BİRLEŞMİŞ MİLLETLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2021 Çarşamba

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL YÖNETİŞİM BÖLÜM 1

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL YÖNETİŞİM BÖLÜM 1




Aizaz Ahmad Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, 
CHAUDHRY Pakistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Küresel Yönetişim, Çok Taraflılık, Jeopolitik, Biyolojik Tehditler,  

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana egemen olan dünya düzeni birkaç yıldır ciddi baskı altındadır. 
ABD’nin tek süper güç olarak üstünlüğüne, Çin’in dünya sahnesindeki yükselişine ve çoklu güç merkezlerinin ortaya çıkmasına yönelik sınamalar, dünya jeopolitiğini geri dönüşü olmayan bir şekilde etkilemiştir. Bununla birlikte yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve İslamofobi ile iç içe geçen dar bir bakışa sahip milliyetçiliğin yükselişi küresel yönetişim sistemindeki stratejik değişimleri tetiklemiştir. 

BM Şartı'nda yer alan devletlerarası davranış ilkeleri, egemenlik  ve toprak bütünlüğüne saygı, çatışmama ve müdahale etmeme ilkelerinin ayaklar altında çiğnenmesi cezasız kalmış, bu da dünya düzeninde nizamsızlığa yol açmıştır. Donald Trump’ın ABD Başkanlığını üstlenmesiyle, “Önce Amerika” yaklaşımı 
ile ortaya konan tek taraflılık, küreselleşme ve çok taraflılık ruhunu daha da zayıflatmıştır. İşbirliği yerine ekonomik baskı devletlerarası bir davranış haline gelirken, korumacı eğilimler serbest uluslararası ticareti engellemeye başlamıştır. 
Bu değişikliklerin yer aldığı zaman diliminde ortaya çıkan COVID-19 sınaması, aylar içinde küresel yönetişimi eşi benzeri görülmemiş bir baskı altına almıştır. Salgının kendisinden ziyade, dünyanın dört bir yanında ülkeleri etkilemedeki muazzam hızı açısından benzersiz bir durum meydana gelmiştir. Gerçek şu ki insanlık zaten birçok pandemiye maruz kalmış ve her seferinde daha güçlü bir ekonomik büyüme ve kalkınma ile yoluna devam etmiştir. 

Ancak, bugün içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyanın bir sonucu olarak, hiçbir toplum virüsün ulaşamayacağı bir yerde değildir. Bu salgın siyasetten ekonomiye ve sosyolojiye kadar insan faaliyetlerinin her alanı üzerindeki etkisi nedeniyle her 
yerde karşımıza çıkan bir sınama olmuştur. 
Araştırmacılar Koronavirüs salgını sona ermeden önce neden olacağı hasarın boyutunun hesaplanıp hesaplanamayacağı sorusuna cevap bulmak için çabalamaktadır. Bununla birlikte, çok yönlü bu sorun ile mücadelede çok boyutlu küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyulduğu konusunda fikir birliği vardır. COVID-19 sonrası dönemde dünyanın ilerleyeceği yönü daha iyi anlamak için öncelikle bu ölümcül virüsten etkilenen tüm alanlardaki eğilimleri doğru bir şekilde analiz etmemiz gerekmektedir. 

COVID-19 pandemisinin en göze çarpan ve aynı zamanda ilk kurbanı küresel ekonomidir. Kaderin cilvesidir ki küresel ekonomi zaten iyi durumda değildi. Pandemi mevcut sorunları daha da kötüleştirdi. IMF'ye göre, küresel büyümenin 2020 yılında %-3’e düşeceği öngörülmektedir. 
Asya Kalkınma Bankası pandeminin bir sonucu olarak küresel ekonominin 8,8 trilyon ABD Doları zarara uğrayabileceğini tahmin etmektedir. İşsizlik oranları, kaygı ve belirsizlikle beraber hemen her ülkede yükselmektedir. Gelişmekte olan 
ülkelerde artan yoksulluk ve beslenme yetersizliği, yoksulluğu azaltmak için on yıllardır titizlikle sürdürülen çalışmaları boşa çıkarmaktadır. Dünya Bankası, çoğunlukla Sahra altı Afrika ve Güney Asya'da olmak üzere, yaklaşık 23 milyon insanın yoksulluğa sürüklenebileceğini tahmin etmektedir. Petrole olan küresel talep, üretimdeki durgunlukla beraber dünya ekonomisini büyük bir küresel durgunluğa daha sürükleyerek düşmüştür. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD'deki veriler bilhassa endişe vericidir. Avrupa, Japonya ve diğer önde gelen ekonomilerde de durgunluk göze çarpmaktadır. Bazı iktisatçılara göre dünyayı 1920'lerin sonunda yaşanandan daha büyük bir ekonomik buhran beklemektedir. 
Jeopolitik karmaşıklık ve belirsizlik de artmaktadır. Soğuk Savaş'ın zirvesinde olan ABD ve Çin ile birlikte, dünya çapında yeni işbirliği olanakları şekillenmektedir. 

Örneğin Asya'da, ABD Çin’i dengelemek için Hindistan ile stratejik ortaklığını derinleştirmekte olup, Çin'in yükselişini kontrol altına almak amacıyla bölgedeki diğer müttefikleriyle birlikte çalışmaktadır. COVID-19'un ortaya çıkışı ve akabindeki birbirini suçlama oyunu, ABD ve Çin’i bu tehditle savaşmak için 
her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan küreselleşmeden uzaklaştırarak, büyük güç rekabetini yoğunlaştırmıştır. 

Halihazırda tek taraflılıkla mücadele halindeki çok taraflılık geçerliliğini yitirmektedir. Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşlar hızla değişen dünyada anlamlı kalabilmek için mücadele etmektedir. 
Buna karşılık bölgecilik ilgi görmektedir. Kuşak ve Yol Girişimi sayesinde küreselleşmenin simgesi olarak ortaya çıkan Çin muhtemelen kendine yakın bölgelere daha fazla odaklanacaktır. Örneğin Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru, 
Pakistan'ın Hint Okyanusu'nda yer alan kıyılarını Orta Asya ve Rusya üzerinden Avrasya kara kütlesine bağlayan büyük bir projedir. Bağlantısallık bölgesel işbirliğini yönlendirmeye devam edecektir. 
Geleceği tahmin etmek kolay olmasa da COVID-19 sonrası dönemde küresel yönetişimi şekillendirecek belirgin eğilimler vardır. Birincisi, teknolojinin yaptığımız her şeyde üstlendiği tekil önemdir. Bilgi ekonomileri ve onun temel direği olan Ar-Ge faaliyetleri vasıtasıyla inovasyon her devletin uluslararası ortamdaki statüsünü belirleyecektir. Her ülkenin teknoloji kullanımına bağımlı olduğu düşünülürse, gelişmiş teknolojik altyapı oluşturanların avantajı olacaktır. Her ülke kendi başına olacağından son teknolojileri elde etmek için bir rekabet ortaya çıkacaktır. Kendine yeten ve güvenen bir teknolojik altyapı geliştirmek her ülkenin çıkarına olacaktır. 
Tarımsal üretimde ve tarım temelli sanayide güçlü olan ülkeler düşük ekonomik büyüme ve uluslararası ticarette düşüşün beklendiği ekonomik durgunluk dönemlerinde ayakta kalabilmek için daha iyi bir konumda olacaktır. Gelişmekte 
olan ülkeler uluslararası serbest ticaret lehine uzun süredir terk etmiş oldukları ithal ikamesi politikasını halihazırda canlandırma eğiliminde olabilirler. 
Biyolojik tehditler yeniden gündemin merkezine oturdu. Hibrit beşinci nesil savaşların geleneksel savaşların yerini çoktan almasıyla biyolojik savaş çatışmaya girenlerin elinde önemli bir araç olarak ortaya çıkabilir. Devlet içi karışıklıkların devletler arası çatışmalardan çok daha ölümcül bir hale gelmesiyle birlikte çatışmaların doğası da değişmektedir. Kısa sürede Arap Sonbaharına ve sonrasında Arap Kışına dönüşen 2011 Arap Baharının gösterdiği gibi, hibrit savaş ve toplumsal patlamalar geleneksel savaşları tarihin tozlu sayfalarında bırakmıştır. COVID-19 veya mutasyonları gibi ölümcül virüsler geleceğin hibrit savaşlarında bir araç olacak mıdır? Virüslerin savaşlarda araç olarak kullanılması sadece saldırganlar ve kurbanlar için değil, aynı zamanda bütün dünya için felakete neden olacağından, bu sorunun cevabının hayır olması umulmaktadır. 

183 Devlet, taraf oldukları Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’nde (BSS) barışçıl amaçlar dışında biyolojik ajan/ toksin geliştirmemeyi, stoklamamayı veya edinmemeyi ya da bu ajan/toksinleri düşmanca amaçlarla veya bir silahlı çatışmada kullanmamayı taahhüt ettikleri için BSS’yi güçlendirmek belki de dünya için ihtiyatlı bir davranış 
olacaktır. Öte yandan, teröristlerin ve devlet dışı aktörlerin, biyoterörizm veya biyolojik savaş yürütmek için virüsleri ve ölümcül biyolojik ajanları ele geçirebileceğine dair korkular da bulunmaktadır. Tüm devletler biyolojik bir savaşın içine girmemek ve devlet dışı aktörlerin laboratuvarlardaki ölümcül biyolojik ajanlara erişimini önlemek için bir araya gelmelidir. 

BSS gibi sözleşmelere sürekli bağlılık, gelecekte bu tür biyolojik tehditlerin ortaya çıkmasını ve yanlışlıkla veya izinsiz yayılmasını engellemeye yardımcı olabilir. 
Dünya olağanüstü bir belirsizlik, ekonomik durgunluk ve muhtemel bir bunalım dönemine doğru ilerlerken, bir araya gelme ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir. Büyük güçlerin liderleri özel bir sorumluluk taşımaktadır. Bu çerçevede, en önde gelen güç olan ABD küresel sorumluluklarından kaçınmamalıdır. ABD halkı soyutlanma politikasını reddetmelidir. Çünkü dünyamız, onu yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek için yapıcı bir rol üstlenen ABD ile daha müreffeh olacaktır. Çin halihazırda fazlasıyla sergilediği küreselleşmeye yönelik gayretini korumalıdır. Diğer büyük güçler inanç veya etnik kökene dayanan dar milliyetçiliğin peşinden gitmemelidir. Dünyadaki tüm ulusların birlikte yerine getirmeleri gereken muazzam bir görev bulunmaktadır: Öncelikle ortak düşman COVID-19 tehdidiyle savaşılmalı, daha sonra İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra tanık olduğumuz işbirliği ruhuna dayanan küresel sistem yeniden oluşturulmalıdır. 

***

1 Mart 2017 Çarşamba

Suriye’de Kimyasal Silah Kullanımı: Gerçekten bir “ Oyun Dönüştürücü ” mü? BÖLÜM 1



Suriye’de Kimyasal Silah Kullanımı: Gerçekten bir “ Oyun Dönüştürücü ” mü? 



Ahmet K. HAN 


 < Şam’ın Guta saldırısının gerçekleşmesi, saldırının sorumlusunun kim olduğuna dair bazı soru işaretleri oluşturuyor. 
    İsveçli bilim adamı Ake Sellström liderliğindeki heyetin Şam’a gelişi bu yılın Nisan ayından beri pazarlıklara konuydu. >




Ağustos Ayının 21’ine rastlayan Çarşamba günü, dünya medyası Suriye’de Şam’ın doğusundaki Guta semtinde, tam olarak evsafı henüz tanımlamamakla 
birlikte,1 nörotoksik özellikte kimyasal silah kullanıldığı haberleriyle çalkalandı. Bu satırlar henüz yazılırken, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgenin, Türkiye dahil, kimi devletleri ve Suriye muhalefetinin tamamının değilse de azımsanamayacak bir bölümünün, artık yıllardır bekledikleri dış müdahaleyi gerçekleştirmeleri ihtimali, Dera’da Mart 2011’de başlayan2 Suriye ayaklanmasının tarihinde ilk defa bu kadar yüksek bir olasılıkla dile getiriliyordu. Bu makale Suriye’de mevcut durumu bu saldırı merkezinde analiz ederek, kimyasal silah kullanımının Suriye denkleminde ve ilgili başat aktörlerin tavrında ne gibi bir değişikliğe yol açabileceğini açıp açmayacağını değerlendirmeye, 
öte yandan söz konusu aktörlerin, özellikle Esad yönetimi karşıtı koalisyonun kaçınılmaz referans merkezini teşkil eden ABD’nin, bugüne kadar süren ve kimilerince garip karşılanan çekimser tavrına ilişkin bir bakış açısı sunmayı amaçlıyor. 

Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü3 uzmanlarının da aralarında bulunduğu, 20 Birleşmiş Milletler (BM) denetçisinin pazar günü ülkeye 
varmasının hemen ardından Şam’ın Guta saldırısının gerçekleşmesi, saldırının sorumlusunun kim olduğuna dair bazı soru işaretleri oluşturuyor. İsveçli bilim adamı Ake Sellström liderliğindeki bu heyetin Şam’a gelişi bu yılın Nisan ayından beri pazarlıklara konuydu.4 Pazarlıklar neticesinde söz konusu heyete denetim iznini yeni veren, geliş tarihlerini net biçimde bilen Şam yönetiminin, bunlar Suriye topaklarına vardıktan neredeyse sadece yetmişiki saat henüz geçmişken, üstelik heyetin Şam’da yerleştiği otelden yedi kilometre uzakta,5 Saddam’ın Mart 1988’de giriştiği Halepçe katliamından beri bölgede gerçekleştirilen en büyük kimyasal saldırıyı, böylesine fütursuzca gerçekleştirmesi ihtimali, 
en hafif tabiriyle, tuhaf geliyor. Tüm bu veriler saldırının, uluslararası topluluğu Suriye’de içerisine düştüğü eylemsizlikten çıkaracak biçimde 
köşeye sıkıştırmayı amaçlayan, muhalifler tarafından da gerçekleştirilmiş olabileceğine dair bir şüphe doğuruyor. 



BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KİMİ KORUYOR.

Suriye’nin bugüne kadar yüzbinin üzerinde insanın hayatına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) rakamlarına göre, %51,6’sı 18 yaşın altında olmak üzere, kayıtlı 1.781.3296 insanın komşu ülkelerde göçmen statüsüne düşmesine neden olan bu trajedinin neticesinde kimi uzmanlar Suriye ekonomisinin kaybedilmiş varlıkları telafisinin ancak 20 yıl boyunca 2011 öncesi harcama düzeyinde paranın ekonomiye pompalanmasıyla mümkün olduğunu ileri sürmektedirler.7 Çatışmalar kimi çalışmalara göre 3 milyon eve hasar vermiş, en az 2000 okulu kullanılamaz duruma getirmiştir.8 Başka kaynaklar hasar gören binaların konut stoğunun %25’inin değerine karşılık geldiğini ve bunların %10’unun onarılamaz durumda olduğunu belirtmektedirler.9 Bu rakamlar trajik biçimde çeşitlendirilebilir. 

Hal böyleyken, eğer uluslararası ortamda yaşanan insanlık trajedisinin mutlak ağırlığının bir müdahale için yeterli olduğunu düşünüyorsak Suriye vakasında eldeki verilerin, eğer bu konuda bir asgari kabul edilebilir trajedi çizgisinin varlığından bahsedilebilirse, çoktan bu çizginin üzerine çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Ancak, bu satırların yazıldığı bu anda hal böyle değildir. Kimyasal silahlar konusu da, bu açıdan bakıldığında, meraklı bir konudur. Bugün Suriye’de müdahale ihtimalini arttıran ana unsur kabul edilen kimyasal silahların kimin tarafından ve nasıl kullanıldığı da, bu eylemin getirmesi olası tüm sonuçlarıyla birlikte, ilk defa Guta’da tartışılmamaktadır. 

Örneğin, son olayda dile getirilen, kimyasal silahların hangi şartlarda ve kim tarafından kulla-nıldığına dair şüpheler Suriye’de kimyasal silah kullanımına ilişkin iddiaların bundan önce gündeme geliş biçimi düşünüldüğünde, karmaşık bir hal almaktadır. Geçtiğimiz Aralık ayının 23’ünde Humus’da rejim güçleri tarafından tank mermileri vasıtasıyla BZ isimli kimyasal silahın kullanıldığı yönündeki iddialar hemen ertesi ay ABD Dışişleri bakanlığının, sözcü Victoria Nuland tarafından kullanılan, bölgede “kimyasal silah kullanıldığına dair inanılır bir kanıt bulunamadığı”10 ifadesiyle havada kalmıştı. Hatta kimi uzmanlar Esad rejiminin BZ sahibi olduğuna dahi şüpheyle bakıyorlardı.11 Tüm bunların üzerine, tam bu olayların ardından, Nisan 2013 sonunda, bu defa İngiltere ve ABD, Esad güçlerinin kimyasal silah kullandığı yönünde açıklama yapmışken, Mayıs 2013’de Birleşmiş Milletler Bağımsız Suriye İnceleme Komisyonu’nun prestijli İsviçre’li üyesi Carla Del Ponte’nin, “muhalif güçlerin sarin gazı 
kullandığına dair belirtilere” rastladıklarını ifade ederek gündemi sarstığı12 hatırlanırsa durumun karmaşıklığı daha rahat ortaya konulabilir. 

Tüm bu toz duman arasında şunu da unutmamak gerekiyor. Sözü edilen açıklamalar, suçlamalar ve araştırmalar uluslararası başat aktörlerin tavırları 
bakımından bu güne kadar neredeyse hiç bir şey farkettirmedi. Guta saldırısı sonucunda ilk yapılan açıklamalar da bu yönde bir değişime işaret etmekten uzaktır. Neticede, haklı veya haksız, tüm mahfillerin parmakları beklendik yönlere işaret ediyor. Başkan Obama 20 Ağustos 2012’de Beyaz Saray muhabirlerine konuşarak, kimyasal silah kullanımının ABD politikası açısından bir “kırmızı çizgi” teşkil ettiğini belirtmiş ve “muazzam sonuçları” olacağını söylemişti.13 Dahası ABD kaynakları, Suriye rejiminin kimyasal silah kullandığını Guta’dan önce teyit etmiş bulunuyor.14 Obama, 2013 yılında Ürdün Kralı ile görüşmesi öncesinde de kimyasal silahların Suriye krizinde “oyunu dönüştürücü” etken kabul edileceğini belirtmişti.15 Hal böyleyken şu anda olanların tek başlarına, tarafların Suriye politikasına ilişkin temel tavırlarında sert bir dönüşümün nedeni olarak kabul edilmesi, şimdilik kaydıyla da olsa, zordur. 

BM Güvenlik Konseyi’ nin konuya ilişkin tavrı da bunu teyit eder nitelikte oldu. Güvenlik Konseyi başkanlığını Arjantin adına yürüten Büyükelçi Perceval’in kullandığı en sert ifade, “ne olduğuna dair açık [bilgi] olması gerektiği” yönündeydi. Taslak metinde yer alan, söz konusu bölgenin de BM denetçilerince incelenmesine yönelik ifadeler dahi Rusya’nın ve Çin’in muhalefetine takıldığı ve metinden çıkarıldığı bildiriliyor. Aynı muhalefet nedeniyle Güvenlik Konseyi’nin tepkisi de “BM’in bu en güçlü organının verebileceği neredeyse en zayıf tepki” türüne dönüşerek, “basın mensuplarıyla istişare” formunda oldu.16 Saldırı esnasında Şam’da bulunan kimyasal silah denetçilerinin yetkisi de, tarafların birbirlerini karşılıklı olarak kimyasal silah kullanmakla suçladıkları üç bölge ile sınırlı bulunmaktaydı. Özetle Guta söz konusu üç bölgeye dahil olmadığından 
denetleme sınırları içerisine katılması ancak Şam yönetiminin onayı ile mümkün oldu. Kaldı ki, ne incelenmesine Haziran ayında BM ve Suriye yönetimi arasında varılan anlaşmayla karar alınan üç bölgede, ne de Guta’da, BM denetçileri silahların kimler tarafından kullanıldığına dair araştırma yapma yetkisine haiz değiller. Yetkileri söz konusu silahların kullanılıp kullanılmadığını belirlemekle sınırlı ki Esad yönetimi bunların kullanıldığını kabul ediyor, ancak kullananın muhalefet olduğunu iddia ediyor. Uzun pazarlıklar ve keskin nişancı ateşine maruz kalmanın ardından gerçekleştirilen incelemenin sonuç raporunun ne içereceğine dair soru işaretleri de bu nedenle sorunun bir başka yüzünü oluşturuyor.17 Meselenin Ortadoğu’ya has ikilemleri açık biçimde serimleyen bir diğer yönü de hem bu katliamı hem de BM heyetinin yetkilerinin altı ay 
önceki saldırılarla sınırlı olmasını en şiddetle kınayarak, uluslararası toplumu harekete geçmeye çağıran ülkelerden sesini en yüksek çıkaranlarından 
bir tanesinin İsrail olmasıdır. Kimyasal silah saldırısını İsrail İstihbarat Bakanı bizzat teyit etti ve bu kınamaları yaparak durumu “resmen rezalet” olarak nitendirdi.18 Bu durumda İngiliz ve Amerikan istihbaratının silahların kullanıldığına, Rusya’nın ise tüm bunların muhaliflerin bir komplosu olduğuna 
dair tezlerinin ötesinde bir tarafsız değerlendirmeye ulaşmak mümkün olmayacak gibi görünüyor. Neticede uluslararası kamuoyu için ‘kalbinin götürdüğü yerde’ tercih yapmak dışında, nesnel verilere dayalı bir değerlendirme çok kolay görünmüyor. Olası bir müdahalenin zemini bu nedenle kaygan ve tartışmalı kalmaya mahkum demek yanlış olmaz. Bu nedenle olsa gerek bu makale yazıldığı esnada İngiltere BM Güvenlik Konseyi kararı aldırmak için uğraşmaktaydı.19 




Neticede tüm bu olanların özetini şu biçimde yapmak mümkün; Suriye’de ne kimyasal silah kullanımı ne de bunun teyidi ilk defa gündeme 
geliyor. Guta’da kimi kaynaklara göre 1.300 kişinin katli ölçek olarak çok büyük bir insanlık trajedisine işaret ediyor olsa da son tahlilde Suriye’de 
süren ve sürecek olduğu açık çatışmanın yarattığı yıkım ve trajedinin sadece bir halkasını daha teşkil ediyor. Bu olay meselenin dış aktörlerinin 
tutum ve tezlerini değiştirmek yönünde bir etki de yaratmış durumda değil. Rusya, Batı kaynaklı istihbarat raporlarını güvenilmez bulduğunu belirtiyor 
ve Batılı güçleri saldırıya dair “kendi sonuçlarını dayatmakla” suçluyorken, Çin ve İran ile birlikte müdahaleye karşı açıklamalarına hız 
vermekte.20 Öyle görünüyor ki Guta’da olanlar kimseye ‘tuttuğu takımı’ değiştirtmeye yeterli değil. Tüm bunlar ilgili tüm aktörlerin bir yer 
edinmek için birbirini yediği Suriye kriz masası etrafında hesapların vicdan, ahlak veya erdem gibi kaygılarla şekillenmediğinin, esasen soğuk 
güç hesaplarının gündemde olduğunun kanıtlarıdır. 


Öte yandan, meseleye sadece bu açıdan yaklaşmamak gerektiği de açıktır. Her şeyden evvel, tüm uluslararası hukuk normlarını hiçe sayarak bu silahları üretip, depoladığı için Şam hüküme-ti de sorumludur. Bu, silahların kimin tarafından kullanıldığından bağımsız bir mesele olarak değerlendirilmelidir. 
Bu noktada sorumluluk hiç kuşkusuz Esad yönetiminde bulunuyor. İkinci adımda, kendi stoklarında bulunan silahların güvenliğini sağlamak ve bunların başka ellere geçmesine engel olmak yine Esad yönetiminin mesuliyetidir. Nihayetinde kendi ülkesi sınırları içerisinde vatandaşlarına yönelik böyle bir saldırının vuku bulmasının siyasi sorumluluğu da hiç kuşkusuz o ülkenin yönetimindedir. Şu anda Suriye’de devlet otoritesini temsil ettiği iddiasını 
sürdüren ve çatışmaların bugünkü halinden anlaşılan gelinen noktada büyük ölçüde haklı da olan, Suriye yönetiminin bu noktada da sorumluluktan 
kaçınması mümkün değildir. Suriye’nin 1997 tarihli kimyasal silahları yasaklayan sözleşmeyi imzalamamış 7 ülkeden biri olması durumu ne fiilen ne de uluslararası hukukun bugün geçerli kabul edilen normları tahtında değiştirmez. Kaldı ki Şam’daki yönetimin, babadan oğula yapısını korumuş, çoğulculuk anlayışı problemli, otoriter bir kimliğe sahip olduğu yadsınamaz. Onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Şubat 1982’deki Hama katliamı dahil, rejimin tarihinde bu tür katliamlar eksik değildir. Bu da, uluslararası kamuoyunun gözünde kaçınılmaz bir olağan şüpheli konumunu beslemektedir. 

Öte yandan kimyasal silah kullanımının gerçekten Esad yönetimi tarafından gerçekleştirilmiş olması da kuşkusuz, azımsanamayacak bir ihtimaldir. 
Burada cevap aranması gereken soru, kendisi için tüm aleyhte şartlara rağmen beklenenden iyi giden çatışma koşullarına, dikkatlerin üzerinden uzaklaşmasına neden olan ve önemli ölçüde üzerindeki baskıyı hafifleten Mısır karmaşasına rağmen, Esad rejiminin bu eyleme niye girişmiş olabileceğidir. 

Bunun nedeni stratejik fırsatçılık olarak değerlendirilebilir. Esad yönetimi, tüm gözler Mısır’ın üzerindeyken ve Mısır meselesi Suriye’de muhalifleri 
destekleyen dış koalisyonu (Türkiye-Katar-Suudi Arabistan hatta dış halkada gayri resmi olarak İsrail) ciddi biçimde yaralamışken bunu 
bir fırsat olarak görüp, değerlendirmek istemiş olabilir. Çatışmaların genel gidişatı da lehine bir noktadayken, Suriye yönetimi hızlı ve şiddetli bir 
güç kullanımı ile bu avantajlı gördüğü durumu konsolide etmek ve Mısır’ın gölgesinde Suriye meselesini uluslararası toplumun gözünde bütünüyle 
taca çıkarmak ve kapatmak istemiş olabilir. Kuşkusuz bu tür bir değerlendirmenin temel dayanağı bu kullanımın neticede bir askeri müdahaleyi riske etmediği yönündeki inanç olmalı. 
Saldırının gerçekleştiği Guta bölgesinin Şam’ın doğusundaki muhalif güçler açısından stratejik lojistik rota üzerinde bulunuyor ve muhalif eğilimleri 
güçlü bir bölge olması bu ihtimali güçlendiren ana faktör olarak düşünülebilir.21 

Hal böyleyse, bunun stratejik açıdan yanlış bir değerlendirme olduğu açıktır. Böyle bir değerlendirme söz konusuysa, meselenin bunu yapanların 
göz ardı ettiği en az iki önemli boyutu bulunuyor; stratejik ve hukuki. 

Stratejik düzlemde böyle bir yaklaşım, ilkin, Esad yönetiminin kendi yanındaki dış koalisyonun ABD’yi dengeleme imkanlarına ve niyetine fazlaca bel bağladığına; ikincisi, Mısır’ın kaldırdığı dumanın Suriye’yi perdeleme etkisine gereğinden fazla ehemmiyet atfettiğine; üçüncüsü, Mısır üzerindeki anlaşmazlıkların son tahlilde Suriye’ye yönelik tercihleri dönüştüreceğine gerçekçi ölçülerin ötesinde güvendiğine; dördüncüsü, ABD’nin stratejik önceliklerini, iç dengelerini ve ABD kamuoyundaki Ortadoğu yorgunluğunun sınırlarını doğru değerlendiremediğine; son olarak da kimyasal silah kullanımının uluslararası toplulukta yaratacağı tepkiyi, uluslararası kamuoyunda müdahalenin meşruiyetine dair algıyı güçlendirici etkisini ve bu yönünde mobilizasyonu kolaylaştırıcı yönünü hesaplayamadığı na işaret eder. 

Rusya her ne kadar, Çin ile birlikte, Esad yönetimine karşı BM Güvenlik Konseyi kararlarını bloke ettiyse de hem Esad yönetiminin değiştirilemezliğine açıkça bir kırmızı çizgi vasfı yüklemiş hem de son olaydan sonra Suriye nedeniyle “Rusya’nın kimseyle savaşmayı planlamadığını”22 söylemekten kaçınmıştır. Suriye rejiminin bir diğer dış desteği, İran, ise daha yüksek perdeden bir destekle Suriye’ye müdahalenin tüm bölgeyi içerisine alacak ciddi etkileri olacağını belirtmiştir.23 Yine de İran’ın, özellikle yeni Cumhurbaşkanı Ruhani önderliğinde benimsemeye çalıştığı nükleer ve dış politika stratejisi göz önüne alındığında,24 kendini ne kadar öne çıkaracağı veya bu eylemin ABD’yi Suriye’de tutacağı yoldan ne derece caydıracağı şüphelidir. Muhtemeldir ki sahip olduğu stratejik varlık ve ilişkilerle başta İsrail, ABD çıkarlarını perde gerisinden hedef 
alsa da İran da Suriye nedeniyle kimseyle savaşa girmeyecektir. Bu durum, taraflar için beklenmedik veya yeni değildir. 


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***