Falih Rıfkı Atay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Falih Rıfkı Atay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2017 Salı

TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 2


TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 2


VII) “Türkiye: Amerikan Pazarı”

II. Dünya Savaşı sonu... İngiltere savaştan bitkin çıkmıştır. Bu durum, ABD için büyük fırsattır. Hemen harekete geçiyor: Hedef, dünya pazarlarını ve kaynaklarını ele geçirmek!

Buna karşılık ABD’nin girişimi de, Türk yöneticiler için bir fırsattır: Ne pahasına olursa olsun ABD’nin sempatisini kazanmak, onun desteğini elde etmek gerekmektedir. Çare yine hazırdır: ABD ile ticareti olabildiğince geliştirmek.

Zaten ortam öylesine “Amerikancı”dır ki Türkiye’ye gelen her Amerikan malı coşkuyla karşılanmakta, Türkiye’nin Amerika için bir pazar durumuna sokulması büyük bir iyilik gibi gösterilmekte, iş çevreleri sevinçten uçmaktadır. Ç. Yetkin kanıt olarak Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde 20 Şubat 1946’da çıkan şu haberini gösteriyor: Amerika Ortadoğu Kumpanyası’nın bir şubesi olmak üzere ithalat ve ihracat işleri ile meşgul olacak bir Türk Ortadoğu şirketi kurulmuştur. Ortadoğu’yu bir Amerikan pazarı haline getirmek ve uzun vadeli krediler açmak gayesiyle kurulan bu şirket hakkındaki haber, piyasada büyük bir ilgi uyandırmıştır. Şirket, Amerikan Ortadoğu Kumpanyası’nın temsil ettiği 160 Amerikan fabrikasının tüm ürünlerini satmaya yetkilidir. Böylece Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecek, bütün ihtiyaçları karşılanacaktır.

Şu ifadelere dikkat ediniz: Ortadoğu bir Amerikan pazarı haline getirilecektir! Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecektir!

VIII) Missuri Nasıl Karşılandı?

İşte, tam bu ortamda Amerikalıların Missuri adlı savaş gemisi 6 Nisan 1946’da İstanbul Limanı’na demirliyor. Missuri’nin gelmesi, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin yanında olduğu biçiminde yorumlanıyor. Öte yandan değerli “konuklar”ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar, işin ölçüsünün kaçırılmış olduğunu gösteriyordu (Yetkin, 2002: 260-262). Ancak önemli olan, başta İsmet Paşa, Hükümet’in, iş çevrelerinin ve diğer ilgililerin rahat bir nefes almış olmasıydı. Oluşturulmakta olan zincirin eksik bir halkası daha tamamlanıyor, “plan” aksamasına meydan verilmeden yürütülüyordu.

Acaba uçak gemisinin İstanbul’a gelişini aydınlar nasıl karşılamıştı? Yazarlar kamu oyunu nasıl etkilemeye çalışmıştı? Ç. Yetkin’i izleyerek iki anlamlı örnek üzerinde yanıtlayalım, bu soruları: Ahmet Emin Yalman ve Falih Rıfkı Atay. Neden anlamlı? Birazdan anlayacağız.

Önce Ahmet Emin Yalman…

Yalman Amerikan gemisinin İstanbul’a gelişine en çok sevinenlerden... Gazetesi Vatan’da şöyle yazıyordu: “Missuri’ye … bütün dünyanın güvenine ait ortak bir silah gözüyle bakmak yerindedir… Bu koca dövüş gemisi bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır.” Yalman kamuoyuna şunu telkin etmeye çalışıyor: Missuri aynı zamanda Türkiye’nin de bir savaş silahıdır. Türkler barış ve güvenliğe onun sayesinde kavuşabilir.

Sonuç olarak Yalman “Türkiye’nin güvenliğini ABD’ye ihale etmekteydi.” Bu da olağandır. Çünkü o zaten koyu bir Amerikan yanlısı idi. Yazdıkları, özü “tam bağımsızlık” olan Kemalizmden ne kadar uzak, ne kadar habersiz olduğunu açıkça gösteriyor.

Asıl şaşırtıcı olan, Falih Rıfkı Atay’ın davranışıdır.

“Zeytin Dağı”nın, “Çankaya”nın yazarı Atay, “Missuri” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz: Hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan, harpsiz, saldırısız sadece ahlâk ve kanun, bağlaşma ve antlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını görür...”

İnsanlar ne kadar da çabuk değişiyor! O zamanki ABD mi gerçek kimliğini gizlemekte öylesine başarılıydı? Yoksa F. R. Atay mı ABD’yi yanlış tanıyordu? Atay’ın yorumları günümüzün “holding medyası” yazarlarının ABD methiyelerinden hiç de geri kalmıyor.

Durumu açıklayıcı iki faktör akla geliyor: Birincisi aydınlarımızın, özellikle tarih ve ekonomi alanında az okumaları, dünya hakkında bilimsel görüş zayıflıkları… İkincisi Atay’ın zaten “İnönü’nün yakın çevresi”nde bulunması... Düşünce olarak, o çevrenin dışında kalamadı.

Ç. Yetkin’in (2002: 270) yorumu ise çok düşündürücü: “Atatürkçülüğü’ne toz kondurmayan Atay’ın, Amerikan bayrağındaki yıldızlardan birinin de Türk ulusunun talih yıldızı olduğunu yazmış olması; ülkemizde karşı devrimin daha başlangıç yıllarında ne boyutlara ulaşmış olduğunu kanıtlaması bakımından önemlidir.”

Bu yazarlar farklı politik kutuplardaydı: İlki, Yalman, Demokrat Parti’yi destekliyordu. F. R. Atay ise CHP’li idi. Ancak bir noktada birleşiyorlardı: Amerikancılıkta! Her ikisi de Amerika’ya övgüler düzmekte birbiriyle yarışıyor. Genelleme yaparsak Ç. Yetkin’in vurguladığı, şu hazin sonuçla karşılaşıyoruz: Türkiye’yi ABD’nin yörüngesine sokmakta o zamanın iktidarı da, muhalefeti de -CHP de, DP de- tam bir görüş birliği içindeydi.

IX) Aydınlarımızın Amerika Hayranlığı

Amerika hakkındaki yanlış bilginin aydınlar arasında ne kadar yaygın olduğu, dönemin siyasetçileri ile bir gazetecisinin aşağıda sunacağım görüşlerinden (Yetkin, 2002:332-346) kolayca anlaşılıyor.

Önce siyasetçiler:

• Yavuz Abadan (CHP, akademisyen): “Dünyanın kalkınması için zorunlu olan Amerikan yardımı, ümitsizliklerden doğacak kötülükleri önlemekle kalmayacak, uluslararası iş birliğinin kurulmasına olan inancı da artıracaktır.”

• Ahmet Şükrü Esmer (CHP, akademisyen): “Amerikalılarla ilişkilerimiz yenidir. Fakat bütün temaslarımızda onları iyi niyetli ve temiz duygulu insanlar olarak tanıdık.”

• Hamdullah Suphi Tanrıöver (CHP, hatip): “Milletler hâlâ endişe ile bakıyor, ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var: Yine Amerika. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan. Güven nereden geliyor? Amerika’dan. TBMM tutanaklarına göre, Tanrıöver’in bu sözleri üzerine milletvekillerinden “bravo” sesleri yükselmiştir.

• Nihat Erim (CHP, bakan): “.....Maddi ilerlemeler sahasında en önde gelen millet, ruh yüksekliği bakımından da en baştadır. Gerçekten ABD’nin gerek harp içinde, gerek şu harp sonrası dünyada oynadıkları asil rol bu millet tarihinin en büyük şereflerinden biri olarak anılacaktır ... Bu siyaset ancak ve ancak yüksek bir ahlakî evrim aşamasında görülen bir siyasettir. ABD’nin yepyeni bir egemenlik, taptaze bir ekonomi anlayışının öncüsü olarak da bütün insanlık için hayırlı işler başarmak istediğini görüyor ve takdirle karşılıyoruz.” Meclis tutanaklarına göre, Erim’in bu sözleri de “bravo” sesleriyle karşılanmış.

 Falih Rıfkı Atay (CHP, yazar): “Amerika barışçı bir devlettir. Özgürlük ve hukuk temelleri üzerine dayanan bir dünya düzeni ister. Harpte ve hegemonyada menfaat aramaz...”

• Namık Zeki Aral (CHP): “Türkiye ile Birleşik Amerika arasında kendini gösteren sıkı bir çıkar ortaklığı, tarihin şu çok nazik ve tehlikeli anlarında ülkemiz için şüphesiz ki, talihin lütfettiği en büyük onurlardan biridir”.

• Muhittin Baha Pars (CHP): “Bu ses nihayet Amerika’dan peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Ruzvelt’in sesi olarak ufuklara aksetti. İnsanları tutsaklık altında bırakmayacağız diyen bu azametli ses Ruzvelt’in vatandaşlarının sesiyle birleşerek ufuklarda bağrışmalar vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silahları ellerinde olarak tutsak milletlerin yardımına koştular... Peygamber gibi temiz ve kusursuz Ruzvelt’i, onun halefi olan değerli devlet adamı Truman’ı saygıyla selamlar ve Türk milletinin insanlık yolunda da, barışta da insanlığa yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”

• Fuat Köprülü (DP’nin kurucularından, daha sonra Dışişleri Bakanı): Birleşik Amerika’nın dünyanın hiçbir yerinde emperyalist bir gaye takip etmediği bütün siyasi hayatı ve olaylarla sabittir. Amerika’nın bütün Avrupa ve dünya milletlerine yardımı, doğrudan doğruya büyük maddi imkânlara sahip olan bu ülkenin, bütün insanlığı korkunç bir çöküntüden kurtarmak için yaptığı büyük bir fedakârlıktır. Tarihte benzeri görülmemiş bir insanî harekettir.”

Gazetecimiz ise Zekeriya Sertel.

Z. Sertel Atatürk devrimlerinin birçoğuna karşı çıkan, Türkiye’de Amerika’yı en çok yücelten, Türklere Amerikan yaşam biçimini imrenilecek bir model olarak gösteren, bu konuda en önde gelen kişilerden biri. Bakın ABD hakkında neler yazıyordu:

“Amerika özgür bir delikanlı gibidir. Ne ayaklarında geçmişin zinciri, ne de omuzlarında tarihin ağır yükü vardır. Ülke baştan başa neşe için, eğlence için, zevk için hazırlanmış gibidir. Çalışmada da öyledir. Biz işlerimizi ihtiyarlar gibi yavaş yavaş, tembel tembel, istemeye istemeye yaparız. Halbuki Amerika’da iş içinde iş, onun dışında sürekli bir hareket vardır.

Bizde din bizleri ahirete hazırlayan bir kurumdur. Orada din toplum hayatında önemli bir rol oynayan, bireylere dünyada başarılı olmanın yollarını gösteren sosyal bir kurumdur. Kilise hayatın içindedir. Bizde ise din bize yalnız ahiret yolunu gösteren, dünya ile ilgimizi kesmeyi öğreten bir kurumdur.”

“Türkiye’nin … kalkınma planına uzanacak en samimi yardım eli, Amerika’dan gelebilir. Amerika, İngiltere ve Rusya dahil, bütün dünyanın yardım eli beklediği bir merkez olmuştur. Para orada, makine orada, teknisyen orada toplanmıştır. Böyle bir ülkenin Türkiye’ye yardım elini uzatması bulunmaz bir nimettir.

Amerika’nın başka milletlere yardım siyaseti, şimdiye kadar bildiğimiz emperyalizm siyasetine dayanmaz. Amerika’nın başka milletlere yardım ederken takip ettiği iki gaye vardır. Biri yardım ettiği ülkenin sanayileşmesi ve bu şekilde o ülke halkının düzeyinin yükselmesi, diğeri de bu suretle tüketim gücü artan ülkenin kendisinden fazla mal alabilmesi… Yani Amerikan siyasetinde de bir pazar tutma siyaseti varsa da, bunu aynı zamanda o ülkenin yükselmesi ile barıştırmaya çalışmaktadır.”

“Amerika’nın tek hedefi dünya barışını kurmaktır.”

“Amerika’da kaldığım 3 yıl hayatımın en önemli yıllarıdır. Ben gazeteciliği orada öğrendim. Fikirde en büyük gelişmemi orada yaptım . Hayatı orada öğrendim.”

Toparlarsak, politikacılarımızın ve aydınlarımızın hayran olup taparcasına benimsedikleri ve kaçınılmaz olarak halkımıza da aşıladıkları “Amerikan imajı” şöyledir: Amerika ve Amerikalılar insan üstü varlıklardır. “Gökten inmiş, iyilik melekleri”dir. Tek amaçları vardır: İnsanlığa (tabii Türklere de) yardım elini uzatmak. Öyleyse övülmeye, yüceltilmeye fazlasıyla layıktırlar.

X) Amerika Bir Ülkeye Nasıl Yerleşir?

Aydınlarımızdaki bu korkunç Amerikan hayranlığı ve teslimiyetçilik nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz birçok faktör ileri sürülebilir. Ben konum gereği tek bir faktöre yer vereceğim ve diyeceğim ki bu utanılacak durum; emperyalistlerin, tabii ABD’nin, bilerek oluşturduğu bir durumdur. Daha somut bir anlatımla, Batının (Amerika’nın) “hedef-ülkelere sızma stratejisi”nin bir ürünüdür.

Strateji şöyledir:

i) Hedef-ülkenin insanlarının duygu ve düşünceleri önceden biçimlendirilir ve yönlendirilir. Öyle ki o ülke insanları kendiliklerinden, gönüllü olarak, iyi bir şey yaptıklarını sanarak ülkelerinin kapılarını emperyalist güçlere açarlar. Hatta işini bilenler “işbirlikçi” olarak, emperyalist sömürüden pay da alırlar. ABD bunu sağlamak için aşağıdaki yollara başvurur.

ii) O ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olabilecek kişileri, kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak, orada “eğitir.” Onları istediği kalıba sokar. Diğerleri için şu yolu dener: İngilizce dilde eğitim yapan ve öğrencilere kendi dünya görüşlerini aşılayan eğitim kurumları açar, kültür merkezleri kurar.

iii) Bir diğer yol da hedef-ülkede geniş bir propaganda faaliyeti başlatmaktır. Peki, neden? Halkı, özellikle aydınları kendi ideolojilerini benimseyecek, çıkarlarını koruyacak şekilde yoğurmak için. Bu amaçla kitle iletişim araçlarını kullanır. Ülkenin iletişim merkezlerini kendi denetimine alır. Bu mümkün değilse yukardaki yollardan “eğitilmesini” sağladığı kişilerin yönetiminde bulunmasını sağlar. 1940’lı yıllarda kitle iletişiminin başlıca ortamı “yazılı basın”dı. Demek ki ABD’nin teknikleri -diğer etmenlerin rolünü yadsımamak kaydıyla- başarılı olmuştur.

iv) Bir yol da “yardım”da bulunulan ülkenin, ABD’nin propagandasını yapmasıdır. Nitekim ABD ile Türkiye arasında yapılan bir antlaşmada, Amerika’nın propagandasının Türk hükümetince sağlanacağına ilişkin bir madde vardır (Yetkin, 2002 :348).

v) Son ve çok etkili bir yol da tasarruf düzeyi düşük ülkeleri yardımla, kredi ile avlamaktır. Bunların borçlanması teşvik edilir. Koşullar iyice olgunlaşınca, yeni kredilerin açılması politik ve ekonomik koşullara bağlanır. Bu koşullar borç alan ülkenin ekonomik ve politik bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına yöneliktir.

XI) Bağımlılığa Giden Yollar

Yukarda açıkladığım emperyalist sızma süreci, kurban seçilen ülkenin bağımsızlığının (istiklâlinin) yok olmasıyla sonuçlanır. Aslında bu süreç çok daha büyük bir mekanizmanın sadece bir kısmıdır. Söz konusu mekanizmayı bir bütün olarak açıklamakta yarar görüyorum. Bağımsızlığı yok eden, onun yerine uyduluk (bağımlılık) oluşturan mekanizma aşağıdaki yollardan oluşuyor (C. Dura, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri, 2002, ss.22-23):

a) Ülke fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir.

b) Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adli ve öbür alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır (Bugün ABD Irak’ta bu yolu deniyor).

c) Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir (Osmanlı’nın son yüzyılında uygulandı. Günümüzde de uygulanıyor).

Atatürk bu kişilere karşı bizi şöyle uyarır: “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.”

d) Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “az bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna razı etmeye çalışırlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. 

Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir toplum; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşmak zorunda kalır. 

e) Bağımlı duruma getirilen toplum, artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına asla göz yummaz. 

f) Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon) yoluyla, yurttaşların kafaları sistemli ve sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığa kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar. 

g) Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askeri üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır (Bu ve önceki teknikler Türkiye’de uygulandı ve netice alındı). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 1



TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 1


Türkiye'de Amerikancılık Nasıl Başladı?
Prof. Dr. Cihan DURA, 
Haziran 2004

Bir bugüne, bir de geçmişe bakalım. Atatürk’ün o kendinden emin, geleceğe güvenle bakan, başı dik Türkiyesi nerede; bugünün şu süngüsü düşük, Avrupa Birliği’ne yamanmaya çalışan, başı yerde Türkiyesi nerede!…

Peki bu noktaya nasıl geldik? Yanıt zor değil, çünkü “ Aklın ve Bilim” in yolundan ayrıldık. Ne zaman? Atatürk aramızdan ayrılır ayrılmaz, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olması ile birlikte, Türkiye’nin yeniden emperyalist ülkelerle asimetrik ilişkiler kurmaya başlaması ile birlikte. Bu bağ öncelikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kuruluyor. Yazımın konusu işte budur: Türkiye’de Amerikancılık ne zaman ve nasıl başladı?

Bu konuda en iyi ve en yeni kaynaklardan biri, Çetin Yetkin’in “ Karşı Devrim 1945-1950” [Otopsi Yayınevi, İst., 2002] adlı kitabı. Makalemi yazarken, bu büyük emek ürünü kaynaktan geniş ölçüde yararlandım. Onun dışında M. Emin Değer’in “Oltadaki Balık Türkiye”, [Çınar Yayınları, İst., 1993] Attilâ İlhan’ın makale ve kitapları zikredilebilir. Ayrıca N. Berkes de anı kitabı “Unutulan Yıllar”da [İletişim Yayınları, İst., 1997] konuya geniş ölçüde yer verir.

Ben en yeni, en kapsamlı ve ayrıntılı olduğu düşüncesiyle, çerçeve olarak Çetin Yetkin’in kitabını yeğledim. Ayrıntılardan çok, olup bitenin ana hatlarını gözler önüne sermeye çalıştım. Böyle bir yaklaşım, temel değişkenleri kolay görmemizi sağlayacak. Zaten çalışmamın esas amacı da bu. Önemi de bu olacak: Türkiye’de Amerikancılığın başlamasının ana çizgileriyle ortaya konması. Kuşkusuz, ayrıntılar konusunda başvurulacak kaynak, başta Ç. Yetkin’in kitabı olmak üzere diğer yapıtlardır.

I) Dönüşüm

Çetin Yetkin “Karşı Devrim”e, dikkatimizi bir “dönüşüm”e çekerek başlar: “Ben İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından dört gün sonra doğmuşum… Babam subay, annem öğretmendi… Babamın üniforması, rengiyle, biçimiyle hemen hemen Alman subaylarının üniformalarının eşiydi. Savaşın bitiminde, bu üniforma İngiliz subaylarının üniformalarına benzedi, daha sonra da Amerikalılar’ınkine. Babam önceleri çizme giyiyordu, sonra adına ‘Çörçil’ denen postal. Daha sonra bu ‘Çörçil’ler, ‘Ruzvelt’ oldu… Sonra günlerden bir gün Amerikalıların Missuri savaş gemisi geldi… Türkiye bayram yerine dönmüştü. Tüm Türk ulusu kıvanç içindeydi. Gururlanıyorduk da. … Artık Rusya’dan korkmamıza gerek kalmamıştı.” Tarih 6 Nisan 1946’dır.

Aradan, bir yılı aşkın bir süre geçer. İsmet Paşa, ünlü “12 Temmuz 1947 Beyannamesi”ni yayınlar ve “müjde”yi verir: Türkiye demokrasi rejimine geçecektir. Demokrasinin önündeki engeller kaldırılacaktır. Ne var ki aynı gün çok önemli bir gelişme daha olur: ABD ile bir antlaşma imzalanır.

Bu iki önemli olayın aynı güne denk gelmesi bir tesadüf müdür? Kesinlikle hayır! Kanıtı, son ikibuçuk yıl içinde gerçekleşen ve içinde ABD’nin yer aldığı kimi anlamlı olaylar… Kronolojik olarak aşağıda veriyorum.

23 Şubat 1945: ABD “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde Türkiye’ye verilen malzeme için, ABD ile 10 yıl vadeli 10 milyon dolarlık kredi antlaşması imzalandı.

12 Ekim 1945: ABD Senato üyesi Claude Pepper Çankaya’da İsmet İnönü tarafından kabul edildi.

8 Kasım 1945: İnönü’nün 1 Kasım’daki TBMM’ni açış söylevi ABD’de Congressional Record’da yayınlandı.

6 Nisan 1946: Amerikan Missuri zırhlısı ve iki savaş gemisi İstanbul Limanı’na geldi. ABD Başkanı Truman, Amerikan Ordu Günü nedeniyle yaptığı konuşmada, “Orta Doğu’da muazzam doğal kaynaklar vardır ve en işlek kara, hava ve deniz yolları bu bölgeden geçmektedir. Sonuç olarak bu bölgenin büyük iktisadi ve stratejik önemi vardır.... Dünya ticaret sisteminin temellerini kurmak istiyoruz. Uluslararası ilişkileri zehirleyen ve iki harp arası devrede hayat seviyesini bozan dar iktisadi milliyetçiliğe dönmek istemiyoruz” dedi. ABD Türkiye ile ilgilenmeye başlıyordu.

13 Nisan 1946: Hükümet, ABD’den 500 milyon dolarlık kredi istedi.

23 Kasım 1946: Bir Amerikan filosu İzmir’e geldi.

3 Mart 1947: Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması kararlaştırıldı.

11 Mart 1947: Türkiye Uluslararası İskan ve Kalkınma Bankası’na (Dünya Bankası) ve Uluslararası Para Fonu’na (IMF) katıldı.

12 Mart 1947: Türkiye Truman Doktrini kapsamına alındı.

19 Mart 1947: İstanbul’daki bazı Amerikalılar ile Türk vatandaşları Türk Amerikan Dostluk Cemiyeti kurmak için harekete geçtiler.

21 Mart 1947: ABD Temsilciler Meclisi’nde Dışişleri Bakan Yardımcısı Acheson, yardımı haklı göstermek için, Türkiye’de bir muhalefet partisinin bulunduğunu ve demokrasinin geliştiğini söyledi.

12 Nisan 1947: Türkiye’de incelemeler yapmak üzere Senatör Berkeley başkanlığında bir ABD heyeti geldi.

2 Mayıs 1947: Bir Amerikan filosu İstanbul’a geldi. İsmet İnönü filo komutanları ile görüşmek için Ankara’dan İstanbul’a gitti.

22 Mayıs 1947: Amerikalı General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye geldi.

24 Mayıs 1947: Kara Kuvvetleri’nde subay üniformaları Amerikan modeline göre değiştirildi.

14 Haziran 1947: Amerikan İktisadi Heyeti, Türkiye’ye geldi.

İsmet İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi’nden önce neler olmuş? Toparlayalım: Sivil ve asker Amerikan heyetleri, savaş gemileri geliyor. Türkiye ABD’den borç istiyor. IMF ve Dünya Bankasına üye oluyor. İki ülke arasında askerî ve ekonomik temaslar başlamış. Dostluk Derneği kuruluyor. Türk subayları Amerikan tipi üniformalar giyiyor.

İş çoktan kotarılmaya başlamış!

II) Mandacılara İade-i İtibar

Kanıtları olan bir gerçektir: İsmet İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde “Amerikan mandacısı”ydı. Kâzım Karabekir’e yolladığı bir mektupta tek kurtuluş yolunun “Amerikan mandası” olduğunu açıkça yazmıştır (Yetkin, 2002: 28).

“İhtilaf ve nifak, esasında şahsiyetten doğmuştu” sözleri ise, İsmet İnönü’nün temelde Atatürk ile görüş birliği içinde bulunmadığının kanıtıdır. Çünkü ona göre, Atatürk’ün, mandacılık, hilafet, saltanat, ve benzeri konularda eleştirerek çevresinden uzaklaştırdığı kişilere karşı olan tutumu; “şahsiyetten”, yani kişisel çekişmelerden doğuyordu. Mandacı, hilafetçi, saltanatçı olmak hiç de önemli değildi.

İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca yeni bir dönem başlatmıştır. “Gazi Mustafa Kemal Paşa dönemi”ni kapatmış, o dönemin önde gelen kişilerini tasfiye etmiştir (Yetkin, 2002: 58). Yeni gözdeler “mandacılar”dır!

Bu hüküm günümüzün birçok Atatürkçüsü için şaşırtıcı ve üzücüdür. Ç. Yetkin burada Atatürkçülerin, içine düşebileceği ikilemi şöyle çözüyor: “İnönü’nün sonradan Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılması, kahraman bir komutan olması, onun ulusal bir yıkım anında umutsuzluğa düşecek bir kişi olmuş bulunduğu gerçeğini değiştirmez. Acaba, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde… denize düşen yılana sarılır gibi, ülkeyi Amerikan emperyalizmine açmasında aynı duygu ve aynı umutsuzluk etkili olmuş mudur?”

“Gözde”lere örnekler verilebilir, mesela H. Edip Adıvar… Atatürk Sivas Kongresi hazırlıkları sırasında Halide Edip’ten aldığı ve “Amerikan mandasının zorunlu olduğu” vurgulanan 10 Ağustos 1919 tarihli mektuba Nutuk’ta özellikle yer vermiştir. Halide Edip, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu sırasındaki tutumu ve devrimlere karşı oluşu yüzünden de Atatürk’le ters düşmüştü.

“Birinci sınıf Amerikancı” olan Halide Edip’in, Sivas Kongresi’nden bir bağımsızlık savaşı kararı çıkmasını engellemek amacı ile, Atatürk’e yolladığı 10 Ağustos 1919 günlü mektup; Sultan Ahmet Meydanı’nda halkı coşturan, daha sonra da Ankara’ya geçen ve bu nedenle de “bir kahramanmış gibi algılanan” Halide Edip’in gerçek kimliğini ortaya koyan belgelerden yalnızca biridir. Onun “Amerikan sevdası”nın başka bir kanıtı gerçekten “itici”dir. Şöyle ki romanlarında işlediği konulardan biri, Türk kadınlarının yabancı erkeklerle evlenmeleri ya da onların metresleri olmalarıdır. Dahası, Türk ana ve babadan doğacak çocuk kız olursa adının Dolly Şadiye, erkek olursa George Halim konulmasını ister.

İnönü, “kırgınlıkları giderme” siyaseti çerçevesinde, birçokları arasında, Halide Edip’i de vatana kazandırdı, hattâ onurlandırdı. Üniversitede İngiliz Edebiyatı profesörlüğüne atanmasını sağladı (Yetkin, 2002:52-55).

III) ABD’nin Silahı: Demokratik Rejim

II. Dünya Savaşı sona ermiştir. ABD dünyaya yeni bir düzen vermek istemektedir. Ancak güçlü bir “uluslararası ideolojik silah”a ihtiyacı vardı.

Aradığı silahı bulması uzun sürmez.

İngiltere ve Amerika’ya göre Savaş “anti-demokratik rejimlere sahip ülkelerin saldırgan politikaları” yüzünden çıkmıştı. Öyleyse yapılacak iş şuydu: Dünyadaki tüm anti-demokratik rejimlere, diktatörlüklere son verilmeli, her ulus dilediği yönetim biçimini seçebilmeliydi. Böylece “ana-oğul” yani İngiltere ve ABD dünya siyaseti olarak şu hedefi ortaya sürdüler: Dünyada “özgürlükçü ve demokratik bir devletler topluluğu”nu gerçekleştirmek (Gökkubbenin altında yeni bir şey yok: Bugünün dünya olaylarını yakından izleyenler herhalde bağlantıyı kurmakta gecikmediler. Ana-oğul, İngiltere ve ABD, bugün de aynı siyaseti uyguluyorlar).

“Özgürlükçü ve demokratik bir devletler topluluğu” hedefi, aranan “ideolojik silah”ı da kendi içinde barındırıyordu: Demokratik rejim! Araç bulunmuştu, dünya ülkelerine, yapıları ve dayanma yetenekleri hesaba katılmaksızın, “demokratik rejim” dayatılacaktı. Bu talep, görünürdeki amaç olacaktı; asıl amaç bunun ardına gizlenecekti. “Demokratik rejim” dayatması Amerikan oligarşisine, asıl gizli niyetini, istediği “küresel düzen”i gerçekleştirme yolunu açacaktı. Ülkelerin kamu oyları da -günümüzde olduğu gibi- türlü propagandalarla bu “ideal”e, taparcasına inandırılacaktı (Strateji günümüzde de aynı. Büyük devletler daima yeni ideolojik silahlar bulabiliyorlar. Demokrasiyi bir “Truva Atı” olarak kullanmaktan vazgeçmiş değiller. Ona ek olarak “yeni görüş” ve “yeni ideal”ler uydurdular: Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu Projesi gibi).

ABD’nin yeni dünya stratejisi karşısında, acaba o zamanki Türkiye’nin konumu neydi?

Kuşkusuz, Türkiye’nin rejimi Amerika’nın bakış açısından hiç de “demokratik” değildi. Milli Şef, “düpedüz bir diktatördü ve ülkede demokrasiden eser yoktu!” Yeni stratejisi göz önüne alınınca, doğal olarak karşı taraf boş durmayacaktı ve nitekim de öyle oldu.

ABD İktisadî Harp Dairesi Türkiye’nin “dost olmayan ülke” statüsüne alınmasını isterken, İngiliz BBC radyosu da Türkiye’yi demokrasi açısından yerden yere vuran bir dizi program yayınlıyordu. Türkiye karşıtı hava öylesine güçlüydü ki, olumsuz tutum Türkiye çok partili düzene geçtikten sonra bile bitmedi. Örneğin 1947’de, Amerikan Kongresi komisyonlarında, Temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da, Truman Doktrini’ne Türkiye açısından çok ağır eleştiriler yöneltildi. Örnekler verelim: Türkiye’ye yapılacak yardım, muhalefetin ezilmesi için kullanılacak. Ülkenin insan hak ve özgürlüklerini tanımayan otokratik yönetimi güçlenecek. Türkiye savaşta Nazilere yakınlık gösterdi; bu nedenle böyle bir yardım Birleşmiş Milletler ülküsüne aykırıdır. Yardım ancak Türkiye tam anlamıyla demokratikleştikten sonra yapılmalıdır.

IV) Türkiye Cephesinde Durum

ABD’nin hedeflerinden biri, kuşkusuz Türkiye idi.

Daha önce,1923-1938 döneminde -eş deyimle Atatürk döneminde- Türkiye’nin Batı ile ilişkileri normal düzeydeydi. Sıkı ilişkiler söz konusu değildi, özellikle de Türkiye ile Amerika arasında... Buna karşılık II. Dünya Savaşı bitiminde durum değişmişti: Türk devlet adamlarına göre koşullar, Türkiye’nin, “başta ABD olmak üzere Batı’ya tümüyle bağlanması gerektiğini” gösteriyordu. Ne var ki o ülkeler de, yukarda belirtilen nedenlerle, Türkiye’ye hiç de olumlu gözle bakmıyordu.

Peki, Türkiye bu hasmane tutumu nasıl önleyebilirdi? Bunun yolu, olumsuzluğun görünen sebebini, yani “anti-demokratik yapı”yı ortadan kaldırmaktı. Özellikle Millî Şef ne denli Batı demokrasisi yanlısı olduğunu Batıya göstermeliydi. Durum açıktı: Demokratik düzene geçilecekti. Yoksa Türkiye kurulmakta olan yeni dünya düzeninden dışlanır, hattâ varlığını sürdürmesi olanaksız hale gelirdi (Yetkin, 2002: 157, 150). Kısacası “Amerika’nın çağrısı”na olumlu sinyal verilmeli, dış dayatmaya boyun eğilmeliydi.

Ayrıca İnönü Türkiye’nin SSCB karşısındaki yalnızlığı ve bu devletin “talepler”i karşısında, İngiltere’nin ve Amerika’nın yardımına gereksinmesi olduğunu düşünüyordu. Nitekim Dış İşleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin şöyle diyordu: “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa esenliğe kavuşabilir.” Anlaşılıyor ki, bu görüş Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından da benimsenmişti. Türkiye’nin yeniden Batıya bağlanışı, yalnız İsmet Paşa’nın değil, aynı zamanda yakın çevresinin eseriydi.

SSCB, 1945 yılı içinde, önce 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması’nı feshettiğini bildirmiş, ardından bir nota vererek, üs ve toprak içeren bir takım isteklerde bulunmuştu. Ç. Yetkin’e göre SSCB, isteklerini öne sürmeden önce, ABD’nin ve İngiltere’nin Türkiye’ye karşı besledikleri olumsuz düşünce ve duyguları değerlendirmiş bulunuyordu .

İş bununla bitmiyordu: Bütün bu olumsuzluklara, Sovyet tehdidi nedeniyle silah altındaki asker sayısını azaltamayan Türkiye’nin katlandığı ekonomik yük ekleniyordu. Bu açıdan da tek çare, “Sovyetler’e karşı Amerika ve İngiltere’nin desteğini sağlamaktı.”

ABD sonuçtan memnundu: İdeolojik silah sonuç veriyordu. “Truva Atı demokrasi” işe yarayacaktı. Tabii, işini sağlam da tuttu: Yapacağı mâli yardımı “demokrasi” koşuluna bağladı. Zaten bu, bütün zamanların değişmez yöntemidir: Emperyalizm, avını parayla avlar.

V) Doğal Sonuç: Paslaşma Başlıyor

Öyle anlaşılıyor ki buzlar, Milli Şef’in 1 Kasım 1945 söylevi ile çözülmeye başladı. İnönü, söylevinde, Türkiye’nin savaş boyunca hep müttefiklerin safında olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu:

“...Demokratik karakter bütün cumhuriyet devrinde ilke olarak muhafaza olunmuştur. Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır... Ülkenin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.”

İnönü’nün bu sözleri hedefini buldu. Çünkü, ABD South Dakota temsilcisi, Karl E. Mundt, İnönü’nün söylevini Amerikan Kongresi’nde okuyacak ve söylev metni Mundt’un olumlu yorumu ile birlikte “Congressional Record”un 8 Kasım 1945 günlü sayısında yayınlanacaktır. Ç. Yetkin’in vurguladığı gibi İnönü’nün bu söylevi “ülkemizde çok partili ‘demokratik’ düzene geçişin temeli” olmuştur. Asım Us ise şu anlamlı savı ileri sürüyor: Bir süre önce Türkiye’ye gelen Amerikan Senato üyesi, İnönü’den, böyle bir demeçte bulunmasını istemişti. 1 Kasım nutku, bu isteğin yerine getirilmesidir (“Paslaşma hipotezi” lehinde bir kanıt!).

Bundan başka, başta İnönü olmak üzere, Sadi Irmak, H. Cahit Yalçın, F. Rıfkı Atay, A. Şükrü Esmer, E. İzzet Benice, Burhan Belge gibi CHP’li yazar ve sözcüler; Türkiye’deki demokratikleşme çabalarını ABD’ye duyurmaya çalışmışlardır. Örneğin, Türkiye’ye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılmasına ilişkin yasanın Truman tarafından imzalanması üzerine, İnönü Amerikan halkına bir “mesaj” yayınlıyor ve şöyle diyordu: “Yardım, milletimizin ispat ettiği yüksek meziyet ve ideallerin dünya kamuoyu önünde takdir edildiğini kanıtlamıştır” (Yetkin, 2002: 163).

Rejimdeki değişikliğin Amerikan politikaları ile ilgisi, Tevfik Rüştü Aras’ın, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ile yanındakilere hitaben söylediği şu sözlerde de görülebilir: “Toparlanmanın tam sırasıdır beyler... Sanfransisko’da eski Cemiyet-i Akvam’ın yerine konacak bir Birleşmiş Milletler Anayasası hazırlanıyor… Demokrasi cephesi, zaferi kazanmıştır. Kurulacak yeni dünya, demokrasi dünyasıdır. Eğer biz hâlâ Milli şeflikle avunur gidersek bizi bu teşkilata almazlar. Bir an önce girişimi ele geçirmeli ve partiyi … İsmet Paşa’nın çiftliği olmaktan kurtarmalıdır. Bunu siz yapacaksınız Fuat Beyefendi, siz yapacaksınız Emin Beyefendi. Sizin gibi ülke-sever, uyanık görüşlü insanlar yapacak.”

Nitekim Nadir Nadi de söz konusu demokrasi girişiminde dış siyasal kaygıların ön plana çıktığını, dışarıya “hoş görünmek için” biçimsel rejim değişikliğine gidildiğini söyleyecek ve çok partili düzene geçişte dünya koşullarının etkisini kabul etmemekliğin güç olduğunu belirtecektir.

VI) Batının İki Yüzü

Şu görüş kuvvetle doğru görünüyor ki Batının temel özelliklerinden biri hep ikili oynaması, daima çifte standarda başvurmasıdır. Avrupa’nın bütün politik ve ekonomik tarihi bu taktiğin sayısız örnekleriyle doludur .

ABD’nin İsmet Paşa ile giriştiği “demokrasi oyunu” da böyleydi. Şu bakımdan ki Amerika’nın asıl amacı Türkiye’nin gerçek demokrasiye kavuşarak, mutlu ve gönençli olması değildi. Asıl amacı “Truva Atı demokrasi” sayesinde, Türkiye’yi yeni kurtulduğu yarı-sömürgelik statüsüne yeniden döndürmek, onu yeniden bir pazar haline getirmek, doğal kaynaklarından yararlanmak, topraklarını askerî üs olarak kullanmaktı.

Aynı görüşü, Ç. Yetkin (2002: 179) daha geniş bir bakış açısından şöyle dile getiriyor: “Ne Soğuk Savaş döneminde ne de sonrasında ABD ve ortakları için, ne demokrasilerin ne de özgürlüklerin hiçbir önemi olmamıştır. Bir ülkede hangi tür rejim işlerine geliyor ise onu desteklemişlerdir. Demokratikleşmeye çabalayan ülkeler ne zaman emperyalizmin çıkarlarına dokunsalar, [o hükümetlerin] yerlerine hemen askerî diktatörlükler geçirilmiştir. Türkiye’de ele aldığımız dönemde ise ABD emperyalizminin çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi için, en uygun rejim 1945’ten başlayarak içinde bunaldığımız rejimdi. Gerektiğinde ona 27 Mayıs 1960’da, 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de yeniden biçim verdiler. ABD ve AB’nin bugün yaptığı da bundan başka bir şey değildir.”

ABD’nin bu hilekârca davranışı Türkiye’de de karşılık buluyordu: İçerde “Demokrasi” ve “özgürlük” çığlıkları atanların -ki bunların çoğu savaş zengini, karaborsacı, toprak emekçilerini sömüren ağa, yeni yetme aracı ticaret burjuvazisi idi- halkın kendi kendine yönetmesi demek olan demokrasiyi istedikleri filan yoktu. İstedikleri, eski toplumsal düzeni sürdürerek daha da palazlanmak, zenginleşmek, iktidarda söz sahibi olabilmekti (Yetkin, 2003: 257).

Bir toparlama yapalım: İnönü ve hükümeti, Türkiye’nin Sovyet tehdidi altında olduğuna inanmaktadır. Hükümet “İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle ve yönetim beceriksizliği” yüzünden, dış yardım ve destek arayışı içindedir.

Tek çare vardır: Amerika’nın himayesini sağlamak! Peki nasıl? Şunları gerçekleştirerek:

• Amerikalılara şirin gözükmek,

• Çok partili düzene geçmek,

• ABD’nin Ortadoğu planına destek olmak,

• Türkiye’nin ABD’nin bir pazarı, hammadde kaynağı olmasına göz yummak.

• Amerika’nın düşmanı olan her şeyi ve herkesi düşman bilmek.

Bu girişimler, hemen anlaşılacağı gibi Türkiye’nin bağımsızlığı açısından çok tehlikeli şeylerdi. Zamanla öyle gelişmelere yol açtılar ki büyük bir felaket ile, Amerika’nın “Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ipotek koyması” ile sonuçlandı. “Millî İrade”nin yerini, Amerikan hükümetlerinin, daha doğrusu Amerikan “elit”inin iradesi aldı. Sözde Türkiye’ye demokratik rejim gelecekti. Öyle olmadı, demokrasi sadece bir Truva Atı olarak kullanıldı. Amerikan yönetici sınıfının iradesi Türkiye’ye o atın içinde, halkımızın bir deyişini kullanırsak “demir kır at”ın içinde sokuldu.

Kısacası, demokratik rejim, bir “karşı devrim süreci” olarak gelişti. Ç. Yetkin (2002:195) şöyle bağlıyor: “Ne acıdır ki, çok partili düzene geçilmekle birlikte, Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ABD’nce ipotek konulacaktır. Türkiye’nin, bugün sömürgeleşme sürecinde nerdeyse son noktaya gelmesinin temeli, 1945-1950 arasında atılmıştır.”

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

9 Ocak 2016 Cumartesi

Türklük Bilinci ve Atatürkçülük



Türklük  Bilinci ve Atatürkçülük



Vural Savaş


Yabancılar Atatürk’ü Nasıl Değerlendiriyor,

Yazıma dört yabancı bilim ve devlet adamının Atatürk ve Atatürkçülük hakkında söyledikleriyle başlamak istiyorum. 

Arnold Toynbee şöyle diyor:

“Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız İnkılabı ve Sanayi Devrimi’ni, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

Prof. Dr. Herbert Melzig’in görüşleri ise şöyle:

“Büyük Yunan filozofu Platon’un ‘Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtına otursaydı.’ şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. Yüzyılda ilk defa olarak Atatürk’ün şahsında Platon’un istediği gibi, kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dahi bir fikir adamı olarak milletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milliyetle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 21.10.2000 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yeniden yayınlanan “Hangi Tarih” başlıklı makalesinde şunları yazıyor:

“Şu sözler daha çok yeni... Prof. Justin McCarty’e ait:

‘Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan’da olurdu, ama Trakya va Anadolu’da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türkler’in Konya Ovası’ndan sürülmeleri ve atılmaları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz?’ ve Amerikalı tarihçi devam ediyor:

‘Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı; Türk neslini de kurtardı.’ Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık.

19. Yüzyılın başlarından 20. Yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar’dan Kafkaslar’a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüş, 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden, yurdundan olmuş. Peki bu vahşet ne zamana kadar sürmüş? Yanıtını Prof. McCarty çok net veriyor:

‘Türk bağımsızlık savaşında birşey oldu ve plan artık yürümedi. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yanı yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan Elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar. Sadece batıda Rumlar tarafından bir milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1.2 milyonu da sürgüne zorlandı.’ Ve ekliyor:

‘Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyondan fazlası da öldü.’ Sonuç?

‘Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal’in itildiği Konya Ovası’nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş. Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı.’ Ve konuşmasını noktalarken şöyle diyor:

‘Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler, propaganda büroları aracılığıyla, bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar. Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türkler’e karşı önyargılılar.’

Robert Kolej Mütevelli Heyeti Üyesi, Harvard’da tarih öğrenimi görmüş Nick Ludington, Kemalizm hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

“Ülkeler başarıya birleştirici efsaneler yardımıyla ulaşırlar. ABD’nin Amerikan Devrimi ve George Washington’u, Fransız Devrimi ve Fransız kültür kavramı, İngilizler’in Magna Carta ile Kraliyet Ailesi, Yunanistan’ın demokrasinin doğduğu yer efsaneleri örneklerdir. Türkiye’yi birleştiren efsane ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Kemal Atatürk’tür. Bunlarsız Türkiye dağılabilir.

Kimileri İslam’ı Kemalizm yerine koyarak birleştirici yapmak istiyor. Bu Türkiye’yi nereye götürür? Milliyet üstü islami ümmete ve böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin sonuna. Başkaları özellikle ‘ikinci cumhuriyetçiler’ Kemalizm yerine Batı Kültürü’nü koymak istiyorlar. Bunu yaptıkları taktirde, ortaya bir Anadolu İsveç’i çıkarmak isterken, büyük bir olasılıkla Türkiye kargaşa içinde kalır. Atatürk’ün Kemalizm prensiplerinin çoğu hala geçerliliğini korumaktadır. Kemalizm ile ilgili sorun, daha ziyade laiklik prensibi ile ilgili görülmektedir. Bu prensip muhtemelen Türkiye’nin İran ya da Afganistan gibi karanlık çağlara gitmesini önler. Tüm Kemalist prensiplerden en önemlisidir. Kemalist prensipte kişinin diniyle ilgili kişisel uygulamalarında sınır yoktur. Devlet ülkenin hakim dini olan islam altyapısının muhafazasında aktif rol oynar. Siyasetçilerin sadece Anayasa’nın gerekli kıldığı laik cumhuriyet esaslarını kabul etmeleri gerekir. 

Aynı sınırlamalar ABD’de köktenci Hıristiyanlara da uygulanmaktadır. Türkiye’de din özgürlüğüne karşı en ağır saldırıcılar Kemalistler değildir. Söz konusu saldırılar, kendi kökten dinci görüşlerini halka zorla kabul ettirmek isteyen siyasi islamcılardır. 

Sonuç olarak;  Dünyada çok az ülkenin Atatürk gibi bir milli kahramanı var. Bu imajı yok etmek son derece büyük hata olur.”[1]

Türk Toplumunu Ümmetlik ten Çıkarıp Millet Yapan Atatürk

Batılı bilim ve devlet adamlarının, yukarıda özetlediğim görüşleri Atatürk’ü nasıl anladığım ve yorumladığım konusunda ipuçları verebilir. Ben bu gün daha güncel bir konuyu gündeme getirmeye çalışacağım. Şöyle bir görüş, bugünlerde ısrarla vurgulanıyor: Atatürk ve Atatürkçüler, Jakoben bir anlayışla devleti ön plana çıkardılar. Birey, ikinci plana itildi. Halbuki gerçek demokrasilerde birey herşeyden önemlidir. Devletin öncelikli görevi, bireyin hak ve özgürlüklerini korumaktır. Günümüzde Atatürkçüler, sınırlı ve Jakoben özgürlük anlayışlarıyla, hem ülkemizdeki çağdaş demokratik yaşamın sürdürülmesinde ve hem de AB’ye girişimizde en büyük engeli oluşturuyorlar. Bu görüşün sahipleri, Atatürk’ü ve eserini en az anlayan kişilerdir. Aslında onlar cumhuriyetin kazanımlarını yok etmek istiyorlar. Türk toplumunu ümmet toplumu olmaktan çıkarıp “ulus” yapan; vatandaşlarımızı “kul” olmaktan çıkarıp, çağdaş bireyler yapmaya çalışan Atatürk ve Atatürkçülerdir. Nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturan “Türkler” bile, kendi yurtlarında, yöneticilerce daimi olarak aşağılanıp ezilmekten, Atatürk ilkelerine dayanan cumhuriyet idaresi sayesinde kurtarabilmişlerdir. 

Cumhuriyet Öncesi Türk Kadını

Atatürk’ün daha iyi anlaşılmasında çok büyük önem taşıdığı için bu hususları açıklığa kavuşturmaya çalışacağım. Nüfusumuzun yarısını oluşturan kadınlarımız, cumhuriyet idaresinden önce bir gün bile saygın bireyler olabilmişler miydi acaba?

Falih Rıfkı Atay, cumhuriyetten önceki dönemin Osmanlı kadınını şöyle anlatıyor: “Osmanlı toplumunda kadın taassuba karşı devletin başlıca tavizi idi. Taassup için ahlak, ırz; ırz da bilhassa kadın demekti. İstanbul’da kadınların ırzından yalnız kocaları, ana babaları sorumlu değil idiler. Bütün mahalle halkı, aile halkını kontrol ederdi... Sokakta herkes kadın kıyafetine karışmak hakkını kendinde görürdü. Yüzler, kollar, bacaklar iyice kapanmalı, çarşaflar vücut biçimini hiç sezdirmemeli, peçeler bir süs değil tam bir örtü olmalı idi... Harp, pahalılık gibi hadiseler olduğu veya idare aleyhine dedikodular arttığı vakit, hemen kadın kılığı günün meselesi haline gelirdi. Kadın erkekle bir arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dükkanlarında kadın yerleri perde veya kafesle erkek yerinden ayrılmıştı. Gezinti, mesire yerlerine kadar her yerde harem kısmı vardı... 1908 Meşrutiyet’inden sonra dahi, mesela kız mekteplerinde edebiyat hocası harem ağası idi... Birinci Dünya Harbi bozgunu üzerine Enver Paşa, halk arasındaki dedikoduları durdurmak için kadın tavizine girişti. Çarşafların ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tesbit etmek üzere bir komisyon bile kurulmuştu. Bir gün bir polis müdürü Ada otellerinden birinde bir karı kocanın beraber oturduklarını duyunca, bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştı... Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı Saltanatı’nın sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zannedersiniz. Mondros’ta teslim olmuşuz; kadına hücum, düşman donanmaları İstanbul Limanı’na demirlemişler; kadına hücum, hazine dar, o ay maaş çıkmamış, kadına hücum.”[2]

Necip Mirkelamoğlu, geçen yılın Eylül ayında, her Türk aydınının okuması gerektiğine inandığım “Atatürkçü Düşünce ve Uygulamada Din ve Laiklik” adlı muhteşem eserini yayınladı. Bu eserde; Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları şöyle değerlendiriliyor:

“İşte Mustafa Kemal, şeriatın bu, Osmanlı kadınını, laik cumhuriyetin Türk kadını haline getirerek, onu erkekle eşit haklara kavuşturarak ikinci sınıf bir mahluk, nefis körelten bir esire olmaktan çıkarıp, toplumun hür, aydın, aktif, onurlu bir üyesi yapacaktı. Kolağası rütbesindeki ilk gerçek çağlarından itbaren, bu inancı bir iman halinde ruhunda saklayıp, dimağında yaşattığı zaten bilinmektedir. 1925 yılında, geleceği müjdeleyen bir konuşmasında bu hususta şunları söylemişti:

“Bir sosyal toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşmuştur. Kabil midir ki, bir kitlenin bir parçasını ileri götürelim, diğerini müsamaha edelim de kitlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirli kaldıkça, diğer kısmı semalara yükselebilsin?

1923 yılı Nisan’ında yapılacak seçimlere hazırlık olarak, kaç kişilik nüfusa bir milletvekili düşecek hesabı yapılırken, nüfus belirlemesi yapılmış, fakat Osmanlı’dan intikal eden, kadınları insan adletmeyen zihniyet, bu sayımda kadınları hiç sayarak nüfus tesbitine almamıştır. Mustafa Kemal, toplumdaki statüsü bu durumda olan kadının ayaklarındaki zinciri kırmış: “Hususi Hukuk” alanında, Medeni Kanunla; “Kamu Hukuku” bakımından da 1930’da Belediye Meclislerine, 1934’te ise TBMM’ne seçme seçilme haklarını veren yasal ve anayasal hükümlerle ona laik cumhuriyetin şerefli vatandaşı olmanın onur ve gururunu kazandırmıştır.”[3]

Osmanlı’da Aşağılanan Türk Milleti

Necip Mirkelamoğlu aynı adlı eserinde, Türkler’in durumunu şöyle açıklığa kavuşturuyor:“Fuat Köprülü konferanslarında ve kitabında tarihi bir realite olarak, bir Osmanlı İmparatorluğu bulunmakla beraber, bir Osmanlı ırkı, hatta bir Osmanlı kavminin mevcut olmadığını, Osmanlı kelimesininin etnik değil, politik bir terim olduğunu, Anadolu’ya müslüman olarak Selçuklularla beraber ve onların bir parçası olarak geldiğini, din değişimi şekliyle müslüman olan Hıristiyanlar’ın abartılacak bir sayıda olmadıklarını, Osmanlı halkının Selçuklular gibi Asya’dan Oğuz boyundan kopup gelen bir Türk kitlesi olduğunu bilgi, belge ve delilleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır.

Bizim de katıldığımız gerçek şudur: Osmanlı Devleti’ni kuran, başlangıcından sonuna kadar her türlü zahmetini, eziyetini çekip, uğrunda can verip kan akıtarak, her türlü maddi ve manevi fedakarlıklarla asırlarca onu omuzlarında taşıyan, zaferlerin gerçek sahibi, yenilgili ve hicranlı günlerin masum ve mazlum tebaası öz be öz Türk halkıdır. Ne var ki, aynı sözleri padişahların büyük çoğunluğunun, sadrazamların, vezir, ümera ve ulemanın, saray ve enderun aristokrasisinin, kapıkulu taifesinin pek büyük çoğunlukları için söylememiz mümkün değldir. Bu tanıma giren zümrede hiçbir gün ve zaman Türklük ruhu ve mensubiyet duygusu belirmemiş, ifade olunmamıştır. Özellikle Fatih’ten sonra ben Türk’üm diyen bir padişah sesi duyulmamıştır. Bu aristokrat zümre Türk halkını yalnız can, kan ve mal vergileri için hatırlamışlar, onun dışında Türk olmayı bir hakaret, aşağılama ve utanç vesilesi saymışlardır. Osmanlı idaresinde Türk halkı, bir millet ruhu ve şuuru ile beslenmemiş, Araplar’ın imtiyazlı bulunduğu bir ümmet kişisizliğine eriyip gitmiştir.”[4]

“Yavuz Sultan Selim’in Halifeliği devraldığı 1517’den itibaren Araplar, Osmanlı hayatı boyunca Arapların bu üstün ve gözde durumları devam etmiştir. Abdülhamit, geleneksel Osmanlı zihniyet ve siyasetini daha da belirgin bir hale getirerek, Araplara son derece yakınlık gösteren ve güven duyan bir tutum göstermiştir. Sadaret makamına getirdiği Tunuslu Hayrettin Paşa Arap olmamakla beraber, Arap kültürüyle yetiştiği için Türkçe bilmezdi. Saraydan kendisine yazılan yazılar Arapça yazılır, Türkçe’ye tercüme edilirdi. Devletin resmi dilinin bile Arapça’ya çevrilmesi düşünülmüş, mukavemet görülünce vazgeçilmişti. Devlet yıllıklarında İmparatorluğun vilayetlerinin sıralanmasında Edirne ilinden başlanılmakta iken, Abdülhamit, Hicaz vilayetini başa geçirmiş, arkasından bütün Arap vilayetleri sayıldıktan sonra diğerine geçilmişti. Arap vilayetleri, birinci sınıf vilayetler sayılmış, bunların valilerine diğerlerinden farklı ve daha fazla maaş verilmiştir.”[5]

Kadın Sultanlar Bile Türk Değil

Bu konuda Hüsnü Merdanoğlu’nun, “Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği” adlı eserinde yazdıkları çok ilginç:

“Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahına kadar devam etti. Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede, ‘Türk iti şehre gelince farisice ürür.’ denilmektedir.”[6]

Yine bir Osmanlı şairi olan Nef’i ise “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır.” demiştir.

Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde; “Baban da olsa Türk’ü öldür” nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün Hz. Muhammet’e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir kıtasını yineleyelim:

Sakın Türk’ü insan sanma,
Bin an bile olsa Türk’le birlikte olma,
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur.
Türk’ün başını kesenken sakın gam yeme,
Baban da olsa Türk’ü öldür.

Fatih Sultan Mehmet bile, Otlukbeli Savaşı’ndan dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda öldürülen Türkmenler’in kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve işine devam et demiştir. 

Kuyucu Murat Paşa:“ Vurun Şu Pis Türk’ün Başini ”
Hırvat kökenli Sadrazam Kuyucu Murat Paşa döneminde, 155 bin insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuştur. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı’nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu’nun evladı Türk’tür. Osmanlı tarihçisi Naima “Tarih”inde Türkler için; “nadan” yani kaba Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadesini kullanmaktadır.

1912 yılnda Sebiürreşat Dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyordu. “Türk Hükümeti”, “Türk Ordusu”, “Türk Ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 1913 tarihli “Mecmuai Ebuzziya” Dergisi’nin 94. sayısında: “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka birşey değildir. Bizler, yani Türkler müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız” denilmektedir. 

Üniversitede profesörlük de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı “İslamda Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türk’e karşı savaş açmış ve “Türk’ün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir.” demiştir. 

1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunmuştur. İstanbul alındıktan sonra Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yargı yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun Okulları’na Türkler alınmamışlardır.[7]

Türk, Kaba ve Yabani Demekti
İsterseniz biraz da görgü tanıklarından dinleyelim:

Falih Rıfkı AtayBatış Yılları ” adlı eserinde şunları yazıyor: 

“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk kaba ve yabani demekti. İslam Ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz; ‘din ile milliyetin bir olduğunu öğrenmekti.’ Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında sıraya girer, Padişahım çok yaşa diye bağırırdık. Beyoğlu’nda bir İstanbul’lu Türk yerliliğini kolayca hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçe’den başka dille konuşmayınca ancak tenezzül eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızca’dır ve Fransızca yazılmıştır. ‘Büyük Klüp’ün adı; Cerlced Orient’tir. Dili Fransızca’dır. Karşı Türkler’inde Türkçe konuştukları pek duyulmaz. Bu Tanzimat tipi Batılı ile, bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O Türklüğünden utana, Türklüğünü saklayan bir alafrangadır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç göbek öncesi Anadolu’nun bir kasaba veya köyünden çıkan bu Türkler, saraya yahut Bab-ı Ali’ye çıkınca ilk işleri soylarında, soyadlarında unutmak olur. Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum fakat kendimize Osmanlı derdik.”

“Vallahi Türk Değilim”

Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları ” adlı eserinde şu bilgileri veriyor:

“Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona “Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme. Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun.” demişlerdi. Zavallı Türk vatanımı kaybederim korkusu ile, vallahi Türk değilim. Osmanlılık’tan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim demeye mecbur edilmişti.”[8]

“Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milletleri siyasi dairesine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı sınıf haline giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare edilen Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türkler’e millet-i mahkure (aşağı ulus) nazarı ile bakardı. Osmanlı Türk’e daima ‘Eşek Türk’ derdi. Türkler arasında kızılbaşlılığın ortaya çıkışı bile bu ayrılıkla izah olunabilir. O tarihteki halk şeyhleri, Türkler’in o zamanki ezilmişliğini, vaktiyle Ehl-i Beyt’in uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı.”[9]

Şair Fuzuli, bir şiirinin son beytinde şöyle diyor:

Fuzuli, 
Gökten yere insen sana yer yok
Yürü var gel, ya Arap’tan ya Acem’den

“ Türk’den de Paşa Olur Mu? ”

Ahmet Vefik Paşa (1825-1891) Bursa valisi iken(1880) ilçeleri teftişe çıkar. 

Bursa o zaman İmparatorluğun türlü yörelerinden gelmiş olan göçmenlerin iskan edildiği bir bölgedir. Paşa uğradığı bir ilçede, sohbet ederken etnik kökenlerini soruyor, aldığı cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, üsteleyerek, hangi milletten olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o bir kabahat ifşa edermiş gibi ürkek, titrek bir sesle “Ben Türk’üm efendim” diyor. bunun üzerine Paşa, ‘Niçin sıkılıyor, saklıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türk’üm’ diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, ‘Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da oluyormuş ha diye sevinçle karışık hayret ifade edince, Vefik Paşa “Paşa da kim oluyormuş, padişah da Türk, Padişah” diye haykırıyor. Sonra, İmparatorluğun iki dertli ihtiyarı sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak, sarılıp, Türk’ün hazin kaderi için ağlaşıyorlar.[10]

Türklere Avrupa’da  “Şempanze” Deniyordu
Birinci Dünya Savaşı sonrası, bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Onlardan birisi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadırlar. 

“Bir Mayıs sonu, ya da bir Haziran başı idi. Bağımsız fakat bütün kalbiyle ittifak devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyordum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir. Gün geçmiyor ki, bir mağazada, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. Lakabımız; ‘Makak’tı (Bir çeşit şempanze maymunu türü). Gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu. İşte o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim ansızın bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi:

Bir Türk generali itilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.” Titreyerek gazeteyi aldım. Yürekten okuyorum; ‘Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali’”[11]

Atatürk Türklük Şuuruna Nasıl Erdi

Atatürk bir hatırasını şöyle anlatıyor: 

“Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk defa Manastır Askeri İdadisi’nde “Ben Türküm. Dinim, cinsim uludur” mısrai ile başlayan manzumesinde, bana ilk gençliğimin gururunu tattıran, ilk manayı bulmuştum. Fakat ben asıl, orduya ilk katıldığım günlerde bir Arap binbaşının “Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın” diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşlarıda Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim esen kaynağım, er derin övünç menbaımoldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka birşey değildir.”[12]

“ Türkler Avrupa’nın Gecikmiş Milleti ”

Deutsche Welle (Almanya’nın Sesi) Radyosu’nda müdürlük yapan; Dietrich Schlegel şöyle diyor:

“Atatürk’ün temel ilkelerinden biri de Türkler’e kendi kimliklerini vermekti. Bu Türkler’e Osmanlı veya değişik etnik gruplardan oluşmuş herhangi bir insan yığını olmadıklarını, aksine Türk kimliği taşıdıklarını ve Türk olduklarını telkin etmeyi amaçlıyordu. Atatürk Türkler’in nereden geldikleri konusunda, belki de biraz katı olan, birtakım fikirler geliştirmişti. Fakat burada da Almanlar’la bir karşılaştırmada bulunmak istiyorum. Bir Alman kültür sosyoloğu ve filozofu, 1920’li yıllarda ‘Gecikmiş Millet’ adlı bir kitap yazmıştı. Bu kitabın adına dayanarak, Türkler’i birçok kez, ‘Avrupa’nın en gecikmiş milleti’ olarak nitelendirdi. Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında yaşamış olan Yunan, Romen ve Bulgar milletleri eşit haklara sahip olma süreçlerini ve yeniden milli doğuşlarını 19. yüzyıldan, 20. yüzyılın başına kadar tamamlamışlardı. Fakat Türkler, ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ‘Türk’ kimliklerine kavuşmuşlardır. 

Geçmiş yüzyılda Jön Türkler’in kendilerine bilinçli olarak Türk demelerinden önce, Türk benlik duygusu yoktu. Atatürk Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kendi topraklarında geri kalan insanlara ‘Türk’ demeyi amaçlamıştı. Benim anlayışıma göre, Atatürk bunu etnik anlamda söylemiştir. Çünkü O, Türkiye’de pek çok etnik grubun yaşadığını biliyordu. Atatürk, bu konuyu ‘yurttaş’ kavramı olarak ele aldı. Sanırım Atatürk’ün temel fikri, yurttaş ve ulusal yurttaş kavramlarını birleştirmekti. Bu Türkler’de derin izler bırakmıştır. Avrupa’da, Türkler kadar büyük milli gururları olan çok az sayıda millet tanıyorum.”[13]

Alfons De Lamartine’nin “Osmanlı Tarihi”ni Türkçe’ye çeviren “Editörler Grubu”nun konu ile ilgili düşüncelerine değinelim: 

“Bütün imparatorluklarda bir egemen millet vardır. O tarihlerde Avusturya İmparatorluğu’nda Alman Milleti, Rusya’da Doğu Slav ırkı, İngiltere Topluluğu’nda İngiliz Milleti ve hatta ABD’de de Anglo-Sakson unsuru egemen durumdaydı. İşte bütün bu devletlerin varlıkları ve güçleri bu egemen milletlerin önderliğinde gelişip sürdü... Üç kıtaya yayılan bir imparatorlukta egemen bir ırktan güç alınmaması topluluklar arasında disiplinden eser bırakmadığı gibi, dayanışma mevhumunu da yok etmişti. Böylece devletin yapısı demokrasiye hazırlıklı olmadığı için, büyüklü küçüklü politik depremlere karşı direnemezdi.” [14]

Atatürk’ü Anlamak Yetmez

Yazıma İlhan Selçuk’un 27.10.1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Gel de şaşma” başlıklı makalesiyle son vermek istiyorum:

“Yıl 1920 Arap İngiliz’le birleşmiş Ermeni Rus’la birleşmiş Doğu Anadolu’yu kana boyamış,
Rum, Yunan’la, Yunan İngiliz’le birleşmiş Batı Anadolu’yu ele geçirmiş...
Ülkenin mahvolmadık, yıkılmadık, yanmadık, kan dökülmedik, kül olmadık hiçbir yeri kalmamış...
Kalan ne?
Elde avuçta İstanbul, İzmir bile yok
Anadolu’nun 6-7 milyon nüfuslu en yoksul bölümüyle %95’i okuma yazma bilmez, yorgun, yoksul, bitkin, ezik bir halk...
Nasıl kurtulmuşuz?
Şaşıp kalıyorum...
Yunan’ı nasıl denize döküp, hizaya getirmişiz, İngiliz’i İstanbul’dan nasıl çıkarmışız, dünyanın süper güçleriyle nasıl masaya oturmuşuz?...
İnanılır gibi değil...

Sakın rüya olmasın?...

Yıl 1923...
Anadolu’da 10-11 milyon savaş artığı insan yaşıyor, hastalıklı, aç bilaç, parasız.
%95’i elifi görse mertek sanacak kadar alfabesiz.

Ne yapacaksın?
Demokrasi yap!
Nasıl yapacaksın?

Yeni bir binyıla girerken Nurcu tarikatının ardına bu kadar adam takılmışken, 1923’ün yanmış, yıkılmış Anadolu’sunda nasıl demokrasi yapacaksın? ... Komşunun komşuyu boğazladığı iç savaşlardan, Anadolu’yu mezbahaya döndüren dış savaşlardan yeni çıkmışsın. Fabrikan yok, işçin yok, doktorun yok, uzmanın yok, tüccarın yok, öğretmenin yok, mimarın yok, suyun yok, yolun yok, barajın yok, elektiriğin yok, kadınların çarşafla, çuvala giriyor, erkeğin dört kart karı alıyor, yurttaşlık yasası yok, üniversiten yok, banka yok, burjuva yok, proleterya yok, ihracatçı yok, ithalatçı yok, sermayen yok...

Kalkın bakalım...
Nasıl kalkınacaksın?...

Sermayesiz ekonomik kalkınmanın, yumurtasız omletten ne farkı var?...
Mustafa Kemal kuşağı ne yapmış?
Yöneticiler devletçiliğe neden ve nasıl sarılmış?
Türkler bankacılığı nasıl öğrenmiş? Merkez Bankası 1930’a değin neden açılmamış?

Özel sektör nasıl oluşturulmuş?
Yeni devlet nasıl kurulmuş?...

Çağdaş öğretime nasıl geçilmiş?... 1920’de, 10-11 milyon nüfusun %95’i alfabesizken, savaş artığı bir toplumla okuma yazma seferberliği nasıl açılmış?
Kitaplıklarında kitap yokken, ulusal kütüphane nasıl kurulmuş?
Okullarda tarih kitabı bile yokken, tarih nasıl yazılmış?
Yok olmanın kuyusundan çıkıp, var olmanın doruğuna nasıl tırmanılmış?...
Yunan’lı ile dostluk nasıl yapıldı?...
Avrupa’da saygınlık nasıl kazanılmış?...

Şaşıp kalıyorum...

Yeni bir binyıla girerken 65 milyonluk Türkiye’nin haline bakıyorum. 
Hiçbir şeyimiz yokken neler yapmışız; her şeyimiz varken neler yapmıyoruz?
Bir de bu ortamda Mustafa Kemal’e saldıranlara bakıyorum.”

Siz de bakın. Atatürk’ü anlamak yetmez. Cumhuriyetimize saldıranların ne yapmak istediklerini anlayamazsak, cumhuriyetimizi koruyamayız. 

DİPNOTLAR

1. Kışlalı, Mehmet Ali, “ABD ve Kemalizm” 22 Eylül 2000, Radikal Gazetesi

2. ATAY Falih Rıfkı, Çankaya Mustafa Kemal'in Çankaya'sı, Bateş Bayilik Teşkilatı AŞ, 1998, sf. 409 

3. MİRKELAMOĞLU Necip, Atatürkçü Düşünce ve Uygulamada Din ve Laiklik, ÇEV Yayınları, 1999 

4. age sf. 163-164 

5. age sf. 349-350 

6. MERDANOĞLU Hüsnü, Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği 

7. MERDANOĞLU Hüsnü, Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği sf. 137 

8. GÖKALP Ziya, Türkçülüğün Esasları, Toker Yayınları, 1999, sf. 34 

9. age sf. 49 

10. Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, sf. 238; MİRKELAMOĞLU Necip, age, sf. 97 

11. Karaosmanoğlu Yakup Kadri, Atatürk, İletişim Yayınevi; 1991, sf. 24 

12. Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, sf. 19 

13. OZANKAYA Özer, Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, sf. 87 

14. De LAMARTINE Alfons, Osmanlı Tarihi Cilt 2, Sabah Yayınları, sf. 1028 

http://www.turksolu.com.tr/ileri/03/savas3.htm

..