GÖÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÖÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2021 Pazartesi

ANADOLUDA BUGÜN

ANADOLUDA BUGÜN





Prof.Dr.Sait Yılmaz 

23 Ağustos 2019 

Yaklaşık altmış yaşlarındaki köylü kıyafetleri içindeki kadın, kızı ile birlikte bahçede kahvaltı yapıyor. Sonra kızı kahvaltıyı kaldırırken kadın, bahçeyi eşelemeye başlıyor. Biz onu karşı evden izlerken, birlikte çay içtiğimiz komşusu anlatıyor. Kadın aslında emekli banka müdürü ve büyük şehirden gelip, burada bahçeli bir ev almış. Kızı, büyük şehirde çalışıyor ama tatil için yanına gelmiş. Emekli geliri olan kadın, 600 kadar ceviz ağacı satın almış, ayrıca arıcılık da yapıyor. Ürünlerini pazarda satıyor. 

Birkaç gündür memleketim olan Yalvaç‟tayım, dostları dinlerken ortaya faydalı bir 
saha çalışması çıkıyor. Buraya makale yazmak için gelmedim ama çocukluğumun kahveci çırağı olarak geçtiği cennet Yalvaç ile özel bir gönül bağım var. Çalıştığım yaşlı kahvesinde dinlediklerim hayatıma yön verdi, Anadolu insanını tanıdım. Yalvaç, 21 bin 400 nüfuslu ve bir türlü büyüyemeyen, sürekli göç veren ve göç alan bir şehir. Bu ilçemizde yaşanan değişim aslında son 20 yılda Anadolu‟da neler olduğunun da tam bir portresi. 
„Anadolu‟da yaşamak zor‟ diye düşünüyor olabilirsiniz ama şehir-kasaba halkı için hayat zor değil, çünkü çalışmadan yaşamak için herkes bir yolunu bulmuş. Kimse üretime katkıda bulunacak bir işte çalışmıyor, ne de büyük projeler peşinde. “Acı Çeken Türkiye” başlıklı makalemde Türkiye‟nin sosyo-ekonomik olarak üç bölgeye ayrılmakta olduğunu anlatmıştım. Bu makalede, ikinci bölgeye yani Anadolu‟nun içlerinde yaşayan halkımızın yaşadıklarına değinmeye, onlara dokunmaya çalışacağız. 

 Üretim bitmiş?.. 

 Önce ekonomi boyutu ile yaşananları anlatmaya başlayalım. Eskiden yani bundan 20 sene öncesine kadar Anadolu‟da insanların üç tür gelir kaynağı vardı; 
- Tarım, 
- Hayvancılık ve 
- Zanaat (dericilik, kiremitçilik, keçecilik vb.). 
Bunların hepsi artık bitmiş yani yapılmıyor, yapılan da çok az ya da neredeyse hobi gibi görülüyor. Ortada esnaf var yani bakkal, fotoğrafçı, kasap vb. ama onlar zaten hiçbir zaman geçimlik gelir kaynağı olmaktan öte birer iş alanı olarak görülmedi. Caddeleri her yerde olduğu gibi artık cep telefonu bayileri-teknik servisleri, çiğ köfteciler, börekçiler sarmış. Tabii bir de çok bilindik düşük seviyeli sözde süper market zincirlerinin şubeleri. 

Şehrin kendine has güzelim yeşil görüntüsü ve o eski dükkânları kaybolmuş. 
 Köylü artık tarımla uğraşmıyor, yemyeşil tarlalarda yabani otlar ağaç gibi olmuş. 
Yalvaç‟ın en yeşil köyü olan Hisarardı‟nda Almanya‟dan ya da yazlığa gelen birkaç aile hobi olarak elma ya da salatalık yetiştiriyor. Hisarardı Köyü‟nde bulunan 10 bin dönüm çok verimli tarım alanının üç bin dönümü şimdiden yabancılara satılmış, yeşil alana yazlık ev yapsın diye. Şehrin oksijen ve su deposu olan Hisarardı‟nın yeşil alanları inşaatlara açılarak, şehrin geleceği de yok ediliyor. Üstelik madencilere saha açma illeti ve baraja su toplama merakı Hisarardı‟nın yeşil alanını her an yok edebilir. 
 Peki, neden tarımla uğraşmaktan vazgeçilmiş? Çünkü çok zahmetli ve elde ettiğin kazanç, masrafını karşılamıyor, emeğine değmiyor. Tohum ve mazot pahalı, traktör almaya yetecek paraları yok, üstelik tarlayı sürecek hayvan da yok. Diyelim ki üretim yaptınız, ürettiğiniz domates ya da salatalık bir hafta, hatta birkaç gün içinde satılmazsa çürüyor ve elinizde kalıyor. Bunu (soğuk hava deposunda) depolayacak ve pazarlayacak, üstelik rekabet edecek bir sisteme ihtiyaç var; Yalvaç‟ta bu yok. 

 Sadece birkaç köy üretim yapmak için direniyor. Çetince köyünde seracılık yapılıyor. 

Bundan 10 yıl önce Antalya‟ya çalışmak için gidenler seralarda iş bulmuşlar ve dönenler Çetince köyünde seracılığı başlatmışlar. Organik olan eski tohum ilaç ister, ama organik ürünler piyasada rekabet edemiyor. Hazırcılığa gidip dışarıdan gelen yeni tohum aldığınızda hastalık az, verim fazla ama fiyat yüksek. 
Şehir, tarım ve hayvancılığa oldukça müsait, cennetten bir köşe ama Yalvaç‟ta 
bulunan tarım alanlarının %80‟i el değiştirmiş. Köylerde bankalara borçlananların tarlalarına el konulmuş onlar da çareyi şehre gitmekte bulmuş. Köyden gelmişler ama şehre uyum sağlamak yerine şehri köylüleştiriyorlar. Zanaatkâr ve esnaf olan şehirlinin büyük bölümü ise çoktan kaçmış. Kalan yaşlıların deyimi ile şehri köyden gelen işe yaramaz insanlar doldurmuş. 
 Öte yandan mevcut tarım alanları miras yolu ile bölüne bölüne öyle parçalara ayrılmış ki, tarım yapmak akıl karı değil. Örneğin bir zamanlar Sait dedemden kalan büyük tarla önce altı çocuğuna, sonra da onların 4-5‟er çocuğuna bölünmüş durumda ve tabii bu paylaşım kolay yapılamadığı için diğer tarlalar gibi başıboş bekliyor. 
 Tarlaların küçülmesinin bir önemli sonucu da Traktör kullanımını verimsiz hale 
getirmesi. Bir yılda 240 gün çalışması gereken traktör ancak 90 gün işe yarıyor. 

Tarıma zarar veren diğer bir faktör ise domuzlarla mücadelede başarılı olmanın zorluğu olmuş. Tüm ürünü talan etmeleri çiftçiyi bıktırmış. 
Hayvancılık bitmiş denecek kadar az. Besicilik zor ve zahmetli bir iş ve bunu ancak bazı özel çiftlikler yapabiliyor. Duyduklarımızın çoğu iflas etmiş. Maliyetler (yem, aşı, veteriner vb.) çok yüksek. Hayvancılıkla uğraşanlar maliyetleri azaltmak için örgütlenmek zorunda. Yem ihtiyacının dışarıdan temini yerine yerinde üretilmesi bir çare olabilir. Küçük çiftliklerin aşı, veteriner gibi ihtiyaçları için ise bir ortak kullanım havuzu düşünülebilir. 

Göç, bitmek bilmez Göç.. 

On yıl önce 33 bin nüfusu olan Yalvaç‟ın merkez nüfusu bugün 21 bine düşmüş. 
Bunun 10 bini köyden göç edenler. Köylü kazanmayınca ve „köylüyü köyde tutacak‟ bir devlet politikamız olmayınca şehre ya da kasabaya gelmişler. Yalvaç nüfusu bir yandan sürekli iş bulmak için dışarı gidenlerle nüfus kaybederken, köyden gelenler mevcut nüfusun %45-50‟sine ulaşmışlar. Şehirde gezinenler köyden gelen gençler. Şehrin gerçek oturanlarının yerini köyden gelenler almış, kalanlar yaşlılar. Tarihinde hiç dış göç almayan Yalvaç Suriyeli ve Afganlılardan nasibini almış, sayıları bin kadar. 
Gerçek esnafı bitiren, isimlerini çok duyduğumuz büyük marketler olmuş. Kredi kartı ile yani borçlanarak ödeme kolaylığı marketleri tercih edilir hale getirmiş. 50-60 bin TL yatırım yaparak bir dükkân açan kişi, beş-altı ay sonra dükkânını kapatmak zorunda kalıyor. 

Bunun başlıca nedeni ticaret azlığı kadar, eğer bir dükkân biraz iş yaparsa hemen yanına aynı işi yapan başka dükkânların kurulması yani halkın deyimi ile „ortakçı çıkması‟. 
Her dört evden biri dolu, üçü boş. Bunlar da emekliler ve yurt dışında işçi olarak 
çalışanlar. Özetle, köylümüz tarlada, kırda, ovada çok yıprandı; yol yok, su yok, banyo yok, ürettiğinin getirisi yok. „Şehirde dört duvar arasında yaşayayım, yeter ki elim toprağa değmesin’ diyecek hale gelmiş. 

Çünkü şehirde yaşamak kolay; gezecek-dolaşacak yer yok, ulaşım masrafı yok, 
erzakını ve yakacağının bir kısmını bahçesinden karşılıyor. Biraz okumuş insan ise masabaşı iş istiyor, üretim sektöründe çalışmak istemiyor. Köyler büyük ölçüde boşalmaya başlayınca sağlık ocakları ve okullar da kapanmaya başlamış ve bu şehre göçü daha da hızlandırmış. 

Tabii iyi haberler de var. Örneğin bugünlerde doğal gazın şehirde dağıtımına 
başlanması. Hemen herkes evine doğal gaz bağlatmak ve proje için birilerine para ödemek telaşında. Böylece artık odun-kömür yakmadan ısınabilecek ve bu yüzden pek çok emekli artık memleketine dönmeyi tercih edebilecek. 
Ancak, ev fiyatları çok pahalı, hatta İstanbul‟dan bile pahalı; şehir merkezinde sıradan evler 400-500 bin TL civarında. Bu fiyatları verenler ise yurt dışında yaşayan Yalvaçlılar. En çok Yalvaçlı İstanbul‟da yaşıyor. İlk göç İstanbul‟a yapılmaya başlanmış, onu Ankara izlemişti. Bugünlerde ise göç için Antalya revaçta. 

Şehir yazları gelenlerle doluyor. Almanya ve Fransa gibi yerlerden memleket hasreti ile gelen yaklaşık 50 bin Yalvaçlı yaz döneminde birkaç ay şehre canlılık veriyor. Ancak, şehre yatırım yapacak kadar çok kazanmıyorlar. Hayalleri yeşillik bir yerde ev alıp, yazın bahçe ile uğraşmak, öyle de yapıyorlar. 

İnsanlar Nasıl geçiniyor? 

Tarım ve hayvancılık dışındaki gelir kaynağı olan, geleneksel birçok zanaat ölmek 
tarihe karışmış, geride resimler ve hatıralar kalmış. Tekstil, halıcılık, kaynakçılık, bakırcılık, kiremitçilik Yalvaç‟ta bir zamanlar çok revaçta idi ama bitmiş. 21 bin kişilik nüfusun yerlisi olan 10 bin kişi, zaman içinde birbiri ile evlene evlene nerede ise tamamen akraba olmuş. 

Dolayısı ile şehir ekonomisi büyük ölçüde kişisel ilişkilere bağlı gelmiş. Esnafın %80‟i de bu işi hobi olarak yapan emekliler. 

Peki, insanlar nasıl geçiniyor? Çalışmadan geçinmenin yolunu bulmuşlar. Öncelikle köyden gelenlere komşuları yardım ediyor. Ama asıl gelir kaynakları eski ifadesi ile FakFukFon yani Fakir-Fukara Fonu‟ndan dağıtılan paralar. FakFukFon‟dan yararlanan %30 kesim, büyük ölçüde köylerden gelenler. Devlet, köyünde tarlasını ipotek sonucu bankaya kaptırıp, şehre göç etmek zorunda kalan köylü isyanını böylece önlemiş. 
Özetle, aileden biri mutlaka devletten bir yerden maaş alıyor ya da emekli geliri var. 
Bahçeden erzakını karşılıyor ama parsını öncelikle içkiye harcıyor. Gezip-görmenin tadını bilmediği için daha çok kazanmayı ve bunun için çalışmayı istemiyor. Ailenin gençleri ise anne-babanın sırtından geçinirken, bahçeye bile gitmiyor. 
Köylünün elinden tarlası gitmiş ve borçsuz köylü yok. Fukara fonundan karı-kocanın her biri 700 TL aldığından Yalvaç şartlarında 1400 TL ile idare edebiliyorlar. Aslında bu yardım, 65 yaş ve üstü için planlamış ama Belediye Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ve muhtarlar yardım işini ayarlıyor. Yardım alacak üzerinde mal mülk göstermiyor. Kahvelerde oturanların %40-45‟i bu şekilde geçiniyorlar. 
Yaşlıların yastık-altı dediğimiz paraları var ama değerlendirilmiyor, ya gerçekten 
yastık altında ya da bankada yatıyor. Biraz parası olan ev alıyor ve kiraya vererek, kendine rant kapısı açıyor. İş yok, ekonomi yok ama herkes para biriktiriyor, parayı bu kesim saklıyor çünkü parasız kalmaktan korkuyor, kullanmıyor. 
Parası olan şehrine yatırım yapmıyor çünkü gelecek görmüyor. Geleceği yakın büyük şehir olan Antalya‟da görüyor. Evini oradan alıyor, çocuğunu okumak ve iş için oraya gönderiyor. Bu yüzden Antalya, son yıllarda özellikle Isparta, Burdur ve Karaman‟dan aldığı göçlerle çok kozmopolit bir vilayet haline geldi. 
Kahvelerde en revaçta sohbet konusu ise define arama. Bu, bir tür hayal tacirliği. Önce birisi elinde bir harita olduğunu ve beraber yaparlarsa çok zengin olacaklarını söylüyor. 
Adaylara sözde define haritasının fotokopi olan bir parçasını gösteriyor. Sonra diğer kişilerle birlikte 50-60 bin TL bir araya getirip, define kazmaya başlıyorlar. 
Birilerinin bulduğu bazı eski paraların hiçbir değerinin olmadığı anlaşılıyor. 
Anadolu‟daki tarihi eser kaçakçılığının arkasında aldatılan insanların değil, kilit konumda olan müze müdürlerinin olduğunu öğreniyoruz. Çünkü ne bulunursa ilk iş değerini öğrenmek için müze müdürüne danışmak oluyormuş. 

Kültürel bozulma.. 

İnsanlar ellerindeki kredi kartları ile borçlarını idare ederek yaşıyorlar. İpotek altındaki mal ve mülklerini kaybetmeleri de yakındır. Ekonomi olmayınca bundan aile düzeni de zarar görüyor. Türkiye‟nin en huzurlu 6‟ıncı şehri olan Yalvaç, son yıllarda aile cinayetleri ile anılıyor. Boşanmalar arttı. Bunun altında yatan asıl faktörün ekonomi yani geçim şartları. 

Erkek, evin ihtiyaçlarını karşılayamayınca, ekmeğin yanında pişirecek bir şeyler de alıp gelemeyince bir süre sonra kadın evden kendi anne-babasının yanında dönüyor. Erkek, bir süre içki ve hovardalıkla zaman geçiriyor. Sonra eşini evini döndürmek istediğinde ise geç oluyor. Bu durum, gözü dönmüş erkeğin cinayet işlemesine kadar varabiliyor. Pek çok evlilik sallantıda ve bu aşamalarda psikolog desteği gerekiyor. 
Sinemalar, kültür merkezleri kapanmış. Şehir kültürü yozlaşmış, insanlar çağdaş 
hayata değil, yoz eğlence kültürüne ve tüketici teknolojiye sarılmış. Atatürk‟ün kurduğu Halk Eğitim Merkezleri ya da Köy Enstitüleri gibi modernleşme araçları yok. Halkın televizyon dışında iki eğlencesi yaz aylarında yapılan festivaller ve konserler. 

Festivaller sözde yerli üretimi desteklemek için düzenlenir ama Yalvaç‟ta dışarıdan gelenler kendi ürünlerini satıyor yani şehrin kendi halkına gelir kaynağı olarak bir faydası yok. Sanatçı konserleri ise Anadolu‟da genellikle halkın kısıtlı parasına göz diken ve sonu gelmeyen diğer bir sektör. Yalvaç‟ta konserler halka bedava çünkü belediyeler tarafından ödeniyor. Tabii ki bu halkın vergileri ile toplanana para. 
Şehrin sakini olan yaşlılar ise kahvelerde bekliyor, tavla-okey oynuyor, gelen geçeni seyrediyor, sohbet edecek birini arıyor, camiye gidiyor, ikindi sonrası eve gidip-biraz uyuyup, akşam yemekten sonra soluğu gene kahvede alıyor. Şehirde 118 kahve var. Bunların önemli bir kısmında kumar oynanıyor. İnsanlar kredi ile aldığı parayı kumar yolu ile ödemeyi hayal ediyor. Kumar ve eğlenceye düşkünlük, parasızlık ile birleşince yakın zamanda hırsızlık ve fuhuş gibi suçların da kapısı çalınabilir. Şehirde uyuşturucu satışı da önemli bir suç sektörü haline gelmiş. 

Toplumsal hayat çıkmazda.. 

Biraz eğitimli kadınların beklentileri artmış. Bunda TV dizilerinin ve medyanın da 
etkisi çok. Erkeklere göre; kadınların beklentileri o kadar yüksek ki çok paraları olsa bile daha fazlasını isteyecekler. Kadınlar; gezmek, giyinmek, güzel evlerde oturmak, rahat ve konfor istiyor. Çok az da olsa eğitimli kadınların dernek kurma gibi gayretleri var. 
Büyük çoğunluktaki eğitimsiz ev kadınlarının sosyal hayatları yok, evden 
çıkamıyorlar, dışarıda bir yerde bir araya gelip oturamıyorlar. Kadına yönelik baskının arkasında erkeğin otorite yitirme korkusu var. Onlara el atan tarikat ve cemaatler akşamları kadınları hücre evlerde topluyorlar, dini sohbetler yapıyorlar. Düzenledikleri kermeslerde kadınlara börek vb. yiyecek görevi vererek toplanan paraları vakıflarına aktarıyorlar. 
Şehirde Menzil Grupları ve Süleymancılar etkin, Yazıcılar da var. Menzilciler mahalle içlerine kadar örgütlenmiş, kadınları yanına çekiyor, gençler için Adıyaman‟daki liderlerinin yanına ziyaretler düzenliyorlar. Süleymancılar ise yurtlar üzerinden öğrencilere el atmış. Yalvaç, Isparta ilinde nüfusuna göre en yüksek oranda FETÖ üyesi bulunduran ilçe imiş. Isparta ilindeki bilinen liderleri olan Topal Hafız lakaplı kişi, ev hapsine çıkmış ve biat edenleri kabule devam ediyor. Daha önceki seçimlerde FETÖ‟nün Isparta‟dan her seçimde bir 
iki milletvekili çıkardığı biliniyor. Bunlar içinde çok bilinen bir isim de var. 
Kadınlar, mahalle baskısı nedeni ile namaz kılıyorlar ama okudukları duaların 
anlamını bilmiyorlar. Aynı şekilde mahalle baskısı nedeni ile genç kızlar sokakta yok, olanlar ise büyük ölçüde kapalı. Kızlarımızda özgüven eksikliği var, geleceklerini sadece evlilik üzerine düşünmek zorundalar. 

Kızlar erken yaşta evlenmek zorunda. Çoğu bir üniversiteye kazanamadığı için bir 
tuhafiyeci yanında çalışabilirse, düğme kutularını yerleştirirlerse ne mutlu.. Şehir içinde dolaşan, pastanede oturan genç kıza kötü gözle bakılıyor. 

Erkeklere gelince, dört ayrı görüntüleri var. Camiye gidiyorlar çünkü mahalle baskısı var yani toplum içinden eleştiri gelmesini istemiyorlar. Ama aynı kişi Yalvaç‟ta „dindar‟ rolü oynarken, şehirden çıktığında yani gözlerden kaybolduğunda Eğirdir‟de „ayyaş‟, Isparta‟da „kumarbaz‟, Antalya‟da ise „hovarda‟ oluyor. 

Yalvaç gibi mütedeyyin bir şehirde bile Tekel rakamlarına göre ayda 800 bin TL, yılda 10 milyon TL değerinde içki satılıyor. İçki çok pahalandığı için bu rakamlara evde yapılanlar, dışarıdan getirilenler dâhil değil. Şehirden uzak yerlerde yapılan içkili partilerden sonra yaşanan ahlaksızca olayları sarhoşlukla açıklamak mümkün değil. 

Eğitim, Sağlık.. 

Şehrin okullarında eğitim geriye gitmiş. Benim mezun olduğum 1970‟li yıllaırın 
sonunda mezun olan herkes üniversitede bir yerlere girerdi şimdi %30‟a düşmüş. Eskiden eğitimin çok daha iyi olduğu tüm öğretmenlerinde mutabık olduğu bir konu. Ailelerin ve genç neslin şehri terk etmesinde eğitim zafiyetinin de önemli bir rolü var. 
Yalvaç halkı, şehir kurulduğundan beri mütedeyyin bir hayatı benimsemiş ama içinden çok önemli devlet adamları ve aydın insanlar yetiştirmiş. Ancak şehirde din, toplum hayatının ivmesi olmaya devam ediyor. İnsanlar cami ve kahve arasında yaşıyor. Cehalet ve kadercilik hayatı iyice yavaşlatmış. 
İnsanlar yeni bir şey yapmak, girişimci olmak istemiyor, birileri bizi gütsün diye 
bekliyor. Çalışmadan yaşamak istiyorlar ama beklentileri büyük, her şeyi hak etiklerini düşünüyorlar. Halk içinde kitap okuma oranı çok az, gazetelerin resimlerine bakıyorlar. 
Kütüphaneye 20 sene önce günde 100 kişi giderken, şimdi en fazla üç kişi gidiyor. Kelime dağarcığını yitirmiş, cümle kuramayan insanlarımız, bu boşluğu küfürlü kelimelerle dolduruyor. 
Şehirde kurulu bulunan dört adet Meslek Yüksek Okulu‟nun öğrencilerinin durumu şehirde bir yama gibi duruyor. Öğrenciler aslında şehirde özgürlük ve aksiyon sembolü.. 

Pastahaneden aldıkları simitleri yerken çay içecek paraları olmadığı için parklarda oturuyorlar.. 

Şehirdeki üniversite öğrencilerine ahlaki olarak kötü gözle bakıldığından öğrenci 
sayısı düşmeye başlamış. On sene önce 4 bin olan öğrenci sayısı bugün 2 bine düşmüş yani yarısı artık Yalvaç‟ı tercih etmiyor. Öğrenciler şehirde rahatsız olmuş, üniversitede ise hoca durmuyor. 
Sağlık konusuna gelince şehir hastanesinde doktor, pek fazla durmuyor. Genel halk sağlığı ile ilgili bir önleyici çalışma yok. Şehir suyundan kaynaklanan guatr ya da yaygın olan kanser, tansiyon gibi hastalıkların nedeni araştırılmıyor. İşin aslı kimse ne hastalığı olduğunu bile bilmiyor. Hastaların çoğu son ana kadar beklemekte ya da soluğu Isparta‟da almakta. 

Devlet ve siyaset.. 

Yalvaç halkı siyasetçiden umudu kesmiş, siyasetçi de şehri unutmuş. Siyasetçi şehre kayda değer hiçbir şey getirmemiş. Şehir azalan nüfusu nedeni ile yaklaşık 7-8 bin oyu temsil ediyor ve pek fazla umursanmıyor. Böyle olunca halk, hükümetten bir şey isteyemiyor zaten alamıyor. 

İktidara ait olmayan belediyeler genellikle borçludur. Alacaklarını alamaz, bir 
yerlerden para gelmez. Ancak, Yalvaç belediyesinin böyle bir sorunu yok. Şehir merkezindeki 300‟den fazla dükkânın sahibi ve onların kira gelirleri yanında su parası, çöp parası, belediye vergileri ile bütçesi fena değil. 

Zengin bir belediye var ama beceriksiz çünkü vizyonu yok. Yapılan en büyük yatırım, şehre şelale yapmak. Şehir genelinde çarpık yapılaşma almış başını yürümüş. Belediyecilikten her yeri betonlaştırma anlayan zihniyet, şehrin merkezi ve çevresindeki yeşilliği yok etmiş. 
Makyaj olsun diye parklar, mesire yerleri yapılmış. Saçma sapan yollar ve araç trafiği ile her yere park etmiş araçlar şehrin görüntüsünü bozuyor. 
Şehirlerdeki devlet daireleri başta belediyeler ve hastaneler olmak üzere İş-Kur 
üzerinden siyasi arpalık olarak yandaş kişilerle dolduruluyor. Bu da çalışmadan, üretmeden yaşamanın diğer bir kaynağını temsil ediyor. 
Antik Pisidia Antiokheia şehri gibi turizm imkânları var ama bu potansiyel iyi 
kullanılamıyor. Otel, pansiyon ve turistlerin zaman geçirebileceği mekân eksikliği var. Şehre gelen Japon turist, 1,5 saat ötede Eğirdir‟de konaklıyor. 
Diğer bir temel sorun ise ulaşım. Gece 9‟dan sonra özel arabanız dışında hiçbir yere gidecek otobüs, minibüs yok. Bu da şehirde yaşamı sönükleştiren ve göçü artıran diğer bir faktör. Kışın şehirde hayat tamamen ölüyor, yaşlılar bile kahveye gelmez oluyor. 

Sonuç.. 

Türkiye‟de ekmekle karın doyurma yani açlık sınırı 2 bin TL, açlığa giyecek gibi bazı temel ihtiyaçlarının eklendiği yoksulluk sınırı ise 7 bin TL ama Yalvaç‟ta insanlar genellikle açlık sınırının altında bir gelirle yaşıyorlar. Üstelik bundan şikâyet de etmiyorlar, kaderlerine razı olmuşlar. 

Pek çok Anadolu şehrinde de durumun farklı olmadığı söylenebilir. Son 20 yıla kadar kendi kendine yeten Anadolu ekonomisi bitti. Şehirlerimiz kasabaya ve kasabadan da köye dönüşme sürecine girdiler. Cennet şehrimiz Yalvaç, bunun en çarpıcı örneklerinden biri olmaya aday. 
Toprağı verimli, suyu bol Yalvaç‟ta tarım da hayvancılık da ölmüş. Bir zamanlar 
revaçta olan tekstil, kiremitçilik, halı dokuma ve dericilik de bitmiş. Hepsinin altında yatan temel neden ise üretim giderlerinin gelirleri karşılayamaması ve dışarının fiyatları ile rekabet edememesi. Üretmek yerine daha ucuza tüketmek yani hazırcılık tercih ediliyor. 

Domatesini, salatalığını üreten köylünün ürünü elinde kalmış ve hemen çürümüş, 
kimse soğuk hava deposu sağlamamış, pazarlamaya yardım etmemiş. Köylü, üretim için aldığı borçlarını ödeyemeyince bankalar tarlalara el koymuş, köylü şehre hücum etmiş. Yeşil alanlar bölünmüş, inşaata açılmaya başlanmış. 
Yalvaç‟ta durum böyle de diğerlerinde farklı mı? Eğirdir‟in bir avantajı yol imkânı ve göl kenarında olması ama oradan da iyi haberler gelmiyor. Gölü besleyen sular, yapılan baraj ve gölet çalışmaları, bilinçsizce yapılan sulama sondajları nedeni ile oldukça azaldı ve göl 30 m. çekildi. Tarım için kullanılan ilaçların da göle ulaşması ile gelir kaynağı Kerevit ve Sazan öldü. Isparta il merkezinin en önemli gelir kaynağı gül ürünleri. Rekabet edemeyince elde dokunan halı bitti, endüstriyel halıcılığa geçildi. Emekli şehri olan Isparta, civar illerden de emeklileri çekiyor yani pek çalışanı ve üreteni yok. 

Makalemizin sonunda çözüm için bazı önerilerde bulunmak istiyoruz. Ancak, bunlar makalenin hazırlık aşamasında sohbet ettiğimiz sevgili dostlarımızın ortak fikirleri. Diyorlar ki; devlet her şeyden önce; “Köylüyü köyde, şehirliyi şehirde tutma” politikası izlemelidir. 

Bununda başlıca yolu, şehirde ve köyde hem ekonominin canlanması hem de yaşam şartlarının iyileştirilmesidir. 

Bu insanları yerinde tutmanın tek yolu, para kazanması yani ürettiğini karlı bir şekilde satabilmesi. Halkın kazancını artıracak her yönetim ve proje destek görür. Bu kapsamda üç ayrı adreste tedbirlere başvurulabilir; 

(1) Devlet halkın ekonomik sorunlarına el atmalı; çiftçiyi desteklemeli, ürününe gelir getirecek fiyat vermeli, kooperatif yetmediği yerde depolamalı. Şehirde daha önce olduğu gibi istihdam yaratacak tekstil, kiremit, deri, meyve suyu fabrikaları kurulabilir, arıcılık desteklenebilir. 

(2) Tunceli‟de olduğu gibi aktif ve halkçı bir belediyecilik anlayışı ile bizzat  belediyeler bu işe öncülük edebilir. Yerel ürünler dışarıda pazarlanır, el sanatları desteklenir, halka meslek ve zanaat eğitimi verilebilir. 

(3) Kooperatifleşme; üreteciler örgütlenerek masrafları azaltacak tedbirler almalı, rekabet imkânları artırılmalı, depolama kapasitesi yaratılmalı ve yeni pazarlama kanalları oluşturulmalıdır. 

Organik ürünlerin bitmesi hastalıkları artıracak, iş hayatında bedensel çalışmanın azalması sağlık sorunlarımızı çoğaltmaya devam edecektir. 

Bu konularda da sağlık sektörümüz tedbirler üretmelidir. 

Son olarak kendi fikirlerimi söylemeliyim. 1400 yıldır süre gelen hayat şekli artık bir sona gelmektedir. Öncesindeki göçebe ve savaşçı hayat tarzı nasıl bitti ise kapitalizmin türevleri olan yaşam biçimlerinde de bir sona gelmekteyiz. İktidarın meşruiyeti, kapitalizm ve din‟in işbirliği üzerine kurulu ütopya artık bitti. Onlardan geri kalan distopyayı yani yozlaşmış bu hayatın resmini artık arşive kaldırmanın zamanı geldi. Her zaman olduğu gibi din adamları değil gene bilim insanları rehberlik ederse, insanlık ilerleyecektir. Sosyal bilimciler bu yeni hayatı siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleri ile yeniden yazmalıdır. 

Bu geçiş aşamasında öncelikle yapılması gereken ise tüketim ekonomisinden üretim ekonomisine geçilmesidir. Devletimiz ve halkımız ancak böyle ayakta durabilir, bağımsız kalabilir. Ekonomi kadar diğer önemli bir acil tedbir gerektiren alan ise toplumsal yozlaşmanın önüne geçilmesidir. Ülkemizin çağdaşlaşması geriye dönmüştür, ülke saati geriye gitmektedir. Atatürk‟ün çizdiği yolda toplumun çağdaşlaşması ve çağdaş eğitim için kurumsal tedbirler acilen alınmalıdır. Türk insanı kaderciliğe değil, çalışmaya ve yeniliğe, aklın ve bilimin öncülüğünde başarmaya yönlendirilmelidir. 

Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. 

***

11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19 SONRASI AFRİKA’YA BAKIŞ

COVID-19 SONRASI AFRİKA’YA BAKIŞ 





Afrika, Ekonomi, Göç, Demokrasi, Uluslararası İşbirliği, Doç. Afyare A. ELMI, Dr. Abdi M HERSI, COVID-19 Sonrası, Afrika, Bakış, Dünya Sağlık Örgütü,

Doç. Afyare A. ELMI 
Katar Üniversitesi Körfez & Araştırmaları Programı Öğretim Üyesi, 
Dr. Abdi M HERSI 
Katar & Griffith Üniversitesi Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Merkezi Araştırmacısı, Avustralya 



Bir kıta olarak Afrika, farklı gelişim aşamalarında olan 55 ülkeden oluşmakta ve son otuz yıldır genel olarak yükselişini sürdürmektedir. 
Örneğin Ruanda, Etiyopya, Fildişi Sahili ve Senegal gibi ülkelerin hepsi etkileyici bir ekonomik büyüme gösterdi. 

Dahası, hem birçok ülke siyasi açıdan demokratikleşti, hem de devletlerarası ve devlet içi çatışmalarda önemli ölçüde bir azalma gerçekleşti. Fakat Afrika 
da dünyanın geri kalanı gibi COVID-19 pandemisinin etkilerine maruz kalacaktır. Dünya Sağlık Örgütü Afrika'da 44 milyondan fazla insanın Koronavirüs’e yakalanabileceği ve 190.000 civarı insanın hayatını kaybedebileceği konusunda uyarı yaptı. Neyse ki, bu makalenin yazıldığı dönemde, kıtadaki COVID-19’un bulaşma oranı Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'ya kıyasla nispeten düşük seyrediyor. Afrika Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ne göre günümüze dek (Mayıs 2020), kıtada 64.241 vakadan 2.293 kaydedilmiş ölüm gerçekleşmiştir. Afrika'nın COVID-19 sonrası görünümünü tahmin etmek için erken olmasına rağmen, pandeminin olumsuz etkilerinin ekonomi, düzensiz göç ve büyük güç rekabetini idare etmeden kaynaklanan daimi sınamalar üzerinde yoğunlaşacağını düşünüyoruz. Diğer yandan, COVID-19’un özellikle sağlık hizmetlerine öncelik verilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda kıtadaki işbirliği ve entegrasyona olumlu etkileri olacaktır ve demokratikleşme sürecini güçlendirecektir. Olumsuz Etkileri: Ekonomi, Göç ve Büyük Güç Rekabeti Afrika'daki COVID-19 salgını nispeten sınırlı kalmış gibi görünse de kıta üzerindeki ekonomik etkisi yıkıcı olacaktır. 

Afrika Kalkınma Bankası’nın (AfDB) yayımladığı ilk tahminler 500 milyar Dolarlık bir ekonomik kayıp olduğunu ve kaybın artmaya devam ettiğini gösteriyor. Ekonomistler Afrika devletlerinin, virüsün hızla yayılacağı korkusuyla ilk olarak 
işletmeleri kapatarak ticari faaliyetleri sınırlandırmalarının önemli bir ekonomik maliyete yol açacağını savunuyorlar. 

Kıta ekonomisinin petrol ve gaz üretimi ile turizme yönelik sektörleri daha büyük risk altındadır. Amerika Birleşik Devletleri ve diğer gelişmiş ulusların aksine Afrika kıtası, ekonomisine trilyonlarca Dolar enjekte etme imkanına sahip değildir. 

AFDB Başkanı Akinwumi Adesina’ya göre, mevcut durumda kıtadaki ülkeler için 10 milyar Dolarlık bir kredi imkanı bulunmaktadır. Dünya Bankası (DB) Sahraaltı Afrika bölgesinin en sert darbeyi alacağını, 2019 yılındaki %2,4’lük büyüme oranının düşüşe geçerek 2020 yılında %-5,1’e kadar ineceğini tahmin ediyor. DB bu olumsuz tahminleri daha da ileri taşıyarak Sahraaltı Afrika bölgesinin son 25 yılın ilk durgunluğunu yaşayacağı öngörüsünde bulundu. 
İşçi dövizi transferleri Afrika kıtası için büyük bir can damarı olmanın yanı sıra önemli düzeyde yatırım ve istihdam yaratıyor. COVID-19’un dünyanın çeşitli bölgelerindeki Afrika diasporası tarafından ülkelerine transfer edilen paralara da 
olumsuz etkisi olmaktadır. Afrika diasporasından milyonlarca kişi işlerini kaybettiği için memleketlerinde yaşayan ailelerine ve sevdiklerine destek sağlama güçleri azalmış durumdadır. DB verilerine göre 2020 yılında işçi dövizi transferleri yalnızca Sahraaltı Afrika bölgesinde yaklaşık %23,1 oranında azalacak olup, bu Avrupa ve Orta Asya bölgelerinden sonraki en büyük ikinci düşüş olacaktır. İşçi dövizlerinin yokluğu milyonlarca Afrikalının yaşam şartlarını ve gıdaya erişimlerini kısıtlıyor. 

Ayrıca, bu durum Afrika'nın gıda kıtlığı yaşamasının önünü açıyor. 

Ekonomiyi bir kenara bırakırsak Afrika, dünyanın geri kalanına gerçekleşen göçün ve yer değiştirmenin önemli bir kaynağı olmanın yanı sıra, dünyadaki mültecilerin ve yerinden edilen kişilerin önemli bir bölümüne ev sahipliği yapıyor. Daha 
önce benzeri görülmemiş bu Koronavirüs pandemisi sürecinde birçok donör ülkenin, yardım bütçesini kesmesi ve kendi vatandaşlarının refahına odaklanması yönünde vatandaşlarının ilave baskısı ile karşı karşıya kalması muhtemel. Bu nedenle, zengin donör ülkelerdeki aşırı milliyetçi yaklaşımlar, mülteciler ve ülke içinde yerinden edilmiş kişiler dahil en savunmasız grupları olumsuz yönde etkileyecektir. Dünya Gıda Programı, salgını açlığın takip edeceğini ve bu sebeple birçok Afrikalı da dahil, yüz milyonlarca insanın hayatının etkileneceğini öngörüyor. 
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) geçtiğimiz günlerde, Afrika'da sınırların kapanması ve sınır geçişlerindeki rejimin sıkılaştırılması nedeniyle düşük oranda düzensiz göç meydana geldiğini bildirdi. Özellikle, Afrika Boynuzu'ndan Orta Doğu'ya doğru uzanan dünyanın en yoğun göç rotasındaki rakamlar son üç ayda daha düşük seyretti. 

Bununla birlikte politikacılar ve politika yapıcılar, düzensiz göçün geçici olarak düşük olduğu mevcut dönemin getirdiği rahatlığın rehavetine kapılmamalıdırlar. Zira kısıtlamaların olmayacağı ve sınır geçişlerinin kolaylaşacağı COVID-19 sonrası dönemde sınırlarda ortaya çıkacak sayılar şimdiki dönemde bildirilen düşük sayılardan oldukça farklı olacaktır. Politikacılar ve politika yapıcılar ayrıca COVID-19 sonrası dönemde kıtadaki gençlerin yaşayacağı olası zorlukları ele almaya odaklanmalıdır. 

Pandemiden kaynaklanan yukarıda belirttiğimiz ekonomik krizin Afrika kıtası için geniş kapsamlı sosyal sorunlara neden olabileceğine inanıyoruz. Pandemi, Orta Doğu gibi hedeflere yönelik başta işgücü göçü olmak üzere düzenli göç hareketlerini de azaltma potansiyelini taşımaktadır. İşgücü ithal eden ülkelerin sanayileri COVID-19'un ekonomik etkilerine karşı benzer bir mücadele içinde olduklarından eskiden olduğu kadar çok insanı istihdam edemiyorlar. 

Son olarak, COVID-19 yenilenen büyük güç rekabeti içinde Afrika devletleri için yeni bir belirsizlik ortamı yarattı. 

Çin, Afrika’da Amerika Birleşik Devletleri'nin yaptığından çok daha büyük yatırımlar gerçekleştirerek Afrika'ya yerleşti. 

Birçok Afrikalı lidere göre, Çin somut gelişme ve altyapı sağlarken, Batı, eski kafalı yardımlar ve yüksek faizli kredilerde takılıp kaldı. Öte yandan, Afrika ile uzun süredir devam eden siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerinden yararlanan ABD 
öncülüğündeki Batılı demokrasiler son yıllarda daha agresif hale geldiler. Örneğin, Afrika boynuzu büyük güçler için bir yarış alanına dönüştü. Birçok Afrika ülkesinin bu rekabeti idare etmede zorlanacağını ve bu nedenle bazı ülkelerde sınırlı 
bir istikrarsızlığın ortaya çıkacağını düşünüyoruz. 

Olumlu Etkileri: İşbirliğinin Artışı, Demokratikleşmenin Devamı ve Sağlığa Öncelik Verilmesi Dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkması öngörülen korumacılık ve milliyetçiliğin aksine, COVID-19 sayesinde Afrika’daki işbirliği ve entegrasyon süreci güçlenecektir. Bu eğilime iki unsur katkıda bulunacaktır. İlk olarak, sömürge yönetimlerinin getirmiş olduğu yapay sınırlara rağmen, birçok etnik grup ulus aşırı yayılma göstermektedir. İkinci olarak, ekonomik büyümedeki yavaşlama nın ve pandeminin sınırları aşan tehlikesi kıtadaki devletler arası işbirliğini  hızlandıracaktır. 
Esasen, çok az sayıda Afrika ülkesi sınırlarını kontrol edebilmektedir. 

Buna ek olarak, Afrika’nın “silahları susturma” sloganını benimsemesi, devlet içi ve devletler arası çatışmaların sona ereceğine işaret etmektedir. COVID-19’un kıtanın devletleri ve farklı bölgeleri üzerindeki etkileri kesinlikle çeşitli olacaktır. Bazı otokratik yöneticiler COVID-19'u daha uzun süre iktidarda kalmak için bir bahane olarak kullanmaya çalışsalar da Afrika'nın girişken sivil toplumunun kıtadaki demokratikleşme sürecini devam ettirerek geliştireceğine inanıyoruz. 2020’de yapılması planlanan bir düzine seçime ilişkin olarak yalnızca Etiyopya seçimleri resmi olarak yaklaşık altı ay erteledi. Tanzanya ve Burundi gibi diğer ülkeler, seçimleri zamanında gerçekleştirmekte kararlılar. Bazı kırılgan devletlerde gecikmeler olsa bile, Afrika'nın demokrasiye doğru ilerleyişinin geri döndürülemez olduğu fikrindeyiz. Afrika'nın yakın geçmişinde yaşanan çok sayıdaki siyasi çatışma nedeniyle sivil toplum ve genç nüfus ortaya çıkabilecek herhangi bir 
fırsatçı diktatörü yenilgiye uğratacaktır. 

Afrika, birçok sağlık krizi yaşamış (HIV-AIDS, tüberküloz ve sıtma) ve Ebola salgınını da başarıyla kontrol altına almıştır. Bu hastalıklara maruz kalmış olan insanlar Koronavirüs’e karşı daha savunmasız olsalar da, krizler birçok Afrika devletinin direncini güçlendirdi. Bariz kurumsal zayıflıklara rağmen, bu krizler esnasında kazanılmış eşsiz beceri ve deneyimler kesinlikle kıtaya yardımcı olacaktır. Ayrıca, Afrika devletlerinin sağlık ve eğitim hizmetlerine öncelik vererek bütçelerini önemli ölçüde artıracağını düşünüyoruz. 

Kısacası, devam etmekte olan Koronavirüs salgınına ilişkin öngörüde bulunmanın zorluklarının farkındayız. 

Yine de COVID-19 sonrası dönemin Afrika için sancılı olabileceğini düşünmekle birlikte, kıtanın gelecekteki görünümünün umut ve iyimserlik dolu olduğu fikrindeyiz. 

***

5 Kasım 2019 Salı

ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ, GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?.,


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ, GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?.,


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ: GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?
Mehmet Zeki Bodur 
30 Ekim 2019


Göç konusu ve buna bağlı olarak sığınmacı, mülteci, geçici koruma kavramları, günümüzde kaynak, transit ve hedef ülkelerin kolluk, sınır güvenliği ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra bu konu ile ilgili sivil toplum örgütlerinin de dâhil olduğu birçok kurumun ilgi alanına girmektedir.
Bu konu her geçen gün daha büyük bir boyuta ulaşan, daha fazla küresel bir yaklaşım ile koordinasyon içinde yönetilmesi gereken bir olgu olarak ortaya çıkmasına rağmen, halen kullanılan birçok terimin kavramsal çerçevesinde farklılıklar bulunduğu, özellikle göçmen, mülteci, iltica, geçici koruma ve uluslararası koruma gibi kavramlarda da kavramsal kullanımına dikkat edilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

2011 yılında ülkelerinde meydana gelen iç savaş neticesinde ülkemize gelen Suriyeliler konusunda da bu konu ortaya çıkmış, ülkemize gelen Suriyelilerin hukuki statüsü konusunda başta basın yayın organları olmak üzere kamu dâhil birçok kişi ve kurum tarafından misafir, mülteci, sığınmacı, göçmen gibi olayın hukuki durumuna uzak birçok kavram kullanılmıştır. Bahse konu bu durum, ülkemizde bulunan Suriyelilerin, uluslararası hukuka uygun olmayan bir şekilde mülteci ve sığınmacı adlandırılmasına/algılanmasına neden olmuştur. Bu hususun ise önlem alınmadığı takdirde ülkemizin gelecekteki güvenlik başta olmak üzere ekonomik, kültürel, demografik ve sosyal alanlarda bekasına etki edecek sonuçlara neden olabileceği değerlendirilmektedir.

SIGINMACI ve MÜLTECİ’NİN ULUSLARARASI ÇERÇEVEDE ANLAMI

    Bu çerçevede günümüzde sıklıkla kullanılan özellikle sığınmacı, mülteci kavramlarının hukuki boyutlarına tekrar değinilmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Mülteci, “1951 Tarihli Mültecilerin Hukuksal Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi”nin tanıdığı bütün haklardan yararlanan kişi, sığınmacı ise hakkında mültecilik statüsü ile ilgili yapılan çalışmalar henüz karara bağlanmamış yabancı kişi demektir.
Uluslararası literatürde “sığınmacı” kavramı uluslararası koruma için başvuru yapmış, ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişiler için kullanılmaktadır. Literatürde bu konuya en önemli dayanak sağlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde ise “sığınma” kavramı metin içinde bulunmasına rağmen, “sığınmacı” tanımı net olarak bulunmamaktadır. Bu noktada Türkiye tarafından uygulamada statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacıların menşei ülkelerine zorla geri gönderilemeyeceği ve haklarının korunması gerektiği kabul edilmektedir. Sığınmacı terimi genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılmaktadır.
Türkiye hukuk sisteminde halen, mültecilerin kabul öncesinde sahip oldukları hakları ifade sığınmacı kavramı bulunmamaktadır. Bu husus eski yönetmelikte “sığınmacı” kavramı olarak varken, yeni yönetmelikte bu kavram yerine “başvuru sahibi” kavramı getirilerek hukuk sistemimiz Cenevre Sözleşmesi ile uyumlu hale getirilmiştir.
Ülkelerindeki iç savaştan/savaştan kaçarak ülkemize gelen Suriye vatandaşları hakkında karşılaşılan günümüzde karşılaşılan en büyük problem ise, bu insanların uluslararası hukuk kapsamında hangi statüde tanımlanacağı konusunda kavram birliğinin olmamasıdır. Halihazırda ülkemizde bulunan Suriye vatandaşlarının statüleriyle ilgili olarak en fazla “Suriyeli mülteciler,” “Suriyeliler,” “Suriyeli sığınmacılar” ve “Suriyeli göçmenler” kavramları kullanılmaktadır.
Mevcut kanunlarımıza bakıldığında ise 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu istinaden çıkarılan “6883 Sayılı Geçici Koruma Yönetmeliği”ne göre ülkemizde bulunan Suriye vatandaşlarının hukuki statüsü “geçici korunan” veya “geçici koruma altında olanlardır.”
Geçici koruma kavramı Yönetmelikte[1], ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara sağlanan korumayı ifade etmektedir. Yönetmeliğine göre; Suriye’den Türkiye’ye gelen yaklaşık 3,8 milyon kayıtlı kişinin statüsü, geçici koruma statüsündedir. Geçici koruma toplu halde verilen bir statü olup bireysel bir statü değildir.

    1951 Tarihli Mültecilerin Hukuksal Statüsüne Dair Cenevre Konvansiyonu ve YUKK açısından Türkiye’de yaşayan Suriyeliler, mülteci statüsüne sahip olmadığı düşünülmektedir. Bunun temel nedeni mültecilik kavramı bireysel bir statüye sahiptir ve toplu geçişler için uygulama alanı bulunmamaktadır. Bu kişilerden ancak bireysel başvuru yapıldığı durumda her mülteci başvurusu yapan kişi için tek tek değerlendirme yapılarak bu statüye sahip olup olmadıkları anlaşılacaktır.
Gerek iç hukukumuz gerekse Cenevre Konvansiyonundan anlaşıldığına göre, geçici korumanın aslen uluslararası anlamda zaman, neden ve olay ile sınırlı bir statü olduğu, gelen kişilerin geldikleri ülkede çok fazla kalmadan ülkelerine döneceğine istinaden “geçici nitelikte” olduğu, esas amacın gelenlerin ilk andaki acil ve temel ihtiyaçları karşılamak olduğu değerlendirilmektedir. 
Geri göndermeme ilkesinin ise Cenevre Konvansiyonundaki mülteci tanımı dışında tüm statüler için söz konusu olamayacağı, uygulamada sığınma başvurusu yapan veya mülteci pozisyonu kazanan kişilere tanınan tam uluslararası korumanın geçici koruma statüsünde olanlar için sağlanamayacağı, bu nedenle geçici korumanın süresi ve nedeni ile sınırlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Geçici Korumanın süresine ilişkin olarak,  iç hukukumuzda AB ve ABD’deki geçici koruma mevzuatındaki gibi net bir süre bulunmamakla birlikte, yönetmeliğin maddeleri arasında geçici koruma süresinin belirlenmesi yetkisi, Bakanlar Kuruluna verilmiştir. Bu konuda ABD’de, geçici korumanın bu ülkedeki Suriyeliler için süreli olarak uygulandığının bilinmesi gereklidir.[2] Geçici koruma statüsü verilenlerin özellikle bayramlar başta olmak üzere istediği zaman Suriye’deki akraba ziyaretlerinde bulunduğu basın yayın organlarında sıklıkla dile getirilmektedir.[3] Bu durum “6883 Sayılı Geçici Koruma Yönetmeliği” çerçevesinde değerlendirildiğinde, yönetmeliğin “geçici korumanın bireysel olarak sona ermesi veya iptali” başlıklı madde altında bulunan geçici korunanların; kendi isteğiyle Türkiye’den ayrılması durumunun oluştuğu kabul edilerek tekrar ülkemize dönüşüne izin verilmemesi düzenlenmesine rağmen uygulamada bu hususa dikkat edilmemekte, bu duruma ilişkin yönetmeliğe getirilen istisna maddeleri ile geçici korumanın bireysel olarak sona erdirilmesi/iptali gerçekte uygulanmamaktadır.

ABD’nin konuya ilişkin uygulamalarına bakıldığında belirli zaman aralıkları ile ülkemizdeki uygulamaların aksine geçici korumanın denetim altında tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda ABD Suriye’deki krizin sona erip ermediğine bakmaksızın, Suriye’deki durumu değerlendirilerek "olağanüstü koşulların vatandaşların güvenli bir şekilde geri dönmelerini engellediği" gerekçesi ile bu korumadan yararlanan yaklaşık 7000 Suriyelinin 31 Mart 2021 tarihine kadar ABD’de yasal olarak kalabileceğini açıklamıştır. Bu uygulamadaki en dikkat çekici hususun geçici korumanın, ülkemizdeki gibi süresiz olarak değil, süreli olarak verildiği ve belli zaman aralıklarında, uygunluk şartları çerçevesinde yeniden değerlendirilerek uzatıldığıdır. ABD buna benzer uygulamalarını sadece Suriye için değil çeşitli insani gerekçelerle halen Nepal, Güney Sudan, Nikaragua, El Salvador, Somali, Yemen ve Hondruas gibi ülkelerin vatandaşlarına da sağladığı bilinmektedir.[4]
Burada asıl olan husus Suriyeliler için kanun koyucunun kanunlaştırarak kabul ettiği “geçici korunan” veya “geçici koruma altında olanlar” kavramlarının anlaşılmasına ilişkin olarak fikir birliği oluşturularak, uygulamada mevcut kanun ve yönetmeliklere uygun olarak hareket etmektir.

SURİYELİLER GEÇİÇİ KORUNMA STATÜSÜNDELER Mİ, YOKSA MÜLTECİ OLARAK KORUNAN STATÜSÜNDELER Mİ?

Literatürde birbiri ile karıştırılan ve sıklıkla birbirleri yerine kullanılan mülteci ve sığınmacı kavramları, bu insanların ülkemizde bulunmasına yasal gerekçe olan “geçici korunma statülerinin” arka plana itilmesine, uluslararası anlamda yeni bir statü kazanmalarına neden olmaktadır. Ülkemizdeki Suriyelilerin hukuki pozisyonuna ait en son 9 Ekim 2019 tarihinde başlayan “Barış Pınarı Harekâtı” çerçevesinde, 22 Ekim 2019 tarihinde Rusya ile imzalanan mutabakat metninde[5] de "Mültecilerin[6] güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacaktır” şeklinde mutabakat metni içinde açık olarak ülkemizdeki Suriyelilerin hukuksal pozisyonu için mülteci tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Yine benzer bir durum Uluslararası Af Örgütünün raporunda da[7] da yer almış, örgütün ülkemizi eleştirirken kullandığı ifadelerde, Suriyelilerin ülkemizdeki hukuki pozisyonunun geçici koruma altında oldukları göz ardı edilerek, sığınmacı/mülteci gibi varsayılarak “zorla geri gönderilemeyeceği” konusunda ülkemize insan hakları bağlamında eleştiri getirilmiştir. Bu konuda, Cenevre Konvansiyonu esas alınarak, “geri göndermeme ilkesinin” sadece mülteciler için tanınan bir hak olduğu düşünüldüğünde[8], geçici koruma altındakiler için kazanılmış bir hak gibi uygulanamayacağı değerlendirilmektedir. Ancak bu noktada geçici koruma statüsündeki kişilerin buna neden olan etkenlerin ortadan kalkmadan, sürdürülebilir bir geri dönüş şartları oluşmadan ülkelerine geri gönderilmesi de anlaşılmamalı, bu konuda BM ve Suriye ile işbirliği içinde çalışılmasının önemi ortaya çıkmaktadır.   

Uluslararası Af Örgütü dâhil birçok kurumunda, raporlarında bahsettiği gibi ülkemizde bulunan Suriyelilerin, ülkemizce “kandırılarak ya da zorla” geri gönderilmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığı değerlendirilmektedir. Bu konuda örgüte, öncelikle ülkemizde mevcut Suriyelilerin hukuki statüsünün ne olduğunun anlatılmasının gereklidir.[9]  Bu husus, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü tarafından açıkça “geçici koruma altında olan Suriyeliler” denilerek hukuki statü tekrar hatırlatılmış, ancak bu kişilerin sığınmacı/mülteci statüsüne sahip olmadıkları ifade edilmemiştir. Buna bağlı olarak “zorunlu olarak geri gönderme me ilkesinin” ülkede bulunan Suriyeliler için söz konusu olamayacağı nı, çünkü bu insanların hukuki statüsünün mülteci/şartlı veya başvuru sahibi statüsünde olmadıkları, bugün ABD dâhil birçok ülke tarafından uygulandığı şekilde “sadece geçici korunma statüsünde olduğu” uluslararası ölçekte anlatılmamıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise hem gelen Suriyeliler açısından, hem de kabul eden ülke açısından da hâlihazırda gerek basın gerek kamu gerekse akademik camia tarafından sıklıkla ifade edilen “Suriyeliler için gönüllü geri dönüş-gönüllülük” düşüncesinin uluslararası hukuk bağlamında ne anlattığı konusunda ortak akıl çerçevesinde açıklığa kavuşturulması ve uygulanması düşüncesidir.

Gönüllü geri dönüşün ve buna bağlı geri göndermeme ilkesinin sadece uluslararası hukukta mülteciler/sığınmacılar için verilen bir hak olduğu kabul edildiğinde, Suriyelilerin zorunlu olarak ülkemize geldikleri şartların değiştiği, geldikleri ülkede sürdürülebilir şartların oluştuğu konusunda BM ve kaynak ülke Suriye ile işbirliği yapılarak Bakanlar Kurulu tarafından alınacak karar ile öncelikle gönüllü olarak, sonrasında ise zorunlu olarak[10] ülkelerine-güvenli bölgelere veya üçüncü ülkeye gitmeleri sağlanmalıdır.
Bu çerçevede tüm devlet, basın ve STK’lar dahil kurumlarda, geçici korumanın kişisel bir statü değil toplu bir statü olduğunun, tekrar tekrar tüm kurumlar nezdinde doktrine edilerek anlatılması gerektiği değerlendirilmektedir. Bu noktada açıkça vurgulanması gereken husus eğer Suriyelilerin statüsü “mülteci/şartlı mülteci/sığınmacı statüsünde” olsaydı “geri göndermeme ilkesi” çok rahat bir şekilde uygulanabileceğidir. Kanun koyucunun “geri göndermeme ilkesi” olarak “Konvansiyonunun sadece mülteciler için tanımladığı” bir statüyü, mevcut uluslararası anlaşmalarında ilerisine taşıyarak[11], tüm kanun kapsamındaki statülerle birlikte “geçici koruma statüsü”  içinde genişletilmesinin, gelecekte kamu düzeni ve güvenliği açısından ortaya çıkarabileceği birçok olumsuz soruna neden olacağı değerlendirilmektedir. Bu durumun Suriyeliler konusunda uluslararası benzer uygulamaların aksine, geçici korunanların gönüllü geri dönüşlerinden bahisle, geçici korumanın statüsel olarak yaratılma şekline ve doğal ruhuna aykırı yeni bir durum yarattığı düşünülmektedir. Bu ise “daimi korunan statüsü” gibi mülteci pozisyonuna eş yeni bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu konuda en iyi uluslararası uygulama örneğinin, başta AB ve ABD’deki geçici koruma altındaki Suriyelilere belirlenen süre sonucunda nasıl bir uygulama yapılacağının takip edilmesidir. Bu durum ülkemizin uluslararası anlamda elinin güçlenmesi için örnek teşkil edecektir. Bahse konu bu insanların bir zorunluluk nedeni ile geldikleri kabul edildiğinde, yani “gönüllü bir gelme durumu” olmadığı kabul edildiğinde, geri dönüşlerinin de bu zorunluluğu oluşturan şartların ortadan kalkması durumunda, yine “gönüllülük esasına göre değil”; geldikleri dönemde ülkelerindeki şartların değiştiği, bu şartların ortadan kalktığı kabul edilerek, artık ülkelerine dönmelerinin vaktinin geldiğini önce kendilerine sonra uluslararası topluma ve en önemlisi de kendi milletimize anlatmanın gerekliliğidir.

Kavram karmaşasının düzgün kullanılmayışının sonuçlarının da bu şekilde ortaya çıkması ise açıkçası ironik bir durumdur. Bu çerçevede ülkelerindeki şartların BM ve kaynak ülkesi ile işbirliği içinde değerlendirilmesini müteakip, “herkes kendi ülkesinde ve kendi evinde daha mutludur” sloganı ile ülkelerine geri dönüşlerinin sürdürülebilir koşulların oluştuğundan bahisle geri dönmelerinin gerekliliğinin tüm paydaşlara müşterek olarak uygulanacak kamu diplomasisi ile ifade edilmesi gereklidir.

Sonuç olarak, geçici koruma statüsü verilen Suriyelilerin;

Bu statülerin gerek kamu gerek basın gerekse sivil toplum örgütleri tarafından, tanımın ruhuna uygun olarak dikkatli kullanılmasının,Gönüllü geri dönüşün ülkesinden göç etmesine neden olan olumsuz şartların ortadan kalktığının “BM başta olmak üzere Suriye ile uluslararası işbirliği” yapılarak, öncelikle gönüllü olarak geldikleri ülkeye-güvenli bölgelere veya üçüncü ülkeye gönderilmesinin sağlanmasının,ABD’deki uygulamalara benzer şekilde “zaman sınırlı” olarak verilmesinin, geçici koruma şartlarına neden olan gerekçelerin “belirli makul sürelerle devlet aklı ile tekrar tekrar sürekli olarak yeniden değerlendirilmesinin,
Geçici koruma ile ülkemize gelen yabancıların her ne olursa olsun daimi statüde kalmasının engellenmesine yönelik tedbirlerin alınmasının, bu kapsamda Suriye’de geri dönüş için sürdürülebilir koşulların oluşmasını sağlamak üzere bu ülke ile işbirliği yapılmasının,”Mevcut kanunlarda belirtilen “yasal mevzuatın uygulamasını ortadan kaldırarak göçmenlerin kalıcı olmasına olanak sağlayacak istisnai maddelerden arındırılarak titizlikle uygulanmasının”,

6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslar arası Konuma Kanununda geri göndermeme ilkesinin her ne kadar kanun kapsamına giren tüm statüleri kapsadığı bilinse de, bu ilkenin uygulamasının mülteci statüsü hariç diğer statüler için süre ve neden sınırı ile sınırlandırılmasının ülke menfaatleri açısından daha faydalı olacağının,
gerekli olduğu değerlendirilmektedir.


[1]  Bu Yönetmelik, 20 Temmuz 2001 tarih ve 2001/55/EC sayılı Kitlesel Sığınmalarda Geçici Koruma Yönergesinden faydalanılarak hazırlanmış, AB müktesebatı ile sadece süre kısıtlaması uygulaması hariç olmak üzere tamamen uyumlu olarak hazırlanmıştır.

[2]  https://tr.sputniknews.com/abd/201908021039823429-abd-suriyeli-gocmenlere-gecici-koruma-statusunu-uzatti/, Erişim Tarihi: 28.09.2019.

[3]  https://tr.euronews.com/2019/08/19/kurban-bayram-icin-ulkelerine-giden-suriyelilerin-turkiyeye-donusleri-basladi, Erişim Tarihi: 27.10.2019.

[4]  https://www.uscis.gov/humanitarian/temporary-protected-status, Erişim tarihi:28.09.2019

[5]  http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-turkiye-ile-rusya-arasinda-tarihi-mutabakat-iste-10-madde-41356401, Erişim Tarihi: 25 E http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-turkiye-ile-rusya-arasinda-tarihi-mutabakat-iste-10-madde-41356401, Erişim Tarihi: 25 Ekim 2019.

[6] 1951 Cenevre Sözleşmesine gör ülkemiz coğrafi kısıtlama nedeniyle sadece Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle gelenlerin mülteci olarak kabul edileceğini, 6458 sayılı kanuna göre de Avrupa ülkeleri dışından gelenleri ise üçüncü ülkeye yerleşinceye kadar “şartlı mülteci” olarak kabul etmektedir. Dolayısı ile bu mutabakat metninde kullanılan mülteci ifadesi hukuki durumda ancak şartlı mülteci olarak kullanılabilirdi. 
Suriyelilerin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklı gerekçelerden dolayı mülteci olarak adlandırılmaları hukuken mümkün gözükmemektedir.

[7]  https://www.haberler.com/turkiye-den-uluslararasi-af-orgutu-nun-kustah-12562143-haberi/, Erişim Tarihi:25 Ekim 2019.

[8]  6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Konuma Kanununda geri göndermeme ilkesi her ne kadar kanun kapsamına giren tüm statüleri kapsadığı bilinse de, bu ilkenin uygulamasının mülteci statüsü hariç diğer statüler için süre ve neden sınırı ile sınırlandırılması daha faydalı olacaktır.

[9]  https://www.haberler.com/turkiye-den-uluslararasi-af-orgutu-nun-kustah-12562143-haberi/, Erişim tarihi:26 Ekim 2019.

[10]  Ülkemizde oturma izni verilmeden ve sosyal haklardan faydalanılmasını engelleyerek.

[11] 1951 Cenevre Konvansiyonunda geri göndermeme ilkesi sadece mülteci statüsünde olanlar için öngörülmüş bir kavram olup sonradan ortaya çıkan ruhu itibarı ile geçici olan bir statü için öngörülmemiştir.


***

12 Eylül 2019 Perşembe

Avrupa Birliği ve Türkiye’nin Suriyeli Mültecilerin Dayanıklılığını Geliştirme Stratejileri BÖLÜM 4

Avrupa Birliği ve Türkiye’nin Suriyeli Mültecilerin Dayanıklılığını Geliştirme Stratejileri BÖLÜM 4



3.3. Türkiye’nin Bölgesel Mülteci ve Dayanıklılık Planı

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü sığınmacıların dayanıklılık ve toplumsal uyumunu sağlamaya yönelik 2017-2021 Stratejik Planı hazırlamıştır.26 
26 TC. İçişleri Bakanlığı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Stratejik Plan,

Stratejik Plan düzenli göç, düzensiz göç, uluslararası koruma, insan ticaretiyle mücadele ve mağdurların korunması, uyum ve iletişim, kurumsal kapasitesinin geliştirilmesigibi konularda hedefler belirlemiştir. Stratejik plan kısa vadeli amaçların yanı sıra, Suriyelilerin Türkiye toplumu ile olan karşılıklı uyumunu geliştirmeye yönelik uzunvadeli hedefler de saptamıştır. 

Suriyelilerin 

1) Eğitim, 
2) Sağlık, 
3) Temel ihtiyaçlar,
4) Emek piyasasına erişim 
5) Sosyal destek ve uyum gibi beş farklı alanda dayanıklılık kapasitelerinin geliştirilmesi hedeflenmiştir.

Eğitim alanında dayanıklılığın geliştirilmesi Milli Eğitim Bakanlığı’nın koordinasyonunda gerçekleştirilmektedir. Buradaki temel amaç Suriyeli
mültecilerin örgün, örgün olmayan ve yaygın eğitim programlarına erişimlerini sağlamak ve sağlanan eğitim hizmetlerinin kalitesini artırmaktır.27 
27 İbid.

Suriyeli mültecilere kamplar dışında kurulan Geçici Eğitim Merkezlerinde(GEM), Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı devlet okullarında ve geçici barınma merkezlerinde
eğitim verilmektedir. Türkçe dil ve meslek edindirme kursları gibi olanakların sağlanması hedeflenmektedir. Türk hükümeti ayrıca Suriyeli sığınmacılardan
üniversiteye kayıtlarında harç almamaktadır. Ancak eğitim sektörü müdahale alanında önemli sıkıntılar hala mevcuttur. Söz konusu sıkıntıların başında örgün
eğitime entegrasyonlarını sağlayacak yeterli düzeyde Türkçe dil eğitiminin verilmemesi, Türkçe öğretiminde materyal sıkıntısının çekilmesi, okullaşmanın
artmasıyla Suriyeli öğretmenlere duyulan ihtiyacın artması, Suriyeli nüfusun fazla olduğu yerlerde okullarda boş kontenjanın bulunmaması, okullaşamayan
çocukların marjinalleşmesi ve DAİŞ gibi örgütlere katılma eğilimi gibi sorunlar eğitim müdahale alanının temel sıkıntıları arasında yer almaktadır 
(Tanrıkulu, 2017 s:135-140).

Sağlık sektörü alanı da Türkiye hükümetinin Suriyeli mültecilerin dayanıklılığını artırma müdahale alanlarındandır. Suriyelilere sağlık hizmetlerinin sunulması ve koordinasyonundan Sağlık Bakanlığı ve Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı sorumludur. Suriyeliler Türkiye’de hem önleyici ve koruyucu hizmet hem de tıbbi kaynaklara ulaşım bakımından sağlık hizmetlerinden faydalanabilmektedir (Yavuz, 2015s: 271). Tıbbı kaynaklara erişim
bağlamında Suriye’de barınma merkezlerinde ikamet eden mültecilere Sağlık Bakanlığı tarafından sağlık hizmeti sunulmaktadır. Kamplarda kalan Suriyeli
mültecilere sağlanan sağlık hizmeti ücretsizdir. Kamplar dışında ikamet eden Suriyelilerin söz konusu sağlık hizmetlerine ulaşmada savaşın ilk yıllarında
sıkıntılar yaşanmıştır. Geçici kabul merkezlerinin ve kampların dışında yaşayan Suriyelilerin, kampların bulunduğu 10 ildeki sağlık kurumlarından faydalanmaları
sağlanmıştır. Suriyeli mültecilerin Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamaya başlamasıyla birlikte AFAD tarafından yayınlanan bir yönergeyle sağlık
hizmetinden Türkiye’nin her ilinde faydalanma olanağı sunulmuştur. Koruyucu sağlık hizmetleri sağlığı bozabilecek tehditleri önlemeye yönelik tedbirlerdir. 

Bu anlamda gıda güvenliği, barınma koşullarının sağlanması, yeterli besin gibi insani yardım müdahale alanıyla da yakından ilintilidir.

Hem temel ihtiyaçlar müdahale alanında hem de koruyucu sağlık hizmetleri bağlamında, 22.11.2017 tarihi itibariyle Türkiye hükümeti 21 geçici
barınma merkezi inşa etmiş ve 235.239 Suriyeli sığınmacıya barınma olanağı sağlamıştır.28 
28 TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, 22.11.2017. Web sitesi:
https://www.afad.gov.tr/upload/Node/2374/files/22_11_2017_Suriye_GBM_Bilgi_Notu.pdf.    Son erişim tarihi:    18 Temmuz 2017.

Toplu barınma merkezlerinde ikamet eden Suriyeli mültecilerin su, hijyen ve alt yapı olanakları geliştirilmiştir. Gıda sektörü müdahale alanı AFAD ve Dünya Gıda Programı (WFP) öncülüğünde ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM), Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ortaklığında yürütülmektedir.

Gıda güvenliği sektörünün birinci hedefi en hassas konumdaki Suriyelinin gıdaya istikrarlı bir şekilde erişimin sağlanmasıdır. Bunun dışında da sürdürülebilir
üretimin desteklenmesi hedeflenmiştir. İnsani yardım müdahale alanındaki temel sorun kamp dışında ikamet eden Suriyeli mültecilere yardım sağlanması dır. 
Bu bağlamda, Kızılay-WFP Gıda Kartı projesiyle Geçici Barınma Merkezlerinde aylık kişi başı 50TL gıda yardımı sağlanmış ve söz konusu projeden 11.422.395 kişi faydalanmıştır.29 
29 Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Türkiye’de Geçici Koruma Statüsündeki Suriye Vatandaşlarına Yönelik, Sosyal Uyum ve Psiko-Sosyal Destek Çalışmaları, Suriyeliler Koordinasyon ve Planlama ve Çalıştayı, s: 59. Ankara, 2016.

Benzer bir biçimde Geçici Barınma Merkezleri dışında ikamet eden 98.829 sığınmacıya aylık kişi başı 50 TL gıda yardımı sağlanmıştır. Ayrıca Kızılay-UNICEF Kışlık Yardım projesi bağlamında 6702 aileye 580 TL nakit aktarılmıştır ve Uluslararası Göç Örgütü ile birlikte yürütülen Kışlık Yardım projesikapsamında 2992 aileye yakacak desteği sağlanmıştır. 30
30 İbid.

Suriyeli mültecilerin istihdama erişimlerinin sağlanması gelir elde etmeleri bakımından oldukça önemlidir. Emek gücüne katılım Suriyeli mültecilerin
dayanıklılık kapasitesini artıracak ve kendilerine yetmelerini sağlayacak en temel unsurlardan bir tanesidir. Suriye krizinin ilk yıllarında Suriyeli mültecilerin çalışma haklarının olmaması emeklerinin sömürüldüğü ve iş güvence ve güvenliğinin olmadığı mevsimlik tarım işçiliği gibi işlerde çalışmak zorunda kalmalarına neden olmuştur. Bu durum hala sürmekle birlikte, “6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” geçici koruma altındaki kimselere çalışma hakkının tanınmasıyla kısmen çözülmüştür. Kanunla ayrıca Suriyeli mültecilerin emek gücüne katılımlarının pratikte sağlanması hedeflenmiştir. Türkiye hükümeti bu alana Suriyeli nüfusa istihdam için gerekli becerilerin kazandırılması için eğitim programları sağlayarak ve böylece serbest meslek becerilerinin geliştirilmesini destekleyerek müdahale etmiştir.

Suriyeli mültecilerin toplumsal uyumu “geliştirme, yönlendirme ve eğitim hizmetleri” artırmak hedefiyle Toplum Merkezleri oluşturulmuştur.31
31 İbid.

Toplum merkezleri “çocuk programı, yetişkin programı, ihtiyaca yönelik seminerler, saha çalışmaları, yönlendirme, ev sahibi halkla kaynaştırma, kültürel faaliyetler ve psiko-sosyal faaliyetler” gibi alanlarda hizmet vermektedir.32 
32 İbid.

Çocuk ve yetişkin programlarında dil kursları, toplumsal uyumu artıracak sosyal ve kültürel faaliyetler, mesleki eğitim gibi hizmetler sağlanmaktadır. 
Yönlendirme faaliyetlerinde Suriyelilerin sağlık ve eğitim hizmetlerine yönlendirilmeleri, ihtiyaç sahibi kimselerin tespit edilmesi, merkezi yönetim tarafından  sağlanan hizmetlere ulaşma şansı olmayan Suriyelilere yönelik bilgilendirme etkinlikleri düzenlenmektedir.33
33 İbid

4. AB ve Türkiye’nin Dayanıklılık İnşası Stratejilerinin Etkinliği

Avrupa Birliği Suriyeli mültecilere insani yardımı Avrupa Topluluğu İnsani Yardım Bürosu (ECHO) bünyesinde oluşturulan Türkiye Mülteci Tesisi ile sağlamakta  dır. Söz konusu tesisin amacı Türkiye’deki geçici koruma altındaki sığınmacılara AB yardımlarının hızlı ve etkili bir biçimde ulaştırılabilmesi için bir koordinasyon mekanizması sağlamaktır. Türkiye Mülteci Tesisinin odak noktası insani yardım, eğitim, göç yönetimi, sağlık, belediye altyapısı ve sosyal-ekonomik destektir. 4.06.2018 tarihi itibariyle insani yardım ve insani yardım dışındaki destek faaliyetlerinin uygulanması 6 Milyar Avro taahhüt edilerek sözleşmeye
bağlanmıştır.34 
34 European Commission, The E U F acility f or R efuges i n T urkey. W eb P age:
https://ec.europa.eu/neighbourhoodenlargement/sites/near/files/frit_factsheet.pdf.   Son erişim tarihi. 11.08.2018.

Bunun 1.94 Milyar Avro’luk bölümünün ödemeleri gerçekleşmiştir.35 
35 Ibid.

Ayrıca, Suriyeli mültecilerin dayanıklılık kapasitesini artırma amacıyla AB Güven Fonunu benimsenmiştir. AB Güven Fonu vasıtasıyla Aralık 2014’ten bu yana Suriye’nin komşu olduğu ülkelere, yani Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan’a ve Türkiye’de yaşayan 1,5 milyona yakın Suriyeliye insani-olmayan
yardım sağlanması hedeflenmiştir.36 
36 Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu, AB Suriye Güven Fonu: Suriyeli Mültecilere ve Ev Sahibi Topluluklara Destek için Sağlananan Yeni Yardım Paketi 1 Milyar Avro Sınırını aştı.

Fonun amacı Suriyeli mültecilerin uzun vadeli eğitim, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını ele almaktır. Fon öncelikli olarak çocuklar ve gençler için eğitim 
olanaklarının artırılması ve geçim kaynakları ve toplumsal uyum gibi hem mültecilere hem de ev sahibi topluluklara fayda sağlayacak alanlara müdahale etmeyi öngörmekteydi.
AB verilerine göre en büyük insani yardım kalemi Dünya Gıda Programının talebi doğrultusunda Suriyeli mültecilerin günlük ihtiyaçlarının karşılanmasına
yönelik Acil Durum Sosyal Güvenlik Ağı (ESSN) tarafından sağlanan 278 Milyon 400 bin Avroluk yardımdır. Avrupa Birliği’nin ikinci büyük yardım kalemiyse
UNICEF’e sağlanan 34 milyon Avroluk hibedir. Bu fon İnsani Yardım Acil Durumlarda Eğitim öncelik alanında yer alan mülteci çocukların kayıt oranının ve
derse devamlılığın artırılması için sağlanan şartlı nakit transferidir. 37 
37 ibid.

Ayrıca, Katılım Öncesi Yardım Aracı(IPA) ve İçişleri Göç İdaresi kapsamında Türkiye’ye dönen mültecilerin ihtiyaçlarının karşılanması için 12 milyon Avro 
ve IPA’nın Milli Avrupa Birliği ve Türkiye’nin Suriyeli Mültecilerin Dayanıklılığını Geliştirme Stratejileri Eğitim Bakanlığı ile yaptığı antlaşma ile 90 milyon Avro, 
Sağlık Bakanlığıyla yaptığı antlaşma ile de 120 milyon Avro yardım yapılmıştır.38 
38 T24, İnan Ketenciler, AB Suriyeli Mülteciler için Türkiye’ye şu ana kadar 676 milyon 600 bin avro yardım yaptık, 28 Kasım 2016. Son erişim: 24 Temmuz 2014.   
http://t24.com.tr/haber/ab-suriyeli-multeciler-icin-turkiyeye-su-anakadar-676-milyon-600-bin-avro-yardim-yaptik,373522


Toplamak gerekirse, Avrupa Birliği fonlarının yüzde 46’sı insani yardıma, yüzde 15’i mültecilerin sağlık hizmetine ulaşımının sağlanmasına, yüzde 28’i eğitime, yüzde 8’i sosyoekonomik desteğe ve yüzde 3’ü göç yönetimine sağlanmakta dır.39
39 Factsheet, Education, Health and Socio Economic Support Under the EU Facility,


Türkiye hükümeti ve Avrupa Birliği geçici koruma altındaki sığınmacıların dayanıklılığını artırmaya yönelik müdahalelerde bulunmuştur. Söz konusu
müdahaleler onların karşı karşıya kaldıkları kısa vadeli gıda, barınma, sağlık, eğitim gibi temel sorunlarını çözmeye ilişkin etkili ve önemli adımlardır. Ancak
söz konusu adımlara rağmen yukarıda bahsi geçen müdahale alanlarında önemli sıkıntılar bulunmaktadır. Öncelikli olarak çocuklar ve kadınlar gibi hassas
konumda olan gruplar hala yapısal sorunlardan mustariptir. Suriyeli mülteci çocukların okullaşma oranı oldukça düşüktür. Yüzde elliden fazlası okula kayıt
yaptırmamaktadır. Çocukların birçoğu çocuk işçiliği, çocuk yaşta yapılan evlilikler, radikalleşme, doğum belgesi alamama, aile içi şiddete maruz kalma gibi sorunlarla başa çıkmaya çabalamaktadır. Bir diğer sorunsa Suriyeli sığınmacılar arasında cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet vakalarında önemli bir oranda artışın olmasıdır. Mağdurlar sadece kadınlar ve kız çocukları değildir. Erkekler ve LBGT bireyleri toplumsal şiddete maruz kalmaktadır. Diğer bir sorunsa dil sorunudur. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden etkin bir biçimde yararlanılmasını engelleyen sıkıntı dildir. Ayrıca mültecilerin önemli bir kısmı psikolojik yardıma ihtiyaç duymaktadırlar. Suriyeli mülteciler Türkiye toplumunun yeni ötekileri olmuştur. Türkiye’de ekonominin durağanlaşmasıyla birlikte Suriyeli mülteciler giderek daha fazla fiziksel saldırıya varacak düzeyde yabancı düşmanlığına maruz kalmıştır.

5. Sonuç

Pratikte yaşanan sorunların yanı sıra Suriyeli mültecilerin dayanıklılıklarının inşası AB’nin dış ilişkilerine getirmiş olduğu “ilkeli faydacılığın” bir tezahürüdür.
AB’nin yüksek miktarda fonu Türkiye aktarması özünde Suriyelilerin temel insani haklarından biri olan sığınma hakkının bizatihi AB tarafından ihlalini perdelemeye
yönelik yaklaşımdır. İnsani yardım ve dayanıklılık inşası bağlamında Türkiye’de yaşayan mültecileri fonlayarak AB, mülteci akınını durdurmayı hedeflemektedir.
Fonların etkin ve adrese ulaşan bir şekilde verilip verilmediğine bakılmaksızın ve Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları alanındaki reform isteksizliğine rağmen,
Türkiye AB’nin mültecilere karşı jandarma rolünü üstlendiği sürece, AB Türkiye hükümetini fonlamaya ve reform karşılığında mali yardım temeli üzerine kurulu
siyasi şartlılığın temel prensibini göz ardı etmeye devam edecektir.

Türkiye’nin de Suriyeli mültecilere yaklaşımı AB’den çok farklı değildir. Tıpkı AB gibi güvenlik-istikrar ve normatif değerler arasında ikileme düştüğünde,
Türkiye güvenliği tercih etmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye Suriye sınırında 9000 km uzunluğunda ve 3 buçuk metre derinliğinde duvarın inşasını
tamamlayarak dolaylı bir biçimde AB’nin sınır güvenliğine katkıda bulunmuştur.40
40 Sputnik, Suriye Sınırına Örülen Mödüler Beton Duvarda 774 Kilometre Tamam,
https://tr.sputniknews.com/columnists/201711221031106429-suriye-sinirina-orulen-moduler-duvar/    Son Erişim Tarihi: 11.08.2018.

Mültecilerle ilişkilerindeyse mültecileri insani ihtiyaçları olan ve ileriki süreçte Türkiye toplumunun bir parçası olacak kimselerden ziyade AB ile ilişkilerinde
önemli bir koz olarak değerlendirmiştir. AB ile ilişkilerin siyasi gerekçelerle gerilmesi durumunda AB’yi Suriyeli mültecilere sınırları açmakla tehdit etmiştir.
Suriyeli mültecilere yönelik güvenlik merkezli uygulamalar ve özellikle Geri Kabul Antlaşması Suriyeli mültecilerin sığınma hakkını AB’nin dışında tutmasına
neden olmaktadır. Bu durum bir taraftan AB’ye yönelik göç akışının illegalleşme si bakımından önemli bir işlev görürken, diğer taraftan insan kaçakçılığı ve kaçak çalıştırma gibi rant alanlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Güvenlik merkezli uygulamalar mültecilerin en temel hakkı olan yaşam hakkının ihlaline ve emeklerinin sömürülmesine neden olmaktadır. Bu durum mültecilerin ev sahibi ülkeyle toplumsal bütünleşmesini ciddi bir biçimde etkilemektedir. Yasal olmayan yollarla AB sınırlarını geçmeye çalışan mültecileri engelleme ve geri gönderme üzerine kurulu bir yaklaşım yeni fiziksel ve fiziksel olmayan duvarların inşasına neden olmakta ve söz konusu duvarlardan geçmeye çalışanları caydırmak üzerine kurulu bir güvenlik piyasası oluşturmaktadır. Kısaca, AB sınırlarında merkezileşen ve Türkiye gibi AB’nin çeperinde olan ülkelere yayılan göç yönetimi bir taraftan göçmenleri illegalleştirmekte, AB’nin insani yardım fonlarıyla önemli bir tezatlık oluşturmaktadır. 

Ancak bundan daha önemlisi Suriyeli mültecilerin yaşama tutunmalarını sağlayacak daha iyi çalışma ve hak arama mücadelelerinde önemli bir bariyer oluşturmaktadır.

Kaynakça

Börekçi, D. Y., & Gerçek, M. (2017). Resilience Kavramının Sosyal Bilimlerde Türkçe Kullanımları Bağlamında Değerlendirilmesi. Pamukkale University
Journal of Social Sciences Institute.
Commission, European. (2012). Communication from the Commission to the European Parliament and the Council: The EU Approach to Resilience: Learning
From Food Security. Brussels, European Commission.
Commission, European. (2014a). Communication from the Commission to the European Parliament and the Council on the short term resilience of the
European gas system Preparedness for a possible disruption of supplies from the East during the fall and winter of 2014/2015, Brussels 16.10.2014, COM (2014) 654. . 
Brussels Avrupa Birliği ve Türkiye’nin Suriyeli Mültecilerin Dayanıklılığını Geliştirme Stratejileri Commission, European. (2014b). Report from the Commission to the European
Parliament and the Council: First Report on Progress by Turkey in Fullfulling the Requirments of its Visa Liberalization Roadmap.
Commission, European. (2016a). Commission Staff Working Document.
Accompanying the document Communication from the Commission to the European Parliament, the Council, the European Economic and Social
Committee and the Committee of the Regions Lives in Dignity: from Aiddependence to Self-reliance Forced Displacement and Development.
Commission, European. (2016b). Communication from the Commission to the
European Parliament, the Council, the European Economic and Social Committee and the Committee of the Regions: Lives in Dignity: From Aid
Dependence to Self Relience: Forced Displacement and Development; COM(2016) Brussels.
Commission, European. (2016c). Joint Communication to the European Parliament
and the Council: Joint Framework on Countering Hybrid Threats: A European Response, Brussels 06.04.2016. Brussels.
Commission, European. (2016d). [Proposal for a Regulation of the European Parliament and of the Council amending Regulation (EC) No: 539/2001 listing
the third countries whose nationals must be in possession of visas when crossing the external borders and those whose nationals are exempt from
that requirement ].
Commission, European. (2016e). Report from the Commission to the European Parliament and the Council: Second Report on Progress by Turkey in Fullfulling
the Requirments of its Visa Liberalization Roadmap.
Commission, European. (2016f). Report from the Commission to the European Parliament and the Council: Third Report on Progress by Turkey in Fullfulling
the Requirments of its Visa Liberalization Roadmap. Retrieved from
Council of Foreign. Affairs. (2016). Shared Vision, Common Action: A Stronger Europe: A Global Strategy for the European Union's Foreign and Security Policy.
Ekinci, M. U. (2016). Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması ve Vize Diyaloğu. Retrieved from İstanbul:
Güder, M. (2016) Türkiye’deki Dış Göç Olgusuna Sosyoekonomik Bir Yaklaşım ve Avrupa Birliği ile Geri Kabul Antlaşması’nın Olası Etkileri, Vol 24 (30), 129-137.
İçduygu, A. (2015). Syrian Refugess in Turkey: The Long Road Ahead.
Juncos, A. E. (2017). Resilience as the new EU foreign policy paradigm: apragmatist turn? European Security, 26(1), 1-18. doi:10.1080/09662839.2016.1247809
Kaya, İ., & Eren, Y. E. (2015). Türkiye’deki Suriyelilerin Hukuki Durumu: Arada Kalanların Hakları ve Yükümlülükler. SETA.
Tanrıkulu, F. (2017). Türkiye'de Yaşayan Suriyeli Çocukların Eğitim Sorunu ve Çözüm Önerileri. Düşünce Dergisi, 22(86), 127-144. ö 114
Zelal Başak Kızılkan Council of European Union. (2013 ). Council conclusions on EU Approach to
Resilience, 3241st Foreign Affairs Council Meeting Brussels, 28 May 2013. Bruseels: Council of the Europaan Union.
Yavuz, Ö. (2015). Türkiye'deki Suriyeli Mültecilere Yapılan Sağlık Yardımlarının
Yasal ve Etik Temelleri. Mustafa Kemal University Journal of Social Sciences Institute, 12(30).

***