Bilge Adamlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilge Adamlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ekim 2018 Çarşamba

TEMEL ULUSLARARASI HUKUK İLKELERİ

TEMEL ULUSLARARASI HUKUK İLKELERİ 

Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 




Şüphesiz “ Temel ” diye nitelendirilebilecek çok sayıda uluslararası hukuk ilkesinden söz etmek mümkündür. Ancak klasik uluslararası hukukun özel önem atfettiği ve birbirleriyle yakından ilişkili iki temel ilke vardır ki bunlar 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl uluslararası siyasi sistemini şekillendirmiştir. Bunlardan birincisi, bütün devletlerin diğer devletlerin egemenlik haklarına saygı göstermesi gerektiğini ifade ederken ikincisi de bu noktadan hareketle devletlerin diğer devletlerin iç işlerine karışamayacaklarını vurgulamaktadır. 

20. yüzyılın başında Amerikan başkanı Wilson tarafından popüler hale getirilen Self-Determinasyon (halkların kendi geleceklerini tayin etme) hakkı önemli bir uluslararası hukuk prensibidir. Fakat bu prensip 20. yüzyıl küresel siyasi sisteminde kısıtlı bir rol oynamış ve hiçbir zaman yukarıda anılan iki temel ilkeyi zedeleyecek veya ihlal edecek bir şekilde uygulanmamıştır. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren beliren ve zamanla gözle görülür bir ilerleme kaydeden uluslararası insan hakları hukuku veya rejimi, klasik uluslararası hukuk içeriğini ve önceliklerini değiştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede yukarıda bahsi geçen iki temel ilke sorgulanır hale gelmiş ve hatta giderek kendi vatandaşlarına temel insan haklarını garanti edemeyen rejimlere müdahale edilebileceği fikrinin doğmasına neden olmuştur. 

Bu eğilim giderek güçlenmiş ve en son Kosova örneğinde de görüldüğü gibi yeni bir boyut kazanmıştır. Yukarıda atıfta bulunulan iki temel uluslararası hukuk ilkesi bu örnekte göz ardı edilmiştir. Dahası, self-determinasyon ilkesi çerçevesinde de bağımsızlığı söz konusu olmayan Kosova’nın küresel siyasi sistemin yeni bir aktörü olarak tanınması yeni bir teamülün ortaya konulması ile mümkün olabilmiştir. Burada Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasının temel gerekçesini Sırp yönetiminin Kosova halkına yönelik tutumunun kabul 
edilemezliği oluşturmaktadır. Bu çerçevede Slobodan Miloşeviç’in Lahey’deki uluslararası savaş suçları mahkemesinde Bosna Hersek’te işlenen suçlarla ilgili olarak değil, Sırp egemenliği altındaki Kosova topraklarında işlenen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları ile ilgili olarak yargılandığını belirtmek konuyu izah edebilmek açısından yeterli olacaktır. 

1. Self-Determinasyonla Bölünmek Mümkün mü? 

1.1. Self-Determinasyon ve Pratik Uygulaması 

Self-Determinasyon arzusu ile milliyetçilik arasında hiç şüphesiz çok yakın bir ilişki vardır. Bu çerçevede Fransız Devrimi’nin self-determinasyon ile ilgili gelişmeler üzerinde oldukça büyük bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. 



Geniş anlamda self-determinasyonun bir halkın kendi geleceğini tayin hakkına sahip olması şeklinde görülebileceği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak spesifik örnek-olaylarda hangi grupların meşru bir şekilde bu hakkı kullanma iddiasında bulunabilecekleri çok net değildir. Bu konuda evrensel olarak kabul edilmiş standart ve kurallar mevcut değildir. Şu anda self-determinasyon hakkı olarak ifade edilmekte olan ilke, meşhur Wilson ve diğer self-determinasyon taraftarlarınca evrensel bir tatbikata sahip olacak şekilde düşünülmemiştir. Daha çok, yenilen devletlerin egemenliğinde bulunan halkların bağımsız ve egemen bir devlete sahip olmalarını sağlamak için düşünülmüş bir çözüm yoludur. 

Temel bir uluslararası hukuk kuralı olan self-determinasyon ilkesinin uygulanabilmesi için takip edilebilecek genel ve makbul kurallar formüle edilememiştir. Wilson’ın meşhur ifadesinde, “iyi tanımlanmış ulusal istekler”in azami bir tatmin ile karşılık görmesi olarak atıfta bulunulan self-determinasyonun birçok muğlâk noktası bulunmaktadır. Her şeyden 
öte, “iyi tanımlanmış istekler”in objektif tanımı mümkün değildir. Self-determinasyon hakkını kullanma iddiası ile yola çıkan bütün halklar elbette “iyi tanımlanmış ulusal istekler”e sahip olduklarını iddia edecektir. 

Self-Determinasyon ile ilgili oldukça karmaşık ve tartışmalı başka noktalar da vardır. Bunların başında, kendi kendini yönetme becerisine sahip olmayacakları açık olan ama bu arada bağımsızlık istekleri güçlü halkların durumunun ne olacağıdır. İkincisi, bir azınlığın hakları karşısında, aynı ülke ve siyasi yönetimi paylaşan çoğunluğun haklarının hangi dereceye kadar zarar görmesine izin verileceğidir. Üçüncüsü, bir halk oylaması yapılacak ise, bu oylamanın kapsam ve yeri her zaman o kadar kolay olmayacaktır. Dördüncüsü, bir etnik azınlığa egemenlik hakkı tanındığında ne olursa olsun, her zaman bir grubun başka bir grup içinde azınlıkta kalma riski vardır. Örneğin bağımsızlığı tanındığı takdirde Güney Osetya’daki Gürcü azınlığın durumu ne olacaktır? 

Her ne kadar açık bir şekilde ilk defa ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından 1918 yılında dile getirilmişse de self-determinasyon ilkesine pozitif uluslararası hukuk kuralı niteliği kazandırma girişimi ilk kez Sovyetler Birliği tarafından 1945 yılında toplanan San Francisco Konferansı’nda yapılmıştır. Konferans’ta kavramın ve halkın tanımı yapılmamış olmakla birlikte Sovyet delegeleri, ulusların eşitliği ve self-determinasyonuna atıfta bulunmuştur. 



Self-Determinasyon ile ilgili tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar büyük ölçüde teorik düzeyde kalmış ve test edilme imkânı bulmamıştır. 1950’li yıllardan itibaren de özellikle Birleşmiş Milletler çerçevesinde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. Bu dönemde Libya’nın İtalya’dan hemen bağımsızlığını almasına karar verilirken Somali için on yıllık bir süre belirlenmiştir. Ancak her iki kararda da bu iki ülkenin kendi kendilerini yönetmek için yeterli kaynak ve kabiliyete sahip olup olmadıklarına bakılmamıştır. 

Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki BM özellikle ilk yıllarında self-determinasyon ile ilgili net olmayan bir tutum benimsemiştir. BM Statüsü, self-determinasyondan söz etmekle birlikte bu ilkeye oldukça silik bir vurgu yapmaktadır. Statü self-determinasyonu sadece ilke olarak ele almakta, bu terimden hak veya standart şeklinde bahsetmemektedir. 

Self-Determinasyon ile ilgili uygulamaya yönelik yapılan ilk tartışmalarda “halk” kavramının nasıl tanımlanacağı, diğer bir ifade ile neyin halk olarak görüleceği önemli bir problem teşkil etmiştir. Zira kendi kendini halk olarak ilan eden her grubun bu hakkı kullanmaya yetkili ve ehil olmayacağı açıktır. Böyle bir şeye izin verildiği takdirde uluslararası siyasi düzenin anarşi ile boğuşacağı ve sayısız devletin ortaya çıkmasına izin verilmesi gerekeceği bellidir. 

Bununla birlikte genel kabul gören bir hak ve prensip şeklinde self determinasyonun büyük kabul gördüğü iki temel dönemden söz etmek mümkündür. Ancak her iki dönemde de ilgili hak sadece belirli ülke ve halklar için uygulanmış; dolayısıyla sınırlı bir tatbikat imkânı bulmuştur. Birincisi, Birinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde Wilson söz konusu ilkeyi evrensel anlamda kullanmakla birlikte sadece Avrupa’da bazı toplulukların egemenlik hakkı kazanması amacını gütmüştür. İkincisi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde ise self-determinasyonun uygulanmasında temel eğilim ve amaç denizaşırı imparatorlukların parçalanması sürecini istikrarlı bir şekilde sonuçlandırmaktır. Dekolonizasyon olarak bilinen bu dönemde sıklıkla uygulama alanı bulan self-determinasyon ilkesinin bu dönem sona erdikten sonra eski hızını ve popülaritesini kaybettiği açıktır. 

Dekolonizasyon döneminde bile BM’nin self-determinasyon çerçevesinde bağımsızlıklarına izin verdiği bölgelerin, ana yönetim merkezi veya sömürgeci birim ile fiziksel olarak oldukça ayrı ve uzak olmaları dikkat çekmiştir. Bu nedenle de örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden ayrılmak isteyen Katanga bölgesinin bu arzusunu Birleşmiş Milletler reddetmiştir. 24 Kasım 1961 tarihli Güvenlik Konseyi kararı, bölgenin bağımsız ve egemen bir devlet olma doğrultusundaki iddialarını tamamen reddetmiş ve Kongo Cumhuriyeti’ ni Kongo’nun dış ilişkilerinden sorumlu tek siyasi varlık olarak tanımıştır. 

Yukarıdaki kısa açıklama self-determinasyonun daha çok sömürge ilişkisinin bulunduğu dönem ve durumlarda daha sıklıkla uygulama imkânı bulduğunu göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki sömürge ilişkisinin olmadığı bazı özel durumlarda bile uluslararası hukuka göre self-determinasyon hakkı tanınabilmekte dir. Örneğin Doğu Pakistan’daki iç çatışmalarda geçici de olsa problemi çözmek için self-determinasyonun çerçevesini belirlemek üzere bazı ilave kriterler belirlemek mümkündür. Bu kriterler özetle şunları içermektedir: iki bölgenin fiziksel olarak birbirinden ayrı olması ve Batı Pakistan’ın Doğu 
Pakistan üzerindeki hâkimiyeti; iki bölge arasında dil, kültür ve etnik farklılıklar; Batı Pakistan lehine büyük bir ekonomik farklılık; Batı Pakistan ordusunun acımasız eylemleri ve soykırım suçlamasına neden olan tutumları. 

Eğer Self-Determinasyon, bir halkın kendi yönetimini, geleceğini ve siyasi kurumlarını seçme özgürlüğü ve hakkı ise bu hakkın aynı zamanda bir devletin ülkesel bütünlüğe sahip olma hakkı ile önemli bir tezat oluşturacağı açıktır. Birleşmiş Milletler de birçok örnekte ayrılıkçı hareketlere karşı soğuk davranmış ve ayrılıkçılığın self-determinasyon ilkesi çerçevesinde meşrulaştırılmasına izin vermemiştir. Bunun en önemli nedeni ise, kendi üyelerinin ülkesel bütünlüğüne yönelik bu tür tehditlere izin verdiği takdirde BM’nin oldukça zor bir durumda 
kalacağıdır. 

Self-Determinasyon çok farklı bir şekilde uygulama alanı bulabilmektedir. Bunların arasında şu ana kadar en fazla gözlenen formları şunlardır: Asya ve Afrika devletlerinin bağımsızlıklarında olduğu gibi sömürge hâkimiyetinden kurtulma; bunun tersi, yani bir devletin egemenliğinde kalma iradesi; bir devleti barışçı bir şekilde sona erdirme ve sona eren devlet ülkesi üzerinde yeni bir devlet oluşturma; Bangladeş ve Eritre örneklerinde olduğu gibi tartışmalı ayrılma hakkı; Almanya örneğinde olduğu gibi bölünmüş devletlerin yeniden birleşmesi ve sınırlı otonomi hakkı. 

Buradan hareketle self-determinasyon ilkesi çerçevesinde Türkiye’nin bölünebileceğini ya da parçalanacağını söylemek mümkün değildir; modern dünyada self-determinasyon ile ilgili uygulamaların hiçbirinin Türkiye’nin bölünmesi için bir temel teşkil etmesi veya bir model olarak sunulabilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle de sırf halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı ilkesel olarak vardır diye Türkiye’de bulunan grup veya topluluklar Türkiye’den ayrılmayı talep edemeyeceklerdir. Dolayısıyla ne uluslararası sistemi var eden temel ilkeler, ne de self-determinasyon ilkesi Türkiye’nin bölünme veya 
parçalanmasına sebep olacak nitelikte değildir. 

2. Bölünmeye Neden Olan Uygulamalar., 

Bununla birlikte yukarıdaki açıklama Türkiye’nin bölünmeyeceğinin bir garantisi olarak algılanmamalıdır. Günümüz küresel siyasi sistemi 20. yüzyıldakinden önemli ölçüde farklılıklar içermektedir. Kabaca bu değişikliğin, sistemin odağının kısmen de olsa değişmesi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. 20. yüzyıl dünyası milli devletlere vurgu yaparken günümüz küresel sistemi en azından ilkesel olarak insan güvenliğini de dikkate almaktadır. 

Elbette ki sistemin tamamen birey odaklı olduğunu söylemek naiflik olacaktır; ama en azından insan güvenliği ve haklarının ciddi anlamda dikkate alınması şeklinde kendini gösteren bir temayülün olduğunu söylemek de mümkündür. 

Bu eğilimin somut sonuçları da Soğuk Savaş sonrası dönemde bazı devletlerin 
bağımsızlıklarını kazanmasında kendini göstermiştir. Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde ve Balkanlar’da bağımsızlıklarını kazanan ülkeler örneğinde self-determinasyondan söz etmek mümkün ise de Doğu Timor ve Kosova gibi bazı örneklerde self-determinasyondan farklı bir teamül etkili olmuştur. 

Özellikle Kosova Örneğinde daha belirgin bir şekilde takip edilen bu teamüle göre her ne kadar devletlerin egemenliklerinin korunması birincil önemde ise de, kendi vatandaşlarına karşı sistematik şiddet siyaseti izleyen bir yönetime karşı uluslararası toplumun harekete geçmesi ve gerekirse mağdur grubun korunması mümkün olabilmiştir. Buna göre örneğin Kosova’da çoğunluğu oluşturan Arnavutların Sırbistan tarafından yönetilmeye devam ettikleri takdirde sistematik saldırılara maruz kalacakları düşüncesi Kosova’nın bağımsızlığının temel gerekçesi olmuştur. 

Bu da Türkiye Açısından şu anlama gelmektedir: Türkiye’de yaşayan grup veya toplulukların temel hakları garanti edildiği ve korunduğu sürece Türkiye’nin bölünmesi söz konusu değildir. Ancak sistematik ayrımcılık ve ciddi boyutlarda insan hakları ihlalleri ile birlikte belli bir grubu hedef alan şiddet günümüz uluslararası hukuk anlayışında mazur görülmemekte ve içişlerine karışmama ilkesine bir istisna olarak değerlendirilmektedir. 

3. İnsan Hakları ve Kürtçü Siyaset 

Bölünmeyi önlemenin en etkin yollarından bir tanesi şeffaf ve demokratik bir yönetim düzeninin güçlendirilmesidir. Bu da istikrarlı ve kararlı bir şekilde insan hakları ve demokratik değerlere vurguyu gerektirmektedir. Pragmatik bir açıdan böylesi bir tutum hem devletin evrensel hukuk standartlarına uymasını sağlayacak ve hem de Kürtçü siyasetin elinde bir süredir araçsallaştırılan insan hakları, demokrasi ve özerklik gibi bazı kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacaktır. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren popülaritesi gittikçe artan ve günümüzde küresel düzlemde gördüğü ilgi zirveye ulaşan insan hakları, DTP ve BDP gibi etnik Kürtçü siyasi partilerin elinde pek de şeffaf olmayan parti hedeflerine ulaşmada kullanılan bir araç haline gelmiştir. Gelinen noktada bu siyasi çizginin insan hakları ve demokrasi ilgi ve vurgusunun çok da içten olmadığı iddia edilebilmektedir. Ancak özellikle de dış dünyaya karşı partinin ve terör örgütünün olduğundan farklı bir biçimde sunulması için insan hakları ve demokrasi odaklı ve vurgulu söylem söz konusu siyasi çizginin temsilcileri tarafından kullanılmaya devam edecekmiş gibi görünüyor. 

İnsan hakları ve demokratikleşmeye etnik Kürtçü siyasetçiler tarafından daha fazla sahip çıkıldığı bir ortamda geniş halk yığınları ve bazı bürokratik kurumlar da insan hakları felsefesi ve söylemine daha da yabancılaşmakta ve insan hakları savunuculuğunu teröre destek gibi algılayabilmektedir. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğu açıktır. Bu nedenledir ki “insan hakları” gibi evrensel bir kavram ve eğilim DTP ve yerine kurulan BDP gibi içine kapalı, demokratik ilkeleri içselleştirmeye karşı dirençli ve etnik siyaset üzerine kurulu bir siyasi çizginin elinden kurtarılmalıdır. Ya da bu siyasi çizginin aktörleri insan hakları ve  demokratikleşmeye dayalı söylemlerinin gereklerini yapmaya doğal ve meşru yollardan zorlanmalıdır. 



Etnik Kürtçü siyasi çizginin insan hakları söylemini zaman zaman kendi gündemleri için bir dayanak ve destek olarak kullandığına dair çok sayıda örnek mevcuttur. Her şeyden önce DTP ve BDP’nin demokrasi ve insan hakları söylem ve vurgusu zaman zaman tutarsız, belirsiz ve yüzeysel kalmıştır. Bu siyasi çizginin aktörleri çoğu kere kendilerinin icat edip tanımladığı, ama somut bir anlam ifade etmeyen yeni terkipler ile halkın karşısına çıkmaktadırlar. Bunun son örneği “demokratik özgürlük”tür. Kavramın ne ifade ettiğinin belirgin olmaması bir tarafa, DTP’nin ve daha sonrasında da BDP’nin kavramla neyi amaçladığı uzunca bir süre muğlâk kalmıştır. “Demokratik,” “konfederasyon,” “federasyon,” 
“özerklik,” “eyalet sistemi” gibi insan hakları ve demokratikleşme alan literatürüne ait kavramlardan kısa aralıklarla yeni ama anlamsız terkipler ortaya atan etnik Kürtçü siyasetin temsilcileri bununla vitrin düzenlemesi ve süslemesi yapmaktadır. Hiç şüphesiz başta eski İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal olmak üzere çok sayıda BDP’li gerçek anlamda insan hakları savunucuları olarak görülebilir. Ancak bu durum parti olarak DTP’nin ve BDP’nin çekici kavramları harmanlayarak “suni” ve içi boş yeni kavramlar “uydurarak” 
meşruiyet arayışına girdiği gerçeğini değiştirmeyecektir. 

4. Etnik Kürtçü Taleplere Karşı Daha Fazla “İnsan Hakları” Vurgusu 

Terör ile arasına perde çekemeyen ve bu nedenle de insan hakları vurgusu inandırıcılıktan normalde uzak olan etnik Kürtçü siyasetin temsilcisi oldukları bilinen DTP ve BDP gibi partileri kapatmak ve siyasi sahneden uzaklaştırmak gerçekçi bir çözüm değildir. 

Demokratik ve evrensel hukuka saygılı bir devlet özelliklerini de yansıtmamaktadır. Bu tür siyasi örgüt ve hareketleri kapatmak veya yasaklamak yerine söz konusu siyasi çizginin temsilcisi partilerin sıklıkla ve bilinçli bir şekilde atıfta bulunduğu insan hakları ve demokratikleşme söyleminin tekel altına alınamayacağı fiili olarak gösterilmelidir. Teorik olarak demokrasi ve insan hakları yanlısı olduklarına şüphe olmayan siyasi partiler bunu tavırlarına, söylemlerine ve uygulamalarına özenle yansıtabilmelidir. Geniş halk kitlelerinin 
ve bu kitlelerin siyasal tercihlerini siyasi alana taşıyan partilerin insan hakları ve 
demokrasiye özel bir önem atfettiği bir ortamda etnik Kürtçü siyaset “insan hakları” ve demokrasi odaklı söylemi ile öne çıkamayacaktır. Bu söylemini devam ettirse bile ki aksini arzu etmek için hiçbir neden yoktur aslında— insan hakları ve demokrasinin Türkiye’deki birkaç temsilcisinden biri olma iddiasında ve görünümünde olamayacaktır. 

SONUÇ 

Böyle bir ortamda ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile ilgili oluşan tedirginliklerin hepsi gayet makul görünmektedir. Öncelikli sıkıntı ise, bölgede oluşabilecek güç boşluğudur. ABD’nin 2003’ten beri varlığı bölgede gruplar arasında yaşanabilecek olan çatışmaları engellemektedir. Fakat ABD’den sonra gruplar arasındaki sıkıntılar çatışma halini alabilir. Bu çatışmalar göz önünde 
tutulduğunda özellikle kuzeyde Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasındaki çözülememiş toprak uyuşmazlıkları, petrolün paylaşımı gibi konuların yer aldığı göze çarpmaktadır. Sünni yönetimli Irak’ın Evlatları grubu Irak ekonomisine ve hükümetine dâhil olamamıştır ve hala zararlı bir güç durumundadır. Irak’ta ekonomi ve elektrik şebekesi gibi temel altyapı sistemleri vasat durumdadır. Ve tabii ki, Iraklıların yeni bir hükümet kurma mücadelesi kötü yönetimin mevcudiyetinin sonucudur. Bu sebeple birçok akademisyen, Irak’taki farklı etnik 
gruplar arasında bir iç savaş öngörmektedir. 

Geçen yüzyılda yaşanan iç savaşlar hakkında yapılan akademik çalışmalar gösteriyor ki %50 oranında iç savaşlar ateşkesin ardından 5 yıl içerisinde yeniden baş gösteriyor. Eğer bir ülke ganimet olarak görülen altın, elmas ya da petrole sahipse bu oran daha da artıyor. Burada dikkat çekici nokta, eğer büyük bir güç ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi barış gücü ya da uzlaştırıcı görevinde uzun vadeli bir biçimde katkı sağlamaya hevesli olduğunda, iç savaşın tekrar 
başlama olasılığı üçte birden düşük bir ihtimal halini alıyor. Dolayısıyla ABD’nin şu an Irak’a yaptığı katkılar oldukça önemlidir. Burada değinilmesi gereken bir diğer konu ise, iç savaşın kamuoyunun istemesiyle çıkmayacağıdır. Birçok insan iç savaşı bir felaket olarak görmektedir. İç savaşlar çoğu zaman liderlerin amaçlarını zor kullanarak elde edebileceklerini düşünmesi sonucunda yeniden alevlenebilmektedir. Genelde büyük bir devletin askeri gücü devreye girdiğinde liderler ikna edilmekte ve savaşmaktan vazgeçmektedirler. Bu nedenle 
ABD’nin bölgesel güçlerle ya da uluslararası organizasyonlarla işbirliği içinde Irak’ta barış ve istikrarın kurulmasına katkı sağlaması gerekmektedir. 

Raymond Odierno kendisiyle konu ile ilgili yapılan mülakatta Kürt askerlerinin bir yıl içerisinde Arap ağırlıklı Irak ordusunda yer alamaması durumunda Birleşmiş Milletler barış güçlerinin bir seçenek olabileceğini belirtmişti. General Odierno, Birleşmiş Milletler güçlerinin gerekli olmamasını umduğunu da eklemiştir. Öte yandan Odierno iki kültür arasındaki tansiyonun ve Irak’ın kuzeyindeki petrol zengini bölgelerin her iki grup tarafından kendi bölgeleri olarak gösterilmesinin yıllardır çözüme ulaşmadan kaynadığının farkındaydı. Irak’lı Kürtler, Arap ağırlıklı merkezi Irak hükümetine karşı bir hareket olarak; Ninevah, Tamim ve Diyala gibi birçok bölgeyi kendi otonom bölgelerine dâhil etmek istemektedir. 
Amerikalı bir üst düzey askeri yönetici, ABD kuvvetlerinin 2011’in sonunda çekilmesinden sonra eğer Araplar ve Kürtler arasındaki tansiyon azalmazsa Birleşmiş Milletler barış kuvvetlerinin kuzeydeki ihtilaf konusu olan toprakları korumasının söz konusu olabileceğini belirtmiştir. 

Öte yandan, Irak’ta kalacak olan yaklaşık 50 000 Amerikan askerinin adı farklı şekilde anılmaya başlasa da bu askerlerin çoğu hala muharip birliklere mensuptur. Irak’taki ana birlikler muharip tugaylar olarak değil, danışma ve destek tugayı olarak isimlendirilmektedir. 

Ancak muharip tugaylarla bu tugaylar arasında yapısal ve personel farkı asgaridir. Irak’taki ABD güçlerinin eski komutanı David Petraeus’un 2007-2008’de yürüttüğü strateji sonucunda, görevlerinin askeri operasyonlar çerçevesinden çıkıp sivillerin yöneteceği bir görev haline geldiği Amerikalı siyasetçiler tarafından ortaya konmuştur. Dahası Irak’ta güvenlik 2005-2006 yıllarıyla karşılaştırıldığında son dönemde oldukça iyi bir noktaya gelmiş olsa da gelecek aylarda ve yıllarda ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. 

Sadece Kürtler ve Araplar arasında yaşanan bu tartışmaların bile, 2012 sonrasında bir güç boşluğuna neden olabileceği söylenebilir. Ancak Kürtler ve Arapların birbirleriyle savaşmak yerine Irak’taki el Kaide gibi bir ortak düşmana karşı birleşebilecekleri ümit edilmektedir. Son zamanlarda birçok bölgede barış içinde birlikte yaşanabilmesinin böylesi bir ümidi yeşerttiği söylenebilir. 

Kürt-Arap anlaşmazlığına ek olarak ABD’li yetkililer yükselen bir İran tehdidinden bahsetmektedir. İran’ın bazı Şii gruplara destek vermesi Araplar ve Kürtler arasında yaşanan çatışmaya yeni bir boyut kazandırabilir. Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olması durumunda ise benzer bir ayrışmanın Şii gruplar için öngörülebilir olması Irak’ta tüm dengelerin sarsılabileceğine işaret etmektedir. 

Güç boşluğunun doğurabileceği bu ihtimallere ek olarak, 2010 seçimlerinin ardından Irak’lı liderlerin beklenenden daha büyük bir özgüvenle politikalarını belirledikleri dikkat çekmektedir. Özellikle Maliki’yi destekleyen çoğunluğun bir kısmının anti-Amerikancı din adamı Mukteda el-Sadr’ın takipçilerinden olması endişelere neden olmaktadır. Maliki parlamentoda Arap, Kürt ve Şii’lere yer vererek bu endişeleri bir nebze olsa dindirmiştir. Ancak Maliki’nin ABD’li birlikler çekildikten sonra, Irak’ın güvenliğini, birliğini ve egemenliğini kendi başlarına koruyabileceklerini belirtmesi çekincelerin bir kez daha gözden geçirilmesine 
sebep olmuştur. 

Toparlamak gerekirse, ABD’den sonra 2003 ile kıyaslandığında göreceli olarak düzen sağlanmış ve özellikle kuzeyde Kürtler ilk etapta istediklerini elde etmiş olsa da, Araplar ve Kürtler arasında sınırların belli olmaması, petrol gelirlerinin paylaşımı gibi konular büyük sorunlara neden olabilecek gibi görünmektedir. Üstelik ABD, İran’dan algıladığı tehditten ötürü Irak’tan çekildikten sonra bölgedeki varlığını destek gruplarıyla devam ettirecektir. 

Tüm bu süreçte Türkiye için kritik günlerin başlayacağını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bölgede İran nüfuzunun artması Türkiye’nin çekindiği diğer bir konudur. Bu sebeple Ankara, Irak’taki gruplarla dengeli ve diyaloga dayalı ilişkiler yürütmeye çalışmaktadır. Kürt grupların doğacak güç boşluğundan faydalanarak kuzeyde bağımsız bir Kürt devleti kurması ilk etapta mümkün görünmese de Türkiye’nin temkinli politikalar izlemesi gerekmektedir. Özellikle Kürt sorununun halledilememesi ve Kuzey Irak’ın Türkiyeli Kürtler için bir cazibe merkezi halini alması ihtimali bölgenin Türkiye için oldukça güç bir hal alması ile sonuçlanacaktır. 

Sürece uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, her ne kadar siyasi ortamın böyle bir bölünmeye izin verecek bir potansiyeli varmış gibi görünse de, özellikle halkların kendi kaderlerini tayin etme retoriğinin pratikte genellikle devletlerin egemenlik haklarına saygı ve içişlerine karışmama gibi ilkelerle çakıştığı ortadadır. Öte yandan son zamanlarda kimi örneklerde, self-determinasyon ilkesinin uygulanmasında devletin üzerine düşen görevleri 
yerine getirip getirmemesinin de dikkate alındığı ortadadır. Dolayısıyla Türkiye için özel olarak, Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet oluşumu dikkate alındığında, kısa ve orta vadede böyle bir ihtimal hukuki anlamda tartışılamaz. Tartışılsa dahi Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına gerekli sosyo-kültürel hakları tanımasıyla hukuki bağlamda Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söylemek mümkündür. Aksi durumda Türkiye kendi izleyeceği politikalar sebebiyle konjonktürden kaçınılmaz olarak etkilenecektir. 

Bölgedeki gelişmeleri doğrudan etkileyebilecek bir diğer gelişme de Türkiye’deki siyasi ve ekonomik istikrarın devam etmesi ve Türkiye’nin hızla büyüyerek cazibe merkezi olmasıdır. Bu çerçevede elde edilecek ve sürdürülecek olumlu sonuçlar Türkiye’deki ve bölgedeki barış ve istikrar ortamının devamına önemli katkılar sağlayacak, aksi bir durum ise hem Türkiye’deki hem de bölgedeki olumsuz gelişmeleri tetikleyebilecektir. 

Bu çerçevede Tunus ve Mısır başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde meydana gelen halk ayaklanmaları karşısında Batılı devletlerin bölge istikrarı adına Türkiye’yi adres gösteriyor olmaları önemlidir. Malumu ilam kabilinden olsa da, bu noktada sahip olduğu potansiyelin Türkiye’ye bölge ülkeleri için model rolü oynama imkânını verdiği hatırlanmalıdır. Türkiye’nin bölge halkları arasında güçlenen imajı ve demokrasi tecrübesi Türk dış politikası adına önemli fırsatlar sunmaktadır. 

ABD’nin Irak’tan çekilmesi, Amerikan etkisinin bölge ülkeleri üzerinde giderek zayıflaması bağlamında değerlendirildiğinde daha da anlamlı hale gelmektedir. Mısır ve Tunus’taki halk hareketleri ABD’nin bir süpergüç olarak bölgede etkinliğini kaybetmeye başladığını göstermiştir. Bu toplumsal tepki sürecinde devreye girmekte zorlanan ABD ve AB, bölgesel politika geliştirme ve bu politikaları kabul ettirme konusunda artık daha fazla zorlanmaktadır. 
Bu da Türkiye’nin kendi bölgesel vizyonunu uygulama adına bir fırsat anlamına gelmektedir. Böylesi bir fırsat ise ancak bölgesel dinamiklerin ve bölgedeki gelişmeleri etkileyen farklı faktörlerin iyi analiz edilmesi ile değerlendirilebilecek tir. 


BİLGESAM YAYINLARI 

Kitaplar 

Çin Yeni Süpergüç Olabilecek mi? Güç, Enerji ve Güvenlik Boyutları 
(Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Değişen Dünyada Türkiye'nin Stratejisi 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Türkiye'nin Bugünü ve Yarını 
E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN 

Türkiye Cumhuriyeti'nin Ortadoğu Politikası 
E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN 

Türkiye’nin Vizyonu: Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri 
(Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2010) Bildiri Kitabı 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

IV. Ulusal Hidrojen Enerjisi Kongresi ve Sergisi Bildiri Kitabı 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

Selected Articles of Hydrogen Phenomena 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

Raporlar 

Rapor 1: Küresel Gelişmeler ve Uluslararası Sistemin Özellikleri 
Prof. Dr. Ali KARAOSMANOĞLU 

Rapor 2: Değişen Güvenlik Anlayışları ve Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Rapor 3: Avrupa Birliği ve Türkiye 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Rapor 4: Yakın Dönem Türk-Amerikan İlişkileri 
Prof. Dr. Ersin ONULDURAN 

Rapor 5: Türk-Rus İlişkileri Sorunlar-Fırsatlar 
Prof. Dr. İlter TURAN 

Rapor 6: Irak'ın Kuzeyindeki Gelişmelerin Türkiye'ye Etkileri 
E. Büyükelçi Sönmez KÖKSAL 

Rapor 7: Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme 
Prof. Dr. Fuat KEYMAN 

Rapor 8: Türkiye'de Bağımsızlık ve Milliyetçilik Anlayışı 
Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN 

Rapor 9: Laiklik 
Türkiye'deki Uygulamaları Avrupa ile Kıyaslamalar Politika Önerileri 
Prof. Dr. Hakan YILMAZ 

Rapor 10: Yargının İyileştirilmesi/Düzeltilmesi 
Prof. Dr. Sami SELÇUK 

Rapor 11: Yeni Anayasa 
Türkiye’nin Bitmeyen Senfonisi 
Prof. Dr. Zühtü ARSLAN 

Rapor 12: Türkiye'nin 2013 Yılı Teknik Vizyonu 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

Rapor 13: Türkiye-Ortadoğu İlişkileri 
E. Büyükelçi Güner ÖZTEK 

Rapor 14: Balkanlarda Siyasi İstikrar ve Geleceği 
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK-Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER 

Rapor 15: Uluslararası Politikalar Ekseninde Kafkasya 
Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY 

Rapor 16: Afrika Vizyon Belgesi 
Hasan ÖZTÜRK 

Rapor 17: Terör ve Terörle Mücadele 
M. Sadi BİLGİÇ 

Rapor 18: Küresel Isınma ve Türkiye'ye Etkileri 
Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER 

Rapor 19: Güneydoğu Sorununun Sosyolojik Analizi 
M. Sadi BİLGİÇ 
Dr. Salih AKYÜREK 
Doç. Dr. Mazhar BAĞLI 
Müstecep DİLBER 
Onur OKYAR 

Rapor 20: Kürt Sorununun Çözümü İçin Demokratikleşme, Siyasi ve Sosyal Dayanışma Açılımı 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Rapor 21: Türk Dış Politikasının Bölgeselleşmesi 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Rapor 22: Alevi Açılımı, Türkiye’de Demokrasinin Derinleşmesi 
Doç. Dr. Bekir GÜNAY-Gökhan TÜRK 

Rapor 23: Cumhuriyet, Çağcıl Demokrasi ve Türkiye’nin Dönüşümü 
Prof. Dr. Sami SELÇUK 

Rapor 24: Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu 
Dr. Salih AKYÜREK 

Rapor 25: Türkiye-Ermenistan İlişkileri 
Bilge Adamlar Kurulu Raporu 
Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY 

Rapor 26: Kürtler ve Zazalar Ne Düşünüyor? 
Ortak Değer ve Sembollere Bakış 
Dr. Salih AKYÜREK 

Rapor 27: Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Rapor 28: Mısır’da Türkiye ve Türk Algısı 
M. Sadi BİLGİÇ-Dr. Salih AKYÜREK 

Rapor 29: ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri 
Doç Dr. Cenap ÇAKMAK-Fadime Gözde ÇOLAK 

Demokratikleşme ve Sosyal Dayanışma Açılımı 
Bilge Adamlar Kurulu Raporu 

İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2010) Sonuç Raporu 
BİLGESAM 


Dergiler 

Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009 
Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 2, Bahar 2010 
Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 3, Güz 2010 
Bilge Strateji Dergisi Cilt 2, Sayı 4, Bahar 2011 


Söyleşiler 

Bilge Söyleşi-1: Türkiye - Azerbaycan İlişkileri 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Elif KUTSAL 

Bilge Söyleşi-2: Nabucco Projesi 
Arzu Yorkan ile Söyleşi 
Elif KUTSAL-Eren OKUR 

Bilge Söyleşi-3: Nükleer İran 
E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN ile Söyleşi 
Elif KUTSAL 

Bilge Söyleşi-4: Avrupa Birliği 
Dr. Can BAYDAROL ile Söyleşi 
Eren OKUR 

Bilge Söyleşi-5: Anayasa Değişikliği 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Merve Nur SÜRMELİ 

Bilge Söyleşi-6: Son Dönem Türkiye-İsrail İlişkileri 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK ile Söyleşi 
Merve Nur SÜRMELİ 

Bilge Söyleşi-7: BM Yaptırımları ve İran 
Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI ile Söyleşi 
Sina KISACIK 

Bilge Söyleşi-8: Füze Savunma Sistemleri ve Türkiye 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Eren OKUR 

Bilge Strateji Dergisi Cilt 2, Sayı 4, Bahar 2011 

***

TÜRKİYE'NİN BÖLÜNME RİSKİ NEDİR?

TÜRKİYE'NİN BÖLÜNME RİSKİ NEDİR? 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 


Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin güvenliği açısından önemli sorunlar doğurabileceği gibi ülkenin yıllardır mücadele ettiği PKK terörü bağlamında da ilave sorunlara neden olabilecektir. Bundan daha önemlisi ise Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması uzak bir ihtimal de olsa böyle bir gelişme Türkiye’nin bölünmesine sebep olabilecek şartları doğurabilir. Bu ihtimal son derece uzak olmakla birlikte ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında dikkate alınması gereken bir konuya işaret etmektedir. 

Burada en önemli nokta Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye Kürtlerine cazip gelmesi ihtimalidir. Buna paralel olarak hâlihazırda bölücülükten vazgeçtiğini açık bir şekilde ifade eden PKK terör örgütünün silahlı çatışmanın tonunu ve şiddetini artırma ihtimalidir. PKK’nın ayrı bir Kürt devleti hedefinden vazgeçerek Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları için mücadele ettiğini ifade etmeye başlamış olması bir yönüyle örgütün bu hedefi gerçekçi bulmamasına bağlanabilir. Hâlbuki Kuzey Irak’ta kurulacak bir bağımsız Kürt devleti PKK açısından silahlı mücadeleye yeni bir anlam yükleyebilecektir. 

Otuz yıldan beri bölücü ve ayrılıkçı bir siyasi hedef çerçevesinde faaliyet gösteren PKK terör örgütünün hedeflerine ulaşamayacağı ve Türkiye’yi bölemeyeceği genelde hamasi ve daha çok bir umuda işaret eden bir söylemle dile getirilmektedir. Bununla birlikte bunun tam aksi bir retorik de Türkiye’nin bir cendere içinde sıkıştığını ve büyük güçlerin en azından bazılarının Türkiye’yi bölme hedefini sürekli gündemlerinde tuttuklarını ima etmektedir. 

Sıklıkla Sevr Antlaşması’na atıfta bulunması nedeni ile liberal ve iyimser çevrelerce Sevr Sendromu olarak da isimlendirilen bu düşünce çizgisi bir kenara bırakıldığında Türkiye’nin bölünme ve parçalanma riski daha gerçekçi bir zeminde tartışılabilecektir. 

Küresel siyasi hesaplar ne olursa olsun, dünya siyasi sisteminin alacağı şekil önemli ölçüde uluslararası hukuk parametreleri çerçevesinde belirlenecektir. Burada spesifik uluslararası hukuk kurallarından ziyade küresel sistemi var eden genel ilkelere atıfta bulunmak gerektiğini belirtmekte fayda vardır. Yoksa uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde ifade edilen kuralların sıklıkla ihlal edildiği herkesin malumudur; ancak genel ilkelerin devamlı ve sistemli bir biçimde ihlali o kadar kolay değildir. 

Bu nedenle de Türkiye’nin parçalanma ve bölünme riskinin gerçekçi bir analizi için günümüz uluslararası hukuk anlayışına yön veren temel ilkeleri dikkate almak gerektiği açıktır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki klasik uluslararası hukuk anlayışına göre Türkiye’nin bölünmesi ya da parçalanmasının söz konusu olamayacağını söylemek mümkündür. Ancak, değişen ve daha çok transnasyonel bir niteliğe bürünen günümüz uluslararası hukukuna 
göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi büyük ölçüde Türkiye 
vatandaşlarının evrensel hak ve hürriyetlerinin sahici bir biçimde korunmasına bağlı olacaktır. 


 ***

KUZEY IRAK’TA BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR Mİ?

KUZEY IRAK’TA BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR Mİ? 

Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 


ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli bir konu Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağıdır. Bununla bağlantılı başka bir önemli sorun da bağımsız bir Kürt devletinin kurulması durumunda Türkiye’nin nasıl bir tutum takınacağıdır. ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Kuzey Irak’ın elde ettiği otonom statü ile ilgili olarak zaman içinde belirgin bir şekilde pozisyon değiştiren Türkiye bu sürece hazırlıksız olmadığını göstermiştir. Bugün gelinen noktada artık Türkiye, Irak’ın anayasal 
süreç dâhilinde alacağı siyasi şekle saygı göstereceğini ima etmektedir. Ancak bunun bağımsız bir Kürt devletinin tanınması da dâhil olmak üzere yakın döneme kadar kimsenin dillendirmek bile istemeyeceği ihtimalleri kapsayıp kapsamadığı henüz net değildir. 

Bu çerçevede ilk olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının yakın bir gelecekte mümkün olup olmadığının tespiti önem kazanmaktadır. 2010 yılının sonlarında toplanan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) kongresinde konuşan parti lideri Mesut Barzani bu bağlamda dikkat çekici birtakım mesajlar vermiştir. Konuşmasında Kürtler arasında birlik olması gereğini ima eden Barzani gerek Türkiye ve gerekse bölge açısından büyük önem taşıyan bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı ile ilgili tartışmaya da katkıda bulunmuştur. 

Daha önceki açıklamalarında kendisinin ve Kürtlerin şimdilik bağımsız bir Kürdistan gibi bir hedeflerinin olmadığının altını çizen Barzani son konuşmasında Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının olduğunu hatırlatmıştır. Bir yönüyle önceki tutumu ile çelişki sergiler gibi görünen bu açıklama aslında bütüncül açıdan bakıldığında daha ziyade tamamlayıcı niteliktedir. 

Kısaca ifade etmek gerekirse, Barzani hiçbir zaman Kürtlere ait ayrı bir devletten tamamen vazgeçtiklerini söylememiştir; aksine her Kürdün kalbinde kendilerine ait bir devlette yaşama umut ve isteğinin olduğunun altını çizmiştir. Fakat şartların henüz böylesi bir adım için uygun olmadığını hatırlatarak şimdilik kendilerinin ve diğer Kürtçü aktörlerin bu yönde kısa vadeli bir hedef belirlemediğini açık yüreklilikle ifade etmiştir. 

Bu açıdan bakıldığında aslında Barzani’nin self-determinasyona atıfta bulunması yeni bir istek veya hevese işaret etmemektedir. Diğer bir ifadeyle, daha önceki tutumuyla farklılık arz edecek önemli ve radikal bir değişiklik dile getirmemiştir. Ancak bu gelişmeyi önemli yapan nokta söz konusu açıklamanın büyük bir kongrede ve aralarında Iraklı yöneticilerin olduğu bir yerde yapılmış olmasıdır. Bir başka önemli nokta da konuşmanın özünün bu mesaja ayrılması ve yine kongrenin Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etmeleri sürecinin bir başlangıcı olarak tanımlanmasıdır. 

Elbette Barzani de halen şartların bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için uygun olmadığının farkındadır. Bu açıdan konjonktürü iyi okuduğunu ve gelişmeleri de iyi değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Ancak yine de Kürtlerin bağımsızlık haklarının bâki ve saklı olduğunu da her fırsatta yenileme gereğini hissetmektedir; daha da önemlisi, bunu sabırlı bir şekilde sürdürdüğü politikasının bir parçası olarak yapmaktadır. 

Fakat, Barzani’nin de farkında olduğu üzere, kısa vadede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. Bunlardan bir kısmı elbette sadece bu döneme mahsustur; ama bir kısmı da daha yapısal ve bu nedenle de aşılması daha zordur. Uzun vadede ise ne olacağını söylemek tabi ki zordur; ama sabırlı ve bütüncül bir politika Barzani’nin istediğini elde etmesine olanak verebilecektir. 

Kısa vadede ise bağımsız Kürt devletinin kurulmasının önündeki en önemli engel, bölünmüş bir Irak’ın Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve ABD’nin Ortadoğu vizyonu ile örtüşmeyeceği gerçeği ile yakından ilişkilidir. Uzun detaylardan kaçınarak bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Irak’ın işgali, bölge konusunda uzmanlaşan analistlerin haberini verdikleri Şii hilali etkisi ve tehlikesini daha görünür hale getirmiştir. Yıllardır beklemede olan farklı aktörlerin kapalı tutulduğu Pandora’nın kutusu artık açılmıştır. İşgal ABD açısından hiçbir sorunu halletmediği gibi yeni sorunlara da yol açmıştır. Ki bunların başında İran’ın nüfuz alanının işgalle birlikte görünür düzeyde genişlemiş olması gelmektedir. 

Böyle bir ortamda Irak’ın bölünmesine izin vermek Irak’ı usulca İran’a teslim etmek anlamına gelecektir. Mevcut haliyle Irak’ın İran etkisine tam olarak girmesinin önündeki en önemli, ama bu rolü oynamaya da pek hevesli olmayan, engel Kuzey Irak’ta Kürtlerin varlığıdır. Irak Şiilerini bir blok gibi değerlendirmek doğru olmasa da, bugün Iraklı Şii grupların en azından bir kısmı İran’la ortak hareket ediyor görüntüsünü vermekten çekinmemektedir. Bu da ABD 
açısından durumun oldukça ciddi olabileceği anlamına gelmektedir. 

Aynı çerçevede üzerinde durulması gereken ikinci önemli faktör uluslararası hukukun self-determinasyon ile ilgili düzenlemelerinin her isteyen topluluğa kolayca bağımsızlık imkânı tanımıyor olmasıdır. Evet, ulusların kendi kader ve geleceklerini tayin hakkı vardır; ancak bu hak mutlak ve sınırsız değildir. Diğer bir ifadeyle söz konusu hakkın kullanılması birtakım başka koşulların sağlanmasına bağlıdır. En basitinden self-determinasyonun, uluslararası 
camianın bir üyesi olan bağımsız bir devletin “egemenlik” hakkını ihlal etmiyor olması gerekmektedir. Bu da self-determinasyon ilkesine dayanarak bağımsızlık ilanının ancak merkezi devletin rızası ile mümkün olabileceği anlamına gelmektedir. Irak örneğinde de bağımsız bir Kürdistan, ancak merkezi bir hükümet ile buna olanak tanıyan bir antlaşma yapılması ile mümkündür. Bu ise hâlihazırda oldukça uzak bir ihtimaldir. Ancak Barzani, böylesi bir fırsatı sunan konjonktür oluştuğunda bağımsızlık için hazır olmak istemektedir. 


***

ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE MUHTEMEL ETKİLERİ

ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE MUHTEMEL ETKİLERİ 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 



ABD Başkanı Obama seçim kampanyası sırasında verdiği sözlere büyük ölçüde sadık kalarak Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısının Ağustos ayı sonunda 50.000’e indirileceğini teyit etmiştir. Bu yeni hamleyle birlikte Ağustos ayı sonu itibariyle Irak’ta savaşa doğrudan katılacak Amerikan askerinin kalmayacağı tahmin edilmiştir. Bu tahminler büyük ölçüde gerçekleşmiş ve planlanan takvimden önce Amerikan muharip güçleri ülkeyi terk etmiştir. 

Bölgede kalmaya devam edecek olan Amerikan askeri ise destek amaçlı fonksiyonlar üstlenecektir; Irak yetkililerine danışmanlık ve rehberlik işlevi görecek bu askeri varlık ayrıca ülkedeki Amerikan çıkarlarını koruyacaktır. Amerikan askerleri sadece Irak güvenlik güçlerini eğitmeye devam edecek ve teröre karşı operasyonlara katkı sağlayacaktır. 

Bundan çok daha önemlisi ise askeri çekilme takviminin herhangi bir aksaklık olmadan işlemeye devam etmesi yılsonunda Irak’ta Amerikan işgalinin bitmesi anlamına gelecektir. 2008 yılında ABD ile Irak hükümeti arasında imzalanan SOFA anlaşmasına göre 2011 yılının sonunda ülkedeki Amerikan askeri varlığı sona erecektir. Bu takvimin ve söz konusu anlaşmanın öngördüğü çekilme sürecinin ne derece sağlıklı işleyeceği ile ilgili kuşkular, çekilmenin tekrar teyit edilmesiyle ve 2010 Ağustos ayı sonunda gerçekleşen asker sayısındaki indirimle kısmen de olsa giderilmiştir. Elbette asker sayısının 50.000’e indirilmesi ABD’nin Irak’tan 2011 yılı sonunda çekileceği anlamına gelmeyebilir. Diğer bir ifadeyle 
böylesi bir çekilmeye rağmen, başka gelişmelerin vuku bulması halinde ABD’nin tam çekilmesinin ertelenmesinin gündeme gelmesi mümkündür. Ancak gerek Obama’nın bu konuda açık taahhütlerde bulunmuş olması ve gerekse sürecin şu ana kadar büyük ölçüde sorunsuz ilerlemesi bu konuda önemli işaretler vermektedir. 

Çekilmenin öngörüldüğü şekilde 2011 yılının sonunda tamamlanması için güçlü bir neden de bunun Obama yönetimi için artık bir prestij meselesi haline gelmiş olmasıdır. Seçim kampanyasında bu konuya genişçe yer ayırmış olması ve Amerikan halkının artık somut sonuçlar görmek istemesi Obama’yı bu konu söz konusu olduğunda daha hassas hale getirmektedir. Unutmamak gerekir ki Bush’un, iki kere üst üste seçim kazanmış olmasına rağmen popülaritesinin ve inanırlılığının Amerikan halkı nezdinde sorgulanır hale gelmesinde en büyük etken Irak’ta Amerikan askeri varlığının ve diplomasisinin içine girdiği çıkmazdı. 

Obama bu karışık ve sorunlu durumdan ABD’yi çekip çıkarma vaadiyle seçimi kazanmıştır. Dolayısıyla aksine güçlü bir neden olmadıkça çekilme takviminin öngörüldüğü şekliyle sürdürülmesi konusunda özel bir çaba göstereceğini söylemek mümkündür. Zira Afganistan konusunda şimdiden ciddi problem yaşayan Obama’nın benzer bir sorunu Irak söz konusu olduğunda yaşamak istemeyeceği tahmin edilebilir. Muhtemelen Afganistan’da var olan asker sayısının artırılmasından başka bir seçeneğe izin vermeyen bir durum söz konusu olmuştur; ancak benzer bir durum yaşanmadıkça ABD’nin Irak’tan çekilme takvimine sadık kalacağını belirtmek gerekir. Böylesi bir ortam ise ancak yeniden artan şiddetin yaratacağı kaos ile mümkün olabilecektir. Amerikan askeri varlığının azalmasının gündeme geldiği günlerde ve muharip askerlerin tamamen çekilmesinden sonraki süreçte el Kaide’nin saldırılarını yoğunlaştırması bu nedenle sürpriz olarak görülmemelidir. 


Sadece çekilme işaretlerinin verilmiş olmasının bile bu denli bir hareketlenmeye neden olduğu dikkate alındığında Irak’taki Amerikan askeri varlığının tamamen sona ermesinin önemli etki ve sonuç doğuracağını öngörmek mümkündür. Çekilmenin önemli etkilerinden bir tanesi hiç kuşku yok ki bir güç boşluğuna yol açacak olmasıdır. Elbette Ağustos ayı sonundan itibaren ülkede kalacak olan 50.000 Amerikan askeri, işgal başlangıcındaki sayı ile kıyaslandığında sembolik düzeyde kalmaktadır. Bu bağlamda takvimin tedrici bir çekilmeyi öngörmesi önemli ve yerinde bir karar gibi görünmektedir. Ancak hiçbir Amerikan askerinin 
olmadığı bir Irak’ta silahlı grupların cesaret kazanması kuvvetle muhtemel olacaktır. 

Bir başka önemli nokta da çekilme süreci nispeten sorunsuz ilerlerken Irak’ta siyasi istikrarın sağlandığı veya sağlanabileceği yönünde güçlü işaretlerin olmamasıdır. İktidarı bırakmaya niyeti olmadığının işaretlerini veren Nuri el Maliki bazı işaretlere dayanarak totaliter eğilimlere sahip olmakla suçlanmıştır. Ortadoğu’nun hemen hemen tümünde hâkim olan bu güçlü eğilimin, Amerikan askeri varlığının sona ermesi ile birlikte Irak’ta nelere sebep olacağını kestirmek mümkün değildir. Bu çerçevede devrik Irak lideri Saddam’ın yardımcısı ve 
halen hapiste bulunan Tarık Aziz’in Amerikan çekilme sürecini eleştirirken Obama’nın Irak’ı kurtların elinde bırakacağı şeklinde bir çıkış yapması önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Gerçekten de siyasi arenada Amerikan işgali sonrasında Irak’ta ne olabileceği ile ilgili maalesef iyimser olmak o kadar kolay değildir. 

Bununla birlikte bu hiçbir şekilde Obama’nın Irak’ı kendi halinde bırakmaya niyetli olduğu anlamı taşımamaktadır. Amerikan askerlerinin çekilmesine rağmen Obama yönetimi Irak’ta istikrar sağlama adına diplomasiye ağırlık vermeye devam edecektir. Elbette Amerikan ilgisi bununla sınırlı kalmayacaktır; şimdiden çok sayıda petrol anlaşması yapılmış durumdadır ve özellikle Kuzey Irak’ta Amerikan şirketlerinin önemli ayrıcalıklar kazandığı belirtilmektedir. 

İlave olarak bu şirketlerde işgal sürecinde önemli roller üstlenmiş olan Amerikalı diplomat, asker ve politikacıların da kritik pozisyonlarda olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. 


***

ABD IRAK'TAN NEDEN ÇEKİLİYOR?

ABD IRAK'TAN NEDEN ÇEKİLİYOR? 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 


2008 yılında Irak hükümeti ile ABD arasında imzalanan SOFA (Status of Forces Agreement) anlaşmasına göre ülkedeki Amerikan askerlerinin tamamı 31 Aralık 2011 tarihine kadar çekilmiş olacaktır. Çekilmenin gerçekten gerçekleşmeyeceği ile ilgili şüpheler ve kötümser senaryolar en azından şimdilik sürecin belirlenen takvime göre sorunsuz bir şekilde ilerlemesi nedeniyle pek fazla itibar görmemektedir. 

Söz konusu anlaşma hükümleri ve yükümlülükleri arasında olmamasına rağmen, Obama yönetimi ülkede muharip unsur bırakmama ve mevcut asker sayısını belirgin ölçüde azaltma kararı almıştır. Obama’nın tam çekilme tarihini bir kez daha teyit etmesi çekilme sürecinin Amerika tarafından ciddiye alındığını ve bu konuda bir kararlılığın olduğunu göstermektedir. 

1.1. ABD'yi Irak’tan Çekilmeye Sevk Eden Faktörler 

Her şeyden evvel işgalci bir gücün bu konumunu sürdürmesi modern uluslararası siyasi ortamda neredeyse imkân dışıdır. İşgalin sürdürülebilirliği mümkün olmadığı gibi uzayan işgal süreci, işgalci güç için bile artık bir noktadan sonra ciddi bir yük haline gelebilmektedir. Güvenliği adına Filistin topraklarının önemli bir kısmını işgal eden İsrail'in hem de aşırı sağcı bir hükümet döneminde askerlerini bazı işgal bölgelerinden çekmesinin en temel nedeni de budur. Kaldı ki işgalci statüsü işgal eden ülkeye uluslararası hukuka göre önemli  yükümlülükler getirmektedir. İşgalci ülkenin zannedilenin aksine hareket sahasının çok fazla geniş olmaması ve kendi gündemini uygulama konusunda tasarruf yetkisinin kısıtlı olması işgalci statüsünün pek de cazip olmadığını göstermektedir. 

İkinci önemli neden ise işlerin Irak'ta işgalin ilk dönemlerine göre oldukça iyiye gitmesidir. 

Özellikle 2007 yılından itibaren, işgalin ilk yıllarında en önemli problem olan güvenlik sorunu artık yönetilebilir bir hale gelmiş ve bu durum farklı rapor ve resmi görüşlerle teyit edilmiştir. 

Böylece Obama yönetimi çekilme konusunda kararlı bir tavır edinmiştir. Irak gerçeklerine vâkıf olmaya başlayan ve bu bağlamda kabilecilik bağlarının önemini kavrayan ABD yönetimi kabile ve grupların el Kaide karşısında etkin bir tavır takınmaları yönünde önemli çabalar göstermiştir. Bu çabalar büyük ölçüde sonuç vermiştir; bugün el Kaide ve benzeri gruplara Anbar gibi kale konumundaki bölgelerde bile eskisi gibi destek verilmemektedir. 

Bir başka önemli faktör de Irak işgalinin artık Amerikan halkı nezdindeki meşruiyetinin iyiden iyiye zayıflamış olmasıdır. İşgalin ilk yıllarında yüzde 70’lere varan destek bugün yüzde 30’lar seviyesine inmiş durumdadır. Somut sonuçların elde edilemediği kanaati, işgalin gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahları konusundaki iddiaların asılsız olduğunun ortaya çıkması, 11 Eylül'ün psikolojik etkisinin azalmaya başlaması ve daha da önemlisi çatışmalarda verilen 
askeri kayıplar Amerikan halkının işgale yönelik düşüncelerini önemli ölçüde etkilemiş durumdadır. İşgalin bütün yükünün Amerikan halkının vergileri ile karşılandığı şeklindeki pek de yanlış olmayan- kanaat de Amerikan halkının öfkesine neden olmaktadır. Bütün bunların bir sonucu olarak gittikçe artan sayıda Amerikalı, işgalin bir an önce sona ermesini istemektedir. Nitekim aslında Obama'ya seçimde verilen desteğin bir anlamı da budur. 

Tahminlerin aksine Amerikan dış politikası ve dışişleri halkın algılarına ve tepkilerine son derece duyarlıdır. Normalde Amerikan halkının dış politika konularına ilgisiz ve yabancı olduğu bir gerçektir. Ancak halkın dikkatini çekebilmiş konularda halkın ne düşündüğü ve ne tepki verdiği dış politika yapım sürecinde önemli bir etkiye sahiptir. Irak işgali de bu konulardan birisidir. 

Son olarak işgalin maliyetinin büyüklüğü ve Amerikan ekonomisinin son dönemlerde önemli krizler ve problemlerle boğuşması işgalin bir an önce sona erdirilmek istenmesinin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi olarak gösterilebilir. Elbette işgal harcamalarının doğrudan krizler üzerinde belirleyici etkisi olmayabilir. Ancak Irak'taki Amerikan askeri harcamalarının son derece büyük miktarlarda olduğu dikkate alındığında, işgalin finansal boyutunun belirgin bir etkisi olmayacağını söylemek oldukça zordur. 

***

ABD, NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYE YE ETKİLERİ

ABD, NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYE YE ETKİLERİ 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı) 
No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36-38 
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 


Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 


Copyright © ŞUBAT 2011 
Bu yayının tüm hakları saklıdır. 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

SUNUŞ 


Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM)’nin kuruluş amaçları arasında yer almaktadır. BİLGESAM, 
Bilge Adamlar Kurulu’nun ilk toplantısında alınan kararlar doğrultusunda, yukarıda aktarılan amaçları gerçekleştirmek üzere, çeşitli konularda raporlar hazırlamaktadır. 

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgaliyle farklı bir döneme giren Ortadoğu bölgesinin, Amerikalı muharip güçlerin 2011 yılı sonunda bu ülkeden çekilmesiyle yeni bir sürece gireceği beklenmektedir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi gerek ülke içindeki dinamikleri gerekse bölge genelindeki dengeleri etkileyebilecek bir gelişmedir. Irak’ta yaşanabilecek siyasi istikrarsızlık, güç boşluğu ve kuzeydeki özerk yapının gelecekte bağımsız olma ihtimali Ortadoğu siyaseti açısından önemli sonuçlar doğurabilir. Sürecin özellikle Kuzey Irak açısından doğurabileceği sonuçları, çekilmenin Türkiye için önemine işaret etmektedir. 

“ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri” raporu; ABD’yi 2011 sonunda Irak’tan çekilmeye sevk eden sebepleri, çekilmenin Kuzey Irak üzerinden Türkiye’yi etkileyebilecek muhtemel sonuçlarını incelemekte ve kuzeydeki özerk yapının self determinasyon ilkesini uygulama olasılığını uluslararası hukuk perspektifinden değerlendirmektedir. 

Raporu, ABD sonrası Irak’ın doğuracağı sonuçların Türkiye’deki karar alıcılar tarafından iyi tahlil edilmesine ve milli menfaatler doğrultusunda isabetli kararlar alınmasına hizmet edeceği ümidiyle dikkatlerinize sunar, raporu hazırlayan Doç. Dr. Cenap Çakmak ve Fadime Gözde Çolak’a ve yayına hazırlık sürecinde katkı sağlayan BİLGESAM personeline teşekkür ederim. 

 Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 


ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ 

ÖZET 

Irak’ın 2003’ten beri devam eden işgalinin ABD’nin muharip güçlerini çekmesiyle 2012’de son bulması bekleniyor. ABD’nin Irak’taki varlığı bölgede bir denge oluşturmuş, ancak bu dengenin ABD’nin çekilmesinin ardından hangi yönde ve nasıl bir değişiklik geçireceği kaygıları doğmuştur. Konuyla ilgili en büyük kaygı ABD’den sonra oluşabilecek sorunların önce Irak’ın, ardından da bölgenin geleceğini etkileyebilecek olmasıdır. Sürecin daha anlaşılır bir hal alabilmesi adına ABD’yi 2011 sonrası Irak’tan çekilmeye zorlayan sebepler ele alınmalı; Irak’ın iç dinamiklerinin bu süreci nasıl etkileyebileceği ve muhtemel sonuçları 
değerlendirilmeli; bu sonuçların özellikle Kuzey Irak konusunda Türkiye’yi etkileyebilecek tarafları ortaya konmalı ve tüm bu sürecin uluslararası hukuk adına ne ifade ettiği incelenmelidir. 

ABD Irak’tan Neden Çekiliyor? 

2008 yılında imzalanan SOFA (Status of Forces Agreement) anlaşmasına göre, ABD 31 Aralık 2011 tarihinde askerlerinin tamamını Irak’tan çekmiş olacaktır. Bu anlaşmanın ABD tarafınca yerine getirilmeyeceğine dair şüpheler bulunmaktadır. Ancak, Obama yönetimi anlaşma maddelerinde bulunmamasına rağmen muharip unsur bırakmama ve mevcut asker sayısını da azaltma kararı almıştır. ABD’yi Irak’tan çekilmek için bu kadar istekli davranmaya sevk eden nedenler şu şekilde sıralanabilir: 

. Uluslararası ortamın işgalin sürdürülebilirliğine daha fazla müsaade etmemesi ve bu durumun ABD’nin hareket kabiliyetini kısıtlaması ve yükümlülüklerini artırması; 
. Irak’ta 2007’den bu yana iyileşmenin söz konusu olması, güvenlik sorununun 
yönetilebilir bir hal alması; 
. İşgalin meşruiyetinin Amerikan kamuoyunda zayıflaması, somut sonuçların elde edilemediğinin düşünülmeye başlanması, kitle imha silahlarının bulunmaması, ABD’nin askeri kayıpları, 11 Eylül’ün psikolojik etkisini yitirmesi; 
. Obama’nın seçimlerden önce Irak sorununu çözeceğini belirtmesi; 
. ABD ekonomisinin işgalin maliyetinden ötürü oldukça etkilenmiş olması. 

ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Muhtemel Etkileri 

ABD’nin Irak’tan çekilmesi ABD’nin Irak’tan tamamen vazgeçtiği anlamına gelmemekte, aksine değişen koşulların etkisiyle bölgede üstlendiği rolün mahiyetinin değiştiğini ifade etmektedir. Irak’ta kalmaya devam edecek Amerikan askerinin destek amaçlı bir görevi olacağı ve bir yandan da ABD çıkarlarını korumaya devam edeceği açıktır. Ancak ABD tamamen bölgeden çekilmese de 2012 yılından itibaren Irak’ın karşılaşabileceği pek çok 
sorun bulunmaktadır. 

. Muhtemel bir güç boşluğu yaşanacaktır. Hiçbir ABD askerinin bulunmadığı bölgelerde silahlı grupların cesaret kazanması muhtemeldir. Özellikle kısa vadede Irak’ta siyasi istikrarın sağlanması yönünde umut olabilecek işaretlerin olmaması güç boşluğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. 
. Nuri el Maliki gibi liderlerin totaliter eğilimlere sahip olması ve Irak’ın ABD’den sonra nelerle karşılaşabileceğinin muğlâk olması gibi bir durum da söz konusudur. 
. Kuzey Irak işgalin başlamasından bu yana geçen süreçte otonom bir yapıya ulaşmıştır. Bu sürecin bağımsızlıkla sonuçlanması kısa ve orta vadede mümkün 
görünmemektedir. Uzun vadede ise bağımsızlığın gerçekleşme ihtimali ABD’nin 
çekilmesinden sonra oluşan güç boşluğunun bir sonucu olarak ortaya çıkabilir. 

Kuzey Irak’ta Bir Kürt Devleti Kurulabilir mi? 

Irak’ı gelecekte neyin beklediği konusunda Türkiye’yi en çok etkileyebilecek dinamik bu ülkenin kuzeyindeki siyasal oluşumun ne yönde gideceğidir. ABD’nin işgali ile birlikte otonom bir statü kazanan Kuzey Irak için sorulan sorular bu oluşumun bağımsız bir devlet olup olamayacağı yönündedir. Bu sorular, iç politikasında yaşadığı sorunlardan ötürü Türkiye için özel bir anlam ifade etmektedir. Türkiye, Kuzey Irak’ta otonom bir Kürt yönetimin kurulmasının ardından yaşanacak değişimin anayasal düzlemde gerçekleşmesi sonucunda  alacağı şekle saygı göstereceğini ima etmişti. Öte yandan Türkiye’nin bu tutumunun sınırları da bilinememektedir. 

. Bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının kısa vadede mümkün olmadığı, Kürt 
yönetiminin böyle bir hedefinin bulunmadığını belirtmesi bu süreçte en önemli 
noktalardan biridir. Öte yandan, özerk bir yapı ile sınırlı olduğu anlaşılan mevcut 
hedefin uzun vadeli olmadığı ve bağımsız bir Kürt devleti fikrinden tamamen 
vazgeçtiklerini gösterir bir durumun da söz konusu olmadığı açıktır. 
. Uluslararası ortamın ve kimi yapısal engellerin varlıkları dikkate alındığında, 
Barzani’nin self determinasyon ilkesine yaptığı vurgular kısa dönem için bağımsızlık isteğine işaret etmemektedir. Bu engeller temelde bölünmüş bir Irak devletinin ABD ulusal çıkarlarına uymayacağı, özellikle İran’ın bölgedeki etkisini artırabilecek bir ortam oluşturması sebebiyle mümkün olamayacağı açıktır. 
. Siyasi duruma ek olarak, self determinasyon ilkesi bölge için telaffuz edilmeye 
başlansa da, uluslararası hukuku ilgilendiren teknik yönü açısından bu ilkenin ne 
ölçüde gerçekleşebileceği tartışmalıdır. 

Türkiye’nin Bölünme Riski Nedir? 

Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması özellikle güvenlik ve PKK terör örgütü bağlamında ilave sorunlara neden olabilir ki bu da akıllara Türkiye’nin bölünme riskini getirmektedir. Ancak bu ihtimalin oldukça düşük olduğunu da göz önünde tutmak gerekir. 

. Bu ihtimallerin gerçekleşebilmesi konusunda öncelikle Kuzey Irak’ta kurulacak Kürt devletinin Türkiye Kürtleri için bir cazibe merkezi haline gelmesi ve PKK terör örgütünün silahlı mücadeleye bu durum üzerine yeniden başlaması ihtimali bulunmaktadır. 

Temel Uluslararası Hukuk İlkeleri 

. Devletlerin egemenlik haklarına saygı ve iç işlerine karışmama ilkesi konuyla ilgili temel ilkeler arasındadır. 
. Self determinasyon ilkesi de 20. yüzyıla damgasını vurmuş olmasına rağmen yukarıdaki ilkeleri ihlal edecek biçimde uygulanmamıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren özellikle insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi rejiminin öneminin artmasıyla devletlerin egemenliği ile ilgili bu kavramlar daha fazla sorgulanmaya başlamıştır. Yine de self determinasyon ilkesi ile ilgili net sınırlar bulunmamaktadır. Özellikle “iyi tanımlanmış ulusal istekler” gibi muğlâk kavramlar vasıtasıyla bu ilkenin çerçevesinin çizilmeye çalışılması oldukça sıkıntılıdır. 

. Kendi kendine yönetme becerisi, azınlığın haklarına karşı çoğunluğun haklarının ne derece zarar göreceği gibi konular self determinasyon ilkesinin diğer tartışmalı konularıdır. 
. Tüm bu ilkeler ışığında Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması durumunda Türkiye’nin bölünmesi ihtimalinin söz konusu olmadığı gözlemlenmektedir. Bu durumun Türkiye aleyhine dönmesini yine Türkiye’nin yürüteceği politikaların belirleyeceğini göz önünde tutmak gerekir. 

GİRİŞ 

2003 yılında başlayan ABD’nin Irak işgali 2011 yılı sonunda tamamen sona erecek midir? Bu konuda dile getirilen önemli tereddütler olmakla birlikte şu an için görünen Obama’nın bu çerçevede verdiği sözleri tutacağı ve ABD’nin Irak’taki askeri varlığını tamamen sona erdireceği yönündedir. Belirtmek gerekir ki bu çekilmenin gerçekleşmesinin ilk işaretleri de verilmiş durumdadır. Amerikan yönetimi, planlanandan daha önce hareket ederek Irak’taki 
muharip askerlerini sessiz sayılabilecek bir şekilde ülkeden çekmiştir. 

ABD’nin Irak’tan çekilmesinin önemli etkilerinin olacağı öngörülmektedir. 2003 yılından beri devam eden işgal ülkede ve bölgede belirgin bir dengenin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu dengenin ne kadar istikrarlı olduğu tartışmalı olmakla birlikte Amerikan askeri varlığının bölgede önemli değişikliklere neden olduğu açıktır. Şimdi de bu değişikliklere neden olan temel aktörün ülkedeki askeri varlığını sona erdirmesinin ne tür değişikliklere sebep olacağı büyük önem kazanmaktadır. 

Irak’taki Amerikan askeri varlığı bu ülkede ve bölge genelinde oluşan dengenin temel belirleyenlerinden biridir. Amerikan askeri varlığının sona ermesi ile birlikte Irak’ta bir güç boşluğunun doğması tehlikesinden söz edilebilmektedir. Güç boşluğunun oluşması tek başına önemli bir olgudur ve sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde Türkiye’nin dikkate alması gereken önemli gelişmeleri beraberinde getirebilecektir. Bu gelişmelerin başında ülke içinde meydana gelebilecek etnik ve mezhepsel çatışmalar, ülke petrollerinin paylaşılmasında yaşanabilecek güçlükler, siyasi sistemin şekli ve yapısı ve en önemlisi de Irak’ın bütünlüğünün korunup korunamayacağı dır. 

Bütün bunlar Türkiye’nin yakından takip etmesi ve dikkat etmesi gereken konular olarak öne çıkmaktadır. 3. Büyükelçiler Toplantısı’nda Dışişleri Bakanı’nın ana hatları ile çerçevesini çizdiği vizyoner dış politika yaklaşımını benimseyen Türkiye açısından, ABD’nin çekilmesi sonrası Irak büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin bölgesel ve küresel gelişme ve krizlere ilgisiz kalmayacağını ve söz konusu sorunlara karşı aktif bir tutum sergileyeceğinin altını çizen Davutoğlu, Türkiye’nin sorunlar karşısında dinamik, yatıştırıcı ve çözüm sağlayıcı bir fonksiyon üstleneceğini hatırlatmıştır. Irak özelinde ortaya çıkması muhtemel sorunların bu çerçeveye dâhil olacağına şüphe yoktur. 

Bu çalışma ABD’nin Irak’tan neden çekildiği üzerinde durmakta ve özellikle çekilmenin Türkiye üzerindeki muhtemel etkilerini tartışmaktadır. Bu bağlamda öne çıkan temel hususlar, askeri çekilmenin ülkede doğurabileceği kaos ve siyasi güç boşluğu, Kuzey Irak’a konuşlandırılabilecek BM askeri misyonu ve uzun vadede anayasal düzenlemelere bağlı olarak Irak’ın ikiye ve hatta üçe bölünmesi dir. Söz konusu bölünme ihtimali Türkiye açısından özellikle Kürt sorunu nedeniyle büyük bir önem taşımakta, bölgesel istikrar açısından ise İran’ın nüfuz alanının belirgin bir biçimde genişlemesi bakımından dikkatle incelenmesi gereken bir konu haline gelmektedir. 

Irak’ın bölünmesine bağlı olarak İran’ın ülke üzerinde ve bölge genelindeki nüfuzunun artması sadece Türkiye için değil ABD için de önemli bir endişe kaynağıdır. Bunun Türkiye ile ABD arasında bir yakınlaşmayı gerektirip gerektirmediği ayrıca önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Türkiye’nin İran ile geliştirdiği yakın ilişkiler ve ABD’nin bölge ile ilgili 
vizyonu birlikte değerlendirildiğinde konunun daha da karmaşık hale geleceğini öngörmek mümkündür. 

Bunun yanı sıra Irak’ın bölünmesi ile ortaya çıkabilecek bir Kürt devletinin Türkiye Kürtleri üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi de önem kazanmaktadır. Böylesi bir senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin nasıl bir tutum takınması gerektiği şimdiden üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. 


***

20 Şubat 2017 Pazartesi

YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “ TANINMA ” BÖLÜM 2



 YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “ TANINMA ” BÖLÜM 2




3.5. Müzakere Süreci ve GKRY’nin AB Üyeliği 

GKRY 1 Mayıs 2004 tarihinde, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ne tam üye olmuştur. Türkiye tarafında aynı gün yapılan açıklamada, AB’ye katılacak olan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil etmeye yetkili olmadıkları, eşit statüye sahip Kıbrıs Türkleri veya Kıbrıs Adası’nın tamamı üzerinde yetki veya egemenliklerinin bulunmadığı, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Kıbrıs Türklerine zorla empoze edilemeyeceği, kendi anayasal düzenleri altında ve kendi sınırları içerisinde örgütlenmiş bulunan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil eden yasal hükümet olarak kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Açıklamada ayrıca, Kıbrıs Türklerinin kendi ülke sınırları ve anayasal düzenleri içerisinde örgütlenmiş bir halk olarak, hükümet etme yetkisini ve egemenliklerini kullanmakta oldukları, bu çerçevede Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımaya devam edeceği ve Güney Kıbrıs’ın AB’ye girişinin Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarına dayanan Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerine hiçbir şekilde haleldar edemeyeceği ifade edilmiştir. 

BM Genel Sekreteri, 28 Mayıs 2004 tarihli iyi niyet misyonu raporunda, referandumlar sonrasında Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia 
tarafından ele alınması gereğine işaret etmekte ve Kıbrıs Türklerine baskı uygulamak veya onları dünyadan tecrit etmek için hiçbir gerekçe 
kalmadığını kayda geçirmektedir. Bu çerçevede Kıbrıs Türklerine yönelik ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması için uluslararası camiaya ve Güvenlik 
Konseyi’ne kuvvetli bir çağrıda bulunmuş, Kıbrıs Türk tarafının kalkınmasını engelleyen ve onları dünyadan tecrit eden uygulamalara son verilmesini istemiş, 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarının buna engel teşkil etmediğini vurgulamıştır. 

Genel Sekreter raporunda ayrıca, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün siyasi eşitlik ve ortaklık temeline dayalı olması gerektiğini vurgulamış, Çözüm Planı’nın başarısızlığa uğramasının sorumluluğunu Kıbrıs Rum tarafına yüklemiş, Rum tarafının tutumunu sorgulamış ve gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istemeleri halinde Rumların bunu dile getirmelerinin yeterli olmayacağını, aynı zamanda eylemleriyle de göstermeleri gerektiğini belirtmiştir. Rumların böylece Annan Planı’nı değil, esasen çözümü reddettiklerini de kayda geçiren Genel Sekreter, durumun kapsamlı bir değerlendirmeyi gerektirdiğini vurgulamış, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının müzakereler öncesinde, sırasında ve sonrasındaki olumlu tutumunu takdirle karşıladığını beyan etmiştir. 

4. MÜZAKEREYE TARAFLARIN BAKIŞI VE GETİRDİKLERİ ÖNERİLER 

GKRY Radyo Televizyon Kurumu tarafından 18-19 Mart 2006 tarihlerinde seçmen niteliği taşıyan 1200 kişinin katıldığı bir anket gerçekleştirilmiştir. 
Söz konusu anket, Kıbrıs Rum Halkının genel olarak Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı Türklere, ülkemizin AB üyeliğine ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimine 
bakışına dair dikkat çekici ipuçları içermektedir. Anket sonuçlarından, başta gençler olmak üzere Kıbrıs Rum halkının önemli bir bölümünün Kıbrıslı 
Türklere sempati duymadığı ve onlarla tek bir çatı altında yaşamak istemediği ortaya çıkmıştır. Başta ABD, AB ülkeleri ve diğer ilgili taraflarca bile uzlaşmaz tutumuyla çözüme engel olduğu dile getirilen GKRY lideri Papadopoulos'a ve izlediği Kıbrıs politikasına destek verdikleri görülmüştür. 

GKRY'de yapılan anketlerde 18-25 yaş arasındaki Rum gençlerin %61’inin Türklerle birlikte yaşamak istemediklerini beyan ettikleri göz önünde 
bulundurulduğunda, Kıbrıs sorununa BM çerçevesinde kapsamlı bir çözüm bulunması yönündeki çabalar açısından GKRY’de yerleşen “retçi” zihniyeti 
açıkça sergilemektedir. 

GKRY’de 21 Mayıs 2006 tarihinde milletvekilliği genel seçimleri gerçekleştirilmiştir. Seçimler hem Annan Planı üzerinde 24 Nisan 2004 
tarihinde düzenlenen referandumlardan sonra yapılan ilk genel seçimin galibi “Kıbrıs sorununun çözümünü reddedenler” olmuştur. 2004 yılındaki 
referandumlarda Annan Planı’nı savunan ana muhalefet partisi konumundaki DİSİ’nin oylarında 2001 yılına oranla %3.67 civarında kayıp olması dikkat 
çekicidir. Seçim sonuçlarının dikkat çeken bir diğer yönü, Rum lider Papadopulos’un başında bulunduğu DİKO partisinin oylarını % 3.07 
oranında artırmış olmasıdır. Bu partinin seçimlerde oylarını artırması, anılan retçi zihniyetin az da olsa GKRY’de tabanını genişlettiğine işaret etmektedir. 

Referandumlar sonrasında KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Papadopulos, 5 Eylül 2007 tarihinde BM Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisi Möller’in de hazır bulunduğu bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Cumhurbaşkanı Talat, toplantıda, 14 ayda 52 görüşme yapılmasına rağmen gelişme sağlanamadığını, Rum tarafının teklifi doğrultusunda bir-iki Teknik Komite ve Çalışma Grubu kurularak çalışmalara başlanması ve sürecin oluruna bırakılması halinde kapsamlı çözüm perspektifinden uzaklaşılacağını vurgulamıştır. Talat, iki tarafın kapsamlı çözüm perspektifi üzerine yoğunlaş malarının ve yükümlülük üstlenmelerinin önem taşıdığının altını çizerek, iki-iki buçuk ay sürecek hazırlık dönemini takiben müzakerelerin başlatılması ve 2008 yılı sonuna kadar kapsamlı çözüme ulaşılması yönünde bir öneri getirmiştir. Talat ayrıca, günlük yaşamı ilgilendiren Teknik Komitelerin de bu görüşme sürecinden bağımsız olarak bir an önce faaliyete geçmesini teklif etmiştir. 

Talat, ayrıca Ada’da kapsamlı çözümün, yerleşik BM parametreleri ve müzakere sürecinde ortaya çıkan müktesebat zemininde gerçekleşmesi gerektiğine dikkat çekerek, müzakerelere sıfırdan başlanmasının mümkün olmadığını kaydetmiştir. GKRY lideri Papadopulos, Cumhurbaşkanı Talat’ın önerilerini reddetmiş ve kısıtlı bir gündem çerçevesinde liderlerin belirli aralıklarla bir araya gelmesi şeklinde özetlenebilecek bir tutum sergilemiştir. 

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 16 Ekim 2007 tarihinde New York’ta BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’la bir görüşme yapmıştır. Talat bu görüşmede Papadopoulos’un uzlaşmaz tutumuna atıfta bulunarak, Kıbrıs Türk tarafının kapsamlı çözüme ilişkin yaklaşımını izah etmiş, ayrıca Genel Sekreter’e Kıbrıs’ta iki taraf arasında olumlu bir atmosferin tesis edilebilmesi için bir Güven Artırıcı Önlemler paketi sunmuştur. 

AKEL lideri Hristofyas 17 Şubat 2008 tarihinde yapılan GKRY başkanlık seçimlerinde ilk turunda oyların %53.37’sini alarak GKRY başkanlığına 
seçilmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Talat 22 Şubat 2008’de BM Genel Sekreteri’ne muhatap mektubunda Kıbrıs Türk tarafının çözüm iradesini muhafaza ettiğini ve yeni bir müzakere süreci başlatmaya hazır olduğunu bildirmiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan da BM Genel Sekreteri, AB Komisyonu Başkanı, BMGK daimi üyeleri ve AB devlet ve hükümet başkanlarına muhatap 6 Mart 2008 tarihli mektubunda esas olarak KKTC’nin çözüme yönelik yaklaşımını desteklediğini vurgulamıştır. 

KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde gerçekleştirdikleri görüşmede Teknik Komiteler ve Çalışma Grupları kurulması ve üç ay sonra bir araya gelerek BM Genel Sekreteri’nin ‘İyi Niyet Misyonu’ çerçevesinde kapsamlı müzakerelerin başlatılması hususlarında mutabakata varmışlardır. 23 Mayıs tarihindeki görüşmede siyasi eşitliğe dayalı iki bölgeli, iki toplumlu federasyona bağlılıklarını teyit etmişler ve ortaklığın eşit statüdeki Türk ve Rum Kurucu Devletleri’nden oluşan, tek uluslararası kimlikli ve federal bir hükümete sahip olması konusunda vardıkları mutabakatı, Ortak Açıklama’ya dercetmişlerdir. Liderler, 1 Temmuz 2008 görüşmesi sonrasında yaptıkları Ortak 
Açıklama’da tek egemenlik ile tek vatandaşlık konularını görüştüklerini ve bu konularda prensipte anlaşarak uygulama detaylarını kapsamlı müzakereler çerçevesinde değerlendireceklerini belirtmişlerdir. 25 Temmuz tarihli Ortak Açıklama’da, Liderler, üzerinde anlaşmaya varılacak çözümün eşzamanlı ayrı referandumlara sunulmasını ve kapsamlı müzakerelerin 3 Eylül tarihinde başlatılmasını kararlaştırmışlardır. 

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY lideri Hristofyas 3 Eylül 2008 günü bir araya gelerek, Kıbrıs’ta BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde kapsamlı çözüm müzakerelerini başlatmışlardır. Liderler 3 Eylül’deki açılıştan sonra yapılan toplantılarda federal düzeyde yasama, yürütme, yargı, kilitlenmeyi çözücü mekanizmalar ile bağımsız kurumlar konuları üzerinde durmuşlardır. Yönetim ve yetki paylaşımı konusunda üzerinde anlaşılan hususlar yanında, bazı esaslı konularda taraflar ciddi görüş ayrılıkları içinde dirler. Rum yönetimi, esas olarak güçlü bir “Federal Devlet”in erklerinde Rum ağırlığını dolaylı ya da dolaysız garanti altına alacak düzenlemelerde ısrar etmektedir. KKTC liderliği ise siyasi eşitlik ilkesinin Federal yapıda aşındırılması nın önüne geçecek biçimde temsil ve karar mekanizmalarında Kurucu Devletlerin etkin katılımını koruyacak ve kendilerini egemence yönetmelerini sağlayacak düzenlemeleri BM parametrelerine uygun biçimde savunmaktadır. Bu bağlamda, Rum yönetimi ortak listeyle seçilecek “Başkanlık Ofisi”, Yürütme’de ortaya çıkacak tıkanıklıkların çözüm sürecinde daha uzun süre Rum tarafında kalacak Başkanlık makamının oyunun belirleyiciliği, Yasama tıkanıklıklarında Rum ağırlıklı çözüm mekanizmasının karar alabilmesi gibi önerilerinde katı bir pozisyon benimsemekte, buna paralel olarak dış ilişkilerin yürütülmesi, hava ve deniz yetki alanları, hava ve deniz ulaşımı, liman ve havaalanlarının mülkiyeti gibi konularda da dayatmacı olmaktadır. KKTC tarafı, Kurucu Devletlere kalacak artık yetkilerin mümkün olduğunca geniş tutulması, Federal Yürütme’nin Annan Planı temelinde “Başkanlık Konseyi” biçiminde oluşumu, Kurucu Devletlerin yetki alanlarına dahil konularda dış ilişkiler kurmaları ve yürütebilmeleri, Yasamada ve yarıyargısal yetkili kurumlarda siyasi eşitlik ilkesinin gözetilmesi gibi hususları 
savunmaktadır. 

Diğer yandan, Rum yönetimi yeni ortaklığın hayata geçirilmesi ile ilgili ilke ve prosedürlerin belirlenmesini müzakerelerin sonuna bırakma eğiliminde ısrarcı görünmekte, KKTC tarafı ise bu noktanın bir an evvel açıklığa kavuşturulmasının önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca, “normlar hiyerarşisi” konusunda KKTC tarafı, AB normları ve müktesebatının çözümün diğer veçhelerini aşındırmayacak biçimde ifade bulmasını, Federal yasalarla Kurucu Devlet yasaları arasında ise hiyerarşi bulunmamasını savunmaktadır. 

Rum tarafı, “mülkiyet” başlığı altında yürütülmekte olan müzakerelerde, göçmenlerin mülkleri üzerindeki haklarını kullanma biçimlerine kendilerinin 
karar vermeleri üzerinde ısrarcıdır. Kıbrıs Türk tarafı ise, mülkiyet rejimine ilişkin kriterlerin belirlenmesini, iade, tazminat ve takas yöntemlerinin belirlenecek ölçütlere göre iki kesimlilik ilkesini aşındırmayacak biçimde uygulanmasını, dolayısıyla yerleşik BM parametreleri ve Annan Planı düzenlemelerine riayet edilmesini savunmaktadır. Rum liderliği bu aşamada BM Güvenlik Konseyi tarafından da tanımı yapılmış olan iki kesimlilik ilkesini tanımadığı da dahil olmak üzere BM müktesebatı ve kapsamlı çözüm süreci prensipleriyle bağdaşmayan uzlaşmaz bir tutuma yönelmekte, Kurucu Devletler de mülkiyet çoğunluğu ölçütünü reddetmekte, nüfus çoğunluğu ölçütünü ise tartışma konusuna dönüştürmektedir. 

GKRY lideri Dimitris Hristofyas ile KKTC lideri Mehmet Ali Talat, Kıbrıs'ın bütünleşme sürecini hızlandırmak için 11-13 Ocak 2010’da Lefkoşa'da yoğunlaştırılmış görüşmelere katıldı. Görüşmenin gündem maddeleri arasında hükümet yönetimi, yetki paylaşımı, ekonominin bütünleşmesi konuları yer aldı. Rum ve Türk kesimleri liderleri ilk tur görüşmenin sona ermesinin ardından yaptıkları açıklamalarda görüşmede somut gelişmeler sağlanamadığını belirttiler. Görüşmeden önce Rum kesiminin, Türk kesimi liderinin ileri sürdüğü öneri paketini açık bir dille reddettiğini açıklaması, yoğunlaştırılmış görüşmelerden olumlu sonuçların çıkması yönündeki beklentilere gölge düşmesine neden oldu. 

SONUÇ 

Açıklamalardan anlaşılacağı üzere GKRY, AB’ye dahil olduktan sonra KKTC üzerindeki ambargo ve izolasyonların devamı yönündeki girişimlerine devam etmektedir. Türkiye’nin AB adaylık müzakerelerinin çıkmaza girmesi19 ve kilitlenmesi için çalışmalarına ağırlık vermiştir. Ayrıca adadaki görüşmelerin olumsuz sonuçlanması maksadıyla ince bir siyaset yürütmektedir. Amacı KKTC ekonomisinin gelişmesini engellemek, Türk halkını fakir ve GKRY’ye muhtaç duruma getirmek, ekonomik olarak kötü durumda olan halkla devleti karşı karşıya getirerek KKTC yetkililerinin azınlık statüsü içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dahil etmektir. Bunu gerçekleştirebilmesinin önündeki en büyük engel Türkiye’dir. Bu nedenle 

19 Türkiye, 1963 Ankara Anlaşması’nı AB’ne 1 Mayıs 2004 tarihinde üye olan ve aralarında GKRY’nin de bulunduğu on yeni ülkeye teşmil edecek olan Uyum 
Protokolü’nü 29 Temmuz 2005’de imzaladı. Ayrıca bir deklarasyonla Uyum Protokolü’nün imzalanmasının GKRY’nin siyasi olarak tanınması anlamına 
gelmeyeceği kayda geçirildi. Halihazırda Uyum Protokolü paralelinde Türk liman ve havaalanlarının GKRY gemi ve uçaklarına açılmasına yönelik baskılar, Türkiye’nin üyelik müzakerelerine de yansıtılmakta olup, 8 fasıl bu gerekçeyle askıya alınmış durumdadır. 

AB Müzakere sürecini kilitlemekte ve Türkiye’yi kendi beklentileri doğrultusunda bir anlaşmaya yönlendirmeye gayret sarf etmektedir. 

GKRY AB üyesi olduktan sonra yaşanan süreç bize açık bir şekilde göstermekte dir ki Kıbrıs’taki mevcut statüko GKRY’nin lehinedir. 
Bu nedenle mevcut statükoyu bozmaya yönelik her girişimi engellemeye çalışmaktadır. BM öncülüğünde bu güne kadar yapılan görüşme ve müzakereler de elde edilen zemini kabul etmemektedir. GKRY’yi barış anlaşmasına zorlamak ve bebek adımlarıyla ilerlemekte olan Türkiye-AB müzakere sürecine olumsuz etkilerini kırmak için stratejide değişiklik yapmak gerekmektedir. Her zaman adil bir barış anlaşması peşinde gayret sarf etmek ve bu yöndeki girişimlerine devam edeceği emareleri vermek Rumların uzlaşmaz tutumunu kırmamaktadır. GKRY’nin uzlaşmaz tutumunu ortadan kaldırmanın tek yolu barış anlaşmasıyla ilgili çalışmalara devam ederken kararlı bir şekilde KKTC’nin tanınması yönündeki girişimlere ağırlık vermektir. KKTC’nin tanınması yönündeki girişimler barış anlaşması için yapılacak çalışmalara engel teşkil etmez. Tam tersine 
KKTC’nin öne sürdüğü Annan planıyla da resmileşmiş iki kesimli, iki kurucu devletli ve siyasi eşitliğe dayalı yapıya ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü tezine hizmet eder. Çünkü KKTC’nin bazı devletler tarafından tanınması GKRY’nin en hassas tarafını oluşturmaktadır. Bu girişimler GKRY’deki endişeleri arttıracak, stratejinin en önemli unsurlarından bir tanesi olan ve kendi lehine işlediğini değerlendirdiği zamanın önemli bir risk oluşturduğunu görecektir. 

Tanınma Stratejisi BM Genel Sekreteri Annan’ın raporunda belirtildiği gibi “Rumlar gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istiyorlarsa 
bunu sadece dile getirmelerinin yeterli olmayacağı, aynı zamanda eylemlerle bunu göstermeleri gerektiği” vurgulanmış olacaktır. Bu sayede Rumların 
görüşmelerde daha sonuç odaklı ve işbirliğine açık bir yaklaşım sergilemeleri sağlanabilecektir. 

Tanınma stratejisinde; KKTC’nin hukuki anlamda bazı devletler tarafından tanınmasını sağlamanın yanında, bu mümkün olmadığı takdirde tanınma imajı yaratacak sonuçlar almak da önemlidir. Tanınma stratejisinin amacı sadece KKTC’nin tanınmasının hedeflenmesi değildir. Esas olan oluşturulacak algıyla, Rumlar’ı makul bir anlaşma imzalamaya zorlamaktır. Bazı devletlerde ve uluslararası örgütlerde temsilciliklerin açılması, uluslararası toplantılara gözlemci olarak da olsa katılımın sağlanması bu imajı yaratacak yollar olarak sayılabilir. KKTC’de yabancı yatırımların arttırılması, uluslararası ticaret ve direkt uçuşların sağlanması ve turizmin geliştirilmesi de tanınma imajının oluşturulmasında etkili olacaktır. 

Rum Yönetimi 2006 yılında Katar’da büyükelçilik açmış, buna tepki gösteren Türkiye ile ilişkilerinin bozulmasını istemeyen Katar, KKTC’ye de büyük elçilik açma izni vermişti. Rum Yönetimi 2009 yılında Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Endonezya, Küba, Brezilya ve Bulgaristan'da olmak üzere 6 büyükelçilik açtı. Fakat bu ülkelere yönelik olarak benzer bir çalışma KKTC tarafından gerçekleştirilemedi. En azından bu ülkelerde temsilcilik açılabilirdi. Şimdi ise Anadolu Ajansı'nın Rum basınına dayandırdığı haberinde, Güney Kıbrıs hükümeti, bu yıl Umman ve Slovakya'da büyükelçilik açmayı planlıyor. 2011 yılında Kuveyt ve Kazakistan'da, 2012 yılında ise Kanada'da büyükelçilik açılması programlanıyor. Dolayısıyla KKTC’nin yapması gereken girişim ve açılımları Rum Yönetimi gerçekleştiriyor. Çünkü Kıbrıs Rum Yönetimi’nin en büyük hassasiyeti 
KKTC’nin uluslararası alanda tanınması anlamına gelecek gelişmeler meydana gelmesidir. 

Kıbrıs Rum Mahkemeleri’ni adanın geneli için yetkili kabul eden ABAD’ın Orams davası hakkındaki görüşü, 05.03.2010 tarihli Demopoulos/Türkiye ve diğer 7 dava hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla geçersiz hale geldi. Bu karar hukuki yollarla yaratılan tanınma imajının en yeni örneğidir. Karar KKTC’de Türkler tarafından oluşturulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nu etkin bir iç hukuk yolu olarak tanımış ve Rumlar’ın mülkiyet meselelerini doğrudan AİHM’e getirmelerini engellemiştir. Bu elbette bir tanıma değildir, ancakOrams davasıyla Rumlar’ın lehine dönen ibreyi, KKTC lehine çevirmiştir. Mahkeme ‘bir yönetimin diğer devletler tarafından tanınmaması, o yönetimin yapmış olduğu idari ve hukuki tasarrufların tanınmayacağı anlamına gelmez’ demiştir. Yani KKTC’nin iç hukuk yolunu tanınmanın 

KKTC’yi tanımak anlamına gelmeyeceğini açıkça belirtmiştir. Ancak karar 
bu haliyle bile GKRY üzerinde bir baskı oluşturmaya yetmiştir. 

Sonuç olarak; KKTC ile GKRY arasında kalıcı ve adil bir barış anlaşması tesis etmek için mevcut statükonun değiştirilmesine yönelik yeni bir strateji 
belirlenmesi gerekir. Bu stratejide KKTC’nin tanınmasına yönelik girişimlere ağırlık verilmelidir. Bu girişimler uluslararası kuruluşlar nezdinde yürütüldüğü gibi devletler nezdinde de sürdürülmelidir. Tanınma KKTC ve Türkiye üzerindeki baskıların yönünü değiştireceği gibi, görüşmelerin ve müzakerelerin zeminini de değiştireceği için bir pazarlık marjı sağlayacaktır. Ayrıca GKRY’nin görüşme ve müzakere masasında belirli bir sonuca ulaşmak için yapıcı bir yaklaşım içine girmesi teşvik edilecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995), 1. 
2 Cumhur Evcil, Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi (Ankara: Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999), 1. Daha Geniş Bilgi İçin 
Bakınız. Necip Torumtay, “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması,” içinde Kıbrıs Sempozyumu Kitabı (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998), 15. 
3 Rıfat Uçaral, Siyasi Tarih (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987), 592. 
4 Ahmet C. Gazioğlu, Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi (Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997), 76. 
5 Sabahattin İsmail, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu (İstanbul: Kastaş Yayınevi, 1998), 52. 
6 Orbay Deliceırmak, Yerinde Yeller Esen Anayasa (Ankara: 1997), 17. 
7 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (İstanbul: Alkım Yayınevi, 11. Baskı), 801-804. 
8 Ali Fikret Atun, İkinci Kıbrıs Seferi (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999), 113. 
9 Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası (İstanbul: Der Yayınları, 2006), 414. 
10 Bağımsızlık Deklarasyonu’nun metni:The Declaration and Resolituon adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 November 1983-For the Liberty, equality, 
Dignity, and Security of Our People, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını. 
11 Armaoğlu, 20. Yüzyıl, 960. 
12 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler,” içinde Türk Dış Politikası Cilt II, ed. Baskın Oran (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 455-456. 
13 Atilla Sandıklı, Atatürk’ün Dış Politika Stratejisi ve Avrupa Birliği (İstanbul: Beta Yayınları, 2008), 298; İsmail, 150 Soruda, 330-331. 
14 Rauf Denktaş, Hatıralar, Toplayış (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000), 453. 
15 Atilla Sandıklı, “Tarihsel Bir Perspektif İçinde Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliği,” Harp Akademileri Bülteni Sayı 200 (İstanbul: Harp Akademileri Basımevi): 16-17. 
16 Sönmezoğlu, Türk Dış, 622. 
17 http://www.milliyet.com.tr/hem-hayir-dediler-hemkorkuyorlar/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33335/default.htm?ver=07 
18 http://www.milliyet.com.tr/yes-be-annem/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33332/default.htm?ver=12 


KAYNAKÇA 


“İslam Ülkelerinden KKTC’ye Darbe.” Gazete Vatan, 26.02.2010 
“Terrorism In Cyprus.” The Grivas Diaries. H.M. Stationory Office: 1955. 1997 Yılı Sonu İtibarı İle Kıbrıs Sorunu. İstanbul: SİSAV Yayınları, 1998. 
AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 2001. 
Armaoğlu, Fahir. 20’nci Yüzyıl Siyasi Tarihi Cilt II: 1980-1990. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992. 
Atun, Ali Fikret. İkinci Kıbrıs Seferi. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. 
Bağımsızlık Deklarasyonu’nun Metni: The Decleration and Resalution adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 Novemder 1983-For 
The Liberty, Equality, Dignity and Security of our People. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını. 
Cemal, Hasan. “Bir Saatli Bombanın Tik Tak Sesi.” Milliyet Gazetesi, 07.07.2001. 
Cemal, Hasan. “Türkiye, Tuhaf Bir Çıkmaza Girmiş Durumda.” Milliyet Gazetesi, 08.07.2001. 
Deliceırmak, Orbay. Yerinde Yeller Esen Anayasa. Ankara: 1997. 
Denktaş, Rauf. Hatıralar, Toplayış. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000. 
Dodd, Clement H. Cyrpus, The Need For New Perspectives. England: The Eothem Press, 1999. 
Dodd, Clement H. Storm Clouds Over Cyprus. England: The Eothem Press, 2001. 
Evcil, Cumhur. Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi. Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999. 
Gazioğlu, Ahmet C. Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997. 
Gazioğlu, Ahmet C. Enosis Çemberinde Türkler. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını,1998. 
Gazioğlu, Ahmet C. Enosise Karşı Taksim ve Eşit Egemenlik. Ankara: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1998. 
Gazioğlu, Ahmet C. İngiliz İdaresinde Kıbrıs, Statü ve Anayasa Meseleleri. Lefkoşa: 1996. 
Gazioğlu, Ahmet C. Two Equal and Sovereign Peoples. Lefkoşa: 1997. 
Girit Oyunu ve Kıbrıs. İstanbul: Karadeniz Haber Ajansı Yayınları, 2000. 
İsmail, Sebahattin. 10 Soruda Kıbrıs Sorunu. İstanbul: Kastaş Yayını, 1998. 
Kabaalioğlu, Haluk. Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu. Yeditepe Üniversitesi Yayını. 
Karluk, S.Rıdvan. Avrupa Birliği ve Türkiye. İstanbul: Beta Yayınları, 1998. 
Kıbrıs Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998. 
Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995. 
Küresel ve Bölgesel Kapsamda Sorunlarımız. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. 
Leloğlu, Duygu. “Ankara’ya Ağır Ceza.” Radikal Gazetesi, 11.05.2001. 
Necatigil, Zaim M. The Cyrrus Question and The Turkish Position in İnternational Law. New York: Oxford Universty Press, 1998. 
Sandıklı, Atilla. Türkiye’nin Dış Politikasında AB ve Alternatifleri. Harp Akademileri Yayınları, 2001. 
Stavrinides, Zenon. The Cyprus Conflict, National Identity and Statehood. Lefkoşa: 1999. 
Sürmeli, Merve N. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Sözünü Tuttu: Yetkili Kurum Taşınmaz Mal Komisyonu.” http://www.bilgesam.org/tr. 
Sürmeli, Merve N., Aslıhan P. Turan. “Kıbrıs’ta Mülkiyet Sorunu: Loizidou ve Orams Kararları.” http://www.bilgesam.org/tr. 
Şenoğul, Nahit. “AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu Kapanış Konuşması.” içinde Sempozyum Kitabı. 
Harp Akademileri Yayınları, 2001. 
Torumtay, Necip. “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması.” içinde Kıbrıs Sempozyumu Kitabı. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998. 
Turanlı, Rana. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ülke Etüdü. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 1997. 
Uçarol Rıfat. Siyasi Tarih. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987. 

Bilge Strateji, Cilt 2, Sayı 2, Bahar 2010
http://www.bilgesam.org/incele/639/-yeni-kibris-stratejisi--taninma-/

***