Genel Durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genel Durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Mart 2017 Cumartesi
ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 7
ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 7
Lübnan Türkmenlerinin Genel Durumu
Zaher Sultan
Sayın Başkan, Sayın Katılımcılar.
Maalesef Suriye’den acı haberler geliyor. Türkmenler her bölgede sorunlar yaşıyor ve artık bu aşamayı geçmemiz gerekiyor. Hep sorun görüyoruz çözüm de bulmamız gerekiyor. Bir sonraki oturumda herkesin bir sorun ve üç çözüm ile gelmesini arzu ederseniz güzel bir veri tabanı elde etmiş oluruz. Ben önce
kendimi tanıtayım. Lübnan’da yaşayan Osmanlı torunuyum. Dedemin dedesi 24 yıl boyunca Şam valisiydi. Türkmen kelimesinin çok geniş bir kapsamı var. Hocamızın da dediği gibi içinde Giritliler de var. Oytun Bey araştırmasında da bundan bahsetmişti. İlk önce Lübnan’daki Türk varlığının tanımını yapalım ondan sonra tarihinden, kurumlardan bahsedelim. Lübnan’da on bin civarında Türkmen vardır. Erşad Hoca’nın başta söylediği gibi Kuran’da ayeti var ve bir atasözü de bu durumu açıklıyor; “Her dal tek başına kırılabilir ama demet halinde kırılması
çok zor”. O yüzden bizim tek bir gövde şeklinde olmamız gerekiyor. Giritliler kendi başına toplantılar yapıyor, Lübnan’daki Türkmenler başka oturumlar yapıyorlar. Artık hep beraber Türk varlığı kelimesini kullanmalıyız diye düşünüyorum. Türk varlığı ifadesi içinde hem Türkmenler hem Çerkezler hem Arnavutlar hem Giritliler hem soydaşlar hem Lübnan’da yaşayan Türk vatandaşları mevcut. Gayri resmi sayılarla Türkmenler -Suriye Türkmenleri hariç- 10.000 civarında biliyorsunuz. Suriye Türkleri bir ara Lübnan’a gelip çalışıyordu. Savaş yüzünden gelenlerin sayısı da epey artmıştı. Giritliler tarihi olarak daha eskiden, Osmanlı döneminden gelmişler. Çerkezler zaten Lübnan’da bulunuyordu.
Bölge 400 yıl Osmanlı’nın himayesinde bulunmuş ve hocamızın da anlattığı gibi zaten bizim topraklarımız. Bizim topraklarımız içerisinde bu vatandaşlara siz artık Türk değilsiniz veya Türkiye’ye bağlı değilsiniz diyemeyiz. Aynı şekilde Arnavutlar da var, soydaşlar da var.
Trablus içerisinde veya Lübnan genelinde birçok Türk soyadı taşıyan
kişiler var. Akar Türkmenleri Koşak köyü gibi köylerde yaşıyorlar. Toplamda
5 bin civarında Türkmen bu köylerde yaşamaktalar. Tabi ki sayı olarak o köylerde yaşayan nüfus daha fazla. Ancak Oytun Beyin araştırmasına
göre Türkmen köylerinin sayısı olarak bu bilgiyi veriyoruz.
Bekaa Türkmenleri de bulunuyor iki köy. Lübnan ve Suriye Türkmenleri
tüm Lübnan’da dağılmış durumda. Giritlilerin çoğu Trablusşam’da,
soydaşları ise tüm Lübnan’da bulunuyorlar, Çerkezler, Arnavutlar aynı
şekilde. Mardin’de Mardinli soydaşlarımız Beyrut’ta bulunuyorlar. Tarihe
baktığımızda Osmanlı döneminden sonra sadece dalga dalga -çünkü tüm
tarihi 15 dakika içerisinde anlatmamız çok zor- Türk varlığı bölgeye
göre ayrılmış, kimi köyde kimi şehirde. Köyde yaşayanlara bakıyoruz
ilk dalga 1943’te Lübnan istiklal vatandaşlığı alanlar. Bazı köylerde mesela Bekaa köylerinde bazı köyler vatandaş olmadılar. Şehirde yaşayanların
ise %99’u vatandaşlık aldılar. Bir dalga geldi 1940’lı yıllarda Mardinliler Lübnan’da çalışmak için geldiler ve yoğunlukla Beyrut’ta olmak üzere ülkeye yerleştiler. Sonra 1994’de çıkan bir kanun ile herkese vatandaşlık veriliyor, Bekaa Türkmenleri bu kanun ile vatandaş oldular. Hatta Beyrut’ta bulunanlar da. Şimdi bu eğitimi ve okulları nasıl etkiledi? Vatandaşlık almamış olanlar, kendine kapalı bir toplum oluşturdu. Ama vatandaşlık alanlar okula gittiğinden eğitimi biraz daha iyileşti. Mesela yeni vatandaş olanlar ortaokula kadar ancak gidiyorlar özellikle Bekaa vadisinde bulunanlar. Bazı köylerde mesela Akka köylerinde daha fazla %30’u mesela üniversiteye kadar devam ediyorlar.
Yeni neslin çoğu üniversiteye ulaşıyorlar Mardin’de. Şehirlerdeki durum
iyi ve oradakiler yüksek ihtisaslara kadar ulaşıyorlar. Türkçe durumu
nedir? Tabii Türkmence konuşuyorlar Bekaa’dakiler. Kapalı bir toplum
oldukları için kendi aralarında konuştular ve dillerini muhafaza ettiler.
Ama Akka’daki gibi vatandaş olmuş Türkmenler artık pek Türkmence
konuşmuyorlar. Ancak yeni nesil Türkiye’ye gelip, okudukları için ve
sağ olsunlar MEB’in hocaları gelip ders verdikleri için biliyorlar. İnşallah
hocalar Bekaa’ya da gelirler. Ama Mardinliler artık nadir ve soydaşlarda
hiç yok. Türk kültürü de aynı dili gibi kısmen nadir görülüyor ve sonra
da hiç yok. Şimdi sorunlar nelerdir? Sosyo-ekonomik sorunlar çok fazla.
Yani Osmanlı’dan sonra bölgeyi yıkmaya çalıştı batılı ülkeler. Hudutları
çizen Fransız ve İngilizler tamamen Türkiye’yi yıkmak için bunu yaptılar.
Oradaki ekonomik yapıları çok zayıf kalmış durumda. Lübnanlı Türkmenlerin
en büyük sıkıntısı aile gelirinin çok düşük olmasıdır. Bu durum eğitim sürecini etkilemektedir. Daha sonra da sağlık ve kültür alanları etkilenmektedir. Aile gelirinin düşüklüğü sebebi ile çocuklar ortaokuldan sonra iş bulup çalışmaya yönelmektedirler. İş bulamayınca köyden şehre göç başlamaktadır, eğitim seviyesi aşağıda kalmakta ve böylece sosyo–ekonomik problemler doğmaktadır. Ama şehir içerisindekiler ilk üçte kalıyor. Bu sorunlara çözüm olarak ilk proje ev hanımlarına eğitim projesidir el sanatları eğitimi. İstatistiklere göre kadınların %98’i ev hanımıdır. O yüzden burada büyük bir açık var, oradan başlayabiliriz.
Babalara da meslek dallarına göre eğitim verilebilir. Aile kültürel yardım
yapılabilir ve çocuğa destek verilebilir. Türkiye sağ olsun, Yurt Dışı
Türkler ve Akraba Toplulukları bursu sağlamakta. Burada bir sorun var
o da şu ki aile gelirinin düşüklüğü sebebi ile çocukların dersleri zayıf
kalıyor ve bursu kazanamıyorlar. O yüzden buna da bir çözüm bulunmalı.
Bunlar bizim Türkmen kardeşlerimiz, aile gelirini yükseltip eğitim problemini çözeceğiz ve böylece notlar yükselecek. Bu gibi projeler için önce Türk varlığının tespitinin yapılması gerekiyor. Bu tespit her ailenin içine girip sorunlarını teşhis etmek ve bilgilerin anket şeklinde kaydedilmesi ile olur. Türk varlığının tespiti sadece Lübnan bölgesinde değil tüm Osmanlı bölgesinde yapılması gereken bir projedir. Çünkü böyle bir veritabanı Türkmen ve soydaşların sorunları eğitim, sağlık, kültür, aile yapısı konularında fikir verir. Aile bilgileri için çok önemli bir örnek vereceğim. Mesela TİKA’nın Lübnan’da bağış yaptığı bir hastane 24
milyon dolarlık bir hastane, 2010’da açılışını Başbakan yaptı ama hala
çalışmıyor. Neden çünkü oradaki yönetim Şii’dir ve başlamasına izin
vermiyor. Çünkü Şii ülke olan İran, Türkiye’nin Lübnan’a ayak basmasını
istemiyor. Açıkçası bu. Aynı zamanda Suriye’deki savaş İran’ın da
sorunudur çünkü Esad güçleri çok zayıfladığı için Hizbullah savaşıyor.
Türk varlığı projesi Türkiye çevresinde şekillenen bölgesel bir çalışmadır.
Anket detaylı bilgi içermeli ve sonuçlar analiz merkezinde toplanıp
bölgenin tarihinden bilgi verebilir. Özetlemek gerekirse Türkvaskart
veritabanı hazırlandıktan sonra tüm coğrafyada yaşayan bölgedeki Türkmenler
soydaşlar Girit varlığına, Türk varlığının hediyesi gibi olacak.
Biz sizi unutmadık 80 yıl geçti özür dileriz ama unutmadık. Örneğin
mavi kart yapılmış çift vatandaşlara veya kimliğini kaybetmiş olanlara.
Bu kartı örneğin Türkiye’ye geldiğinizde ulaşımda indirim sağlayabilir.
Bu projeyi Lübnan’da bir Türkmen önerdi. Ama Osmanlı kimliği şeklinde
önerdi. Çünkü Osmanlı dönmüş gibi hissediyorlar orada. Tabi biz bunu Türk adıyla yapabiliriz. Resim çok acı, Suriyeli kardeşlerimizin Lübnan’daki halini görebiliyorsunuz soğuk havada hala çadırda yaşamaktalar.
Teşekkür ederim.
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASINDA TÜRKMENLER
Oturum Başkanı
Habib Hürmüzlü
Konuşmacılar
Irak Kürt Bölgesel Yönetiminde Türkmenlerin Durumu
Aydın Maruf
Türk Dış Politikasında Suriye Türkmenleri
Doç. Dr. Mehmet Erol
Türk Dış Politikasında Irak Türkmenleri
Bilgay Duman
Irak Bölgesel Kürt Yönetiminde Türkmenlerin Durumu
Aydın Maruf,
Değerli ağabeylerimiz, sevgili katılımcılar, sizleri saygıyla selamlıyorum.
Ben Irak Türkmen Cephesi adına ORSAM’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyor ve ORSAM çalışanlarına başarılar diliyorum. Ortadoğu Türkmenleri çok önemli bir konudur. Bugün yapmış olduğumuz sempozyumda, Ortadoğu Türkmenlerinin bulunduğu 4 ülkenin adı geçmektedir. Bu ülkeler, Irak, Filistin, Suriye ve Lübnan’dır. Ben bu sempozyumun daha fazla ülkeyi kapsamasını isterdim. Bunlardan biri Ürdün, diğeri ise İran’dır. İran önemli bir ülkedir. 40 milyon Türkmen nüfusu bugün orada yaşamaktadır. Bugün benim sizlerle paylaşacağım
konu Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde Türkmenlerin siyasi durumudur.
İnşallah bu konuyu sizlere doğru bir şekilde aktarmaya çalışacağım. Erbil
Türkmenleri de Irak Türkmenlerinin bir parçasıdır. Erbil de Kerkük gibi
bir Türkmen şehridir. 1438 yılında Türkmeneli komutanının kurduğu
Karakoyunlu devletinin yönetimine girmiştir. Musul, Altınköprü, Bağdat, Basra’nın ortasında kavşak noktasına kurulu bir şehirdir. Irak Selçukluları idaresinden sonra 1144 yılında Erbil Atabeyliği’nin başkenti olmuştur. Bu kısa bir tarihi özetti. 1991 yılından sonra Erbil’in durumuna bakarsak; bu yıldan evvel Kerkük’te ya da diğer Türkmeneli bölgelerinde olduğu gibi Erbil’de siyasi bir hareket olmamıştır. Sadece sosyal ve kültürel çalışmalarda bulunulmuştur. 1974 yılında Saddam Hüseyin zamanında Türkmen Kardeşlik Ocağı Erbil’de kurulmuştur. Bugün bu kurum varlığını hala devam ettirmektedir. 1991 yılından sonra ise durum değişmiştir. 1991’den sonra Irak Milli Türkmen Partisi Erbil’de,
Şaklava’dan siyasete başlamıştır. Bu parti 1992 yılında siyasete Erbil’de
girdikten sonra, ilk defa 1993 yılında Erbil’de Doğuş adında bir Türkmen
okulu açıldı. Bu önemli bir gelişmedir. Kifri’de de Karaoğlan Okulu açıldı. Yani bu dönemde iki tane Türkmen Okulu açıldı. Kayıt sayısı on bine ulaştı. Bu sayı büyük bir sayıdır. Çünkü şu anda 15 okul olmasına rağmen toplam kayıtlı öğrenci sayısı ORSAM’ın ve bizim yaptığımız araştırmalara göre 1700 civarındadır.
Ardından bölgede kurulan siyasi partiler çoğaldı. Doğal olarak fikir aykırılıkları
da ortaya çıktı. İşte o dönemde Türkmeneli Cephesi gibi Irak Milli Türkmen Partisi de ayrılma noktasına geldi. Akabinde 24 Nisan 1991’de Irak Türkmen Cephesi kuruldu ve üç yıl boyunca çok yoğun çalışmalar yaptı. Bundan rahatsız olan birçok kesim vardı. 1995 senesinde Erbil’de Türkmen Cephesinin yardımıyla Türkmen okullarımızın sayısı 15’e ulaştı ve şu anda da bu çalışmalar devam ediyor. Bizim Kuzey Irak’ta gördüğümüz tablo şudur; Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ilişkiler iyi olmasına rağmen -siyasi partiler ve okullar ayrı tutarsak- Erbil’deki Türkmenler hala milli haklarını elde edememişlerdir. Türkiye ile herhangi bir ülke arasındaki ilişkiler iyi olduğu zaman bu durum orada yaşayan
Türkmenlerin durumuna da yansır. Bu durum yadsınamaz bir gerçektir.
Mesela şu an Suriye ile olumsuz bir ilişki var ve oradaki soydaşlarımızın
durumu iyi değil. Biz bunu Erbil’de yaşadık. Bugün Erbil dışında yaşayan Türkmenlerden örneğin Kerkük ve Musul’daki Türkmenlerden bizim durumumuz hem güvenlik hem de siyasi durum bakımından daha iyidir. Çünkü o bölgeyle Türkiye’nin ilişkileri iyidir. Irak Türkmen Cephesi’nin birtakım çalışmaları oldu, fakat bu süreçte özellikle PKK tarafından yapılan silahlı saldırılara hocamız değinmedi. Bu saldırılar, Talabani başkanlığındaki KYB ve Barzani başkanlığın daki KDP tarafından gerçekleştirilmiştir. O dönemde Irak Türkmen Cephesi bağımsızlığını korumaya çalıştı. Söz konusu dönemde birisi İran’dan, diğeri Bağdat’tan destek almaya çalıştı. 31 Ağustos günü Peşmergeler Bağdat’tan destek alarak Erbil’e girdiler ve tarafsız olmamıza rağmen bizim yaklaşık 50 gencimizi şehit ettiler. Bu olayların dışında da Türkmenlere silahlı saldırı yapılmıştır. 1991’de Altınköprü’de, 1996 ve 1998’de Erbil’de saldırılar
oldu. 1998 bizim için önemlidir. O dönemde Irak Türkmen Cephesi’nin
siyasi gücü üst düzeydeydi. 31 Ağustos saldırısının nedeni de budur.
Arapça bir kitapta 1998 saldırısından bahsedilmektedir. Irak Türkmen
Cephesi Erbil’de, Türkiye’nin desteğiyle çok yoğun faaliyetlere başladı.
Irak Türkmen Cephesi Erbil’i ikinci Türkmen şehri yapmak istiyordu.
Dönemin istihbaratı Kürt yönetimine bu bilgiyi verdi. Irak Türkmen Cephesi
o dönemde ikinci Kerkük vakasını yaşamıştır. Irak Hükümeti Irak
Türkmen Cephesi’nin çalışmalarından rahatsız oluyordu ve KDP’den on
gün içinde Irak Türkmen Cephesi’ne saldırı düzenlemesini istedi. Bunun
sonucunda da 30 Ağustos gecesinde saldırı düzenlenmiştir. Bu saldırının
nedenini biz de sonra öğrendik. Çünkü Türkiye’nin Irak Kürtleriyle
arası çok iyidir. O dönemde Erbil, Kerkük’teki gibi farklı politikalarla
karşı karşıya gelmedi. Erbil’deki Türkmen nüfusu hakkında çok sayılar
verilmiştir, ama bizim orda neden sayımız görünmüyor? Çünkü orada
sessizce Türkmen varlığı katlediliyor. Bugün KDP ve KYB listelerinde
5-6 Türkmen aday var, İslamcılar içinde de öyle. Hepsi birlikte elli
bin oya yaklaşmaktadır. Geldiğimiz noktada 2005’te kapanan büroları,
2011 yılında tekrar açtık. Irak Türkmen Cephesi neden Kuzey Irak’taki
oluşuma o dönemde katılmadı da şimdi katıldı? Çünkü o dönem gerekli
değildi ama şimdi gerekli olduğu değerlendirilmiştir. Bu karar Irak
Türkmen Cephesi’nin bağımsız bir kararıdır ve biz bunun faydalarını
gördük. Şimdi orada da temsilcilerimiz var. 6 ay içinde 2 parlamentoda
da temsil ediliyoruz. Erbil’de, Osmanlı İmparatorluğundan bu yana ilk
defa Türkçe hutbe okundu. Bu çok doğal bir haktır ve olması gerekendir.
Bu Irak Türkmen Cephesi’nin çalışmalarının sonucudur. Kerkük’te de var
Musul’da da var ama oralarda resmi bir karar. Biz bir bakanlıkta temsil
ediliyoruz. Bunun yanında Türkmen işlerinden sorumlu bir danışmanlık
da kurulacaktır. Bu nedenle bizim çalışmalarımız olumlu yönde gidiyor.
Ben tüm bu gelişmelerden çok memnun oldum.
Teşekkür ederim.
Türk Dış Politikasında Suriye Türkmenleri
Doç. Dr. Mehmet Erol
Geçtiğimiz yetmiş yıllık Türkiye-Suriye ilişkileri, Türkiye’nin Suriye Türkmen lerine yönelik izlediği politikanın seyrini ve derinliğini doğrudan etkilemiştir. Aslında Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından 2011 yılı sonuna kadar reel bir politikanın varlığından söz etmek zordur. Belirgin bir politikanın olmayışı; Suriye’nin bu yıllar arasındaki yönetimi ve Türkiye’ye karşı tutumuyla yakından ilgilidir. Bu nedenle iki ülke arasındaki ilişkileri anlamak, en azından hatırlamak, bahsi geçen yıllardaki politikasızlığın nedenlerine ışık tutacaktır. Bu çerçevede,
konuşmamızda Türkiye-Suriye ilişkileri dönemler altında kısaca verilecek ve dönemler içinde, varsa Türkiye’nin Suriye Türkmenlerine dair algısı
değerlendirilecektir.
Türkiye-Suriye ilişkilerini gösterdikleri karakteristik özellikleri bakımından dört dönem altında ele almak mümkündür.
1. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yılları ile Fransız manda yönetimi arasındaki ilişkiler.
2. Suriye’nin kurulduğu 1946’dan 2000 yılına kadar olan dönemdeki ilişkiler.
3. 2000-2011 yılları arası ilişkiler.
4. İç savaş dönemi ilişkiler (2011’den günümüze)
1. Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yılları İle Fransız Manda Yönetimi Arasındaki İlişkiler Bilindiği üzere, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile
Suriye’den Türk birlikleri çekilmiş, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ile de Sykes-Picot Anlaşması gereğince Mersin, Adana, Hatay, Antep, Maraş, Urfa illeri ve Suriye-Lübnan Fransızlara bırakılmıştır. (Yavuz 2005: 232-249)
1918’in sonunda Anadolu’da başlayan Kuvayı Milliye Hareketi (İlk direniş, Güney Cephesi’nde Dörtyol’da 19 Aralık 1918’de Fransızlara karşı başlamıştır) kısa zamanda, özellikle Halep ve çevresinde de teşkilatlanmıştır. Halep’teki direniş Halep Heyeti-i Merkezi adıyla örgütlenmiş; gerek bölgedeki aşiretler ve gerekse Fransızların faaliyetlerine karşı düzenli bilgi akışı sağlamıştır. (Dağ 2010) Bölgedeki bu oluşumların örgütlenmesinde Ankara hükümeti destek olmuştur. Bu bağlamda Mustafa Kemal Paşa tarafından kolordulara gönderilen bir talimatta, “Halep Kuvayı Milliye’nin Islahiye vasıtasıyla tesis edilecek irtibatla yardımlaşmanın temin edilmesi” istenmiştir.1
Bu oluşumların Fransızlara karşı askeri anlamda başarılar elde edişi, Türkiye’deki milli mücadeleye büyük katkı sağlamıştır. Halep ve çevresindeki
mücadele adeta Anadolu’daki mücadelenin bir devamı niteliğinde olmuştur. Ankara Hükümetinin Halep’teki söz konusu oluşumlara ilgisi ve desteği, bölgede Türkiye ile birleşme isteğinin belirmesine de sebep olmuştur. (Özçelik 2005: 52)
Ne var ki bu uğraşlar ve başarılar kesin neticeyi değiştirecek güçte olmamış, Hatay dışındaki Türk yerleşim yerleri Ankara (20 Ekim 1921) ve Lozan Anlaşmalarıyla (24 Temmuz 1923) Türkiye sınırları dışında bırakılmıştır. Her ne kadar sınırlar dışında kalan Türk nüfusunun yaşadığı yerlerin vakit geçirmeden Türk topraklarına katılması için gerekli çalışmaların yapılması fikri Ankara Hükümetince kabul edilmiş olsa da artık geriye dönüşü olmayan bir yola girilmişti. (Gönlübol 2007: 139)
Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye ile Suriye ilişkilerinin yoğunluğu sınır düzenlemeleri ve özellikle de İskenderun Sancağı ile ilgili olduğu görülür. (Yavuz 1999) İskenderun Sancağı bir otonomi yönetimi ile Fransa tarafından 1921’de Halep manda devletçiğine bırakılmıştır. İskenderun Sancağı’nın bu otonom yapısı, Ankara Hükümetinin Fransa ve Milletler Cemiyeti nezdinde uyguladığı politikalar sayesinde 7 Ekim 1938’de Hatay Devleti’nin kurulması, 29 Haziran 1939’da da Türkiye’ye katılması ile sonuçlanmıştır. (Yavuz 2005: 265-297)
Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılma süreci diğer bölgelerdeki Türklerin geleceği konusunu tekrar gündeme getirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi yanlarına çekmek isteyen müttefiklerin planlarından biri Türkiye’nin Halep dahil tüm Kuzey Suriye’yi işgal etmesi olmuştur.
1941 yılında Halep’teki Türklerin ayaklanıp kaleye Türk bayrağı çekmeleri ve Türkiye’ye katılma isteklerini ortaya koymaları bu çerçevede cereyan etmiştir. Ancak, Ankara Hükümetinin tereddütleri yüzünden bu plan işlememiştir. Bu planın dillendirilmesi ve Hatay’ı kaybetmiş olmanın yarattığı ruh hali, Suriye’deki Türk kökenli azınlığa karşı olumsuz bir tutumla kendini hissettirmiştir. (Dağ 2010)
Yukarıda kısaca özetlenen olaylar, Türkiye ile Suriye ilişkilerinin ilk dönemini oluşturur. Bu dönem, Suriye açısından sürekli gündemde tutulacak ve iki ülke arasındaki yaklaşık yetmiş yıllık ilişkilerin boyutlarını belirleyecek olan, Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile Türkiye’nin başarı sağladığı bir dönem olarak kabul edilebilir. Ne var ki, aynı zamanda sonradan misak-ı milli sınırları içine dahil edilmiş olan Halep’in de kaybedildiği bir dönemdir. Yine 1921 Ankara Antlaşmasıyla Türkmenlere tanınan haklar da Suriye’nin bağımsızlığı kazanması ile ortadan kaldırılmıştır.
2. Suriye’nin Kurulduğu 1946’Dan 2000 Yılına Kadar Olan Dönemdeki İlişkiler 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye, Türkiye tarafından aynı yılın Haziran ayında tanınmıştır. (Yavuz 2005: 311) Bağımsızlık sonrası dönemde (1946-1970 arası) Suriye, darbeler ve karşı darbelerin yaşandığı istikrarsız bir dönem geçirmiştir. 1963 yılında Arap Sosyalist Baas Partisi darbeyle yönetimi ele geçirmiş, 1966 ve 1970 yıllarında ise parti içi darbeler yaşanmıştır. 1970 yılındaki darbeyi gerçekleştiren dönemin Savunma Bakanı Hafız Esad önce kendini Başbakan ilan etmiş, ardından 1971 yılında düzenlenen ve tek aday olarak katıldığı referandumda Cumhurbaşkanı olmuştur.2
Bu dönem Türkiye-Suriye ilişkilerinin adeta yok hükmündeki bir dönemidir.3
Bu dönemde iki ülke ilişkilerinin durağan olması, hatta Suriye tarafının hasmane bir tavır sergilemesi, Türkiye ve Suriye’nin Soğuk Savaş döneminde (1947-1990) ayrı bloklarda yer alması ve Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Suriye’de yarattığı psikolojik travmaya bağlanabilir. Bu durumun yarattığı travma, 2008 yılına kadarki Suriye yönetimlerinin haritalarına Hatay’ı dahil etmeleri şeklinde devlet aklı ve halk gündeminde sürekli olarak diri tutulmaya çalışılmıştır.
Türkiye-Suriye ilişkilerinde gerginliğe sebep olan bir başka konu da Türkiye’nin 1980’de Güneydoğu Anadolu Projesine başlamasıdır. Türkiye, Fırat Nehri’nin sınır aşan sular hukuku kapsamında değerlendirilmesini isterken Suriye, topraklarından geçen Fırat’ın uluslararası sular kapsamında değerlendirilmesini talep etmiştir. (Yavuz 2005)
Çeşitli etnik gruplardan oluşan Suriye, bağımsızlığını kazandığı gündenitibaren uluslaşma çabası içine girmiş, dolayısıyla kuruluşundan itibaren etnik gruplar yok sayılmıştır. Türkiye ile olan tarihi ve akrabalık bağları dolayısıyla özellikle Türkmenleri zayıf noktaları olarak gören Suriye yönetimleri, ülke genelindeki Türk soylu nüfusu her yönden baskı altına almıştır. Bu çerçevede Türkçe yayın yasağı getirilmiş, 1950’li yılların sonlarında toprak reformu bahanesiyle Türkmenlerin topraklarının önemli bir kısmı ellerinden alınmıştır. Bu ve benzeri uygulamalarla Suriye hükümetleri bir tarihi hesaplaşma tavrıyla faturayı Türkmenlere ödetmiş oluyordu. Böylesi bir ortamda Türkmenler nüfusları oranında devlet kademelerinde temsil edilememiş; ülkenin siyasi, ticari ve eğitim hayatında gereken düzeyde etkili olamamışlardır.
Söz konusu dönemde Suriye, sadece Türkmenler üzerinden intikam almakla yetinmemiş, PKK terör örgütüne 1985-1999 yılları arasına yardım ve yataklık da etmiştir (Suriye kontrolündeki Bekaa Vadisi ve Şam’da ikamet). Türkiye’nin 1998 yılında yaptığı sert açıklamalar işe yaramış, terörist lider aynı yılın 9 Ekiminde ülkeden çıkarılmıştır. Bu olayın hemen akabinde 20 Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı ile Suriye PKK kamplarını kapatmıştır. Bu güvenlik antlaşması ile iki ülke arasında 12 yıl kadar sürecek tarihte olmadığı kadar bir yakınlaşmanın kapıları aralanmıştır.
3. 2000-2011 Yılları Arası İlişkiler (Normalleşme Süreci): Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000’de ölmesi üzerine, o sırada 34 yaşında olan oğlu Beşar Esad’ın Cumhurbaşkanı olabilmesi için Anayasada değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı yaş sınırı 40’tan 34’e indirilmiş ve Beşar Esad 2000 ve 2007’de art arda iki kez Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Beşar Esad’ın iktidara gelmesinden hemen sonra Suriye’de demokratikleşme, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında kısa süren nispi bir iyileşme dönemi yaşanmıştır. “Şam Baharı” olarak adlandırılan bu dönemde, Ulusal İlerici Cephe içinde yer almayan grup ve partilerin kamuya açık toplantılar düzenlemelerine ve farklı görüşler seslendirmelerine imkan tanınmıştır. Ancak, bu dönem 2001 Şubat ayında iki bağımsız milletvekilinin siyasi reformlar talep etmeleri nedeniyle “Anayasayı değiştirmeye teşebbüs suçundan” yargılanarak hapse atılmalarıyla sona ermiştir. Bu tarihten itibaren, Cumhurbaşkanı Esad, Suriye’nin dış politikada karşılaştığı sorunları da ileri sürerek siyasi reformları bir kenara bırakmış ve ekonomik alanda tedrici reformlara yönelmiştir.4
1998 Adana Mutabakatının hazırladığı zemin üzerinden Beşar Esad’ın 2000-2011 yılları arasındaki döneminde Suriye-Türkiye ilişkileri güvenlik, ticaret, ekonomi, siyaset ve kültür alanlarında dikkate değer bir iyileşme seyrine girmiştir. Ayrıca, Irak’ı işgal sürecinde ABD askerlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına dair 1 Mart (2003) tezkeresinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde reddedilmesi, Irak işgaline karşı olan Şam ile Ankara’nın yakınlaşmasında rol oynamıştır. İki ülke arasında bu dönemdeki yakınlaşma çerçevesinde değerlendirebileceğimiz ilkler
yahut önemli gelişmelerden bazıları şunlardır:
- 2000 yılında Gaziantep ile Halep Üniversiteleri arasında yapılan eğitim işbirliği anlaşması gereği Halep Üniversitesinde Türk Dili Öğretimi Merkezi açılarak eğitime başlanmıştır. Yine 2005 yılında Halep Üniversitesi İnsani Bilimler Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmıştır.
- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 13 Haziran 2000 tarihinde Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmıştır. Hemen ardından Suriye Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, Ankara’yı ziyaret etmiştir.
- 17 Şubat 2011’de Türkiye-Suriye Teknik ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır.
-Nisan 2003’te Türkiye, Suriye ve İran, bağımsız bir Kürt devletinin engellenmesi konusunda irade beyanı niteliğinde üçlü bir anlaşma imzalamıştır.5
- 6-8 Ocak 2004 tarihleri arasında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmuştur.
- Suriye, 13 Ocak 2004’te aldığı kararla Türk sanayicilerine, işadamlarına ve tüccarlarına, Suriye’nin tüm sınır kapılarından vize alma hakkı ve kolaylığı sağlamıştır.
- 22-23 Aralık 2004’te Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Başbakanı Naci Otri’nin resmi davetlisi olarak Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş; bu ziyaret sırasında Türkiye-Suriye Serbest Ticaret Antlaşması imzalanmıştır.
- 13-14 Nisan 2005 tarihlerinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Suriye’de resmi temaslarda bulunmuştur.
- 2006’da Türkiye Devlet Planlama Teşkilatı ve Suriye Arap Cumhuriyeti Planlama Komisyonu, karşılıklı işbirliğinin amaçlandığı Türkiye-Suriye Bölgelerarası İşbirliği Programını hayata geçirmişlerdir. Program çerçevesinde fiziki altyapının iyileştirilmesi, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, ekonomik ortamın iyileştirilmesi gibi ana başlıklarda, turizmden ticarete, eğitimden spora kadar birçok alanda karşılıklı projeler yürütülmüştür.
-19 Nisan 2007 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı ile Suriye Cumhuriyeti Evkaf Bakanı arasında Süleymaniye Külliyesinin korunmasına dair protokol imzalanmıştır.6
Bu protokol çerçevesinde 2008 yılında Süleymaniye Külliyesi’nin restorasyonu için anlaşma imzalanmıştır.
- 2008 yılı içinde Türkiye, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmıştır.
- 16 Eylül 2009’da Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Başbakan Erdoğan’ın davetlisi olarak Türkiye’yi ziyaret etmiş, bu ziyarette Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması kararlaştırılmış; aynı gün, Türkiye ile Suriye arasında vizeleri kaldıran anlaşma imzalanmıştır.
- 12–13 Ekim 2009’da Halep ve Gaziantep’te düzenlenen Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda ilişkilerin kurumsal altyapısının inşa edilmesine dair önemli adımlar atılmıştır.
- Ekim 2010’da Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Suriye Ulusal Petrol Şirketi’nin ortak petrol arama şirketi kurmasına ilişkin protokol kabul edilmiştir.
- 2009 ve 2010’un Nisan aylarında, iki ülke kara kuvvetleri arasındaki dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için üçer gün süren ortak askeri tatbikatlar yapılmıştır.
- 6 Şubat 2011 tarihinde Asi Nehri üzerinde kurulacak Dostluk Barajı’nın temelleri atılmış ve bu gün “Türkiye-Suriye dostluk günü” olarak ilan edilmiştir.
Suriye Devleti’nin bağımsızlığından 1998’deki Adana Mutabakatı’na kadar olan süreçte iki ülke ilişiklerine bakıldığında yaşanan bu gelişmeler baş döndürücü niteliktedir. Bu dönemde, Türkiye-Suriye arasında başta ticaret olmak üzere, kültür, turizm, güvenlik, gümrük, ulaştırma, tarım gibi birçok alanda ortak projelerin gerçekleştirilmesi sağlanmıştır. İlişkilerin bu derece ilerlemesi şüphesiz Türkiye ve Suriye’nin menfaatine olmuştur. Ancak, takip edebildiğimiz kadarıyla, Suriye Türkmenlerinin durumu bu olumlu süreçte gündeme getirilmemiş yahut Türkiye bölgedeki yeni partnerini ürkütmemek adına bu konuyu açmamıştır. Yine de iki ülke arasında normalleşen ilişkilerden Suriye Türkmenleri de dolaylı
olarak olumlu anlamda etkilenmişlerdir.
Hayata geçirilememiş olsa da Şam’da yaşayanlar, bir Türkmen kültür merkezi açma çabasına girmişlerdir. İlk olarak Halep Üniversitesinde, daha sonraki yıllarda da diğer şehirlerdeki üniversitelerde Türkçe Öğretim Merkezlerinin açılması Suriye’deki üniversiteli Türkmen öğrencilerde moral ve motivasyon sağlamıştır. Türkiye’den gelen akademisyenler aracılığıyla bir taraftan lisansüstü eğitim için Türkiye’ye gidebilme fırsatları yakalarken, bir taraftan da Türk tarihi ve kültürü ile ilgili yayınları kendi imkanlarıyla Arapçaya çevirip yayınlamaya başlamışlardır. Aynı zamanda Türkiye tarafının akademisyenleri Suriye Türklüğünü adeta yeniden keşfedip tarihi, sosyal ve kültürel hayatlarına dair akademik çalışmalar yapabilmişlerdir.
İlgili antlaşmalarla ticari, vizelerin kaldırılması ile de turistik hareketliliğin artması Suriye’deki Türkmenlerin Türkiye ile ilişkilerini arttırmıştır.
Ancak ülke liderleri arasındaki yakın ilişkilerin yaşandığı bir dönem olan bu yıllarda da, Türkiye’nin bilinen bir Türkmen politikası söz konusu değildir.
8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
.
Etiketler:
Aydın Maruf,
Bilgay DUMAN,
Doç. Dr. Mehmet Erol,
Genel Durumu,
Habib Hürmüzlü,
Lübnan Türkmenleri,
POLİTİKASINDA,
Suriye Türkmenleri,
TÜRKİYENİN ORTADOĞU,
Türkmenler,
Zaher Sultan
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 6
ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 6
Filistin Türkmenlerinin Genel Durumu
Dr. Alyaa El-Hatip
Filistin Türkmenleri bugün büyük topluluklar halinde Filistin Devleti ve Ürdün Krallığı sınırları içinde yaşamaktadırlar. Türkmenler Ürdün’deki Cenin kampında yoğun olarak bulunmaktadır. Türkmenler bu bölgelerde genellikle Vadi Berkin, El-Almaniye semtleri ile Bir El-Paşa şehrinde yaşarlar. Bu topluluktaki Türkmen gençlerinin Filistin Kurtuluş Örgütü içinde silahlı teşkilatları vardır. Türkmenlerin ayrıca kadrosu ve liderliği olan kendilerine özgü Aksa Şehitleri isimli bir askeri örgütleri de bulunmaktadır. Bu örgüt Siyonistlerin saldırılarına karşı Cenin kampını korumak amacıyla bu kampın içinde sürekli olarak üs kurmuşlardır.
Türkmenler ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri bakımdan oldukça güçlüdür. Filistin Devleti, kuruluşundan beri aşiret yapısını anayasal olarak tanımıştır. Türkmenlerin Ulusal Meclis, Yürütme Kurulu, Merkezi Komisyon ve Hükümet organlarında temsil edilmeleri için tüm kapılar açık tutulmaktadır. Hükümet içinde “Fahri El-Turkmani” ve diğerleri gibi Türkmen kökenli bakanlar da vardır. Başkan Mahmut Abbas tarafından direnişe katıldıkları için hapse atılan Filistinli Türkmen gençlerini kurtarmak üzere Türkmenler bir heyet oluşturarak Mahmut Abbas’la görüşmüş ve bunun sonucunda bahsi geçen gençler serbest bırakılmış tır. Ürdün’deki Filistinli Türkmenler ile Batı Şeria’daki Filistinliler arasında görüşmeler ve iletişim her münasebette devam etmektedir.
Batı Şaria Türkmenlerinin sayısı 35-40 bini bulmaktadır.
İkinci Türkmen topluluğu ise Ürdün Krallığı’nın doğu bölgelerinde yaşamaktadır. Türkmenler Ürdün’ün istisnasız tüm vilayetlerinde ve Filistin mülteci kamplarında bulunmaktadırlar. Ürdün’ün bir şehri olan İrbid’de Filistin Caddesi boyunca uzanan bir Türkmen mahallesi ve aynı şehirdeki Hukema Caddesi boyunca uzanan bir başka Türkmen mahallesi daha vardır. Sadece İrbid şehrindeki toplam Türkmen nüfus 55 bini bulmaktadır. Bu şehrin yakınlarında Filistin müftüsü Şehit Azmi kampı yer almaktadır. Bu kampta 4.000 Türkmen yaşamakta dır. İrbid şehrinin yakınlarında da El-Reyyan isimli bir Türkmen şehri vardır. Bu şehrin nüfusu üç bini bulmaktadır. El-Bakaa kampında da 2.500 Türkmen yaşamaktadır. El-Zerkaa şehrinde ise, bu şehrin mahallelerinde küçük çaplı Türkmen toplulukları vardır. Toplam nüfusları 1.500 olan bu topluluklar ticaretle uğraştıkları gibi Uluslararası Yardım Ajansı’na bağlıOnrua’nın okullarında öğretmenlik mesleğini icra etmektedirler. El-Zerkaa şehrinin yakınlarında bulunan El-Sahne kampında da 5.000 Türkmen yaşamakta dır. Bunun dışında Ürdün Krallığının başkenti Amman’da avukatlık, doktorluk, hakimlik ve öğretmenlik gibi meslekler icra eden bini aşkın Türkmen bulunmaktadır. Bunların bir kısmı da özel şirketler ve özel okullara sahiptirler. Amman şehrinin yakınlarında Şilter adlı bir Filistin mülteci kampı vardır. Bu kampta da 5.000 Türkmen yaşamaktadır. Yine Amman şehrinin yakınlarında bulunan Sahab şehrinin batı bölgesinde “Türkmen Mahallesi” isminde bir mahalle vardır. Bu mahallede bin ile bin beş yüz arasında Türkmen nüfusu bulunmakta dır.
Filistin Türkmenleri Müslüman olup Hanefi mezhebine bağlıdırlar. Müslümanlığa bağlı, muhafazakar, örf, adetlerini koruyan ve birbirlerine bağlı insanlardırlar. Onlar Filistin’i vatanları olarak kabul ederler ve er geç Filistin uğruna şehit olmayı arzularlar. Filistin kamplarını kendilerine mesken olarak seçenlerin ise çocukları gurbette çalışmaktadırlar. Özellikle Birleşik Arap Emirliği, Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Suudi Arabistan Krallığı’nda çalışmak için giden çocuklar genellikle eğitim, tıp ve mühendislik sektörlerinde çalışırlar. Bazıları da Kanada ve ABD’de bulunurlar ve arada büyük mesafelerin olmasına rağmen, her yıl Ürdün’e gelip yılık izinlerini aileleri ve Türkmen akrabaları arasında geçirirler.
Başta Türkmen toplumu olmak üzere Filistin toplumunun yaşadığı ağır şartlara rağmen, Filistinlilerin eğitim seviyesi dünyanın ileri gelen ülkelerindeki
toplumların seviyesiyle rekabet edebilecek seviyededir.
1970 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile Ürdün arasında meydana gelen “Kara Eylül” savaşından sonra Ürdün Hükümeti; Millet Meclisi, ordu ve devletin resmi makamlarını Ürdünlüleştirmeye başlamıştır. Buna bağlı olarak, Ürdün’de ikamet eden Filistinlilere sadece uyrukluluk kalmış, bu tutum 1949 ve 1950 yıllarında Filistinliler ile Ürdünlüler arasında imzalanan Eriha anlaşmasına aykırı bir hareket olmuştur. Ancak Ürdün’de yaşayan Türkmenlerin ekonomik ve kültürel durumları iyi addedilmektedir.
Bununla birlikte, devlet Türkmen Aşiret oluşumunu tanımamaktadır, bu husustaki tüm uğraşılar da sonuçsuz kalmıştır. Filistin Türkmenlerinden
olan Ahmet Esad El-Şukeyri, Osmanlı’nın dördüncü ordusunda müftülük görevini yapan bir babanın oğludur. Şukeyri Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nde okurken, Fransızların Lübnan’ı terk etmelerini talep eden büyük bir mitingin başını çekmiş olması nedeniyle 1927 yılında Fransızların emriyle Lübnan’dan uzaklaştırılmış ve Filistin’e dönerek Kudüs şehrinde Hukuk Fakültesinde öğrenim görmeye başlamıştır. Aynı zamanda da “Doğunun Aynası” isimli gazetede görev almış ve 1936-1939 yıllarında Filistin ayaklanmasına katılmıştır. Ahmet El-Şukeyri Filistin elden gittikten sonra o zaman mevcut bulunan yedi Arap devletinin onayını alarak Filistin Kurtuluş Örgütünü kurmuş, örgütün yürütme kurulu başkanlığını üstlenmiş ve Filistin Kurtuluş Ordusunun oluşmasında aktif rol almıştır. Filistin Türkmenleri Irak Devletinin tam desteğini alan bu orduya
önemli katkıda bulunmuşlardır. Ahmet El-Şukeyri silahlı mücadelenin Filistin sorununu çözecek tek yol olduğunu savunmuş ve bu doğrultuda çaba harcamıştır. Bu çabalar Siyonist rejiminin Ramallah ilçesine bağlı Kabye köyü ile El-Halil ilçesine bağlı El-Semua köyünde gerçekleştirdikleri katliama kadar devam etmiştir. Bu katliamlar Filistin’in, Ürdün Devleti tarafından yönetildiği süre içinde meydana gelmiştir.
Ahmet El-Şukeyri Çin’e giderek silah talebinde bulundu. Çin Devleti bir vapur dolusu silahı Filistin halkına hediye olarak gönderdi. Şukeyri bu silahları Ürdün yoluyla içeriye götürmeyi denemiş, ancak Ürdün Devleti buna engel olmuştur. Aynı silahları Gazze yoluyla sokmaya çalışmış, bu sefer de Cemal Abdül-Nasır buna engel olmuştur.
El-Şukeyri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün başında iken, Cemal Abdül-Nasır, Mohammed El-Kadve isminde bir kişiyi örgütün başına getirdi. Mısır doğumlu olan ve Mısır ordusunda hizmet yapan bu kişi kendine Abu Ammar lakabını seçti. Şukeyri de bu gelişme üzerine örgütten istifa etti. Mısır eski Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın Siyonist rejimle barış anlaşması imzalamasından sonra Ahmet El-Şukeyri bu tutumu protesto ederek Kahire’yi terk edip Tunus’a gitmiştir. El-Şukeyri vefat ettiğinde kendi vasiyeti üzerine Filistin’den 3 kilometre uzakta bulunan Ebu Ubeyde Amir İbni El-Cerrah (Şam ülkesini fetheden İslam ordularının başkomutanı) mezarlığında defnedildi.
Türkmenler Ortadoğu’da özgürlüklerini kazanıp devlet ve emirlikler kurdukları zaman Filistin dahil İslam ülkeleri güçsüz, parçalanmış, topaklarından
parçalar koparılmış ve Haçlı ordularının kılıçları altında inlemekteydi. Türkmenler o dönemlerde Filistin dahil, İslam diyarında emirlikler ve krallıklar kurmayı başarmışlardır. Haçlılara karşı Cihat bayrağını açan ilk mücahit Türkmen Halep Emirliğinden yola çıkan Sultan Nureddin Zengi olmuştur. Zengi’den sonra onun sarayında yetişen Yusuf cihat bayrağını almıştır. Kürt asıllı olduğu söylenen Yusuf, kendine Selahaddin Eyyubi lakabını seçmiş ve “Allah’tan başka İlah yoktur” bayrağını kaldırarak Müslümanları cihada davet etmiştir. Bu
davete en büyük komutanı, yakın arkadaşı ve eniştesi Muzaffereddin Begtekin Koçak evet demiş ve emrinde bir Türkmen ordusu toplamıştır.
Selahaddin, savaşçılarıyla birlikte Doğu Filistin’e hareket ederek Hatin düzlüğünde karargahını kurmuş ve Haçlılarla 5 Haziran 1187 M. tarihinde
savaşarak zafer kazanmıştır. Irak’taki Erbil Emirliği ile iletişim kurarak önce Ali Küçük komutasında olan bir Türkmen ordusunun ve sonra yine de Erbil Emirliğinden Zeyneddin Yusuf komutanlığındaki diğer bir Türkmen ordusunun kendisine katılmasını temin etmiştir. Bu ordular 20 Eylül 1187 M. tarihinde Kudüs şehrine vararak komutan Selahaddin’in emriyle şehri kuşatmaya başlamıştır. Selahaddin ikinci gün ordusuyla birlikte Cuma namazını kıldıktan sonra Kudüs’e doğru akın etmeye başlamıştır. 14 gün süren bu çetin savaşın sonucunda zafer Müslümanların olmuştur. Savaşı kazanan Selahaddin istilacı haçlıların canlarını ve mallarını bağışlayarak onların ülkeyi mallarıyla birlikte terk etmelerine imkan sağlamıştır.
Kudüs fethedilip, durumun istikrara kavuşmasından sonra İslam orduları Filistin’in batı bölgelerine yönelerek Murc Beni Amirin batı taraflarında
karargah kurmuşlardır. Komutan Muzaffereddin Küçük, Filistin kıyılarında bulunan Akka şehrini kuşatmıştır. Bu arada Mısır’dan Filistin’e bir askeri ikmal hattı açılarak Türkmen kökenli Rukneddin El-Zahir Baybars komutanlığında bir ordu Filistin’e yönelmiş, arkasından komutan Halil Bin Kılavun komutanlığında Memlukler’den oluşan bir ordu gelmiştir. Bu ordular haçlı güçlerini tüm Filistin kıyılarından güneydeki Gazze şehrine kadar kovmayı başarmıştır. Selahaddin ve Baybars Türkmenlere geniş ölçüde araziler tahsis etmiş ve onların bu bölgede yerleşmelerini temin etmiştir. Bahsi geçen Filistin kıyı şehirleri Akka, Kaysarya, Atlit, Fredis şehirlerini kapsamaktaydı. Filistin’in iç kesimleri de Nablus, Tol-
kerem, Safsafa, Sindiyane şehirlerini ve Culan, Cenin, Tabarya, Bisan ve Zerin şehirlerini içine alan Safad Memluklu Krallığını kapsamaktaydı.
Türkmenler 1920 yılında bir yerde kış mevsimini geçirmek, her yıl Kerkur’a göç etmemek amacıyla kendilerine köyler inşa etme kararını almışlardır. Türkmenler bu amaçla tepeli ve suyu bol olan araziler seçmişler ve birbirinden uzak olan köyler oluşturarak evlerini inşa etmeye başlamışlardır. Bu tutum onlardaki bedevilik sıfatlarından biri olan bağımsızlık arzusunun bir yansımasıydı. Herkes bilir ki Filistin Türkmenleri bedevi hayat yaşamaya alışkın topluluklardı. Türkmenlerin bir bölümü eski çağlardan beri yerleşik hayat sürdürürken, diğer bir bölümü de göçebelik durumunu yeğlemişlerdir. Yedi kabileden oluşan Filistin Türkmenleri aynı köktendirler. Şüphesiz ki bu Türkmenler kesintisiz olarak Hicri yedinci asırdan beri bu toprakları kendilerine yurt olarak seçmişler ve oralarda varlıklarını sürdürmüşlerdir. Türkmenlerin başlangıçta yerleştikleri bölgeler Türkmen olma sıfatını kaybetmişse de, oralarda geçerli olan Türkmen isimleri hala kendini korumaktadır. Filistin’in Nablus şehrinde Türkmenler, Sifalılar adını alarak hala yoğunlukta yaşamaktadırlar. Bunlar Osmanlı ordusu komutanı Şahsivar’ın torunlarıdır. Filistin’in Tulkerim şehrinde Türkmenler, Türkmen olmayan ad ve lakaplarla varlıklarını sürdürmektedirler. Bunlar da Osmanlı ordusu komutanı Şah Mesut’un torunlarıdır. Safad şehrinde yoğunlukta yaşayan Türkmenler Filistinli Saidanoğulları kabilesindendir. Türkmenler Murc Beni Amir, Kerkur ve Gazze’de yoğun olarak bulunmaktadır. Ürdün’ün doğusunda bulunan Gor Damye’de yaşayan Türkmenler, bundan beş yüz yıl önce Murc Beni Amir’de yaşayan Mutlak Ağa El-Şukeyri’nin torunları olduklarını söylemektedirler. Bu da Mutlak Ağa, kardeşi Hıdır Ağa ve onlara bağlı olan Türkmen ordularının ne denli eski bir zamanda oralarda bulunduklarını göstermektedir.
Şeyh Mutlak Ağa’nın miladi 1872 yılında vefat etmesiyle Şeyhlik unvanını onun yakın arkadaşı ve kardeşinin damadı olan Şeyh Hüseyin El-Hatip teslim almış ve aynı yılda ilk Türkmen Aşiret Meclisini kurmuştur. Bu meclis 1935 yılında Şeyh Hüseyin El-Hatip’in vefatına kadar görevini yerine getirmiştir. Bu tarihten sonra Şeyhlik görevini Saidan Oğulları kabilesinden olan Şeyh Hasan Mansur El-Musa üstlenmiştir. Saidan Oğulları kabilesi yedi Türkmen kabilesinin en önemlilerinden biridir. Bu kabilenin adı altında altı adet Türkmen köyünün merkezi olan El-Mensi köyünde dört büyük kabile bulunmaktadır. Hasan Mansur El-İsa beş üyeden oluşan bir Devrim Komuta Konseyi kurmuş, Türkmen gençlerinden
oluşan on iki bölüğe on iki komutan atamıştır. Ayrıca bir Devrim Mahkemesi kurmuş ve devrime katılmak isteyenleri eğitmek üzere bir askeri uzman istihdam etmiştir. Bu aşamadan sonra da Filistin’in kuzey vilayetinde manda hükümetine ve Filistin’e Siyonist göçe karşı Türkmen ayaklanmasını resmen ilan etmiştir. Devrimin başarılı olması ve güçlenmesi manda hükümetini şaşkına çevirmiştir. Devrim mahkemesi Siyonist esirleri yargılamış ve onları idam cezasına çarptırmıştır. Devrim güçleri müteaddit defalar İngilizlerin işgal ordusuna ait Beyt Kıleym gibi karakollarını basmış ve oradaki İngiliz askerleri öldürmüştür. Manda hükümeti buna karşılık olarak 1939 yılının kış mevsiminde El-Mensi kasabasına piyade güçleri, tanklar ve uçaklarla saldırılar düzenlemiştir. Devrim komutanlığı saldırıların yoğunluğunu görünce ateş açmama emrini
vermiştir. Bunun üzerine de beldede bulunan kadın, erkek, genç ve yaşlı insanların tamamını tutuklamıştır. Bunları üç ay boyunca işkenceye tabi tuttuktan sonra yavaş yavaş salıvermeye başlamışsa da devrimin beş liderini serbest bırakmamış ve durumlarının belirsizliği devam etmiştir. Manda Hükümeti onların akıbetinden hala sorumludur. Türkmenlerin Manda Hükümeti aleyhine açmış oldukları davalara rağmen Manda Hükümeti suçlamayı reddederek, onları tutuklamadığı iddiasını tekrarlamıştır. Türkmen Kabileleri İngiltere’nin El-Mensi kasabasına saldırmasını, devrim liderlerinin durumlarının belirsiz olmasını ve insanlarının işkenceye tabi tutulmasını felaket boyutunda olay bazında addetmişler ve bu olayları zaman hesaplamasında bir tarih olarak kullanmışlardır.
1948 yılının Mayıs ayı başlangıcından itibaren Filistin’deki durum daha kötüye gitmeye başlamıştır. Zira Siyonist terör örgütleri o günlerde Filistin’in
Deir Yasin köyünde korkunç bir katliam gerçekleştirmişlerdir. Bu katliamda aralarında çocukların ve hamile kadınların da bulunduğu 250 kişi hunharca katledilmiştir. Ancak, Siyonistlerle Türkmenler arasında 1948 yılının Nisan ayının yedisi akşamına kadar bir sıcak temas gerçekleşmemiştir. O akşam komutan Fevzi Kavukçu Kurtuluş Ordusuyla birlikte El-Mensi kasabasına girmiş ve gece vakti Türkmen köylerinden nispeten uzak olan koloniyi bombalamıştır. İkinci günün sabahı bir İngiliz subayı askeri aracıyla El-Mensi kasabasına girerek Fevzi Kavukçu’yu sormuş, hiçbir cevap alamayınca da geri dönmüştür. Dokuz Nisan 1948 günü Arap ordularının başkomutanından Fevzi Kavukçuya kasabayı
derhal terk etmesini talep eden bir emir yöneltilmiştir. Arap ordularının başkomutanı o sıralarda Doğu Ürdün’deki sarayında Arap ve Arap olmayan komutanları karşılamaktaydı. Kavukçu, Arap Orduları Genel Komutanının emri üzerine geceleyin geri çekilmiştir. Sabah olduğunda koloniyi izleyen bazı Türkmen kişiler çok miktarda yük araçlarının koloniden hızla ayrıldığını görünce Siyonistlerin saldırı hazırlığı içinde olduklarını anlarlar. Bunun üzerine çadırlarda yaşayan Türkmenler Kerkur Bölgesini terk edip El-Mensi kasabasını göç ederek kadın ve çocukları Ayn El-Mensiye köyüne yerleştirirler. Türkmen köyleri bir yandan savunma hazırlığına başlarken, diğer yandan da Arap orduları başkomutanına silah talebiyle bir heyet gönderirler. Ancak komutan silahlarının olmadığını bildirerek taleplerini reddeder. El-Mensi kasabası Nisan 1948 ayının onuncu sabahında Hajana ve Balmah çetelerinin saldırısına uğrar, üç gün süren çatışmada birçok Türkmen şehit düşer ve 13 Nisan 1948 günü kasaba çetelerin eline geçer.
Filistin topraklarının gasp edilmesi faciası karşılığında, başta Arap ordularının başkomutanı olmak üzere cihat etmeleri yerine mal ve mülkleriyle meşgul olan kişiler Rodos adasına koşarak Siyonist çetelerle sonu olmayan bir ateşkes anlaşmasını imzaya koydular. Bu duruma ve bir milyon yedi yüz bin Filistinlinin perişan vaziyette yerlerinden ve yurtlarından kovulmalarına, Arap aleminden hiçbir tepki gelmemiştir. Filistin medyası da Siyonistlerin Filistin halkını kesmelerine sessiz kalmıştır. Siyonist çeteleriyle ateşkes anlaşmasının imzalanmasından sonra bile Filistinlilerin ellerinde olan birçok köy de istilaya uğramıştır. Bu duruma da, köyleri terk edip istilacı Siyonistlere bırakılmasını teşvik eden Filistin medyası sebep olmuştur.
1948 felaketi sonucunda tüm varlıklarını kaybeden Türkmen aşiretlerin bir kısmı akrabalık bağları olan Golan Türkmenlerinin yaşadıkları bölgeye göç ettiler. Göç eden Türkmenlere orada çok miktarda tarım arazisi bahşedildi ve bir yıl boyunca Hitel köyünde ikamet ettiler. Ancak Cenin şehri yakınlarında ve Murc beni Amir’in doğu tarafında bulunan Türkmen kamplarına Siyonistler tarafından saldırı düzenlendiğini duyan bu köylülerin tamamı, beraberlerinde bir kısım Golan Türkmenleriyle birlikte Filistin’e döndüler.
Siyonistlerin Türkmen kamplarına saldırması olayı 1949 yılının sonla-rında vuku bulmuştur. Siyonistlerin attıkları bombalar kampın etrafına isabet ederken, Irak’ın Telafer ilçesi halkından olan bir Türkmen komutanının komuta ettiği bir Irak ordusu bölgeye gelir. Üç gün boyunca yolda olmasına rağmen, derhal savaşa iştirak eder ve saldırganları püskürtür. Iraklı Türkmen subayının sonradan anlattığına göre, bu ordu aslında ateşkes hattı üzerinde bulunan Tolkerm şehrine doğru ilerliyormuş. Fakat Türkmen komutan, Cenin yakınlarındaki Türkmen kamplarının Siyonist saldırısına uğradığı haberini alınca yolunu değiştirerek Türkmen kamplarının bulunduğu Cenin şehrine doğru yönelir. Bu ordu Cenin şehrinin batısında olan bir bölgede karargahını kurar. Ürdünlülerle Filistinliler arasında 1950 yılında imzalanan Eriha anlaşması gereğince bir Ürdün ordusunun geçmesine kadar da o bölgede kalır.
Batı Şeria’da ve Ürdün’e ait Doğu Şeria’da Türkmen toplumunun gelişmesi hakkında yapmış olduğum saha çalışmalarımda, Türkmen toplumlarındaki sosyal hareketlilik dikkatimi çekmiştir. Türkmenlerin gençleri ve yaşlıları bayram düğün ve taziye günlerinde düzenli olarak bir araya gelmekte; Filistinli mahalle, köy ve kamplarda tüm topluluklarda aşiret meclisleri, hayır dernekleri ve kooperatif faaliyetlerini sürdürmektedirler. Ben bu Türkmenlerin anavatanla kavuşmalarını temenni etmekteyim.
Filistinli Türkmen aşiret evlatları ister komutan ister asker olsun her biri nesiller boyunca Filistin uğruna şehit düşmek için çırpınmaktadırlar. Onlar eskiden beri ve şimdi de Filistin topraklarının en ücra köşelerinde bile komando faaliyetlerini sürdürmektedirler. Ayrıca Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abd-ül Nasır lehine 1956 yılındaki üçlü saldırıdan üç ay önce büyük hizmet sunmuşlardır. Türkmen aşiretleri hala işgal altındaki Türkmen köylerinin sadece 20 kilometre uzaklığında yoğun şekilde bulunmaktadırlar. Türkmenlere ait Aksa Şehitleri Örgütü’nün savaşçı ve lider kadroları Siyonistlerin 2002 yılında Cenin kampına yaptıkları saldırılarının karşısında durmuş ve yirmi şehit vermişlerdir. Saldırıyı da
püskürtmeyi başarmışlardır. Örgüt bu bağlamda işgal edilmiş toprakların dahilinde bir dizi operasyon düzenlemiştir. Bunun en göze çarpan örneği El-Afule operasyonuydu. Siyonist oluşumunun Cenin kampını işgal ederek kampta kalanlara zarar vermek için 1949 yılından beri sürdürdükleri uğraşıları El-Aksa Şehitlerinin karşı koymaları sayesinde sonuçsuz kalmaktadır. Cenin kampı şeyhleriyle Filistin sorunu hakkında yapmış olduğum görüşmelerde 1948 yılından Filistin topraklarının kolaylıkla elden gittiğini, 1967 yılına kadar köylerinde olan bitenlere Türkmen gençlerinin aktif olarak katıldıklarını ve 1987 ve 2000 yıllarındaki direnişlerini dile getirmişlerdir. Ayrıca İngiltere’nin Filistin hakkında ve Filistin halkına karşı işlemiş olduğu cinayetleri, Siyonist çetelerini nasıl silahlandırdığını ve koruduğunu, buna karşılık Türkmenleri genç ve yaşlı
demeden tutukladığını, onlara karşı çeşitli işkenceler uyguladığını ve birçoğunu katlettiğini sırasıyla bana anlatmışlardır.
Siyonistlerin 2002 yılında Cenin kampına saldırılarına karşı savaşıp şehit düşen genç ve yaşlı Türkmenlerin isimleri şu şekildedir:
Şehit Ahmet İbrahim Turkmani,
Şehit Semir Uveys Türkmani,
Şehit Ziyad İbrahim Turkmani,
Şehit Usame İd Turkmani,
Şehit Mohammwed Mahmud Turkmani,
Şehit Salih Mohammed Turkmani,
Şehit Lütfi Huveyti Turkmani,
Şehit Ahmet Hasan zidan Turkmani,
Şehit Rıfat Gavadre El-Turkmani,
Şehit Rıfat Musa El-Turkmani,
Şehit Mohammed Huveyti El-Turkmani,
Şehit Ziya Gavadre El-Turkmani,
Şehit Semire Zubeydi El-Turkmani,
Şehit Luey Emin El-Turkmani,
Şehit Fadi Emin El-Turkmani,
Şehit Fuat Mohammed El-Turkmani,
Şehit Cemal Ebu Sakar El-Turkmani,
Şehit Taha Zubeydi El-Turkmani,
Şehit Merzuk Mithat El-Turkmani,
Ahmet Neğniğe El-Turkmani. İşgal altındaki Filistin topraklarında intihar saldırılarında esir düşen Türkmenler ise; Yahya Zubeydi El-Turkmani,
Hüseyin Gavadre El-Turkmani, Davut Zubeydi El-Turkmani, Mohammed Ebu El-Baha El-Turkmani.
Altı adet köy ise şunlardır:
1 – El-Mensi köyü: 4661 dönümü mera olmak üzere toplam yüzölçümü 12227 dönümdür. 1948 yılındaki toplam nüfusu: 2640.
2 – Ebu Şuşe köyü: 3077 dönümü mera olmak üzere toplam yüzölçümü 8960 dönümdür. 1948 yılındaki toplam nüfusu: 720.
3 – Ebu Zureyk köyü: 2092 dönümü mera olmak üzere toplam yüzölçümü 6493 dönümdür. 1948 yılındaki toplam nüfusu: 650.
4 – El-Lıd köyü: 354 dönümü mera olmak üzere toplam yüzölçümü 12572 dönümdür. 1948 yılındaki toplam nüfusu: 750.
5 – El-Gabyat köyü: Yukarı El-Gabya ve Aşağı El-Gabya’dan oluşur.532 dönümü mera olmak üzere toplam yüzölçümü 11139 dönümdür.
1948 yılındaki toplam nüfusu: 650.
6 – Ayn El-Mensi: Arazileri El-Mensi köyüne aittir, köylüleri Sufi tarikatından dırlar, bunlar kendilerini ibadete vermiş Türkmenlerdirler. Tarımla uğraşırlar ve El-Geylani ailesindendirler.
Filistin dahil, Şam ülkelerinde İslam tarihinin erken dönemlerinden beri siyasi partiler görülmüştür. Şam ülkelerinde Yemenli parti ve Kays partisi siyasi partilerin başında gelirdi. Yemenli partinin başkanlığını Filistin Türkmenleri üstlenmişti. Onlar, Filistin’in hem kuzey vilayetlerinde hem de iç kesimlerinde otoritelerini sürdürmekteydiler. Filistin’in büyük şehirlerinde Türkmen Seyfi ailesi hakimdi. Bu husustaki çekişmeler Trablus vilayeti başta olmak üzere Suriye’nin ve Lübnan’ın kuzey bölgelerine kadar yayılmış ve hatta Golan bölgesini, Safad’ı ve Şam ülkesinde Türkmenlerin bulunduğu tüm bölgeleri de kapsamıştır. Osmanlı Devletinin görevlileri ve temsilcilerinin zaman zaman El-Kaysi partisi aleyhine davranarak, El-Yemeni partisinin lehine müdahalede bulunmaları bu çekişmeleri arttırmaktaydı. Tutuculuk, kırsal kesimlerde şehirlere göre
daha fazla görülürdü. 1123 H. (1711 M.) yılında partizanlık tüm kabile ve mezhep sınırlarını aşmıştır. Bu bağlamda, her partinin kendine özgü bir
bayrağı vardı. Yemen partisinin bayrağı beyaz renk ve simgesi beyaz renk haşhaş çiçeğiydi. Kaysi partisinin bayrağı ise, kırmızı renk ve simgesi
kırmızı karanfildi. Yemeni partisinin Filistin’in kuzey vilayetinin tüm şehir ve kasabaları ile özellikle Trablus vilayeti olmak üzere Lübnan’ın ve Suriye’nin kuzey bölgelerine hakim olmasına kadar bu parti rekabeti devam etmiştir.
Türkmenler başlangıçta zor olsa bile kamp hayatına alışmayı öğrenmişlerdir. Onlar yanlış anlamadan ve yanlış anlaşmadan uzak durmayı başarmışlardır. Filistin’deki kendi diyarlarına dönüşün yakın olduğu algısından kurtulmuş, çocuklarını karanlık ve zor hayat şartları altında eğitmeyi üstlenmiş ve bunu da başarmışlardır.
Filistin Türkmenlerini en fazla acıya boğan konu ise arazilerini, köylerini ve tüm varlıklarını kaybetmek olmuştur. Bu sıkıntıların başında arazilerini kaybetmek ve tarımla ilişkilerinin kesilmesi gelmektedir. Çünkü tarım toprak demek ve toprak ise vatan demektir, vatan da hem tarih hem de coğrafya demektir. Türkmenler Filistin halkının bir parçası olarak diğer halklarla ortak bir kültürü paylaşmışlar dır. Türkmenler Filistin sığınma kamplarına yerleştikten sonra kampı, ulusal kimlik, din, dil ve tarih öğelerine dayanan kültür kaynağı olarak görmüşlerdir. Dinin; davranışlar, yaşam, ilişkiler ve insan ruhunun yücelmesi yönünde rolü büyüktür. Din sayesinde insanoğlunun inancı güçlenir. Allah’a dayanarak yoluna devam etmekte büyük bir enerji kazanmış olur ve var gücüyle çalışır, Allah’ınhükmüne razı olur ve O’nun kaderini reddetmez. İnsanoğlu hayatın zor
şartlarına dayanarak tüm korkularını inancıyla giderir. İşte bu şekilde Filistin Türkmen gençlerinin eğitiminde olumlu tarafları güçlendirmeye ve Filistin’e yakın zamanda geri dönüleceği hususundaki söylentilerden uzak tutar. Türkmen din adamları Türkmenlerin kültürel kimliklerinin temel taşı olan kapsamlı bir din eğitimi vermeleri gerekir. Babalar ve annelerin de birinci rolü, evlatlarının kafasındaki olumsuzlukları küçültmek ve olumlu yönleri büyütmek olmalıdır. Filistin Türkmenlerinin hayat dolu ve ümitle yaşama arzuları, onlara gelecek nesillere iyilik ve sevgiyi aşılamak yolundaki çabalarını kolaylaştırmıştır. Ben şu sıralarda insanlarımın ve Türkmen akrabalarımın (Filistin Türkmenleri)
tarihini yazmaya devam ederken bazen kendimi büyük sıkıntılar içinde görmekteyim. Ancak, şükürler olsun ki yazmaya devam edip Allah’tan bana bu uğraşımı mübarek kılmasını ve varlığın en büyük mesajı olan Allah’ı tanımak ve Allah’a iman etmek yolunda bana yardım etmesini niyaz eylemekteyim.
İstisnasız tüm aşiretlerin ailelerini kapsayan ve bizlere çok büyük miktarda şehitler verdiren kötü yıllar geçirdik. Onun akabinde ise baskı, şüpheli ve kasıtlı söylentilerle dolu yıllar geldi. Ancak aşiretlerle istikrara kavuşmuşladır. Onların tuttukları yol daha açık ve parlak hale gelmiş, Türkmenler yorgunluk ve zorlukların ortadan kalkmasıyla iyileşmeye ve dengeli yaşama başlamışlardır. Onlar için olumlu ve yaralı düşünceler üretmeye ve sağlam şekilde planlar kurmaya ve uygulamaya uygun olan nispeten daha sakin bir ortam oluşmuştur. Onların arasında artık akraba ve toplum dayanışması başlamış ve aralarında görüşmeler ve toplantılar çoğalmıştır. Felaketin acılarını bir kenara bırakarak, bazı pasif izlenimleri düzeltmişler ve tüm zorlukları aşarak sosyal alanda planlı ve hedefi olan çalışmalar yaparak bu yolda ilerlemeye devam etmişlerdir. Onlar
iman dolu bir kalple ve güvenle tüm çalışma ortamlarına el atmışlardır. Aşiretler değişik projeler başlatmış, iş dünyasının tüm alanlarına girmiş, daha fazla akılcı ve tecrübeli olmuş ve beklenmedik sonuçlar elde etmişlerdir. Sürekli devam eden çabaları sayesinde giderek bireyler arasındaki ilişkiler güçlenmeye başlamıştır. Birkaç yıl sonra da bazı aşiretler arazi satın alabilmiş ve üzerinde özel binalar inşa etmişlerdir.
1949 yılında Kral Birinci Abdullah bazı Filistinlilerle görüşerek, elde kalan Filistin topraklarını Doğu Ürdün Prensliği’ne ilhak edip Haşimi Ürdün Krallığı’nın kurulması üzerine onlarla anlaştı. Yedi Arap ülkesinin bu anlaşmaya karşı çıkmalarına ve Ürdün ordusunun Filistin topraklarına girmesini işgal olarak addetmesine rağmen, anılan anlaşma 1950 yılında uygulandı. Gazze şehrinde Ahmet Hilmi başkanlığında kurulan Umum Filistin Hükümeti hükmen düşürülmüş oldu. Filistin’deki Irak ordusunun yerini Ürdün ordusu aldı. Doğu Ürdün Prensliği Filistinlilere Ürdün uyruğu vererek, Filistinlilere kapılarını açtı. Parlamento, ordu, hükümet, devlet memuriyetleri ortaklaşa iki taraf arasında paylaşıldı. Bu sıralarda Türkmen aşiret efradı, Murc Beni Amir’in doğu tarafında bulunan ve işgal altında olan Türkmen köylerine çok yakın olan Cenin kampı hariç,
bulundukları kampları terk ederek Doğu Ürdün Prensliği’ne doğru göç etmeye başladılar. Türkmenler ondan sonra Ürdün hükümetinden ve arazi sahiplerinden İrbid, Sahab, Umman ve Zerka şehirlerinde büyük çapta arazi satın aldılar. Ürdün hükümetinden satın alınan araziler doğuda bulunan Aclun Dağları eteğinden başlayarak batıdaki Ürdün nehrine kadar uzanmaktadır. Binlerce dönüm genişliğinde olan bu araziler işgal altındaki topraklara çok yakındır ve suyu bol olduğu için bu arazilerin tamamında narenciye ağaçları ekilmiştir. Türkmenler sebze ekmek için seralar kullanmışlardır. Türkmenler Umman-İrbid yolu yakınlarında El-Reyyan köyünü kurdular. Türkmenlerin çiftlikleri Ürdün’ün tamamında bulunan çiftliklerin en güzelidir. Türkmenlerin çiftliklerinin bitişiğinde olan Ürdün Nehri Bölgesi, Filistin direniş güçlerinin işgal altındaki toprakların
derinliğine nüfuz etmek için güvenli bir geçit teşkil etmekteydi. Bu geçide Türkmen Geçidi adı verilmiştir. Adının Türkmen Geçidi olması, Siyonist rejimin 1968 yılının Mart ayının yirmi birinci günü Doğu Ürdün’de bulunan El-Karame kampına saldırmasının ana nedeni olmuştur. Bu kamp Siyonistlerle Filistin direniş güçleri arasında vuku bulan çarpışmalara sahne olmuş ve çarpışmalar gün boyu devam etmiştir. Saldırganlar ateşkes talep etmiş ise de taleplerine icabet edilmemiştir. Ürdün topçu alayına mensup bir subayın açıklamasına göre Siyonistlerin tankları 60 kilometre hızla başkent Amman’a doğru ilerlediği görülünce, Ürdün topçu güçleri tarafından topa tutulmuştur. Aynı gün, akşam saat 16’da Ürdün’ün siyasi otoritesinin başı saldırganların güvenli bir şekilde geçebilmelerini temin etmek amacıyla kampta ateşin kesilmesi emrini
vermiş ve topçu alayının tüm subaylarını ordudan uzaklaştırmıştır. Bunun üzerine bunların bir kısmı Filistin Kurtuluş Ordusu’na katılmıştır.
1968 yılında vuku bulan El-Karame savaşından sonra Türkmen aşiretleri efradı dahil, Ürdün’de ikamet eden tüm Filistinliler ağır felaketlere uğramışlardır. Şöyle ki, Filistin Kurtuluş Örgütü savaşçılarını yok etmek amacıyla üç devletin de katıldığı büyük bir komplo hazırlanmıştır. Hiçbir gerekçesi olmayan bu olay herkes için büyük sürpriz olmuş, fakat hiç kimse bu komploya karşı ağzını bile açamamıştır.
Savaş 1 Eylül 1970 tarihinde başlamış ve 30 Eylül tarihine kadar devam etmiştir. Bu savaşta tüm Filistin kampları ağır silahlarla bombalanmış ve Siyonist silahlı güçleri Ürdün sınırlarına dayanmıştır. Bu arada Suri-ye’de Nureddin El-Atasi Cumhurbaşkanı ve Yusuf Zain Başbakan iken, Suriye silahlı güçleri Ürdün’ün kuzey bölgelerini işgal etmiştir. Başkent Amman’a doğru yönelerek Cereş vilayeti yakınlarına kadar ilerlemiş ve o bölgede durmuştur. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abd-ül Nasır ile Suriye yetkilileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda da Suriye güçleri Ürdün’den geri çekilmiş ve Ürdün ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasında bir anlaşma taslağı hazırlanmak üzere Cafer El-Numeyri başkanlığında
Ürdün’e bir heyet gönderilmiştir. Görüşmeler sonucunda Kurtuluş Örgütü savaşçılarının Filistin kamplarından çekilmesi, bu güçlerin Ürdün ormanlarında
konuşlanması kararlaştırılmıştır. Görünüşte bir barış sağlanmıştır. Barış göstergesi olarak, ormanlara konuşlanan Filistinli savaşçılara bir öğle yemeği gönderilmiştir. Savaşçılar yemeklerini yerken Pakistan savaş uçakları onları bombalamış ve bulundukları ormanları yakmıştır. Aynı anda sürpriz bir şekilde Cemal Abdül Nasır’ın vefat ettiği haberi açıklanmıştır. Pakistan hava kuvvetlerine ait uçaklar ormanı ve savaşçıları yok edene dek saldırılarına devam etmişlerdir. Filistin kamplarında ve Ürdün’ün değişik şehirlerinde bulunan Filistinliler, şehitler için siyah bayraklar açmışlardır. Şehitlerin arasında Filistin Kurtuluş Örgütü savaşçılarından olan Türkmen aşiretleri fertleri de vardı ve onlardan hiç kurtulan
olmamıştır. Türkmen aşiretleri bu Kara Eylül savaşını Filistin’nin ikinci felaketi olarak nitelendirirler. Savaş bittikten sonra komplonun ikinci evresi hayatta kalan Filistinli savaşçıların Lübnan’a göç etmeye zorlanması şeklinde olmuştur. Bu şekilde Siyonistlerin, “Filistinsiz İsrail olmaz, Kudüs’üz Filistin olmaz, Heykel’siz Kudüs olmaz” söylemi derhal uygulanmaya geçmiştir. Bu senaryo bugün de Batı Şeria’nın ve Kudüs’ün birlikte Yahudileştirilmesiyle gerçekleşmektedir.
7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
.
Etiketler:
Dr. Alyaa El-Hatip,
Filistin Kurtuluş Örgütü,
Filistin Türkmenleri,
Genel Durumu,
Kara Eylül,
Ürdün
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)