Suriye Türkmenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suriye Türkmenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 7


ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU  BÖLÜM 7



Lübnan Türkmenlerinin Genel Durumu 
Zaher Sultan 

Sayın Başkan, Sayın Katılımcılar. 

Maalesef Suriye’den acı haberler geliyor. Türkmenler her bölgede sorunlar yaşıyor ve artık bu aşamayı geçmemiz gerekiyor. Hep sorun görüyoruz çözüm de bulmamız gerekiyor. Bir sonraki oturumda herkesin bir sorun ve üç çözüm ile gelmesini arzu ederseniz güzel bir veri tabanı elde etmiş oluruz. Ben önce 
kendimi tanıtayım. Lübnan’da yaşayan Osmanlı torunuyum. Dedemin dedesi 24 yıl boyunca Şam valisiydi. Türkmen kelimesinin çok geniş bir kapsamı var. Hocamızın da dediği gibi içinde Giritliler de var. Oytun Bey araştırmasında da bundan bahsetmişti. İlk önce Lübnan’daki Türk varlığının tanımını yapalım ondan sonra tarihinden, kurumlardan bahsedelim. Lübnan’da on bin civarında Türkmen vardır. Erşad Hoca’nın başta söylediği gibi Kuran’da ayeti var ve bir atasözü de bu durumu açıklıyor; “Her dal tek başına kırılabilir ama demet halinde kırılması 
çok zor”. O yüzden bizim tek bir gövde şeklinde olmamız gerekiyor. Giritliler kendi başına toplantılar yapıyor, Lübnan’daki Türkmenler başka oturumlar yapıyorlar. Artık hep beraber Türk varlığı kelimesini kullanmalıyız diye düşünüyorum. Türk varlığı ifadesi içinde hem Türkmenler hem Çerkezler hem Arnavutlar hem Giritliler hem soydaşlar hem Lübnan’da yaşayan Türk vatandaşları mevcut. Gayri resmi sayılarla Türkmenler -Suriye Türkmenleri hariç- 10.000 civarında biliyorsunuz. Suriye Türkleri bir ara Lübnan’a gelip çalışıyordu. Savaş yüzünden gelenlerin sayısı da epey artmıştı. Giritliler tarihi olarak daha eskiden, Osmanlı döneminden gelmişler. Çerkezler zaten Lübnan’da bulunuyordu. 

Bölge 400 yıl Osmanlı’nın himayesinde bulunmuş ve hocamızın da anlattığı gibi zaten bizim topraklarımız. Bizim topraklarımız içerisinde bu vatandaşlara siz artık Türk değilsiniz veya Türkiye’ye bağlı değilsiniz diyemeyiz. Aynı şekilde Arnavutlar da var, soydaşlar da var. 

Trablus içerisinde veya Lübnan genelinde birçok Türk soyadı taşıyan 
kişiler var. Akar Türkmenleri Koşak köyü gibi köylerde yaşıyorlar. Toplamda 
5 bin civarında Türkmen bu köylerde yaşamaktalar. Tabi ki sayı olarak o köylerde yaşayan nüfus daha fazla. Ancak Oytun Beyin araştırmasına 
göre Türkmen köylerinin sayısı olarak bu bilgiyi veriyoruz. 
Bekaa Türkmenleri de bulunuyor iki köy. Lübnan ve Suriye Türkmenleri 
tüm Lübnan’da dağılmış durumda. Giritlilerin çoğu Trablusşam’da, 
soydaşları ise tüm Lübnan’da bulunuyorlar, Çerkezler, Arnavutlar aynı 
şekilde. Mardin’de Mardinli soydaşlarımız Beyrut’ta bulunuyorlar. Tarihe 
baktığımızda Osmanlı döneminden sonra sadece dalga dalga -çünkü tüm 
tarihi 15 dakika içerisinde anlatmamız çok zor- Türk varlığı bölgeye 
göre ayrılmış, kimi köyde kimi şehirde. Köyde yaşayanlara bakıyoruz 
ilk dalga 1943’te Lübnan istiklal vatandaşlığı alanlar. Bazı köylerde mesela Bekaa köylerinde bazı köyler vatandaş olmadılar. Şehirde yaşayanların 
ise %99’u vatandaşlık aldılar. Bir dalga geldi 1940’lı yıllarda Mardinliler Lübnan’da çalışmak için geldiler ve yoğunlukla Beyrut’ta olmak üzere ülkeye yerleştiler. Sonra 1994’de çıkan bir kanun ile herkese vatandaşlık veriliyor, Bekaa Türkmenleri bu kanun ile vatandaş oldular. Hatta Beyrut’ta bulunanlar da. Şimdi bu eğitimi ve okulları nasıl etkiledi? Vatandaşlık almamış olanlar, kendine kapalı bir toplum oluşturdu. Ama vatandaşlık alanlar okula gittiğinden eğitimi biraz daha iyileşti. Mesela yeni vatandaş olanlar ortaokula kadar ancak gidiyorlar özellikle Bekaa vadisinde bulunanlar. Bazı köylerde mesela Akka köylerinde daha fazla %30’u mesela üniversiteye kadar devam ediyorlar. 
Yeni neslin çoğu üniversiteye ulaşıyorlar Mardin’de. Şehirlerdeki durum 
iyi ve oradakiler yüksek ihtisaslara kadar ulaşıyorlar. Türkçe durumu 
nedir? Tabii Türkmence konuşuyorlar Bekaa’dakiler. Kapalı bir toplum 
oldukları için kendi aralarında konuştular ve dillerini muhafaza ettiler. 
Ama Akka’daki gibi vatandaş olmuş Türkmenler artık pek Türkmence 
konuşmuyorlar. Ancak yeni nesil Türkiye’ye gelip, okudukları için ve 
sağ olsunlar MEB’in hocaları gelip ders verdikleri için biliyorlar. İnşallah 
hocalar Bekaa’ya da gelirler. Ama Mardinliler artık nadir ve soydaşlarda 
hiç yok. Türk kültürü de aynı dili gibi kısmen nadir görülüyor ve sonra 
da hiç yok. Şimdi sorunlar nelerdir? Sosyo-ekonomik sorunlar çok fazla. 
Yani Osmanlı’dan sonra bölgeyi yıkmaya çalıştı batılı ülkeler. Hudutları 
çizen Fransız ve İngilizler tamamen Türkiye’yi yıkmak için bunu yaptılar. 
Oradaki ekonomik yapıları çok zayıf kalmış durumda. Lübnanlı Türkmenlerin 
en büyük sıkıntısı aile gelirinin çok düşük olmasıdır. Bu durum eğitim sürecini etkilemektedir. Daha sonra da sağlık ve kültür alanları etkilenmektedir. Aile gelirinin düşüklüğü sebebi ile çocuklar ortaokuldan sonra iş bulup çalışmaya yönelmektedirler. İş bulamayınca köyden şehre göç başlamaktadır, eğitim seviyesi aşağıda kalmakta ve böylece sosyo–ekonomik problemler doğmaktadır. Ama şehir içerisindekiler ilk üçte kalıyor. Bu sorunlara çözüm olarak ilk proje ev hanımlarına eğitim projesidir el sanatları eğitimi. İstatistiklere göre kadınların %98’i ev hanımıdır. O yüzden burada büyük bir açık var, oradan başlayabiliriz. 
Babalara da meslek dallarına göre eğitim verilebilir. Aile kültürel yardım 
yapılabilir ve çocuğa destek verilebilir. Türkiye sağ olsun, Yurt Dışı 
Türkler ve Akraba Toplulukları bursu sağlamakta. Burada bir sorun var 
o da şu ki aile gelirinin düşüklüğü sebebi ile çocukların dersleri zayıf 
kalıyor ve bursu kazanamıyorlar. O yüzden buna da bir çözüm bulunmalı. 
Bunlar bizim Türkmen kardeşlerimiz, aile gelirini yükseltip eğitim problemini çözeceğiz ve böylece notlar yükselecek. Bu gibi projeler için önce Türk varlığının tespitinin yapılması gerekiyor. Bu tespit her ailenin içine girip sorunlarını teşhis etmek ve bilgilerin anket şeklinde kaydedilmesi ile olur. Türk varlığının tespiti sadece Lübnan bölgesinde değil tüm Osmanlı bölgesinde yapılması gereken bir projedir. Çünkü böyle bir veritabanı Türkmen ve soydaşların sorunları eğitim, sağlık, kültür, aile yapısı konularında fikir verir. Aile bilgileri için çok önemli bir örnek vereceğim. Mesela TİKA’nın Lübnan’da bağış yaptığı bir hastane 24 
milyon dolarlık bir hastane, 2010’da açılışını Başbakan yaptı ama hala 
çalışmıyor. Neden çünkü oradaki yönetim Şii’dir ve başlamasına izin 
vermiyor. Çünkü Şii ülke olan İran, Türkiye’nin Lübnan’a ayak basmasını 
istemiyor. Açıkçası bu. Aynı zamanda Suriye’deki savaş İran’ın da 
sorunudur çünkü Esad güçleri çok zayıfladığı için Hizbullah savaşıyor. 
Türk varlığı projesi Türkiye çevresinde şekillenen bölgesel bir çalışmadır. 
Anket detaylı bilgi içermeli ve sonuçlar analiz merkezinde toplanıp 
bölgenin tarihinden bilgi verebilir. Özetlemek gerekirse Türkvaskart 
veritabanı hazırlandıktan sonra tüm coğrafyada yaşayan bölgedeki Türkmenler 
soydaşlar Girit varlığına, Türk varlığının hediyesi gibi olacak. 

Biz sizi unutmadık 80 yıl geçti özür dileriz ama unutmadık. Örneğin 
mavi kart yapılmış çift vatandaşlara veya kimliğini kaybetmiş olanlara. 
Bu kartı örneğin Türkiye’ye geldiğinizde ulaşımda indirim sağlayabilir. 
Bu projeyi Lübnan’da bir Türkmen önerdi. Ama Osmanlı kimliği şeklinde 
önerdi. Çünkü Osmanlı dönmüş gibi hissediyorlar orada. Tabi biz bunu Türk adıyla yapabiliriz. Resim çok acı, Suriyeli kardeşlerimizin Lübnan’daki halini görebiliyorsunuz soğuk havada hala çadırda yaşamaktalar. 
Teşekkür ederim. 

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASINDA TÜRKMENLER 


Oturum Başkanı 
Habib Hürmüzlü 

Konuşmacılar 

Irak Kürt Bölgesel Yönetiminde Türkmenlerin Durumu 
Aydın Maruf 

Türk Dış Politikasında Suriye Türkmenleri 
Doç. Dr. Mehmet Erol 

Türk Dış Politikasında Irak Türkmenleri 
Bilgay Duman 


Irak Bölgesel Kürt Yönetiminde Türkmenlerin Durumu 

Aydın Maruf, 


Değerli ağabeylerimiz, sevgili katılımcılar, sizleri saygıyla selamlıyorum. 


Ben Irak Türkmen Cephesi adına ORSAM’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyor ve ORSAM çalışanlarına başarılar diliyorum. Ortadoğu Türkmenleri çok önemli bir konudur. Bugün yapmış olduğumuz sempozyumda, Ortadoğu Türkmenlerinin bulunduğu 4 ülkenin adı geçmektedir. Bu ülkeler, Irak, Filistin, Suriye ve Lübnan’dır. Ben bu sempozyumun daha fazla ülkeyi kapsamasını isterdim. Bunlardan biri Ürdün, diğeri ise İran’dır. İran önemli bir ülkedir. 40 milyon Türkmen nüfusu bugün orada yaşamaktadır. Bugün benim sizlerle paylaşacağım 
konu Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde Türkmenlerin siyasi durumudur. 
İnşallah bu konuyu sizlere doğru bir şekilde aktarmaya çalışacağım. Erbil 
Türkmenleri de Irak Türkmenlerinin bir parçasıdır. Erbil de Kerkük gibi 
bir Türkmen şehridir. 1438 yılında Türkmeneli komutanının kurduğu 
Karakoyunlu devletinin yönetimine girmiştir. Musul, Altınköprü, Bağdat, Basra’nın ortasında kavşak noktasına kurulu bir şehirdir. Irak Selçukluları idaresinden sonra 1144 yılında Erbil Atabeyliği’nin başkenti olmuştur. Bu kısa bir tarihi özetti. 1991 yılından sonra Erbil’in durumuna bakarsak; bu yıldan evvel Kerkük’te ya da diğer Türkmeneli bölgelerinde olduğu gibi Erbil’de siyasi bir hareket olmamıştır. Sadece sosyal ve kültürel çalışmalarda bulunulmuştur. 1974 yılında Saddam Hüseyin zamanında Türkmen Kardeşlik Ocağı Erbil’de kurulmuştur. Bugün bu kurum varlığını hala devam ettirmektedir. 1991 yılından sonra ise durum değişmiştir. 1991’den sonra Irak Milli Türkmen Partisi Erbil’de, 
Şaklava’dan siyasete başlamıştır. Bu parti 1992 yılında siyasete Erbil’de 
girdikten sonra, ilk defa 1993 yılında Erbil’de Doğuş adında bir Türkmen 
okulu açıldı. Bu önemli bir gelişmedir. Kifri’de de Karaoğlan Okulu açıldı. Yani bu dönemde iki tane Türkmen Okulu açıldı. Kayıt sayısı on bine ulaştı. Bu sayı büyük bir sayıdır. Çünkü şu anda 15 okul olmasına rağmen toplam kayıtlı öğrenci sayısı ORSAM’ın ve bizim yaptığımız araştırmalara göre 1700 civarındadır. 

Ardından bölgede kurulan siyasi partiler çoğaldı. Doğal olarak fikir aykırılıkları 
da ortaya çıktı. İşte o dönemde Türkmeneli Cephesi gibi Irak Milli Türkmen Partisi de ayrılma noktasına geldi. Akabinde 24 Nisan 1991’de Irak Türkmen Cephesi kuruldu ve üç yıl boyunca çok yoğun çalışmalar yaptı. Bundan rahatsız olan birçok kesim vardı. 1995 senesinde Erbil’de Türkmen Cephesinin yardımıyla Türkmen okullarımızın sayısı 15’e ulaştı ve şu anda da bu çalışmalar devam ediyor. Bizim Kuzey Irak’ta gördüğümüz tablo şudur; Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ilişkiler iyi olmasına rağmen -siyasi partiler ve okullar ayrı tutarsak- Erbil’deki Türkmenler hala milli haklarını elde edememişlerdir. Türkiye ile herhangi bir ülke arasındaki ilişkiler iyi olduğu zaman bu durum orada yaşayan 
Türkmenlerin durumuna da yansır. Bu durum yadsınamaz bir gerçektir. 
Mesela şu an Suriye ile olumsuz bir ilişki var ve oradaki soydaşlarımızın 
durumu iyi değil. Biz bunu Erbil’de yaşadık. Bugün Erbil dışında yaşayan Türkmenlerden örneğin Kerkük ve Musul’daki Türkmenlerden bizim durumumuz hem güvenlik hem de siyasi durum bakımından daha iyidir. Çünkü o bölgeyle Türkiye’nin ilişkileri iyidir. Irak Türkmen Cephesi’nin birtakım çalışmaları oldu, fakat bu süreçte özellikle PKK tarafından yapılan silahlı saldırılara hocamız değinmedi. Bu saldırılar, Talabani başkanlığındaki KYB ve Barzani başkanlığın daki KDP tarafından gerçekleştirilmiştir. O dönemde Irak Türkmen Cephesi bağımsızlığını korumaya çalıştı. Söz konusu dönemde birisi İran’dan, diğeri Bağdat’tan destek almaya çalıştı. 31 Ağustos günü Peşmergeler Bağdat’tan destek alarak Erbil’e girdiler ve tarafsız olmamıza rağmen bizim yaklaşık 50 gencimizi şehit ettiler. Bu olayların dışında da Türkmenlere silahlı saldırı yapılmıştır. 1991’de Altınköprü’de, 1996 ve 1998’de Erbil’de saldırılar 
oldu. 1998 bizim için önemlidir. O dönemde Irak Türkmen Cephesi’nin 
siyasi gücü üst düzeydeydi. 31 Ağustos saldırısının nedeni de budur. 
Arapça bir kitapta 1998 saldırısından bahsedilmektedir. Irak Türkmen 


Cephesi Erbil’de, Türkiye’nin desteğiyle çok yoğun faaliyetlere başladı. 
Irak Türkmen Cephesi Erbil’i ikinci Türkmen şehri yapmak istiyordu. 
Dönemin istihbaratı Kürt yönetimine bu bilgiyi verdi. Irak Türkmen Cephesi 
o dönemde ikinci Kerkük vakasını yaşamıştır. Irak Hükümeti Irak 
Türkmen Cephesi’nin çalışmalarından rahatsız oluyordu ve KDP’den on 
gün içinde Irak Türkmen Cephesi’ne saldırı düzenlemesini istedi. Bunun 
sonucunda da 30 Ağustos gecesinde saldırı düzenlenmiştir. Bu saldırının 
nedenini biz de sonra öğrendik. Çünkü Türkiye’nin Irak Kürtleriyle 
arası çok iyidir. O dönemde Erbil, Kerkük’teki gibi farklı politikalarla 
karşı karşıya gelmedi. Erbil’deki Türkmen nüfusu hakkında çok sayılar 
verilmiştir, ama bizim orda neden sayımız görünmüyor? Çünkü orada 
sessizce Türkmen varlığı katlediliyor. Bugün KDP ve KYB listelerinde 
5-6 Türkmen aday var, İslamcılar içinde de öyle. Hepsi birlikte elli 
bin oya yaklaşmaktadır. Geldiğimiz noktada 2005’te kapanan büroları, 
2011 yılında tekrar açtık. Irak Türkmen Cephesi neden Kuzey Irak’taki 
oluşuma o dönemde katılmadı da şimdi katıldı? Çünkü o dönem gerekli 
değildi ama şimdi gerekli olduğu değerlendirilmiştir. Bu karar Irak 
Türkmen Cephesi’nin bağımsız bir kararıdır ve biz bunun faydalarını 
gördük. Şimdi orada da temsilcilerimiz var. 6 ay içinde 2 parlamentoda 
da temsil ediliyoruz. Erbil’de, Osmanlı İmparatorluğundan bu yana ilk 
defa Türkçe hutbe okundu. Bu çok doğal bir haktır ve olması gerekendir. 
Bu Irak Türkmen Cephesi’nin çalışmalarının sonucudur. Kerkük’te de var 
Musul’da da var ama oralarda resmi bir karar. Biz bir bakanlıkta temsil 
ediliyoruz. Bunun yanında Türkmen işlerinden sorumlu bir danışmanlık 
da kurulacaktır. Bu nedenle bizim çalışmalarımız olumlu yönde gidiyor. 
Ben tüm bu gelişmelerden çok memnun oldum. 

Teşekkür ederim. 


Türk Dış Politikasında Suriye Türkmenleri 
Doç. Dr. Mehmet Erol 

Geçtiğimiz yetmiş yıllık Türkiye-Suriye ilişkileri, Türkiye’nin Suriye Türkmen lerine yönelik izlediği politikanın seyrini ve derinliğini doğrudan etkilemiştir. Aslında Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından 2011 yılı sonuna kadar reel bir politikanın varlığından söz etmek zordur. Belirgin bir politikanın olmayışı; Suriye’nin bu yıllar arasındaki yönetimi ve Türkiye’ye karşı tutumuyla yakından ilgilidir. Bu nedenle iki ülke arasındaki ilişkileri anlamak, en azından hatırlamak, bahsi geçen yıllardaki politikasızlığın nedenlerine ışık tutacaktır. Bu çerçevede, 
konuşmamızda Türkiye-Suriye ilişkileri dönemler altında kısaca verilecek ve dönemler içinde, varsa Türkiye’nin Suriye Türkmenlerine dair algısı 
değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye ilişkilerini gösterdikleri karakteristik özellikleri bakımından dört dönem altında ele almak mümkündür. 

1. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yılları ile Fransız manda yönetimi arasındaki ilişkiler. 
2. Suriye’nin kurulduğu 1946’dan 2000 yılına kadar olan dönemdeki ilişkiler. 
3. 2000-2011 yılları arası ilişkiler. 
4. İç savaş dönemi ilişkiler (2011’den günümüze) 

1. Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yılları İle Fransız Manda Yönetimi Arasındaki İlişkiler Bilindiği üzere, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile 
Suriye’den Türk birlikleri çekilmiş, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ile de Sykes-Picot Anlaşması gereğince Mersin, Adana, Hatay, Antep, Maraş, Urfa illeri ve Suriye-Lübnan Fransızlara bırakılmıştır. (Yavuz 2005: 232-249) 

1918’in sonunda Anadolu’da başlayan Kuvayı Milliye Hareketi (İlk direniş, Güney Cephesi’nde Dörtyol’da 19 Aralık 1918’de Fransızlara karşı başlamıştır) kısa zamanda, özellikle Halep ve çevresinde de teşkilatlanmıştır. Halep’teki direniş Halep Heyeti-i Merkezi adıyla örgütlenmiş; gerek bölgedeki aşiretler ve gerekse Fransızların faaliyetlerine karşı düzenli bilgi akışı sağlamıştır. (Dağ 2010) Bölgedeki bu oluşumların örgütlenmesinde Ankara hükümeti destek olmuştur. Bu bağlamda Mustafa Kemal Paşa tarafından kolordulara gönderilen bir talimatta, “Halep Kuvayı Milliye’nin Islahiye vasıtasıyla tesis edilecek irtibatla yardımlaşmanın temin edilmesi” istenmiştir.1 

   Bu oluşumların Fransızlara karşı askeri anlamda başarılar elde edişi, Türkiye’deki milli mücadeleye büyük katkı sağlamıştır. Halep ve çevresindeki 
mücadele adeta Anadolu’daki mücadelenin bir devamı niteliğinde olmuştur. Ankara Hükümetinin Halep’teki söz konusu oluşumlara ilgisi ve desteği, bölgede Türkiye ile birleşme isteğinin belirmesine de sebep olmuştur. (Özçelik 2005: 52) 

Ne var ki bu uğraşlar ve başarılar kesin neticeyi değiştirecek güçte olmamış, Hatay dışındaki Türk yerleşim yerleri Ankara (20 Ekim 1921) ve Lozan Anlaşmalarıyla (24 Temmuz 1923) Türkiye sınırları dışında bırakılmıştır. Her ne kadar sınırlar dışında kalan Türk nüfusunun yaşadığı yerlerin vakit geçirmeden Türk topraklarına katılması için gerekli çalışmaların yapılması fikri Ankara Hükümetince kabul edilmiş olsa da artık geriye dönüşü olmayan bir yola girilmişti. (Gönlübol 2007: 139) 

Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye ile Suriye ilişkilerinin yoğunluğu sınır düzenlemeleri ve özellikle de İskenderun Sancağı ile ilgili olduğu görülür. (Yavuz 1999) İskenderun Sancağı bir otonomi yönetimi ile Fransa tarafından 1921’de Halep manda devletçiğine bırakılmıştır. İskenderun Sancağı’nın bu otonom yapısı, Ankara Hükümetinin Fransa ve Milletler Cemiyeti nezdinde uyguladığı politikalar sayesinde 7 Ekim 1938’de Hatay Devleti’nin kurulması, 29 Haziran 1939’da da Türkiye’ye katılması ile sonuçlanmıştır. (Yavuz 2005: 265-297) 

Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılma süreci diğer bölgelerdeki Türklerin geleceği konusunu tekrar gündeme getirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi yanlarına çekmek isteyen müttefiklerin planlarından biri Türkiye’nin Halep dahil tüm Kuzey Suriye’yi işgal etmesi olmuştur. 
1941 yılında Halep’teki Türklerin ayaklanıp kaleye Türk bayrağı çekmeleri ve Türkiye’ye katılma isteklerini ortaya koymaları bu çerçevede cereyan etmiştir. Ancak, Ankara Hükümetinin tereddütleri yüzünden bu plan işlememiştir. Bu planın dillendirilmesi ve Hatay’ı kaybetmiş olmanın yarattığı ruh hali, Suriye’deki Türk kökenli azınlığa karşı olumsuz bir tutumla kendini hissettirmiştir. (Dağ 2010) 

Yukarıda kısaca özetlenen olaylar, Türkiye ile Suriye ilişkilerinin ilk dönemini oluşturur. Bu dönem, Suriye açısından sürekli gündemde tutulacak ve iki ülke arasındaki yaklaşık yetmiş yıllık ilişkilerin boyutlarını belirleyecek olan, Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile Türkiye’nin başarı sağladığı bir dönem olarak kabul edilebilir. Ne var ki, aynı zamanda sonradan misak-ı milli sınırları içine dahil edilmiş olan Halep’in de kaybedildiği bir dönemdir. Yine 1921 Ankara Antlaşmasıyla Türkmenlere tanınan haklar da Suriye’nin bağımsızlığı kazanması ile ortadan kaldırılmıştır. 

2. Suriye’nin Kurulduğu 1946’Dan 2000 Yılına Kadar Olan Dönemdeki İlişkiler 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye, Türkiye tarafından aynı yılın Haziran ayında tanınmıştır. (Yavuz 2005: 311) Bağımsızlık sonrası dönemde (1946-1970 arası) Suriye, darbeler ve karşı darbelerin yaşandığı istikrarsız bir dönem geçirmiştir. 1963 yılında Arap Sosyalist Baas Partisi darbeyle yönetimi ele geçirmiş, 1966 ve 1970 yıllarında ise parti içi darbeler yaşanmıştır. 1970 yılındaki darbeyi gerçekleştiren dönemin Savunma Bakanı Hafız Esad önce kendini Başbakan ilan etmiş, ardından 1971 yılında düzenlenen ve tek aday olarak katıldığı referandumda Cumhurbaşkanı olmuştur.2 

Bu dönem Türkiye-Suriye ilişkilerinin adeta yok hükmündeki bir dönemidir.3 

Bu dönemde iki ülke ilişkilerinin durağan olması, hatta Suriye tarafının hasmane bir tavır sergilemesi, Türkiye ve Suriye’nin Soğuk Savaş döneminde (1947-1990) ayrı bloklarda yer alması ve Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Suriye’de yarattığı psikolojik travmaya bağlanabilir. Bu durumun yarattığı travma, 2008 yılına kadarki Suriye yönetimlerinin haritalarına Hatay’ı dahil etmeleri şeklinde devlet aklı ve halk gündeminde sürekli olarak diri tutulmaya çalışılmıştır. 

Türkiye-Suriye ilişkilerinde gerginliğe sebep olan bir başka konu da Türkiye’nin 1980’de Güneydoğu Anadolu Projesine başlamasıdır. Türkiye, Fırat Nehri’nin sınır aşan sular hukuku kapsamında değerlendirilmesini isterken Suriye, topraklarından geçen Fırat’ın uluslararası sular kapsamında değerlendirilmesini talep etmiştir. (Yavuz 2005) 

Çeşitli etnik gruplardan oluşan Suriye, bağımsızlığını kazandığı gündenitibaren uluslaşma çabası içine girmiş, dolayısıyla kuruluşundan itibaren etnik gruplar yok sayılmıştır. Türkiye ile olan tarihi ve akrabalık bağları dolayısıyla özellikle Türkmenleri zayıf noktaları olarak gören Suriye yönetimleri, ülke genelindeki Türk soylu nüfusu her yönden baskı altına almıştır. Bu çerçevede Türkçe yayın yasağı getirilmiş, 1950’li yılların sonlarında toprak reformu bahanesiyle Türkmenlerin topraklarının önemli bir kısmı ellerinden alınmıştır. Bu ve benzeri uygulamalarla Suriye hükümetleri bir tarihi hesaplaşma tavrıyla faturayı Türkmenlere ödetmiş oluyordu. Böylesi bir ortamda Türkmenler nüfusları oranında devlet kademelerinde temsil edilememiş; ülkenin siyasi, ticari ve eğitim hayatında gereken düzeyde etkili olamamışlardır. 

Söz konusu dönemde Suriye, sadece Türkmenler üzerinden intikam almakla yetinmemiş, PKK terör örgütüne 1985-1999 yılları arasına yardım ve yataklık da etmiştir (Suriye kontrolündeki Bekaa Vadisi ve Şam’da ikamet). Türkiye’nin 1998 yılında yaptığı sert açıklamalar işe yaramış, terörist lider aynı yılın 9 Ekiminde ülkeden çıkarılmıştır. Bu olayın hemen akabinde 20 Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı ile Suriye PKK kamplarını kapatmıştır. Bu güvenlik antlaşması ile iki ülke arasında 12 yıl kadar sürecek tarihte olmadığı kadar bir yakınlaşmanın kapıları aralanmıştır. 

3. 2000-2011 Yılları Arası İlişkiler (Normalleşme Süreci): Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000’de ölmesi üzerine, o sırada 34 yaşında olan oğlu Beşar Esad’ın Cumhurbaşkanı olabilmesi için Anayasada değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı yaş sınırı 40’tan 34’e indirilmiş ve Beşar Esad 2000 ve 2007’de art arda iki kez Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Beşar Esad’ın iktidara gelmesinden hemen sonra Suriye’de demokratikleşme, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında kısa süren nispi bir iyileşme dönemi yaşanmıştır. “Şam Baharı” olarak adlandırılan bu dönemde, Ulusal İlerici Cephe içinde yer almayan grup ve partilerin kamuya açık toplantılar düzenlemelerine ve farklı görüşler seslendirmelerine imkan tanınmıştır. Ancak, bu dönem 2001 Şubat ayında iki bağımsız milletvekilinin siyasi reformlar talep etmeleri nedeniyle “Anayasayı değiştirmeye teşebbüs suçundan” yargılanarak hapse atılmalarıyla sona ermiştir. Bu tarihten itibaren, Cumhurbaşkanı Esad, Suriye’nin dış politikada karşılaştığı sorunları da ileri sürerek siyasi reformları bir kenara bırakmış ve ekonomik alanda tedrici reformlara yönelmiştir.4 

1998 Adana Mutabakatının hazırladığı zemin üzerinden Beşar Esad’ın 2000-2011 yılları arasındaki döneminde Suriye-Türkiye ilişkileri güvenlik, ticaret, ekonomi, siyaset ve kültür alanlarında dikkate değer bir iyileşme seyrine girmiştir. Ayrıca, Irak’ı işgal sürecinde ABD askerlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına dair 1 Mart (2003) tezkeresinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde reddedilmesi, Irak işgaline karşı olan Şam ile Ankara’nın yakınlaşmasında rol oynamıştır. İki ülke arasında bu dönemdeki yakınlaşma çerçevesinde değerlendirebileceğimiz ilkler 
yahut önemli gelişmelerden bazıları şunlardır: 

- 2000 yılında Gaziantep ile Halep Üniversiteleri arasında yapılan eğitim işbirliği anlaşması gereği Halep Üniversitesinde Türk Dili Öğretimi Merkezi açılarak eğitime başlanmıştır. Yine 2005 yılında Halep Üniversitesi İnsani Bilimler Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmıştır. 
- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 13 Haziran 2000 tarihinde Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmıştır. Hemen ardından Suriye Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, Ankara’yı ziyaret etmiştir. 
- 17 Şubat 2011’de Türkiye-Suriye Teknik ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. 

-Nisan 2003’te Türkiye, Suriye ve İran, bağımsız bir Kürt devletinin engellenmesi konusunda irade beyanı niteliğinde üçlü bir anlaşma imzalamıştır.5 
- 6-8 Ocak 2004 tarihleri arasında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmuştur. 
- Suriye, 13 Ocak 2004’te aldığı kararla Türk sanayicilerine, işadamlarına ve tüccarlarına, Suriye’nin tüm sınır kapılarından vize alma hakkı ve kolaylığı sağlamıştır. 
- 22-23 Aralık 2004’te Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Başbakanı Naci Otri’nin resmi davetlisi olarak Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş; bu ziyaret sırasında Türkiye-Suriye Serbest Ticaret Antlaşması imzalanmıştır. 
- 13-14 Nisan 2005 tarihlerinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Suriye’de resmi temaslarda bulunmuştur. 
- 2006’da Türkiye Devlet Planlama Teşkilatı ve Suriye Arap Cumhuriyeti Planlama Komisyonu, karşılıklı işbirliğinin amaçlandığı Türkiye-Suriye Bölgelerarası İşbirliği Programını hayata geçirmişlerdir. Program çerçevesinde fiziki altyapının iyileştirilmesi, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, ekonomik ortamın iyileştirilmesi gibi ana başlıklarda, turizmden ticarete, eğitimden spora kadar birçok alanda karşılıklı projeler yürütülmüştür. 
-19 Nisan 2007 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı ile Suriye Cumhuriyeti Evkaf Bakanı arasında Süleymaniye Külliyesinin korunmasına dair protokol imzalanmıştır.6 

Bu protokol çerçevesinde 2008 yılında Süleymaniye Külliyesi’nin restorasyonu için anlaşma imzalanmıştır. 

- 2008 yılı içinde Türkiye, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmıştır. 
- 16 Eylül 2009’da Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Başbakan Erdoğan’ın davetlisi olarak Türkiye’yi ziyaret etmiş, bu ziyarette Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması kararlaştırılmış; aynı gün, Türkiye ile Suriye arasında vizeleri kaldıran anlaşma imzalanmıştır. 
- 12–13 Ekim 2009’da Halep ve Gaziantep’te düzenlenen Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda ilişkilerin kurumsal altyapısının inşa edilmesine dair önemli adımlar atılmıştır. 
- Ekim 2010’da Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Suriye Ulusal Petrol Şirketi’nin ortak petrol arama şirketi kurmasına ilişkin protokol kabul edilmiştir. 
- 2009 ve 2010’un Nisan aylarında, iki ülke kara kuvvetleri arasındaki dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için üçer gün süren ortak askeri tatbikatlar yapılmıştır. 
- 6 Şubat 2011 tarihinde Asi Nehri üzerinde kurulacak Dostluk Barajı’nın temelleri atılmış ve bu gün “Türkiye-Suriye dostluk günü” olarak ilan edilmiştir. 

Suriye Devleti’nin bağımsızlığından 1998’deki Adana Mutabakatı’na kadar olan süreçte iki ülke ilişiklerine bakıldığında yaşanan bu gelişmeler baş döndürücü niteliktedir. Bu dönemde, Türkiye-Suriye arasında başta ticaret olmak üzere, kültür, turizm, güvenlik, gümrük, ulaştırma, tarım gibi birçok alanda ortak projelerin gerçekleştirilmesi sağlanmıştır. İlişkilerin bu derece ilerlemesi şüphesiz Türkiye ve Suriye’nin menfaatine olmuştur. Ancak, takip edebildiğimiz kadarıyla, Suriye Türkmenlerinin durumu bu olumlu süreçte gündeme getirilmemiş yahut Türkiye bölgedeki yeni partnerini ürkütmemek adına bu konuyu açmamıştır. Yine de iki ülke arasında normalleşen ilişkilerden Suriye Türkmenleri de dolaylı 
olarak olumlu anlamda etkilenmişlerdir. 

Hayata geçirilememiş olsa da Şam’da yaşayanlar, bir Türkmen kültür merkezi açma çabasına girmişlerdir. İlk olarak Halep Üniversitesinde, daha sonraki yıllarda da diğer şehirlerdeki üniversitelerde Türkçe Öğretim Merkezlerinin açılması Suriye’deki üniversiteli Türkmen öğrencilerde moral ve motivasyon sağlamıştır. Türkiye’den gelen akademisyenler aracılığıyla bir taraftan lisansüstü eğitim için Türkiye’ye gidebilme fırsatları yakalarken, bir taraftan da Türk tarihi ve kültürü ile ilgili yayınları kendi imkanlarıyla Arapçaya çevirip yayınlamaya başlamışlardır. Aynı zamanda Türkiye tarafının akademisyenleri Suriye Türklüğünü adeta yeniden keşfedip tarihi, sosyal ve kültürel hayatlarına dair akademik çalışmalar yapabilmişlerdir. 

İlgili antlaşmalarla ticari, vizelerin kaldırılması ile de turistik hareketliliğin artması Suriye’deki Türkmenlerin Türkiye ile ilişkilerini arttırmıştır. 
Ancak ülke liderleri arasındaki yakın ilişkilerin yaşandığı bir dönem olan bu yıllarda da, Türkiye’nin bilinen bir Türkmen politikası söz konusu değildir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


.

ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 3


ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU  BÖLÜM 3
.



Dünden Bugüne Suriye Türkmenleri 


Mehmet Şandır 

Irak Türkmenleri ve Suriye Türkmenlerinin birlikte düşünüldüğü, konuşulduğu böyle bir toplantıya Suriye Türkmenlerinin sorunlarını konuşmak üzere davet edilmiş olmaktan büyük bir onur duydum. Size hem kendim adına hem de Suriye Türkmenleri adına şükranlarımı sunuyorum. 

Sizler de biliyorsunuz ki Türk dünyasında en az bilinen ve en çok zulmü gören grup Suriye Türkmenleridir. Irak Türkmenleri bizim ağabeyimiz, hocamızdır. Yaşadıkları çileyi, verdikleri mücadeleyi, birikimlerini, örgütlenmelerini Suriye Türkmenleri olarak örnek alıyoruz. Böylece onlarla birlikte bu platformlarda konuşuluyor olmayı Suriye Türkmenlerinin geleceği açısından çok önemli ve değerli görüyorum. 

Suriye’de bugün maalesef bir iç savaş yaşanmaktadır. Hukuki meşruiyetini 
kaybetmiş Esad rejimi var. Kendi halkını düşman gören, acımasızca 
kadın-çocuk demeden kitlece katleden bir zulüm süreci yaşanıyor. Esad 
rejimi Suriye toplumunu, vatanını ve devletini tahrip ediyor. İç savaşların 
yaşandığı yerlerde birlikte yaşama iradesi artık imkansızlaşıyor. 
Suriye’de bundan sonra tüm farklılıkları ile birlikte yaşamak maalesef 
ortadan kalkmıştır. Suriye halkı vatanını bu zalim yönetimden kurtarmak 
için ayağa kalkmış, canını malını ortaya koymuş, bir varlık mücadelesi 
vermeye çalışmıştır. Suriye’de yaşanan bu insanlık dışı, zamanın ruhuna 
uymayan bu vahşetin en büyük mağduru maalesef Türkmenlerdir. Savaş 
Türkmenlerin bölgesinde cereyan etmektedir. Humus’ta, El Darada, 
Halep’te, Bucak bölgesinde yaşanan çatışmaların tamamı Türkmen 
bölgesindedir ve muhatap Türkmenlerdir. Türkmen topraklarını kontrol 
altında tutabilme savaşı verilmektedir. Bunun örneğini Kerkük’te Irak’ta 
sizler yaşadınız, ama şimdi bu konuda hiç hazırlığı olmayan, önceden 
örgütlenme deneyimi olmayan Suriye Türkmenleri o vahşi savaşın muhatapları 
olarak yok edilmeye çalışılmaktadır. 

Suriye’de verilen mücadele bizim için bir vatan müdafaasıdır. Özgürlük 
ve onur mücadelesidir. Hem özgürlüğümüzü kazanacağız hem de Türkmen 
olma onurunu yaşamanın ve gelecek nesillere intikal ettirmenin mücadelesi ni vereceğiz. Kayıplara dair büyük rakamlar var. Rakamlar muhtelif olduğu için ne kadar insan yaşamını kaybetti ne kadarı toprağını boşaltmak zorunda kaldı bunu söylemek mümkün değil. Ama bildiğimiz bir şey var. Ben Suriye Türkmenlerinin yoğun yaşadığı Bayır-Bucak Türkmenlerin denim. Akrabalarım orada yaşıyor. Biraz sonra size hitap edecek olan Suriye Türkmen Meclisi Başkan Yardımcısı Abdurrahman Mustafa, Halep Türkmenlerin dendir. Dolayısıyla buralarda yaşanan vahşeti bizzat ailelerimizin yaşadıklarından aktarıyorum ki, şu anda 
Türkmenlerin ezel ebet yurtları bildikleri toprakları terk etmek zorunda 
kaldılar. 

Irak Türkmenlerinin mücadelesinin önemli bir sonucu o toprakları büyük 
oranda terk etmemeleri olmuştur. Ama bu Suriye’de farklı olmuştur. Suriye’de 
artık iç savaş Türkmenlerin var olma mücadelesini çoktan aşmış, Türkiye ’nin milli güvenlik sorunu haline gelmiştir. Sayın Başbakanın da ifadesiyle Suriye bizim iç meselemizdir derken çok erken söylemesine rağmen doğru söylemiştir. Ama gerekeni yapabildik mi? Buna cevaben müsaade etmediler diyelim. Bu oyunun sahibi olan küresel güçler Suriye’deki Türkmen varlığını toprağıyla ve insanıyla korunmasına müsaade etmediler. Bugün Suriye’de özellikle Halep, Bayır-Bucak, Humus bölgesinde yaşayan Türkmenler topraklarını, köylerini terk edip Türkiye’ye Lübnan’a başka ülkelere sığınmak mecburiyetinde kaldılar. 

Sonuç Türkmenler açısından çok acı bir durumdur. Onun ötesinde Türkiye’nin 
milli güvenliğini, iç birliğini sağlayabilmek ve koruyabilmek açısından çok sıkıntılı bir sonuç ortaya çıkmıştır. Suriye’de yaşanan hadiseleri hangi yönüyle tartışırsak tartışalım esas sonuç Türkiye’nin geleceğinde hem toplumsal birliğini hem de toprak bütünlüğünü koruması açısından bir milli güvenlik problemi haline gelmiştir. 

Suriye’de yaşanan bu hadiselerin bu kadar uzun sürmesinin nedenlerini 
sorgularsanız şu sonucu görürsünüz. Yaşanan bu hadiselere yönelik planı 
Türkiye’yi yönetenlere kabul ettirmeyi amaçlayan hain bir planla karşı 
karşıya kalmamızdır. Suriye’de olaylar başladığından bu yana Türki-
ye’de milli birlik ve beraberliğimiz konusunda verilen tavizler özellikle 
etnik bölücülüğün terör düzleminden siyaset düzlemine taşınmış olması 
geleceğimiz açısından çok önemli bir sonuçtur. Türkiye’nin gücü milli 
birlik içinde olmasından geçmektedir. Türkiye’nin gücü bu topraklarda 
yaşayan insanların tüm farklılıklarına rağmen bir ortak kimlikle yaşamasından 
geçmesidir. Biz birlik olursak Irak Türkmenliği’ni kurtarırız, 
Suriye Türkmenliği’ni kurtarırız. 

Suriye bir devletti ama bu iç savaştan sonra devlet olma özelliğini kaybetmiştir. 
Her yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi küresel güçler yine dünyayı yeniden paylaşmanın planlarını yaptılar ve bunu bizim coğrafyamızda uygulamaya başladılar. Bundan önceki yüzyılın ilk çeyreğinde bizatihi kendileri gelerek bunu uygulamaya çalışmışlardı. 1815 Viyana Kongresi’nde yine Türklerle ilgili Şark meselesini başlatmışlardı. Verdikleri karar, 19. yüzyılın sonuna kadar Türkler Avrupa’dan çıkarılacaktır kararıdır, Şark meselesidir. Gerçekten 1918’e geldiğimizde Balkanlar’da en az dört milyon Türk insanı telef edilerek, toprakları ellerinden alınarak koca Balkan yurdu Tük yurdu olmaktan çıkarıldı. 20.yüzyılın ilk çeyreğinde de bunu bize Sevr Antlaşması ile yaptılar. Sevr Antlaşması 
ile burada egemen, bağımsız bir devlet yaşatabilmek mümkün değildi. 

O günün uygulanamayan iki projesi var: biri Ermenistan diğeri Kürt devleti kurmak. 

Yeni bir yüzyılın ilk çeyreğindeyiz ve Suriye’de, Irak’ta, Türkiye’de yaşanan 
hadiseleri birlikte değerlendirdiğimizde geçen yüzyılda yarım kalmış 
projenin tamamlanmak istendiğini görürüz. Bu sebeple Türkiye’nin bu 
iki komşusunda yaşanan olayları kendi iç meselesi görerek, Türkmenler 
üzerinde sorumluluk hissetmesini çok değerli ve önemli buluyorum. 

Suriye benim konum lakin Irak’la beraber Ürdün’ü de ayrı tutmak doğru 
olmaz. Biliyorsunuz Ürdün’de de çok sayıda Türkmen var. Bakınız bu 
bölgede söylenen Türkmen nüfusu ile ilgili bilgilerin hepsi eksik. Sayın 
bakanım telafi etmeye çalıştı, bir misli daha var dedi. Biz burayı 868 
yılından itibaren yönetiyoruz. 1200 yıla yakın bir süre içinde peki nerede 
kaldı bizim insanımız? Bu açıdan Irak için bahsedilen 800 bin sayısı 
kesinlikle yanlıştır. Ben Suriye’yi biliyorum. Barış zamanlarında, güçlü 
bir Türkiye’nin olduğu bu bölgede yaşayan nüfusun yarısı inanınız ki 
Türkmen’dir. Bakıyorsunuz Meclis Başkanı Mahmut el Abraş’ın kendisi 
Özbek, karısı Türk. Beşar Esad’ın eşi Türk kökenli. Yani Suriye’de barış 
zamanında her yetkili kendini Türklükle ve geçmişte Osmanlı ile bir bağ 
kurabilmek gayretinde olduğunu bizatihi ben gördüm. Sayın Başbakan da 
haklı olduğumu belirtti, Türkiye bu coğrafyaya barış projeleri ile gelirse 
bu insanların hepsi Türk olur. İşin özü budur. 

Değerli arkadaşlar Türkiye’mizin bir yanlışı var. Bu coğrafyanın tamamı 
bizim, bin yılı aşan süredir yönetmişiz. 10 milyonun üzerinde bize 
mensubiyet duyan devasa bir nüfus bulunmaktadır. Mısır’ın bugün dahi 
aristokrasisinin Türk kökenli olduğu söylenmektedir. Suriye’deki Türkmen 
yerleşimini siyasi veya fiziki bir olay olarak değerlendirmekten çok 
ilahi bir olay olarak görmek lazımdır. Maide Suresinin 54. Ayetinde de 
belirtildiği üzere Türk milletine büyük bir ilahi görev bahşedilmiştir. 
Ayetler ve hadisler bunu içermektedir. Bu hadis ve ayetler yorumlandığında 
Türkler ve Türkmenler olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani biz bu coğrafyaya ilahi bir misyonla geldik. 1000’li yıllarda bu bölgeye geldik. 
Ondan sonra Türk asırları başladı, örneğin Selahaddin Eyyubi’nin 
dönemi Türk asrıdır. Kendisi Türk-Arap-Kürt olabilir ama Türk devleti 
içerisinde bir büyük liderdir. 

O günden bu yana bu coğrafyada Türkmenler kendi kanlarını bu ilahi 
görev uğruna akıtmışlar ve bölgeyi yönetmişlerdir. Şimdi 1918’den bu 
yana yeni bir süreç başladı. Bu coğrafya’nın Türk karakterini ortadan 
kaldırma projesi. Yeni bir yüzyılın ilk çeyreğinde biz Suriyeli Türkmenler 
onurumuzu ve gururumuzu kurtarma mücadelesi veriyoruz. 

Ortadoğu bölgesini iyi analiz etmek gerekir. Burası ana kıta dediğimiz 
Avrupa, Asya ve Afrika’nın merkezidir. Bu coğrafya tarihin tüm dönemlerinde 
çok değerli ve önemli olmuştur. Bu coğrafyayı kontrol altında tutmadan hiçbir dönemde, hiçbir devlet küresel güç olamamıştır. Şimdi eski küresel güç merkezleri yeni güç aktörlerine karşı bu coğrafyayı ele geçirebilmek için Müslüman’ı Müslüman’a kırdırtma çabasına girişmişlerdir. 
Büyük Ortadoğu Projesi dediğimiz projenin bu coğrafyanın doğal 
kaynaklarını, jeopolitiğini kontrol altında tutabilmek için küresel güçlerin 
giriştiği mücadele olduğunu bilmeliyiz. Ne yazık ki bu savaş Müslüman 
kanı akıtılarak bizim üzerimizden yapılıyor. Bunu durdurmak mecburiyetindeyiz 
ve bunu durduracak güç de Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. 
Suriye Türkmenleri olarak biz bu mücadelenin en ön safında, bir amaç 
uğruna, kendi topraklarımızı ve köyümüzü korumak adına yer alıyoruz. 
Bin yıldır biz bu topraklarda, burayı vatan bilerek yaşıyoruz. 

Değerli katılımcılar, Halep’i çok konuşuruz, Lazkiye’yi çok konuşuruz 
ama Humus’u az konuşuruz. Humuslu bir Arap yazarın ifadesiyle 
söylüyorum, “Humus sokaklarında bir kişi Türkçe bilmiyorsa, bakınız 
o Humus’lu değildir’’derler. Humus bu açısıyla Halep’ten daha çok 
bir Türkmen şehridir. 800 bine yakın Türkmen yaşamaktadır. O kadar 
stratejik bir yerdedir. 

Ortadoğu karakteri diye Cengiz Çandar’ın bir ifadesi var. Ortadoğu 
kendi coğrafi özelliklerini bir karaktere dönüştürmüştür. Bu coğrafyada 
milletleşmek mümkün değildir. Düşünmeniz açısından söylüyorum, ben 
ilim adamı değilim Araplık bir millet adı değildir. Araplık bir ırk adıdır. 
Osmanlı’nın da burayı milletleştirme gibi bir amacı da olmamıştır. Bu 
coğrafyada farklılıkları birleştirerek birlikte yaşamak planlanmıştır. Eğer 
farklılığınızı yaşatamıyorsanız yok olursunuz. Farklılığın biri dildir. 
Diğer güçler buna önem vermişlerdir. Bakınız Marunilerin arkasında 
Fransızlar, Dürzilerin arkasında İngilizler vardır. Nusayrilerin arkasında 
Ruslar vardır. Bin yıl önce de böyleydi bugün de böyle. Bugün varlığınızı 
devam ettirebilmeniz için farklılığınızı devam ettirmeniz gerekir. Yani 
bunu da bir dış güce dayandırarak devam ettirmelisiniz. Türkiye bu coğrafyada 
Türklerin olduğunun şimdi farkına varıyor. Oradaki Türkmenler 
bin yıllık faturayı ödüyorlar. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti Devletini 
yönetenler, kendi içimizde huzurla yaşayabilmemiz için dışarıdaki 
Türklere ve Türkmenlere sahip çıkmak zorundadırlar. Suriye, Mısır, 
Irak, Ürdün Türklüğü’nü yaşatmak mecburiyetindeyiz. Bu hiç kimseye 
düşmanlık değildir. Tarihimizin hiçbir döneminde biz ırkçılık yapmadık, 
insana Yaradandan ötürü hizmet etmeyi ibadet olarak görmüş bir milletiz. 

Son olarak Suriye Türkmen Meclisinin beyanını okuyarak sözümü bitirmek 
istiyorum. Suriye Türkmen Meclisi 9-10 Mayıs tarihlerinde ikinci milli kongresini yapacak. Yani sizlerin tecrübelerinden faydalanarak biz meseleyi bir milli meclis kurarak çözmeye çalışıyoruz. Büyük Atatürk’ün milli mücadelesini örnek alarak yapmaya çalışıyoruz. Eğer Suriye kurtulacaksa milli mücadele ile kurtulacaktır. Suriyeli Türkmenler varlıklarını kurtaracaklarsa böyle kurtaracaklar diye ümit ediyoruz. 

Suriye Türkmen meclisinin bildirisi uzun bir bildiridir bu yüzden kısaltarak 
okuyacağım. “Suriye Türkmenleri olarak tüm dünyaya haykırıyoruz. 
Suriye vatanımızdır ve bölünmez bir bütündür. Suriye’deki değişim bir 
onur ve özgürlük mücadelesidir. Onur ve özgürlük mücadelemiz bütün 
Suriye vatandaşlarının eşit hak ve özgürlüklerinin garanti altına alındığı, 
demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının egemen olacağı yeni 
bir Suriye Devleti içindir. Savaş hatlarının ön saflarında yer aldığımız 
gibi, yeni Suriye Devleti inşasında da asli kurucu unsur olarak yerimizi 
alacağız ve bunun mücadelesini veriyoruz”. 

Onur ve özgürlük savaşında hayatlarını ortaya koyan tüm şehitlerimizi 
saygıyla ve rahmetle anıyorum. Bizi buraya davet ettiğiniz ve bu imkanı 
verdiğiniz için, ayrıca düzenleyen arkadaşlarıma, kurumlarımıza 
ve dinleyen siz katılımcılara Suriye Türkmenleri adına şükranlarımı 
sunuyorum. Teşekkür ederim efendim. 


Başlangıcından Günümüze Türk Hükümetleri ve Irak Türkleri 

Prof. Dr. Mahir Nakip 

Giriş 


Osmanlı Devletinin yükselişi, Kanuni’den sonra duraklamaya başlamış, bunun doğal bir sonucu olarak gerileme sath-ı mailine girmiştir. Çöküşü ise iki yüzyıl sürmüştür. Bu çöküş her yönüyle sancılı, olaylı ve kanlı olmuştur. Askeri çöküşün en bariz göstergesi olarak üst üste gelen yenilgileri, siyasi çöküşün göstergesi olarak da tutarsız siyasi kararları ve sık sık tekrarlanan Sadrazam azillerini gösterebiliriz. Bu çöküş sadece Anadolu’da değil, bütün Osmanlı topraklarında sancılara sebep olmuştur. Kuzey Afrika yenilgileri, Balkanlar faciası, Şam olayları ve Yemen dramı bu sancıların bir kısmını oluşturur. Özellikle Irak topraklarından çekilmenin sancıları Cumhuriyet dönemine kadar sürmüş 
ve nihayet Lozan Anlaşması’ndan iki sene sonra 1926 yılında Ankara 
Anlaşmasıyla netlik kazanmıştır. Netliğe rağmen bu bölgelerde sancılar 
devam etmiştir. Mesela Bosna-Hersek’te, Kosova’da ve bugün de Irak’ta 
meydana gelen siyasi çalkantılar Osmanlı’nın dağılış sancılarının bir devamı niteliğinde görülebilir. 

Lozan Görüşmeleri sırasında Türk Murahhas Heyeti Başkanı İsmet Paşa 
güçlü delillerle İngiliz Murahhas Heyeti Başkanı Lord Curzon’un karşısına 
çıkmıştır. Türk tarafının argümanlarını iki başlık altında toplamak mümkündür. 

İlki, Musul vilayetinin Himrin Dağlarına kadarki iklim ve coğrafi karakteri, Anadolu’nun bir uzantısı niteliğindedir. İkincisi de bu bölgede yaşayan nüfus, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan nüfusun aynı etnik özelliklerini taşımaktadır. Ancak, mutabakatın sağlanamaması, daha doğrusu güçlü olan İngiliz tarafının daha baskın olması üzerine, Musul 

Meselesi, Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir. Şeyh Sait isyanının 
bu dönemde patlak vermesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin büyük ölçüde 
terhis edilmesi, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten üst düzey subayların emekliye 
ayrılarak siyasete atılmaları ve İngilizlerin siyasi ve askeri olarak daha güçlü ve nüfuzlu olmaları Musul meselesinde Türkiye’nin geri adım atmasına sebep olmuştur. Neticede 1926 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile bugünkü sınırlar belirlenmiştir. 1926 Anlaşmasında Irak’ta yaşayan Türkmenlerin haklarını koruyabilecek ya da onların kendi dillerinde eğitim görmelerini sağlayabilecek hiçbir maddenin bulunmaması, bu anlaşmanın sadece bir sınır anlaşması olmasına bağlanmaktadır. 

Bu çalışmamızda, CHP’den başlayarak (daha çok iktidar ya da iktidar 
ortağı olmuş) Türk siyasi partilerinin Irak Türkleriyle ilgili görüş, beyanat 
ve uygulamalarını gözden geçirmeye, incelemeye ve değerlendirmeye 
çalışacağız. Malzeme olarak da, bu partilerin iktidarları sırasında ya da 
muhalefette oldukları dönemlerde Irak Türkleri konusundaki icraatları, 
aldıkları kararları ve verdikleri demeçleri kullanacağız. Bu çalışmaya 
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ve iktidarını dahil etmedik. Çünkü, bu 
makale kaleme alındığında partinin iktidar süreci devam etmekte olup, 
henüz bitmemiştir. Ayrıca, AKP’nin iktidara gelişinden makalenin yazılış 
tarihi arasındaki süre içerisinden Türkmenlerle ilgili cereyan eden 
gelişmeler o kadar fazla, derin ve önemli ki ayrı bir makale olarak ele 
alınmasını gerekli kılmaktadır. 

1960 Yılına Kadarki Dönem 

Ankara Anlaşmasının imzalandığı tarihe kadar neredeyse her gün Türk 
basınında Musul ya da Kerkük’le ilgili bir haber ya da bir yazı yer alırken, 
Ankara Anlaşmasından sonra bu haber ve yorumlar çıkmamaya ya 
da yapılmamaya başladı. Yani, sansüre tabi tutuldu. Musul ve Kerkük 
konusunda Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Yunus Nadi ve Ahmet Ağaoğlu 
gibi muteber yazarlar hararetli ve hamasetli yazılar yazarken, kalemleri 
artık yazmaz olur. Aslında bu sansür sadece Irak Türkleriyle ilgili haber 
ve yorumları kapsamıyordu. Yasak bütün Türk coğrafyasını kapsayacak 
kadar genişti. Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ile ilgilenmemek 
devrin iktidar partisi olan CHP’nin dış politikasının bir parçası haline 
gelmişti. Atatürk’ün vefatından sonra bu politika, CHP’nin önemli bir 
ilkesi haline gelmiş ve iktidarı Demokrat Partisi’ne devredene kadar katı 
bir şekilde devam etmiştir. Bu tarz-ı siyasete bakarak CHP’nin Türkiye 
dışındaki Türkleri dışladığı anlamı çıkarılmamalıdır. Bunu CHP’nin dış 
Türklerle ilgilenmeyi, o ülkenin içişlerine karışma olarak nitelendirmesinden 
kaynaklandığını söylemek daha doğrudur. Bu politikayı “yurtta 
sulh, cihanda sulh” ilkesinin bir türü ya da bir uzantısı olarak görmek 
yanlış olmaz. Aslında her ne kadar Irak Türkleri, CHP’nin programının 
dışında kalmışsa da, o yıllarda CHP’nin tartışmasız lideri olan İsmet 
İnönü’nün ilgi alanı içinde kalmıştır. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında 
Kerkük’ü işgal eden İngiliz yetkilileri ile anlaşamayan ve Türkiye’ye 
iltica etmek zorunda kalan Salih Neftçi ve aile fertleriyle çok iyi 
ilişkiler kurduğu ve onlardan Kerkük konusunda sürekli bilgiler aldığını 
bilmekteyiz. 

Demokrat Partisi’nin iktidara gelmesiyle Türk dış politikasında değişiklikler 
olduğunu gözlemek mümkündür. Demokrat Parti’nin liberalleşme 
politikası, bir yandan ABD’ye yaklaşmayı getirdi diğer yandan da Avrupa 
ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurulmasını sağladı. Ancak, Sovyetler 
Birliği ile mesafeli politika da gözden kaçmamaktaydı. Buna rağmen 
dış politikada dış Türkler konusunda izlenen politika, CHP zamanınkine 
nazaran çok farklılaşmadı. Özellikle Irak Türkleri konusunda takip edilen 
siyaset 1958 yılına kadar aynı minval üzere devam ettiğini söylemek 
mümkündür. Nitekim 9 Ocak 1955 günü özel bir uçakla Kerkük’e gelen 
devrin Başbakanı Adnan Menderes, petrol şirketinde ikili bir anlaşmayı 
imzaladıktan sonra uçağıyla tekrar Türkiye’ye döner. Kerkük’te hiçbir 
Türkmen’le görüşmez, ayrıca çok az Türkmen’in bu ziyaretten haberi olur. 

Diğer yandan Türk basınında da haber dikkatli bir şekilde verilir. Yani 
basında sansürün devam ettiğini görüyoruz. Mesela, 1956 yılında “Tarih 
Dünyası” adı altında yayınlanan bir derginin Irak’a ayrılan üçüncü sayısında 
12 makale yer almaktadır. Bu makalelerin hiç birisi Türkmenlerle ilgili olmazken, hiçbirisinde de Türkmenlerle ilgili en ufak bir bilgiye rastlanmamaktadır.1 Bu sayıda o devrin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay 1954 yılında Irak’a gerçekleştirdiği gezisini anlatırken Türkmenlerden hiç söz etmemektedir. Ali Genceli adında bir başka yazar ise “ Modern Irak Edebiyatı ” hakkında bilgi verirken 14 Iraklı edipten söz eder. Bu ediplerin çoğunluğu Arap olmakla birlikte, içlerinde Kürt ve Hıristiyanlar bile vardır. Ancak Türk yoktur. Kuşkusuz ki bu bir tesadüf olmayıp, Irak yönetimini rahatsız etmemek için o devirde alınmış bir önlem olarak telakki edilmiştir. 

14 Temmuz 1958 yılında Irak’ta Kral Faysal’ın kanlı bir şekilde devrilmesi, 
Türk hariciyesinin dikkatini çekmiş ve gelişmelerle yakından ilgilenmek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği’nde uzun yıllar eğitim gören Molla Mustafa Barzani, 2 Kremlin’in ve Irak Komünist Partisi’nin desteğiyle Kerkük’ten Süleymaniye şehrine geçer ve burada Kerkük’ün Kürdistan’ın kalbi olduğunu söyler. Bundan ciddi rahatsızlık duyan Türkmenler, şikayetlerini ilgili mercilere iletirler. Kerkük’te bazı üzücü hadiseler olur ve neticede Türkmen asıllı Jandarma Komutanı Albay Hidayet Aslan kalp krizi sonucu vefat eder. Bunun üzerine olaylar büyür ve Türkmenlerle Kürtler arasında meydana gelen ufak tefek hadiseler Türk basınına yansır. Böylece takriben 34 yıl sonra Türk basınında Türkmenlerle ilgili bir habere rastlanır. 

Bunun üzerine Türk Dışişleri Bakanlığı Bağdat’taki Elçiliği vasıtasıyla 
Irak Hükümeti’nden bir açıklama ister; Irak Dışişleri Bakanı Abdulcebbar 
Cömert de Bağdat Büyükelçimiz Behçet Türkmen’i 8 Kasım 1958 günü 
kabul ederek, Kerkük olayları hakkında kendisine izahat verir. Türk Dışişleri 
Bağdat’a bir muhtıra göndererek Irak’ın dikkatini çeker ve olayın Türk-Irak dostluğu çerçevesinde halledilmesini talep eder. General Kasım meselenin önemini idrak ederek Türk Büyükelçisini bizzat kabul eder ve kendisiyle kısa bir görüşme yapar. 

Türkiye’de tahsil görmekte olan Kerküklü öğrenciler ise dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve Başbakan Adnan Menderes’e Türk basınında da yer alan bir telgraf yollarlar. 13 Kasım 1958 günkü Türk gazete lerinde Irak’tan sınır dışı edilen Nizâmettin Neftçi’nin önemli ifşaatları yer alır. Neftçi, ihtilalin ilk günlerinde bazı Türk düşmanlarının Türkleri yok etmek için sinsi bir faaliyete giriştiğini, Irak’ın en seçkin 400 Türk aydının ismini ihtiva eden bir listenin Komünistler tarafından General Kasım’a verilerek, bunların imhasının istendiği, fakat Kerkük İkinci Ordu Komutanı General Nâzım Tabakçalı ’nın sayesinde bu soydaşlarımızın hayatının kurtarıldığını söyler. 

Kerkük olayları hakkında izahat vermek üzere merkeze çağrılmış olan 
Bağdat Büyükelçimiz Fuat Bayramoğlu, Fatin Rüştü Zorlu ile üç görüşme 
yapar. Elçi gerekli talimatı aldıktan sonra Bağdat’a dönerek Türk hükümetinin 
taleplerini Kasım’a bildirir. Büyükelçi, aynı zamanda Başbakan Adnan Menderes’ten Kasım’a bir mesaj da götürmüştür. 

Bu kadar açık emarelere rağmen ne Irak Devleti ne de Türk Hükümeti 
bir tedbir alır. 14 Temmuz 1959 günü Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yılında Kerkük’te olaylar baş gösterir. Kutlamalar sırasında belirsiz bir kurşun patlaması ile Türkmen kahvelerine saldırı düzenlenir ve Komünist Partisi ile işbirliği içerisinde olan Kürdistan Demokratik Partisi militanları planlı bir şekilde Türkmen mahallelerine saldırarak Türkmenlerin ileri gelenlerini tutuklarlar ve 28 Türkmen’i hunharca katlederler. Türk basınında Katliamla ilgili ilk haber 20 Temmuz 1959 günü “ Hürriyet” ve ” Milliyet” Gazetelerinde yer alır. Ertesi gün hemen bütün Türk gazetelerinde manşet katliamla ilgiliydi. Olay birkaç gün manşette kalmıştır. 

Katliam hadisesine bakıldığında anlaşılıyor ki Türkiye; hükümetiyle, 
basını ve radyosu ile ilk günlerde Kerkük Katliamı’nın tam derinine 
inememiş ve yakından takip edememiştir. Nitekim haberler hep dış kaynaklardan alınmıştır. İlk günlerden itibaren Suriye, Mısır ve İngiltere’nin 

Kerkük Katliamı ile daha yakından ilgilendikleri bir gerçektir. 

Katliam haberleri Türkiye’ye 19 Temmuz’da gelmeye başlamıştır. İsviçre’den 
o akşam dönen Dışişleri Bakanı Fâtin Rüştü Zorlu, havaalanından doğruca makamına gitmiş ve Irak’tan gelen resmi haberler üzerinde gece geç saate kadar çalışmıştır. İki gün sonra F. Rüştü Zorlu, Irak’ın Ankara Büyükelçisini kabul ederek kendisinden teminat almıştır. 

Kerkük olayları hakkında izahat vermek üzere merkeze çağrılan Bağdat 
Büyükelçimiz Fuat Bayramoğlu, Fatin Rüştü Zorlu ile görüşür. Büyükelçi, 
gerekli talimatı aldıktan sonra Bağdat’a dönerek Türk hükümetinin 
taleplerini Kasım’a bildirir. Büyükelçi, aynı zamanda Başbakan Adnan 
Menderes’ten Kasım’a bir mesaj da götürür. 25 Temmuz 1959 günü Türk 
Dışişleri şu bildiriyi yayınlar: 

“ Kerkük’te bazı müessir hadiseler vukua geldiği ve bu arada maateessüf otuza yakın Irak vatandaşı soydaşımızın öldüğü malumdur. 

Bağdat Büyükelçimiz vakadan haberdar olur olmaz aldığı talimata imtisalen, Irak Dışişleri Bakanı nezdinde gerekli teşebbüste bulunmuştur. 

Ayrıca geçen Cumartesi günü 11.30’da Dışişleri Bakanımız tarafından kabul edilen Irak’ın Ankara Büyükelçisi de aynı şekilde ifadelerde bulunmuş ve teminat vermiştir. 

Bu müessif hadise karşısında gereken ciddi teşebbüsleri yapmış bulunan hükümetimiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na mugayir olan ve onun tarafın dan mahkum edilmiş bulunan bu hareketin Irak Hükümeti tarafından ifade edildiği veçhiyle önlenip tekerrürüne mani olunabileceğini istemektedir.” 

28 Temmuz 1959 tarihinde General Kasım düzenlediği basın toplantısında Kerkük Katliamı’nı tertipleyenleri şiddetle takbih ederek, bu gibi kimselerin 14 Temmuz günü aynı şeyi Bağdat’ta, Semava’da da yapmak istediklerini bildirmiş, ancak olayların güçlü Irak ordusunun gayretleriyle önlendiğini kaydetmiştir. Kerkük’te Türklere yapılan hareketlerin dünyanın en alçak cinayeti olduğunu, Faşistlerin dahi bu şekilde vahşi hareketlerde bulunmadığını ifade edip, cebinden Kerkük’te hadiseler sırasında çekilen resimleri gazetecilere göstermiştir. 
Bu davranış gösteriyor ki, Türkiye tepki gösterince Irak yetkilileri bunu dikkate almak zorunda kalabiliyorlar. 

1960–1980 Arası… 

Türkiye’de 1960 ihtilali sonrası dönemde Irak Türklerinin durumu yine 
rafa kaldırılır. Bu arada 1963 yılında iktidarı General Kasım’dan kanlı 
bir şekilde ele geçiren Abdüsselam Arif, Türkmenlerin itibarını geri 
verir ve Kerkük Katliamına adı karışan Komünist Kürtlerin bir kısmını 
Kerkük’te halkın önünde idam eder. Türkiye, idamlarla ilgili hiçbir fikir 
beyan etmez. Bu arada Türkmenler Irak’ta varlık göstermeye başlarlar. 
Bağdat’ta Türkmen Kardaşlık Ocağı’nı kurarlar, Kardaşlık adında Türkçe 
ve Arapça bir dergi yayımlamaya başlarlar ve çok sayıda genci yüksek 
tahsil için Türkiye’ye yollarlar. 

Türkiye’de Adalet Partisi’nin kurulmasıyla yeni bir siyasi dönem başlar. 
Süleyman Demirel bu partiye başkan seçildikten sonra, 10 Ekim 1965’de 
yapılan genel seçimlerde partisi, yüzde 53 oy alarak tek başına iktidar 
olur. Hükümeti kuran Demirel 1967 yılında Irak’a resmi bir gezi düzenler. 
22 Ekim 1967 günü Kerkük’ü ziyaret eder ve şehir sokaklarından geçerek 
Türkmen halkını selamlar. Bu olay, Türkmenler arasında müthiş bir 
heyecan yaratır. Kurbanlar kesilir, törenler düzenlenir, hoyrat ve türküler 
yakılır. Aynı yıl devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da Kerkük’e gelir. 
Bu ziyaretlerin neticesinde Türkmenlerin bir süre rahatladıklarını görmek 
mümkündür. Türk basınında tek-tük Irak Türkleri hakkında haber, 
yorum ve incelemeler yayınlanır. Yani, 40 yıla yakın devam eden sansür 
kalkar. Türkiye’de tahsile gelen Türkmen öğrencilere sınırlı miktarda 
burs bile tahsis edilir. 

17 Temmuz 1968 günü kansız bir darbeyle Baas Partisi iktidarı ele geçirir. Ahmet Hasan El-Bekir Cumhurbaşkanı olur. 24.01.1970 günü Irak Devrim 
Komitesi Başkanlığı Türkmenlere kültürel haklarını verir. Bu haklar Türkçe okul açma, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Türkmen Eğitim Müdürlüğü kurma, Türkmen Edebiyatçılar Birliği’ni oluşturma ve Kültür Bakanlığı’na bağlanma, haftalık ve aylık Türkçe yayın yapma ve Kerkük televizyonunda Türkmence programları çoğaltma gibi konuları kapsar. Bir süre sonra, Türkiye’nin Kerkük’te bir kültür merkezi açmasına izin verilir. Türkmenler ve Türkiye tarafından memnuniyetle karşılanan bu hakların verilme sebebi, Birleşmiş Milletlerin 01 Nisan 1960 tarihinde yürürlüğe koyduğu ırk ayrımcılığı konusundaki uluslararası belgeye Irak’ın da imza atmış olmasıdır.3 

Nitekim çok geçmeden bu hakların önemli bir kısmı geri alınır ve açılan okullar kapatılır. 

Bu arada Irak’ta Kerkük’le ilgili önemli bir gelişme meydana gelir. Ekim 1970 tarihinde Baasçı Bağdat yönetimi ile Kürtler arasında varılan anlaşmaya 
göre, Kürt özerk bölgesinin sınırlarını tespit etmek için, plebisite başvurulması gerekiyordu. Kerkük iki kesim arasında ihtilaf konusu idi. 
Bir taraftan Molla Mustafa Barzani Kerkük’ün Erbil yolu üzerindeki Rahimava, Molla Abdullah Tepesi, İskan ve Şorca mahallelerine Kürt yerleştirirken, Baasçılar da Bağdat yolu üzerindeki El-Hürriye, El-Karama, El-Baas ve El-Kudus mahallelerini oluşturarak güneyden binlerce Arap’ı Kerkük’e taşıyordu. Baas-Barzani çekişmesinin yoğunlaştığı bu dönmede, Kerkük’te Türkmenlere iki yönlü baskılar artmaya başladı.4 Türkiye’de kamuoyu bu meseleden haberdar olur Hürriyet ve Milliyet gibi gazeteler, Kerkük’e muhabirler göndererek, Irak Türklerinin içinde bulundukları zor durumu anlatan yazı dizileri yayımlarlar.5 16 Ocak 1971 günü Türkiye’ye gelen Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı General Salih 
Mehdi Ammaş, Türkmenler ve Kerkük konusunda Türk gazetelerinin sorularına muhatap olur. O tarihlerde TRT devletin yegane yayın organı idi. Orada yapılan yorumlar devletin diliyle yapılırdı. 18 Ocak 1971 tarihinde 19.00 haber bülteninde yayımlanan “Günün Yorumu”nda şu cümlelere yer verilir.6 


“... Ancak, iki ülke arasındaki sorunların en önemlisi, Irak’taki Türk topluluğunun durumudur. Irak’ın kuzeyinin etnik bakımdan çok parçalı olması ve bu etnik gruplar arasında çarpışmanın hiç eksik olmaması yüzünden, Kerkük ve dolaylarında yoğun biçimde yerleşik Türk topluluğunun huzuru ve güvenliği zaman zaman tehlikeye düşmektedir. Bu durum, Türkiye için devamlı bir kaygı konusudur...” 

Devrin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, TBMM binası içinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’yü ziyaret eder ve konu hakkında bilgi verir. İnönü, çıkışta Basına şu demeci verir: 7 


  “ Irak’la yakın dış politika münasebetlerimiz, Kerkük Türkleri üzerinedir. Kerkük Türkleri, Irak idaresinin yeni şeklini almasında, bir aralık, bizi çok endişeye düşüren garip bir vaziyet karşısında kalmışlardı. Güya seçim yapıldığı zaman, anadillerinin ne olduğunu seçim belgelerine yazdırmayacaklar, Türk olarak yazdırmayacaklardı. Ya Arap diyecekler ya Kürt’üz diyecekler. Irak’ta, milliyet olarak, asırlardan beri devam eden köklü bir Türk toplumu vardır... ” 

Milliyetçi Hareket Partisi’nin Kuruluşu 

1965 yılında kurulan Milliyetçi Hareket Partisi’nin faaliyete geçmesi 
ve başına Alparslan Türkeş’in gelmesi dış Türkler ve özellikle de Irak 
Türkleri açısından önemli bir gelişmedir. Bu partinin ileri gelenleri dış 
Türkleri ve zaman zaman Irak Türklerini açık bir şekilde dile getirerek 
sınır ötesinde yaşayan mazlum Türkler ve soydaş kavramlarının yerleşmesini 
sağlamıştır. 1970’li yıllarda Türkiye’de tahsil görmekte olan Iraklı 
Türk gençleri kendileriyle ilgilenen bir partinin olmasından memnuniyet 
duyar. Milliyetçi Hareket Partisi’nin gençlik kolları niteliğinde olan 
Ülkü Ocakları, Türkiye’de tahsil görmekte olan Iraklı Türklere kanat 
gerer. Bu partinin ve Ocağın yayın organlarında Türkmenlerin tarihine, 
çektikleri zorluklara, Baas Partisi’nden gördükleri kötü muamelelere 
uzun uzun yer verilir. 

1972 yılından itibaren anarşi ve terör tırmanmaya geçer. Türkiye’de anarşi 
arttıkça özellikle Irak Türklerine karşı ilgisizlik de artar. 1974 yılında 
Cumhurbaşkanı yardımcısı olan Saddam Hüseyin, Türkiye’de tahsil 
gören ve görmekte olan Türkmenleri yakın takibe aldırır. O yıl Adalet, 
Milli Selamet, Cumhuriyetçi Güven ve Milliyetçi Hareket Partileri bir 
araya gelerek Milliyetçi Cephe hükümetini kurarlar. Milliyetçi Hareket 
Partisi’nin bu koalisyonda yer alması, Irak Türklerini memnun eder ve 
ümitlendirir. Devrin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Kerkük’ü ziyaret 
eder ve Türk Cumhurbaşkanını görmek ve selamlamak için şehir halkı 
adeta sokaklara dökülür. Irak Türkleri arasında, Türkiye’de yüksek tahsil 
görmek moda olur. Yüzlerce lise mezunu (Irak’ta okul kazandıkları 
halde) Türkiye’ye akın eder. Okulların ve semtlerin sağ ve sol diye ikiye 
ayrıldığı Türkiye’de Türkmen gençleri sağ cenahta yer alır. Sebep açıktı. 
Sol kanat, ülke olarak Vietnam, Nikaragua, Küba ile ilgilenirken, MHP 
gençliği Kerkük, Kırım, Azerbaycan ile ilgilenince Iraklı Türk gençliği 
normal olarak MHP’li gençliğin yanında yer alır. Türkiye’de olayların 
şiddetlenmesi üzerine iki Kerküklü öğrenci Kayseri’de solcular tarafından 
öldürülür. Ankara’da da birkaç tanesi olaylarda sol kurşunlara hedef 
olur ve yaralanırlar. Bu arada Türkiye’de iç güvenliğin zayıflığından 
yaralanan Irak Büyükelçiliği Kerküklü gençleri yakın takibe alır, olaylara 
karışanları ve Irak aleyhinde faaliyet gösterenleri Irak’a döndüklerinde 
tutuklamaya başlar. 

Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1977 yılında 16 milletvekili çıkararak II. 
Milliyetçi Cephe’ye ortak olması, Irak Türkleri için yeni bir ümit kaynağı 
olur. Çünkü o yıllarda Saddam Cumhurbaşkanı olmuş ve Türkmenlere 
büyük baskılar uygulamaya başlamıştır. Türk Dışişleri Bakanı İhsan Sabri 
Çağlayangil’in Irak’ı ziyaret ettiği sırada Kerkük’ün adını değiştirerek 
El-Tamim yaparlar. Türkmenlerin Kerkük’te gayrimenkul satın almaları 
ve tayin olmaları yasaklanır. Yerlerine binlerce Arap güneyden getirilerek 
yerleştirilir. Türkmenlerin Türkiye’de tahsil görmeleri yasaklanır. 
Kerkük Türkleri haklı olarak Türkiye’nin bu asimilasyon faaliyetine dur 
demesini bekler. Onun için, Milliyetçi Cephe’nin kurulması ve Milliyetçi 
Hareket Partisi’nin de içinde yer alması bir ümit kaynağı olur. Ne I. ve 

II. Milliyetçi Cephe hükümetleri ne de bu koalisyon içinde yer alan MHP 
Kerkük’te olup bitenlere bir çözüm üretebilir. 

1979 yılında Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı Bülent Ecevit 10 ay sürecek 
azınlık hükümetini kurar. Türkiye’de anarşi olayları zirveye tırmanmaya 
başlar. Bu arada bölgede iki önemli gelişme olur. İlki Saddam’ın 
Ahmet Hasan El-Bekir’i iktidardan uzaklaştırması ve Irak’a Cumhurbaşkanı 
olmasıdır. İkincisi de Humeyni’nin İran’da Şah yönetimini kansız 
bir şekilde devirerek, İran İslam Cumhuriyeti’ni kurmasıdır. Saddam 
yönetimi Türkmenlere karşı yeni bir operasyon başlatır. Türkmenlerin 
ileri gelenlerinden önce Prof. Dr. Rıza Demirci’yi sonra da Emekli Albay 
Abdullah Abdurrahman’ı, Doç. Dr. Necdet Koçak’ı ve iş adamı Adil 
Şerif’i tutuklar. Bu isimler Irak Türk toplumunun ileri gelenlerinden 
olup, Irak’ta muteber makamlara gelebilmiş insanlardı. 

Prof. Dr. Rıza Demirci Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirmiş ve 
aynı fakültede 1960’lı yılların başında doktorasını yapmış bir Türkmen 
aydınıdır. Bağdat Ziraat Fakültesi’nin kısa bir süre dekanlığını yapan Demirci, 
merkezi Bağdat’ta olan Türkmen Kardaşlık Ocağı’nın yönetiminde 
görev yapmış ve Kardaşlık Dergisinde yazılar yayımlamış bir Türkmen 
büyüğüydü. Emekli Albay Abdullah Abdurrahman ise 1948 Arap-İsrail 
savaşında görev almış Iraklı bir subay olarak sadece Türkmenler arasında 
değil, Arap toplumu içerisinde de tanınmış bir şahsiyetti. Uzun yıllar 
Türkmen Kardaşlık Ocağı’nın başkanlığını yapmıştı. Çeşitli vesilelerle 
Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel ile münasebetler kurmuştu. Doç. 
Dr. Necdet Koçak ise, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdikten 
sonra aynı fakültede doktorasını tamamlamış ve Irak’a dönerek Bağdat 
Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde bölüm başkanlığı yapmaktaydı. 
Onun önemli bir ayrıcalığı vardı. Kerkük, Bağdat ve Türkiye’de tahsil 
görmekte olan çok sayıda Türkmen gencinin idealist lideri pozisyonundaydı. 
Bu önemli gelişme üzerine Türkiye’de tahsil görmekte olan Türkmen gençlerden bir grup, devrin Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün’ü ziyaret ederek meselenin önemini ve büyüklüğünü anlatırlar. Türkiye’nin ses çıkarmaması halinde bu kişilerin asılacağını vurgularlar. Hiçbir tedbir alınmadan Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti yıkılır ve yerine bu sefer Adalet Partisi Başkanı Süleyman Demirel azınlık hükümetini kurar. 

1979 yılının son aylarında Demirel’in kurduğu azınlık hükümetini Milliyetçi 
Hareket ve Milli Selamet Partileri dışarıdan destekler. 18 Ocak 
1980 günü tutuklanan Türkmenlerin Bağdat’ta asıldıkları haberi gelir. 
Ankara’da tahsil görmekte olan Türkmen öğrenciler Başbakanlığa 
yürürler. Bir grup öğrenciyi Başbakanlık odasına alan Demirel, onları 
sakinleştirmeye çalışır. Gençler, Türkiye tepki göstermediği takdirde bu 
idamların arkasının geleceğini dile getiriler. Ancak basının bu konudaki 
sorularına Demirel, “beni Irak’ta olanlar konusunda konuşturtmayın” 
demekle yetinir. Hükümeti dışarıdan desteklemekte olan MHP, sessiz 
kalmayı tercih ederken bu partinin Erzurum Milletvekili olan Nevzat 
Kösoğlu kendi adına ve gündem dışı söz alarak konuyu Meclis’te dile 
getirir. Hükümetin diğer destekçisi olan MSP’nin Başkanı olan Necmettin 
Erbakan idam olaylarından sonra Mart 1980 tarihinde Irak yönetimi 
tarafından Bağdat’a davet edilir. Dönüşte bir basın toplantısı yapan Er-
bakan, “bir avuç fanatik insan Irak’la aramızı bozmak istiyor. Bu kişiler 
camiden çıkan Müslümanların yüzüne kezzap (asit) döktükleri için idam 
edilmişlerdir” şeklinde bir demeç verir. Bu demeç, Kerkük’te büyük bir 
üzüntüyle karşılanır. 

Anavatan Partisi Dönemi 

1983 yılında ANAP, kahir bir çoğunlukla iktidara geldiğinde Irak-İran 
savaşı 3 yıldan beri devam ediyordu. Türkmen ileri gelenlerinin idamından 
sonra Türkiye’nin sessiz kalması kıyımın boyutunu arttır ve üç koldan tutuklamalar ve idamlar devam eder. 

1. 1960’lı yıllardan itibaren Türkmen Kardaşlık Ocağı yönetiminde 
görev alan bir kısım Türkmen tutuklanır ve bunların da bir kısmı idam edilir. 
2. Türkiye’de tahsil görüp, Irak’a dönenler Baas Partisi’ne girmemişse 
tutuklanır. Bunların da bir kısmı idam edilir. 
3. Şii kökenli olan Türkmenler, İran taraftarı olmakla suçlanırlar. 
Bir kısmı tutuklanır ve idam edilirler. Beşir gibi bazı Şii Türkmen 
köyü ve yerleşim yerleri yerle bir edilir. 
ANAP, iktidara geldiğinde ABD’nin İran karşısında Irak’ı desteklediği 
netleşmişti. Türkiye, iki ülkeye de eşit mesafede durmaya çalışıyordu. 
Trabzon limanı İran’a çalışırken, Mersin limanı da Irak’a giden malların 
boşaltıldığı adres idi. Bunun yanında Türkiye İran’ı, İslam rejimini ihraç 
edebilen potansiyel bir ülke olarak görüyordu. Dolayısıyla İran hakkında 
siyasi olarak müttefiki ABD’den çok farklı düşünmüyordu. 8 

Bunun bir neticesi olarak Irak’ta Şii Türkmenlere reva görülen muameleyi görmezden geldi denilebilir. Ancak, buna karşılık savaştan ya da baskıdan 
kaçan Türkmenlere de kapıyı kapatmadı. Nitekim binlerce Türkmen Türkiye’ye iltica etmeye başladı. Bunların bir kısmı doğrudan Kuzey Irak’tan kaçarken, bir kısmı da İran yoluyla Türkiye’ye sığınanlardı. 

Bilindiği gibi ANAP, içinde Türk sağ ve sol görüşlerinin her tayfını içeriyordu. 
Bunların içerisinde Milliyetçi cenah, Türkmen meselesine sempati ile bakmaktaydı. Başbakan olarak Turgut Özal özellikle Türkiye’de yaşayan 
Türkmenlerle, bu milletvekilleri kanalıyla defalarca görüşmüştür. 
Ancak, Türkiye’nin güçlü bir iktidara sahip olmasına ve Irak’ın savaş 
halinde olmasına rağmen somut bir adım atılmamış, bu konuda Irak’la 
herhangi resmi bir görüşme yapılmamıştır. II. ANAP hükümeti sırasında 
durum çok değişmemiştir. Ancak, İran’ın Kerkük petrol tesislerini sık 
sık bombalaması üzerine batı medyası Türkiye’nin Kerkük’ü işgal edebileceğinden söz etmeye başlar. Bu haberler Türk basınında da geniş yer 
bulur. Bu durum karşısında meclis içi ve dışı muhalefet askeri müdahale 
haberleri konusunda eleştirilerini hükümete yöneltirken, hükümet bu konuda yorum yapmamayı tercih eder. 

Özal Cumhurbaşkanı olurken, iki önemli gelişme aynı anda vuku buluyordu. 
İlki ve çok önemlisi Sovyetler Birliğinin çökmesi ve beş bağımsız 
Türk Cumhuriyetinin ortaya çıkmasıdır. 

Bu gelişme III. ANAP Hükümetine ve Cumhurbaşkanlığı makamına çıkmış Özal için değişik bir imkan ve beklenmedik bir fırsat idi. Kısa bir bocalamadan sonra 
bu cumhuriyetleri ilk tanıyan ve bu yeni devletlerle ilk ilişkileri kuran ülke Türkiye olmuştur. Türkiye artık Sovyetler Birliği fobisini yenmişti. 
Böylece Türkiye, Sovyetler korkusu olmadan dış Türklerden söz etme 
fırsatını yakalamıştı. İkincisi de Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesiydi. 
Bu işgal ABD’nin atak bir politika izleyerek bu fiili duruma müdahale 
etmesini gerektiriyordu. ABD’nin bölgede en çok güvendiği ülke Suudi 
Arabistan ile Türkiye idi. Nitekim ABD diğer müttefikleri ile Suudi 
Arabistan’dan işgal altındaki Kuveyt’i Irak ordusundan temizlemeye 
girmek isterken, Özal da Türk Silahlı Kuvvetlerine “ Kuzey Irak’a gir ” 
talimatını veriyordu. 

Özal, açıkça söylüyordu: “ Bir koyup Beş alacağız.” Ancak devrin Genelkurmay Başkanı Toruntay istifa edince Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu konuda istekli ya da en azından hazır olmadığını gösteriyordu. Bütün bu senaryoların içinde Irak Türklerine Türkiye tarafından biçilen pay çok cüzi idi. Esas tema “ABD ile birlikte hareket etme” düşüncesiydi. Nitekim 1990 kışında ABD, Irak uçaklarına uçma 
yasağı getirince bu fırsatı ganimet bilen Peşmergeler, Kerkük’ü işgal ettiler. Nüfus ve Tapu Dairelerini yağmaladılar.9 

Baas Partisi’nin şehirde kalan ileri gelenlerini öldürdüler. Türkiye’nin bu işgale ses çıkarmaması, Kerkük konusunda ABD ile mutabık olduğu izlenimini veriyordu. Ancak öyle olmadı. Özal, baba Bush ile görüşmeden döndükten 2-3 gün sonra Irak hava kuvvetlerine uçuş serbestisi verildi. Irak uçakları Kerkük, 
Erbil ve Süleymaniye’ye bomba yağdırmaya başladı. Yüz binlerce Kürt ve Türkmen bir anda Türkiye ve İran’a akın etti. Böylece bir koyup beş 
alınacağına, bir koyup beş verildi. Artık yeni bir dönem başlıyordu. 36. Paralel’in üstü Güvenlik Bölgesi olarak Birleşmiş Milletler tarafından kabul ediliyordu. Musul, bu Paralelin üstünde olduğu halde Güvenlik Bölgesine dahil edilmezken, Süleymaniye bu Paralelin altında olduğu halde Güvenlik Bölgesine dahil ediliyordu. Başka bir ifadeyle, Türkmenler Saddam’ın insafına terk edilirken, Kürtler 13 yıl devam edecek ve onları bugünkü avantajlı duruma taşıyacak bir Güvenlik Bölgesinde ve Çekiç Gücün himayesinde yaşama fırsatı veriliyordu. 

Bu arada 18 Mart 1991 günü Irak Kuvvetleri Türkmen Altunköprü şehrinde Halepçe’yi aratmayacak bir katliamda 100 civarında Türkmen’i öldürür. Bu katliamı Türk Hükümeti duymaz ve tepki koymaz. 1990’lı yıllar boyunca Erbil’de serbest siyaset yürüten Türkmenlerin parti merkezleri özellikle Barzani Peşmergeleri tarafından basılır ve birkaç Türkmen şehit edilir. Bunlar da Ankara Hükümetleri tarafından kale alınmaz. 

Erbil’de yaşayan birkaç yüz bin Türkmen, güvenlik bölgesi uygulaması nimetinden kısmi olarak yararlanabilirken, Telafer, Altunköprü, Kerkük 
ve Tuzhurmatu gibi Türkmenlerin çoğunlukta yaşadığı şehirlerde 13 yıl sürecek katı bir iktisadi ambargonun masum kurbanları olacaktır. 

Türkmenlerin İlk Siyasi Partileri 

Türkiye’nin Türkmenlere en büyük katkısı, Türkmenlerin ilk legal siyasi 
partileri olan Irak Milli Türkmen Partisi (IMTP)’nin Türkiye’de kurulmasına 
izin vermesidir. Çünkü Irak’ın hiçbir siyasi iktidarı Türkmenlere kendi topraklarında siyasi parti kurma imkanı vermemiştir. Türkiye’de kurulan bu ilk parti, Türkmenlerin açık siyaset yapma tecrübelerini arttırmıştır. Aslında Türkmenler 1960-1977 yılları arasında kapalı olarak siyasi faaliyetlerini Türkmen Kardaşlık Ocağı çatısı altında sürdürmeye çalışmışlardı. Ancak bu uygulama, onlara ciddi bir siyasi birikim kazandırmamıştı. 
Irak Milli Türkmen Partisi’nin kurulmasından sonra iktidar 
ya da muhalefetteki bütün Türk Partileri, Türkmenleri temsil eden bu 
partiyi muhatap kabul etmiş ve yöneticileri ile bir araya gelmiştir. Nitekim 
Özal Cumhurbaşkanı iken, ilk defa olarak Barzani ve Talabani ile 
görüştüğünde Irak Milli Türkmen Partisi (IMTP)’nin o zamanki başkanı 
olan Dr. Muzaffer Arslan’ı sağına ve Kürt liderleri Talabani ve Barzani’yi 
soluna oturtarak basının önüne çıkmıştı. 1993 yılında Özal’ın vefat 
ettiği gün, Türkmenler Ankara’da bu partilerinin ilk legal kurultayını yapıyordu. 

Özal’ın vefatından sonra Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olması ve 
Refahyol Hükümetinin kurulması yeni bir siyasi sürecin başlangıcıydı. 
IMTP, çabuk çözülmeye başladı ve arkasından birkaç Türkmen siyasi 
kuruluşu meydana geldi. Türkmenlerin sembolü niteliğinde olan eski 
YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın gayretleriyle bu oluşumlar 
bir çatı altında birleştirildi ve 1994 yılında Irak Türkmen Cephesi kuruldu. 
Cephe yönetimi, Refahyol Hükümetinin Doğru Yol kanadı ile daha 
iyi anlaşıyordu. Bunun birkaç sebebi vardı. En önemlisi kabinede dış 
Türklerden sorumlu Bakanın, Türkçülüğü ve Türkmenlere yakınlığı ile 
tanınan Ayvaz Gökdemir’in ve Dışişleri Bakanı’nın bizzat Tansu Çiller’in 
olmasıdır. Yoksa hükümette Başbakan olan Necmettin Erbakan’ın Irak 
Türkleri konusundaki tavrı 1970’li yıllardan beri belliydi. 

1995 yılının Ağustos ayında Barzani, Saddam’la anlaşarak Irak askerlerini 
Erbil’e sokar ve Talabani’nin Erbil’den kovulmasını sağlar. Bu arada Türkmenler de ciddi zarar görürler. Irak Türkmen Cephesi’nin binası yakılır ve 10 civarında Türkmen tutuklanarak Bağdat’a götürülür. Cephe’nin açtığı Türkçe okullar tahrip edilir ve öğretmenlerinin çoğu Türkiye’ye iltica ederler. ABD’ye Clinton’la görüşmeye giden Çiller, Türkmenlerin sahibinin Türkiye olduğunu söyler. Kapatılan Türkmen okullarının tekrar açılması için DYP Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir gereken yardımları sağlar. 

Ara Tespit... 

Türk Ocakları Genel Merkezi 20 Şubat 1999 günü Türk Dil Kurumu 
salonunda “Irak Türklüğünün Dünü, Bugünü ve Yarını” başlığı altında 
bir panel düzenlemiştir. Panelin amacı o tarihte siyasi sahada faaliyet 
gösteren Türk partilerinin Türkmenler konusundaki görüş ve fikirlerini 
ortaya koymaktı. Panele sadece ANAP, MHP, DYP ve BBP temsilci 
göndermiştir. O tarihlerde Türk siyasi sahasında DSP, CHP ve Fazilet 
Partisi de bulunmaktaydı. Ancak davet edildikleri halde panele katılmamışlardır. 
Bu partiler, toplantı Türk Ocakları tarafından düzenlendiği için 
katılmamış olabilirler. Ama böyle olsa bile bir temsilcinin bu konuda bir 
açıklama yapması beklenirdi. Katılması beklenen temsilcilerin Türkmenler 
lehine konuşma yapmaları şart değildi. Önemli olan yıllardır belirsiz 
kalmış bir dış mesele ile ilgili partilerin görüşlerinin ortaya konulmasıydı. 
İlk defa bütün siyasi partiler, Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir dış 
mesele konusunda görüş sergileyeceklerdi. Panele katılan milletvekilleri 
ise Irak Türkleri meselelerine daha çok bireysel yakınlıkları ile tanınan 
kişilerdi. Nitekim konuşan milletvekilleri partilerinin bu konudaki siyasetinden 
çok, kendi kişisel hatıralarını ve Irak Türkleriyle ilgili tecrübe ve bilgi birikimlerini aktarmışlardır. Ezcümle Türkiye’de ilk defa mevcut parti temsilcileri bir araya gelerek Irak Türkleri meselesi konusunda bir panele katılmışlardır. Ancak ortaya çıkan gerçek şudur ki hiçbir partinin bu konuda ciddi bir politikası, yazılı bir planı ya da bilgi birikimi mevcut değildir. Partilerin bu konudaki bilgi birikimi milletvekillerinin şahsi bilgi birikiminden ibaret kalmaktadır. 

Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi 

Türk Hükümetleri 1926 yılından bu yana Türkmenler hakkında bir şey yapma fırsatını birkaç defa elde etmişler ancak dişe dokunur bir kazanım elde edememişlerdir. İlki 1959 Kerkük Katliamı, ikincisi 1990 Kuveyt’in işgali neticesinde Kuzey Irak’ta doğan kargaşa sırasında üçüncüsü de 1 Mart 2003 günü TBMM’de ABD Kuvvetleri ile Irak’a girme Tezkeresi’nin reddedilmesi sürecinde olmuştur. Tezkerenin reddedilmesinin Türkiye’ye ve Türkmenlere aynı anda zararı dokunmuştur. 

A. Türkiye’ye Faturası 

a. Türkiye’nin Irak’ın yeniden şekillenmesinde temel olacak siyasi süreçten dışlanması, 
b. Türkiye’nin yerine Barzani ve Talabani’nin ikame edilmesi 
c. PKK’nın Kuzey Irak’ta oluşacak resmen federatif ama fiilen konfederatif, Kürt yönetiminin himayesinde büyük güç kazanması, 
d. Türkiye’nin Arap ve Türkmen bölgeleriyle bağlantısının kesilmesi 
e. İran ve İsrail’in bölgede güçlenmesi 

B. Türkmenlere Faturası 

a. Türkmenlerin siyasi süreçten 2009 yılına kadar dışlanması 
b. Kerkük’ün fiilen Kürtlere bırakılması, (2003 yılında Kerkük’te Kürt nüfusu %30 civarında iken nüfus kaydırmaları neticesinde bugün %75’e yükselmiştir), 
c. 2011 yılına kadar haklarından mahrum bırakılması 
d. Türkmenler arasında Sünni-Şii ayrımcılığın başlaması 
e. Türkmenlerin bölgesiz kalması 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***