Darbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Darbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 33

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 33


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,


Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile dinin baskın karakter olduğu bir eğitim sistemi 
yerine laikliğin temele alındığı ulusal bir eğitim sisteminin meydana gelmiştir. Ayrıca bu kanunun laiklik ve ulusalcılığı merkeze alan Harf Devrimi gibi devrimler in yapılmasına ortam hazırlanmasında öncü rol oynadığını bilinmektedir. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de toplumun uluslaştırılması ve laikleştirilme si sürecinin yaşandığını; aynı süreç içerisinde işleyen bu politikaların eğitim ve öğretim konusunda da belirleyici olduğunu belirtmektedir (Tanilli, 2007, s.240). 
Bununla beraber yukarıdaki satırlarda tam metin olarak verilen Tevhid-i Tedrisat 
Kanunu’nun 1. Maddesi uyarınca “Türkiye dâhilinde bütün Müesses At-ı İlmiye ve 
Tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur” sekliyle, Türkiye’deki tüm eğitim, öğretim 
kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. 3 Mart 1924 tarihinden sonra, 
yaklaşık bir asır süren, eğitim ikiliği sona ermiştir. Hatta daha önceleri, Osmanlı 
Devleti’nin müdahale etmeye çekindiği vakıflar ve bunlara bağlı olan medreseler de Seriye ve Evkaf Vekâletiyle birlikte Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Medreseler kapatılıp modern üniversiteler açılırken laik eğitime geçilmiştir (Akgün, 1983, s.37-40). 

Bu kanun ile yabancı devletlerin kurduğu okullar da Milli Eğitim Bakanlığına 
bağlanmıştır. Ne azınlık ne de yabancı okullara, okul açma ve bu okulların yönetimi ile ilgili hiçbir ayrıcalık tanınmamıştır. Bu duruma, basta Fransa olmak üzere, Türkiye sınırları içinde okulları bulunan yabancı devletler karsı çıksa da kanunun uygulanmasında tereddüt edilmemiştir. Türk Hükümeti kendi okullarına uyguladığı laik eğitim sistemini bu okullara da uygulamıstır.1924 yılı eğitimde önemli karaların alınıp uygulandığı yıldı. Azınlık ve yabancı okullarla ilgili olarak bu yıl içinde çıkarılan genelge ile (1924 Yılı Genelgesi) bu okulların uyması gereken esaslar, kurallar da belirlenmiştir (Topçu, 2007, s.79). 

Cumhuriyetin ilk yıllarında akılcı yaklaşımlarla beraber hem örgün eğitim de, 
hem de yaygın eğitim alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu süreç içinde eğitim sisteminde olumlu ve olumsuz gelişmeler birlikte yaşanmıştır. Bugün, okul öncesi dönemden Yükseköğretime kadar bütün kademelerde okullaşma oranının yüksek olmasına karşın bu okullarda verilen eğitim ve öğretim faaliyetleri ihtiyaçları karşılayamayacak niteliktedir. Toplum içerisinde ve sosyal yaşamda yeniçağa uyum sağlayacak nitelikli bir eğitim ve öğretim faaliyetlerinden yoksun olunması birçok sıkıntıyı da beraberinde getirmektedir. Buna karşın, içerisinde eğitim alanında ilköğretimden orta öğretime sınavla geçiş mecburiyeti getirilmesi, ilköğretimde anaokulu sınıflarının oluşturulması, okullarda bilgisayarlı eğitimin ve internet ağının yaygınlaştırılması, meslek liselerinin yükseköğrenime geçişte kolaylık sağlanması, üniversite giriş sınavının tek oturum ve iki aşamalı olması, öğretmen yetiştirmek için kurulan eğitim fakültelerinde ortaöğretim öğretmenliği programlarının beş yıla çıkartılması, vakıf üniversitelerinin kurulması gibi çok önemli değişiklikler ve yenilikler yapılmıştır. Doğru uygulamaların bir bölümü, satranç oyunundaki yarım kalmış hamleler gibi olmuştur. Cumhuriyetle başlayan eğitimde fırsat eşitliği, bilimsellik ve çağdaşlık ilkeleri 1950’li yıllardan sonra uygulanan politikalarla birlikte terk edilmeye başlandı. İktidarların muhafazakâr ve popülist politikalarının etkisiyle eğitime yaptıkları müdahaleler eğitimi yap-boz tahtasına çevirmiştir. Eğitimin daha çağda olmasını sağlayacak bilimsel, eşitlikçi politikalar ise hep sözde kalmış olmakla beraber, bir türlü uygulama alanı bulamamıştır (Yıldız, 2005, s.17). 

Türkiye’de eğitim öğretimde birlik sağlayan ve eğitim kurumlarının sadece 
devlet iktidarına tabi kılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılmasının Cumhuriyet’in ilanından sonra hayata geçirilen en önemli reformlardan olması açısından oldukça önemlidir. Bu kanunla tek tip insan yetiştirilmesi değil, “vatandaş olmak için gerekli ortak bilinci oluşturmayı, eğitimde fırsat eşitliği ile yani her bireyin olabileceğinin en iyisi olması yoluyla gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır” (Oktay, 2009, s.108). 

3 Mart1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlükte olmasına 
rağmen İmam-Hatip Okulları’nın kurulup yaygınlaştırılmasının Türk Milli Eğitimi’nde laik-anti laik ikiliğine sebep olduğunu ifade etmekle beraber İmam-Hatip Okulları odağında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ihlal edildiği tartışmaları günümüze kadar gelmiştir (Güvenç, 1998, s.15). 
Türk Eğitim Sistemi; Türkiye'de eğitim; adalet, güvenlik ve sağlık gibi devletin 
temel işlevlerinden birisi olup devletin denetimi ve gözetimi altında yapılmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı, taşra ve yurtdışı teşkilatları eğitim hizmetlerinin sunumunda önemli görevler üstlenmektedirler. Eğitim hakkı, T.C Anayasası ile güvence altına alınmış; eğitimin tür ve kademelerini ve isleyişe dönük esasları düzenleyen mevzuatla Türk Eğitim Sistemi bugünkü yapısını kurmuştur. Türk Millî Eğitim Sisteminin genel çerçevesi, 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile belirlenmiştir (Topçu, 2007, s.21). 
Bu Kanunun kapsamına baktığımızda; 
Madde I- Bu Kanun, Türk Millî Eğitiminin düzenlenmesinde esas olan amaç ve ilkeler, eğitim sisteminin genel yapısı, öğretmenlik mesleği, okul bina ve tesisleri, 
eğitim araç ve gereçleri ve Devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve 
sorumluluğu ile ilgili temel hükümleri bir sistem bütünlüğü içinde kapsar. 


5.1.2. Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları 

5.1.2.1. Genel amaçlar 

Madde 2- Türk Millî Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini, 
1. (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K./1. Md.) Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve 
Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı: Türk Milletinin 
millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan 
ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye 
çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere 
dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye 
Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış 
haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; 
2. Beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı 
şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme 
gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik 
ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, 
yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek; 
3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar 
ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak 
ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda 
bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; Böylece, bir yandan 
Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu 
artırmak; öte yandan millî birlik ve bütünlük içinde iktisadî, sosyal ve 
kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk 
Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır. 

5.1.2.2. Özel amaçlar 

Madde 3- Türk eğitim ve öğretim sistemi, bu genel amaçları gerçekleştirecek şekilde düzenlenir ve çeşitli derece ve türdeki eğitim kurumlarının özel amaçları, 
genel amaçlara ve aşağıda sıralanan temel ilkelere uygun olarak tespit edilir. 

5.1.3. Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri 

5.1.3.1. Genellik ve eşitlik 

Madde 4- Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı gözetilmeksizin herkese 
açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. 

5.1.3.2. Ferdin ve toplumun ihtiyaçları 

Madde 5- Millî eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleri ile Türk 
toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir. 

5.1.2.3. Yöneltme 

Madde 6- Fertler, eğitimleri süresince, ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve 
doğrultusunda çeşitli programlara veya okullara yöneltilerek yetiştirilirler. 
(Değişik: 16.08.1997-4306 S.K/3. Md.) Millî eğitim sistemi, her bakımdan, bu 
yöneltmeyi gerçekleştirecek biçimde düzenlenir. Bu amaçla, ortaöğretim 
kurumlarına, eğitim programlarının hedeflerine uygun düşecek şekilde 
hazırlık sınıfları konulabilir. 
Yöneltmede ve başarının ölçülmesinde rehberlik hizmetlerinden ve objektif 
ölçme ve değerlendirme metotlarından yararlanılır. 

5.1.3.4. Eğitim hakkı 

Madde 7- İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. 
İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat 
ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar. 

5.1.3.5. Fırsat ve imkân eşitliği 

Madde 8- Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır. 
Maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine 
kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır. 
Özel eğitime ve korunmaya muhtaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler 
alınır. 

5.1.3.6. Süreklilik 

Madde 9- Fertlerin genel ve meslekî eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır. Gençlerin eğitimi yanında, hayata ve iş alanlarına olumlu bir şekilde 
uymalarına yardımcı olmak üzere, yetişkinlerin sürekli eğitimini sağlamak için gerekli tedbirleri almak da bir eğitim görevidir. 

5.1.3.7. Atatürk İnkılâp ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği 

Madde 10- (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K/2. Md.) 

Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp 
uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk İnkılâp ve İlkeleri ve 
Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Millî ahlâk ve millî kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir. 
Millî birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin eğitimin 
her kademesinde, özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçılmadan öğretilmesine önem verilir; çağdaş eğitim ve bilim dili halinde zenginleşmesine çalışır ve bu maksatla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile iş birliği yapılarak Millî Eğitim Bakanlığınca gereken tedbirler alınır. 

5.1.3.8. Demokrasi eğitimi 

Madde 11- (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K/3. Md.) Güçlü ve istikrarlı, hür ve 
demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip 
olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve 
davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışılır; ancak, eğitim kurumlarında Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasî ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasî olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez. 

5.1.3.9. Lâiklik 

Madde 12- (Değişik: 16.06.1983-2842 S.K/4. Md.) Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda 
okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. 

5.1.3.10. Bilimsellik 

Madde 13- Her derece ve türdeki ders programları ve eğitim metotlarıyla ders araç ve gereçleri, bilimsel ve teknolojik esaslara ve yeniliklere, çevre ve ülke 
ihtiyaçlarına göre sürekli olarak geliştirilir. Eğitimde verimliliğin artırılması ve sürekli olarak gelişme ve yenileşmenin sağlanması bilimsel araştırma ve değerlendirmelere dayalı olarak yapılır. 
Bilgi ve teknoloji üretmek ve kültürümüzü geliştirmekle görevli eğitim kurumları 
gereğince donatılıp güçlendirilir; bu yöndeki çalışmalar maddî ve manevî bakımdan teşvik edilir ve desteklenir. 

5.1.3.11. Plânlılık 

Madde 14- Millî eğitimin gelişmesi iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma hedeflerine 
uygun olarak eğitim-insan gücü-istihdam ilişkileri dikkate alınmak suretiyle, 
sanayileşme ve tarımda modernleşmede gerekli teknolojik gelişmeyi sağlayacak meslekî ve teknik eğitime ağırlık verecek biçimde plânlanır ve gerçekleştirilir. 
 Mesleklerin kademeleri ve her kademenin unvan, yetki ve sorumlulukları kanunla 
tespit edilir ve her derece ve türdeki örgün ve yaygın meslekî eğitim kurumlarının 
kuruluş ve programları bu kademelere uygun olarak düzenlenir. 
   Eğitim kurumlarının yer, personel, bina, tesis ve ekleri, donatım, araç, gereç ve 
kapasiteleri ile ilgili standartlar önceden tespit edilir ve kurumların bu standartlar a  göre optimal büyüklükte kurulması ve verimli olarak işletilmesi sağlanır. 

5.1.3.12. Karma eğitim 

Madde 15- Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin 
türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir. 

(Değişik: 10.7.2009-5917 S.K/Md-17) 

34. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 31

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 31


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



4.10.1.2. Anasol-D Hükümeti’nin Kurulması 

18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasından sonra 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in hükümeti kurma görevini ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdiği gündeme gelmiş olmakla beraber, kurulacak hükümete DSP ve DTP’nin yanı sıra CHP'nin de dışarıdan destek vereceği bir koalisyon hükümetinin kurulacağı siyaset kulislerinde konuşulan konular arasında yerini almıştır. ANAP lideri Mesut Yılmaz, DSP lideri Bülent Ecevit ve DTP lideri Hüsamettin Cindoruk’un ittifakına baktığımız zaman; Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit arasındaki sıcak ilişkilerin Ana-Yol Hükümeti döneminden itibaren başladığı bilinmektedir. Bu gelişen olaylar zinciri ile beraber artık hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Demirel tarafından Mesut Yılmaz’a verilmiş ve ANAP Liderinin ilk çalmış olduğu kapı DSP lideri Bülent Ecevit olmuş ve akabinde ise DTP lideri Hüsamettin Cindoruk olmuştur. Hüsamettin Cindoruk’un, DYP’den ihraç kararının ardından bir grup arkadaşı ile beraber DTP’ni kurmuş ve siyasettin gergin atmosferinde istifa eden bazı milletvekilleri de DTP saflarına geçmişlerdi. 
ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın koalisyon için ortaklık teklifinde bulunduğu sırada ANAP’ın 129, DSP’nin 67 ve DTP’nin ise 7 olmak üzere toplamda 3 partinin 203 milletvekili bulunuyordu. Her 3 parti liderinin bir haftalık süren temaslarının ardından 27 Haziran’da Anasol-D Hükümeti’nin kurulması için anlaşmaya  varmışlar dır (Kazan, 2013, s.483). Mesut Yılmaz’ın aklında koalisyona CHP lideri Deniz Baykal’ı da dâhil etmek düşüncesi vardı. Ancak Bülent Ecevit’in olduğu yerde Deniz Baykal’ın, Deniz Baykal’ın da bulunduğu yerde Bülent Ecevit’in bulunması mümkün değildi. CHP’nin desteğinin sağlanması ile 203 olan milletvekili sayısı 252’ye çıkacak ancak bu sayıda yeterli değildi. Fakat bu sayıların da güven oylaması için yeterli olmadığının farkında olan ANAP lideri Mesut Yılmaz bir yandan milletvekillerinin transferleri ile uğraşırken öte yandan ise bağımsızlar üzerinde ki çalışmalarını sürdürüyordu. 

ANAP liderinin bağımsızlardan ziyade CHP’nin desteğine ihtiyacı vardı ve 
beklenen destek sonunda geldi. CHP desteğini şu şekilde verme yolunu seçmişti; 
“Koalisyon hükümetinde yer almayacak bazı isteklerini koalisyon protokolüne 
koydurma yoluna gidecekti.” CHP’nin, sunmuş olduğu bu formül ile Anasol-D 
Hükümeti’ni bazı şartlarla destekleyebileceğini açıklamıştır. CHP’nin destek şartları 
şunlardı; 
1. 8 Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim Tasarısı kanunlaşacaktı. 
2. Susurluk olayı aydınlatılacaktı. 
3. Seçmen kütükleri yeniden yazılacaktı. 
4. Seçim Kanunundaki antidemokratik hükümler çıkarılacak ve tercihli sistem yeniden getirilecekti. 
5. Milletvekili dokunulmazlığı kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılacaktı (Kazan, 2013, s.483-484). 

Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesinin akabinde, Cumhurbaşkanı 
Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ile olan diyaloglarının ardından hükümeti kurma görevini 20 Haziran 1997’de ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiş olması 54. Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ile başlayan bu süreç akabinde parti istifalarını ve transferlerini de beraberinde getirmiş olmakla beraber, 22 Haziran 1997’de İzmir DYP Milletvekili Hasan Denizkurdu ile Denizli DYP Milletvekili Haluk Müftüler partilerinden istifa etmiş ve bu süreç 26 Haziran'da Işılay Saygın ANAP'a, Köksal Toptan’ın DTP’ ye katılması ile sürmüştür. 
Bu transfer ve istifalar neticesinde RP-DYP-BBP koalisyonu 276 üstünlüğünü kaybetmiştir. Cumhurbaşkanı Demirel, 30 Haziran 1997’de Çankaya Köşkü'ne çıkan ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti formülünü onaylamış ve böylece Anasol-D Hükümeti’nin temelleri atılmıştır. 

30 Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ANAP lideri Mesut 
Yılmaz’ın kurduğu ve CHP’nin de dışarıdan desteklediği, ANAP, DSP ve DTP’nin 
katıldığı 55. Hükümeti onaylamıştır. 55. Hükümet, 12 Temmuz 1997’de, 281 Kabul, 256 Ret, 2 Çekimser oyla güvenoyu almıştır (TBMM, 2012, s.1081). Refah-Yol Hükümeti’nin ardından ANAP, DSP ve DTP Anasol-D hükümetini kurmuş ve 12 
Temmuz 1997’de güvenoyu alan Anasol-D Hükümeti’nin kurulması siyaset yaşamında bir nebzede olsa tansiyonu düşürmüştür (Soncan, 2006, s.30). ANAP lideri Mesut Yılmaz Başbakanlığında kurulan Anasol-D Hükümeti 12 Temmuz’da 281 oyla güvenoyları iktidara gelmiş ve DSP lideri Bülent Ecevit’in “Ulusal Uzlaşı Hükümeti” adını verdiği yeni kabinede 21 ANAP, 11 DSP, 5 DTP’li milletvekili ile bağımsız Yalım Erez bulunmuştur. (Gürses, 2009, s.222). 

55. Hükümetin Başbakanı olan Mesut Yılmaz’ın güven oylaması sonrasında yapmış olduğu teşekkür konuşmasında; “Yüce Meclis, bir defa daha, inisiyatifin kendi elinde olduğunu ve milletin mukadderatına sahip çıktığını göstermiştir. Yüce Meclisin iradesine ipotek koymak mümkün değildir. Bugünden itibaren, Türkiye’de yeni bir dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde atacağımız ilk adım, her şeyin yeniden normale dönmesi olacaktır. 55. Hükümet gücünü milletin desteğinden ve Meclis’in iradesinden almaktadır. Uzlaşma, hoşgörü ve anlayış içerisinde çözülemeyecek sorun yoktur. Hükümetimizin yolu Büyük Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çizdiği yol olacaktır.” 

Bu arada basın ve medya organlarında yeni hükümetin “Genelkurmay’ın isteği 
doğrultusunda kurulduğunu” ve “MGK kararlarını uygulayacak güdümlü ve vesayetçi bir hükümet” olduğu yönünde yorumlar yapılmaktadır. Bazıları bu hükümete “MGK Hükümeti” veya “Ordu destekli ulusal uzlaşı hükümeti” derken bazıları da bunun bir “Çankaya Hükümeti” olduğunu belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi toplumsal güç dengeleri bozulmuş, korkutulmuş, emir-komuta zincirine dâhil edilmiş, bir sivil insiyatif ortadan kaldırılmıştır (Gürses, 2009, s.222). 

28 Şubat süreci biçimsel olarak Refah-Yol Hükümeti’nin istifası ile sonuçlanmıştır (Özgan, 2008, s.100). Hulki Cevizoğlu’na göre; daha sonra RP’nin 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılması ve Necmettin 
Erbakan ile 5 arkadaşının 5 yıl siyaset yasağı almasıyla (Cevizoğlu, 2001, s.88) 
tamamlanacaktır. 
Anasol-D Hükümeti zamanında gerçekleşen 28 Şubat 1997 MGK Kararları 
doğrultusundaki uygulamalara baktığımızda ise; 28 Şubat 1997 tarihi MGK 
Toplantısında alınan kararlar Refah-Yol Hükümeti ve sonraki hükümetler tarafından uygulanarak devam ettirilmiştir. Alınan bu kararlar uygulama safhasında kimilerine göre sert bir şekilde uygulanırken kimilerine göre ise kararların uygulamasında yetersiz kalınmaktaydı. Bütün bu gelişmelerin arkasındaki gizil güç olarak kabul edilen ordu, 28 Şubat sürecini başlatan en önemli aktör olarak bilinmekle beraber Kenan Akın’a göre; “Mümkün sıklıkta yaşanan sürecin 28 Şubat ile başlamadığını vurgulamış, ordunun, Cumhuriyetin başlangıcından bu yana ortaya konan Cumhuriyet rejimini koruma gayretlerinin aynı kapsamda bulunduğuna dikkat çekmiş ve ordunun Cumhuriyet’i 
koruma ve kollama vazifesini kendisine bir görev kabul etmiş olduğunu” ifade etmiştir (Akın, 2000, s.66). 

30 Haziran 1997’de CHP’nin dışarıdan desteği ile kurulan Anasol-D Hükümeti 
çeşitli kesimlerce “Çankaya-Rantiye-Medya ve Asker” işbirliği ile kurulmuş ve askeri vesayet altında “Bir ara rejim hükümeti” olarak değerlendirildi. Anasol-D Hükümeti’nin kurulduğu gün açıklanan koalisyon protokolünde taraflar, Refah-Yol Hükümeti’nin Türkiye’yi rejim ve devlet bunalımına düşürdüğünden bahsetmekle beraber, bu duruma son vermek laik, demokratik Cumhuriyeti güçlendirmek için bir araya geldiklerinden ve 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasının mutlaka çıkartılacağında bahsediyorlardı. Yukarıda da açıklandığı üzere Koalisyon Protokolüne göre, ANAP’a Başbakanlığın yanında 20 Bakan, DSP’ye bir Başbakan Yardımcılığının ile 10 Bakan, DTP’ye ise bir Başbakan Yardımcılığı ve 5 Bakan verilmiş ve DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk kabineye girmiştir (Kazan, 2013, s.486). Cumhurbaşkanı Demirel Anasol-D Hükümeti’nin kurulmasından son derece memnun olmakla beraber, memnuniyetini şu sözlerle ifade etmiştir: “Son aylarda çok zor anlar geçirdim. Şimdi ise tahribatı tamir dönemi başlıyor. Bütün taşlar yerine oturacak. Bu belki biraz zaman alacak ama kimse merak etmesin. Dışardan çok iyi mesajlar geliyor. İmajımız düzelecek (2 Temmuz 1997) Hürriyet. 
Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ile Mesut Yılmaz Hükümeti’nin 
kurulması dönemin gazete ve televizyonlarında sevinçle karşılanmıştır. Hürriyet 
Gazetesi, “Ülkeyi Silahsız Kuvvetler İrticadan Kurtardı” şeklinde manşet atmıştır. 
Anasol-D Hükümeti döneminde, EMASYA Protokolü imzalanmış, “irtica”nın öncelikli iç tehdit sayıldığı, yeni MGSB kabul edilmiş; Başbakanlık Uygulama Takip ve Koordinasyon Kurulu’nun teşkili gibi irticayla mücadele konusunda önemli adımlar atılmıştır (TBMM, 2012, s.1081). 

Anasol-D Hükümeti zamanında gerçekleşen 28 Şubat 1997 MGK Kararları 
doğrultusundaki uygulamalar yine bu dönemde de devam etmiş ve MGK’nın 28 Şubat kararlarının ardından özellikle 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar süren zaman diliminde 14 Ağustos 1997'de 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edilmiştir. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri dâhil Meslek Liselerini ortaokul bölümleri kapatılmıştır. RP'nin yoğun engelleme taktiklerine rağmen, hükümet ortağı partiler ile CHP, bazı DYP ve bağımsız milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen yasa, Cumhuriyet tarihinin en önemli reformları arasında yer almış ve böylece eğitimde yeni bir dönem açılmıştır. 

İlköğretimi, kesintisiz 8 yıla çıkaran yasayla; İmam Hatiplerin, Anadolu liselerinin, 
mesleki teknik okulların ve özel okulların orta kısımları kapatılmış, meslek eğitiminin 14 yaşında başlaması kararı alınmıştır (Özgan, 2008, s.101). 
DSP lideri Bülent Ecevit ve CHP lideri Deniz Baykal’ın 8 yıl kesintisiz tasarısını 
Meclis gruplarında değerlendirmişlerdir. Bülent Ecevit konuşmasında; “Sekiz yıllık 
kesintisiz eğitim reformu, Cumhuriyet döneminin en önemli reformlarından biridir” şeklinde açıklama yaparken. Deniz Baykal ise konuşmasında sekiz yıl kesintisiz konusunda hükümeti MGK kararları ile tehdit edercesine, “Hükümet MGK kararlarının içinde mi, dışında mı?” diye sormuş ve hükümetin net tavır belirlemesini istemiştir. Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ise bu tasarıyı eleştirirmişlerdir (Gürses, 2009, s.223). Bu dönemde içerisinde yine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Siirt’te yaptığı “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler ise kışlalarımızdır. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Türkiye'deki ırk ayırımına kesinlikle son vereceğiz. 
Yolumuzdan Dönmeyiz: 
Gökler yerler açılsa, üzerimize tufanlar yanardağlar saçılsayolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım İslamiyet’tir. Bunu dile getiremiyorsam, yaşamamın ne anlamı var? Avrupa'da ibadete, başörtüsüne saygı duyuluyor. Ama Türkiye'de engelleme getiriliyor" konuşması yüzünden 6 Aralık 1997’de DGM’ce TCK’nin 312. maddesine göre "Halkı sınıf, din, ırk, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçunu işlediği gerekçesiyle dava açılmış ve 10 ay hapis cezasına çarptırılmıştır (Özgan, 2008, s.102). 

Yaşanan bu olaylarla beraber o dönem de özellikle önemli bir kurum olan 
Diyanet İşleri Başkanlığı’na danışman olarak Em. Alb. Kalelioğlu görevlendirilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk asker kökenli danışmanı olmuştur. Dönemin Diyanet İşleri Başkan’ı Mehmet Nuri Yılmaz ise; “Albayım teşkilata çeki düzen verecek diyecek kadar kendisinden umutlu olduğunu belirten” (Opçin, 2004, s.89) açıklamalar yapmıştır. 

Bütün bu yaşanan gelişmeler 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısı öncesi ve 
sonrası ile demokratik sistemimize yönelik son Askeri müdahale olan 28 Şubat’tır. 
Ancak belirtmek gerekir ki iki tane 28 Şubat’tan söz edilebilir. Bunlardan birincisi, 
Necmettin Erbakan'ın başbakanlıktan istifa ettiği 17 Haziran 1997'ye kadar olan 
dönemdir. Bu dönemde, yaşananlar özetle, askeri darbe söylentileriyle hükümetin 
istifasının sağlanmasıdır. İkinci ve etkileri bakımından kalıcı olan 28 Şubat ise 
Başbakan Erbakan’ın istifanın hemen ardından başlamıştır. 
Sivil siyasi düzen üzerindeki etkilerinin bu denli yüksek olmasının başlıca müsebbibi de, normalleşmeyi sağlayamayan Mesut Yılmaz başkanlığındaki Anasol-D Hükümeti olmuştur. 1997 Haziran’ında, Türkiye demokratik normalleşmeyi ararken ve bir an önce seçime gitmeyi istemektedir. Sonuçta bu hükümet, Cumhuriyet tarihinin yolsuzluk iddialı bir gensoruyla düşürülen ilk ve tek hükümeti olmuştur (Özgan, 2008, s.102). 
Dönemin Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya, daha sonrasında 28 Şubat MGK 
toplantısı öncesi ve sonrasında yaşananları gazeteci Yavuz Donat’a verdiği bir 
röportajda dile getirirken özellikle röportajda bir durum değerlendirmesi yapan Ora. Güven Erkaya; “Son aylarda biz grup olarak, yani komuta kademesi olarak bir misyon üstlendik… Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı: Birincisi, irticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. İkincisi, bu işi asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum… Örgütler… Siyaset… Yani silahsız kuvvetler” (Gürses, 2009, s.225). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler sonucunda; 28 Şubat süreci ismini her ne kadar 28 
Şubat 1997 tarihli MGK Toplantısından almış olsa da aslında bu sürecin başlaması 
MGK Toplantısı öncesinde yaşanan siyasi ve sosyal olaylara dayanmaktadır. 
Bu siyasi ve sosyal olaylar başta kamuoyu, medya, üniversiteler, siyasi örgütler, sivil toplum kuruluşları ve en önemli unsur olan ordu tarafından dikkatle izlenmiş olmakla beraber bu süreç, 28 Haziran 1996 tarihinde kurulan Refah-Yol Hükümeti, RP lideri Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in genel başkanlığını yaptığı DYP koalisyonu sonucunda kurulmuş olmakla beraber laik ve Cumhuriyet karşıtı söylemleri ile ön plana çıkmıştır. 

Yaşanan bu gelişmeler 28 Şubat sürecinin yerel bir hareket olmadığının bizlere 
göstermesi açısından oldukça önemlidir. Son günlerde adının sıkça duymuş olduğumuz “Toplum Mühendisliği” kavramı genel olarak Cumhuriyet’in kuruluşun dan itibaren kendisini göstermiş olmakla beraber özellikle Cumhuriyet’ten bu yana toplumun sosyal yapısı üzerinde adeta toplum mühendisliği yapan, ülke başta olmak üzere Cumhuriyet’in ve her şeyin sahibi olarak kendini gören bir çevre, adeta bir gizli el  bulunmaktaydı. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihine baktığımızda neredeyse her 10 yılda bir 
askeri darbe ya da müdahale olduğunu görmekteyiz. Bu darbe ve müdahaleler başta ekonomi ve güvenlik meselelerinden ziyade en önemli sorunun demokratik rejimin işlerliğinin düzene sokulamayışı olduğu görülmektedir. Cumhuriyet tarihinin ilk Askeri darbesi olan 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden günümüze kadar her 10 yılda demokratik rejim sekteye uğratılmıştır. Bunun belki de en önemli nedenlerinden bir tanesi, Türkiye’nin demokratikleşmeyi ve bununla paralel olarak da modernleşmeyi sanayi devrimi, feodalitenin çöküşü gibi koşullara bağlı olarak değil, bir bağımsızlık savaşı sonucunda elde etmiş olmasıdır (Özgan, 2008, s.113). 
28 Şubat sürecine baktığımızda, bu süreç özellikle; toplumun demokratik bir 
ortam içerisinde seçmiş ve iktidara getirmiş olduğu bir hükümete karşı yapılmış bir müdahale olmasının yanı sıra özellikle oligarşik sınıflar başta olmak üzere, sivil toplum kuruluşları ve derneklerin o dönem içerisinde bulunan sendikaların, üniversitelerin, medya ve basın organlarının, muhalefet partilerinin, birlikte yaptıkları bir darbedir. 

Bilinmesi gereken önemli bir unsur ise Türkiye’de yaşayan sivil vatandaşların olmaları gerektikleri kadar demokrat, laik, cumhuriyetçi olmadıkları ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalınmadığı sürece, demokrasinin korunması ve gelişmesi hep sekteye uğrayarak gerçekleşecektir. Bunun en önemli nedeni ülkede bulunan başta siyasi partiler olmak üzere yargı, basın ve medya organları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve dernekler vb. kurumlar demokrasiyi sahiplenmez tam tersi yönde hareket edip yapılan müdahale ve darbeleri destekler ve onaylarlar iseler demokrasiyi yaşatmak gerçekten çok zor olacaktır. 

28 Şubat süreci ile gerçekleştirilmek istenip de hayat bulmayan birçok talep ve 
istek o dönem içersin de gerçekleşmemiş olmakla beraber halkın kendi seçtiğinin seçim yolu ile değil de ancak başka yöntemler ile iktidardan uzaklaştırılmasına tepkisi yine geç olmamıştır. Nitekim 28 Şubat süreci ile siyaset sahnesinden silinmek istenen kadronun, yapılan müdahaleden 5 yıl sonra tek başına iktidara gelmiş olması, milletin 28 Şubat’ı onaylamadığının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Özgan, 2008, s.117). 
Ancak unutulmamalıdır ki bu süreç içersin de yapılan, haklı ya da haksız bütün 
uğraşalar Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermiş, ülke karanlık dönemlere sürüklenmek istenmiştir. Bununla beraber Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi aynı zamanda bir askeri darbeler tarihi olarak anılmış olmakla beraber bütün darbe ve müdahaleler de olduğu gibi 28 Şubat dönemi içerisinde de “Hükümet içeriden, devlet dışarıdan” yıpratılmaya çalışılmıştır. 


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 29

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 29


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


4.9. 28 Şubat Süreci ve Cumhurbaşkanlığı Makamı 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 28 Şubat süreci içerisinde ki faaliyetleri 
ve MGK Toplantısı öncesi yapmış olduğu açıklamalar uzun süreli bir olgunun ürünü olmakla beraber özellikle bu dönem içerisinde hükümete, askerlere ve vatandaşlara çeşitli mesajlar gönderme yoluna gitmiş özellikle Cumhurbaşkanı Demirel’in konuşmalarında “Dini siyasete alet etmek isteyenleri hem günah hem de suç işlemekle” itham etmiş ve hükümet kanadına; “Dini İstismar Etmeyin!” uyarısında bulunmuştur. 

Bununla beraber laikler ve Müslümanlar şeklinde bir ayrım yapılmasının dinen caiz olmadığı gibi, hukuka da aykırı olduğunu izah etmiştir. Din duygularının, dince kutsal sayılan şeylerin siyasi amaçlarla istismar edilmesinin anayasal bir suç olduğu ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Hükümet kanadına bu uyarı mesajlarını göndermekle beraber özellikle askeri kanada ise “Çare Demokrasi de” uyarısında bulunmuş ve devletimize ve demokrasiye olan inancımızı kaybedemeyeceğimizi, demokrasiyi; öfke üzüntü ve hiddetin kurbanı edemeyeceğimizi, demokrasinin dışında çare aramaya kalkarsak sorunların daha da çoğalacağını ve aydınlık yarınlar için demokrasiye bağlı kalmamız gerektiğini ifade etmiştir. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hükümet ve askeri kanatlara vermiş 
olduğu bu ılımlı ve yapıcı mesajlar ile beraber kamuoyuna da “Nemelazımcı Olmamak” gerektiğine dair mesajlar veren Cumhurbaşkanı Demirel; “Demokrasiyi işleten kamuoyudur. Kamuoyunun takipçiliği ve hassasiyeti işin ruhudur. Giden ağam gelen paşam, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı toplumlarda haksızlığa karşı çıkılması mümkün değildir. Vatandaşlarımızın, Cumhuriyet’e her zaman sahip çıkacağına olan güvenim tamdır.” (9 Şubat 1997) Hürriyet, s.1 şeklindeki açıklamaları ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel süreç içerisindeki Cumhurbaşkanlığı Makamının ve yaşanan bu sürecin hassasiyetini vurgulamıştır. 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yaşanan bu süreç içerisinde ki açıklamaları ve tarihi mesajları RP dışında diğer tüm partiler ve sendikalar tarafından olumlu karşılanmış olmakla beraber; ANAP Lideri Mesut Yılmaz; “Cumhurbaşkanı’nın 
çıkışını gayet olumlu buldum” CHP Lideri Deniz Baykal; “Cumhurbaşkanı kendisinden bekleneni yapmıştır. Tam da bu ortamda böyle bir değerlendirmeye ihtiyaç vardı” Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden; “Cumhurbaşkanı Anayasal sorumluluğuna uygun, görev anlayışını en uygar bir biçimde yansıtan özen ve duyarlılığının örneğini vermiştir” Yıldırım Aktuna ise “Benim günlerdir söylediklerim de bu doğrultudadır.” şeklindeki açıklamaları ile Cumhurbaşkanı Demirel’e aynen destek vermişlerdir (9 Şubat 1997) 
Hürriyet, s.20. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hükümete, kamuoyuna ve askeri kanada  vermiş olduğu bu mesajlar RP cephesinden hoş karşılanmamış ve Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Demirel’in bu mesajları karşısında adeta şaşkınlık içerisinde kalmıştır. 
Yaşanan bu olaylarla beraber özellikle Taksim’e cami projesi krizinin gündemde 
olduğu tarihlerde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Taksim'e cami yapılması için 17 yıl önce kararname çıkardığını, bu sırada gürültü kopmadığını belirtirken, itirazın Kur’an’a olmadığını; onu siyasete alet edenlere olduğunu belirtmiştir (Özgan, 2008, s.96). 
Süleyman Demirel'in 1991 yılında Yeni Asya yayınlarından çıkmış olan “İslâm, 
Demokrasi, Laiklik” adlı kitabının ilgili bölümlerinin yayınlayan Hasan Celal Güzel 
Süleyman Demirel’ in “İslâm, Demokrasi, Laiklik” adlı kitabından öne çıkan 
düşüncelerini şu şekilde aktarmıştır: 
“Atatürk'ün kurduğu laik devlet değil İslâm devletidir (s. 85). Devlet 
hayatımızda da, devletimizi idare edenlere Kur’an’daki hakikatler yol göstermiş, yön vermiştir (s. 193). Temelinde ahlâk, temelinde manevî değerler manzumesi olmayan memleketlerin büyük sıkıntılara düştüğünü tarih göstermiştir (s. 107). Bu memleketin her vatandaşı göğsünü gere gere Ben Müslüman’ım diyemezse, Türkiye'de huzur olmaz (s. 65 ve diğer sayfalar). İslâm’ın getirdiği ana kaidelerle, hukukun üstünlüğüne dayanan anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur (s. 36). Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün. Ona niye karışılıyor. Başörtüsünün laiklikle bir alâkası yoktur. Anadolu kadınının yüzde sekseninin başı örtülüdür (s. 94). Benim söylediğim şu: Serbest bırakalım. İsteyen bağlasın, isteyen açsın (s. 116). İrtica dendiği zaman, bu iddialar mesnetten yoksun; zaman, makam ve kişi hayatına bağlı değilse, ciddi telâkki olunamaz (s.101) (Demirel, 1991). Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu düşünceler ile beraber 28 Şubat Kararları karşısında ki tutumu ise “28 Şubat kararları denen kararların 1’inci maddesi demokrasinin, laikliğin korunması maddesidir. Sonuncu maddesi de Atatürk'e dil uzatanlara karşı tavır takınılmasıdır. Kimse dine siyaseti karıştırmasın” demiştir (29 Şubat 2000) Hürriyet, s.1. 
Nazlı Ilıcak göre; “ Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için, 28 Şubat post-
modern darbe olarak literatüre girdiğinden dolayı üç darbenin muhatabı da olmuştur. 
Türk siyasetinin 40 yılında iniş çıkışlarla yer alan Süleyman Demirel, söyleminin 
vazgeçilmez motifini demokratlığı olarak tanımlamıştır” yorumunu yapmıştır. 
Murat Yetkin ise 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı’na giden süreçte bazı önemli 
dönüm noktaları olduğundan bahsetmiş ve bu dönüm noktalarını şöyle açıklamaktadır: 
 “4 Şubat 1997’de, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Başbakan Erbakan'a 
yazdığı mektup, Süleyman Demirel, 17 Ocak 1997’de Genelkurmay'da aldığı brifingin ardından 27 Ocak 1997 MGK'sı öncesinde Başbakan Erbakan'a yazılı bir uyarı yapmış, ülkede yaşanan olaylardan duyduğu rahatsızlığı dikkate almasını istemiştir. Anayasa'nın 120, 121, 122. maddeleri, devletin korunması ile ilgili tedbirler öngörmüştür ibaresini de mektubuna eklemiştir. Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan açıkça olağanüstü dönem koşullarının kapıda olduğunu söylemiştir”. 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı’ndan önce Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; Başbakan Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı ile yaklaşık 10 dakika süren bir toplantı yapmışlardır. Ön değerlendirme toplantısı olarak da değerlendirilen bu süreçte Cumhurbaşkanı Demirel; üyeleri gergin geçeceği belli olan MGK’nın atmosferine hazırlayıcı nitelikte bir konuşma yaptıktan sonra toplantı salonuna geçilmiştir (Kazan, 2013, s.267). 

Yaşanan bütün bu gelişmelere baktığımızda ise sonuç olarak Başbakan Erbakan 
18 Haziran 1997 istifası ile beraber başbakanlığı DYP Lideri ve koalisyon ortağı Tansu Çiller’e devretmeyi düşünmüş, ancak beklenen olmamıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz'a vermiş ve Anasol-D Hükümeti’nin temelleri Mesut Yılmaz ile atılmış oldu. 
4.10. 28 Şubat 1997 Tarihi MGK Toplantısı Sonrasında Yaşanan Siyasi Gelişmeler 
Demokrasilerde, “milli iradenin” dokunulmazlığı esastır. Türkiye’de her 10 
yılda bir gerçekleştirilen darbeler ve müdahaleler, “milli iradeyi” yok ederek, 
demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmış; Türkiye’nin “kanun devletinden”, bir “hukuk devletine” dönüşmesine engel olmuştur. Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahale demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerleri çiğnemek anlamına gelmektedir. Millet iradesinin sürekliliği ve aksatılmaya uğratılmaması temsili demokrasinin temelidir. Bu yüzden demokrasi, her koşulda korunması gereken ve kültür benliğimize nakşedilmesi gereken bir değerdir (Komisyon, 2012, s.510). 

Özellikle 28 Şubat sürecinin en önemli unsurları olarak Refah-Yol Hükümeti ve 
TSK teşkil etmektedir. Bu süreç içerisinde TSK’nın irtica ve şeriat karşısındaki tutumu ile bunun yanında Refah-Yol Hükümeti’nin 28 Şubat Kararları’nı uygulamamakta ve irticai akımlara olan desteğini sürdürmekteydi. 
28 Şubat 1997 Tarihli MGK Kararları sonrası genel olarak yapılan tesbit ve 
değerlendirmeler şu yönde idi. Refah-Yol Hükümeti’nin gitmemesi durumunda, 
TSK’nın bir müdahale içerisinde olup olmayacağı idi. Bununla beraber ordunun açık bir darbeye yönelip yönelemeyeceği daima tartışılan konular arasında yer almıştır. Yani askeri müdahale tek bir olasılığa bağlı idi. O da, şeriatçı grupların ülke çapında sokağa dökülerek eylemlere giriştikleri, Cezayir türü kanlı eylemlerin gerçekleşmesi olasılığıdır. BÇG’nun kamu görevlilerinin siyasi eğilimlerinin tespit edilmesini öngören talimatlar hazırlamasının ardındaki saik, bu olasılıktır. 

Bu talimatlar, kitlesel olayların patlak vermesi ve Ordu'nun müdahale etmesi durumunda askerlerin hangi kesimlerden destek alabileceği, hangi kesimlere karşı dikkatli olması gerektiğinin saptanmasına ilişkin kapsamlı bir ihtimal planlamasının bir uzantısıdır. Ordu, kendisini bu nitelikte bir çatışmanın ortasında bulduğunda hazırlıksız yakalanmak istememektedir Bu olasılık dışında bir darbe hazırlığı söz konusu değildir (Özgan, 2008, s.98). 
Ülkemizde meydana gelen 3 Askeri darbede de bunun başarı sağlamadığı 
görülmüş olmakla beraber farklı bir yol ve yöntem denenmek istenmiştir. Bu farklı yol ve yöntem ise TBMM’de ki Başbakan Erbakan’ın en büyük desteği konumunda 
bulunan DYP lideri Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Tansu Çiller’in 
Başbakan Erbakan’a vermiş olduğu desteği kırıp Tansu Çiller’i koalisyondan çekilmeye ikna etmektir. Bu başarılabilirse Türkiye’de ki Refah-Yol Hükümeti ile başlamış olan ve 28 Şubat süreci içerisinde ki bu yaplanma ve kriz ortamıda sona ermiş olacaktır. 

4.10.1. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Sonuçları 

4.10.1.1. Refah-Yol Hükümeti’nin düşmesi ve Refah Partisi’nin kapatılması 

Türkiye’de yaşanan Askeri darbelerin nedenleriyle ilgili olarak; birçok siyaset 
bilimci tarafından, çeşitli yaklaşımlarda bulunulmuştur. Bir grup siyaset bilimci; 
“TSK’nın fiziksel gücü, amacı ve verilen eğitim bakımından zaten müdahaleye hazır olduğunu savunurken; diğer bir grup siyaset bilimci ise, bu faktörlerin yeterli olmadığını, toplumda çevresel bazı faktörlerin de oluşması gereğine işaret etmektedir. 
Bu faktörler, sırasıyla; siyasal kültür, sosyo-ekonomik yapı, siyasal yönetimin 
başarısızlığı sonucu oluşan meşruluk sorunu, ordunun yapısal özellikleri ve 
modernleşme” şeklinde sayılmaktadır (Örs, 1996, s.42 akt. Güler, 2006, s.27). Özellikle 28 Şubat döneminde yukarıdaki unsurlar başta olmak üzere siyasi muhalefet partileri, basın ve medya organları, anayasal kurumlar, sivil toplum örgütleri ve sendikalar, kamuoyu ve aydın çevreler özellikle bu dönemde aktif rol oynamışlardır. 
28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesi ve sonrasında ki yaşanan bütün bu 
gelişmeler ile beraber artık Refah-Yol Hükümeti sona yaklaşmıştı. Yaşanan bu 
gelişmeler özellikle Refah-Yol Hükümeti koalisyonunun ortağı olan DYP’de büyük 
kopuş ve istifalar ile başlamış olmakla beraber bu istifalar iktidarı zor duruma sokmuş ve koalisyon hükümetiyle ilgili yoğun eleştirilere sebebiyet vermiştir. 
RP yaşanan bu durumu idare ederek iktidarını seçimlere kadar sürdürmek 
istiyordu. Gelişen olayları ve eleştirileri görmezden gelen RP her şey yolundaymış gibi bir tavır takınarak hükümeti devam ettirmek istiyordu. Fakat RP’nin dışında gelişen olaylar bu hükümetin geleceğini tayin etmekle beraber ipler artık tamamen hükmedenin elinde değildi (Özer, 2011, s.96). 

RP’de ki yaşanan bu kriz ve çıkmaz karşısında, hükümetin koalisyon ortağı olan 
Tansu Çiller bu durum karşısında Necmettin Erbakan’dan eleştirilerin azalması ve 
hükümetin devam etmesi için başbakanlığı talep etmiştir. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre; “Tansu Çiller RP’nin bu zor durumundan faydalanmak istiyordu ve yoğun bir şekilde Necmettin Erbakan’dan başbakanlığı talep ediyordu. Bu durum Tansu Çiller tarafından bir fırsat olarak kullanılıyordu. O dönem Tansu Çiller başbakanlığa gelebilmek için her türlü fırsatı değerlendirmek amacındaydı” (Çelik, 2003, s.165) diye ifade etmiştir. 

Ülkenin içinde bulunduğu gergin dönemden bir an önce kurtulmak için bu gergin ortamda, hükümette değişikliğe gidilerek, Başbakan Erbakan’ın istifa etmesinin 
ardından Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller’in yer değiştireceği ve bu kez Başbakan’ın Tansu Çiller olacağı yeni bir Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması gündemde gelmiştir (Özgan, 2008, s.98). 

Yaşanan bu siyasi kriz gün geçtikçe içerisinden çıkılmaz bir hal almakla beraber 
koalisyon ortağı Tansu Çiller’in, Necmettin Erbakan ile yaptığı bir görüşmede, 
Başbakanlığı Necmettin Erbakan’dan resmen istediği ve nedenini de artık partisini 
kontrol edemediği şeklinde izah etmiştir. O dönem içerisinde Tansu Çiller partisiyle ilgili yaşadığı sorunları Başbakan Necmettin Erbakan’a şu şekilde açıklamıştır;  “Başbakanlığı bana verin. Benden buraya kadar, artık tıkandım. Buraya gelmeden önce milletvekilleri ile tek tek görüştüm. Tamamı başbakanlıkta değişiklik istiyor. 
Yaptığımız protokolün dolmasına daha üç yıl var. Üç yıl uzun bir süre. Bu üç yılda 
hükümetin gitmeyeceği, yürümeyeceği kesindir ve bu ortaya da çıkmıştır. Partimin yetkili organlarını toplayacağım ve onlara kararımı açıklamak zorundayım” Ancak bu durum ve yaşanan olaylar gerek muhalefet partileri tarafından gerekse kamuoyundan yakından takip ediliyordu. Necmettin Erbakan başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmek istemiyordu ve bunu da Tansu Çillere şu şekilde izah ediyordu, “Başbakanlığın devri sonucunda kamuoyunda RP’nin imajı zedelenecek ve ödün verdiği ileri sürülecekti.” Ayrıca RP de bu duruma sıcak bakmazdı (Aksoy, 2000, s.221). 

Başbakan Erbakan’ın bu şekilde ki açıklamaları ile adeta durumu idare ediyordu. 
İlkesiz popülizme ve muğlâk politikalarıyla RP, ters gibi görünse de, son zamanlarda parti içinde denetimi ve disiplini sağlamakta zorlandığı izlenimini vermektedir. 
Bu denetimsizlik ve dağınıklık RP’nin izlediği politikaların tartışma konusu yapılmasından kaynaklanmamaktadır (Bayramoğlu, 2007, s.179). RP’nin sorunu, Başbakan Erbakan’ın izlediği ince ayarlı politikaları partililerin kavrama ve izleme zorluğu çekmesinden ileri gelmektedir. 
Bunun nedeni Başbakan Erbakan’ın politika ve taktiklerinin tamamen mevcut güç dengeleri ve hesapları üzerine temellendirmesi dir (Özgan, 2008, s.99). 
Muhalefet ve ordu hep bir koldan koalisyonun üzerine gitmekteydi. Gensoru 
üzerine gensoru verilmekteydi (Özer, 2011, s.96). Yaşanan bu olaylar koalisyon 
hükümetinin daha fazla gitmeyeceğini açıkça ortaya çıkarıyordu. Refah-Yol Koalisyonu sonunda bir gensoruyla düşürülecek ve bu durum Başbakan Erbakan’ın söylemi ile hükümetin imajı için hiç ama hiç iyi olmayacaktı. Başbakan Necmettin Erbakan ve kurmayları yavaş yavaş ortada bulunan sorunun her geçen gün ne kadar büyük bir çıkmaza girdiğini anlamaya başlamışlardı. 


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 24

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 24


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



4.6.3. 406 Sayılı MGK Kararı ve Yaşanan İmza Krizi 

Başbakan Necmettin Erbakan, 18 maddelik bildiriyi hemen imzalamadı. “Biraz 
daha üstünde çalışalım” dedi ve toplantı salonundan çıktı. Buna rağmen MGK Basın bildirisi medyada dağıldı ve adeta kıyamet koptu (Birand-Yıldız, 2012, s.214). Tarihi MGK Toplantısı’ndan bir gün sonra, henüz imzalanmamış olan MGK tavsiye kararlarının yazılmasında da, Hükümet ile MGK askeri kanadı arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Hükümet cephesi bazı ifadelerin yumuşatılması ve bazılarının ise tavsiye kararlarından çıkarılması için çaba gösterirken (Kazan, 2013, s.272) basın ve medya organları da boş durmuyor, zaten tansiyonu yüksek olan siyaset ve kamuoyu atmosferini daha da gergin hale getiriyorlardı. 

. “Erbakan 20 Maddeyi Onaylamadı.” (1 Mart 1997 Basın ) 
. “Çiller, MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç ve Askeri Kanadın Hazırladığı 20 Maddelik Tavsiye Taslağını Görüştü.” (1 Mart 1997 Basın) 
. “Başbakan Necmettin Erbakan, MGK Gn. Sekr. Org. İlhan Kılıç ile Görüşerek 20 Maddelik Tedbirler Paketine İtirazlarının İletti.” ( 3 Mart 1997 Basın) 
. “MGK Gn. Sekr. Org. İlhan Kılıç, Başbakan Erbakan’ın İtirazları Üzerine Tedbirler Paketini Çankaya Köşkü’ne Götürerek Demirel’le Görüştü.” (5 Mart 1997 Sabah) 
. “Askeri Yetkililer: “Barajı Kapağı Açıldı, Sular Akıyor, Geriye Dönüş Yok” dedi. (5 Mart 1997 Gözcü). 

Bütün bu tartışmalı ve gergin siyaset atmosferi devam ederken basın ve medya 
kuruluşları da boş durmuyor idi. Artık bütün gözler Başbakan Erbakan’ın üzerine 
çevrilmişti. Akıllarda ki tek soru Başbakan Erbakan’ın bildiriyi imzalayıp 
imzalamayacağıydı? Necmettin Erbakan, MGK Toplantısı hakkında ki görüşlerinin 
bildirmiş ve toplantıyı yorumlamıştı. Ancak Başbakan Erbakan’ın açıklamaları siyaset ortamını tatmin etmemiş olmakla beraber siyaset ortamının gergin havası ve yüksek tansiyonunu da düşürmemişti. Siyaset boşluk kaldırmazdı. Bütün bu gelişmeler sonucunda artık iyice zor durumda kalan Başbakan Erbakan, zaman kazanmak istiyordu. Siyaset ortamı bu şekilde ilerlerken MGK Genel Sekreterliği beklenmedik bir açıklama yaptı; “Kararlar uygulanmaz ise yaptırımlar gelir” dedi. Bu açıklama açık bir uyarı niteliğinde olmakla beraber askeri kanat hükümete adeta meydan okuyordu. 

Bildiriyi imzalamamakta ısrar eden Başbakan Erbakan, diğer parti liderlerinden yardım istedi. Demokrasi adına MGK Kararlarına birlikte karşı çıkmayı önerdi. Ne de olsa demokrasilerde asker, seçmenin oyu ile işbaşına gelmiş sivil bir hükümete dikta edemezdi. Ancak Başbakan Erbakan, aradığı desteği bulamadı (Birand-Yıldız, 2012, s.216). 

ANAP Lideri Mesut Yılmaz, Başbakan Erbakan’ın kendisini ziyareti sonrasında 
gazetecilere: “Kendisine aynen şöyle söyledim, eğer hakikaten böyle düşünüyorsanız bunu söyleyeceğiniz yer üyesi olduğunuz MGK idi. Orada mutabık olmadığınız görüşleri gelip benimle paylaşmanızın fazla anlamı yoktur” dedim. 
Başbakan Erbakan’ın ziyaret ettiği ikinci lider ise DSP Genel Başkanı Bülent 
Ecevit’ti. Oda Başbakanla yaptığı görüşme sonrasında Erbakan’a “Ya bu devleti temel unsurlarıyla başta laiklik olmak üzere, demokrasi olmak üzere, temel unsurlarıyla içinize sindirmeniz gerekir ya da şu aşamada bunu yapmayacak durumdaysanız bir süre hükümetten uzaklaşmayı göze almanız gerekir” dedi (Birand-Yıldız, 2012, s.216). 

MGK Bildirisi artık bu ziyaretler sonrasında imza bekliyordu. Askerde sinirler 
iyice gerilmeye başlamıştı. Genelkurmaydan yapılan açıklama ise “Erbakan’la uyum içerisinde değiliz! Şeklinde ki açıklaması ortamın daha da gerginleşmesini sağlamıştı. 
Bütün gelişmeleri iyice değerlendiren Başbakan Erbakan, artık zor durumda idi. Ancak rantiyeci medya yine gerçeği saptırarak, Erbakan’ın kararı, sanki askerlerin önerdiği 20 maddelik haliyle imzaladığı şeklinde haberleri yayınlıyorlardı. Hürriyet: “Aynen İmzaladı”, Milliyet: “Hoca İmzaladı”, Sabah: “Paşa Paşa İmzaladı” (Kazan, 2013, s.273) vb. haber başlıkları ile adeta Başbakan Erbakan üzerinde psikolojik baskı oluşturuyorlardı. Bu durum karşısında Başbakan Erbakan, ortada böyle bir durum yok, medya olayları yanlış yansıtıyor şeklinde açıklamalar yapıyordu. Bu yaşanan olaylar karşısında Başbakan Erbakan zor durumdaydı ve beklenen haber gelmişti; “MGK Kararları, yumuşatılmadan imzalamam diyen Erbakan’ın inadı üç gün sürdü. Başbakan Erbakan, muhalefetten umduğunu bulamayınca, kararı imzalamak zorunda kaldı. İmzalan karar 20 maddelik askeri önerinin aynısı.” (6 Mart 1997 Sabah) 

Bu olay karşısında, hem RP’ye oy veren 6 milyon seçmen, hem RP birçok 
milletvekili, basında çıkan bu haberler yüzünden büyük bir tedirginlik içerisinde idi. Ancak Refah camiası imzalanan metnin aslını öğrenince, Erbakan Hoca’nın dirayetini bir defa daha takdirden kendilerini alamıyorlardı (Kazan, 2013, s.273). 
28 Şubat'taki MGK zirvesinde alınan, 5 gün süreli imza sıkıntısına yol açan ve 
sonunda Başbakan Necmettin Erbakan'ın imzalamasıyla sonuçlanan 406 sayılı MGK Kararı'nın tam metni şu şekildedir (Özgan, 2008, s.79). 

28 Şubat 1997 Tarihli ve 406 Sayılı MGK Tavsiye Karar Metni: 

1. MGK, 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı Başkanlığında Başbakan, 
Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma 
Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve MGK 
Genel Sekreteri'nin iştirakleri ile aylık olağan toplantısını yapmıştır, 
2. Kurul'un bu toplantısında, esasları ve nitelikleri Anayasada belirlenmiş, Atatürk 
milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletimizi ve Cumhuriyet 
rejimimizi yıkmak, onun yerine bir siyasal dini düzen kurmak amacıyla yürütülen 
yıkıcı faaliyetler ve yapılan beyanlar ile bunların oluşturduğu tehdit ve tehlikeler 
gözden geçirilerek değerlendirilmiştir. 
3. Yapılan bu değerlendirmeler sonucunda; 
a. Ülkemizde şeriat hukukuna dayalı bir İslâm Cumhuriyeti kurmayı hedefleyen 
grupların, Anayasanın tanımladığı demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletimize 
karşı çok yönlü bir tehdit oluşturduğu, 
b. Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı aşırı dinci grupların lâik ve anti lâik ayırımı ile 
demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri, 
c. Türkiye'de lâikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum 
huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu, 
d. Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri 
anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalar göz ardı edilerek yapılan çağ dışı 
uygulamaların takipsiz kalmasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı 
hususlarında görüş birliğine varılmıştır. 
4. Bu görüş ve değerlendirmeler sonucunda; 
a. Türkiye'de Şeriat hukukuna dayalı bir İslam Cumhuriyeti kurmayı amaçlayan 
aşırı dinci grupların, demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti olan 
Cumhuriyetimize karşı oluşturdukları çok yönlü tehdidin önlenmesi amacıyla; 
EK-A'daki tedbirlerin kısa, orta ve uzun vade içerisinde alınmasının Bakanlar 
Kurulu’na bildirilmesine, 
b. 2945 Sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanununun 9’ncu maddesine 
uygun olarak, MGK Genel Sekreterliği tarafından; EK'te belirtilen tedbirlere 
ilişkin Bakanlar Kurulu Kararları ile Bakanlar Kurulu Kararı haline 
getirilmeyen uygulamaların, sonuçları hakkında belli süreler içerisinde 
Başbakan, Cumhurbaşkanı ve MGK'na bilgi verilmesi kararlaştırılmıştır (TBMM, 2012, s.1041). 

4.6.4. Tarihi 28 Şubat Kararları 

 Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasının ardından Hükümet ve Genelkurmay 
Başkanlığı arasında ki siyasi tansiyon her geçen gün artarak devam etmekteydi. 
Yaşanan bu gerginlik ve huzursuzluk atmosferi, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısında zirveye çıktı. Tarihi MGK ile Başbakan Necmettin Erbakan'ın 
Başbakanlığındaki 54. Hükümet arasında yapılan toplantının sonrasında alınan kararlar Türk siyaset tarihine "28 Şubat Kararları" olarak geçmiştir. Radikal dinci faaliyetlere ve irtica tehdidine ilişkin MİT raporunun ele alındığı toplantıdan sonra alınan kararlar için bir çeşit "Sivil Muhtıra" yorumu yapılmıştır. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında “İrticayla Mücadele” konusu gündeme alınmış ve uzun süre tartışılmıştır. 
MGK sonrasında alınan 18 tedbirden oluşan 406 sayılı Karar’ın alınması öncesinde ve sonrasında gelişen (TBMM, 2012, s.927) olaylar uzun süreli bir olgunun ürünü olarak hala bugünde tartışılmaktadır. 28 Şubat 1997’de toplanan MGK, Refah-Yol 
Hükümeti’ne 18 maddelik bir muhtıra vermiş olmakla beraber MGK irticayı düzene karşı en önemli tehdit olarak değerlendirmiş, bir dizi önlem alınmasını istemiştir (Özgan, 2008, s.76). 
“MGK’nın 28 Şubat 1997 Tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A (Rejim Aleyhtarı 
İrticai Faaliyetlere Karşı Alınması Gereken Tedbirler) 
1. Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine 
Anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan “Laiklik ilkesi” büyük bir 
titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir 
ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz 
görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır. 
2. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca 
denetim altına alınarak Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri 
sağlanmalıdır. 
3. Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve 
Millet sevgisi, Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı 
doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması 
bakımından; 
a. 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı. 
b. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam 
edebileceği kuran kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet 
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 
4. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk İlke ve İnkılaplarına sadık aydın din adamları 
yetiştirmekle yükümlü, Milli Eğitim kuruluşlarımız, Tevhidi Tedrisat Kanununun 
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. 
5. Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek 
amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere 
ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli 
yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir. 
6. Mevcudiyetleri 677 Sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda 
belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, 
siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir. 
7. İrticai faaliyetleri nedeniyle YAŞ Kararları ile TSK’dan ilişkileri kesilen 
personel konusu istismar edilerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan 
bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları 
kontrol altına alınmalıdır. 
8. İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları 
nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve 
kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir. 
9. TSK aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde 
alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer 
eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da 
uygulanmalıdır. 
10. Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak için, İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim 
aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a 
karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat 
yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve 
yürürlüğe konulmalıdır. 
11. Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle 
toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca 
kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla 
mutlaka önlenmelidir. 
12. T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasasına ve bilhassa 
Belediyeler yasasına aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında 
gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür 
olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. 
13. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağ dışı bir 
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve 
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu 
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. 
14. Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri 
polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda 
kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle 
değerlendirilmelidir. 
15. Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır. 
16. Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında 
yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasa dışı uygulamaların 
ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel 
korumalar kaldırılmalıdır. 
17. Ülke sorunlarının çözümünü "Millet Kavramı Yerine Ümmet Kavramı" bazında 
ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda 
yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan 
önlenmelidir. 
18. Büyük Kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine 
işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat 
verilmemelidir.” 

406 sayılı Karar’ın eki olan bu yazı, toplantının ertesi günü basın-yayın organlarında da yayımlanmıştır (TBMM, 2012, s.1042-1044). 
MGK toplantısından çıkan maddeler Refah-Yol Hükümeti üzerinde soğuk duş 
etkisi yaratmıştı. Bu kati ve uygulanması zorunlu maddeler bir nevi Refah-Yol 
hükümeti için sonun başlangıcıydı. Nitekim bu toplantıdan sonra çıkan kararların iyi bir şekilde uygulanmaması, Refah-Yol Hükümeti etrafındaki çemberin daha da daralmasına neden olacaktı (Özer, 2011, s.84). 
Başbakan Erbakan, 1 Mart 1997 tarihinde partisini İl Başkanları toplantısında 
8,5-9 saat süren tarihi MGK Toplantısını değerlendirdi. Başbakan Erbakan, 
değerlendirmesinde: “Dün, anayasal kuruluşundan bu yana MGK ilk kez 9 saatlik bir çalışma yapmıştır. Bu bir rekordur. Dünkü çalışmamızdan memnuniyetimizi ifade etmek istiyorum. Bütün meselelerde görüş birliğinde olduğumuzu gördük. Böylece bir kısım medya balonlarının da nasıl söndüğünü gördük. Son günlerde suni olarak gündeme getirilmiş olan bölücü faaliyetler de, MGK’da enine boyuna görüşülmüştür. Yazılmış olan bildirilerdeki açıklamalar çok dikkat çekicidir. Önce bir defa güvenlik, huzur ve toplumsal barış her şeyden önemlidir. Bundan dolayıdır ki, Cumhuriyet aleyhtarı yıkıcı ve bölücü gruplar, ülkeyi laik ve anti laik ayrımlarıyla demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye matuf son günlerde yapılmış olan faaliyetlerin hepsinin yersiz olduğuna, bu suni faaliyetlerle ülkemize hizmet edilmediğini, bu huzursuzluğu meydana getiren ayrımcı, bölücü faaliyetlere derhal son verilmesi lazım geldiği üzerinde durulmuştur ve bilhassa şu bulunmuş olduğumuz Türkiye’de ki demokrasiye gölge düşürecek beyanlar, izanlar ve görüntüler verilmesinin fevkalade yanlış olduğu konusunda kurul üyeleri tam bir görüş birliği içindedir” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. 

MGK’nın temel gündemi ve alınan kararların birçoğu irtica tehdidi ve şeriat ile 
ilgiliyken Başbakan Erbakan konuşmasında, MGK Kararlarının değerlendirmesinde 
daha çok terör olayları üzerinde durmuş ve toplantının bu konu üzerinde yoğunlaştığı gibi bir imaj oluşturmuştur. Tabi kapalı kapılar ardında kendi partisinin üyelerini uyarmayı unutmamıştır. Onlara “Olanı biteni biliyorsunuz, artık bir şey söylememe gerek yok. Yaptığınız çalışmalarınızda lütfen daha dikkatli olun. Giyiminize kuşamınıza dikkat edin. Her doğru her yerde söylenmez. İçinizde bir şey varsa tek başınıza ıssız bir yere, ormana gidin ve ağaçlara bağırın” ikazında bulunmuştur (Aksoy, 2000, s.206-207). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler siyasetteki tansiyonu daha da yükseltmekle beraber 
Hükümet ve TSK arasındaki gerilim iyice artmış ve post-modern darbe söylemleri 
ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşanan bütün bu gelişmeler ile beraber, bu olayda TSK mektup ve silah kullanmamıştı onun yerine basını kullanmıştı. Bu yaşananlar askeri müdahalenin yeni bir şekliydi (Bayramoğlu, 2001, s.114). Tabi askerler ve askeriyeye yakın kesimler bunun kesinlikle bir post-modern darbe olmadığını öne sürüyorlardı örneğin Hulki Cevizoğlu’nun; Org. Salim Derviş ile yaptığı konuşmada, Org. Salim Derviş; “Bu hareketin yasal bir formla gerçekleştiğini ve bunun kesinlikle post-modern bir darbe olmadığını belirtmektedir. Ama kim nasıl nitelendirirse nitelendirsin artık ok yaydan çıkmıştı, geri dönüş yoktu, silahlar çekilmişti” şeklinde ifade etmiştir (Özer, 2011, s.86). 

Tarihi 28 Şubat 1997 MGK Toplantısından 2 hafta sonra Bakanlar Kurulu 
toplandı. Başbakan Erbakan ve Tansu Çiller yaklaşık 45 dakikalık bir toplantının 
ardından Başbakan Erbakan, bakanlarına almış olduğu kararları açıkladı: 
“İki Genel Başkan olarak mutabakata vardık, Milli Güvenlik Kurulu’nun basın 
açıklaması ve kararları üyelere okunacak ayrıca müzakere yapılmayacak” sonrasında ise toplantı şöyle devam etti; Devlet Bakanı Lütfü Esengül MGK Toplantısında alınan 18 maddelik kararları tek tek anlattıktan sonra sözü Tansu Çiller aldı: 
“Biraz önce okunan MGK, Anayasal bir kuruluştur. Onun için MGK’da alınan 
kararların gereğinin yapılması şarttır. İlgili bakanlıklar MGK kararlarını uygulama 
konusunda gerekli hassasiyeti gösterecektir. Buna inanıyorum. Alınacak tedbirler kısa, orta ve uzun vadeli olarak düşünülmektedir. Kısa vadeli olanlar yasal düzenleme gerektirmeyen, hemen uygulamaya geçirilecek kararlardır. Orta ve uzun vadeli olanlar yasal düzenleme ve ek kaynak gerektirdiği için gerekli çalışmalar yapıldıktan sonra Bakanlar Kurulu’nda yeniden ele alınacaktır. Bu çalışmaların ciddiyetle yürütülmesi ve kamuoyuna bu meselelerin üzerine ciddiyetle gidileceği mesajının verilmesi gerekmektedir. Şunun iyi bilinmesini istiyorum. Hiç kimse kendinde suç aramasın. Bugün karşılaştığımız olaylar, önümüze getirilen irtica dosyaları şimdiki hükümetle ilgili değildir. Hükümetin irticai faaliyetlere yol açan bir tek kararı olmamıştır. Onun için herkesin gönlünü ferah tutmasını diliyorum.” 
Tansu Çiller’in bu konuşmasının ardından sözü tekrardan Başbakan Erbakan 
almış ve hep konuşmakta çekimser kalmış olduğu irtica tehdidi konusunu gündemine almış ve konuşmasında irtica tehdidi ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur: 
“İrtica ve kaba softalık bir nevi hastalıktır. Bu sadece Türkiye’ye has bir konu 
değildir. Mesela, İsrail’de bu hastalık Türkiye’ye göre çok daha yaygındır. Bugün 
Avrupa’da dini taassup vardır. Gerilere gidersek Ortaçağ’da bütün şiddetiyle yaşanmış bir hastalıktır. Dolayısıyla bu hastalık küreseldir. Türkiye’de ise bugünün konusu değildir. Bu hastalığın 200 yıllık mazisi vardır.” Olay toplumsal bir gelişmedir. Bu konuyu bu hükümete izafe etmeye çalışmak medyanın bir oyunudur. 10 sene evvel MGK’nın bu 22 maddelik listesini hiç kimse 20 tane canlı yayınla takip etmedi. Esas maksat irtica ile mücadele değil, bu hükümeti yıkmaktır. Bu hükümetin alternatifi yoktur. Herkes de bunu çok iyi biliyor. Dolaysıyla olay gayet açık; oyuna gelmeyeceğiz. 
Hükümet bu irticayı önlemek için kesinlikle kararlı ve inançlıdır. MGK’da herkesin bu konuda birlik ve beraberlik içinde olduğunu müşahede ettim. Olayı daha fazla 
büyütmeye gerek yoktur. Medeni bir şekilde irtica ve laikliğin ne olduğuna bakılsa 
ortada ciddi hiç bir şey olmadığı görülür. Körü körüne birtakım insanlar dogmatik 
hareketlerde bulunabilirler. Bunlar bir avuç insandır”(Aksoy, 2000, s.208-209). 
Başbakan Necmettin Erbakan bu şekildeki sert açıklamalarından sonra diğer 
açıklamalarında da sert üslubunu sürdürmüştür. 
Başbakan Erbakan konuşmasında; 
“Askerle ilgili olarak aralarında hiçbir problemlerinin olmadığını, aramızda saygı ve sevgi hukukunun devam ettiğine dair olumlu cümleler kurmasının yanı sıra asıl hedef aldığı kitle medya organları idi. Başbakan Erbakan’a göre krizi yaratan medyaydı, medyanın orduyu rahatsız ettiğini ve harekete geçmeye zorladığını dile getiren Erbakan, medyanın iktidar ile ordunun arasını açmak için bir sürü uydurma haber yaptığını” da dile getiren Necmettin Erbakan bu medyayı “Yobaz Solcular” ve “Bir Kısım Medya” olarak nitelendirmekteydi. Başbakan Erbakan’a göre; “Ortada krizde yoktu, Askeri darbede bunlar sadece medyanın uydurmasıydı.” (Özer, 2011, s.87). 

28 Şubat sonrası hükümetin filen bittiği ancak şeklen var olduğu bir gerçekti 
(Aksoy, 2000, s.215). Koalisyon hükümetinin eli kolu bağlanmış olmakla beraber adeta bir çıkmazın içeresinde bulunuyordu. Özellikle 28 Şubat 1997 tarihli MGK 
Toplantısında alınan ve koalisyon ortaklarının imzasına sunulan kararlar âdete 
koalisyonun ölüm fermanı niteliğinde idi. 

25. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***