Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 3
Avrupa Birliği’nin Suriye Politikası
Doç. Dr. M. Murat ERDOĞAN
< Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı bölgelerinin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. SDE Analiz >
Uluslararası krizlerde Avrupa Birliği sıklıkla gövdesi ile kafası arasındaki
dengesizliğin vurgulandığı benzetmelerle ifade edilir. Bu durum özellikle
Soğuk Savaş sonrasındaki dünyada daha da belirgin bir hal aldı. 1990’ların
ilk yarısında önce Körfez Krizi, ardından Balkanlardaki savaşlar AB’nin ulus
devletlerin birliği olduğunu ve ortak bir dış politika geliştirme konusunda son
derece yetersiz olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. “AB ekonomik
bir dev, siyasi bir cüce ve askeri anlamda bir elma kurdu” olarak tanımlandı.
Ancak AB’nin küreselleşmenin önlenemez biçimde her alanda yaygınlaştığı
ve eş zamanlı olarak da bölgeselleşmenin yaşandığı dünyada yeni bir
siyasi kimliğe sahip olması gereği bizzat Avrupalılarca sıkça dile getirildi.
Bu nedenle ortak dış ve savunma politikasının geliştirilmesi, buna yönelik
gerekli lojistik ve altyapının NATO ile işbirliği halinde gerçekleştirilmesi
hususunda önemli adımlar da atılmaya çalışıldı.
Ancak başını FransaAlmanya’nın çektiği AB ile “ABD’siz olmaz” diyen İngiltere ve çevresindeki AB üyeleri için ortak bir dış politika geliştirmenin ne kadar zor olduğu her krizde tekrarlandı. Bunlardan en çarpıcılarından birisi 2003’de ABD’nin Irak operasyonunda da yaşandı. Fransa-Almanya ABD’nin müdahalesine karşı AB içinde cephe oluşturmaya çalışırken, AB içinde başta İngiltere ve İspanya olmak üzere pek çok üye ABD ile işbirliği yönünde karar aldı. Daha çarpıcı olan ise AB ile üyelik müzakeresi içindeki pek çok AB adayı ülkenin ABD’yi AB’ye tercih etmeleri oldu.
Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı
bölgelerinin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası
konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece
yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. AB
politikalarının “Soft Power” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün
olsa da, bunun krizler için etkisinin son derece sınırlı kaldığı da açıktır.
Lizbon Anlaşması ile çerçevesi oluşturulmaya çalışılan ve dış politikada tek
sesliliği amaçlayan düzenleme ile AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek
Temsilciği oluşturuldu. Halen Catherine Ashton’nun üstlendiği bu görev,
hem kurumsal hem de Ashton’un yetkinliği çerçevesinde sıkça eleştirilere
uğramaktadır. Bu durum Suriye Krizi’nde de tekrar yoğun olarak gündeme geldi.
Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması ile Ortadoğu’da başlayan
ve adına “Arap Baharı” / “Arap Uyanışı” denilen süreç sadece bölge
ülkeleri için değil, aynı zamanda dünyaya şekil veren güçler bakımından
da son derece önemli bir sınava dönüştü. AB bütün bu gelişmelerde
hem kendi içinde birlik görüntüsü vermekten uzak oldu hem de özellikle
Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya arasındaki ciddi politika farklılıkları
çatışmalarla anıldı. Tunus’ta Buazizi’nin kendini yakması ile ilk hareketlenme
başladığında, Fransa “isyancıların bastırılması için Tunus yönetimine destek
verme” önerisinde bulunmuştu. Ancak olaylar kontrolden çıkıp Ortadoğu
rejimleri teker teker bu dalganın karşısında sarsılınca, başta Fransa olmak
üzere bütün AB ülkeleri politikalarında radikal değişiklik ihtiyacını hissettiler.
Bu konuda en şaşırtıcı değişimlerden birisi de Libya krizinde yaşanmış,
Kaddafi’nin “kazanamayacağını” farkeden Fransa, İngiltere ve İtalya önce
muhalefeti örgütlemiş, ardından da BM’den çıkan müdahale kararının baş
aktörleri olmuşlardı.
< Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed rejiminin aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” bir yaklaşımla eleştirildi, reddedildi. SDE Analiz >
Suriye’de yaşanan kriz, Ortadoğu’da yaşanan “uyanış” hareketinin son
halkalarından birisi olarak aslında önemli bir tecrübe birikimi ile karşılandı.
Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici
olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed rejiminin
aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” bir yaklaşımla
eleştirildi, reddedildi. AB’ye yön veren Fransa, Almanya, İngiltere ve
diğer AB üyesi ülkeler Suriye’de yaşananlar konusunda ağız birliği içinde
doğrudan Esed rejimini ve özellikle de Beşşar Esed’i eleştirdiler ve hatta
suçlu ilan ettiler. Bu arada AB üyesi ülkeler, BM ve Arap Birliği’nin Suriye
Özel Temsilcisi Kofi Annan tarafından yapılan çalışmalara da tam destek
verdiklerini net bir biçimde ortaya koyarlarken, Rusya ve Çin’i de eleştirdiler.
AB’nin Dağınıklığı
AB politikalarına yön verme kabiliyetinde olan İngiltere, Fransa ve
Almanya’nın Suriye politikalarına yakından bakıldığında, en azından söylem
bazında önemli bir yakınlaşma olduğu dikkati çekmektedir. İngiltere’de
Cameron hükümeti Esed yönetiminin kendi halkına uyguladığı şiddet
politikasını derhal sonlandırması çağrısında bulunurken, Esed yönetimini
şiddeti sona erdirmeye mecbur bırakacak yaptırımların bir an önce yürürlüğe
girmesi konusunda da son derece istekli bir görüntü vermektedir. İngiliz
Dışişleri Bakanı William Hague, Tunus’ta gerçekleşen Suriye’nin Dostları
Toplantısı’nda Suriye’deki muhalefete desteklerini açıkça dile getirmiş,
Güvenlik Konseyi’ne hitaben “Dünyanın büyük bir çoğunluğunun gözünde
bu konsey Suriyelilere karşı sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız
olmuştur” diyerek, üyeleri birlik olmaya çağırmış, Suriyelilerin öncülük ettiği
bir siyasi değişimi’ desteklerini ifade etmiştir. İngiliz hükümetinin Suriye’ye
rejiminin biran önce demokratikleşmesi ve muhaliflerin taleplerinin yerine
getirilmesine dair beklentisi son dönemde yerini Esed yönetiminin acilen
tasfiyesi beklentisine bırakmıştır. İngiltere’nin Suriye’ye yönelik bir askeri
müdahaleye sıcak bakmadığı da anlaşılmaktadır.
< Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye konusunda etkin ve ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle söylenemez. SDE Analiz >
Suriye ile yakın tarihi ve siyasi bağları olan Fransa’nın Esed rejimine
karşı yaklaşımı da oldukça serttir. N. Sarkozy, açık bir biçimde Suriye
Devlet Başkanını suçlayarak “Esed, utanmadan yalan söylüyor” demiş ve
Kaddafi’nin Bingazi’yi yok etmek istediği gibi Esed’in de Humus’u yok etmek
için çalıştığını şeklinde bir açıklama ile Suriye’ye yönelik askeri müdahale
ihtimalini de akıllara getirmektedir.
AB’nin diğer büyük gücü Almanya da benzer tepkileri verirken, bu konuda
özellikle ABD ile yakın davranmayı önemsediğini de belli ediyor. İstanbul’da
gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları İkinci Toplantısı’nda Alman Dışişleri
Bakanı G. Westerwelle Suriye’de çözüm konusunda bir mühlet tanınmasına
bile karşı olduklarını söyledi. Bir zaman kısıtlamasına gitmenin çözüm
üretmeyeceğini belirten Westerwelle, «Bir sınırlandırma bu dönemde yanlış
anlaşılabilir» diyordu.
Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı
kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye konusunda etkin ve
ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle söylenemez. AB’nin aldığı
tedbir ve yaptığı açıklamaların Esed’in politikalarını ve uygulamalarını
engellemekten son derece uzak, sembolik çıkışlar olduğu da net biçimde
ortaya çıkmıştır.1 BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın
çalışmalarını destekleyen AB’nin Suriye’ye silah satışını durdurması
yönündeki karar belki de bu çerçevede yapılan en önemli girişim olarak
kabul edilebilir. Ancak Rusya’nın Suriye’nin silah tedarikçisi olması ve
tedarike devam etmesi, bu kararın etkisini ciddi bir biçimde azaltmaktadır.
Lizbon Anlaşması ile kısmen güçlendirilen ve ortak politikalar geliştirme
konusunda umut yaratan Avrupa Birliği Dışİlişkiler Yüksek Temsilciliği
ve onun başındaki Cathron Ashton sıkça eleştirilerin hedefi olmaktan
kurtulamıyor. Zira Suriye’de devam eden insanlık dramının engellenebilmesi
için doğrudan askeri müdahale olmasa da AB’nin öncülüğünde dünya
kamuoyunun daha etkin hale getirilmesi ve daha etkili caydırıcı yaptırımların
uygulanması gerekiyor. AB yoğun kamuoyu baskısı ile şu ana kadar Suriye
Merkez Bankası’nın Avrupa Birliği’ndeki bütün banka hesaplarını dondurdu
ve banka ile tüm finansal işlemlere son verildi; Suriye uçuşşirketlerine
ait kargo uçaklarının Avrupa Birliği’ne uçuşları yasaklandı. Suriye ile
değerli maden ticaretine de yasak getirildi. 27 ülkenin dışişleri bakanları
Polonya’daki toplantıda Suriye petrolünü boykot kararı adlı. Ancak İtalya
boykota yürürlükteki bir sözleşme yüzünden 15 Kasım’da başlayabileceğini
duyurdu. Bu arada, Devlet Başkanı Esed’in kabinesindeki dokuz bakana
daha Avrupa Birliği’ne seyahat yasağı getirildi ve Avrupa’daki banka
hesapları donduruldu. AB ilki Tunus’ta ikincisi ise İstanbul’da gerçekleşen
“Suriye Halkının Dostları Grubu” toplantılarında da aktif yer aldı. Bu arada
C. Ashton AB adına Suriye muhalefeti olarak “Suriye Ulusal Konseyi”nin
muhatap alınacağını açıkladı. Ancak Ashton’a göre “Avrupa Birliği askeri
müdahaleyi düşünmeyerek Suriye krizine çözüm bulmaya çalışıyor.”
Eleştirilerin hedefinde olan Ashton’a Euronews muhabirinin “Suriye
konusunda çok açıktınız ve net konuşuyordunuz. Ancak öyle görünüyor
ki, geçtiğimiz birkaç hafta içinde hararetinizi kaybettiniz” sorusuna Yüksek
Temsilci “Tam olarak değil. Ancak şu anda yapmamız gereken sistematik
bir şekilde Suriye’ye baskı uygulamak” dedikten sonra Libya türü bir
müdahaleye çok da sıcak bakmadığını ortaya koyuyordu.
AB’nin Dış Politikasızlığı
< AB’nin politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek Temsilci ile açıklanamaz. Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri hem
de bizzat Avrupa Parlamentosu tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği
görülmektedir. SDE Analiz >
AB’nin yeteneksizliği ve politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek
Temsilci ile açıklanamaz. Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri
(özellikle de Fransa ve İngiltere) hem de bizzat Avrupa Parlamentosu
tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği, “görevinde yeterince etkili
olmadığı” düşüncesinin sıkça tekrarlandığı görülmektedir. Ashton’u daha
aktif olmaya çağıran AB Parlamentosu milletvekilleri, Ortadoğu’da yaşanan
olaylara ilişkin AB’nin uluslararası alanda tavrını belli etme konusunda geç
kaldığını ifade ederken C. Ashton’un verdiği cevap son derece çarpıcıdır:
“En önemli şeylerden biri insanları dinlemek. Biz, Mısır ve Tunus halkını
desteklemek için neler yapabileceğimizi düşünürken onlar geleceklerini
güvence altına almak istiyor. Onların ihtiyaçlarına kulak vermek bir bakıma
tepki göstermektir.” Bu açıklama AB’nin kapasite ve politik gücünü görmek
bakımından oldukça önemli bir açıklama olarak kabul edilebilir. Ancak
sorunun sadece Ashton değil, üye ülkeler arasındaki çıkar farklılığı olduğu
görüşü de yine sıkça dile getirilmektedir. Örneğin Avrupa Parlamentosu
Sosyalist Grup Başkanı M. Schulz, bazı üye ülkelerin kendi çıkarları için
çalışmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylüyor ve “Onun için en büyük
engel, Almanya’nın Dışişleri Bakanı G. Westerwelle, Londra’da W.Hague,
Paris’te A. Juppe veya herhangi bir diploması şefi. Çünkü onlar önce ülkem
daha sonra Avrupa Birliği diyor. Bu düşünce tarzı değişmeli” eleştirisini getirmektedir.
< Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının yaşanmadığı
krizlerde AB bir “yumuşak güç” olarak devreye girmiştir. SDE Analiz >
Bilindiği üzere karar alma mekanizmasını hızlandırmayı hedefleyen Lizbon
Antlaşması, Avrupa Birliği’nin tek bir ağızdan konuşmasını hedefliyor.
Ancak pek çok AB milletvekiline göre o günden bu yana hiç bir değişiklik
olmadı. Alman Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Üyesi Daniel Cohn-
Bendit, “Bence en büyük sorun Sayın Ashton’un kendini koordinatör olarak
görmesi oysa o tavrını belli etmeli. Gerekirse üye ülkeleri eleştirmeli çünkü
dış politika sorunu “tek bir ağızdan konuşmak”. Bu sorun aşılmadıkça
ilerleme kaydedemeyeceğiz” demektedir. Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP)
Liberal Grup Başkanı G. Verhofstadt ise hem AB hem de BM’yi sert şekilde
eleştirilerek «AB ve uluslararası ortakları sadece oturup Esed’in sıradan
işiymiş gibi katliamı sürdürüp kendileriyle alay etmesini seyredemezler.
Diplomasi politikanın ikamesi değildir. AB ve BM’nin Suriye krizini yönetme
başarısızlığı Esed sayesinde ortaya çıkmıştır. AB’nin dış ilişkilerle ilgilenen
değil dış politika yapan bir Yüksek Temsilciye ihtiyacı var» demiştir.
Yumuşak Güç Suriye’yi Korumada Yetersiz Kalıyor
< Savunma harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye
çalışan yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. Bunun için Amerikalılar “pay, but not play” diyebilmektedirler. SDE Analiz >
Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku
yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının
yaşanmadığı krizlerde AB bir “yumuşak güç” olarak devreye girmiştir.
Ancak bunun dışında AB’den operasyonel bir tavır beklemek ve krizleri
engelleyecek, durduracak ya da çözüme ulaştıracak bir güç olarak söz
etmek son derece zordur. Suriye konusunda da AB’nin etkin ve çözüm
üretecek bir politika izlemesini beklemek çok gerçekçi olmayacaktır. Ancak
AB’nin demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, sivil toplum vb. konularda
ortaya koyduğu söylemin uzun vadede bölgede toplum nezdinde katkısı
olacağı söylenebilir. AB’nin bu tür krizlerde etkili olabilmesinin iki önemli
zemini olması gerektiği açıktır. Bunlardan birincisi AB’nin çıkar uyuşmasını
sağlaması, yani AB çıkarları ile üye devletlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin
en az düzeye indirilmesidir. Bu AB’nin gerçek bir birlik olmasının da
ön koşuludur. İkinci önemli zemin ise AB’nin ortak dış politika ile savunma
politikasını daha yüksek bir kapasite ve öncelikle ele almasıdır. Savunma
harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye çalışan
yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır.
Bunun için Amerikalılar “pay, but not play” diyebilmektedirler. Aslında
ortak dış ve güvenlik politikalarının, ortak bir AB’yi de birlik olma konusunda
geliştireceği ve küresel-bölgesel düzeyde ciddiye alınır bir güç olmasına
büyük katkı sağlayacağı söylenebilir. Kendi insanına savaş ilan edip ateş
edebilen zulümde sınır tanımayan bir rejimin AB’yi ciddiye almasını ve
yaptırımlarından ürkmesini gerektirecek çok az unsur bulunduğu üzücü bir
gerçektir.