BEŞŞAR ESAD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BEŞŞAR ESAD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Alper TURHAN 
Hakan ARIDEMİR
28 Kasım 2015 Cumartesi

Bu makale ilk olarak 10-16 Haziran 2013 tarihleri arasında yapılan 11.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi'nde Alper TURHAN ve Hakan ARIDEMİR  tarafından sunulmuş, kongre yayınında yayımlanmıştır.

1.       Giriş
                   1517 yılından 1.Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı hâkimiyetinde olan günümüz Suriye toprakları, 1.Dünya Savaşı sonrası dönemde Fransa’nın Orta Doğu’daki manda yönetimine bırakılmıştır. Bölgede tesis edilen manda yönetimi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasına kadar mandater devlet olan Fransa üzerinden yürütülmüştür. Bu dönemde ilişkiler, Türkiye ve mandater devlet olan Fransa ile Milletler Cemiyeti Teşkilatı arasında gerçekleşmiştir. Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreçte ise ilişkiler, Suriye’nin Türkiye’ye karşı olan tarihsel önyargıları etrafında şekillenmiş ve Büyük Suriye ideası çerçevesinde çatışmacı bir algı ile başlamış, toprak ve su rejimi konusunda karşılıklı itilaflar ve Suriye’nin uluslararası teröre katkı ve desteğinin yarattığı ortamda gelişmiştir[1].

                   Türkiye Suriye ilişkilerinin analiz edildiği bu çalışmanın temel varsayımı, iki ülke ilişkilerinin, 20. ve 21. Yüzyıllarda oluşan tüm uluslararası sistemlerin yapısına paralel olarak gelişim gösterdiğidir. Böylesine bir durumun oluşmasının temel nedeni, iki ülkenin, değişen her uluslararası sistemdeki farklı konumlarından kaynaklanmaktadır. Bu farklılık, ilişkilerde çatışma sürekliliğini beraberinde getirmiştir. Bu durum sadece bir tek dönemde istisnai bir görünüm sergilemiştir. 1999-2010 yılları arasında yaşanan dönemde ilişkilerdeki çatışmacı karakter yerini işbirliğine bırakmıştır. İlişkilerin karakterinde meydana gelen bu değişim, aslında yine uluslararası sistemdeki değişimin iki ülke ilişkilerine yansımasından kaynaklanmıştır.

2.       Soğuk Savaş Öncesi Dönem

                   Kurtuluş Savaşı sırasında belirlenen Misak-i Milli’de Türk toprağı olarak kabul gören Hatay bölgesi, tıpkı Musul ve Kerkük gibi 1.Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti’ne dâhil edilememiştir[2]. Bu durumun çeşitli sebepleri olsa da dönemin uluslararası sisteminin böyle bir duruma imkân tanımamış olması ve revizyonist bir dış politika görünümü sergilemekten kaçınmasından dolayı Türkiye’nin, bu bölgelerle ilgili tasarruflarını ertelemek zorunda kalmasıdır.  

                   1.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistem, bir daha benzer yıkıcılıkta bir savaş yaşanmaması amacıyla çatışmadan uzak, dünya çapında barışın hâkim kılınmasının arzulandığı, idealist bir yapı içinde oluşmuştur. Uluslararası sistemin bu idealist yapısı, geleneksel liberal ve idealist felsefi teorilerin uluslararası ilişkilere uygulanması ile ortaya çıkmıştır[3]. Oluşturulan bu uluslararası yapı, felsefi teoriler ile birlikte dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’un kendi adıyla anılan 14 maddelik, dünya çapında çatışmadan uzak, barış içerisinde bir düzen kurulmasını amaçladığı prensipleri çerçevesinde oluşmuştur. Bu sebeple daha önce benzeri olmayan uluslararası bir kurum Milletler Cemiyeti (MC) kurulmuştur. MC ile ortaya çıkan uluslararası sistemde Dünya, 2.Dünya Savaşına kadar çatışmadan uzak bir dönem geçirmiştir.
                   İki Savaş Arası Dönem olarak adlandırılan iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde iki ülke ilişkileri, bu kabuller çerçevesinde ilerlemiştir. Belirtilen bu dönem içerisinde Suriye’de mandater devlet olan Fransa ile manda yönetimi olan Suriye arasında imzalanan bir antlaşma Türkiye’nin dikkatini çekmiştir[4]. Paris’te, Fransa ile Suriye arasında 25 yıllık bir süre için parafe edilen Dostluk ve İttifak Antlaşması’na göre Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşmuş olacak ve MC üyeliğine aday olabilecektir[5]. Söz konusu antlaşma gereğince Türkiye tarafından Misak-i Milli içerisinde olan, Suriye tarafından da Büyük Suriye ideasında yer alan İskenderun Sancağı (Hatay bölgesi), Suriye yönetimine devredilmiş ve İskenderun Sancağının geleceğinin Suriye lehine olacağı belli olmuştur. 

Durumun bu şekilde Türkiye’nin aleyhine olması ve bölgede yaşayan Türk halkının gelecekteki durumundan dolayı konu Türkiye tarafından hassasiyetle ele alınmıştır. Bu şekilde her iki ülke tarafından da milli bir dava olarak kabul gören İskenderun Sancağı, Hatay Sorunu olarak ikili ilişkilerdeki ilk sorun alanını oluşturmuştur.

                   İki Savaş Arası Dönemde itilaflı ilişkilerin çözümünde çatışmacı bir yol izlemenin imkânının olmamasından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de paralel olacak şekilde konu dönemsel şartlara uygun şekilde ele alınmıştır. Bu sebeple Hatay Sorunu, bölgesel iki ülke ülkenin sorunu olarak iki ülke arasında kalmamıştır. Bu çerçevede Türkiye, sorunu önce Fransa ile müzakere etmiş ardından MC’ ye taşıyarak uluslararası sistemin yapısına uygun davranmıştır. Dönemin şartlarına uygun olan politikalar sayesinde de Türkiye, sorunun çözümünde istediğini alabilmiştir.

3.       Soğuk Savaş Dönemi

                   2.Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın ağır yıkımı neticesinde uluslararası sistem Avrupa merkezli olmaktan çıkmış, savaşın gidişatını belirleyen iki güç ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) savaştan güçlenerek çıkmışlardır. Birbirlerine rakip olan bu iki güç arasında uluslararası sistem; ABD öncülüğünde Batı Bloğu, SSCB öncülüğünde de Doğu Bloğu olacak şekilde iki kutuplu bir hal alarak, Soğuk Savaş Dönemine geçiş yapmış, uluslararası sistemde de yeni bir dönem başlamıştır. Oluşan bu yeni sistemde Türkiye Batı Bloğunda, Suriye ise Doğu bloğunda yer almıştır. Bu farklılık iki ülke ilişkilerinde Soğuk Savaş Döneminde belirleyici unsur olmuş, ilişkiler bu zemin üzerine kurgulanmıştır.

                   Suriye yönetiminin SSCB ile ilişkileri neticesinde, SSCB’nin Suriye üzerinden artan Orta Doğudaki varlığı başta Türkiye olmak üzere Batı Bloğunda rahatsızlık yaratmıştır. Osmanlı Döneminden itibaren gergin olan Türk-Rus ilişkileri, Bolşevik Devriminden 2.Dünya Savaşına kadar sorunsuz geçmiştir. Ancak bu dönem içerisinde SSCB’nin içteki sorunlarını çözüp, 2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin başat iki aktöründen biri olması ilişkilerin yeniden gergin bir hal almasına neden olmuştur[6].

                İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’nın ülkeden çekilmesiyle birlikte tam bağımsızlığına kavuşan Suriye’de uzun süre siyasi istikrar sağlanamamıştır. 1945-1949 arasında nispeten sakin geçen Suriye siyasi hayatı, 1949’dan itibaren tam bir karışıklık ve düzensizlik içine girmiştir. 1949-1953 yılları arasında Suriye’de üç hükümet darbesi, 21 hükümet değişikliği olmuş ve bu arada iki askeri diktatörlük kurulmuştur[7]. 14 Ağustos 1949’da başlayan süreçte aynı yıl içinde 20 Aralık’a kadar art arda üç askeri darbe yapılmıştır. 20 Aralık 1949’daki üçüncü darbenin başı olan Albay Edip Çiçekli, Albay Hinnavi’yi devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Çiçekli iktidarı öncekilere göre biraz daha uzun sürse de 1954 yılında gerçekleşen askeri darbe ile yönetim el değiştirmiş ve Suriye yönetiminde BAAS Partisi’nin ön plana çıktığı süreç başlamıştır[8]. Bu gelişmede BAAS’ın 1955’ten itibaren Mısır devlet başkanı Nasır’ı desteklemeye başlaması büyük rol oynamıştır. Süveyş Buhranı sırasında Suriye, hem BAAS Partisi tarafından hem de muhafazakâr kesimle birlikte Mısır’ı desteklemiştir[9]. Nasır, büyük devletlerin Orta Doğu’daki komünizm tehlikesini önlemek amacıyla kurduklarını söyledikleri savunma düzenine karşı olmuş ve SSCB ile yakın ilişkiler kurmuştur. Aynı çerçevede Suriye Hükümeti de Nasır’ın bu politikasına paralel SSCB ile ilişkilerini geliştirmiş ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanıyarak dönemin koşulları altında yapmış olduğu bu hamlelerle tarafını da seçmiştir. SSCB odaklı Orta Doğu’da yaşanan yeni gelişmeler iki ülke ilişkilerinde yeni bir sorun alanını ortaya çıkartmıştır. Suriye’de bu dönemde değişen siyasi algı, Türkiye karşıtlığına çift kutuplu sistemin karşıt unsurluğunu da eklemiştir.

Tarihsel olarak gergin ilişkileri olduğu SSCB’nin güney komşusunda artan etkisi ve coğrafik olarak Sovyet kuşatması altına girmekten rahatsız olan Türkiye, SSCB’nin özelde Suriye politikasını, alt bölge olarak da Orta Doğu bölge politikasını uluslararası ortama taşıyarak konunun sistemsel bir sorun olduğunu kabul etmiş ve çözüm için salt iki ülkeyi değil uluslararası sistemin bütnünü devreye sokmaya çalışmıştır.
                   Bu şekilde ortaya çıkan ve 1957 Türkiye-Suriye Krizi olarak adlandırılan bu olay ile Türkiye, Suriye ile tekrar bir çatışma ortamını yaşamıştır. Ancak bu çatışma ortamı, sistemsel bir çatışmanın mevzisi olmuştur. Çünkü SSCB’nin Suriye üzerinden Orta Doğu’ya açılma stratejisi o zamana kadar Orta Doğu’da etkin olan Batı Bloğunu endişelendirmiştir. Orta Doğu jeopolitiğinde SSCB’nin varlığını kendi çıkarları açısından tehdit olarak kabul eden Batı Bloğu, Türkiye’nin yanında yer almıştır. Türkiye ile Suriye arasında bir sorun olarak başlayan 1957 Krizi, gerek sorun alanının yaşandığı coğrafyadan gerekse iki kutuplu sistemin özelliklerinden dolayı iki ülke arasında bir çatışma ortamı olmaktan çıkmış, uluslararası sistemin başat güçlerinin karşı karşıya geldiği sistemsel bir sorun alanı haline gelmiştir. Böylesine bir hal alan bu sorunun çözümü sistemin belirleyici aktörlerinin anlaşması ile gerçekleşmiştir.
                Orta Doğu alt bölgesinde Soğuk Savaş Dönemi koşullarına uygun şekilde ilişkilerini mesafeli bir şekilde sürdüren her iki ülke, 1960’lı yıllardan itibaren tekrar yeni bir sorun ile karşılaşmıştır. Bu sefer doğal kaynaklar üzerinden başlayan bu sorun iki ülke ilişkileri ile sınırlı kalmamış, Orta Doğu bölgesinin başta gelen sorun alanlarından biri olmuştur. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi  arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir[10].

                   Orta Doğu bölgesi için su hayati öneme sahip bir kaynaktır. Coğrafik konumu nedeniyle kurak dönemler geçiren bölgede su kaynakları stratejik önem taşımaktadır. Bölge coğrafyasında Türkiye, bölgenin kuzeyini oluşturmaktadır. Diğer bölge ülkelerine oranla da daha fazla su kaynağına sahiptir. Asi Nehri haricinde diğer su kaynaklarının akış yönünün kuzeyden güneye olmasından dolayı Türkiye, bölge ülkeleri için kaynak ülke olmaktadır. Türkiye kaynaklı suyun paylaşımı bölge ülkelerinde farklı yorumlanmış, bu farklılıkta beraberinde Orta Doğudaki Su Sorununu ortaya çıkartmıştır. Suyun paylaşımı üzerinden kaynaklanan bu sorun alanı zamanla Türkiye ile Suriye ve Irak arasında tartışmalara yol açmıştır. Suyun sorunlara neden özelliği: Orta Doğu bölgesinin stratejik karakteri ile kısmen de suların coğrafik konumundan kaynaklanmaktadır[11].
                   Soğuk Savaş Döneminde ortaya çıkan su sorunu, taraflar arasında açıkça bir çatışma alanına neden olmamıştır. Böyle bir çatışmanın olmama nedeni; iki ülkenin çift kutuplu sistemde karşıt kutuplarda yer alması ve kutuplar arası alt bölgelerde blok üyelerinin çatışmasına genel sistem yapısının imkân tanımamasından kaynaklanmıştır. Çift kutuplu sistemin, alt bölgelerde böyle bir sıcak çatışmaya imkân vermemesi nedeniyle çatışmalar, dolaylı olarak farklı konular üzerinden uygulanan politikalar ile oluşmuş, bölgede Soğuk Savaş su üzerinden de yaşanmıştır. Bu nedenle su sorunu kaynaklı terör sorunu iki ülke arasında ortaya çıkan bir diğer sorun alanıdır.

                   Suriye’nin 1957 Krizi’ne sebebiyet verecek düzeyde SSCB ile yakın ilişki içerisine girmesi, Soğuk Savaş Dönemi boyunca devam etmiştir. Suriye, SSCB’den gördüğü büyük destek ve aldığı yardımlar ile Türkiye karşıtı politikalarını uzun yıllar sürdürme imkânını bulmuştur[12]. Suriye’nin Türkiye karşıtı bu politikalarının başında da kuşkusuz terör örgütü PKK’ya olan desteği ve sağladığı imkânlar gelmektedir. Türkiye’ye göre Suriye’nin böyle bir politika izlemesinin nedeni, çift kutuplu sistemin yapısı da göz önünde tutularak, açıkça bir çatışma ortamına girmeyi göze alamamasından kaynaklanmaktadır[13]. Konunun, ikili ilişkiler ve uluslararası sistem boyutunun farkında olan Türkiye, uluslararası sistemin yapısından dolayı bu politikalara direk müdahalede bulunamamış, sorunun kendisiyle uzun yıllar uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu uğraşta Türkiye’nin uzun yılları istikrarsız geçirmesine, tüm gücünü iç meselelere yoğunlaştırmasına ve büyük maddi kayıplar yaşamasına neden olmuştur.

4.       Soğuk Savaş Sonrası Dönem

                   Soğuk Savaş Dönemini tümüyle çatışmacı bir ortamda sürdüren Türkiye ile Suriye ilişkileri, Soğuk Savaş’ın, SSCB’nin dağılmasıyla bitmesine rağmen Soğuk Savaş algısının ilişkilerdeki yansımalarını ortadan kaldıramamıştır. Bu nedenle 1991’de son bulan Soğuk Savaş Dönemi, Türkiye Suriye ilişkilerinde aynı tarihlerde sona ermemiştir. İlişkiler, Soğuk Savaş algısıyla aynı çatışmacı ruhla ve başta terör sorunu olmak üzere aynı sorunlar etrafında devam etmiştir. Ancak Suriye’nin bu çatışmacı ortamı sürdürmesine destek olan gücün ortadan kalkması ve benzer bir desteği verecek başka müttefikinin olmaması Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya bırakmıştır. Artık bu aşamadan sonra ilişkilerde belirleyici unsur iki ülkenin kapasiteleridir. Çünkü uluslararası sistem bir değişim yaşamış ve çift kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Uluslararası sistemin bu şekilde bir değişim yaşaması sonucunda Suriye, Orta Doğu’da büyük bir destek kaybına uğramış ve yeni oluşan uluslararası sistemin dışında kalmıştır.

                   Geçte olsa değişen sistemin farkına varan Suriye yönetimi, Türkiye’nin sıcak çatışmayı göze alan tavrının net olmasından ve uluslararası sistemin Türkiye lehine olmasından dolayı da uzun yıllardır sürdürdüğü terör kartından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yapılan Adana Mutabakatı ile de Suriye’nin teröre destek vermeyeceği resmiyet kazanmıştır. Bu mutabakat çerçevesinden uzun yıllar Şam’da ikamet eden Abdullah Öcalan; Şam’dan çıkarılmış,  Kenya’da yakalanmış, Türkiye’ye getirilmiş ve yargılanmasına kadar giden süreç başlamıştır. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile de Türkiye, yaşadığı terör sorununda önemli ilerlemeler kaydetmiştir.

                   1998 yılında yapılan Adana Mutabakatı ile Türkiye Suriye ilişkileri Soğuk Savaş Dönemini geride bırakmıştır. Çatışmacı ilişkilerin sona erdiği bu dönemde, Suriye’de bir değişim daha yaşanmıştır. Bu değişim, Hafız Esad’ın ölümü ve yerine küçük oğlu Beşşar Esad’ın gelmesidir. 1970 yılından itibaren Suriye’yi bir fiil yöneten Hafız Esad’in siyasi çizgisi ve politikaları, Sosyalist Arap Milliyetçileri ile benzerlik taşımış, tarihsel önyargılar ile de Türkiye karşıtlığı içermiştir[14]. Hafız Esad’ın bu algısı, ilişkilere lider faktörü üzerinden olumsuz olarak yansımıştır. Beşşar Esad’ın Suriye’nin yeni lideri olması sadece Türkiye’de değil tüm Dünyada olumlu beklentilere neden olmuştur. Batıda aldığı eğitiminden dolayı kendisinden reformist bir lider portresi beklentisi yüksek olmuştur. Aslında Beşşar Esad, kendisinden beklenen bu çizgiyi iktidarının ilk yıllarında göstermeye çalışmış ve 2005 yılında Şam Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme sürecini başlatmıştır. Ancak bu süreç nihai aşamaya gelemeden son bulmuştur[15].
                   Türkiye’nin Hafız Esad’ın cenaze törenine Cumhurbaşkanı düzeyinde katılımı Beşşar Esad yönetimi tarafından olumlu karşılanmış ve bu çerçevede yeni dönemde Türkiye ile olan ilişkilere eski dönemin aksine önem verme arzusu ortaya çıkmıştır. Tabi ki bu önem, bölgesel ve küresel diğer gelişmeler neticesinde Suriye için daha fazla anlam taşımıştır.
                   11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan terör saldırıları, uluslararası sistemde yeni bir dönüşüme neden olmuştur. ABD’nin kendi topraklarına yapılan bu saldırının karşılığını Afganistan’da vermesi, bölge ve Dünya politikalarını derinden etkileyen gelişmelere yol açmıştır. Ekim 2001’de Afganistan’a, ardından Mart 2003’te Irak’a yapılan harekâtlar, öngörülen sonuçlara ulaşamamış, aksine büyük bir belirsizliği beraberinde getirmiştir. Bu durum ABD’nin gücüne ve prestijine darbe vurmuştur. ABD’nin içine düştüğü bu durum, tek kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçiş sürecini de beraberinde getirmiş, özellikle bölgesel güçlerin yükselişinin önünü açmıştır. Ortaya çıkmaya başlayan bu bölgesel aktörlerden birisi de Orta Doğu bölgesinde Türkiye olmuştur. Irak işgali sürecinde Türkiye’nin işgale karşı olan tavrı, Orta Doğu’da Türkiye’nin prestijini artırmıştır.

                   ABD’nin saldırgan politikalarında Suriye de hedefte olan ülkeler arasında yer almıştır. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un şer ekseni olarak adlandırdığı ülkeler bloğuna (Kuzey Kore, İran, Irak) Suriye de dâhil edilmiş ve ileride gerçekleşmesi muhtemel Suriye karşıtı politikaların işareti verilmiştir. Suriye’nin ABD tarafından bu şekilde değerlendirmesinde Beşşar Esad’ın işgal sürecindeki Irak’a dönük politikaları ve Hafız Esad döneminden itibaren Orta Doğu’daki diğer sorunlu konulara dönük ABD karşıtı politikalar etkili olmuştur. Suriye yönetimindeki algı, ABD’nin Irak’ta yenileceği ve başarısız olacağı yönünde oluşmuştur. Bu sebeple Irak’ta ABD karşıtı politikalar yürütmüştür.
                   11 Eylül sonrası dönem, Suriye için her anlamda sıkıntılı bir dönemi başlatmıştır. Suriye bölgede dâhil olduğu her konuda sorunlu taraf olarak algılanmış ve Batı tarafından bölge istikrarına tehdit olarak görülmüştür. Komşusu Lübnan’da yaşanan gelişmeler Beşşar Esad Suriye’sine en sıkıntılı dönemi yaşatmıştır. 2005 yılında Suriye karşıtı olan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bombalı suikast sonucu öldürülmesinde Suriye yönetimi birinci sorumlu olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle de Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve etkisi ciddi anlamda sorgulanmış ve Birleşmiş Milletlerin (BM) aldığı karar neticesinde Suriye, 1976’dan itibaren Lübnan’da var olan askeri varlığına son vermek zorunda kalmıştır[16].
                   Beşşar Esad iktidarında bölgede ve uluslararası sistemde yaşanan tüm gelişmeler, Suriye için olumsuz sonuçlar ortaya çıkartırken aynı dönemlerde Türkiye için ise gelişmeler olumlu yönde oluşmaya başlamıştır. Tarihinin en büyük ekonomik krizinin ardından toparlanma sürecine giren Türkiye, Kasım 2002 seçimleri sonrası ise koalisyon dönemlerini geride bırakıp Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) Hükümetleri dönemini yaşamaya başlamıştır. 

Ak Parti Hükümetleri döneminde Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik olan politikalarında ve algısında bir değişiklik yaşamış ve Türkiye’nin bölgeye olan yabancılaşmasını sona erdirecek politikaları uygulamaya başlamıştır. Hafız Esad sonrası Beşşar Esad dönemiyle başlayan Türkiye Suriye yakınlaşması Ak Parti Hükümetleri tarafından, Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde daha da ilerletilmiştir.
                   Karşılıklı ulusal ve bölgesel çıkarlar sebebi ile ilişkilerinde yumuşama dönemine geçiş yapan iki ülke ilişkileri, 2000’li yılların başından itibaren artan bir ivme ile gelişmeye devam etmiştir. Türkiye’nin yeni Orta Doğu politikasının ilk yansımaları da Suriye ile olan ilişkilerde kendisini göstermiştir. Suriye, Türkiye için hem Orta Doğu’ya açılan kapı konumundadır hem de Komşularla Sıfır Sorun Politikasının ilk uygulama yeri ve olumlu sonuçlar alınan ülkesidir. Bu sebeplerle gelişen ilişkiler her iki ülkeye de önemli kazanımlar sağlamıştır.
                   2000’li yılların ilk 10 yılında ilişkilerini sürekli geliştiren iki ülke, bu süre içinde ilişkilerde yumuşa döneminden işbirliği dönemine geçiş yapmıştır. Yumuşama ve işbirliği dönemlerinde ilişkilerde, önemli adımlar atılmış, ekonomik ve siyasi konularda çok sayıda işbirliğini temel alan antlaşmalar imzalanmıştır. 

Bu antlaşmalar içinde siyasi olarak, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSİK) başı çekmiştir. Bu antlaşma çerçevesinde iki ülke biri Türkiye’de biriside Suriye’de olmak üzere iki ortak Bakanlar Kurulu toplantısı gerçekleştirmiştir. Ekonomik olarak ise yapılan çok sayıda antlaşma ile karşılıklı ticari bağlar artmıştır. 

Asi Nehri üzerinde yapımına başlanan baraj ile de ortak ekonomik yatırım olarak değerlendirilebilecek bir projede ortaya çıkmıştır. Geçmişinde su konulu sorun alanı olan iki ülkenin yine su üzerinde böyle tasarrufta bulunulması da ikili ilişkilerde gelinen işbirliği döneminin önemli bir göstergesi olmuştur.
 
                  Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler, uluslararası sistemin 11 Eylül sonrası değişen yapısına paralel olarak çatışma üzerinden değil yumuşama ve işbirliği olarak kendisini göstermiştir. Oluşan bu yeni sistem içinde Türkiye ve Suriye daha önceki sistemlerin aksine karşıt bloklarda yer almamış, bu durum da ilişkilerdeki yumuşama dönemini başlatmış, iki tarafından yeni düzen içerisinde birbirlerine verdiği karşılıklı önem ve değişen algıları ile de işbirliği dönemine geçiş yapılmıştır.

5. “Arap Baharı” Sürecinin İki Ülke İlişkilerine Etkisi

                   Tarih boyunca görülmemiş yumuşama ve sonrasında işbirliği dönemini yaşayan iki ülke, ilişkilerde yeni bir kırılma noktası ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu kırılma noktası yine uluslararası sistemin bütününü etkileyen gelişmelerin ikili ilişkilere yansıması şeklinde gerçekleşmiştir.            

2010 yılı Aralık ayında Kuzey Afrika’da başlayan protesto hareketleri ve gösteriler, geniş kitlelere ulaşmış ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen, ülkelerinde iktidarları nispeten kansız olaylar sonucunda değiştiren halk eylemleri ve protestolardır. Bu halk hareketleri; Tunus’ta başlamış, öncesinde tüm Kuzey Afrika ülkelerine ulaşmış, akabinde Mısır’da gösterilere ve iktidar değişimine neden olmuş daha sonrasında ise olaylar Suriye’ye sıçramış ve Suriye’yi iç savaşa kadar götüren olayların başlangıcı olmuştur.

                   Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan bu olaylar, göstericilerin isteklerine ulaşması ve uzun yıllardır iktidar olan yönetimleri devirip, değiştirmesi ile 21. yüzyılda Orta Doğu’nun değişim dalgası olarak tanımlanmıştır. Tunus’ta başlayan “Arap Baharı’nda” Türkiye, bölge politikalarını revize etmek durumunda kalmıştır. Yaşanan olaylarda Türkiye, desteğini iktidarlara değil, değişim arzusundaki halklara vererek “Arap Baharı” Sürecinde ve Sonrasındaki Orta Doğu politikasını bölgenin değişimi üzerine belirlemiştir. Bu çerçevede Türkiye; göstericilerden yana tavır almış, barışçıl gösterileri desteklemiş, ilgili muhataplarına halkın isteklerine kulak verme çağrısında bulunmuştur. Libya’da ise Muammer Kaddafi’nin direnmesi sonucu ülke içinde ortaya çıkan çatışma ortamına son vermek amacıyla BM kararı ile oluşturulan uluslararası koalisyonun bir parçası olarak ülkeye askeri müdahalede yer alarak olayların muhalifler lehine sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur.

                   “Arap Baharı’na” bu şekilde yaklaşan Türkiye için bu süreçte sorunlu konu, olayların Mart 2011’de Suriye’de de kendini göstermeye başlaması olmuştur. Çünkü mevcut Beşşar Esad yönetimi ile ilişkiler, ilişkilerin tarihinde hiç görülmemiş bir işbirliği dönemi yaşanmaktaydı. Türkiye, genel olarak “Arap Baharı’na” endeksli yeni Orta Doğu politikası ile Komşularla Sıfır Sorun Politikasının olumlu sonuç verdiği Suriye politikası arasında kalmıştır. Türkiye için bu aşamadan sonra seçim yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi bir yaklaşım ile Türkiye, bu durumda ülke politikasını bölge politikalarına tercih etmemiş, büyük resme odaklanıp bölge politikasına önem vermiştir. Bu nedenle de Türkiye, Suriye politikasında tekrar bir değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. 

Bu değişiklikte beraberinde iki ülke ilişkilerinde kronik olarak var olan çatışma ortamını tekrar ortaya çıkartmıştır.

                   Türkiye Suriye ilişkileri, değişen bölge yapısına paralel yeniden değişim yaşamıştır. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ilişkilerde geçte olsa çatışma ortamını geriden bırakan iki ülke ilişkileri, yeniden sistemsel bir değişimi ilişkilerinde yaşamıştır. “Arap Baharı’nı” farklı algılayan Türkiye ve Suriye, bu farklılık neticesinde oluşan kutuplaşmalarda yine karşıt bloklarda yer almıştır. 

Türk yetkililer, Suriyeli muhataplarına işbirliği döneminde ülkede gerekli olan demokratikleşme adımlarını atmasını önermiştir[17]. 

Bu öneri, 2010 yılı ve öncesinde ilişkileri gerginleştirecek bir önemde olmamıştır. Ancak “Arap Baharı” ile değişen Orta Doğu sisteminde benzer görüşleri dile getirmek, Dünyada Orta Doğu merkezli oluşan yeni kutuplaşmada taraf olmak anlamına gelmiştir.
                   Türkiye, olaylar Suriye’de başladığında ilişkileri hemen kesmemiştir. İlişkilerin iyi olması sebebiyle Suriye’ye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bizzat gitmiş, Beşşar Esad ve diğer üst düzey yetkililerle konuları görüşüp, gerekli adımların atılması konusunda önerilerde bulunmuş ve bunların yerine getirileceği konusunda muhataplarında karşılık almıştır. Ancak bu durum Suriye yönetimince yerine getirilmemiş, Ahmet Davutoğlu daha Türkiye’ye dönüş yolunda iken ülke içerisindeki operasyonlara devam edilmiştir. Suriye’nin bu tavrı Türkiye nezdinde Suriye’nin samimi olmadığı duygusunu yaratmış ve ilişkilerdeki en önemli iki kopuştan birisi bu olmuştur. Diğer önemli kopuş ise Doğu Akdeniz’de eğitim uçuşunu gerçekleştiren Türk Jetinin uluslararası sularda Suriye tarafından vurularak düşürülmesi olmuştur. Açıkça bir saldırıya maruz kalan Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarında değişikliğe gitmiş ve tüm sınır boyunca Suriye askeri manevralarına karşılık verileceğini açıklamıştır. Türkiye’nin değişen tutumu karşısında Suriye, sınır bölgesindeki askeri manevralarını azaltmak zorunda kalmıştır.
                   Uluslararası kamuoyu genel olarak Suriye’de yaşanan şiddet olaylarına karşı olsa da Suriye’nin; Rusya, İran ve Çin’den gördüğü siyasi destek nedeniyle net yaptırımlar uygulayamamıştır. Bu durumda Suriye’deki olayların bir nihayete ulaşamayıp, ülke içerisindeki istikrarsızlığın uzamasına neden olmuştur. Suriye’nin yine Soğuk Savaş’taki gibi eski müttefiklerinde aldığı destek nedeniyle Türkiye, tek başına Suriye’ye karşı bir tasarrufta bulanamamıştır. İçerisinde bulunduğu Batı merkezli uluslararası sistemden aradığı desteği de tam olarak göremeyen Türkiye, bir kez daha uluslararası sistemin başat aktörlerinin bölge politikaları arasında Suriye ile çatışma ortamında kalmıştır. Bölge hassasiyeti ve çok boyutlu ilişkiler sebebiyle çatışma yine açık ve sıcak çatışma ortamında sürmemektedir. Ancak Suriye yönetiminin zaman zaman Türkiye sınırı boyunca yaptığı askeri operasyonlar Türkiye topraklarına da yansımaktadır. Atılan havan topları Türkiye’de yerleşim birimlerine isabet etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu atışlar neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kendi topraklarına düşen havan topları ve vatandaşlarının hayatlarını kaybetmesi nedeniyle Türkiye, Suriye’ye karşı değişen angajman kuralları çerçevesinde askeri olarak cevap vermiş ve Suriye askeri hedeflerini hedef almıştır. Benzer olayların devam etmesi ve Suriye yönetiminin Türkiye sınırındaki yerlerde muhaliflere karşı kullandığı hava füzeleri nedeniyle Türkiye, bu durumu NATO’nun ilgili maddeleri gereğince ittifakın gündemine aldırmış ve gerekli olan savunma amaçlı askeri desteğin teminin uluslararası arenada sağlamıştır. Türkiye’nin NATO nezdinde aldığı bu destek neticesinde savunma amaçlı hava savunma sistemi olan Patriot füzeleri ittifaka üye ABD, Almanya ve Hollanda tarafından NATO adına Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Türkiye’nin NATO’dan aldığı bu askeri destek, Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının uluslararası desteği olduğunun da bir göstergesi olmuştur.

6.       Sonuç
                   "Arap Baharı” ile ilişkilerinde yine 1998 yılındaki gibi askeri imkânların devreye girdiği bir çatışma ortamı yaşan Türkiye ve Suriye ilişkileri, yaşanan bu gergin ve çatışmacı kimliğe aslında yabancı değildir. Hatay Sorunu ile başlayan sorunlu ilişkiler yine sorunlu konular ile devam etmiştir. Günümüzde yaşanan “Arap Baharı” nedenli sorunlu ilişkiler, tıpkı 1957 Krizinde olduğu gibi yine uluslararası sistemin başat aktörlerinin kendi aralarında bir çözüme ulaşamaması nedeniyle sürmektedir. 

Çözüm de yine bu aktörlerin kendi aralarındaki anlaşmalarına bağlı olmaktadır. Uluslararası sistemin bütününden bağımsız hareket etme imkânının olmamasından dolayı da sorunun çözümü Türkiye’nin tek başına inisiyatifinde olmamaktadır. 

Bu çözümsüzlük Türkiye Suriye ilişkilerinde yeniden çatışma ortamının devam etmesine neden olmaktadır.  

 Alper TURHAN
Hakan ARIDEMİR 

DİPNOTLAR.

[1] A. Öner Pehlivanoğlu, (2004),  Orta Doğu ve Türkiye, 1. Baskı, Kastaş Yayınevi, İstanbul: s.113
[2] 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre Hatay Bölgesi, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmi dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası geçerli olacaktır.
[3]Tayyar Arı, (2008), Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, MKM Yayıncılık, Bursa: s.105
[4] 9 Eylül 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almamıştır. Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmiştir.
[5] Adnan Sofuoğlu, (2005), Belgeler Işığında Bağımsız Hatay Devletinin Kuruluşu ve Türkiye, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:XXI, http://atam.gov.tr/belgeler-isiginda-bagimsiz-hatay-devletinin-kurulusu-ve-turkiye/
[6]Graham E.Fuller, (2011), Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Timaş Yayınları, İstanbul: s.71
[7] Harp Akademileri Yayınları, (1994), Türkiye-Suriye İlişkilerinin Dünü, Bugünü, Yarını, Harp
Akademileri Basımevi, İstanbul: s.32
[8] Mecid Gafur, (2002), Hafız Esad Dönemi Türkiye Suriye İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara: s.32
[9] Mehmet Gönlübol vd. (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, 9.Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara: s.290
[10] A.Nazmi Üste, (1998), Uluslararası Politika ve Türk Dış Politikası Açısından Sınır Aşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F Dergisi, Cilt 13 Sayı I, s.231 http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139574589_1.pdf,
[11] Yusuf Karakılçık, (2008), Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt:4 No 16, ss. 19-56
[12]Fuller, a.g.e.  s.89
[13]Zafer Sağlam, (2006), Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, İstanbul: s.-2-48
[14]Andrew Mango, (1968), Turkey in the Middle East, Journal of Contempoary History, Vol.3, No.3, The Middle East, ss.225-236
[15]Yasin Atlıoğlu, (2007), Beşar Esad Suriyesi’nde Reform Demokratikleşme-Güvenlik İkilemi, Tasam Yayınları, İstanbul: s. 36
[16]Osman Bahadır Dinçer, Gamze Coşkun, (2011), Mayınlı Arazide Yürümenin Adı: Suriye’de Değişimi Zorlamak, USAK Raporları, No 11-04, USAK Yayınları, Ankara:  s.40
[17]Hüsnü Mahalli, (2012), Orta Doğu’da Kanlı Bahar, Destek Yayınevi, İstanbul: s.182

***

5 Mart 2017 Pazar

SURİYE DIŞ POLİTİKASINDA GÜÇ VE GÜVENLİK İLİŞKİSİ., BÖLÜM 2


 SURİYE DIŞ POLİTİKASINDA GÜÇ VE GÜVENLİK İLİŞKİSİ., BÖLÜM 2



3.2. Pragmatik ve Esnek Diplomasi 

Suriye’nin dış politikadaki savunmacı stratejilerini ve sınırlı çıkarlarını sürdürebilmesinin en önemli araçlarından biri diplomasidir. Beşşar Esad’ın dış politikadaki ılımlı ve diplomasiye istekli lider görünümü özellikle Avrupalı meslektaşlarında Suriye olan sempatinin artmasına yol açtı. ABD’nin uyguladığı tecrit politikasından dolayı Suriye diplomasinin tesir düzeyi uzun süre sınırlı kalsa da özellikle 2007 yılından itibaren yükselen bir seyir izledi. 

Uzun süredir ABD ile Suriye arasında işlemeyen diplomatik kanallar, Amerika Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin üst düzey bir yetkili vasfıyla Nisan 2007’de Şam gidişiyle sembolik de olsa ilk kez açılmış oldu. Pelosi’nin Şam ziyareti, Bush yönetimi tarafından sert bir dille eleştirilmiştir.25 Aslında Bush yönetiminin sert tavrına rağmen 2006 yılının sonunda dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’ın Irak’ın istikrarı için İran ve Suriye ile temas kurulmasına yönelik açıklamaları, Orta Doğu’daki Amerikan ve İngiliz politikalarının 
diplomatik olarak Suriye’yi de kapsayabileceğini düşündürmüştü.26 

Suriye, dış politikadaki diplomatik manevra alanını en fazla 2008 yılı boyunca genişletti. Beşşar Esad içinde Fransa, Rusya, İran, Hindistan gibi küresel ve bölgesel güçlerin olduğu birçok ülkeyi ziyaret etti. Suriye’nin ilişkilerini en hızlı tersine çevirebildiği Batılı devlet ise Fransa oldu. Nikolas Sarkozy’nin Mayıs 2007’de iktidara gelmesinin ardından Levant üzerindeki tarihsel misyonunu kullanarak bölgede yeni siyasi ve ekonomik çıkar ve açılım alanları yaratma stratejisi, Suriye ile temasa geçişini kolaylaştırdı. Fransa, 2007 yılı sonunda 
Lübnan’daki devlet başkanlığı krizinin çözülememesini bahane ederek Suriye ile ilişkilerini askıya alsa da, özellikle Lübnan’daki krizin aşılmasından sonraki dönem iki ülke arasında yoğun bir diplomatik trafiğe şahit oldu. 7 Haziran’da Lübnan’a kısa bir ziyaret gerçekleştiren Fransa Devlet Başkanı Nikolas Sarkozy Eylül ayında da ABD’nin son 5 yıldır uluslararası ortamda yalnızlaştırmaya çalıştığı Suriye’yi ziyaret etti. 10 Haziran’da Suriye Kültür Bakanı Riad Nassan Agha’nın ve ardından Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Paris’e yaptıkları 
resmi ziyaretler, Suriye Fransa ilişkilerinin 2007 yılı sonunda yaşanan krizi geride bıraktığını gösterdi.27 

Yıla damgasını vuran gelişme ise Suriye İsrail arasındaki barış müzakerelerinin 8 yıl sonra Türkiye’nin arabuluculuğundan İstanbul’da tekrar başlaması oldu. Uluslararası kamuoyunda oldukça olumlu karşılanan müzakerelerin ilk 4 turu hız bir şekilde iki ay içerisinde gerçekleştirildi. 28–30 Temmuz’da müzakerelerin 4. turu yapılırken Eylül ayında yapılması planlanan 5. tur İsrail’deki iç politika krizlerinden dolayı gerçekleştirilemedi.28 Ehud Olmert yılın son ayı Ankara’ya yaptığı ziyarette müzakerelerinin devamı konusunda olumlu mesaj verse de çok kısa bir süre sonra İsrail Ordusu’nun Gazze’ye yönelik başlattığı askeri saldırı ve bu saldırının tarihin en büyük katliamlarından birine dönüşmesi, Türkiye’nin ara buluculu olduğu Suriye İsrail barış müzakerelerinin devam etmesi yönündeki beklentileri azalttı. 

Suriye, 2008 yılında uluslararası siyasi ve kültürel toplantılara ev sahipliği yaparak Arap dünyası içinde gücünü de ön plana çıkmaya gayret etti. Ocak ayında UNESCO tarafından düzenlenen “Arap Kültür Başkenti” festivaline ve Mart ayında Arap Birliği’nin 20. Zirve Toplantısı’na Şam ev sahipliği yaptı. Arap kültürünü tüm dünyaya tanıtmak için yapılan “Arap Kültür Başkenti” etkinlikleri çerçevesinde kültür ve sanat alanında ünlü konuklar Şam’a davet edildi. “Arap Kültür Başkenti” festivali, Suriye için sadece kültürel bir festival değil kamuoyu 
diplomasisini uygulayabilecekleri önemli bir fırsattı. Özellikle Arap dünyasının en önemli müzik divası sayılan ve adı Lübnanlılıkla özdeşleşmiş Fairuz’un festival için Şam’a gelmesi ve konser vermesi, Lübnan’daki Suriye karşıtı gruplarda büyük bir hayal kırıklığı yarattı.29 Arap Birliği zirvesine gelince: Suriye’nin zirve öncesi yoğun diplomatik çabalarına rağmen zirveye katılım düşük düzeyde kaldı. Zirvenin Lübnan’daki devlet başkanlığı krizinin sürdüğü sırada gerçekleşmesi Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün Suriye karşıtı tavrını açıkça ortaya 
koymasına yol açtı. Bu üç ülke, Suriye’nin Lübnan’a müdahalesinden duydukları endişeden dolayı zirveye alt düzeyde temsilci gönderdiler. Örgütün kurucuları arasında yer alan Lübnan’ın, Arap Birliği zirvesine ilk defa hiçbir temsilci göndermemesi ise zirveye damgasını vurdu. 30 

3.3. Gücün Dolaylı Kullanımı: Hizbullah Örneği 

Suriye’nin bekasını devam ettirme ve güvenliğini sağlama çabaları, siyasi ve askeri gücünün sınırlı oluşundan dolayı savunmacı olsa bile çevresindeki diğer devletlerin (tabi bundan kastedilen daha çok İsrail ve Lübnan) güvenliğini azalttığı durumlar da söz konusudur. Batılı devletler ve İsrail’in terörist olarak nitelendirdiği Hamas ve Hizbullah gibi örgütleri silahlı gücünü İsrail’e doğrudan zarar vermek için kullanabilmekte veya destekleyebilmektedir. 

Suriye’nin Hizbullah’a siyasi destek verdiği Devlet Başkanı Esad dâhil tüm Suriyeli yetkililer tarafından kabul edilmektedir.31 Askeri destek verdiklerini kabul etmeseler de en azından Hizbullah giden silahların Suriye üzerinden ulaştırılması muhtemeldir. Hizbullah açısından askeri lojistik destek sağlamada coğrafi konumuyla Suriye bir akciğer işlevi görmektedir.32 

Diğer yandan Suriye’nin Hizbullah ile ilişkilerini düşünürken Lübnan’da Hizbullah’ın sadece elinde silah bulunduran bir askeri güç olmayıp aynı zamanda iyi örgütlenmiş ekonomik ve toplumsal bir direniş hareketi olduğunu anlamak gerekiyor. Eyal Zisser de Hafız Esad’ın Hizbullah’ı Suriye’nin Lübnan’daki bir aracı olarak görürken Beşşar Esad’ın Hizbullah’a bakışının farklılık arz ettiğini altını çiziyor. Hatta, Beşşar Esad için Hasan Nasrallah’ın büyük bir lider ve izlenecek bir rol model olarak gördüğünü iddia eden Zisser, bölgesel bir güç haline gelen Hizbullah’ın sadece İsrail’e karşı değil Lübnan’daki yerel siyasette bir aktör olmasına Suriyelilerin alıştıklarını söylüyor.33 

Hizbullah’ın askeri açıdan en dikkate değer özelliklerinden biri, bölgede İsrail’e doğrudan etkili saldırı yapabilecek insan ve silah gücüne ve organizasyon kabiliyetine sahip tek irade olmasıdır. Kendi topraklarına karşı yapılan hava saldırılarına karşı meşru müdafaa hakkını bile kullanamayan Suriye için Hizbullah’ın askeri varlığı, İsrail’e karşı yürütülen askeri stratejik mücadele anlamında önem arz etmektedir. İki ülke arasında İsrail’in lehine var olan askeri dengeler yüzünden Suriye, İsrail’le askeri mücadelesini Lübnan üzerinden sürdürmeyi kendi ulusal çıkarları için daha yararlı görmektedir. 2006 Lübnan Savaşı’nda Hizbullah’ın Katyuşa füzeleriyle İsrail topraklarına yaptıkları saldırıların vuruş ve zarar gücünün yüksekliği de İsrail’in güvenlik endişenin boyutunu attırmıştır. 

Hizbullah’ın Suriye için diğer bir faydası da Lübnan yerel siyasetinde Suriye’ye karşıtı gruplara karşı denge unsuru olmasıdır. Bilindiği gibi 14 Şubat 2005’te gerçekleşen Refik Hariri suikastı ve ardından Lübnan’daki diğer suikastlar ve patlamalar, Suriye yönetimine yönelen suçlamaları arttırdığı gibi Lübnan’daki siyasi dengelerin Suriye’nin aleyhine değişmesi yol açmıştı. Bununla birlikte Mayıs 2005 parlamento seçimlerinin ardından ortaya çıkan siyasi tablo iki ana kampa bölündüğünü açıkça göstermiştir. 2005 yılından bu yana ortaya çıkan 
sürekli siyasi krizler, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve Hizbullah’ın tavizsiz muhalefeti Lübnan’da devletin sağlıklı işlemesini engellemektedir. Lübnan’da Ekim 2007-Mayıs 2008 arasında devlet başkanının seçilememesinden kaynaklanan ve sürekli tırmanan ciddi bir kriz, Mayıs ayında Hizbullah’ın ilk defa ülke içindeki rakiplerine karşı silahlı güç kullanımıyla ciddi bir güç gösterisi yapmıştır.34 Krizin çözümünü sağlayan Doha Anlaşması’yla Hizbullah siyasi olarak da kazanımlar elde etmiştir. Bu bağlamda Suriye yönetiminin, eskisi gibi Lübnan’ın iç işlerine 
doğrudan müdahale etmek yerine, Hizbullah’ı desteklemek yoluyla Lübnan’daki Suriye karşıtı grupları dengelemeye çalıştığı ve Lübnan siyasetine müdahil olduğu söylenebilir. Soğuk Savaş sonrası Suriye, siyasi ve askeri olarak büyük bir güç düşüşü yaşamış olsa da Suriye’de kim iktidar olursa olsun her zaman az veya çok Lübnan ve Filistin üzerinde sorumluluk hissedeceği ve hegemonya kurma arzusu taşıyacağı aşikârdır. Bu hegemonya arzusu, Suriye’nin güçlü olduğu dönemlerde siyasi ve askeri müdahale şeklinde, kendini zayıf 
hissettiği dönemlerde Hizbullah ve Hamas gibi kendine yakın güçleri kullanmaya çalışmak yoluyla olacaktır. Bu durum bölgenin jeopolitik bir gerçeğidir. Diğer yandan Suriye’nin dış politikadaki algılamalarını etkileyen coğrafi ve tarihi faktörlerle günümüzdeki gerçeklerin uyuşmaması, Suriyeli karar alıcılar tarafından zaman zaman olumlu kullanılmak istense de genellikle dış politikadaki gücünü daralttığı söylenebilir. Öyle ki uluslararası konjoktür, Beşşar Esad’ın 2005’te Suriye’nin Lübnan’daki işgalini bitirmesine ve iki ülkenin 2008 yılı sonundan itibaren karşılıklı elçilik açma girişimlerine yol açtı. 

3.4. İttifak Arayışları: İran ve Rusya 

Orta Doğu, ABD’nin Irak’ı işgalinden beri hızla iki bloklu bölgesel bir cepheleşmeye doğru kaymaktadır. Cephenin bir tarafını Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas oluştururken karşısında ABD, İsrail ve İngiltere bulunmaktadır. Rusya ve Çin ilk bloka dolaylı destek verirken Fransa gibi bazı AB ülkeleri de ikinci blokla yakın olmakla birlikte ilk blokta yer alan devletlerle de diplomatik teması kesmemektedir. Bölgedeki Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Körfez Emirlikleri gibi Sünni Arap ülkeleri ise genellikle ikinci bloka yakın politikalar izlemektedir. 
Tabi ki böylesi bloklaşmalar ve ittifaklar belirli uluslararası koşullarla altında ortaya çıkabilir. ABD’nin Irak işgali sonrası Orta Doğu’da sürekli değişen dengeler, yeni tehditlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Suriye yönetiminin uluslararası yalnızlığını yenme ve kendini güvenliğini arttırma kaygısı, İran ve Rusya’yla çok yönlü yoğun ilişkiler kurmasına yol açmıştır. 

İran, Suriye’nin bölgedeki en önemli siyasi ve ekonomik destekçilerinin başında gelmektedir. İki ülkeyi yakınlaştıran en önemli neden, dış politikada olaylara bakış açılarının çoğu zaman uyumlu olmasıdır. Ayrıca her iki ülkenin bekasını sürdürme açısından ortak güvenlik sorunlarının başında İsrail ve ABD gelmektedir. İki ülke arasındaki ilişkilerin çok boyutlu yapısı son yıllarda daha çok güvenlik ve savunma konularına kaymaktadır. Diğer yandan Suriye ile İran arasındaki yakın ilişkilerin nedeni olarak bazen de dini faktörlere (Şiilik) vurgu 
yapılmaktadır. Hatta İran, Suriye ve Hizbullah arasında bir Şii hilalinden bahsedilerek Orta Doğu genelinde Sünni-Şii rekabeti canlandırılmaya çalışılmaktadır. Ürdün Kralı Hüseyin ve Suudi Arabistan’ın eski Washington büyükelçisi Prens Bender bin Sultan gibi siyasiler tarafından dile getirilen Sünni- Şii çatışması olasılığının, Suriye’nin dini yapısı ve gelenekleri, Hizbullah’ın Arap dünyasındaki imajı gibi etkenlere bakılarak gerçek olmaktan çok uzak olduğu sonucuna varılabilir. 

İran açısından Suriye, jeopolitik konumu itibarıyla, İsrail’e karşı uyguladığı politikalarda bir zıplama tahtası ve İran-Suriye-Hizbullah ekseninin kilit aktörüdür. İran’ın bölgesel hırslarını gerçekleştirmesi ve Hizbullah’a ekonomik ve askeri destek ulaştırabilmesi için Suriye’ye ihtiyacı vardır.35 İran, bu sayede dış politikasında Lübnan’ı ve Filistin’i İsrail’e karşı psikolojik bir baskı unsuru olarak kullanma şansını yakalamakta ve Müslüman dünya içerisinde prestijini arttırabilmektedir. Suriye tarafına baktığımızda da İran’ın siyasi ve ekonomik 
desteğinin oldukça önemli olduğu aşikârdır. Beşşar Esad’ın göreve geldiği tarihten beri, en son Ağustos 2009’da olmak üzere, İran’a 7 kez resmi ziyarette bulunması bu önemi gösteren en somut dış politika davranışıdır. Suriye yakın çevresinde yaşadığı kriz ve çatışmalarda doğrudan ve neredeyse sürekli destek gördüğü ve dış politikadaki hamlelerinde gerektiğinde sorumluluğu paylaşabildiği tek bölge ülkesi İran’dır. Tüm bunlarla birlikte Suriye ve İran arasındaki çok boyutlu ve karmaşık ilişkilerin sürekli stratejik bir ortaklık boyutuna çıkmasının 
önündeki en ciddi engel, ekonomik bağların yeterince güçlü olmaması ve iki ülkenin uzun vadeli hedeflerinin değişebilir olmasıdır.36 

Suriye’nin bir diğer önemli bölgesel destekçisi, Putin döneminde uluslararası rekabet gücünü arttıran Rusya’dır. Soğuk Savaş dönemine kadar uzanan tarihsel bir derinliğe sahip olan Suriye-Rusya ilişkileri, Rusya’nın 2000’li yıllarda kendini siyasi ve ekonomik olarak güçlenme sürecine girmesi ve Putin liderliğinde küresel etkinliğini artırma çabaları sonucu yeni bir boyut kazanmıştır. Putin Rusya’sı Orta Doğu stratejilerinin ilk ayağı olarak bölge devletleriyle güçlü siyasi ve ekonomik ilişkiler kurup bölgeye karşı duyarlı olduğunu göstermek 
istemektedir.37 Bu duyarlılığın ve dünyanın önemli silah üreticilerinden biri olarak bölgede kendine pazar yaratma çabasının bir sonucu olarak son yıllarda Rusya’nın bölgeye yönelik politikası Suriye’nin acil askeri ihtiyaçlarıyla çakışmaktadır. 

Bu bağlamda Suriye Rusya arasında gelişen ilişkilerin en önemli yanını iki ülke arasındaki silah satışları oluşturmaktadır. Silahlı Kuvvetlerini güçlendirme ve modernleştirme adına sınırlı ekonomik güce sahip olan Suriye yönetimi, Soğuk Savaşın bitişinden beri yüksek caydırıcılık imkânlarına sahip silah sistemlerin sağlanmasına yönelmektedir. Bu silah sistemlerinin başında füze teknolojisi ve kitle imha silahları gelmektedir.38 Nisan 2005’te Rusya, dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un tüm itirazlarına rağmen, Suriye’ye 100 milyon dolarlık Strelets SA–18 alçak irtifa yüzeyden-havaya füzelerinin satışını onayladı.39 Putin, hem İsrail ve hem de Amerika’nın rica ve baskılarına rağmen Suriye’ye SA–18 füzelerini satma kararını aldı ve böylece genel stratejik anlamda olmasa bile en azından taktik anlamda İsrail-Suriye askerî dengesini bir ölçüde değiştirdi.40 Putin bir röportajında da İsrail savaş uçaklarının, Suriye 
Başkanlık Sarayı üzerinden uçuşunun bu füzeler nedeniyle bundan böyle zor olacağını belirtiyordu.41 Aralık 2006’da Beşşar Esad’ın Moskova ziyareti sırasında dünya kamuoyunda en çok konuşulan konu, Rusya’nın Orta Doğu’da daha etkin olma çabaları ve Rusya’nın Suriye’ye satmak istediği MiG-29SMT savaş uçakları ve Pantsir S1 kısa menzilli karadan havaya, aynı anda iki hedefi vurabilen balistik füzeleri idi. 

Beşşar Esad’ın Ocak 2005, Aralık 2006 ve Ağustos 2008 olmak üzere üç defa Rusya’ya resmi ziyarette bulundu. Esad’ın Ocak 2005 Moskova ziyareti, Suriye- Rusya ilişkileri açısından önemli bir dönüm noktası oldu ve yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etti. Son yıllarda iki ülke arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri işbirliğinin tekrar yükselen bir seyir izlediği görülmektedir. Suriye yönetimi, ABD’ye karşı Rusya'yı iyi bir dengeleyici faktör olarak kullanmak istiyor. Bununla birlikte Ağustos 2008’de Gürcistan’da çıkan son çatışmalar, Rusya’nın küresel bir güç olarak tekrar uluslararası sisteme geri döndüğünün bir göstergesi olarak görülmektedir. Bu değerlendirme şu an için abartılı olarak görülse de Rusya’nın 
Putin’in iktidara gelmesinin ardından güç yelpazesini genişlettiği ve daha iddialı bir dış politikaya yöneldiği de aşikârdır. Avrupa’nın enerji olarak Rusya’ya olan bağımlılığı Rusya’ya doğrudan ve dolaylı yollardan önemli stratejik avantajlar kazandırmaktadır. 

SONUÇ 

Suriye, tarihi, kültürel ve coğrafi güç parametrelerini kullanarak Arap dünyası üzerinde etkili olma ve ön plana çıkma potansiyeline sahip önemli bir aktördür. Bununla birlikte Suriye dış politikadaki amaçlarını ve manevra alanın belirlerken çoğu zaman uluslararası sistemin yapısından etkilenmektedir. Bu çelişki, Suriye dış egemenlik alanıyla birlikte iç egemenlik alanını daralttığı gibi bölgesel düzeyde sürekli dönemsel yükseliş ve düşüşler yaşamasına yol açmaktadır. Hafız Esad döneminde dış yardımlar alarak, silahlanarak, uluslararası dengeleri 
ve ideolojik araçları kullanmak etkin ve nüfuzlu bir bölgesel güç olmayı başaran Suriye Beşşar Esad döneminde uluslararası sistemin dinamik ve karmaşık bir hale gelen yapısından dolayı, Suriye ciddi güvenlik tehditleriyle karşı karşıya kalmış ve küresel aktörlerle güç çatışmasına girmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak Suriye’nin ciddi bir beka sorunu yaşadığı söylenebilir. Bekasını koruma sorunu, Suriye’nin gücünü geliştirmesinin ve bölgeye yönelik açılımlarının önündeki en önemli engeldir ve bölgesinde bir güç merkezi olmasını 
imkânsızlaştırmaktadır. Bu şartlar altında Suriye yönetimi güvenlikçi ve statükocu politikalara saparak, dış politikadaki sınırlı gücünü verimli bir şekilde kullanarak ve kendini destekleyecek çıkar ittifakları kurarak bekasını korumaya çalışması doğal bir durumdur. 

Son yıllarda uluslararası sistemdeki güç mücadelelerindeki dönüşümler ve Suriye yönetiminin diplomatik çabaları (İsrail’le olaylı barış müzakereleri gibi) Suriye’nin uluslararası alandaki manevra alanını genişletmiştir. Bu çerçevede Suriye’nin bölgesel düzeydeki en önemli destekçileri olarak İran ve Rusya görünmesine rağmen Beşşar Esad’ın esnek dış politika yaklaşımları göz önüne alındığında Suriye’nin bulunduğu bölgesel blokun dışına çıkması ve Batıyla yakınlaşması ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Bu noktada ABD’nin yeni başkanı 

Barack Obama’nın Suriye’ye yaklaşımı büyük önem arz etmektedir. Suriye, dış politikada rahat hareket edebilmek için her şeyden önce ABD’nin siyasi, diplomatik ve ekonomik baskısından kurtulmak zorundadır. 

Obama’nın ABD Başkanı olması, ABD’nin Suriye’ye yönelik politikasını çok fazla değiştirmese de kısmen yumuşamasına ve iki ülkenin diplomatik temasa geçmesinin yolunu açtı. Amerikalı yetkililer her seferinde Suriye ile ilişkilerin düzelmesinin uzun ve yavaş işleyecek bir süreç olduğunu belirtmesine rağmen iki ülke arasında 2009’un başından beri bir diplomatik hareketlilik yaşanmaktadır. Şubat ayında önce ABD Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı John Kerry’nin başkanlığında bir heyet, ardından Mart ayında ABD Dışişleri Bakan Yardımcıları’ndan Jeffrey Feltman ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nden Daniel Shapiro Şam’ı ziyaret etti.42 Başkan Obama döneminde ilk üst düzey ziyaret ise ABD Başkanı’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’in iki Şam ziyareti (Haziran ve Temmuz 2009) oldu. İki ülke arasında yumuşamayı gösteren bu diplomatik adım, daha çok İsrail- Filistin müzakerelerini sağlamaya yönelik görünse bile, Mitchell ikinci ziyareti sırasında Suriye’ye uygulanan Amerikan yaptırımlarının bazılarının (uçak, telekomünikasyon gibi) kaldırılması yönünde 
vaatlerde bulundu. Obama yönetiminin Suriye’ye yönelik önemli bir hamlesi de tam 4 yıl sonra Şam’a bir büyükelçi atmaya karar vermesidir. 2005 yılında Hariri suikastından dolayı ABD yönetimi, Şam’daki büyükelçisi Margaret Scobey’i geri çekmişti ve Şam’daki Amerikan büyükelçiliği maslahatgüzar tarafından yönetiliyordu. 43 Suriye yönetimi, yeni Amerikan büyükelçisinin gelişini iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi yönünden oldukça önemsiyor. Obama yönetiminin diplomatik girişimlerinin Suriye’nin uluslararası alanda manevra alanını 
genişletmekle birlikte Suriye yönetiminin birkaç yıl öce duyduğu güvenlik kaygılarını azalttığı ve öz güven kazandırdığı aşikâr. 44 

ABD Başkanı Obama, Orta Doğu’ya yönelik diplomatik girişimlerinde Suriye’ye karşı önyargısız ve olumlu bir yaklaşım sergilerse Suriye’nin ABD yönetimine olumlu cevap vermesi muhtemel görünüyor. Başkan Obama’nın Suriye’ye yönelik diplomatik çabalarını arttırarak sürdürmesi ve belki de kısa bir süre sonra Şam’a yapacağı bir diplomatik ziyaret ABD-Suriye ilişkilerinin gelişmesi için stratejik ve tarihsel bir hamle olabilir. Haziran ayında ABD yönetiminin yeni bir büyükelçiyi Şam’a göndereceğini açıklamasının ardından İngiliz SKY 
TV’ye konuşan Beşşar Esad ve eşi Esma Esad, dolaylı da olsa Başkan Obama’yı Şam’a davet etmişti. Tabi Obama’nın ülkesindeki Yahudi lobilerine karşı koyarak böylesi bir resmi ziyaret için Şam’a gitmesi, değişen ABD dış politikasının bir göstergesi olabilir. Böylece Başkan Obama, Bush döneminde ABD’nin Orta Doğu’da kaybettiği prestij ve inandırıcılığı biraz olsun telafi edebilir. 

DİPNOTLAR;

1 Yasin Atlıoğlu, Doktora Öğrencisi, Marmara Üniversitesi, Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, E-mail: yatlioglu@yahoo.com 
2 Deniz Ülke Arıboğan, Globalleşme Senaryosunun Aktörleri, İstanbul, Der Yayınları, 1997, s.17 
3 Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C: 51, Sayı: 1–4, Ocak-Aralık 1996, s.93 
4 Detaylı bilgi için bkz. Martin Griffiths, Fifty Key Thinkers in International Relations, Londra, Routledge, 1999, ss. 36–41 
5 Hans Morgenthau, Uluslararası Politika, Çev: Ünsal Oskay - Baskın Oran, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, 1970, s.2–18 
6 Efe Çaman, “Uluslararası İlişkilerde Kindermann ve Münih Okulu”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, C: 2, Sayı:8, 2006, s. 37 
7 Arıboğan, Globalleşme Senaryosunun Aktörleri, s. 18 
8 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, Alfa Yayınları, 2006, s. 164 
9 Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, s. 167 
10 David A. Baldwin, “Güvenlik Kavramı”, Çev: Çiğdem Şahin, Avrasya Dosyası (Güvenlik Bilimleri Özel), Yaz 2003, C: 9, Sayı: 2, s. 27 
11 Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, s. 164 
12 Raymond Hinnebusch, “The Foreign Policy of Syria”, Der: Raymond Hinnebusch- Anoushiravan Ehteshami, The Foreign Policies of Middle East States, Londra, Lynne Rienner Publishers, 2002, s. 148 
13 Detaylı bilgi için bkz.: Daniel Pipes, Greater Syria: The History of an Ambition, New York, Oxford University Press, 1990 
14 Hinnebusch, “The Foreign Policy of Syria”, s. 150 
15 Yavuz Gökalp Yıldız, Global Strateji’de Ortadoğu, İstanbul, Der Yayınları, 2000, s.30 
16 C. Ernest Dawn, “The Foriegn Policy of Syria”, Der: L.Carl Brown, Diplomacy in The Middle East, Londra, I.B. 
Tauris, 2004, s.176 
17 Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Çev: Abdullah Yılmaz, İstanbul, Literatür Yayınları, 2003, s.97 
18 Hinnebusch, “The Foreign Policy of Syria”, s.159 
19 Ely Karmon, “A Solution to Syrian Terrorism”, Middle East Quarterly, C: 6, Sayı:2, 1999 
20 Detaylı bilgi için bkz. Yasin Atlıoğlu, Beşşar Esad Suriyesi’nde Reform, İstanbul, TASAM Yayınları, 2007, ss. 73–78; Alan George, Syria: Neither Bread nor Freedom, Londra, Zed Books, 2003, ss. 47- 63. 
21 Michael Nicholson, Rationality and The Analysis of International Conflict, Cambridge, Cambridge University Press, 1992, s. 11 
22 Eyal Zisser, “What’s Behind Bashar Al-Assad’s Peace Offensive?”, Telaviv Notes, No:95, 11 Ocak 2003 
23 “Air Defense Units Confront Israeli Aircrafts over Syrian airspace forcing them to Leave”, SANA, 6 Eylül 2007, 
http://www.sana.org/eng/21/2007/09/06/137956.htm 
24 Detaylı bilgi için Gary C. Gambill, “The Kurdish Reawakening in Syria”, Middle East Intelligence Bulletin, C: 6, No: 4, 5 Nisan 2004 
25 “US Democrat Pelosi in Syria talks”, BBC News, 4 Nisan 2007 
26 Adel Darwish , “Positive Climate in Washington is Met by a Negative Middle East Reality”, Mideastnews, 16 Kasım 2006 
27 Yasin Atlıoğlu, “2008 Yılında Suriye ve Lübnan’ın Kronolojisi”, Analizler, BİLGESAM Web Sitesi, 27 Aralık 2008. 
28 Atlıoğlu, “2008 Yılında Suriye ve Lübnan’ın Kronolojisi”. 
29 “MP advises Fairuz to call off performance before Lebanon’s ’jailers’ in Syria”, The Daily Star, 12 Ocak 2008 
30 “Boycott clouds Syrian Arab summit”,BBC News, 29 Mart 2008 
31 “Syria Under Bashar (I): Foreign Policy Challenge”, ICG Middle East Report, No: 23, 11 Şubat 2004, s.13 
32 Jonathan Freedland, “To rescue the two-state solution, Israel must make peace with Syria”, The Guardian, 12 Mart 2008 
33 Eyal Zisser, “Syrian Foreign Policy Under Bashar al-Assad”, Jerusalem Issue Brief, C: 4, No: 2, 29 Ağustos 2004, http://www.jcpa.org/brief/brief4-2.htm 
34 “Hezbollah takes over west Beirut”, BBC News, 9 Mayıs 2008 
35 Robert G. Rabil, “Has Hezbollah's Rise Come at Syria's Expense?”, Middle East Quarterly, C:14, Sayı: 4, 2007 
36 Alon Ben-Meir, “Syria and Iran: An Alliance of Convenience”, The Huffington Post, 26 Ağustos 2008 
37 Mark N. Katz, “Putin’s Foreign Policy Toward Syria”, MERIA, C: 10, No: 1, Makale 4 - Mart 2006 
38 Anthony H. Cordesman, “Syria and Israel: The Changing Military Balance and the Prospects of War”, 15 Ağustos 2007, The Center for Strategic and International Studies (CSIS), 
http://www.csis.org/media/csis/press/pr_2007_0820.pdf 
39 “Rusya: Şam'a füze satacağız”, BBC Turkish, 16 Şubat 2005, 
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/02/050216_moscow_missile.shtml 
40 Fikret Ertan, “Putin İsrail’de”, Zaman, 28 Nisan 2005 
41 “İsrail Suriye'nin alacağı füzelerden endişeli”, BBC Turkish, 21 Nisan 2005, 
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/04/050421_israel_missiles.shtm 42 “US talks in Syria constructive”, Al Jazeera, 10 Mart 2009 
43 “U.S. to send ambassador back to Syria”, CNN, 23 Haziran 2009 
44 Jay Solomon, “U.S. Woos Damascus by Easing Export Ban”, The Wall Street Journal, 28 Temmuz 2009 

Kaynakça 

Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, Alfa Yayınları, 2006 
Arıboğan, Deniz Ülke; Globalleşme Senaryosunun Aktörleri, İstanbul, Der Yayınları, 1997 
Atlıoğlu, Yasin, Beşşar Esad Suriyesi’nde Reform, İstanbul, TASAM Yayınları, 2007 
Dawn, C. Ernest; “The Foriegn Policy of Syria”, Der: L.Carl Brown, Diplomacy in The Middle 
East, Londra, I.B. Tauris, 2004 
George, Alan; Syria: Neither Bread nor Freedom, Londra, Zed Books, 2003 
Griffiths, Martin; Fifty Key Thinkers in International Relations, Londra, Routledge, 1999 
Hans Morgenthau, Uluslararası Politika, Çev: Ünsal Oskay - Baskın Oran, Ankara, Türk Siyasi 
İlimler Derneği Yayınları, 1970 
Hinnebusch, Raymond; “The Foreign Policy of Syria”, Der: Raymond Hinnebusch- 
Anoushiravan Ehteshami, The Foreign Policies of Middle East States, Londra, Lynne Rienner 
Publishers, 2002 
Lewis, Bernard; İslam’ın Krizi, Çev: Abdullah Yılmaz, İstanbul, Literatür Yayınları, 2003 
Nicholson, Michael; Rationality and The Analysis of International Conflict, Cambridge, 
Cambridge University Press, 1992 
Pipes, Daniel; Greater Syria: The History of an Ambition, New York, Oxford University Press, 1990 
Yıldız, Yavuz Gökalp; Global Strateji’de Ortadoğu, İstanbul, Der Yayınları, 2000 

Makaleler 

Atlıoğlu, Yasin; “2008 Yılında Suriye ve Lübnan’ın Kronolojisi”, Analizler, BİLGESAM Web Sitesi, 27 Aralık 2008. 
Aydın, Mustafa; “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”, Ankara Üniversitesi 
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C: 51, Sayı: 1–4, Ocak-Aralık 1996 
Baldwin, David A.; “Güvenlik Kavramı”, Çev: Çiğdem Şahin, Avrasya Dosyası (Güvenlik Bilimleri Özel), Yaz 2003, C: 9, Sayı: 2 
Ben-Meir, Alon; “Syria and Iran: An Alliance of Convenience”, The Huffington Post, 26 Ağustos 2008 
Cordesman, Anthony H.; “Syria and Israel: The Changing Military Balance and the Prospects of War”, 15 Ağustos 2007, The Center for Strategic and International 
Studies (CSIS), 
http://www.csis.org/media/csis/press/pr_2007_0820.pdf 
Çaman, Efe; “Uluslararası İlişkilerde Kindermann ve Münih Okulu”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, C: 2, Sayı:8, 2006 
Darwish, Adel; “Positive Climate in Washington is Met by a Negative Middle East Reality”, Mideastnews, 16 Kasım 2006 
Ertan, Fikret; “Putin İsrail’de”, Zaman, 28 Nisan 2005, 
Freedland, Jonathan; “To rescue the two-state solution, Israel must make peace with Syria”, The Guardian, 12 Mart 2008 
Gambill, Gary C.; “The Kurdish Reawakening in Syria”, Middle East Intelligence Bulletin, C: 6, No: 4, 5 Nisan 2004 
Karmon, Ely; “A Solution to Syrian Terrorism”, Middle East Quarterly, C: 6, Sayı:2, 1999 
Katz, Mark N.; “Putin’s Foreign Policy Toward Syria”, MERIA, C: 10, No: 1, Makale 4 - Mart 2006 
Robert G. Rabil; “Has Hezbollah's Rise Come at Syria's Expense?”, Middle East Quarterly, C:14, Sayı: 4, 2007 
Solomon, Jay; “U.S. Woos Damascus by Easing Export Ban”, The Wall Street Journal, 28 Temmuz 2009 
Zisser, Eyal; “What’s Behind Bashar Al-Assad’s Peace Offensive?”, Telaviv Notes, No:95, 11 Ocak 2003 
Zisser, Eyal; “Syrian Foreign Policy Under Bashar al-Assad”, Jerusalem Issue Brief, C: 4, No: 2, 29 Ağustos 2004, http://www.jcpa.org/brief/brief4-2.htm 

Diğer Kaynaklar 

“Syria Under Bashar (I): Foreign Policy Challenge”, ICG Middle East Report, No: 23, 11 Şubat 2004 

Sürekli Yayınlar TV ve Haber Ajansları,
Al Jazeera 
BBC News 
BBC Turkish 
CNN 
Daily Star 
SANA 

****

SURİYE DIŞ POLİTİKASINDA GÜÇ VE GÜVENLİK İLİŞKİSİ., BÖLÜM 1


SURİYE DIŞ POLİTİKASINDA GÜÇ VE GÜVENLİK İLİŞKİSİ., BÖLÜM 1 




Yasin ATLIOĞLU*1. 
*Yasin Atlıoğlu, Doktora Öğrencisi, Marmara Üniversitesi, Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, 
E-mail: yatlioglu@yahoo.com 

Özet 

Suriye, Soğuk Savaş yılları boyunca sürekli Orta Doğu’nun karmaşık politika larının merkezinde yer aldı ve önemli bir bölgesel role sahip oldu. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Suriye bölgesinde siyasi ve ekonomik olarak güç kaybetmeye başladı. Haziran 2000 tarihinde iktidara geçen Beşşar Esad, Suriye’nin dünya ile entegrasyonu için önemli bir fırsat olarak görüldü. Oysa bu umutlar kısa sürede yok oldu. Özellikle ABD’nin ikinci Irak operasyonunun başlamasından bu yana Suriye birçok iç ve dış tehditle yüzleşmektedir. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, bu dönemde bir taraftan tehditler ve fırsatlar arasında denge kurmaya diğer yandan da iktidarı elinde tutmaya çalışmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Suriye, Güç, Güvenlik, Beşşar Esad, 

GİRİŞ 

2001 yılında George W. Bush’un ABD başkanı seçilmesi ve ardından gerçekleşen 11 Eylül saldırıları, Suriye’nin uluslararası sistemden tecrit edilmesi sürecinin başlangıcı olarak alınabilir. Ama asıl Suriye-ABD ilişkilerinin kırılma noktası, ABD’nin 2003 yılında başlayan Irak işgalidir. ABD’nin Irak işgali ve Orta Doğu’ya yönelik tek yanlı güvenlikçi politikaları, Suriye’yi birçok iç ve dış tehditle ve artan güvenlik kaygıları ile yüzleşmek zorunda bıraktı. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, bu dönemde bir taraftan tehditler ve fırsatlar arasında denge 
kurmaya diğer yandan da iktidarı elinde tutmaya gayret gösterdi. Esad, Suriye’nin sınırlı dış politika gücünü verimli bir şekilde kullanarak ve kendini destekleyecek bölgesel çıkar ittifakları kurarak bekasını korumaya çalıştı. Beşşar Esad’ın, uluslararası sistemdeki güç dengelerini gözeterek uyguladığı güvenlik eksenli dış politika stratejileri, sınırlı siyasi, ekonomik ve askeri güce sahip küçük çaplı bir devletin bekasını nasıl sağlayabildiğine güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu çerçevede realist paradigmanın güç, ulusal çıkar, çatışma ve güvenlik kavramlarını kullanarak Beşşar Esad döneminde Suriye’nin dış politika stratejilerini incelemeye çalışalım. 

1. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE GÜÇ KAVRAMI VE ORTADOĞU 

Uluslararası ilişkiler disiplinine güç kavramını sokan ve en çok vurgulayan yaklaşım, realist paradigmadır.2 Devleti uluslararası sistemdeki temel aktör olarak tanımlayan realist teorisyenler, anarşik yapıdaki sistemde aktörler arasında güç mücadelesinin ve çatışmanın kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Bütün devletlerin nihai hedefi düşmanı yok etmek ve anarşik ortamda güvenliğini ve bekasını sağlamaktır. Bu nedenle bütün politikalar ulusal güvenliği sağlayacak güç hesapları ile belirlenmektedir.3 

İkinci Dünya Savaşı sonrası realizmi teorileştiren kişi olarak kabul edilen Hans Joachim Morgenthau,4 1943 yılında yayınladığı Politics of Nations (Uluslararası Politika) adlı kitabında klasik realizmin genel çerçevesini belirlemiştir. Morgenthau kitabında, realizmin altı ilke ile tanımlarken şunları söylemektedir: “Uluslararası politikanın en önemli noktası, güç terimi ile ifade edilen ulusal çıkar kavramıdır. Bu kavram rasyonel dış politika değerlendirmesi için esastır… Söz konusu güç ve çıkar kavramları, politikanın özüdür, zaman ve yere bağlı 
değildir… Evrensel ahlak ilkeleri, evrensel soyut formlarıyla devletlerin dış politika davranışlarına uygulanamaz…”5 

Morgenthau, güç kavramını antropolojik bir bakış açısıyla yorumlamakta ve onu insan doğasının potansiyel olarak hiçbir zaman doyuma ulaşmayacak ve egemen olma bağlamında yayılmacı, amaçlar arası mücadele ortamında kendi arzusunu kabul ettirmeye yönelik temel bir dürtü biri olarak niteler.6 Morgenthau’ya göre güç, insanın insan üzerinde denetimini kuran ve sürdüren her şeyi içine alır. Bu nedenle güç bu sonuca hizmet eden fiziksel şiddetten, en anlatılması zor bir aklın diğerini kontrolü gibi psikolojik bağlara kadar her türlü sosyal ilişkiyi kapsamaktadır.7 

Realizm, devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul ederek, uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletler arasındaki mücadele süreci olarak görmektedir. Devletin yekpare ve bütüncül bir aktör olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedir. Konuları arasında hiyerarşi gözeterek askeri ve güvenlik konularına öncelik veren realist teori için güç, uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavramdır.8 Bundan dolayı uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konuları oluşturmaktadır. Realistler, devletin bekasını sürdürmesine ilişkin ulusal güvenlik konularını High Politics olarak nitelendirir.9 Kenneth Waltz göre güvenlik anarşi ortamında, en önemli amaçtır, ancak beka garanti altına alınırsa, devletler sükûn, kazanç ve güç gibi diğer amaçlara ulaşmaya çalışabilirler.10 Realistlere göre devlet adamlarını yönlendiren unsurlar korku, kuşku, güvensizlik, güvenlik ikilemi, üne kavuşma, prestij ve çıkar gibi unsurlardır. Özellikle bunlar arasında korku ve bunun yol açtığı güvenlik ikilemi devletleri savaşa zorlayan nedenlerin başında gelmektedir.11 

Realistlerin güç, ulusal çıkar, çatışma ve güvenlik kavramları ile tanımlama uğraşı içerisine girdikleri uluslararası sistemin bir parçası (alt sistemi) olan Orta Doğu’da da devletlerarası var olan yapı, anarşik ve çatışmacıdır. Devletlerin birbirlerine yaklaşımlarında, karşılıklı korku ve kuşku hâkim olurken, güvenlik kaygıları siyasi ve diplomatik güce dayalı çıkar mücadelelerine ve çoğu kez sıcak askeri çatışmalara dönüşebilmektedir. Hatta son yüzyılda uluslararası sistemin en uzun süreli çatışmalarının ve krizlerinin bu bölgede ortaya çıktığı rahatlıkla 
söylenebilir. Araplar ile İsrail arasında yapılan dört büyük savaş, İsrail’in Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarına yönelik uzun süreli askeri işgalleri, Suriye’nin Lübnan’ı işgali, Irak’ın Kuveyt’i işgali, ABD’nin Irak işgali, İsrail’in, İran’ın ve Arap devletlerinin silahlanma çabaları ve dünyada çatışmaları önlemek için kurulan idealist örgüt Birleşmiş Milletlerin aldığı kararlarının bölgede uygulanamaması gibi pek çok örnek bölgedeki çatışmacı ortamın somut göstergeleridir. Bu bağlamda bölgedeki aktörlerin dış politikada genellikle realistlerin söyledikleri kavram ve davranış kalıpları çerçevesinde hareket ettikleri ve eylemlerini siyasi ve askeri güç kullanarak meşrulaştırdıkları söylenebilir. 

Orta Doğu’da ulusal çıkar kavramının tanımlanması rasyonel nedenler kadar dinsel fanatizm ve tarihsel olaylardan beslenmekte ve dogmatik dış politika yaklaşımlarına yola açmaktadır. Bir İsrailli karar alıcı için İsrail devletinin bölgedeki varlığı her şeyden önce dinsel bir hak ve zorunluluktur. Bu hak ve zorunluluk da İsrail’in ulusal çıkarının temelini oluşturur. Bir Arap karar alıcı için ise İsrail devletinin Müslüman topraklarında kurulmuş olması, İslam dinin yaşam alanına bir saldırıdır ve Yahudiler nefret edilen bir öteki olabilmektedirler. Bu bakış açısı Arap devletlerinin ulusal çıkarını oluşturmaktadır. Böyle bir yaklaşım tarzından dolayı bölgede uygulanmak istenen idealist ve barış yönelik girişimler ise çoğu zaman başarısızlığa mahkûmdur. Bu konjonktür, Orta Doğu’daki tüm devletleri kendi siyasi ve askeri gücünü yükseltmeye ve özellikle askeri caydırıcılıklarını arttırmaya teşvik etmektedir. Bu askeri gücü arttırma çabaları çerçevesinde nükleer veya kimyasal silahlanma önemli bir yer teşkil etmektedir. Böylece silahlanarak bekasını ve güvenliğini sağlama çabaları bölge devletlerinin 
dış politikalarındaki en önemli amaç haline gelebilmektedir. Devletlerin iç veya dış sebeplerden dolayı güçlerindeki dönemsel yükseliş ve düşüşlerse dış politikada uygulanan stratejilerde ve kullanılan araçlarda sürekli bir değişime yol açmaktadır. Realist paradigmanın söyledikleriyle birlikte önce Suriye dış politikasının son 30 yılındaki yükseliş ve düşüşleri, ardından da Beşşar Esad dönemindeki dış politika gelişmelerini ele alalım. 

2. SOĞUK SAVAŞ SONRASI SURİYE’NİN GÜÇ KAYBI 

Suriye’de, Fransız Manda döneminden günümüze, siyasal iktidarın ve siyasetin oluşması ve değişmesi üzerinde dış dinamiklerin belirleyiciliği oldukça yüksek olmuştur. Uluslararası sistemdeki büyük güçler, Orta Doğu’daki çıkarlarını koruyabilmek için Suriye iç ve dış politikasına doğrudan veya dolaylı yollardan müdahale etmiştir. Ayrıca 2. Dünya Savaşı sonrası bağımsız olan Suriye, İsrail gibi büyük güçlerce desteklenen ve teşvik edilen bir düşmanla yüzleşmiş ve askeri güç mücadelesine girmiştir. Bu durumun bir sonucu olarak Suriye’yi yönetenler, sürekli iktidarları ve devletin bekasıyla ilgili şüphe ve korkuyu üzerlerinde hissetmişler ve güvenlik meselelerini ülkesinin öncelikli meselesi olarak görmüşlerdir. 

Modern Suriye tarihinin geneline bakıldığında dış müdahalenin en alt düzeyde kaldığı dönemin Hafız Esad’ın Suriye’yi yönettiği 30 yıldır. Esad, uluslararası sistemdeki güç dengelerini ve diplomasiyi ustalıkla kullanan karizmatik lider kişiliğiyle Suriye’ye gelebilecek dış müdahaleleri en alt düzeyde tutmayı ve ülke içinde, otoriter ve baskıcı da olsa, istikrarlı bir yönetim kurmayı başardı. Esad, pragmatizme dayalı rasyonel bir dış siyaset anlayışıyla da Suriye’yi önemli bölgesel bir güç haline getirdi. Esad, başkanlık monarşisi sayesinde dış 
politika yapımında geniş yetkilere sahipti. 12 Esad’ın politikalarının ahlaki değerlerden çok güce dayandığı aşikârdır. Bu anlamda Esad, 20. yy.ın en önemli realist liderlerinden biridir. Esad’ın dış politikası onun sahip olduğu realist lider özelliğine ek olarak üç temel argüman üzerinde yürütülüyordu: Güçlü bir Suriye ordusu, ideoloji (Büyük Suriye ideali)13 ve pragmatik bir diplomasi anlayışı. 

Soğuk Savaş yıllarında SSCB ekseninde bir dış politika izleyen Esad, Sovyet askeri ve ekonomik yardımı sayesinde özellikle Suriye çapında bir devleti büyük bir askeri güce ulaştırdı.14 Esad’ın silahlanmaya verdiği önemin temel nedeni, İsrail ile askeri güç dengesini sağlamaktı. Bununla birlikte Esad’ın Arap dünyasının liderliğine oynayabilmesi için de askeri gücü ile kendini kanıtlaması gerekiyordu. Suriye ordusunu 1982’de Lübnan’da başlayan ve 23 yıl süren işgali, ideolojik ve güvenlik nedenleriyle askeri güç kullanımının iyi bir örnek teşkil 
etmektedir. Esad, dış politikaya yönelik silahlanma stratejisini “Büyük Suriye” ideali ve pragmatik diplomasi anlayışıyla destekledi. Bölgesel düzeyde ya da Arap dünyası içindeki güç ve hegemonya mücadelesinde, devletlerin kapasitelerinin yanı sıra, stratejik hedefleri doğrultusunda kontrol etmeyi hedefledikleri coğrafi alanı tanımlayabilmeleri çok önemlidir.15 

Esad, bunu “Büyük Suriye” ideali ile başarmış ve dış politika algılamalarında Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü hiçbir zaman bağımsız devletler olarak görmemiş ve bu devletlere Suriye’nin yaptığı her türlü müdahaleyi legal olarak görmüştür. Buna ek olarak Esad’ın dış politikadaki pragmatizmi çerçevesinde, zaman zaman Arap dünyasıyla bağları koparmamak için Pan-Arabizmi de kullandığını gözden kaçırmamak gerekir. 

Hafız Esad’ın güçlü bir ordu, ideoloji ve pragmatik diplomasi anlayışı üzerine inşa ettiği dış politika anlayışının en önemli araçlarından birinin de yakın periferisinde düşman olarak gördüğü ülkelere karşı terör örgütleri kullanma stratejisi olduğunu belirtmek gerekiyor. Lübnan’daki işgalin başlamasından sonra Suriye, Lübnan’ı (özellikle Beka bölgesini) terör örgütlerinin önemli bir barınma yeri haline getirdi. Esad döneminde Suriye destekli terörün iki ana hedefi vardı: Bir yanda İsrail, ABD ve Lübnan’da etkinliği olan Fransa, diğer yanda 

Türkiye ve Ürdün. 

1990’larda Soğuk Savaş’ın bitişiyle uluslararası sistemdeki güç dengelerinde meydana gelen değişimler, Suriye’nin dış politika anlayışını ve stratejilerini değiştirmesini zorunlu kıldı. Suriye, yeni oluşan şartlarda öncelikle SSCB’nin stratejik desteğini yitirdiği gibi uluslararası alanda da büyük bir yalnızlık içine düştü. Globalleşme, serbest piyasa ekonomisi, liberal demokrasi, insan hakları, uluslararası hukuk gibi değerleri savunan Batılı bir dünya içinde ülkesine yer bulmaya çalışan Esad, öncelikle Batı karşıtı politik anlayışını revize etmekle işe 
başladı. 

1990’da Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesini bir fırsat olarak gören Hafız Esad, Batılı devletlerle birlikte Irak karşıtı koalisyonun içinde yer aldı. Esad, 1991’de başlayan “Oslo Barış Süreci” dâhilinde de İsrail’le barış müzakereleri için aynı masaya oturdu. Görüşmelerden bir uzlaşma çıkmasa da Esad, tavizsiz ve pragmatik diplomasi anlayışını tekrar sergileme fırsatı buldu.16 ABD yönetimi, 1990–2000 yılları arasında Suriye ile olan ilişkilerini daha çok Orta Doğu Barış Süreci ve İsrail’le olan ilişkilerine endeksledi. Bununla birlikte ABD yönetimi 
Esad’la pek çok kez görüştü. 1990’lı yıllar boyunca Esad, Amerikan Dışişleri Bakanı James Baker (Eylül 1990 ve Temmuz 1992 arasında on iki kez), Warren Christopher (Şubat 1993 ve Şubat 1996 arasında on beş kez) ve Madeline Albright’tan (Eylül 1997 ile Ocak 2000 arasında dört kez) ve Başkan Clinton’dan (Suriye’ye bir ziyaret ve Ocak 1997 ve Mart 2000 arasında İsviçre’de iki toplantı) toplantı davetleri aldı.17 Bu diplomatik temaslara rağmen Suriye, kitle imha silahlarının yasaklanması ve terörizme destek vermemesi yönünde Amerikan 
taleplerine maruz kaldı ve ABD yönetiminin terörist devletler listesinde kalmaya devam etti. 

Ayrıca Suriye’nin 1990–2000 yılları arasında en önemli siyasi ve askeri destekçileri, Çin, Kuzey Kore ve Rusya Federasyonu oldu. Bu dönemde AB ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkiler ise sürekli yükseliş gösterdi.18 

Suriye’nin Soğuk Savaş döneminde önemli sorunlar yaşadığı komşularından biri de Türkiye olmuştur. 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’nin İsrail’le siyasi ve askeri ilişkilerini yoğunlaştırması sonucu iki ülke arasındaki ilişkiler gerginleşen bir sürece girdi. Türkiye-İsrail yakınlaşmasını Arap dünyası üzerinde tehdit olarak algılayan Esad, İran ve Irak’la ilişkilerini geliştirdi ve Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Ermenistan’la ortak hareket etti. Diğer yandan bu dönemde yaşanan siyasi gelişmeler ve krizler, Suriye dış politikasındaki bir zafiyeti tekrar 
gözler önüne serdi: Kendisinden daha büyük bir askeri güçle çatışmadan kaçınma ve askeri tehdit yoluyla Suriye’nin dış politika davranışlarının değiştirme imkânı. 1997 yılında PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması sürecinde Türkiye askeri tehdit yoluyla Suriye’nin davranışlarında değişim sağlayabildi.19 Türkiye’nin askeri güç kullanma tehdidinin iki ülke arasında günümüzde var olan işbirliği ve güvene dayalı ikili ilişkilerin bir başlangıcı olmasıysa uluslararası ilişkilerdeki değişimin bir göstergesidir. 

3. SURİYE’DEKİ İKTİDAR DEĞİŞİMİ VE YENİ SORUNLAR 

2000 yılının Temmuz ayında Beşşar Esad iktidara geldiğinde Hafız Esad tarafından gerginlikleri azaltılan ve normalleşme sürecine girmiş bir dış politika mirası devraldı. İlk yıllarında ülke içinde iktidarı sağlamlaştırmaya çalışan Beşşar Esad, aynı zamanda Batılıların “Şam Baharı”20 olarak adlandırdıkları siyasi, ekonomik ve toplumsal bir liberal açılım programı başlattı. Fakat, Beşşar Esad’ın iktidara geçmesinden kısa bir süre sonra uluslararası sistemde ve Orta Doğu’da meydana gelen ani dönüşümler (11 Eylül Saldırıları, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri), Suriye’yi büyük ölçüde olumsuz etkilendi ve çatışmacı bir ortama sürükledi. 

ABD-Suriye ilişkilerinin gerginleşmesine ve ABD yönetiminin Suriye’ye karşı diplomatik ve ekonomik baskı politikası uygulamasına yol açan kırılma noktasını, ABD’nin Irak’a gerçekleştirdiği askeri müdahale oluşturur. Çatışmacı bir karaktere sahip olan ve güvenlik algılamalarının sübjektif hale geldiği bir uluslararası sistemde, ABD’nin Irak’a yerleşmesi ve İsrail’in bölgede varlığını güçlendirmesi, Suriye’nin derin güvenlik kaygıları duymasına neden oldu. Özellikle ABD yönetiminin dış askeri müdahaleler veya “Büyük Orta Doğu Projesi” gibi eylem planlarıyla bölgeyi özgürleştirme ve demokratikleştirme iddiası, Suriye içinden ve dışından mevcut yönetime muhalif hareketlerin canlanmasına ve mevcut yönetimin yıkılacağı söylentilerinin sürekli gündemde tutulmasına yol açtı. Bu gelişmeler, Suriye’de değişimin, dış askeri müdahale veya dış baskının yardımıyla ülke içinde, Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan 
benzeri demokratik devrim diye adlandırılan yumuşak bir geçişle gerçekleşmesi olasılığını ortaya çıkardı. 

11 Eylül Saldırıları ve ABD’nin Irak’ta başlayan işgali, Soğuk Savaş sonrası yeni bir döneme giren uluslararası sistemin daha da dinamik ve kaotik bir hale gelmesine neden oldu. Beşşar Esad, 2003 sonrası dönemde dış dinamiklerin ve dış politikadaki gelişmelerin baskısını üzerinde yoğun bir şekilde hissederek iktidarını sürekli bir kriz yönetimi şeklinde devam ettirdi. Bu çerçevede Suriyeli karar alıcılar da Suriye’nin dış politika çıkarlarını geliştirebilmek ve gücünü dengede tutmak için hissettikleri güvenlik sorunlarına uygun yeni güvenlik 
stratejileri geliştirdi. Suriye’nin yeni güvenlik stratejilerini dört ana eksen üzerinden incelemeye çalışalım: 


1) Güçlü Aktörlerle Çatışmalardan Kaçınma 

2) Pragmatik ve Esnek Diplomasi 

3) Gücün Dolaylı Kullanımı: Hizbullah Örneği 

4) İttifak Arayışları: İran ve Rusya 


3.1. Güçlü Aktörlerle Çatışmalardan Kaçınma 

Çatışmayı, sistemde var olan aktörlerin aynı şeyi elde etmek istedikleri veya aktör davranışları karşılıklı olarak birbiriyle bağdaşmadığı zaman karşılaşılan bir durum olarak tanımlarsak21 Suriye’nin 2000’li yıllarda hem Orta doğu’daki iki komşusu İsrail ve Lübnan’la, hem de 2003 yılı sonrası Irak’a askeri olarak yerleşen küresel güç ABD ile sürekli bir siyasi ve diplomatik çatışma içerisinde olduğunu rahatlıkla söylenebilir. Suriye, jeopolitik konum itibarıyla İsrail (Filistin), Lübnan ve Irak gibi istikrardan yoksun, çatışmacı karaktere sahip üç önemli kriz alanı tarafından çevrelenmektedir. Bu jeopolitik dezavantaj Beşşar Esad döneminde Suriye dış politikasının en belirgin özellikleri olarak dış 
politika hedeflerinde ve davranışlarında savunmacı bir anlayışın hâkim olmasına yol açtı. Suriye’nin 2000’lı yıllarda siyasi, ekonomik ve askeri gücü ve etki etme kapasitesi kısıtlı bir devlet olduğu aşikârdır. Bundan dolayı Suriyeli karar alıcılar bölgedeki güç dengelerini göz önüne alarak özellikle güçlü uluslararası aktörlere karşı ihtiyatlı bir dış politika izlemeyi tercih etmektedir. Diplomatik dil olarak radikal söylemlerden kaçınan Suriye yönetimi büyük güçlerle karşı karşıya kalacakları kriz ve çatışma ihtimallerini en az düzeye indirmeye gayret 
etmektedir. Özellikle Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, yaptığı açıklamalarda veya Batılı medya organlarına verdiği röportajlarda ılımlı tavrı ile dikkat çekmekte ve İsrail’e karşı bile çoğu zaman sert söylemlerden uzak durmayı tercih etmektedir. Bu açıdan Suriye’nin dış politika çıkarları devletin beka sorunsalı ve gücüyle orantılı olarak belirlenmektedir. 

Suriye’nin bölgedeki en önemli düşmanı olan İsrail’in iki ülke arasındaki askeri güç dengelerini kendi lehine üstün tutması ve 2005 Nisan’da Suriye Ordusu’nun Lübnan’dan çekilmesi, Suriye yönetiminin dış politikadaki askeri caydırıcılığını da sınırlamaktadır. Hatta çoğu zaman Suriye kendi topraklarına yönelik İsrail saldırılarına karşı bile meşru müdafaa hakkını tam anlamıyla kullanamamaktadır. Beşşar Esad döneminde Suriye topraklarına yönelik ilk İsrail saldırısı 4 Ekim 2003’te gerçekleşti. İsrail Hava Kuvvetleri (IAF) Şam yakınlarındaki bir bölgeyi Filistin eğitim kampı olduğu iddiasıyla bombaladı. Bu tür bir saldırının 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan beri ilk kez gerçekleşmiş olması da22 Suriye’nin Soğuk 
Savaş’ın ardından askeri olarak büyük güç kaybettiğinin kanıtı sayılabilir. Bu saldırının üzerinden neredeyse üç yıl sonra Haziran 2006’da Beşşar Esad’ın Lazkiye’deki sarayının üzerinde uçuş yapan İsrail savaş uçaklarına ateş açıldığı iddia edilmişti. 2007 Eylül ayında ise Suriye Savunma Bakanlığı yetkilileri İsrail savaş uçaklarının ülkenin hava sahasını ihlal ettiğini ve Suriye hava savunma sistemlerinin ihlal gerçekleştiren uçaklara ateş ettikleri ve ülke hava sahası dışına çıkmaya zorladıklarını belirtiyordu.23 Saldırıdan bir süre sonra İsrail mercileri de saldırıyı kabul etti ve bir tesisin vurulduğunu açıkladı. 

Suriye karar alıcılarının gerek iç politikada gerekse dış politikada güvenlikçi ve statükocu politikalara sapmasına yol açan bir diğer sebep de ABD yönetiminin Suriye’ye yönelik uyguladığı baskıcı ve tehdit içerikli dış politika yaklaşımlarıdır. ABD yönetimi, Irak ve Lübnan kriz alanları üzerinden Suriye’ye diplomatik bir köşeye sıkıştırma politikası uyguladı. Statükocu politikaların ülke içindeki ilk yansıması, devlet teşvikiyle başlatılan siyasi reform çabalarının yine devlet otoritesiyle yavaşlatılması ve Şam Baharı’nı katkı yapan entelektüellerin tutuklanması olurken reform çabaları daha çok ekonomik alana kaydırıldı. Bu dönem ülke içinde Irak’taki siyasi konjonktüre bağlı olarak Kürt milliyetçisi hareketlerin canlanmış olması dikkat çekici bir gelişmedir. Orta Doğu Projesi’nin dünya kamuoyunda konuşulmaya başlandığı 2004 yılında Suriyeli Kürtlerin ülke tarihindeki ilk isyan girişimi olan “Kamışlı Olayları” Suriye yönetimini tedirgin etti. 24 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***