TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 2
VII) “Türkiye: Amerikan Pazarı”
II. Dünya Savaşı sonu... İngiltere savaştan bitkin çıkmıştır. Bu durum, ABD için büyük fırsattır. Hemen harekete geçiyor: Hedef, dünya pazarlarını ve kaynaklarını ele geçirmek!
Buna karşılık ABD’nin girişimi de, Türk yöneticiler için bir fırsattır: Ne pahasına olursa olsun ABD’nin sempatisini kazanmak, onun desteğini elde etmek gerekmektedir. Çare yine hazırdır: ABD ile ticareti olabildiğince geliştirmek.
Zaten ortam öylesine “Amerikancı”dır ki Türkiye’ye gelen her Amerikan malı coşkuyla karşılanmakta, Türkiye’nin Amerika için bir pazar durumuna sokulması büyük bir iyilik gibi gösterilmekte, iş çevreleri sevinçten uçmaktadır. Ç. Yetkin kanıt olarak Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde 20 Şubat 1946’da çıkan şu haberini gösteriyor: Amerika Ortadoğu Kumpanyası’nın bir şubesi olmak üzere ithalat ve ihracat işleri ile meşgul olacak bir Türk Ortadoğu şirketi kurulmuştur. Ortadoğu’yu bir Amerikan pazarı haline getirmek ve uzun vadeli krediler açmak gayesiyle kurulan bu şirket hakkındaki haber, piyasada büyük bir ilgi uyandırmıştır. Şirket, Amerikan Ortadoğu Kumpanyası’nın temsil ettiği 160 Amerikan fabrikasının tüm ürünlerini satmaya yetkilidir. Böylece Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecek, bütün ihtiyaçları karşılanacaktır.
Şu ifadelere dikkat ediniz: Ortadoğu bir Amerikan pazarı haline getirilecektir! Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecektir!
VIII) Missuri Nasıl Karşılandı?
İşte, tam bu ortamda Amerikalıların Missuri adlı savaş gemisi 6 Nisan 1946’da İstanbul Limanı’na demirliyor. Missuri’nin gelmesi, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin yanında olduğu biçiminde yorumlanıyor. Öte yandan değerli “konuklar”ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar, işin ölçüsünün kaçırılmış olduğunu gösteriyordu (Yetkin, 2002: 260-262). Ancak önemli olan, başta İsmet Paşa, Hükümet’in, iş çevrelerinin ve diğer ilgililerin rahat bir nefes almış olmasıydı. Oluşturulmakta olan zincirin eksik bir halkası daha tamamlanıyor, “plan” aksamasına meydan verilmeden yürütülüyordu.
Acaba uçak gemisinin İstanbul’a gelişini aydınlar nasıl karşılamıştı? Yazarlar kamu oyunu nasıl etkilemeye çalışmıştı? Ç. Yetkin’i izleyerek iki anlamlı örnek üzerinde yanıtlayalım, bu soruları: Ahmet Emin Yalman ve Falih Rıfkı Atay. Neden anlamlı? Birazdan anlayacağız.
Önce Ahmet Emin Yalman…
Yalman Amerikan gemisinin İstanbul’a gelişine en çok sevinenlerden... Gazetesi Vatan’da şöyle yazıyordu: “Missuri’ye … bütün dünyanın güvenine ait ortak bir silah gözüyle bakmak yerindedir… Bu koca dövüş gemisi bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır.” Yalman kamuoyuna şunu telkin etmeye çalışıyor: Missuri aynı zamanda Türkiye’nin de bir savaş silahıdır. Türkler barış ve güvenliğe onun sayesinde kavuşabilir.
Sonuç olarak Yalman “Türkiye’nin güvenliğini ABD’ye ihale etmekteydi.” Bu da olağandır. Çünkü o zaten koyu bir Amerikan yanlısı idi. Yazdıkları, özü “tam bağımsızlık” olan Kemalizmden ne kadar uzak, ne kadar habersiz olduğunu açıkça gösteriyor.
Asıl şaşırtıcı olan, Falih Rıfkı Atay’ın davranışıdır.
“Zeytin Dağı”nın, “Çankaya”nın yazarı Atay, “Missuri” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz: Hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan, harpsiz, saldırısız sadece ahlâk ve kanun, bağlaşma ve antlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını görür...”
İnsanlar ne kadar da çabuk değişiyor! O zamanki ABD mi gerçek kimliğini gizlemekte öylesine başarılıydı? Yoksa F. R. Atay mı ABD’yi yanlış tanıyordu? Atay’ın yorumları günümüzün “holding medyası” yazarlarının ABD methiyelerinden hiç de geri kalmıyor.
Durumu açıklayıcı iki faktör akla geliyor: Birincisi aydınlarımızın, özellikle tarih ve ekonomi alanında az okumaları, dünya hakkında bilimsel görüş zayıflıkları… İkincisi Atay’ın zaten “İnönü’nün yakın çevresi”nde bulunması... Düşünce olarak, o çevrenin dışında kalamadı.
Ç. Yetkin’in (2002: 270) yorumu ise çok düşündürücü: “Atatürkçülüğü’ne toz kondurmayan Atay’ın, Amerikan bayrağındaki yıldızlardan birinin de Türk ulusunun talih yıldızı olduğunu yazmış olması; ülkemizde karşı devrimin daha başlangıç yıllarında ne boyutlara ulaşmış olduğunu kanıtlaması bakımından önemlidir.”
Bu yazarlar farklı politik kutuplardaydı: İlki, Yalman, Demokrat Parti’yi destekliyordu. F. R. Atay ise CHP’li idi. Ancak bir noktada birleşiyorlardı: Amerikancılıkta! Her ikisi de Amerika’ya övgüler düzmekte birbiriyle yarışıyor. Genelleme yaparsak Ç. Yetkin’in vurguladığı, şu hazin sonuçla karşılaşıyoruz: Türkiye’yi ABD’nin yörüngesine sokmakta o zamanın iktidarı da, muhalefeti de -CHP de, DP de- tam bir görüş birliği içindeydi.
IX) Aydınlarımızın Amerika Hayranlığı
Amerika hakkındaki yanlış bilginin aydınlar arasında ne kadar yaygın olduğu, dönemin siyasetçileri ile bir gazetecisinin aşağıda sunacağım görüşlerinden (Yetkin, 2002:332-346) kolayca anlaşılıyor.
Önce siyasetçiler:
• Yavuz Abadan (CHP, akademisyen): “Dünyanın kalkınması için zorunlu olan Amerikan yardımı, ümitsizliklerden doğacak kötülükleri önlemekle kalmayacak, uluslararası iş birliğinin kurulmasına olan inancı da artıracaktır.”
• Ahmet Şükrü Esmer (CHP, akademisyen): “Amerikalılarla ilişkilerimiz yenidir. Fakat bütün temaslarımızda onları iyi niyetli ve temiz duygulu insanlar olarak tanıdık.”
• Hamdullah Suphi Tanrıöver (CHP, hatip): “Milletler hâlâ endişe ile bakıyor, ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var: Yine Amerika. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan. Güven nereden geliyor? Amerika’dan. TBMM tutanaklarına göre, Tanrıöver’in bu sözleri üzerine milletvekillerinden “bravo” sesleri yükselmiştir.
• Nihat Erim (CHP, bakan): “.....Maddi ilerlemeler sahasında en önde gelen millet, ruh yüksekliği bakımından da en baştadır. Gerçekten ABD’nin gerek harp içinde, gerek şu harp sonrası dünyada oynadıkları asil rol bu millet tarihinin en büyük şereflerinden biri olarak anılacaktır ... Bu siyaset ancak ve ancak yüksek bir ahlakî evrim aşamasında görülen bir siyasettir. ABD’nin yepyeni bir egemenlik, taptaze bir ekonomi anlayışının öncüsü olarak da bütün insanlık için hayırlı işler başarmak istediğini görüyor ve takdirle karşılıyoruz.” Meclis tutanaklarına göre, Erim’in bu sözleri de “bravo” sesleriyle karşılanmış.
• Falih Rıfkı Atay (CHP, yazar): “Amerika barışçı bir devlettir. Özgürlük ve hukuk temelleri üzerine dayanan bir dünya düzeni ister. Harpte ve hegemonyada menfaat aramaz...”
• Namık Zeki Aral (CHP): “Türkiye ile Birleşik Amerika arasında kendini gösteren sıkı bir çıkar ortaklığı, tarihin şu çok nazik ve tehlikeli anlarında ülkemiz için şüphesiz ki, talihin lütfettiği en büyük onurlardan biridir”.
• Muhittin Baha Pars (CHP): “Bu ses nihayet Amerika’dan peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Ruzvelt’in sesi olarak ufuklara aksetti. İnsanları tutsaklık altında bırakmayacağız diyen bu azametli ses Ruzvelt’in vatandaşlarının sesiyle birleşerek ufuklarda bağrışmalar vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silahları ellerinde olarak tutsak milletlerin yardımına koştular... Peygamber gibi temiz ve kusursuz Ruzvelt’i, onun halefi olan değerli devlet adamı Truman’ı saygıyla selamlar ve Türk milletinin insanlık yolunda da, barışta da insanlığa yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”
• Fuat Köprülü (DP’nin kurucularından, daha sonra Dışişleri Bakanı): Birleşik Amerika’nın dünyanın hiçbir yerinde emperyalist bir gaye takip etmediği bütün siyasi hayatı ve olaylarla sabittir. Amerika’nın bütün Avrupa ve dünya milletlerine yardımı, doğrudan doğruya büyük maddi imkânlara sahip olan bu ülkenin, bütün insanlığı korkunç bir çöküntüden kurtarmak için yaptığı büyük bir fedakârlıktır. Tarihte benzeri görülmemiş bir insanî harekettir.”
Gazetecimiz ise Zekeriya Sertel.
Z. Sertel Atatürk devrimlerinin birçoğuna karşı çıkan, Türkiye’de Amerika’yı en çok yücelten, Türklere Amerikan yaşam biçimini imrenilecek bir model olarak gösteren, bu konuda en önde gelen kişilerden biri. Bakın ABD hakkında neler yazıyordu:
“Amerika özgür bir delikanlı gibidir. Ne ayaklarında geçmişin zinciri, ne de omuzlarında tarihin ağır yükü vardır. Ülke baştan başa neşe için, eğlence için, zevk için hazırlanmış gibidir. Çalışmada da öyledir. Biz işlerimizi ihtiyarlar gibi yavaş yavaş, tembel tembel, istemeye istemeye yaparız. Halbuki Amerika’da iş içinde iş, onun dışında sürekli bir hareket vardır.
Bizde din bizleri ahirete hazırlayan bir kurumdur. Orada din toplum hayatında önemli bir rol oynayan, bireylere dünyada başarılı olmanın yollarını gösteren sosyal bir kurumdur. Kilise hayatın içindedir. Bizde ise din bize yalnız ahiret yolunu gösteren, dünya ile ilgimizi kesmeyi öğreten bir kurumdur.”
“Türkiye’nin … kalkınma planına uzanacak en samimi yardım eli, Amerika’dan gelebilir. Amerika, İngiltere ve Rusya dahil, bütün dünyanın yardım eli beklediği bir merkez olmuştur. Para orada, makine orada, teknisyen orada toplanmıştır. Böyle bir ülkenin Türkiye’ye yardım elini uzatması bulunmaz bir nimettir.
Amerika’nın başka milletlere yardım siyaseti, şimdiye kadar bildiğimiz emperyalizm siyasetine dayanmaz. Amerika’nın başka milletlere yardım ederken takip ettiği iki gaye vardır. Biri yardım ettiği ülkenin sanayileşmesi ve bu şekilde o ülke halkının düzeyinin yükselmesi, diğeri de bu suretle tüketim gücü artan ülkenin kendisinden fazla mal alabilmesi… Yani Amerikan siyasetinde de bir pazar tutma siyaseti varsa da, bunu aynı zamanda o ülkenin yükselmesi ile barıştırmaya çalışmaktadır.”
“Amerika’nın tek hedefi dünya barışını kurmaktır.”
“Amerika’da kaldığım 3 yıl hayatımın en önemli yıllarıdır. Ben gazeteciliği orada öğrendim. Fikirde en büyük gelişmemi orada yaptım . Hayatı orada öğrendim.”
Toparlarsak, politikacılarımızın ve aydınlarımızın hayran olup taparcasına benimsedikleri ve kaçınılmaz olarak halkımıza da aşıladıkları “Amerikan imajı” şöyledir: Amerika ve Amerikalılar insan üstü varlıklardır. “Gökten inmiş, iyilik melekleri”dir. Tek amaçları vardır: İnsanlığa (tabii Türklere de) yardım elini uzatmak. Öyleyse övülmeye, yüceltilmeye fazlasıyla layıktırlar.
X) Amerika Bir Ülkeye Nasıl Yerleşir?
Aydınlarımızdaki bu korkunç Amerikan hayranlığı ve teslimiyetçilik nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz birçok faktör ileri sürülebilir. Ben konum gereği tek bir faktöre yer vereceğim ve diyeceğim ki bu utanılacak durum; emperyalistlerin, tabii ABD’nin, bilerek oluşturduğu bir durumdur. Daha somut bir anlatımla, Batının (Amerika’nın) “hedef-ülkelere sızma stratejisi”nin bir ürünüdür.
Strateji şöyledir:
i) Hedef-ülkenin insanlarının duygu ve düşünceleri önceden biçimlendirilir ve yönlendirilir. Öyle ki o ülke insanları kendiliklerinden, gönüllü olarak, iyi bir şey yaptıklarını sanarak ülkelerinin kapılarını emperyalist güçlere açarlar. Hatta işini bilenler “işbirlikçi” olarak, emperyalist sömürüden pay da alırlar. ABD bunu sağlamak için aşağıdaki yollara başvurur.
ii) O ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olabilecek kişileri, kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak, orada “eğitir.” Onları istediği kalıba sokar. Diğerleri için şu yolu dener: İngilizce dilde eğitim yapan ve öğrencilere kendi dünya görüşlerini aşılayan eğitim kurumları açar, kültür merkezleri kurar.
iii) Bir diğer yol da hedef-ülkede geniş bir propaganda faaliyeti başlatmaktır. Peki, neden? Halkı, özellikle aydınları kendi ideolojilerini benimseyecek, çıkarlarını koruyacak şekilde yoğurmak için. Bu amaçla kitle iletişim araçlarını kullanır. Ülkenin iletişim merkezlerini kendi denetimine alır. Bu mümkün değilse yukardaki yollardan “eğitilmesini” sağladığı kişilerin yönetiminde bulunmasını sağlar. 1940’lı yıllarda kitle iletişiminin başlıca ortamı “yazılı basın”dı. Demek ki ABD’nin teknikleri -diğer etmenlerin rolünü yadsımamak kaydıyla- başarılı olmuştur.
iv) Bir yol da “yardım”da bulunulan ülkenin, ABD’nin propagandasını yapmasıdır. Nitekim ABD ile Türkiye arasında yapılan bir antlaşmada, Amerika’nın propagandasının Türk hükümetince sağlanacağına ilişkin bir madde vardır (Yetkin, 2002 :348).
v) Son ve çok etkili bir yol da tasarruf düzeyi düşük ülkeleri yardımla, kredi ile avlamaktır. Bunların borçlanması teşvik edilir. Koşullar iyice olgunlaşınca, yeni kredilerin açılması politik ve ekonomik koşullara bağlanır. Bu koşullar borç alan ülkenin ekonomik ve politik bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
XI) Bağımlılığa Giden Yollar
Yukarda açıkladığım emperyalist sızma süreci, kurban seçilen ülkenin bağımsızlığının (istiklâlinin) yok olmasıyla sonuçlanır. Aslında bu süreç çok daha büyük bir mekanizmanın sadece bir kısmıdır. Söz konusu mekanizmayı bir bütün olarak açıklamakta yarar görüyorum. Bağımsızlığı yok eden, onun yerine uyduluk (bağımlılık) oluşturan mekanizma aşağıdaki yollardan oluşuyor (C. Dura, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri, 2002, ss.22-23):
a) Ülke fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir.
b) Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adli ve öbür alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır (Bugün ABD Irak’ta bu yolu deniyor).
c) Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir (Osmanlı’nın son yüzyılında uygulandı. Günümüzde de uygulanıyor).
Atatürk bu kişilere karşı bizi şöyle uyarır: “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.”
d) Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “az bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna razı etmeye çalışırlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir.
Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir toplum; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşmak zorunda kalır.
e) Bağımlı duruma getirilen toplum, artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına asla göz yummaz.
f) Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon) yoluyla, yurttaşların kafaları sistemli ve sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığa kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar.
g) Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askeri üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır (Bu ve önceki teknikler Türkiye’de uygulandı ve netice alındı).
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***