelerce PKK terörizmi ile en ön safta mücadele ettikten sonra şehit edildiler.


      Ramazan Erkan 30 Haziran 2013’de Şırnak Silopi’de uğradığı PKK saldırısında şehit edildi. Ramazan Erkan terörle mücadelede öne çıkmış bir isimdi. Hatta 2009’da Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınmış, serbest bırakılmıştı.


      Burada bitti mi? Hayır. PKK’lıların 1990’lı yıllarda Türk Devleti, Türk Milleti ve Türk Bayrağı için savaşan kahraman koruculara karşı başlatmış olduğu “sürek avı” devam ediyor. Polis aldığı “sizi öldürecekler” istihbaratını korucular ile paylaşıyor. Ancak bunun bir faydası yok. Zaten korucular PKK’nın ölüm listesinde olduklarını biliyorlar. Ayrıca örneğin Cudi Mahallesinde PKK’nın “kimlik kontrolü” yaptığı yerin 100 metre ilerisinde durumu sadece seyir etmekle yetinen polisin kendisini koruyamayacağını biliyor. Cizre’den telefon eden bir korucu şöyle dedi: “Biz korucuları koruyamıyor ise bu devlet bize yeni kimlik versin.”


        Türkiye için PKK ile 30 yıl savaşan, çocuklarını, anne ve babalarını, kardeşlerini bu milli ve kutlu mücadelede şehit veren insanları PKK’nın ahlaksızca saldırılarından koruyamadığınız gibi, eğer şehit edilmelerini görmemezlikten gelir, “Güneydoğu Anadolu’dan şehit gelmiyor” derseniz, Allah sizi affetmez. Korucuları Türkiye’nin birliği için verdiği mücadeleyi 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nden Ali Rıza Özdemir “PKK ve Korucular”(Altınpost Yayınları/2012-Tel:0266.24484.48) adlı kitabında çok güzel bir şekilde anlatmıştır.




      Güneydoğu Anadolu’dan şehit gelmiyor ancak TÜRK MİLLETİ Güneydoğu Anadolu’da şehit vermeye devam ediyor. TÜRK MİLLETİ, Hakkâri’de, Şırnak’ta, Bitlis’te özetle bütün Güneydoğu Anadolu’da 70 bin geçici ve gönüllü köy korucusunun Türk Bayrağı için savaştığını ve şehit olmaya devam ettiğini unutmamalıdır. Bu yazıyı Hakkâri’nin İkiyaka Köyünü, bu köyün korucularını ve şehitlerini anmadan bitirmeyeceğim.

        İkiyaka Köyü Sat dağlarının güneyinde ve karadan ulaşılması çok güç olan bir köydür.İkiyaka, efsane bir köydür. Köy, Hakkâri’nin Yüksekova İlçesi’ne bağlı Dağlıca mevkiinde, Irak sınırına 500 metre mesafede bulunmaktadır. Türkiye’nin en uç noktasında ve PKK’ya en yakın noktada bulunmasına rağmen, bu köyün insanları, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılıktan, Türk bayrağına sadakatten, Türk vatanına inançtan vazgeçmeden sonuna kadar direnmişlerdir. PKK, İkiyaka Köyü’nden hem nefret etmiş hem de bu köyün insanlarının direncinden korkmuştur. Bundan dolayı, PKK’nın İkiyaka Köyü’nde gerçekleştirdiği katliam, PKK tarihinin en büyük vahşetlerden birisi olmuştur.
        24 Kasım 1989 tarihinde gerçekleşen saldırıda, akşam saat 19.30 sıralarında İkiyaka Köyünü kuşatan teröristler, sayıları 150 civarında olan korucuların direnmesine rağmen, bu kez köye sızmayı başarmışlardır. Koruculara zarar veremeyen teröristler, köydeki evlere otomatik silahlar ve bombalarla saldırmış, yataklarından kaldırdığı 13’ü çocuk, 6’sı kadın toplam 21 kişiyi köy meydanında acımasızca kurşuna dizmişlerdir.



        PKK’lıların katlettiği çocuklardan biri, henüz 3 günlük bir bebektir. Bebeklerin ve çocukların katledildiğini gören ve çılgına dönen bir anne, kendi evine giren bir PKK’lının önüne elinde Kuran-ı Kerim ile çıkmış ve; “senin Allah’tan da mı korkun yok?” diye bağırmıştır. Tam bu sırada meydana gelen patlama PKK’lı teröristin dikkatini dağıtınca, bebeğini kucağına alan anne evin penceresinden atlamıştır. Evin arkasındaki kayaların üzerine düşen anne kalça kemiği kırıldığı için hareket edememiş, PKK’lılar köyü terk edene kadar beklemiştir. Teröristler, Hüseyin Boz adlı yurttaşı evinde silah kullanmadan boğarak katletmiştir. PKK’lılar evleri ateşe verdikten sonra, Irak’a kaçmışlardır. Teröristler, 1 korucuyu, 8 Çobanı ve 300 koyunu da beraberlerinde götürmüşlerdir.  Daha sonra kaçırılan çobanlardan 7’si ve 1 korucu ölü olarak bulunmuştur.[1]

       İkiyaka köylüleri gözyaşları içinde, hain teröristlerin kurşunlarına hedef olan komşularını köy meydanında toplamışlardır. Kanlar içinde 21 ölü bedenin sıralandığı meydana dehşet, öfke ve acı hâkimdir. Hayatını kaybedenlerden, 13’ü çocuk, 6’sı kadın ve sadece 2’si yetişkin erkekti. PKK katliamında hayatını kaybeden vatandaşların isimleri şöyledir; Sadi Aykut(köy korucusu),Emine Aykut, Cemil Aykut, Mehmet Aykut (1 yaşında), Züleyka Aykut, Halime Aykut (4 yaşında), Rıfat Aykut (3 yaşında), Mustafa Aykut (2 yaşında), Enver Aykut, Burhan Aykut, Namet Aykut, İsmet Aykut,Nami Boz, Esat Boz, Selime Boz, Cebrail Boz (5 yaşında), Muhammet Boz (2 yaşında).
       Meydana gelen vahşeti, ilgililere haber vermek üzere yola çıkan bir grup köylü, hava şartları nedeniyle, Yüksekova’ya ancak ertesi günsaat 13.00 sıralarında ulaşabilmiştir. Bölgeye gönderilen sağlık ve güvenlik yetkilileri ise, 24 saat sonra köye gelebilmişlerdir. Çünkü İkiyaka Köyü’ne karadan ulaşım olağanüstü zordur.
       Dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valiliği tarafından yapılan açıklama şöyledir; “24 Kasım 1989 günü saat: 19.30-21.00 sıralarında gelen bir grup silahlı terörist, çok dağınık yerleşim düzenine sahip olan bu köyün önce kuzey kesimlerine doğru ateş etmeye başlamışlardır. Köyde bulunan korucular, süratle ateş edilen istikamete doğru hareket ederek teröristlere silahla karşılık vermişler ve bu istikametten köye sokmamışlardır. Bu arada bir grup terörist, köyün güney kesiminde ve uzağında, komşu ülke hududuna 500 metre mesafede bulunan iki eve otomatik silah ve bombalarıyla saldırıda bulunmuşlardır. İlk belirlemelere göre, 13 çocuk, altısı kadın ve iki erkek olmak üzere 21 vatandaşımız teröristler tarafından silah ve el bombası kullanılarak acımasızca öldürülmüşlerdir.”[2]

        Katliam devletin zirvesini ayağa kaldırmış ve TSK’nın K.Irak’ta sıcak takip yapması tartışılmıştır.[3] 

Türkiye, Irak Yönetimi’nden katliamın sorumlularının teslim edilmesini istemiştir.[4]
      Bu katliamdan sonra İkiyaka ve yakınındaki Üzümkıran köylerine, askeri tim yerleştirilmiştir. Daha sonraki yıllarda bu iki köyün korucuları, PKK ile sınırda ve Kuzey Irak’ta çok başarılı bir mücadele vermeye devam etmişlerdir. Bölgedeki subay ve askerler ile İkiyaka ve Üzümkıranlı korucuları arasında büyük bir dostluk gelişmiştir.

       Bölgede görev yapan bir subayın anısı bu dostluğa iyi bir örnek oluşturmaktadır. Hakkâri’de görev yaptıktan sonra, tayini Batı’daki bir şehre çıkan bir subay, yıllık izninde İkiyaka Köyü’nü ziyaret etmiştir. O günlerde subaylar tatillerini Güneydoğu’da çarpışmaya devam eden arkadaşlarını ziyaret etmek amacı ile Güneydoğu’da köylerde geçirebilmektedir. Köye ulaşan subay telsiz üzerinden köyün korucu başı olan Kasım’a, 
 “ Kaso 71-Kaso 71 ” şifresiyle çağrı yapmış, subayın sesini tanıyan Kasım, mevzisini terk ederek, sevinç gözyaşları içinde köye gelmiş ve diğer korucular ile birlikte, bir dönem beraber çalıştığı subay ile kucaklaşmıştır.

       Ne yazık ki, 1992 senesi sonunda İkiyaka ve Üzümkıran köyleri, korumadaki zorluklar nedeniyle boşaltılmıştır. Bu köylerdeki kahraman korucular ve aileleri, şehitlerini köy mezarlığında bırakarak Türkiye’nin değişik yerlerine dağılmışlar, büyük kentlerin varoşlarında kaybolmuşlardır. Ancak, tarih ve millet, İkiyaka katliamını, İkiyakalı kahraman korucuları unutmamıştır ve unutmayacaktır.



[1]“PKK Vahşeti: 21 Şehit”, Milliyet,26 Kasım 1989.

[2]“Katliamcılar Kaçtı”, Milliyet, 27 Kasım 1989.
[3]“Irak’a Gireriz”, Milliyet,29 Kasım 1989.
[4]“Canileri İstedik”, Milliyet, 28 Kasım 1989; “PKK, 8 Kişiyi daha Katletti”,Milliyet, 28 Kasım 1989.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/08/27/7173/gercekten-guneydogu-anadoluda-artik-sehit-vermiyor-muyuz


.

8 Nisan 2016 Cuma

Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor ?,



Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor ?,

Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat,
Tarih:20/10/2013 
Türü:İç Politika 


Eğer, Hakan Fidan "Türkiye'nin Putin'i" olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın "sağlık durumu" sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir " Medyedev hatasına " düşmez..


***

Bayram gündeminde arada kaynayan çok önemli bir konu var. Amerikan ve İsrail basınında aniden MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı hedef alan makaleler yayımlanması ve bu yayınlara mal bulmuş mağribi gibi atlayan Tayyip Erdoğan medyasının, (dikkat edin, "yandaş medya" demiyorum, zira konuya balıklama dalan tek medya kesimi, Tayyip Erdoğan'a bağlı olanlar. Cemaat medyası ile Abdullah Gül'e yakın kalemler konudan uzak durdu) "Tayyip Erdoğan'ı yedirmeyiz" kampanyasına benzer bir "Hakan Fidan'ı yedirmeyiz" kampanyası başlatmaya yönelmesi.

Neler oldu, kısaca hatırlayalım:

Kurban bayramının üçüncü günü, yani 17 Ekim 2013'te Washington Post gazetesinde yayımlanan bir makalede, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın İran yetkililerine, "İsrail hesabına çalışan bir grup İranlı ajanın listesini ilettiği" yazıldı.

Makalenin yazarı tanıdık bir isimdi: Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “one minute” çıkışını yaptığı panelin moderatörü olan gazeteci David İgnatius.

Bu, Hakan Fidan'ı İsrail'in hedefi haline getirecek bir bilgiydi ki zaten Tayyip Erdoğan'ın çevresi de Fidan'ın "İsrail'in hedefi" olarak nam salmasından nedense her zaman pek hoşnuttular..

Başbakan'ın maaşlı danışmanları bayram-seyran demeyip hemen twitter'ın başına koştular ve Amerikan basınında pek de bir ağırlığı olmadığı anlaşılan bu köşe yazarının iddiasına karşı salvo atışları başlattılar.

Örneğin, Erdoğan'ın danışmanlarından Mustafa Varank'a göre bu bir "psikolojik harp" işaretiydi. "Hükümete ve istihbarata karşı uluslararası psikolojik harp harekâtından önümüzdeki uzun seçim döneminde vazife çıkaranlar mutlaka olacaktı"..

Olayı Gezi direnişine bağlama fırsatını da hebâ etmeyen Varank, şöyle dedi:

" Sonbahar sıcak geçecekti ya hani? Baktılar olmuyor, hükümetin ve istihbaratın itibarına yönelik uluslararası kampanyaya hız verdiler "

" İsminin açıklanmasını istemeyen " bir başka istihbarat yetkilisi de Turkish Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat Yetkin'e konuşmakta gecikmedi:

“ Bu medya kampanyasını, arkasında İsrail kaynaklı bir çabanın bulunduğu bir saldırı olarak görüyoruz.."

Hakan Fidan'ın İsrail'i "ne kadar rahatsız eden" bir MİT Müsteşarı olduğu konusunda bu makale bile fazlasıyla malzeme değeri taşırken, yeni bir kazan kaynatmak arzusuyla tutuşanlara altın tepside bir 'fırsat' da ertesi gün “The Jewish Press” adlı, sanı pek de duyulmadık Kudüs kaynaklı bir internet sitesi tarafından sunuldu.

Sitede, İgnatius'un yazısının yorumlandığı bir "analizde" şu inanılmaz cümleler kuruldu:

“ Amerikalılara göre, burada suçlanması gereken 50 yılık işbirliğinin ardından Türkiye’nin bunu yapmayacağını düşünmüş olan MOSSAD. Bu da demek oluyor ki, MOSSAD naif davranmış olabilir.Bir sabah arabasında özel bir sürprizi hak eden varsa o da Türkiye istihbarat şefi Hakan Fidan’dır.”

MİT Müsteşarı açıkça ölümle tehdit ediliyordu. Bunu yapmamış ve "yapmayacak" olan bir MOSSAD'ın 'zafiyetinden' söz ediliyordu! Hem de isminde açıkça "Jewish" kelimesi geçen bir yayın tarafından!.. Ve de İsrail'in sessizliği eşliğinde?

Erdoğan'ın medyadaki ekibi, sakin geçen bayram tatilinin mahmurluğundan hemen sıyrıldı. Şantajın hedefi MİT Müsteşarı'ndan çok "bizzat Başbakan Erdoğan'ın kendisiydi." Sabah, Meydan, Star, Akşam gibi Erdoğan'ın doğrudan kontrölünde olan gazeteler ve yazarları, İsrail'in sözüm ona "Hakan Fidan'ı yeme operasyonunun" birer ucundan heyecanla tuttular.

Cemaat medyasının sessizliği ise doğrusu dikkate şâyandı. "Sessiz kalmakla" suçlanmasına fırsat kalmadan, Sabah gazetesinin Erdoğan için farklı bir şeyler yapmak arzusu ile yanıp tutuşan yazarı Sevilay Yükselir tarafından "suç işlemekle" suçlandılar. Yükselir, makaleyi "yorumsuz" haberleştiren Today's Zaman gazetesinin, Fidan'ın tehdit edilmesinde 'aracılık' yaptığını iddia ederek, bu gazete hakkında yasal soruşturma yapılması gerektiğini savundu.

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş'in Yükselir'e yanıtı ise doğrusu Ulusal Kanal'ın üslûbunu aratmadı:

" Yahu elinizde kulağı kocaman, eli her yere ulaşan istihbari örgütler var. Varsa bir ilinti çık erkekçe ortaya koy. Yoksa iftira atma. Ayıp. danışmanını, yalakasını, yardakçısını, hokkabazını niye sahaya sürüyorsunuz?Devlet de sizsiniz, yargı da! Buyrun…”

24 saat içerisinde saman alevi gibi büyüyen olayı, bir adım öteye taşıyan "ulusalcı medya" ise ilginç bir iddia ortaya attı. Yurt gazetesi yazarı Ali Ekber Ertürk'ün haberine göre Tayyip Erdoğan, kendisinden sonra başbakanlığa Hakan Fidan'ı hazırlıyordu!

Bu manşetten sonra, şu soruyu sormanın zamanı gelmiş bulunuyor:

Tayyip Erdoğan, " Veliaht " olarak Hakan Fidan'ı işaret ediyorsa, ABD ve İsrail medyasında aniden beliren Hakan Fidan haberlerinin "arkasındaki güç, İsrail değil bizzat Erdoğan ve MİT'in kendisi olmasın?"

Bu sorunun haklılığını düşündüren bir başka haber, bugün (20.10.2013) Cumhuriyet gazetesinden geldi. Mikrofonu parti içine uzatan gazetenin deneyimli AKP muhabiri Erdem Gül, AKP'lilerin olayı Hakan Fidan'ı tutuklama girişimi olan 7 Şubat sürecinin "devamı" olarak gördüklerini belirttikten sonra şu bilgileri aktardı:

"2014’teki kritik seçim süreci de gözetilerek asıl olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hedef alındığı değerlendirmeleri yapılıyor. AKP’de cemaate yakın medyanın Fidan tartışmasında büyük bir suskunluk sergilediğine de vurgu yapılıyor.

AKP’liler, olayın Türkiye’nin bölgedeki dış politikasına ve iç politikada da özellikle 2014’teki Köşk seçimlerine yönelik beklentilerle sahneye konulduğunun altını çiziyor.

Hedef Fidan değil Erdoğan: Operasyon Fidan üzerinden yürütülüyor ama asıl hedef doğrudan Başbakan Erdoğan. Hedef artık parti değil Başbakan’ın kendisi ve siyasi geleceği."

Erdem Gül'ün haberindeki en çarpıcı unsur kuşkusuz, AKP'liler tarafından yapılan şu değerlendirmeydi:

"Bu operasyon, özellikle İsrail patenti nedeniyle ters tepiyor. Amaç Fidan’ı yıpratmak ama tam tersi oluyor. Fidan İsrail’in hedefinde olduğu sürece içeride kazanacaktır. Bir süreden beri Erdoğan sonrası olası Başbakanlık ya da parti liderliği tabanda güçlenen isimlerde değişiklik yaşanıyor. Bir sene önce yapılan tüm anketlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında en çok destek Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na çıkıyordu. Ancak bu olaylar Fidan’ın tabanda güçlenmesine neden oluyor. Yapılacak olası başbakan adayı anketlerinde Fidan’ın Davutoğlu’nun üstünde destek bulması şaşırtıcı olmaz. Üstelik AKP Grubu içinde Fidan’ı bizzat tanıyan milletvekili sayısı parmakla gösterilecek kadar az.." (Haberin tamamı için: http://cumhuriyet.com.tr/?hn=447822&kn=7&ka=4&kb=7)

Amaç, AKP tabanındaki "İsrail karşıtlığı" üzerinden yeni bir " Lider adayı " parlatmaksa, ABD ve İsrail medyasında peşpeşe sürüme sokulan bu iki yazının arkasında Erdoğan ve MİT'in olduğunu neden düşünmeyelim?

Hem de "Erdoğan sonrası" için yapılan parti içi anketlerde, " Yüksek Oylar alan " Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu'na güzel bir cevap olmaz mı bu?

" Hakan Fidan'ın İsrail'in çıkarlarıyla çatıştığı masalına kim inanır? Erdoğan ve MİT, Suriye olayında açıkça İsrail'in eline oynamadılar mı?" sorusunu sormayı aklından geçirenler varsa bundan vazgeçsin, zira bu tür "tenâkuzlara" AKP'liler nasılsa zerre kadar kafa yormaz. ..

Gelelim, Hakan Fidan'ın ismi etrafında koparılan bütün bu gürültünün en "bomba" tarafına..

Bu bomba, bizzat AKP tarafından derin operasyonlarda kullanılan Milat isimli gazete tarafından patlatıldı.

İsa Tatlıcan imzalı yazıda "Türkiye'den bir Putin çıkar mı?" sorusu sorulduktan sonra, şu ilginç fikirler gündeme getirildi:

"Rusya Devlet Başkanı Putin, uzun yıllar Rusya iç istihbarat servisi başkanlığı ve Rusya'nın Polütbüro'su olarak adlandırılan Rusya Güvenli Konseyi sekreterliğini yürütmüştü. Hakan Fidan'ın hızlı yükselişini yorumlayan bazı çevreler son dönemde 'Türkiye'den de bir Putin neden çıkmasın' söylemini ciddi ciddi dillendirmeye başlamıştı. Hatta Fatih Altaylı bu söylemi bir adım ileriye taşıyarak 'Çankaya'ya hazırlanan Erdoğan'ın Başbakan adayı Hakan Fidan' iddiasını köşesine taşımıştı.

Hakan Fidan'ın siyasi duruşu benzemese de bürokrasideki yükselişini Putin'e benzeten ve siyasetin önemli aktörlerinden biri olacağını iddia eden köşe yazarları artık sadece Fatih Altaylı ile sınırlı değil.

Siyasette süprizleri seven Başbakan Erdoğan'ın kritik yurtdışı gezilerinde sürekli yanında bulunan 'sır küpü' Hakan Fidan'ı Başbakanlığa taşır mı?

Bu soruyu önümüzdeki dönemde daha sık soracağımızı düşünüyorum. Hakan Fidan'ın bürokrasideki yükselişini siyasete taşıyabileceğini düşünen ve bizim gibi bu soruyu soran çevreler şimdiden ön kesmeye çalışıyor olabilir."

Aynı argüman, ilginç bir şekilde, yine deneyimli bir AKP muhabiri olan Ali Ekber Ertürk'ün Yurt gazetesindeki haberine ise şu şekilde yansıyordu:

" Hakan Fidan, teknokrat bir bürokrat olarak, siyasi konularda çok deneyimli bir isim değil. Bu da kabinesinde teknokrat isimlere ağırlık veren Erdoğan için önemli bir ayrıntı. Erdoğan, 'siyasi imajı ön planda' olan isimlerden çok teknokrat yönüyle öne çıkan isimlere daha çok güveniyor. Hakan Fidan'ın da öteden beri birlikte çalıştığı ve kendisini, genç yaşında makamların en yükseklerine çıkaran Erdoğan'ın 'güvenini sarsacak'bir isim olmadığı belirtiliyor. Üstelik, kendisine en zor döneminde 'yedirmem'diyerek sahip çıkan, bu uğurda Cemaat'le bile zıtlaşmayı göze alan Erdoğan'a Fidan'ın ihanet etmesi beklenmiyor."

Şimdiki soru da şu:

Neden Medyedev değil de Putin?

Normal şartlarda, Tayyip Erdoğan'ın kendisi Köşk'e çıkıp, arkasında da Hakan Fidan'ı bırakmak istiyorsa, bu durumda "Putin"in Erdoğan, Fidan'ın da "Medyedev" olması gerekmiyor mu?

Bir operasyon aygıtı olarak piyasaya sürülmüş olan Milat gazetesinin böyle bir benzetme yanlışına düşmesi olası mı?

Eğer, "Türkiye'nin Putini" Hakan Fidan olacaksa, Tayyip Erdoğan nerede yer alacak?

Milat gazetesinin böyle bir teşbih hatasına düşmeyeceğini bilerek ve de madem spekülasyon serbest, biz de deriz ki:

Eğer, Hakan Fidan " Türkiye'nin Putin'i " olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın " Sağlık durumu " sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir "Medyedev hatasına" düşmez..

Hakan Fidan'dan bir Putin profili çıkar mı bilemeyiz, ancak her konuda bol bol hata yapma lüksüne sahip olan "devletimizin", siyasi emanetçilik konusunda sıfır hataya sahip olduğunu hatırlatırız. MHP'nin Türkeş'ten sonra Devlet Bahçeli'ye 'emanet edilmesi' özellikle hatırlanmalıdır.

Bu tecrübenin ışığı altında, abartılı "Putin" benzetmelerinin aksine,"mûnis devlet memurları" da çıkabilir projenin altından..

Son bir not olarak, Hakan Fidan planlarından Tayyip Erdoğan'ın da haberdar olduğunu ve bunları desteklediğini anlamaktayız.

Çevresinde Hakan Fidan'dan başka güvendiği kimse kalmadı zira..

www.acikistihbarat.com
twitter.com/fasibel


http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10424