Doç. Murat KOCABEKOV etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doç. Murat KOCABEKOV etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER, BÖLÜM 14


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER,  BÖLÜM 14



BİR ASKERÎ DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM 


Dr. Zekeriya TÜRKMEN* 
* Gnkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı, TSK Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi. 


Giriş 

Büyük önderler köklü bir geçmişe sahip olan milletlerin bağrından çıkarlar. Tarihe yön veren dâhî önderlerin, diğer insanlardan ayırt edilen üstün özellikleri vardır. Bir kişinin yükselmesinde yalnızca bu üstün özelliklerin bulunması yeterli olmadığından, bu özelliklerin kişisel amaçlar için değil, insanlığın gelişmesi uğrunda kullanılması önemlidir. Bir askerî deha olarak Atatürk, hiçbir zaman 
savaşı araç olarak görmemiştir. Onun, düşünce ve davranışlarının temelinde, insanların daha iyi şartlara kavuşarak barış içinde yaşaması ideali vardır. 

O, eşsiz önderliği ile tarih sayfalarından silinmeye mahkûm edilmek istenen Türk milletini, askerî ve siyasi dehasıyla, acımasız bir istilanın pençesinden çekip kurtarmış; eşsiz sağduyu ve öngörü ile, insan onuruna en yakışan yönetim olan Cumhuriyet idaresini kurmuştur. ileri görüşlülüğü tartışılmaz olan Atatürk’ün bu kişisel özelliği, aynı zamanda onun şaşırtıcı bir sezgi gücü ile de desteklenmekte dir. Geniş bir tarih bilgisine ve tarih bilincine sahip olan Atatürk’ün dikkati çekecek ve üzerinde önemle durulacak belirgin bir özelliği, geleceğe yönelik öngörüleridir. 

Türk milletinin bağrından çıkan Türk ordusunun, ebedi başkomutanı Atatürk, askerî dehası ile öne çıktığı Çanakkale’de kazandığı başarılarla kendini kabul ettirmiştir. O, Mütareke’den Türk İstiklal Savaşına uzanan süreçte, Türk milletinin yoktan var ederek kurduğu ve “millî ordu” adını verdiği kahraman ordusuyla, “misâk-ı millî” sınırları içinde “millî devleti”ni kurdu. Millî devletin kuruluş sürecinde, büyük önderin yol göstericiliğinde ordu-millet anlayışıyla bütün zorluklar aşıldı. Atatürk, askerî stratejide top yekûn harp uygulaması 
olarak adlandırılan savaş stratejisini, Türk İstiklal Harbindeki uygulamalarıyla gerçekleştirmiştir. 

A. BİR ASKERî DEHA OLARAK ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ 

Önder, herkesin hareketsizlik içinde, ne yapacağını bilmediği anda en uygun zamanda, en akılcı ve gerçekçi çareyi bularak süratle hareket eden insandır.1 Önderlik, bir çok bilim alanının konusuna girmekle birlikte, akıl, zeka, cesaret, ikna yeteneği, kitleleri harekete geçirme enerjisi, hırs, sevgi, duyarlılık, dürüstlük, kararlılık, irade, dayanıklılık, etkili dış görünüş, tevazu, dikkat, kavrayış konusunda olgunluğu gerektiren karizmatik bir kişiliktir. Önderin ortaya çıkmasında yetenek ve maharetlerinin yanı sıra aldığı eğitim, meşruiyete 
verdiği önem, teşkilatçılık konusundaki başarısı, fikir ve düşünceleriyle çalışma disiplini de etkilidir.2 Bir askerî deha olarak Atatürk’ün yetişmesinde dört etkenin önemli rolü vardır. Bunlar, yetiştiği kültür çevresi ve yetiştiği dönemdeki siyasi-askerî ortam; gördüğü eğitim, katıldığı muharebeler ve muharebelerde elde ettiği deney birikimi; kişisel özelliklerinin askerliğe ve olaylara uyumluluğu.3 Nusret Baycan’a göre deha, sağlam bir vücut ortamında, büyük bir yoğunlaştırıcı güç ile çalışan, belirli bir hedefe doğru sarsılmaz bir cesaretle ilerleyen, birleştirici bir beyin yeteneğidir.4 

Atatürk’ün önderlik özelliklerinden en belirgin olanı askerî yönüdür. Bir yabancı araştırmacı onun askerî dehasını incelerken beş temel nitelikten bahseder. Bunlar; kişisel cesaret; başkalarının hareketini seziş yeteneği; sabır, yani kendi hareketlerinin en etkili olabileceği zamanı kavrayış, kendi amacını saklı tutarak, başka yönlerde inandırıcı biçimde “yanıltma, aldatma” hareketleri yapabilme yeteneği; hasım kuvvetlerin nispi gücünü, objektif bir görüşle ve doğru olarak değerlendirebilme yeteneği yani “gerçekçilik”. Kısacası bir askerî deha olarak Atatürk, güçlü, inançlı, kesin kararlı bir kişiliğe sahiptir.5 

Atatürk’ün yetiştiği ortama bakıldığında, Osmanlı Devleti’nin sınır kesimini oluşturan bir yerde doğmuş; yurdunu ve ocağını kaybetme tehdidi altında bulunan bir bölgede eğitimini tamamlamıştır. Atatürk, askerlik mesleğine yönelik olarak sistemli ve kesintisiz bir eğitim görmüştür. Yetiştiği kültür çevresi imparatorluğun en hareketli bölgelerinden birini oluşturuyordu. Anadolu’dan Balkanlara göç etmiş Türklerin, o coğrafyada gerçekleştirdikleri kültürün yanında sınırlı da olsa Batı kültürü Atatürk’ün yetiştiği dönemde etkisini göstermekte idi. Atatürk’ün Selanik Askerî Rüştiyesi’nde başlayıp Manastır Askerî İdadisi ve ardından İstanbul’da Harbiye Mektebi ve Erkan-ı Harbiye Mektebinde devam eden eğitim hayatında dönemin en seçkin eğiticilerinden dersler almıştır. Özellikle onun yetişmesinde, kişiliğinin şekillenmesinde önderlik yeteneğinin pekişmesinde askerî okullardaki öğretmenlerinin etkisi hiçbir zaman inkâr edilemez.6 

Atatürk’ün yetiştiği kültür çevresi, siyasi ortam ve gördüğü eğitimin yanı sıra, onun askerî yönünün oluşmasında bir diğer önemli etken ise, katıldığı muharebelerin sonunda kazandığı deney ve birikimdir. Atatürk, askerî harekatın bütün çeşitlerini bizzat muharebe alanlarında yaşayarak tecrübe etmiştir. Atatürk’ün Gnkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı tarafından yayımlanan not defterlerinden özellikle Harbiye Mektebi ve Erkân-ı Harbiye Mektebinde iken yazdıklarında uluslararası ilişkiler ve o dönem dünyasındaki askerî gelişmelerle ilgili bilgileri ve yorumları da yer almaktadır.7 O Harp Akademisinde öğrenci iken, Osmanlı Devleti’nin kendi iç sorunları yanında, uluslararası alanda meydana gelen gelişmeleri de yakından takip etti. Harp Akademisine ait özel not defterlerinde Rus-Japon Savaşı’na dair bilgileri, Balkanlarda millîyetçilik hareketlerinden kaynaklanan sorunları, dünyadaki silahlanma yarışına dair gelişmeleri kısa notlar halinde kaydettiği görülür. Özellikle askerliğe dair yazdıkları o dönemin askerlik anlayışını gözler önüne seren bilgileri içermektedir. 

Bu yazılanlara bakıldığında, Mustafa Kemal’in daha genç subaylık yıllarından itibaren hem ülke içi, hem de ülke dışı konularla yakından ilgilendiği görülür. Özellikle genç subaylık yıllarında çeviri ve telif olarak yayımladığı eserler askerlik konusunu ilgilendiriyordu. O, “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”8, “Takımın Muharebe Talimi”9, 
”Bölüğün Muharebe Talimi”10, “Tabiye Tatbikat Seyahati”11, “Cumalı   Ordugâhı”12, “Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Tahririne Dair Nesayih”13 adlı eserleri yayımlayarak dönemin askerî yayınlarına önemli katkılarda bulundu. 

1905 yılında Harp Akademisinden mezun olduktan sonra Şam’a tayin edilen Mustafa Kemal, oradaki kurmaylık stajı esnasında kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” ile ülkenin kötü kaderini değiştirmeye and içerek hareket geçmiştir. Bu görevi esnasında zaman zaman izinli olarak Selanik’e gelir ve 1907 yılında cemiyetin bir şubesini Selanik’te açar. Selanik’te cemiyetle ilgili toplantıları Askerî Rüştiyeden hocası Hakkı Baha (Pars) Bey’in evinde yaparlar. Bir defasında da “asıl mesele, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır”14 diyerek Hasta Adam olarak telakki edilen Osmanlı Devleti ile ilgili ilk teşhisini koymuştur.15 Mustafa Kemal bu toplantılarda askerî okuldan arkadaşlarını da yönlendirmeye çalışmıştır. 16 

Mustafa Kemal’in 1907 yılında, Selanik’te iken Bulgar asıllı Türkologlardan İvan Melikof’a söyledikleri ise son derece dikkat çekicidir. Henüz II. Meşrutiyetin ilanından bir yıl önce söylenen bu sözler, onun daha genç subaylık döneminde büyük düşündüğünün göstergesidir. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, Melikof’a şunları söyler: “Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığı reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet, bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Şarktan benliğimizi sıyırarak Batı Medeniyetine aktarmalıyız. Kadın ve erkek üzerindeki farklar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. 
Garp Medeniyetine girmemizi kolaylaştıran Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık ve kıyafetle de Batılılara benzemeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün hedeflere ulaşacağız.”17 

Nitekim o, bu fikirlerini söyledikten tam 12 yıl sonra Büyük Nutku’nda da belirttiği gibi bunları safha safha uygulamaya koyacaktı. 
Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı sonunda cumhuriyetçi fikirleri ile tanınan bir kişi idi. Hatta Samsun’a çıkmadan önce dönemin sadrazamı Damat Ferit, “Mustafa Kemal cumhuriyetçidir” diyerek ordu müfettişi olarak görevlendirilmesine karşı çıkmıştır. Ancak, “mevcut kumandanların en liyakatlisi olduğundan, Çanakkale’deki başarıları bilindiğinden, müfettişlik görevini layıkıyla yapabileceği” belirtilerek Osmanlı Genelkurmayı tarafından müfettiş olarak görevlendirilmesi yolundaki çalışmalar aksatılmadan yürütülmüştür.18 

Atatürk’ün çok uzun yıllar yaverliğini yapmış olan Cevat Abbas Gürer de onun kararlılığı hakkında şunları söylemektedir: 

“Hadiselerin müspet ve menfi hareketlerine her zaman nüfuz eden koca dahi; her işinde hâkim olarak karar verir ve tedbir alırdı. Yirmi dört yıllık yakınlığımız da bu fıtratın en büyük kabiliyet ve enerji sahibi Atatürk’ü; hep aynı kuvvet ve kudrette gördüm.”19 

Bir askerî deha olarak Atatürk, “Ben askerliğin her şeyden çok sanatkârlığını severim” der. Komutanlık, bir askerî sevk ve idare sanatıdır. 
Komutan; bilgisiyle, ileri görüşlülüğüyle, cesaretiyle, iradesiyle, adaletiyle, tutum ve davranışlarıyla birliğine sahip çıkan; onları en zor anlarda dahi peşinden sürükleyerek bu sanatını icra eden kişidir. Büyük Önder’in ifadesiyle komutan; “komuta ettiği birliğin, barışta ve savaşta hem eğiticisi, hem yöneticisi, hem de gözeticisidir. Komutan birliğin beyni ve itici gücüdür.” Kurtuluş Savaşına yön veren lider kadro düşünce yapıları ve uygulamaları bakımından incelenirse, Atatürk pek çok açıdan diğerlerinden ayırt edilir.20 

Atatürk’ün bir askerî deha olarak özellikle, Suriye’de ve Arnavutluk’ta eşkıya takibi sırasında gösterdiği gayretleri, 31 Mart Olayı sırasında büyük bir ordunun Selanik’ten İstanbul’a sevki esnasında bir kurmay subay olarak uygulamaları, başkente ve yönetime karşı ültimatom tarzında bizzat kendisinin kaleme aldığı beyannamelerdeki kararlı tutumu21, Trablusgarp Savaşı’nda kıyı savunması, çölde muharebe ve dağınık Arap kabilelerini bir arada toplayıp İtalyanlara karşı örgütlemedeki gayretleri, İkinci Balkan Savaşı’nda Bolayır çıkarması ve ileri harekatındaki rolü ilk kurmaylık dönemi askerî başarıları arasında yer alır. 
Sofya’da askerî ataşe iken devlet merkezine gönderdiği siyasi ve askerî içerikli raporlar ise, genç bir kurmay subay olarak Mustafa Kemal’in uluslararası ilişkiler konusundaki duyarlılığını ve devlet merkezini bu konuda nasıl uyardığını göstermekte idi.22 

Çanakkale muharebelerinde gösterdiği kararlı tutumu ve inisiyatifi ise onun dünyaca tanınan bir askerî deha olduğunun göstergesidir. 
Nitekim, 19 ncu Tümen Komutanı iken, Çanakkale’de düşmanın amacını ve asıl çıkarma bölgelerini, harekatın başlamasından önce tam bir doğrulukla 
değerlendirmesi, gerekli düzen ve önlemleri önermesine karşılık, üst komutanlıkça (Liman von Sanders) dikkate alınmaması, harbin uzamasına ve 
çok sayıda insan kaybına.23; ayrıca Harp Tarihinde Makedonya Cephesi diye bir cephenin açılmasına neden olmuştur. 
Bitlis ve Muş’un dağlık bölgesinde kışın soğuk iklimi altında gösterdiği metanet, dayanıklılık ve başarı, Suriye-Filistin cephesindeki kızgın çöllerde 
de devam etmiştir. 
Kurtuluş Savaşı’na uzanan süreçte Mustafa Kemal’in askerî dehası, soğuk iklimlerde, kızgın çöllerde Filistin’den Balkanlara, Çanakkale’den Bitlis-Muş’a uzanan coğrafyada kazanılan tecrübelerle gelişmiştir. 

Özellikle, genç subaylık yıllarında Suriye’de ve Balkanlar’da uyguladığı gayr-ı nizami harp taktikleri ile bölge halkını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Onun bu muharebelerdeki uygulamaları, Kuva-yı Millîye dönemi Yunanlılara karşı yürütülecek askerî harekata yön verecek dersleri çıkarmasını sağlamıştır. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı başlangıcında uyguladığı oyalama taktik ve muharebeleri Sakarya Savaşı’na kadar sürmüştür. Sakarya Savaşı’ndaki savunma daha sonra yerini stratejik taarruza terk etmiş ve 26 Ağustos 1922’de 
başlayan Büyük Taarruz Takip harekatı ile başarıya ulaşılmıştır. Burada önderin zamanlama konusunda, halkın hazır bulunuşluk düzeyinin olgunlaştırılması konusundaki dehası son derece önemlidir. Aslında Atatürk ile önderlik arasında ilişkiyi kurmaya çalışanların göz ardı ettikleri konu, zamanlama meselesidir. O halde önder, yalnız süratle hareket eden değil; yeri geldiğinde sabırlı davranan ve sonunda akıllıca hareket eden insandır.24 

Katıldığı muharebelerde gösterdiği yararlıklarla bir askerî deha olarak komutanlık niteliklerini geliştiren Atatürk, ileri görüşlü, inisiyatif ve sorumluluk sahibi, cesaretli, disiplinli, otoriter ve barıştan yana bir önderdir. O daha genç subaylık yıllarından itibaren ordunun politikadan ayrı tutulmasını savunmuş ve bu fikrindeki kararlılığını üyesi olduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1910 yılındaki 
kongresinde de dile getirmiştir. Bu ısrar ve tekliflerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinde rahatsızlık yaratması dahi onu caydırmamıştır. Çünkü siyasetin ordunun disiplin, dayanışma ve askerî niteliğini olumsuz etkilediğini, askerî okulların eğitim düzeyini düşürdüğünü bizzat yaşayarak görmüştür.25 Nitekim Balkan Harbi bozgununda yaşanan olumsuzluklar onun bu görüşündeki haklılığını gözler önüne seren örneklerle doludur. 

Çanakkale Savaşı’nda aslında ihtiyat birlik komutanı iken düşmanın ilerleyişi karşısında gösterdiği kararlılık ve ileri görüşlülük, Gelibolu yarımadasının hâkim noktası olan Kocaçimen Tepe’nin düşman eline geçmesine engel olmuştur. 
Eğer Mustafa Kemal’in ileri görüşlülüğü olmasaydı, düşman hâkim noktayı ele geçirerek Türk ordusunun maneviyatını kıracak ve bir süre sonra da boğazı aşıp 
geçebilecekti. Nitekim Mustafa Kemal, burada inisiyatifi ele alıp mermisi bittiğinden dolayı geri çekilen Türk askerîne, “size ben taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” şeklindeki süngü hücumu emrini vererek, zafere uzanan yolu açmış ve daha sonra haklı olarak ifade ettiği gibi, “işte zaferi kazandığımız an, bu an” olmuştur. 

Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa’nın Filistin Cephesinde 7’nci Ordu Komutanı iken 20 Eylül 1917 tarihinde Başkomutanlık makamına sunduğu uzunca raporda, Suriye ve Irak Cephesindeki askerî durum, düşmanın niyeti, Türk kuvvetlerinin genel durumu ve kuvvetlerin kullanılması ile ilgili değerlendirmeler yer alıyordu. Mustafa Kemal bu değerlendirmelerinde son derece haklıydı. 

Çünkü, Almanların sevk ve idaresindeki bir ordunun başarı kazanmasının son derece zorluğu ortadaydı. Müttefikimiz olan Almanların, Arapları Türkler aleyhine kışkırtmalarını, Almanların bütün Orta doğu’yu ve Türkiye’yi kendi müstemleke leri haline getirmek istemeleri yönündeki düşüncelerini bu raporunda anlatmıştır.26 Mustafa Kemal Paşa, bu yazısında ayrıca cephe komutanlığının kendisine verilmesini de teklif edecekti. Şayet Almanlara olan bu güvenin devam etmesi durumunda mukadder yenilginin yakın olacağını da ifade edecektir. 

B. ATATÜRK’ ÜN ORDU-MİLLET DAYANIŞMASINA VERDİĞİ ÖNEM 

1. Ordu-Millet Dayanışması ve Kurtuluş Savaşı’na UzananSüreçte Önderin Dehası Türkler, Birinci Dünya Savaşı’na yorgun, bitkin, ekonomik ve malî yönden sıkıntı ve bunalımlar içerisinde, mânevî bakımdan ise yıpranmış, takatsiz ve huzursuz bir vaziyette girmişti. Bu büyük savaş, Türklerin ordu-millet dayanış ması içinde hareketlerini anlatan hikayelerle doludur. Savaşın ilk yıllarında Türkler, bütün yük ve külfetleri memnuniyetle taşıdıkları gibi, mal mülklerini Türk ordusu için harcadılar ve canlarından çok sevdiği genç evlatlarını cepheye 
gönderirken hiçbir yerde bir yakınma ve feryatta bulunmadılar.27 

Öte yandan savaşın üçüncü ve dördüncü yıllarında istek ve heyecan azaldığı gibi, mağlubiyetler birbirini izlemeye başladı28. Savaş bitinceye kadar ülke arazisinin büyük bir kısmının tahrip olunacağı ve halkın feci yolsuzluklarla karşı karşıya kalacağı endişesi herkes üzerinde korkunç bir tesir bırakmasına rağmen, Türkler yılmadan canlarından çok sevdikleri ülkeleri için çarpışan ordularına her türlü 
desteği vermeye devam ettiler. Ülkelerini istila etmek isteyenlere karşı Çanakkale’de büyük bir zafer kazanan Türkler, ilerleyen yıllarda Hicaz-Yemen, Suriye-Filistin, Irak, Kafkas, Romanya ve Galiçya cephelerindeki yenilgilerin artması üzerine geri çekilmeye başladılar ve 1918 yılında devletin ölüm fermanı niteliğinde olan Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldılar. 

Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) İstanbul’a davet ettiği ordu komutanları arasında Mirliva rütbesinde Mustafa Kemal Paşa da bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a geldikten sonra boş durmamış ülkenin kurtuluşu için siyasi ve askerî alanlarda kurtuluş çareleri aramaya koyulmuştur. Nitekim tarihe “Üçler Misâkı” adıyla geçen, aslında Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde gerçekleştirilen bir dizi toplantıların ardından ordu müfettişliklerinin kurulması gündeme gelmiştir. Bu toplantılarda öncelikle kurulacak olan ordu müfettişlikleri ile ordunun denetim altına alınması, mümkün olduğunca bol miktarda silah ve cephanenin -mütareke hükümlerine aykırı olarak- Anadolu’daki depolarda toplatılarak İtilaf Devletleri ’ne teslim edilmemesi, İstanbul İngiliz esareti altında bulunduğundan, buradan verilecek emirlerin icra edilmeyip, Anadolu’da millî bir idare vücuda getirilmesi, kuva-yı millîye teşkiliyle düşmana karşı taarruzlarda bulunulması kararlaştırıldı. Üçler misâkındaki kararların Türk İstiklal Savaşı’ndaki gelişmelere bakılırsa, bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın askerî dehası ile birer birer uygulamaya konulduğu anlaşılmaktadır.29 

Nisan 1919’da ordu müfettişliklerinin kuruluşu tamamlandı ve 30 Nisan 1919 tarihini takip eden dönemde resmî işlemlerin tamamlanmasının ardından müfettişler görevlerine başladılar. Yapılan bu yeni düzenlemeye göre bütün askerî ve mülkî birimler, ordu müfettişliklerine bağlandı. Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta; “19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığım zaman Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran bir kuvvet vardı. İşte ben o kuvvete güvenerek işe başladım” diyerek İstiklal mücadelesine atıldığını belirtiyordu. Hükûmet tarafından kendisine verilen müfettişlik talimatına aykırı olarak hareket eden Mustafa Kemal Paşa, işgallere karşı halkı bilinçlendirmeye önem verdi. Kuva-yı Millîye’nin yönlendirilmesi için çabalarını artırdı. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktıktan sonra başlattığı Kurtuluş Mücadelesi’nin amacını, Nutuk’da şöyle açıklıyordu: “Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak, tam bağımsızlığı temin etmekle mümkündür.”30 Bu maksatla başlatılan hareketin adı, Millî Mücadele idi. Millî Mücadele, Türk Milletinin bağrından çıkan millî ordu ile yapılacaktı. Öte yandan millî devletin ilkeleri, Misak-ı Millî kararları ile belirlenecekti. Bir sonraki aşamada, millî meclisin yani TBMM’nin açılışı ile yeni devletin temelleri atılmış oldu. Mustafa Kemal’e göre, “Türk’ün ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara milletçe silahlı olarak karşı çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu.”31 Mustafa Kemal Paşa, askerî dehasını, ifade ettiği bu amaçlar etrafından yoğunlaştırdı. Nitekim Onun ordu müfettişliği dönemindeki bu kararlı tutumu çok sevdiği askerlik mesleğinden ayrılmasına uzanan sürecin de başlangıcı oldu. 

Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta belirttiği gibi, “Türk Milleti’ne güvenerek atıldığı bu mücadeleyi” 7/8 Temmuz 1919 tarihinde askerlikten istifa edip halkının arasına yani “sine-i millete dönerek” millî önderleri olarak devam ettirdi.32 Mustafa Kemal Paşa’nın ordu müfettişliğinden ayrılmasından bir kaç gün evvel Anadolu’da bulunan kolordu komutanları -ki, bunlar içerisinde özellikle Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar-, şayet ordu müfettişliğinden uzaklaştırılsa bile, eskisinden daha fazla emirlerine uyacaklarına dair söz vermişlerdi. 
Ordu müfettişliğinden ayrıldıktan sonra, tekrar Anadolu’nun en kıdemli komutanı sıfatı ile öteden beri doğal lideri olduğu kuva-yı millîye hareketinin artık resmen önderliğini üstlendi.33 

Mütareke Dönemi’nde düşman işgal ve faaliyetlerine karşı mahalli olarak başlatılan kuva-yı millîye hareketi, bütün memleket sathına yayılmış olmakla birlikte, gayr-ı nizami kuvvetler olması yüzünden umulan başarıyı sağlayamadı. Nitekim, Sivas Kongresinden sonra Eylül 1919 ortalarından itibaren Anadolu’da mevcut bulunan Osmanlı ordusu birlikleri Temsil Hey’eti ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde toplanmaya başladı. Anadolu’daki bu askerî teşkilâtlanma, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’daki baskı ve tazyikinin giderek artmasına 
sebep oldu. Bu baskı ve tazyikler karşısında bir şeyler yapamayan İstanbul hükûmetine karşılık, kuva-yı millîye hareketi de meşrû zemine oturtulmaya çalışılıyordu. Anadolu’da malî yönden büyük sıkıntılar yaşanmasına rağmen, Sivas Kongresinden önce kuva-yı millîyeye gerekli olan para halktan toplanan yardım ve bağışlarla34, kısmen de çeşitli yollarla İstanbul hükûmetinden sağlanmakta idi.35. 
Nitekim, millî mücadelenin maddî ve malî külfetinin büyük bir kısmını bir süre “nakdî ve aynî teberru” adıyla, ondan sonra da “vergi” ve “tekâlif-i harbiye” olarak tamamen halk üstlenmişti.36 

Temsil Hey’eti tarafından, 9 Aralık 1919 tarihinde bütün kolordu ve birlik komutanlarına gönderilen yazıda, yapılacak olan seferberlik planı açıklanmakta idi. Bu plana göre, Rumeli ve Anadolu’da bulunan bütün kolordu ve birlikler seferber duruma getirilecekti. 

Bulgarlarla da tarafsızlık sağlanacaktı.37. Temsil Hey’etince kolordulara gönderilen bu ayrıntılı raporda, Anadolu’da artık adı konulmamış 
olsa da, -Kuva-yı Millîye’yi yönlendirip idare etmekte olan- bir devletin ve buna bağlı Genelkurmay’ın şimdiden varlığını hissettirdiği anlaşılmakta idi. Çünkü, başlatılması planlanan bu harekâtın başkomutanlığını Mustafa Kemal Paşa üstlenmekte ve teşkilatlanma da buna göre yapılmakta idi. Öte yandan bu raporda; “... harekâtı millîyenin başladığı ve harekât-ı millîyenin hiç bir devlete ibrâz-ı husûmet emelinde” olmadığı ifade edildikten sonra, “zulmen hayatına kast edilen Türk milletinin istiklal ve kurtuluşu için” bu hareketin başlatıldığı 
açıklanıyordu. Mustafa Kemal Paşa “Heyet-i Temsiliye’nin Millî Mücadele Plânı”nı 9 Ocak 1920’de kolordulara göndermiştir.38 

Genelge incelendiğinde kolorduların görev bölgeleri ve komuta kademesi belirtildikten sonra millî ordu teşkilâtının ilk çekirdeğinin ortaya çıkarıldığı görülür.39 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden sonra40, askerî yönden emir ve komutayı Temsil Heyeti Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa üstlendi. Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Mart 1920 tarihli direktifi doğrultusunda düzenlemeler yapılarak, her yerde yeniden teşkilat kurulmaya başlandı böylece, bir an önce yeni devletin temellerinin resmen atılmasına yönelik tedbirlerin alınmasına girişilmiş oldu. 

2. Mustafa Kemal Paşa Önderliğinde Ordunun Yeniden Teşkilatlanması ve Ordu-Millet Dayanışması (TBMM’den Büyük Taarruza Uzanan Süreç) TBMM’nin açılmasıyla birlikte öncelikle hükûmetin askerî kanadı yeniden yapılandırıldı. Ordu bundan böyle artık Anadolu merkezli olarak teşkilatlandırıldı. Bir müddet sonra Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Bşk.lığı), cephe komutanlarına gönderdiği 21 Ağustos 1920 tarihli telgrafında gönüllü teşkilatının tümüyle lağvedildiğini ifade etmekte idi41. Nitekim Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, bütün kolorduların bu konuda gerekeni yapması icap ettiğini dile getirmekte idi42. Gerçi bu sırada bir takım karşı çıkışlar olmuşsa da43, millî kuvvetlerin tamamı düzenli orduya katılmışlardı. Bu aşamada millî kuvvetlerin bazılarının ise düzenli ordu birliklerine bağlandıkları gibi, tabur veya alay itibar edilerek numara dahi almışlardı.44. 

Diğer taraftan, M.Kemal Paşa 29 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi gizli celsesinde yaptığı bir konuşmasında, halkın ordu olarak toplanıp sevkinin mümkün olmadığını, ancak milletin katkı ve desteği ile düzenli ordunun görevini yerine getirmesinin kolaylaşacağını belirtmiştir45. Kuva-yı millîye mütareke döneminin şartlarına göre teşkil edilmiş, geçiş dönemi olarak bilinen bu devrin 
özelliklerine uygun bir yapılanmadır46. Bundan dolayı yeni dönemde yerini düzenli orduya bırakmalıdır. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin kararlı tutumu sonucu, 1920 yılı Kasım ayından itibaren gayrı muntazam ordu fikri tamamen yıkılmış, yerini düzenli ordu fikri almış oldu47. Böylece 1921 yılına girerken Anadolu’da düzenli orduya alternatif olabilecek hiç bir kuvvet kalmamıştı.48. 

Düzenli ordunun teşkili ve ilk zaferlerin kazanılmasından sonra halkın orduya olan güveni giderek arttı. Büyük sıkıntı ve yokluğa rağmen Türkler, bütün varını yoğunu orduları için seferber ettiler. Ancak, Kütahya-Eskişehir muharebelerinde alınan yenilgi TBMM’de büyük tartışmalara neden oldu. Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa bütün sorumluluğu üzerlerine alarak orduyu Sakarya nehrinin doğusuna geri çektiler. Bu durum, TBMM’de meclisin Kayseri’ye nakledilmesi konusunu gündeme getirdi.49 Bunun üzerine TBMM’de 4 Ağustos 1921’de verilen bir önerge ile başkomutanlık kanun tasarısı görüşülmeye başlandı. Öteden beri Kurtuluş mücadelesinin doğal önderi olarak Mustafa Kemal Paşa’ya mecliste yapılan gizli oylamanın ardından 13 red oyuna karşılık 169 kabul oyu ile üç aylığına “Başkomutanlık” görev ve yetkileri verildi.50 

Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık görevine atanmasından sonra askerî dehasını bir kez daha göstererek, ordu-millet dayanışmasıyla bir milleti zafere ulaştıracak yolu açmış oldu. Mustafa Kemal Paşa, başkomutan sıfatı ile 5 Ağustos 1921 tarihinde “Orduya ve Millete” yayımladığı beyannamede, kendisine verilen bu şerefli görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışacağını belirttikten sonra, neden ve niçin harp edildiğini açıkladığı gibi, ikna edici bir üslupla Türklerin tekrar ordu-millet bütünleşmesi içinde düşmana karşı mücadele 
etmeleri gereğini hatırlattı.51 Mustafa Kemal Paşa’nın bu hatırlatması üzerine halk adeta galeyana gelmişçesine orduya katılmak için askerlik şubelerine müracaat etmeye başlamıştır. Bu onun askerî dehasının halka yansıması şeklindeydi. Bir gazete o günlere dair bir haberi sütunlarına şu şekilde yansıtmakta idi: “...Anadolu’da herkes vazife başına koşmuştur. Bu defa düşmanı mağlup etmek için bir ay evvelkine nispetle 3-4 kat fazla bir azm-i kaviy mevcuttur. Bu azim ile hareket eden bir milletin muzaffer olmamasına ihtimal yoktur.”52 

Özellikle Sakarya Savaşı’ndan önce Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın onayı ile 7-8 Ağustos 1921’de yayımlanan “Tekalif-i Millîye Emirleri” (Millî Yükümlülük ler) ile halkın ayni ve nakdi olarak orduya yardım etmesi hükme bağlandı.53 1’den 10’a kadar ardı sıra yayımlanan “Tekalif-i Millîye Emirleri” ile halkın elinde bulunan her türlü mal ve eşyanın % 40’ı ordu adına -bedeli zaferden sonra ödenmek şartıyla- el konuldu.54 Halk bu çağrıya gönülden destek verdi. Ordu-milletlerin en eskisi olan Türkler, orduları için her türlü yardıma olumlu cevap verdiler.55 Ordu-millet dayanışması Sakarya Meydan Muharebesinin Türklerin zaferiyle sonuçlanmasına neden oldu. Bu muharebe Türk İstiklal Harbinin bir dönüm noktası olmuş, Türk ordusu, Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutanlığı sayesinde inisiyatifi ele geçirmiştir. Böylece Mustafa Kemal Paşa, silahlı gücü belli bir düzeye çıkarıncaya kadar, üstün düşman karşısında savunma muharebeleri vererek onu yormuş ve yıpratmış ve kesin sonuç alacak bir güce ulaştıktan sonra da taarruzla onu yok etmiştir. 

Öte yandan, Tekalif-i Millîye Emirleri ile halktan alınanların bedelleri 1924 yılından 1926 yılına kadar olan sürede ödenmiştir.56 

Sakarya Zaferi, Türk halkının bağrından çıkan ordusuna olan güvenini daha da artırmıştır. Bundan böyle, ordu için silah ve malzeme alımında, orduya araç-gereç bağışında Anadolu şehirleri birbiriyle adeta yarıştılar. Sakarya Savaşı öncesinde muhalefetin karşı çıkmasına rağmen, kamuoyundaki tepkileri bir yana bırakıp büyük bir kararlılıkla hareket eden Mustafa Kemal Paşa, orduyu Sakarya 
Nehrinin doğusuna çekmiş, “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır...” savunma ilkesi ile aslında İkinci Dünya Savaşı’nda gündeme gelecek olan “Stratejik Savunma”yı o sırada uygulamıştır.57 
Bu savaşta Türk ordusu 100 km. genişlikte yer yer 10-20 km derinlikte bir stratejik savunma savaşı yaparak dünya tarihinde bir ilk uygulamayı başlatmış tır. O, Kurtuluş Savaşı’nın geçireceği aşamaları çok önceden görmüş ve Sakarya’da bir ölüm kalım muharebesi vererek zafere giden yolu açmıştı. 

Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra ordu millet dayanışması ve halkın orduya olan yardımları giderek arttı. Büyük Taarruz Zaferi ise Türklerin ordu-millet dayanışmasıyla zafere ulaştıkları bir tarihi dönüm noktası oldu. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’da uyguladığı düşmanı yanıltma taktik ve stratejisi ile bazı komutanların karşı çıkmalarına rağmen, “kesin sonucu bu güçle almaya mecburuz” diyerek büyük bir kararlılıkla planını uygulamıştır. Yunanlılara karşı uyguladığı taktik örtü ve aldatma harekatıyla cephede onları yanıltmış ve beklenmeyen bir zamanda yaptığı taarruzla zafere ulaşmıştır.58 Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Taarruz’dan sonra Batı Cephesi Komutanlığına, orduya yayınlanmak üzere verdiği genelgenin başında, orduya “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları!” diye hitap etmesi, ordu-millet bütünlüğünü ve ordunun milletin iradesini temsil ettiği anlayışını bize gösterir. Genelgede ordunun büyük ve asil Türk milletinin özverisine lâyık olduğunu belirtilerek, Türk ulusunun sahip olduğu ordusuyla geleceğinden güven duyduğu da vurgulanmıştır.59 Bu zaferle Türk devletinin kuruluşuna uzanan yol da açılmış oldu. Aslında Birinci Dünya Savaşı ’nda ortaya çıkarılan topyekûn savaş düşüncesinden hareketle bunun ilk uygulaması olan milletçe mücadele Türk İstiklal Harbinde gündeme gelmiştir. 
Mustafa Kemal Paşa topyekûn savaş anlayışına uygun olarak askerî, ekonomik, siyasal ve sosyo-psikolojik alanda bütün kuvvetleri bir araya getirerek mücadeleye atıldı. 

Sonuç 

Öncelikle bir askerî deha olarak kendini muharebe meydanlarında kanıtlayan Atatürk, Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirdikleri ile de bir dönüştürücü önder olduğunu göstermiştir.60 
Atatürk e göre ordu-milletle bir bütün oluşturur ve “ordu, millî iradenin emrinde 
ve hizmetindedir.” Diğer taraftan, “ordu, harice karşı devletin varlığını temin ve gerektiğinde dahilde büyük asayişsizlikleri bertaraf edecek bir güçtür.”61 

Atatürk, Türk ordusunu, Türk birlik ve beraberliğinin bir simgesi olarak görmüştür. Çünkü, düşüncesi, inancı, siyasi görüşü ne olursa olsun bütün vatandaşlar orduda kutsal görevi yapmak üzere bir araya gelirler ve eşit işleme tabi tutulurlar. Atatürk işte bundan dolayı orduyu milleti kaynaştıran bir kurum olarak görmüş ve haklı olarak da 

“Ordumuz Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.” “Ordumuz, Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için harcamakta olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkansız güvencesidir”.62 sözleriyle bunu açıklamıştır. 

Sistemli bir askerî eğitim gören Atatürk, bütün rütbelerini muharebe meydanlarında almış, kazandığı askerî başarılarla Birinci Dünya Harbinin akışını değiştirmiş, Türk İstiklal Harbi ile bağımsız millî devletimizin kurulmasına öncülük etmiş ve bu mücadelesiyle bütün mazlum milletlere ilham kaynağı olmuş bir önderdir. O her şeyden önce ileri görüşlü, inisiyatif ve sorumluluk sahibi, cesur, disiplinli ve otoriter bir askerî deha idi. Ömrünün büyük bir bölümü savaş meydanlarında geçen ve “bir milletin hayatı tehlikeye girmedikçe harp 
meşru değildir, bir cinayettir” diyen harp sanatının bu eşsiz önderi, uygulamaları
ile dünya barışının sağlanmasından yana olduğunu da göstermiş tir. 

Atatürk’ün askerî dehasının bir göstergesi de Amerikalı General Mc Arthur’la 28 Eylül 1932 tarihinde yaptığı görüşmede söyledikleridir. 
Atatürk, Mc Arthur’a; Versay Antlaşmasının İkinci Dünya Harbinin tohumlarını attığını, Almanya’nın bütün Avrupa’yı ele geçirecek bir orduyu kısa sürede kurabileceğini ve harbin 1940-45 yılları arasında olabileceğini, bu harpte Amerikanın tarafsız kalamayacağını, Avrupa’da çıkacak harbin başlıca galibinin ne İngiltere, ne Fransa ve ne de Almanya değil, sadece Sovyet Rusya olacağını söylemiş ve olaylar aynen böyle gelişmiştir.63 

“Askerlik Sanatı”nda topyekûn harp prensibi Atatürk’ün dehasıyla Sakarya Savaşı’nda uygulanmıştır. Topyekûn harp konusunda ilk eser, 1935 yılında Alman generali Ludendorf tarafından yazılmış ve yayımlanmıştır. Ludendorf, topyekün harp konusunu açıklarken şu ifadeyi kullanır: “ (topyekün harp konusunda)...Anlatmak istediğim şeylerin göz kamaştırıcı uygulaması Türk Millî 
Mücadelesi’ndedir.”64 Ludendorf, bu sözü ve topyekün harp hakkındaki düşüncelerini Atatürk’ün uygulamasından 13 yıl sonra söylemiştir. 

Aslında diğer ulusların II. Dünya Savaşı döneminde uygulamaya koydukları topyekün harbin ilk uygulayıcısı Kurtuluş Savaşı dönemindeki örnekleri ile Mustafa Kemal Paşa olmuştur. 

Eski ABD Genelkurmay Başkanlarından Amiral W. Crowe, 1988 yılında Time dergisinde yayımlanan demecinde; Atatürk’ü yüzyılın en büyük askerî dehası olduğunu belirtirken şunları ilave etmiştir: 

“Savaşın tozu dumanı ardında, belirgin olmayan çok şey vardır. Ben, Kemal Atatürk’ün hayranıyım. Muazzam kaynaklar ve üretim yeteneği ile desteklenen generallerin kazanması olağandır. Ancak, çok az kaynağa sahip olmasına karşılık Atatürk, hem Türkiye’nin kontrolünü padişahlardan söküp almış ve hem de Yunanlıları memleketinden atmıştır. Yüzyılın en büyük askerî dehası Atatürk’tür.”65 
Albert Sarruat, Atatürk için; “Askerî kahramanlıkla siyasi dehayı tek bir kişilikte birleştiren önderdir” der. 

Nitekim O’nun “Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl sonuçlanacağını daha harbin başında belirtmesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizlerin siyasi ve askerî bakımdan Türkiye’ye uygulayacağı siyaseti önceden ilgili makamlara duyurması, ayni müttefiklerin savaş sonrası mirasın paylaşılmasında anlaşmazlığa düşecekleri hususunu belirtmesi. Türk Milletini sömürgecilere karşı örgütleyerek, ordu-millet anlayışıyla bir araya getirip işgalcilere karşı başarılı olacağına inandırması ve bu inancını büyük bir zaferle taçlandırması. 

İkinci Dünya Savaşı’nın hangi tarihte başlayacağını ve sonucunu Amerikan generali Mc Arthur’a söylemesi” ile adeta insan üstü bir yeteneğe sahip olduğunu göstermiştir. 



DİPNOTLAR;

1 Bekir Tünay, “Atatürk ve Liderlik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.1, sayı: 2, Mart 1985, s. 560. 
2 Suat İlhan, “Atatürk ve Önderlik”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Araştırma Merkezi Bşk.lığı Yay., Ankara 1992, s. 1111-1115. 
3 Suat İlhan, “ Atatürk ve Askerlik”, Atatürkçü Düşünce, s. 945. 
4 Nusret Baycan, Atatürk ve Askerlik Sanatı, Gnkur.ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1985, s. 58. 
5 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 60. (Bu özellikler, ABD.li profesör Richard D. Robinson’un çalışmasından alıntıdır.) 
6 Atatürk’ü yetiştiren öğretmenleri hakkında bilgi için bk., Cemil Sönmez, Atatürk’ün Yetişmesi ve Öğretmenleri, Atatürk Araştırma Merkezi Bşk.lığı Yay., Ankara 2005. 
7 Bilgi için bk., Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Not Defterleri, (Yay. Hz., Zekeriya Türkmen, vd.leri), c. I-V, Ankara 2005. 
8 Söz konusu eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığınca yayımlanmıştır. Bk., Mustafa Kemal, Subay ve Komutan ile Konuşmalar, Ankara 1995. 
9 Bu eser Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Mustafa Kemal, Takımın Muharebe Eğitimi, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1995. 
10 Adı geçen eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Bk., Mustafa Kemal, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Ankara 1995. 
11 Söz konusu eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Bk., Mustafa Kemal, Taktik Tatbikat Gezisi, Ankara 1995. 
12 Adı geçen eser, Gnkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayımlanmıştır. Bk., Mustafa Kemal, Cumalı Ordugâhı, Ankara 1995. 
13 Bu eser şu ad altında yayımlanmıştır. Mustafa Kemal, Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler, Gnkur. ATASE Bşk.lığı 
Yay., Ankara 1995. 
14 F.Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1969, s. 47. 
15 Bekir Tünay, “Atatürk ve Liderlik”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Araştırma Merkezi Bşk.lığı Yay., Ankara 1992, s. 1176-1177. 
16 Mustafa Kemal, köhneleşmiş olan Osmanlı idaresini yıkıp vatanı kurtarmak, yeni bir idare sistemini hayata geçirmek için arkadaşlarını göreve davet eder. Manastır Askerî İdadisi’nden sınıf arkadaşı Ömer Naci Bey ona şu karşılığı verir: “Mustafa Kemal arkandayız, seni takip edeceğiz. ölümler, cellatlar, işkenceler bile bizi azmimizden çeviremeyecektir. hürriyet verilmez, ancak alınır.” Bu toplantıda tekrar sözü alan  Mustafa Kemal, “biz kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ve mutlaka başarılı olacağız. Vatan ve milleti kurtaracağız.” demişti. 
Nitekim Mustafa Kemal, yıllar önce söylediği bu sözleri yürekten söylemiş olmalı ki, yıllar sonra Türk vatanını ve Türk milletini her türlü sömürge 
ve işgalden o kurtarmıştır. Bk., Esin Dayı, “Mustafa Kemal Atatürk’te Cumhuriyet Fikri ve Gerçekleştirilme Safhaları”,  Atatürk Ünv. İnk Tar. Enst. 
Atatürk Dergisi, Sy: III/1, Erzurum 2000, s. 13-14. Nusret Baycan, Aynı eser, s. 60. Ömer Naci Bey ile Atatürk arasındaki  dostluk daha sonraki 
yıllarda da devam edecektir. Ömer Naci Bey, 1916’da  Irak Cephesindeki harekatta iken hastalanıp genç yaşta hayatını kaybetmiştir. 
Çok sevdiği bir arkadaşını kaybeden Mustafa Kemal Paşa, 1916 yılında Doğu Cephesinde görev yaparken hatıralarının son sayfasına 
Ziya Gökalp’in “Ömer Naci” şiirini de el yazısıyla yazmıştır. Bk., Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, Ankara 1972, s. 210-211. 
17 Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, İstanbul 1986, s. 22. 
18 Gotthard Jaeschke, Sadrazam Damat Ferid’in, Mustafa Kemal Paşa’yı dönemin padişahı Vahdettin’e cumhuriyetçi olduğunu söyleyip 
şikayette bulunduğunu belirtir. Vahdettin ise mevcut komutanların içinde liyakatli biri olduğunu ve Mustafa Kemal’i yakından tanıdığını 
belirtmiştir. Bk., “Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Atatürk”, Türk Tarih Kongresi Bildiriler, Ankara 1967, s. 556; Hamza Eroğlu, Atatürk 
ve Cumhuriyet, Ankara 1998, s. 30. 
19 Cevat Abbas Gürer, Ebedi Şef Kurtarıcı Atatürk’ün Zengin Tarihinden Birkaç Yaprak, İstanbul 1939, s. 12. 
20 Kurtuluş Savaşı’nda görev almış tümen ve daha üst kademe birlik komutanlığı yapmış 90 askerî şahsiyet incelendiğinde, bunlardan 7 kişi Atatürk’le ayni kıdemde, 29’u Atatürk’ten kıdemsiz, 54’ü ise kıdemlidir. Bu rakamlar dikkate alındığında komutanların % 60’ının Atatürk’ten kıdemli olduğu ortaya çıkar. Atatürk’ün kurmaylık ve üstün başarı kıdemleri ile bunların bir kısmını geçse dahi ortada bir gerçek vardır: O da, herkes tarafından tartışmasız olarak üstün bir askerî önder olarak kabul edilmiş olmasıdır. Bu konuda bilgi için bk., Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Türk İstiklal Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Düzey Komutanların Biyografileri, Ankara 1989. 
21 Mustafa Kemal’in Hareket Ordusundaki faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk., Zekeriya Türkmen, Hareket Ordusu ve Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1999. 
22 Ayrıntılı bilgi için bk., Ahmet Tetik, “Sofya Askerî Ataşesi Mustafa Kemal’in Askerî ve Siyasi Değerlendirmeleri”, Doğumunun 125. Yılında Mustafa Kemal Atatürk Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 15-18 Mayıs 2006, Ankara 2006. 
23 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 61. 
24 Ergun Özbudun, “Siyasi Lider Olarak Atatürk”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s. 1127. 
25 Behiç Erkin, Atatürk’ün Selanik’teki Askerlik Hayatına Ait Hatıralar, Ankara 1956, s. 600-601. 
26 Gnkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi, Atatürk Özel Arşivi; Kls: 33, Ds: 12-16A, F: 19-38:48. Ayrıca belgenin fotokopisi ve çevirisi için bk., 
Nusret Baycan, Aynı eser, s. 123-141. 
27 Tal’at Paşa’nın Hatıraları, s. 42. 
28 Erkân-ı Harp Binbaşısı Mehmet Emin, “Harb-i Umumide Osmanlı Cepheleri Vekayii”, Mecmua-i Askerîye, Sy: 39-40, İstanbul Mayıs-Haziran 1338. 
29 Bu konuda bilgi için bk., Zekeriya Türkmen, Yeni Devletin Şafağında Mustafa Kemal (Ekim 1918- Ocak1920), Ankara 2003. 
30 Kemal Atatürk, Nutuk, c. I, Ankara 1987, s. 13. 
31 Kemal Atatürk, Nutuk, c. I, s. 14. 
32 Zekeriya Türkmen, Aynı eser, s.124-134. 
33 Zekeriya Türkmen, Aynı eser, s. 135-140. 
34 Mesela Erzurum Kongresi sırasında da halktan malî destek sağlanması yoluna gidilmiştir. Bk. Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara  1946, s. 137-138; aynı malî sıkıntının Sivas Kongresinde de yaşandığı anlaşılmaktadır. Bk. Vehbi Cem Aşkın, Sivas Kongresi, İstanbul 1964, s. 98-101. 
35 Toktamış Ateş, “Milli Mücadelenin Malî Kaynakları”, c.V, Tanzimattan Cumhuriyeti Türkiye Ansiklopedisi (TCTA)., s. 1196-1197. 
36 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Malî Kaynakları, c.I, İstanbul 1988, s. 198-200. 
37 HTVD., Sy: 20, vesika nr: 519. 
38 Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi, Genkur. ATASE Bşk.lığı Yayını, c.II, 2’inci Kısım, 1945, s: 137-143. 
39 Kolordu ve bazı sivil kuruluşlara “Milli Ordu Teşkilâtı Plânı” ismiyle gönderilen genelgede ordu kıt’alarının milli kuvvetleri kendi emrine alıp, 
harekâtı yönetip uygulamasının sevk ve idarede başarılı olunmak için gerekli olduğu açıklanmış ve Kuva-yı Milliye’nin askerî birlikler içinde nasıl 
teşkilâtlandırılması gerektiği belirtilmiştir. Örnek vermek gerekirse, her bucak merkezi bir bölük, her ilçe merkezi (il veya liva merkezleri dahil) 
bir tabur teşkil edecektir. 
     Ayrıca, cami ve öğretmenleri olan her köy ve mahallelerin birer piyade takımı oluşturması, köy öğretmenleri ile imam ve müezzinlerin komutanlık yapması istenmektedir. Bk., Genkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi; Klasör 325, Dosya 15, Fihrist 115. Zaman zaman M.Kemal Paşa tarafından verilen emirler ile bazı vilayetlerin mal sandıkları ve duyûn-ı umumiye idareleri gelirlerine el konularak malî kriz giderilmek isteniyordu. Nitekim, 18 Mart 1920’de Şile, Kartal ve Gebze kaymakamlarına gönderilen bir telgrafta, Osmanlı bankası ile duyûn-ı umumiye ve reji  idarelerinin bütün paralarına el konulması isteniyordu. Bk., Genkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi: 1-105, Kls: 259, Ds: 19, F: 56. 
40 HTVD., Sy: 22, (1957), vesika nr: 553, 562, 563, 573, 574, 575. 
41 HTVD., Sy: 52, Aynı vesika. 
42 Genkur. ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi: 1-1, Kls: 572, Ds: 22-57, F: 49; Kls: 778, Ds: (6) 19, F: 2-1. 
43 HTVD., Sy: 73, (1970), vesika nr: 1574. 
44 HTVD., Sy: 52, vesika nr: 1191-1202. 
45 TBMM. GCZ., c.I, s. 71. 
46 Genkur.ATASE ve Dent. Bşk.lığı Arşivi: 1-1, Kls: 308, Ds: (27-C)-14, F: 4. 
47 Kemal Atatürk, Nutuk, c.II, s. 504. 
48 HTVD., Sy: 73, (1970), vesika nr: 1574. 
49 TBMM’de yaşanan bu tartışmalar hakkında ayrıntılı bilgi için bk., TBMM GCZ., c. II, s. 116-224. 
50 Hâkimiyet-i Milliye, nr: 256, 6 Ağustos 1337/1921; ayrıca bk., TBMM GCZ., c. II, s. 164-185. Başkomutanlık meselesi 31 Ekim’de birinci kez, 4  Şubat 1922’de ikinci kez (TBMM GCZ., c. II), 5 Mayıs 1922’de üçüncü kez (TBMM GCZ., c. III, s. 313.) uzatılması gündeme gelmiştir. 
51 Hâkimiyet-i Milliye, nr: 257, 7 Ağustos 1337/1921; İkdam nr: 8767, 10 Ağustos 1337/1921; Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, (Yay. Hz. Nimet Arsan), Ankara 1964, s. 392-393. 
52 Vakit nr: 1320, 11 Ağustos 1337/1921. 
53 Tekalif-i Milliye Emirleri hakkında daha ayrıntılı bir çalışma için bk., Serpil Sürmeli, Milli Mücadele’de Takâlif-i Milliye Emirleri, Ankara 1998. s. 61 vdd., Ayrıca bk., Mehmet Kayıran “Tekâlif- i Milliye Emirleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: V, Temmuz 1989, Sy:15., s.642-665. 
54 Serpil Sürmeli, Aynı eser, s. 60-139. 
55 Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından sonra hükûmet, 1 Mayıs 1920 -31 Ekim 1920 tarihlerini kapsayan 6 aylık dönem için geçici 
bir bütçe hazırladı. Bu bütçe uygulama süresinin bitimine üç ay kala 28 Şubat 1921 tarihinde kabul edildi. Bu bütçeye göre, giderler 63.018.354 lira,  gelirler de 51.388.626 lira olarak tesbit edildi. Arada 11.629.732 liralık bir açık bulunmaktadır. Bu da gelirlerin giderlere oranla % 18.4 eksik olduğunu gösterir. Türk halkının orduya olan ayni ve nakdi yardımı bütçenin yükünü oldukça hafifletmiştir. Bu bütçede yapılan harcamalara bakılırsa 1920 yılı bütçesinin % 53’ünün askerî harcamalar yani savunma için kullanıldığı görülecektir. 
Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları, İstanbul 1988, c.I, s.295-308, c. II, s. 386-405. 
56 Kurtuluş Savaşı döneminde “Tekalif-i Milliye Emirleri” ile yapılan iç borçlanma 3 Nisan 1924 tarihinde çıkartılan “Mahsup Kanunu” ile 1926 yılı sonlarına kadar ödenmiştir. 
57 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 62. 
58 Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz hazırlıkları sırasında Ankara’da karargahta bulunanlara büyük bir kararlılıkla şunları söyler: “Taarruz haberini alınca hesap ediniz, on beşinci gün İzmir’deyiz.” Paşa, İzmir’den dönüşünde bu konuşmasına şahit olan kişilerden ikisini karşısında görünce, “Bir gün yanılmışım” diyerek Büyük Taarruz öncesi konuşmasına atıf yapmıştır. Bk., Selahaddin Demirkan, Bir Milletin Yarattığı Lider Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul 1972, s. 31. Nitekim Atatürk, “Yolunda yürüyen bir insanın yalnız ufku görmesi kafi değildir. Ufkun ötesini de görmesi lazımdır.” der. Ufkun ötesini ise, ancak tarih bilincine sahip sezgi gücü yüksek ileri görüşlü insanlar 
görebilir. Bk., Demirkan, Aynı eser, s. 205. 
59 Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi, Büyük Taarruz, 6’ncı Kısım, 2’nci Kitap, s.283. 
60 Ali Güler, “Dönüştürücü (Transformational) Liderlik Kavramı ve Dönüştürücü Lider Olarak Atatürk”, Atatürk Haftası Armağanı Dergisi, 10 Kasım 2000, Ankara 2000, s. 24-25. 
61 Afet İnan, Medeni Bilgiler, Ankara 1969, s. 116. 
62 Atatürkçülük, c. I, s. 194. 
63 Nusret Baycan, Aynı eser, s. 62. 
64 Cihat Akçakayalıoğlu, Atatürk: Komutan, Devrimci ve Devlet Adamı Yönleriyle, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yay., Ankara 1980, s. 363. 
65 Suat İlhan, “Atatürk ve Askerlik”, Atatürkçü Düşünce, s.943.’den naklen Time, 26 Aralık 1988. (ABD Gnkur. Bşk. Amiral Crowe ile röportaj). 

15.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER, BÖLÜM 13

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER,  BÖLÜM 13



ATATÜRK’ÜN LAİKLİK SİYASETİ VE KIRGIZİSTAN’A YAPTIĞI TESİR 

Doç. Murat KOCABEKOV* 
* Doç. Dr. Murat Kocabekov, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi. 


Atatürk, islami değerleri güçlü olan bir devlette ve halkın da % 99’u müslüman olan Türkiye Cumhuriyeti’nde Laiklik siyasetini yerleştiren bir önderdir. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini düşünecek olursak, direk 100 yıl sonrasını görebilen bir devlet adamıdır. 

Türkiye Cumhuriyeti XX. yüzyılın 20 ve 30 yıllarında eski değerler yerine Kemalist yeni reformlar uygulanmaya başlandı ve bu değişimin en önemlisi toplumun kültürel ve manevi zenginliklerine yenilik getiren Laiklik siyaseti olarak bilinmektedir. 

Laiklik siyaseti şimdiye kadar Avrupa devletlerine kullanılıp gelmesiyle beraber onu Türkiye’de kullanılması durumu ve devletteki halkın dinle olan ilişkisini göz önünde bulunduracak olursak, buradaki Laiklik birkaç noktada farklılaşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti eski Osmanlı devletinin mirası üzerine kurulması ve halk 
o zamana kadar kendilerini nasıl müslüman kabul ederek gelmişse, laiklik reformundan sonra da islami değerlerden vazgeçmemiştir. 

Bizim bildirimiz Atatürk’ün laiklik siyasetinin Kırgızistan’a ettiği tesirle ilgili olduğu için Türkiye’deki Laiklik reformu ile kendi dönemindeki Kırgızistan devletinde uygulanan ateistlik siyasetinin farklılığını ve şimdiki Kırgızistan Cumhuriyeti’nde dini durumu ana hatlarıyla anlayabiliriz. 

Mustafa Kemal Atatürk yürüttüğü Laiklik siyaseti ile ateistlik siyaseti çok farklıdır. Eğer Sovyetler Birliği ve onun sınırları içindeki Kırgızistanda ateistlik siyasetini hatırlayacak olursak, adamın ruhani hayatının esası olan din işlerine iliştiği açıktır. Sovyetler Birliği’nin kanunlarında din işleri ile devlet işleri birbirinden ayrıdır. İnsanların hepsi kendi isteklerine göre çalışsınlar diye belirtilmiştir. Fakat böyle olmasına rağmen devlet kuruluşları din işlerine ilişip, onun çalışmalarını kontrol altına alması şimdide hiç kimse tarafından da 
yenilik olarak kabul edilmemektedir. 
Kemalistler ise dine ilişmeden ona karşı çıkmadan onlar herkesin kendi vicdani görevi olarak değerlendirmişlerdir. Devlette camiler kapanmamıştır. 

Dinî bayramlar şimdiye kadar nasıl kutlanmışsa Laiklik reformundan sonra da devam etmiştir. O zamanda laiklik siyaseti dini tamamen yok etmemiştir. Türk halkı laiklik siyasetini kabul edip sosyal hayatta gelişmesi, ilim-bilim öğrenimine devam etmesiyle birlikte İslam dini de adamın sosyal hayatından farklı olarak 
bakılmadığı ve ruhani taraftan da yoksulluk olarak görülmemekteydi. 

Tam tersine Türkiye’de Mescid ve medreseler tahrip edilmeden İslam dinine baskı yapılmadan laiklik siyaseti ile dini inancın doğal olarak kaynaşması dikkatimizi çekmektedir. Atatürk’ün Laiklik siyasetinin önemli özelliklerinden biri Devlet ile din işlerinin bağımsız olarak gelişmesi insanların ruhani hayatında çatışmaya neden olmamıştır. 

Aynı zamanda Sovyetler birliğinde tam tersine ataizm siyaseti yürürlükte olup, koministlerin teklif ettiği ideoloji ve dini taraftan yapılan siyaset birbirine uymadığından dine karşı tedbirler almıyordu. 
Koministler din devletten ayrılacak ve devlet din işlerine karışmayacak  demeleri ne rağmen gerçekte devlet dini kontrol ederek ona karşı savaşa başlamıştı. Sovyet döneminin erken dönemlerinden itibaren, “Din afyondur” sloganını alıp dinin toplum üzerindeki fonksiyonlarını sınırlamıştır. Her şeyden önce cami ve kiliseler bozularak dini eğitim kurumları kapatılmaya başlanılmıştır. 
Bolşeviklerin bu hareketleri savaşçı ateizim olarak adlandırılıp, siyaset çevresin de din devletten ayrı tutulmaktansa gizli çalışan organizasyonlar haline dönüştürülmüştür. 

Dindar adamlar resmi işlere alınmamıştır ve onların din hürriyeti kominist partisine olan üyeliği ile belirlenmekteydi. Bunun yanında ateist birimlerde derslere katılma yoluyla dini görüşü devamlı köreltilmeye çalışılmıştır. Ateizm mücadelesine örnek olarak gösterecek olursak, Kırgızistan’ın bir ilçesinde kominist partide çalışan bir görevli vefat eden babasına canaze namazı kıldırdığı için kominist parti üyeliğinden ve işinden olmuştur. 

Kaynaklara göre Atatürk’ün Laiklik siyaseti Türk milletinin dini yönden bağımsızlığını sağlamıştır.  
Devlet din işlerine ve onların faliyetlerine olumlu olarak bakıp, adamların manevi durumuna bakarak kısıtlama getirmemiştir. 

Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde ise din ile beraber insanların dine olan görüşü aynı düzene sokularak ateizm düşüncesi en doğru yol olarak gösterilmiştir. Kırgızistan şartlarında ise ateizm siyaseti Kırgızların manevi zenginliklerine çok büyük zarar vermiştir. Yüzyıllar boyu süregelen dini görüşleri kılıçla kesercesine ateistlik görüş gereği dinden uzaklaştırılarak, dine karşı mücadeleye başlamışlardır. 
Bundan dolayı da laiklik ile ateizmin farkı şöyle ortaya çıkmaktadır. 
Laiklik dini yasaklamadan uzak tutulmuş ve dini faaliyetlere pek karışmamıştır. Ateizm ise tam tersine kominizmi kurma perdesi altında insan oğlunun en nazik olan maneviyatına ve dünyayı nizama sokma idealini baltalamıştır. Kominist ideolojisinin bu görüşü sosyal hayatın normal gelişimini bozmuş ve daha dün yarı göçebe hayat süren Kırgızları olumsuz olarak etkilemiştir. Yarı göçebe hayat süren ve müslüman olarak yaşayan Kırgızları zorla yerleşik hayata geçirdikten 
sonra kominist ideolojiyle tanışmaya başlamışlardır. Sovyet dönemine kadar Kırgızistan’da cami ve medreseler işlevini sürdüre gelse de, 1917 yılından itibaren bu kurumların yerini devlet kurumları ve kültür faaliyeti yapan yerler almıştır. Tabiki böyle köklü bir değişim halkın örf-adetine olumsuz etki etmiştir. Kominist partisinin içinde olup ateist siyaseti yönlendiren yöneticiler kızıl kominist olmasına rağmen tamamen dinden de uzaklaşmamışlardır. Özellikle 
onlar ateizmi kabullenen ilim adamları haline gelememişlerdir. Nihayetinde 
kominist partisi üyeleri gizli olarak Kuran okuyorlarsa da kominist parti toplantılarında dine karşı konuşmalar yaparak, maneviyatıyla parti konuşmaları birbirine taban tabana ters düşmekteydi. 

Bunun arka yüzünde yaptığı faaliyetle konuşması bir birini tutmayan, insanın maneviyatını eriten yalancılık ve iki yüzlülük gibi sosyal hayatı mahfeden şeyler alışkanlık haline gelmiştir. Özellikle Kırgızlara iki yüzlülük gibi şeyler çok büyük zarar verdi. İnsanın kutsi olarak gördüğü inancına hakaret edilip, cami ve medreseler ortadan kaldırıldıktan sonra bu durum insanlara, yöneticilere ve devlete olan güvene zarar verdi. Böylece geçmişten günümüze kadar süregelen 
“büyüğe hürmet küçüğe izzet etme” denen etnik normlar bozularak onun yerini iki yüzlülük, yalancılık gibi ideolojiye bağlı olan insanlar meydana geldi. 

Bu durum 1991 yılında Kırgızistan egemenliğini almasına kadar devam etmiştir. Ülke egemenliğini almasıyla birlikte din meselesini çözerek, dini faaliyetleri belirlemek gibi önemli işler ön plana çıkmaya başladı. 1991 yılında Kırgızistan bağımsızlığını aldıktan sonra toplumun manevi hayatıyla ilgili, bununla beraber din işlerini düzene sokma ve ateist siyasetten uzaklaşma konusunda önemli adımlar attı. 

1993 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Kırgızistan’a yaptığı resmi ziyaret ve Kırgızistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Askar Akaev’in Türkiye’ye yaptığı ziyaretten sonra Kırgızistan sosyal ve ekonomi alanlarında gelişimini Türkiye’yi model olarak aldı. Bu dönemde Kırgızistan’da çok yönlü 
reformlar yapılmıştır. Bu reformlardan birisi din işleriyle ilgili olmuştur.    

Kırgızistan’da devlet idaresi ve ileride gelişmesi Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti stilinde sürdürülecektir ve laiklik siyaseti Kırgızistan için de model alınmıştır. 1991 yılından sonra Kırgızistan’ın dini açıdan gelişmesi Atatürk’ün uyguladığı laiklik siyasetine uygundur. Ama Sovyetler dönemindeki ateistik ideoloji ve dine engel teşkil eden siyasetin ortadan kalkması ile beraber din 
hürriyeti ortaya çıkmıştır. Sovyet döneminde gelişen ateist sistem ortadan kaldırılarak onun yerini seküler değerler aldı. 

Ülkede din işlerini yürüten devlet komisyonu oluşturulmuştur. 

Bu komisyon dini faaliyetlere karışmadan sadece onun faaliyetlerini 
kontrol altına almaya başlamıştır. Kırgızistan Cumhuriyetinde din özgürlüğü ile beraber cami, medrese faaliyetleri gelişip islamî değerler canlanmaya başladı. Dindarlar önceki gibi cezalandırılmadan devlet işleri ile din işlerine bir sınır konuldu. Günümüzdeki dini faaliyetlerle ilgili olan siyasete bakılırsa, laiklik siyasetine göre Kırgızistan, kendi zamanında Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği laiklik siyasetini model olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. 

14. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***