11 Eylül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Eylül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2019 Perşembe

SİBER TERÖRİZM

SİBER TERÖRİZM



1. SİBER TERÖRİZMİN TEHDİT POTANSİYELİ,  Naki  SARIKAVAK
2. SİBER TERÖRİZMİN TANIMI, Naki  SARIKAVAK
3. TERÖRİST ÖRGÜTLER İÇİN SİBER TERÖRİZMİN ÇEKİCİLİĞİ, 
     Naki  SARIKAVAK
4. SİBER TERÖRİZME KARŞI ARTAN HASSASİYET, Naki  SARIKAVAK
5. SİBER TERÖR TEHDİDİNİN BÜYÜKLÜĞÜ, Naki  SARIKAVAK
6. SİBER TERÖRİZMİN BUGÜNÜ VE YARINI, Naki  SARIKAVAK



Siber Terörizm Raporu,
Naki  SARIKAVAK


SUNUŞ

Siber terörizmin tehdit potansiyeli her geçen gün biraz daha artmaktadır. Birçok güvenlik uzmanı ve politikacı, siber terörizmin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde devletin sivil, askeri, finansal ve hizmet sektörlerindeki teknolojik altyapılarına ve özel bilgisayar sistemlerine saldırı ihtimalinin olduğunu açıklamıştır. 
Bu potansiyel tehdit had safhadadır fakat ortaya atılan bütün karanlık kehanetlere rağmen kayıtlara geçmiş gerçek anlamda bir siber terörizm örneği bulunmamaktadır. 
Bu durum şu soruyu akla getirmektedir: “Bu tehdit ne kadar gerçek?” 

Modern Dönemlerin en büyük iki korkusu “ SİBER TERÖRİZM ” adı altında birleşmiştir. Teknolojik araçlardan ve modern alışkanlıklar dan mağduriyet korkusu, bilgisayar teknolojilerine olan güvensizlik ve endişe ile birleşerek bir siber terörizm korkusu yaratmıştır. 

11 Eylül saldırılarından önce yaşanan birkaç olay Amerikan ordusunda ve enerji sektöründeki bilgisayar teknolojilerinin zaaflarını ortaya çıkarmıştır. Bu zaaflar askeri sistemlere bir güvensizlik yaratmıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra siyasi, ticari ve güvenlik çevrelerinden gelen uyarılar, terör ve güvenlik söylemleri siber terörizmin yakın gelecekteki belirgin tehlikesini ön plana çıkarmaktadır. 
Siber terörizm, hiç kuşkusuz sinsiliği, kitlesel anlanda hasar verebilme potansiyeli, psikolojik etkisi ve medyatik cazibesiyle modern teröristler tarafından ilgi görmektedir. 

Ancak yine de siber korku çok fazla abartılmaktadır. Teröristler tarafından ulusal altyapıların kritik birimlerine, siber terörizm adını hak edecek derecede, bilinçli ve organize biçimde gerçekleştirilen bir siber saldırı mevcut değildir. 

Nükleer silahlar, hassas askeri sistemler ve dünyanın önde gelen ulusal teşkilatlarının bilgisayar sistemleri oldukça iyi korunmaktadır. Bu sistemlere dışarıdan erişmek çok zordur. 
Bununla birlikte özel sektördeki sistemler daha az güvenli ve muhtemel tehlikelere karşı daha hassastır. 
Siber terörizm potansiyelinin abartıldığı düşünülebilir. Ancak böyle bir tehdidi inkar etmek ya da görmezlikten gelmek yanlıştır. Terörle mücadelede elde edilen başarı teröristleri siber terörizm gibi olağandışı yöntemlere yöneltebilir. 
Türkiye gelişmiş ülkeler kadar olmasa da siber terörizm tehdidini göz ardı edemez. 
Çünkü teknolojik sistemlerde güvenlik açığı oldukça fazladır. İç ve dış terörist unsurların hedefleri arasında yer alan Türkiye'nin resmi ve özel kuruluşlarının teknolojik altyapıları daha güvenli hale getirilmezse, siber terörizm tehdidi her geçen gün daha da artacaktır. 

Bu rapor, TASAM Genel Müdürü Atilla SANDIKLI ve Uzman Yardımcısı Gökhan YİVCİGER tarafından, United States Institude of Peace (USIP)’in Mayıs 2004 tarihinde yayınladığı “Syberterrorism, How is the Real Threat” adlı çalışmadan faydalanılarak hazırlamıştır. 
Siber Terörizm Raporu’nun devletimize ve milletimize faydalı olması dileğiyle hürmetlerimi sunarım. 

Saygılarımla,

Süleyman ŞENSOY
TASAM Başkanı 
www.tasam.org 
Halıcılar Cad. No:100 Fatih - İstanbul 
• Tel: +90212 532 60 66-635 61 51 
• Faks: +90212 532 58 82 


GİRİŞ

Siber terörizm tehdidi, dünya çapında medyanın, güvenlik çevrelerinin ve bilgi teknolojisi uzmanlarının ilgisini çekmektedir. Bazı gazeteciler, politikacılar ve uzmanlar siber teröristlerin bilgisayar altyapılarına müdahale ederek barajlardan trafik sistemlerine kadar bir çok altyapıya zarar verebileceklerini ileri sürmektedirler. Bunun sonucu olarak, siber terörizmin milyonların yaşamını engelleyebileceği ve küresel güvenliği tehdit edebileceği yönündeki senaryolar oldukça popüler hale gelmektedir. Fakat bütün bu karanlık kehanetlere rağmen bugüne kadar resmi kayıtlara geçmiş tek bir siber terörizm örneği bulunmamaktadır. 

Siber terörizmin ortaya çıkardığı bu tehdit ne kadar gerçek? Gelişmiş toplumlar, hayati öneme sahip altyapıları bilgisayar ağlarına çok fazla bağımlı olduğu için kaçınılmaz olarak siber terörizmden korkmaktadır. Teknoloji ihtiyacını çoğunlukla gelişmiş endüstrilerden karşılayan Türkiye'nin de gün geçtikçe bilgisayar altyapılarına bağımlılığı artmaktadır. 
Bugüne kadar Türkiye'deki bilgisayar sistemlerine zarar vermiş saldırılar, heckırların dünya çapına yaydığı bilgisayar virüslerinden ibaret olsa da, siber terörizm potansiyeli gelecekte endişe verici boyutlara ulaşabilir. 

Hekırlar terörist amaçlarla motive olmasalar da, tek başlarına özel bilgisayarlara, kamu ve özel sektör bilgi sistemlerine ulaşarak zarar verebilmektedirler. Teröristler de teorik olarak, hekırların yöntemlerini takip ederek resmi birimlerin ya da bireylerin bilgisayar sistemlerine zarar verebilirler; askeri, finansal ve servis sektörlerini kullanılamaz hale getirebilirler. 
Bilgi teknolojilerine giderek artan bağımlılık beraberinde yeni zafiyet alanları ortaya çıkarmıştır. Böyle bir durum teröristlere ulusal güvenlik ve hava kontrol sistemleri gibi hedeflere yönelme fırsatı vermektedir. Özellikle vurgulamak gerekirse, “ Bir ülke teknolojik olarak ne kadar gelişmiş ise altyapı sistemlerine yapılacak siber saldırılara karşı hassasiyet de o kadar artar ”. 
Siber terörizmin potansiyel tehlikeleri karşısında duyulan endişeler yerindedir. 
Ancak bu durum, özellikle uluslararası medyanın çok fazla ön plana çıkardığı telaşın mantıklı ve makul olduğu anlamına gelmemelidir. Medyada sıkça yer alan bu korkular gerçekçi değildir ve fazla abartılmaktadır. Buna ek olarak, siber teröristlerin potansiyel zararları ile gerçek zararları arasındaki ayrım göz ardı edilmektedir. Bazı hekırların yapmakta olduğu saldırılar çoğunlukla siber terörist saldırılarla karıştırılmaktadır. 
Bu rapor, siber terörizm tehdidinin bugünkü ve gelecekteki durumunu, Türkiye’deki resmi ve özel kuruluşların teknolojik altyapılarına potansiyel etkilerini değerlendirmekte ve incelemektedir. Rapor, siber terörizmin neden çok fazla insanın dikkatini çektiğini, hangi durumların “ SİBER TERÖRİZM ” tanımlamasına uygun olduğunu ve gelişmiş ülkelerin siber saldırılara karşı hassasiyetini açıklamaktadır. Türkiye’deki potansiyel tehdidin değerlendirmesini yaparak, kanıtlarını sunmaktadır. Konuyla ilgili daha önce yapılmış çeşitli 
çalışmaların ve yayınların yaratmış olduğu korkuların ve endişelerin yerinde olup olmadığı incelenmektedir. Sonuç bölümünde ise, gelecekte Türkiye’nin siber terörizmin hedefi olma durumu ve gerçek tehlikelere karşı nasıl tedbir alması gerektiği anlatılmakta ve abartılmışkorkuların etkisinde kalmamak için uyarılarda bulunulmaktadır. 

SİBER TERÖRİZMİN TEHDİT POTANSİYELİ

Siber terörizm söylemi, 1990'ların başında, internet teknolojilerinin hızla büyümeye başladığı, “bilgi toplumu” tartışmalarının yapıldığı, teknoloji ve bilgisayar ağına fazlaca bağımlı olan ABD'nin karşılaşabileceği riskleri inceleyen çalışmaların arttığı dönemde başlamıştır. ABD Ulusal Bilim Akademisi'nin 1990'ların başında yayınladığı rapor bilgisayar güvenliği üzerine şu yorumu yapmaktadır:
 _ “Risk altındayız. ABD’nin bilgisayarlara bağımlılığı giderek artmaktadır… 
Yarının teröristi bir klavye ile bir bombanın yaratacağı zarardan 
daha fazlasını yaratabilir.” Ayrıca, bu yorumda “ Elektronik Pearl Harbor ” prototip terimi kullanılmış ve Amerika'nın tarihsel travması ile bilgisayar saldırıları arasında paralellik kurulmuştur. Bir teknoloji devi olan ABD’nin bu endişeleri zaman içinde diğer gelişmiş ülkelere de sıçramıştır. Teknoloji bağımlılığı artan ve bilgisayar güvenlik önlemlerine yeterince önem vermeyen Türkiye'nin de yakın gelecekte bu endişelere kapılması muhtemeldir. 

11 Eylül saldırılarından sonra terörizm ve güvenlik söylemleri, siber terörizm tehdidi 
endişelerini arttırmıştır. Bu anlaşılabilir bir durumdu. Dünya çapında daha da korkunç saldırılar beklenmekteydi. Terörist örgütler büyük çaplı zararlar vermek için siber terörizmi 
kullanabilirlerdi. 

Uzman politik, ekonomik ve psikolojik birimler bir araya gelerek siber terörizm tehdidini araştırmaktadır. Psikolojik perspektife göre modern dönemlerin en büyük iki korkusu “siber terörizm” adı altında birleşmiştir. Modern araçlardan ve alışkanlıklardan kaynaklanan mağduriyet korkusu, bilgisayar teknolojilerine olan güvensizlik ve endişe ile birleşerek siber terörizm korkusunu yaratıştır. Bilinmeyen bir tehdidin bilinenden daha korkutucu olduğu açıktır. Buna rağmen siber terörizm doğrudan bir Şiddet tehdidi sunmamaktadır; fakat tedirgin toplumlara yapacağı  psikolojik darbe, terörist bir bombanın etkisi kadar zarar verici olabilir. 
Daha da ötesi siber saldırılara karşı mücadele çalışmaları, en büyük ve gerçek tehdidin bilinmezlikten, bilgi eksikliğinden ve daha da kötüsü yanlış bilgilerden kaynaklandığını ortaya çıkarmıştır. 

Siber terörizme odaklanmanın bir de politik boyutu vardı. Siber terörizm ile ilgili güvenlik tartışmaları her zaman için siyasi aktörlerin ilgisini çekmiş ve indirgemeci bir yaklaşımla Değerlendirilmiş tir. Bu açıdan bakıldığında siber terörizm zaman zaman küresel siyasetin ve “güç” unsurunun önemli bir parçası haline getirilmiştir. 

Örneğin, ABD'de Pentagon'a yakınlığıyla bilinen Potomac Enstitüsü'nde terörizm 
araştırmacısı olarak çalışan Yonah Alexander, Aralık 2001'de bir “Irak Ağı”nın varlığını duyurmuştu. Yüzün üzerinde web sitesini içeren bu ağ Irak tarafından 1990'ların başında dünyanın bir çok bölgesinde etkin hale getirilmişti. Bu ağ bir çok servisin bilgisayar sistemlerine saldırarak onları erişilemez, kullanılamaz ya da onarılamaz hale getirmekteydi. 
DoS (Denial of Service) saldırıları da denilen bu girişimAmerikan Şirketlerini hedef almaktaydı. Yonah Alexander’ın iddiasına göre Saddam Hüseyin elindeki bu siber silahı kullanmaktan çekinmez di; ancak ne zaman kullanacağı belirsizdi. Böyle bir silah karşısında da ABD ilk hedeflerden birisi olacaktı. 
Daha sonradan bu yazarın maksadının, “siber terörizme vurgu yaparak, Irak'a karşı saldırgan bir tutum izleyen Amerikan politikalarını desteklemek olduğu” görüldü. Bugüne kadar “Irak Ağı ”nın varlığına ilişkin tek bir kanıt bulunamamıştır. 

    Siber terörizm, bu örnekte uluslararası siyasete meşruluk zemini yaratma çabalarının bir parçası olarak kullanılmıştır. 
Siber terörizmle mücadele fazlaca politize edilebilir bir konu olman›n yanında ekonomik getirisi de oldukça fazladır. Başta ABD olmak üzere birçok gelişmiş devletin teknoloji endüstrileri siber terörizmle mücadele etmek için alarma geçmiştir. Düşünce kuruluşları kapsamlı projeler tasarlamakta, raporlar hazırlamaktadır. Özel Şirketler telaş içinde güvenlik danışmanlık birimleri oluşturmakta, özel ve kamusal hedefleri korumak adına yeni güvenlik yazılımları geliştirilmektedir. 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika Federal Hükümeti altyapı güvenliği için 4,5 milyar dolar talep etmiştir ve FBI binden fazla “siber müfettişiyle” kontrol sağlamaya çalışmaktadır. 
Bu hususta Türkiye'de fazla bir hareketlilik yaşanmamaktadır. Sadece telekomünikasyon endüstrisi ve bazı özel şirketler kendi güvenlikleri için önlemler almaktadır. 

Bu nedenle, kamusal hizmet sektöründe elektrik güç üniteleri başta olmak üzere, bazı kritik altyapılar tehlikelere hassas durumdadır. 
  11 Eylül saldırılarından önce George W. Bush yakın gelecekte siber teröristlerin ABD'ye muhtemel saldırıları konusuna dikkat çekmeye çalışmıştır. Başkan adayı olarak yapmış olduğu uyarıda Amerikan ordusunun birçok tehdit tarafından kuşatılmış olduğunu vurgulamıştır. Kitle imha silahlarının yayılması, füze teknolojilerinin gelişmesi ve siber terörizmin yükselişi bu tehditler arasındadır. Bu şekilde yapılan açıklamaların, politik açıdan meşruluk zemini yaratma çabası olduğu vurgulanabilir. 

11 Eylül sonrasında George W. Bush Beyaz Saray'da Siber Güvenlik Dairesi’ni oluşturmuş ve başına da terörle mücadele eski koordinatörü Richard Clarke' ı atamıştır. 

İç Güvenlik Departmanı  Direktörü Tom Ridge'in Nisan 2003'te yapmış olduğu uyarı, “Teröristler ağ bağlantılı bilgisayarların başında oturarak dünya çapında bir hasara yol açabilirler, büyük bir ekonomik sektörün güç şalterini kapamaları için bomba ya da patlayıcılara ihtiyaçları yok” şeklindeydi. Bu mesaj ABD içinde büyük etki yarattı. Örneğin, 11 Eylül saldırılarının ikinci yıl dönümde, “Ulusal şehirler Birliği” (National League of Cities) adlı kurum tarafından 725 şehir üzerinde yapılan incelemede, yerel yetkilileri biyolojik ve kimyasal saldırılardan sonra en çok endişelendiren tehdidin siber terörizm olduğu anlaşılmıştır. 
Amerikan medyası bu konuyu ağız birliği eder biçimde, felaket senaryoları üreterek manşetlerine taşımıştır. Washington Post'un Haziran 2003'teki manşetinde olduğu gibi: 

“El Kaide tarafından gerçekleştirilen siber saldırılar korku yarattı. Uzmanlar uyarıyor! 

Teröristler internet yoluyla kan dökmenin eşiğindeler”. Medyanın bu korkuyu popüler hale getirmesiyle, roman ve senaryo yazarları da bu dramatik potansiyelin farkına varmıştır. 

1995 yapımı bir James Bond serisi olan Golden Eye ve 2002 yapımı Code Hunter adlı Hollywood filmleri ile Tom Clancy ve Steve R. Pieczenik'e ait Netforce adlı roman siber terörizm senaryolarını geniş kitlelere ulaştırmışlardır. Medya, hekırların resmi web sayfalarına yapmış olduğu saldırıları, yarattığı bilgisayar virüslerini, özel şirketlerin gizli bilgilerine ulaşmalarını sıklıkla siber terörizm örneği olarak duyurmuştur. Türk medyası ise siber terörizm malzemesiyle yerel bazda bir sansasyon yaratma girişiminde henüz bulunmamıştır, çünkü toplumda henüz fazlaca bir tehlike endişesi bulunmamaktadır. 

SİBER TERÖRİZMİN TANIMI 

Özellikle Amerikan kaynaklı küresel medyayı incelediğimizde siber terörizm teriminin çoğunlukla yanlış yerde kullanıldığını görmekteyiz. 
Siber terörizmin tehlike potansiyelini anlayabilmemiz için öncelikle bu terimi doğru bir şekilde tanımlamamız gerekmekte dir. 
“Siber Terörizm”in net ve tutarlı biçimde anlaşılmasına engel olan yanlış fikirlerin altını öncelikle çizmekte fayda vardır. İlk olarak yukarıda da bahsedildiği üzere siber terörizm tartışmaları kitlesel medya tarafından yönlendirilmektedir. Yazarlar yeni kavramları tutarlı ve mantıklı biçimde tanımlamak yerine sansasyon peşinde koşmaktadırlar. 
İkinci olarak, bilgisayar sistemleri üzerine yapılan tartışmaların yepyeni kavramlar, terimler doğurması çok moda olmuştur. Bir başka sözcüğün önüne “siber”, “computer” veya “bilgi” sözcüklerini getirerek yeni bir kelime yaratılmaktadır. Siber suç, bilgi savaşı, ağ savaşı, siber terörizm, siber bunalım, dijital terörizm, siber taktik, bilgisayar savaşları ve siber saldırı gibi kavramlar bazı askeri ve siyasi stratejistlerin de tanımladığı gibi küresel medya tarafından çağımızın “yeni terörizm”i olarak tanımlanmaktadır. 
Bir çok bilim adamı tarafından siber terörizm hakkında yapılan açıklamalar konuya açıklık kazandırmıştır. En dikkate değer açıklama, Amerikalı bilgisayar bilimi profesörü Dorothy Denning’in makalelerinde yer almıştır. 
Siber terörizm, siber boşluk ve terörizmin bileşimidir. Siber terörizm, siyasi ve sosyal mercilere ve kişilere gözdağı vermek, baskı oluşturmak maksadıyla resmi birimlerin bilgisayarlarına, network sistemlerine, bilgi ve veri tabanlarına yapılan yasadışı tehdit ve zarar verici saldırılardır. Daha da ötesi, bir saldırının siber terörizm olarak tanımlanması için bireye ya da mala karşı şiddet içermesi gerekmektedir. En azından “korku yaratacak kadar hasara” yol açmalıdır. Siber terör ölümcül olan ya da fiziki hasara yol açan, şiddetli ekonomik kayba neden olan saldırılar olarak örneklenebilir. Kritik altyapı odaklarına yapılan ciddi saldırılar yarattığı etkiye göre siber terörizm olarak tanımlanabilir. Önemli olmayan servislere verilen rahatsızlıklar siber terörizm olarak tanımlanamaz. 

“Siber terörizm” ile “hekırlık” arasındaki farkın anlaşılması son derece önemlidir. Kişisel ya da kurumsal bilgisayar sistemlerine zarar veren, kayıtlı bilgileri yok eden hekır saldırıları, siber terörizmde olduğu gibi politik maksatlarla motive olmamaktadır. Protesto amacı taşımazlar, öldürmek ya da yaralamak gibi amaçları yoktur. Ancak, hekırlık siber terörizmin tehlike potansiyeli hakkında ipucu vermektedir. Teröristlerin, hekırların kullandığı metotlara benzer metotlar kullanarak büyük hasara yol açabileceklerini göstermektedir. 

TERÖRİST ÖRGÜTLER İÇİN SİBER TERÖRİZMİN ÇEKİCİLİĞİ 

Terörist örgütler için siber terörizm birkaç nedenden dolay› çekici olabilir. 
Öncelikle geleneksel anlamdaki terörist metotlardan daha az maliyetlidir. Terörist örgütün ihtiyacı olan tek şey ağ bağlantılı bir kişisel bilgisayardır. Silah ya da patlayıcı temin etmek zorunda değildirler. Bunun yerine yarattıkları bilgisayar virüslerini telefon hatları veya kablo bağlantıları aracılığıyla yayabilirler. 
İkinci olarak teröristler örgütler, siber terörizm aracılığıyla saldırgan kimliklerini bilinen anlamdaki terörizm metotlarına kıyasla daha iyi gizleyebilmektedirler. Diğer bütün internet gezginleri gibi teröristler de kendisine bir takma ad vererek güvenlik birimlerinin ve polis teşkilatlarının kimliklerine ulaşmasını engelleyebilmektedirler. Böylesine bir siber boşlukta saldırganı sınırlayacak fiziki bariyerler, kontrol noktaları, sınır kapıları ya da gümrükler bulunmamaktadır. 
Üçüncü olarak hedef seçilebilecek noktaların sayısı oldukça fazladır. Siber teröristler, hükümetler, silahlı kuvvetler ile diğer güvenlik ve istihbarat örgütleri, kamu hizmeti yapan kuruluşlar, özel hava yolları, bireyler ve bilgisayar ağları gibi hedeflere yönelebilirler. 
Teröristlerin bu kadar çok potansiyel hedef arasında zayıf ve savunmasız bir nokta bulma olasılığı fazladır. Yapılan bazı çalışmalara göre elektrik şebekelerinin kritik altyapı sistemleri çok karmaşıktır, savunulmaları ve bütün zaaflarının giderilmesi olanaksızdır. Bu nedenle de siber saldırılara çok açıktırlar. 
Siber terörizmin bir başka çekiciliği de uzaktan kumanda edilebilir olmasıdır. Siber terörizm fiziksel bir eğitim gerektirmez, ölüm riski yoktur, psikolojik açıdan zorlayıcı değildir. 
Bu özellikleri sebebiyle terörist örgütler için yeni üyeler kazanmak kolaydır. 
Son olarak, I LOVE YOU virüsü ortaya çıkıp, küresel baz da yayıldığında anlaşıldı ki; Siber terörizm bilinen anlamda terörist metotlarından çok daha fazla insana zarar verebilmekte ve bir teröristin istediği gibi medyayı fazlasıyla etki altına alabilmektedir. 

SİBER TERÖRİZME KARŞI ARTAN HASSASİYET 

   ABD'nin Ulusal Güvenlik Ajans› (NSA), 1997 yılında “Eligible Receiver” kod adlı bir tatbikat yaptı. Tatbikat kapsamında bilgisayar hekırların dan meydana gelen otuz beş adet 
“kırmızı takım” oluşturdu. Tatbikatın sonucu dehşet vericiydi. Hekırlar dan belirli kurallar çerçevesinde Amerikan ulusal güvenlik sistemlerini karıştırmaları istendi ve ilk hedef olarak da Hawaii'deki Pasifik Komutanlığı gösterildi. Takım üyelerinin sadece bilgisayar yazılımlarını ve internetten kolayca elde edilebilen hekır araçlarını kullanmalarına izin verildi. Tatbikatın sonucu gösterdi ki; “Kırmızı Takım” internet üzerinde herkese açık olan hekır araçlarını kullanarak Pasifik bölgesindeki bütün Amerikan askeri kontrol ve komuta sistemlerine zarar verebilirdi. Askeri açıdan tek başına böyle bir olasılık bile korku vericiydi. 
    
   Ancak, siber terörizm tatbikatın sonuçları, daha fazla hassasiyetin oldu¤unu gösterdi. Aynı yöntem ve teknikler kullanılarak telekomünikasyon sistemleri, elektrik güç üniteleri gibi özel sektör altyapı sistemlerinin çökertilebileceği de ortaya çıktı. 

Dan Verton tarafından 2003 yılında kaleme alınan, “Black Ice: The Invisible Threat of Cyber-Terror” adlı kitapta enerji sektörlerindeki bu büyük hassasiyet detaylı bir biçimde 
işlendi. Verton'un görüşüne göre; ABD'ye karşı yapılacak siber terör saldırılarında Amerikan enerji sektörünün, ilk düşen domino taşı olma ihtimali yüksektir. Kitap bu tarz bir saldırının 
boyutları ve etkilerinin bilinen anlamdaki fiziksel terörist saldırıların etkilerinden çok daha fazla olabileceğini vurgulamakta dır. Verton'un iddiasına göre orta büyüklükte bir şirket bir yılda bir milyon civarında siber tacize maruz kalmaktadır. 
Bu sayı sadece ciddiye alınan ve sistemlere zarar veren tacizlerin sayısıdır. Amerikalı bir araştırma kuruluşunun yaptığı incelemeye göre; 11 Eylül saldırılarını takip eden alt› ay içinde enerji endüstrisinde yer alan şirketlerin siber tacizlere diğer endüstrilere oranla iki kat fazla maruz kaldığı ortaya Çıkmıştır. Bütün siber tacizlerin içinde acil müdahale gerektirenlerin oranı ortalama olarak yüzde 12.5'tir. 
İnternet altyapılarının güvenlik sistemlerindeki açıklar sürekli olarak tespit edilmektedir. 

Siber güvenlik konusunda dünya lideri olan Symantec firmasının görüşüne göre; ABD genelinde internet altyapılarındaki açıklar, 2002 yılında bir önceki y›la k›yasla yüzde seksen oranında artış göstermiştir. Ancak yine de tam anlamıyla siber terörizm tanımlamasına uygun bir saldırı kayıtlara geçmemiştir. Bunun nedeni, teröristlerin böyle bir boşluktan ve zayıflıktan yararlanabilecek kadar “beceriye erişememiş olması” ile bu amaçlara yardımcı olabilecek kapasitedeki hekırlar ın ve virüs yazıcılarının terörist eylemlere sempatik bakmamasıdır. 
    Bu iki grup ortak noktada buluşurlarsa sonuç çok yıkıcı olabilir. Bir başka endişe ise, yazılım sistemleri üreten firmaların veya kişilerin bunu terörist amaçla tasarlayıp resmi yönetim birimlerine kurmaları ihtimalidir. Böyle bir endişe, Mart 2000’de önemli bir olayla gerçeğe dönüşmüştür. Japonya Metropol Polis Departmanı için 150 polis aracını merkezden takibe alabilen bir yazılım, 1995 yılında Tokyo metrosuna gaz bombası atan ve on iki kişinin ölümüyle, altı binden fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırıyı gerçekleştiren Aum Shinryko adlı bir grup tarafından tasarlanmıştır. Bu durum ortaya çıktığında, grubun 115 polis aracının takibiyle ilgili bilgileri elinde bulundurduğu tespit edildi. Daha da ötesi, en az seksen adet Japon firmasına ve on kadar hükümet birimine yazılım sistemi tasarlamışlardı. Grup başka yazılım firmalarının kritik kademelerinde örgütlenerek izlerini gizleyebilmiş ve bu yöntemle bir çok özel ya da resmi birim için “Truva atları” hazırlayabilmiş di. 
Bu konuda alınması gereken önlemler hakkında bir değerlendirme yapıldığında, dışarıdan yazılım ve donanım desteği alan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin güvenlik önlemleri örnek olarak gösterilebilir. Üniversitelerden, çeşitli ihtisas kurumların dan alınan destek çalışmaları TSK'nın bilgi işlem uzmanları denetiminde gerçekleştirilmekte dir. Dolayısıyla herhangi bir casus sistemin yerleştirilmesi engellenmektedir. TSK şimdilerde uzman mühendislerinden oluşan birimleriyle çoğu yazılımlarını kendisi geliştirmektedir ve şu an için güvenlik endişesi taşımamaktadır. Ancak teknik altyapı güvenliği, donanım özelliklerinden başlayarak değerlendirilmesi gereken bir konudur. Son kullanıcıya yönelik yazılımlar kadar kullanılan işletim sistemi ve bu sistemin üzerinde çalıştığı fiziksel altyapı özellikleri de ciddi tehdit unsurları içeren hassasiyetlere sahip olabilir. Bu tür hassasiyetler son kullanıcıya yönelik yazılımlar dan daha büyük riskler içerir.

    11 Eylül saldırılarından sonra, ABD kökenli Ticari Yazılım Birliği'nin (Business Software Alliance) 395 bilgi teknolojisi profesyoneliyle yaptığı görüşmeler sonucunda Amerikan hükümetinin siber saldırılara karşı güvenlik sağlamakta yetersiz kaldığı anlaşılmıştır. 

Uzmanların yüzde 49'u bu tarz bir saldırının çok yakın olduğu görüşündedir. Yüzde 55'i ise 11 Eylül saldırılarından sonra siber saldırı tehdidinin oldukça arttığını söylemiştir. Yüzde 59'una göre; firmalarının bilgisayar ve internet güvenliğini bireysel olarak sağlayanlar, özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında çok büyük risk altındadırlar. Yüzde 72'sine göre ise devletin aldığı güvenlik önlemleriyle siber saldırı riski arasında büyük boşluk bulunmaktadır. 
Yüzde 84'ü hükümetin bilgisayar güvenlik sistemleri için daha fazla kaynak ayırması gerektiği görüşündedir. Öncelikli hedefler arasında Wall Street gibi ulusal finans kurumlarının, büyük ulusal bankaların olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 74 civarındadır. Komünikasyon ağı, trafik kontrol sistemleri, baraj kontrol sistemleri ve elektrik güç üniteleri gibi hedeflere öncelikle yöne bileceğini iddia edenlerin oranı ise yüzde 66 civarındadır. 

31 Ocak 2004 tarihli Washington Post gazetesinde yer alan bir araştırma uzmanların yukarıdaki kuşkularını doğrular nitelikte dir. Amerikan Hükümetine bağlı teknolojik reformlar alt komitesi yönetimindeki araştırma, federal birimlerdeki bilgisayar güvenlik sistemlerini inceleyerek not vermiştir. 
Not verme sistemi basitçe, kurumların çalışanlarını güvenlik konusunda ne kadar eğittiğine ve özel bilgilere ulaşımın sınırlandırılması esasına dayandırılmıştır. Araştırma sonunda çoğu federal birim çok düşük notlar almıştır. Yirmi dört federal birim içinde en düşük notu alan İç Güvenlik Departmanı (Departmant of Homeland Security) olmuştur. 
Yine düşük not alan bir başka birim ise Adalet Departman› (Justice Departmant) olmuştur. 
Yapılan bu tarz çalışmalar medyanın da ilgisini çekmiş ve halkta siber terörizm korkusunu ateşlemiştir. ABD’de bin kişiye yönelik olarak yapılan bir araştırmada neredeyse yarısının siber terörizm endişesi yaşadığı tespit edilmiştir. Araştırma 2003 Ağustos ayının başında, yeni virüslerin dünya geneline yayılıp birçok bilgisayara zarar vermesinden önce gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, virüs saldırıları “Siber Terör” tanımının tam olarak içinde yer almamaktadır. Gayet tabi ki virüsler herhangi bir siber terör saldırısında araç olarak kullanılabilirler. Ancak kesin hedefli, sistematik bir terörist saldırı aracı olarak virüs 
yazılımı, özel amaçla hazırlanmış bir silah olarak düşünülmeli dir. 
Bu açıdan bilişim toplumunun genelinde etkili olan, her gün bir yenisini duyduğumuz virüsler bu kapsamın dışında düşünülmeli dir. Bu tip virüsler daha çok propaganda aracı olarak bilgi kirliliği yaratmak veya genel bilgi iletişimini aksatmak için kullanılabilirler. 

SİBER TERÖR TEHDİDİNİN BÜYÜKLÜĞÜ 

Siber terörizm konusunda endişe yaratan bütün bu çalışmalar ve istatistikler içinde en önemli olanı, bugüne kadar her hangi bir siber terörizm vakasının kayıtlara geçmemiş olmasıdır. Kamu kuruluşlarına, ulaşım sistemlerine, nükleer enerji ünitelerine, elektrik güç ünitelerine veya kritik ulusal altyapı bileşenlerine herhangi bir siber terörizm hareketi Gerçekleş memiştir. Siber saldırılar oldukça yaygındır; fakat teröristler tarafından gerçekleştirilmemiştir ve siber terörizm olarak tanımlanacak kadar zarar vermemiştir. 
Türkiye açısından bugüne kadar meydana gelmiş en büyük tehdit kısa sürede dünya çapına yayılan virüs saldırılarından ibarettir. Bu saldırılar kişisel ya da kurumsal bilgisayarların yazılım veya işletim sistemlerine zarar vererek kimi zaman bunlar› kullanılamaz hale getirmektedir. 
Bir başka tehlike ise artık çok yaygınlaşmış olan ve doğrudan internet sitelerini hedef alan hekır saldırılarıdır. Ancak bütün bu saldırılar sistemlerde geçici aksaklıklara yol açabilecek kapasitede dir. Bütün olarak bir kurumsal teknolojik alt yapıyı çökertecek düzeyde değildir. 
Siber terörizmin mevcut tehlike potansiyeli Türkiye açısından büyük bir endişe yaratmamalıdır, ancak güvenlik sistemlerinin her yeni gelişmeye karşı güncellenmesi ihmal edilmemelidir. 
Afganistan'daki operasyonlarda ele geçirilen El Kaide'ye ait bilgisayarlar Amerikan birliklerini oldukça şaşırtmıştır. 
Örgütün beklediklerinden çok daha fazla teknolojik donanıma 
sahip olduğu görülmüştür. Bilgisayarlarda mühendislik yazılımları, Avrupa ve Amerika’daki siber terörizm bazı stadyumların teknik yapıları, nükleer güç üniteleri hakkında bilgiler ve elektronik baraj sistemlerinin özellikleri gibi veriler bulunmuştur. Ancak örgütün bilgisayarları siber terör saldırıları için değil, diğer fiziki saldırıların koordinasyonu ve aralarında haberleşmeyi sağlamak maksadıyla kullandıkları tespit edilmiştir. 
Ne El Kaide ne de bir başka terörist örgüt, bugüne kadar ciddi bir siber saldırı girişiminde bulunmamıştır. Uzmanlara göre; bugüne kadar en ciddi zarar, panik ve endişe yaratan Saldırılar bireysel hekırlar dan gelmiştir. Bu hekırlar çoğunlukla heyecan arayan ve nam salmak isteyen genç erkeklerdir. 
IBM Küresel Güvenlik Analiz Laboratuarı'nın (IBM Global Security Analysis Lab) 2002 yılında yapmış olduğu araştırmaya göre hekırlar ın yüzde 90'ı teknik açıdan sınırlı amatörlerdir, yüzde 9'u yetkisiz girişleri gerçekleştirebilecek kapasitededir. Bunlar dosyalara ve verilere zarar vermemektedirler. Yüzde 1'i çok fazla teknik beceriye sahiptir ve her türlü alana giriş yaparak zarar verebilir. Hekırlar ın çoğu, yazılımların güvenlik sistemlerine ve Microsoft tarafından tasarlanmış işletim sistemlerine zarar vermektedir. Bu tarz tacizler kuruluşları çoğunlukla zor durumda bırakmıştır, ancak kamuyu uyarmak ve yazılım güvenliği uzmanlarını harekete geçirmek konusunda sorumluluk sahibi yapmıştır. Bazı hekırlar, internet üzerindeki elektronik ticarete zarar verebilecek ve web sitelerini bağlantıdan düşürebilecek beceriye sahip olsalar da çoğunluğu yeteri kadar bilgi ve beceriye sahip değildir. Yetenekli olanların ise büyük kargaşa ve yıkım yaratma konusunda hırsları yoktur. 
Amerikalı Profesör Douglas Thomas, yedi yıl boyunca bilgisayar hekırları üzerine araştırmalar yapmıştır. Kim olduklarını ve nelerden motive olduklarını anlamaya çalışmıştır. 
Yüzlerce hekırla görüşerek bir sonuca ulaşmıştır. Bu sonuca göre; hekırlar ın yüzde 99’u siber terörizm açısından her hangi bir risk taşımamaktadır. Çünkü bu tarz bir saldırıyı organize edecek ve uygulamaya koyacak beceriye sahip değildir. 
Thomas'ın çalışmaları; Amerika'daki Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi'nin “Siber Terörizm Riskleri, Siber Savaş ve Diğer Siber Tehdit Değerlendirmeleri” (Assesing the Risks of Cyberterrorism, Cyber War, and Other Cyber Threats) adlı 2002 yılı raporunda da geniş bir şekilde yer almıştır. Raporu kaleme alan Jim Lewis'in görüşüne göre; “ Hekırların bütün bir ulusu dizleri üstüne çöktüreceği konusundaki senaryolar çok uzak bir ihtimallidir ve ciddiye alınmamalıdır”. Lewis ifadesine şöyle devam etmiştir: “Uluslar, siber terörizm araştırmacılarının onlara tanıdığı krediden çok daha sağlam durumdadır. Altyapı sistemleri, analizcilerin söylediğinin aksine daha esnektir ve kendini onarma becerisine sahiptir; çünkü herhangi bir sorunda rutin görevini devam ettirebilirler.” 
Çoğu bilgisayar güvenlik uzmanının da vurguladığı gibi, internet kanalıyla ölüme yol açmak neredeyse imkânsızdır. 
Nükleer silahlar ve diğer hassas askeri sistemlerin ise internetle fiziksel bir bağlantısı yoktur. 

Bu sebeple dış kullanıcılar bu sistemlere ulaşamazlar. 

Örneğin Amerikan Savunma Bakanlığı’nın önemli sistemleri internet ortamından, hatta Pentagon'un yerel ağından bile izole edilmiştir. Kullanılacak her hangi bir yeni yazılım öncelikle Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (National Security Agency) denetiminden geçmektedir. 
Türkiye'de Genel Kurmay Başkanlığı ve diğer askeri birimler benzer yöntemlerle altyapılarını internet ortamından izole etmişlerdir. Her birimin kendi içinde ve diğer birimlerle fiber optik kablo ağ bağlantısı bulunmaktadır. “İntranet” adı verilen bu ağ bağlantısı, hem içeriden, hem de dışarıdan yetkisiz girişlere karşı önlem sağlamaktadır. 
Her askeri birey kendi görev yetkisi çerçevesinde girişler yapabilmektedir ve istihbarat gibi gizli bilgiler sıkıca korunmaktadır. 
11 Eylül'deki uçak kaçırma olayları hava yollarının siber terörist saldırılara açık olduğu protestolarına neden olmuştur. Siber güvenlik uzmanlarının ifadesine göre bir uçağı uzaktan kumanda yoluyla kaçırmak imkânsız dır. Bu nedenle yüksek teknolojiyi kullanan 11 Eylül senaryolarının gerçekleştirilmesi mümkün görülmemektedir. Kaygılanılan bir başka husus ise istihbarat birimlerinin güvenliğine ilişkindir; ancak istihbarat birimleri belirli bilgisayarlarını yukarıda belirtildiği gibi internet temasından uzak tutmaktadır. 
Bütün bunlar, daha az korunmakta olan elektrik güç üniteleri, petrol boru hatları, ve barajlar gibi nükleer sistemlere kıyasla daha az kabus yaratan hedeflere yönelme ihtimalini ön plana çıkarmaktadır. Bu sistemler çoğunlukla özel sektörün kontrolün de olduğundan devlet sistemlerinden daha az korunaklı gözükmektedir. Dahası, firmalar boru hatlarındaki akışı sağlamak ya da barajlardaki su seviyelerini ayarlamak için internet ağıyla birbirine bağlanan SCADA sistemi adı verilen bir yöntem kullanmaktadır. 
Siber terörizmin tehdit potansiyelinin algılanabilmesi için uzmanlar iki sorunun sorulması gerektiğini vurgulamaktadır. 
Siber saldırılara karşı korunmasız herhangi bir hedef mevcut mu? 
Böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek beceride ve motivasyon da bir aktör var mı? 

Birinci soruya cevap evet şeklindedir. Kritik altyapı sistemleri çok karmaşıktır ve mutlaka terörist eylemlerin faydalanabileceği bir açık barındırır. 
İkinci soruya ise şu şekilde cevap verilebilir. Bahsedilen SCADA sistemini firmanın teknik donanımlı çalışanları dışında kullanabilecek insan sayısı çok azdır. SCADA istismarı ile ilgili bir örnek Nisan 2002'de yaşanmıştır. Avustralyalı bir adam internet bağlantısını kullanarak baraj kapaklarını açmış ve milyonlarca metre küp suyun akışını sağlamıştır. Polis tarafından yakalandığında adamın daha önceden barajlar için yazılım üreten bir Şirkette çalıştığı tespit edilmiştir. 
Bu olay, terörist grupların istismara meyilli çalışanları kendi saflarına katmaları nın mümkün olduğunu göstermiştir. Ancak yine de içeriden yardım alınsa da verilebilecek zarar sınırlıdır. Çünkü elektrik şebekelerinde, petrol/gaz ünitelerin de ve komünikasyon sistemlerinde çalışan işçiler sel, fırtına, hortum gibi doğal afetlere karşı deneyimli olduğu için, insan eliyle verilen bir zarar› onarmakta çok zorlanmazlar. 

SİBER TERÖRİZMİN BUGÜNÜ VE YARINI 

Şu anki siber terörizm tehdidinin çok abartıldığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü bugüne kadar tek bir siber terör saldırısı kayıtlara geçmemiştir. 
Türkiye açısından tehlike şimdilik uzak gözükmektedir. Kritik resmi birimler güvenlik önlemlerini almıştır. Savunma ve istihbarat birimlerinin bilgisayar sistemleri internet ortamından izole edilmiştir. Özel sektördeki sistemlerde güvenlik eksiği mevcuttur ve saldırılara karşı savunmasızdırlar. 

Ancak bu sistemler de beklenenden daha çabuk onarılma yeteneğine sahiptirler. 
Siber saldırıların pek çoğunluğu bağımsız hekırlar tarafından gerçekleştirilmek tedir ve pek azı politik hedef içermektedir. Peki, bu küçük çaplı tehdit neden çok büyükmüş gibi Gösterilmektedir? 

Birincisi siber terör, siber saldırı gibi kavramlar insanların hayal güçlerine çok çekici gelmektedir. 
İkincisi, medyanın hekırlık ile siber terörizm kavramlarını sıklıkla karıştırması ve en küçük olayları abartan başlıklar atmasıdır. Örneğin “16 yaşındaki bir çocuk böyle bir şey yaparsa, kim bilir organize bir terör örgütü neler yapar” gibi gerçeği yansıtmayan başlıklardır. 
Bilgisizlik Üçüncü faktördür. Siber terörizm, teknoloji ve terörizm eksenlerini birleştirmektedir. 
Bir çok insan, üst düzey resmi görevli ve kanun koyucular bunu tam olarak anlamamakta dır ve korkuya kapılmaktadır. Özellikle ABD'de sayısız teknoloji şirketi toplu bir çöküş ve ulusal güvenlik endişesi duyurarak bu çarkı döndürmekte ve federal birimlerden ödenek almaktadır. Hukuki yürütme organları ve güvenlik uzmanları da sıklıkla halkı ulusal güvenlik tehdidine inandırmaktadır. 
Dördüncü bir neden ise politikacıların rant amacıyla böyle bir endişeyi gündemde tutmaya çalışmasıdır. 
Son bir neden ise bir çok vakaya çok yanlış olarak “siber terörizm” adı yakıştırılmasının kamuoyunda panik yaratmasıdır. 

El Kaide’nin modern teknolojik imkanlara karşı ilgisi açıktır. Bin Laden ve diğer yöneticiler siber terörizm hakkında bilgilere sahiptir. 11 Eylül saldırılarından hemen önce Bin Ladin bir Arap gazetesine verdiği demeçte, “yüzlerce Müslüman bilim adamı becerileriyle eylemlere destek vermeye hazırdır” demiştir. Bin Ladin'in mesajlarını Batı dünyasına ileten El Kaide üyesi şeyh Ömer Bekri Muhammed, bir ifadesinde Bin Ladin'in siber silah konusundaki uyarılarının ciddiye alınmasını tavsiye etmiştir. Teknolojiyi kullanarak kapitalist devletlerin ekonomilerini vurmak, Bin Ladin’in en yakın hedefleri arasındadır. 

Siber terörizm gelecekte günümüzdekinden daha fazla bir potansiyele sahip olacaktır ve sanal dünyaların daha da bütünleştiği bir ortamda çekiciliğini arttıracaktır. 

Örneğin bir terörist grup eş zamanlı olarak bir tren istasyonunda bomba patlatarak, siber yöntemle de iletişim altyapılarına zarar vererek olayın etkisini büyütebilecektir. Tabii bütün bunlar güvenlik tedbirlerinin yetersiz kaldığı durumlarda gerçekleşebilir ve gelecekte böyle bir eylemi gerçekleştirmek, bugün bir web sitesine zarar vermekten daha kolay olabilir. 
Mevcut siber terörizm tehdidi karşısında fazla endişeye gerek yoktur. Ancak teknolojik gelişmelerin son yıllarda özellikle bilişim sektöründe müthiş atak yaptığı dikkate alınmalıdır. 
Türkiye'nin bu gelişmelere çok kolay adapte olduğu göz önüne alınırsa, gelecekte siber terörizm Türkiye'de de hedef bulmakta zorluk çekmeyecektir. Özellikle özel sektörde güvenlik zafiyeti olan birimler birincil hedefler arasına girebilecektir. . 
Paradoksal anlamda, terörle yap›lan mücadelede elde edilen başarı teröristleri siber terörizm gibi olağandışı yöntemlere yöneltebilir. Yapılması gereken, siber terörizm tehlikesini iyi kavrayıp korku ve endişe yaratmadan tehdit potansiyeline uygun çözümler üretmektir. 
Sonuç olarak, terör uzmanlarının ifadesine göre; kaçırılan uçaklar, bomba yüklü kamyonlar ve biyolojik silahlar en azından şimdilik siber terörizme kıyasla daha fazla tehlikelidir. 
Ancak, 11 Eylül nasıl bütün dünyaya büyük bir sürpriz yaşatmış sa, gelecekte de siber saldırılar bütün dünyaya aynı şekilde büyük bir sürpriz yaşatabilir. 
Siber terörizm çarpıtılıyor ve abartılıyor olabilir fakat bu onu inkâr etmemiz anlamına gelmemelidir. 



***

4 Mart 2017 Cumartesi

Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken


Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken 


Meliha BENLİ ALTUNIŞIK
* Prof. Dr., Ortadoğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
Meliha Benli Altunışık, “ Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken”, 
Ortadoğu Etütleri, Temmuz 2009, Cilt 1, Sayı 1, ss. 69-81 



Özet 

Bu makale özellikle Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından ABD’nin Ortadoğu’daki rolünü incelemeyi amaçlamaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle ABD yönetimi Ortadoğu’da yeni bir düzen yaratmak üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve bu stratejiyi üç temel unsur üzerine oturtmuştur: 

Arap-İsrail barışı, çifte kuşatma ve siyasi ve ekonomik reform. Bu stratejiler 1990’ların sonuna doğru birbiri ardına hüsranla sonuçlanınca, 2001 yılında 
‘Clinton’ın başarısız Ortadoğu politikasını değiştirme’ iddiasıyla iktidara gelen George W. Bush Ortadoğu’da ABD’nin zayıflayan liderliğinin yeniden tesisi iddiasıyla yeni bir politika oluşturmaya çalışmıştır. Temelde yeni-muhafazakârların etkisiyle “ Askeri güç ve Ahlaki Açıklık ” çerçevesinde oluşturulan ve ‘çevreleme’ politikasından önleyici savaş stratejisine kayan ABD politikası özellikle Irak Savaşı’nın gösterdiği üzere başarısızlıkla sonuçlanmış, ABD’nin bölgedeki rolünü zayıflatmıştır. 

Bu makale son olarak bu çerçeveden yola çıkarak Barack Obama yönetiminin yarattığı beklentileri ve olası gelişmeleri tartışmaktadır. 

Anahtar Sözcükler: Ortadoğu, ABD, Politika, Meliha Benli Altunışık, 

Giriş 

Soğuk Savaşın sona ermesi Ortadoğu’da Körfez Krizi ile neredeyse eş zamanlı olarak yaşandı. Bu iki gelişmenin bölgedeki siyasi gelişmeler açısından önemli etkileri oldu. 
Bu etkilerden en önemlisi ise ABD’nin bölgedeki rolünün ve ilişkilerinin yeniden tanımlanması olmuştur. Bu makalede 1990’ların başından itibaren ABD’nin Ortadoğu Politikası, bu politikanın geçtiği çeşitli aşamalar ve bölgesel aktörlerin bu politikalara ilişkin geliştirdiği cevaplar tartışılacaktır. Son olarak bütün bu gelişmeler ışığında Obama yönetiminin Ortadoğu politikası değişim ve süreklilik temaları çerçevesinde tartışılacak ve yeni bir politika geliştirmenin fırsat ve sınırlılıkları ele alınacaktır. 

Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve “ Yeni Ortadoğu Düzeni ” 

Uluslararası sistemin yapısının ve bu yapıdaki değişimlerin bölgesel politikaya etkileri konusu tartışmalıdır. Açıktır ki Ortadoğu bölgesi stratejik önemi 
dolayısıyla tarihsel olarak büyük devletlerin ilgisine fazlasıyla mazhar olmuş, dolayısıyla uluslararası sistemdeki güç dağılımı ve dengesinden etkilenmiştir. 

2. Dünya Savaşı sonrası küresel planda en önemli aktör olarak ortaya çıkan ABD, Ortadoğu’da da başat bölge-dışı aktör konumuna kısa sürede gelmiştir. 
Yine küresel planda ortaya çıkan ABD-SSCB rekabeti ve mücadelesi Ortadoğu politikasını da etkilemiştir. Dolayısıyla SSCB’nin Ortadoğu’da olası etkinliğini 
engellemek, özellikle de bu bağlamda Körfez petrollerinin Batı’ya güvenli ve uygun fiyatlarla akmasını sağlamak Soğuk Savaş döneminde ABD’nin bölge 
politikasının en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur. ABD’nin görece üstünlüğüne rağmen, zamanla SSCB de bölgede ittifaklar kurmuş ve 
özellikle Arap-İsrail uyuşmazlığında 1960’lardan sonra takındığı Arap yanlısı tavırla bölgede etkinliğini bir nebze de olsa arttırabilmiştir. Sonuç olarak 
iki süper güç arasındaki mücadele bölgesel politikayı etkilemiş, bu yıllarda Ortadoğu’da “bölgesel Soğuk Savaş” yaşanmıştır.1 

Ancak Soğuk Savaş bölgedeki bütün gelişmeleri açıklamada yeterli değildir. Arap milliyetçiliği, siyasal İslam’ın yükselişi, İran devrimi ve hatta Arap-İsrail 
uyuşmazlığı gibi bölgenin belli başlı gelişmeleri son tahlilde bölgenin kendi iç dinamikleri ile oluşmuştur. Bu çerçevede bu tür gelişmeler uluslararası sistemden etkilendikleri kadar o sistemi etkilemişlerdir. 

Dolayısıyla benzer bir biçimde Soğuk Savaş’ın sona ermesi yine bölgesel politikayı önemli şekilde etkilemekle beraber, bu etki bölgesel dinamiklerle karşılıklı etkileşim içinde yeni sonuçlara yol açmıştır. İki kutuplu dünyanın sona ermesinin özellikle Suriye ve Irak için doğrudan etkileri olmuştur. 

Gorbaçov döneminden başlamak üzere SSCB bu ülkelere olan yardımlarını kesmek zorunda kalmış ve özellikle Suriye’ye borçlarını ödemesi için baskı yapmaya başlamıştır. Daha genel olarak SSCB’nin dağılması Batı yanlısı ülkeler için dahi daha önce var olan manevra alanlarının artık kalmadığı anlamına gelmiştir. 
Ortadoğu açısından yeni dönemin etkileri Körfez Krizi ile iyiden iyiye hissedilmiştir. Soğuk Savaşın bitişinin anlamını tam olarak kavrayamayan Saddam rejiminin Kuveyt’i işgaliyle başlayan kriz Birleşmiş Milletler (BM) meşruiyet şemsiyesi altında ABD önderliğinde oluşturulan uluslararası güç tarafından Irak’ın yenilmesi ile yeni bir aşamaya geçmiştir. Körfez Savaşı’nın kendisi de Soğuk Savaş’ın bitişinin bölge açısından yol açtığı sonuçlardan biridir. Uluslararası sistemdeki değişim BM Güvenlik Konseyi’ne yansımış ve Irak ile ilgili müdahale kararı alınabilmiştir. 

Körfez Savaşı bölgeye ilişkin yeni parametreler ortaya çıkarmıştır. Hem Arapİsrail uyuşmazlığı hem de Körfez dengeleri açısından bölge politikasında 
önemli bir aktör olan ve petrol kaynakları dolayısıyla kayda değer bir ekonomik güce sahip Irak, Körfez Savaşı’ndaki yenilgisi ve onu izleyen gelişmeler 
ile ağırlığını yitirmiştir. Savaşın başka bir kaybedeni de hem Saddam rejimine verdikleri destek yüzünden, hem de krizin yarattığı ekonomik zorluklar nedeniyle Filistinlilerdir. Suriye ise küresel ve bölgesel gelişmeleri doğru okuyup durumunu yeniden tanımlamıştır. Esad rejimi Irak’a karşı oluşturulan güce 
asker göndermiş ve 1991’de toplanan Madrid Barış Konferansına da katılma kararı almıştır. Öte yandan İran için yaşanan gelişmeler hem olumlu, hem de 
olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Bir taraftan düşmanı Irak’ın yenilgisi Tahran tarafından olumlu karşılanırken, bölgede artan ABD etkisi rahatsızlık yaratmıştır. 
İsrail ise önemli bir Arap ülkesinin zayıflamasıyla güçler dengesinin daha da kendi lehine gelişmesinden memnun kalmıştır. Ancak iktidardaki sağcı 
Likud hükümeti barış süreci için zorlanmaktan rahatsız olmuş, daha sonra gelen İşçi Partisi hükümeti ise ortaya çıkan yeni güçler dengesinin bir süredir 
kabul ettiği “barış için toprak” ilkesini uygulamak için elverişli bir zemin oluşturduğuna inanmıştır. 

Bu çerçevede ABD küresel ve bölgesel düzeyde başat rolünü yeni bir Ortadoğudüzeni yaratmak üzere kullanma stratejisi oluşturmuştur. Bu strateji George Bush yönetiminin son döneminde başlamış, Clinton yönetimiyle yeni unsurlar eklenerek geliştirilmiştir. 

Yeni strateji üçayak üzerine oturuyordu: Arap-İsrail Barış Süreci; 

Çifte Kuşatma politikası ve siyasi ve ekonomik reform. 

Körfez Savaşı’ndan hemen sonra ABD yönetimi kriz sırasında oluşturduğu koalisyonu koruyabilmek ve yeni bir bölgesel düzen yaratabilmek için Arapİsrail 
uyuşmazlığının çözülmesi gerekliliğine inanıyordu. Bu amaçla bu konuda isteksiz olan İsrail’deki Likud hükümetine de çeşitli baskılar uygulandı. 

Sonunda 1991’de bir uluslararası konferans, Madrid Konferansı, toplandı. Hem ikili, hem de çok taraflı müzakerelerden oluşan Madrid Barış Süreci kısa sürede tıkandı. ABD bu sefer de Norveç arabuluculuğunda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail’de yeni iktidara gelen İşçi Partisi hükümeti arasında varılan ve İlkeler Bilgesi olarak adlandırılan çerçeve anlaşmasını ve başlayan süreci desteklemeye başladı. Bu arada Madrid çerçevesinde süren görüşmelerin ilerlemesine de çalıştı. Dolayısıyla, ABD’nin yeni stratejisinin önemli bir boyutu Arap-İsrail uyuşmazlığını sona erdirmek ve İsrail’in normal bir aktör olarak bölgede kabul görmesini sağlamaktı. 

ABD’nin yeni stratejisinin ikinci ayağı ise Clinton döneminde ortaya konulan Çifte Kuşatma politikası idi. Bu politika Washington tarafından bölgede istikrarsızlık 
kaynağı olarak görülen, Arap-İsrail Barış Sürecini dinamitleyecekleri düşünülen, kısacası bölgede ABD liderliğindeki yeni düzene karşı olacağı bilinen iki ülkeyi, Irak ve İran’ı hedef alıyordu. Bu strateji ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde uyguladığı ve Körfez’de İran ve Irak arasında güçler dengesini sağlamaya yönelik politikasının terk edilmesi anlamına geliyordu. ABD artık bu iki ülkeyi birbirine karşı kullanma politikasını bırakıyor ve ikisini birden tecrit etmeye yönelik yeni bir politika geliştiriyordu. ABD’nin yeni Körfez politikasının en önemli iki nedeni vardı. Öncelikle, SSCB’nin dağılması ve tek kutuplu bir sistemin ortaya çıkması ile artık ABD’ye karşı olan ülkeleri destekleyecek bir güç yoktu. Dolayısıyla Washington hem Irak’ı, hem de İran’ı tecrit edebilirdi. Ayrıca, Körfez Savaşından sonra Körfez İşbirliği Konseyi2 üyesi ülkeler ABD ile askeri ilişkilerini geliştirmekte ve hatta ABD’ye üs sağlamakta daha az çekingen davranmaya başlamışlardı. Böylece ABD askeri açıdan böyle bir politikayı uygulayabilir araçlara da sahip olacaktı. 

Irak’ın tecridi Körfez Savaşı sonrasında yine BM şemsiyesinde Irak’a dayatılan politikalar yoluyla gerçekleştirildi. Ateşkes anlaşmasından sonra Irak’a uygulanan ekonomik ambargo devam etti. Ayrıca BM çerçevesinde oluşturulan bir komisyona (United Nations Specail Commission-UNSCOM) Irak’daki Kitlesel 
İmha Silahlarını denetleme görevi verildi. Son olarak savaştan hemen sonra Irak’ın kuzey ve güneyinde başlayan ayaklanmaları Saddam rejiminin kanlı bir 
şekilde bastırmasına cevaben yine BM Güvenlik Konseyi daha sonrakilere bir ilk teşkil edecek insani müdahale kararı alındı. Bu karara referansla Irak’ta 36. 
paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyi-daha sonra 33. paralele genişletildi- uçuşa yasak bölge ilan edildi. Bu süreçte kuzeydeki bazı alanlardan merkezi 
hükümetin çekilmesiyle oluşan bölge merkezi hükümetin kontrolünden çıkarak kuzeydeki iki Kürt partisinin, Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik 
Partisi (KDP) ve Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler 

Birliği’nin (PUK) yönetimine geçti. Bütün bu gelişmeler Irak’ın egemenliğini sınırladı. ABD, İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu ve Türkiye’deki İncirlik üssünde üslenen Çekiç Güç Irak’ta bu politikaların uygulayıcısı oldu. 

Irak’ı kuşatma politikası BM çerçevesinde ve başka ülkelerin de çeşitli şekillerde desteğiyle oluşturulurken, ABD’nin İran’ı tecrit politikası büyük ölçüde 
Washington’un politikası olarak gelişti ve daha sonraki yıllarda da o şekilde kaldı. Önce Clinton yönetimi bir icra emri ile 1995’de İran’a yaptırım kararı 
aldı. Daha sonra 1997’de Kongre İran-Libya Yaptırım Yasası ile İran’a uygulanan yaptırımları genişletti. Çifte kuşatma politikasının en önemli öğesi Körfez 
bölgesinde daha önce görülmemiş bir biçimde artan ABD askeri varlığı oldu. 

ABD’nin yeni Ortadoğu düzeninin son ayağı bölgede siyasi ve ekonomik reform süreci idi. Bu politika ABD’nin Soğuk Savaş sonrası küresel politikasının 
önemli ayaklarından biriydi. Nihayetinde ABD’nin Soğuk Savaşın galibi olması ABD’nin bu savaşta temsil ettiği liberal demokrasi ve kapitalizmin de 
zaferi olarak görülüyordu. Artık rejimlerin ABD baskısından kurtulmak için yanaşabilecekleri başka bir süper güç de yoktu. Bu çerçevede ABD başka 
yerlerde olduğu gibi Ortadoğu’da da siyasi ve ekonomik reformu destekledi. Ancak özellikle siyasi reforma ABD desteği çok kısa sürdü. Cezayir örneğinde 
olduğu gibi siyasi reform sürecinden en çok bu ülkelerdeki siyasal İslamcıların faydalanacağının anlaşılması üzerine ABD bu projesinden vazgeçti. Kısa 
sürede ekonomik liberalleşmenin de kontrollü bir şekilde uygulanacağı ortaya çıktı. Yine de ABD Ortadoğu ülkelerinin petrol dışında alanlarda da küresel 
ekonomiye bütünleşmelerini destekledi. 

Ancak 1990’ların ortalarına gelindiğinde ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının her ayağında sorunlarla karşılaşıldı. Yukarıda da belirtildiği üzere bu politikanın 
ilk sınırlılığı siyasi ve ekonomik reform ayağında ortaya çıktı. Çok geçmeden ABD’nin yeni Ortadoğu düzeninin diğer iki ayağında da önemli sorunlarla 
karşılaşıldı. Arap-İsrail Barış Süreci’nin en önemli başarısı 1994 yılında İsrail ve Ürdün arasında imzalanan barış anlaşmasıydı. Böylece Ürdün, Mısır’dan 
sonra İsrail ile barış yapan ikinci Arap ülkesi oldu. Ancak bu zaten beklenen bir gelişmeydi. Barış Süreci’nin diğer ayakları ise artan sorunlarla karşı karşıyaydı. 
Oslo Barış Süreci çerçevesinde imzalanan anlaşmalarla Yaser Arafat Filistin’e dönmüş, oluşturulan Filistin Özerk Yönetimi’nin Başkanı seçilmiş, yapılan seçim sonucu bir meclis oluşturulmuş, Batı Şeria ve Gazze’de yönetim Filistin yönetimine devredilmeye başlanmışsa da Filistin-İsrail ilişkileri 1990’ların ikinci yarısında önemli krizlerle karşı karşıya kaldı. Sonuçta 2000 yılında gelişen olaylarla Barış Süreci sona erdi ve İsrail- Filistin ilişkileri eskisinden daha problemli bir hale doğru evrildi. Benzer bir şekilde İsrail-Suriye görüşmeleri de 2000 yılında sona erdi. 

Öte yandan çifte kuşatma politikası da ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. ABD’nin Irak politikası müttefiklerince dahi artan şekilde eleştirilmeye başlandı. 
1990’ların ortalarında Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden Fransa, Rusya ve Çin Irak’a uygulanan yaptırımların ve denetimlerin artık sona ermesi ge-
rektiğinden dem vurmaya başladılar. Bu ülkeler Irak yönetimi ile petrol arama anlaşmaları imzaladılar. Fransa Çekiç Güç’ten çıktı. Bölge ülkeleri de ABD’nin 
politikasını açıkça eleştirmeye başladılar. Öte yandan, BM’ye bağlı çeşitli kuruluşlar raporlarında Irak’a uygulanan yaptırımların Irak halkına nasıl zarar verdiğini ortaya koymaya başladı. Kısaca, Irak konusunda daha önce var olan uluslararası ve bölgesel uzlaşma artık yoktu. 

ABD’nin İran’ı kuşatma politikası ise müttefiklerinin desteğini hiç alamadı. Avrupa Birliği (AB), ABD politikasının aksine İran’a karşı önce “eleştirel diyalog”, 
reformcu Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra ise “yapıcı bağlantı” politikası uygulamaya başladı. Öte yandan Türkiye gibi bu politikanın 
uygulanmasında kritik rol oynayabilecek bir ülke de ABD’nin protestolarını dinlemeyerek İran ile bir doğalgaz boru hatları anlaşması imzaladı. Çifte 
kuşatma politikasındaki sorunlar 1990’ların ortalarından itibaren ABD’de de eleştirilmeye başlandı.3 Özellikle Cumhuriyetçiler bu politikayı Clinton yönetiminin başarısızlıklarından biri olarak gördüler. 

11 Eylül ve Ortadoğu’yu Yeniden Şekillendirme Çabası 

Ocak 2001 tarihinde göreve başlayan George W. Bush yönetimi başarısız olarak gördüğü Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını kökten değiştirme iddiası ile iktidara gelmişti. Yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin özellikler de taşımakla birlikte genel olarak yeni yönetimin küresel siyaset ve ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. 

Bush yönetiminde etkin görevlere gelen yeni-muhafazakârların ideolojisi4 özellikle ilk döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön 
verdi. Amerikan küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan yeni-muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar. Clinton döneminde yönetimin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârların 
“Amerika’nın küresel liderliğini desteklemek” amacıyla 1997’de kurduğu düşünce kuruluşu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (The Project for the New American Century) çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” politikası gütmesi 
gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül saldırılarındansonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de politikalarına 
kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini ortaya koydu. 
Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” (containment) politikası değil, “önleyici savaş” (preventive war) doktrinini geliştiriyordu. Bu 
tür savaşlara girişirken de BM gibi uluslararası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu. 

Bush yönetiminin yeni dış politika ve güvenlik anlayışı ve politikaları açısından Ortadoğu bölgesi özel bir önem arz ediyordu. Bunun başlıca üç nedeni 
vardı: Birincisi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasını barındıran bu bölge daha önce olduğu gibi ABD’nin küresel hegemonyası için kilit 
önemdeydi. Üstelik ABD’nin buradaki etkinliği daha önceleri özellikle Avrupa ve Japonya’nın Ortadoğu petrollerine olan aşırı bağımlılığı için gerekli idiyse, 
şimdi buna bir de ABD’nin bu bölgeye artan bir şekilde bağımlı olacağı öngörüsü eklenmişti. Bush Yönetimi iktidara geldiğinin ikinci haftasında Başkan 
Yardımcısı Dick Cheney başkanlığında bir Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu oluşturmuştu. Bu Grubun hazırladığı rapor ABD’nin ithal petrole olan 
ihtiyacının artacağını ve bu anlamda Körfez petrolünün en önemli kaynaklardan biri olacağını öngörüyordu. İkincisi, Bush yönetimi ABD’nin hegemonya 
projesine temel direnişin Arap/Müslüman dünyasından geldiğine inanıyordu. 5 Bu bağlamda yeni yönetim Samuel Huntington tarafından ortaya atılan “Uygarlıklar Savaşı” tezinin parametreleri içinde hareket ediyor görünüyordu. 11 Eylül saldırıları bu tezleri güçlendirmişti. Öte yandan Irak ve İran gibi ülkelerin 
politikaları ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden tasarlama projelerini sekteye uğratıyordu. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası ABD önderliğinde kurulmaya 
çalışılan yeni Ortadoğu düzeni sorunlarla karşı karşıyaydı. Yukarıda anlatıldığı gibi Arap-İsrail Barış Süreci sona ermiş, Irak ve İran konularında ABD politikalarına meydan okumalar artmıştı. Son olarak, yeni-muhafazakârlar için İsrail’in güvenliği özel bir önem taşıyordu. Yeni-muhafazakârlar içindeki Hıristiyan sağı ve Likud yanlısı Yahudileri temsil edenler açısından bölgede İsrail’in güvenliğine olan tehditlerin ortadan kaldırılması ve bölgenin yeniden yapılandırılması bu açıdan da elzemdi. 

Bu genel çerçeve içinde oluşturulan yeni ABD politikası aşağıdaki unsurları içeriyordu: Öncelikle Ortadoğu’da zayıflamakta olduğu düşünülen Amerikan 
liderliğinin yeniden tesisi ve yeni Ortadoğu düzenine karşı direnişin kırılması gerekiyordu. Bush yönetimi başından itibaren Clinton dönemi politikalarının 
Amerika’yı zayıf gösterdiğini, hem Irak’ta hem de İran’da başarısız olunduğunu iddia ediyordu. Bu çerçevede yeni politika oluşturma çabalarına girişen 
yönetim Ortadoğu’da istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü bu ülkelere karşı politikasını setleştirmekten yanaydı. Yukarıda da belirtildiği gibi bu görüş yönetim içindeki yeni-muhafazakârlarca da zaten desteklenmekteydi. 11 Eylül 2001 saldırıları bu görüşleri güçlendirdi, yönetim içindeki farklılıkları törpüledi 
ve kamuoyu desteği sağladı. Bush yönetimi 11 Eylül’den sonra başlattığı “teröre karşı savaş” çerçevesinde Irak’a savaş açtı. Ayrıca George W. Bush 
29 Ocak 2002’de yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında İran, Irak ve Kuzey Kore’yi terörizme destek vermek ve Kitlesel İmha Silahları geliştirmeye 
çalışmakla suçlayarak “şer ekseni” ilan etti. Suriye bu listeye girmese de Washington, Clinton döneminin aksine bu yeni dönemde Suriye’yi dışlama 
politikası izleyeceğini ortaya koydu.6 

Bush yönetimin politikasının ikinci özelliği yine Clinton döneminin aksine Arap-İsrail uyuşmazlığının çözümünü bölgesel güvenlik ve istikrar açısından 
önemli görmemesiydi. Bush yönetimi İsrail’deki Sharon hükümetinin Filistin sorununu büyük ölçüde bir terör sorunu olarak gören yaklaşımını kabul etti. 
Bu çerçevede ağırlığı Filistin’de reform ve İsrail’in güvenliği konularına verdi. Öte yandan Clinton döneminden farklı olarak Barış Süreci’nin İsrail-Suriye 
ayağını yeniden canlandırmak için hiç çaba göstermedi. Tam tersine yukarıda da değinildiği gibi Suriye’yi izole etme politikası güttü. Suriye rejimini terörist 
örgüt olarak nitelediği Hizbullah ve Hamas’ı desteklemekle, Irak’ta direnişçilere destek olmakla suçladı. ABD Suriye’nin Lübnan’daki vesayetine daha 
önce göz yumarken, Bush döneminde Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi için baskı yaptı.7 

Bush yönetiminin Ortadoğu politikasının son ayağını Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’da gerekirse askeri güç kullanarak demokratikleş me ve ekonomik reformları gerçekleştirmek oluşturdu. Daha önce de belirtildiği gibi Clinton döneminde de siyasi ve ekonomik reformların desteklenmesi 
fikri mevcuttu. Aslında bu politikanın temelleri 1980’lerde uluslararası sistemde başat hale gelen liberal söylemle bir devamlılık arz ediyordu.8 

Uluslararası barış ve refah için liberal demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşması gerektiğine inanan liberal uluslararası siyaset anlayışı özellikle SSCB’nin zayıflaması ve daha sonra iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile liberal müdahalecilik doktrinini de geliştirmişti. Bu dönemde uluslararası kuruluşlara da hâkim olan bu anlayış otoriter ve totaliter rejimlerin ezdiği bireyi korumak için “insani müdahalenin” meşru ve haklı olduğu fikrini ileri sürmüştü.. Bush yönetimi bu söylemi daha da geliştirdi ve 11 Eylül’den sonra başlatılan “terörle savaş” stratejisinin bir parçası haline getirdi. Böylece Bush yönetiminde yeni-muhafazakârlık ve liberal müdahalecilik ideolojileri bir araya geldi. Bu doktrin Ortadoğu’da ABD’nin yıllarca istikrarı demokratikleşme nin önünde tutmasını eleştiriyor ve bu politika yüzünden bölgede güçlenen otoriter rejimlerden zarar gören halkların ve sosyal hareketlerin ABD karşıtlığının oluştuğu iddia ediliyordu. Bu görüş demokrasi ve özgürlüklerin terörizmin panzehiri olduğu fikrine inanıyor, dolayısıyla Ortadoğu’da rejim değişikliğini savunuyordu. 

Bush yönetiminin yeni Ortadoğu stratejisinin ilk ve en önemli uygulama alanı Irak oldu. Yeni muhafazakârların önemli isimlerinde Charles Krauthammer 
savaştan hemen önce Irak’ın doktrinin temel kavramlarına hem uygulama sahası, hem de sıçrama tahtası sağlayacağını ileri sürüyordu.9 Gerçekten Irak’a 
savaş açmak Bush yönetiminin yukarıda tartışılan temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı görünüyordu. ABD bir taraftan Irak 
üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. Öte yandan 
Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti. 

Bu çerçeveden bakılınca Bush yönetiminin politikalarının, Clinton dönemindekiler gibi ABD açısından büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilir. 
Başka bir deyişle bu politikalar ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de 
bölgede ABD’nin istediği bir dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak 
bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında olmuştur. Savaşın çok sayıda sivil Iraklının ve ABD askerinin hayatına mal olduğu açıktır. Ayrıca savaş ve 
Amerikan işgali Irak’ın alt yapısını ve kurumlarını yerle bir etmiştir. ABD işgali Amerikan ekonomisine de çok büyük bir yük getirmiş ve bu yükün halen sürmekte olan ekonomik krizin önemli nedenlerinden biri olduğu ileri sürülmüştür. Amerikan işgali Irak’ta büyük bir kargaşa ve istikrarsızlığa neden olmuş ve savaş karşıtlarının daha önce uyardığı gibi Irak radikal grupların üssü haline gelmiştir. Irak’ta kimlikler üzerine inşa edilen yeni siyasi yapı siyasi istikrar-sızlık yaratmış ve mezhepsel ve etnik düşmanlıkları körüklemiş, ülke Sünni ve Şii mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Bush yönetiminin beklentilerinin aksine ülkedeki bu durum nedeniyle Irak petrolleri hala tam olarak dünya piyasasına girememiştir. Genel olarak ABD’nin Irak politikaları hem Irak’ta, hem de bölgede Amerikan karşıtlığını körüklemiştir. 

Irak’taki sorunların yanı sıra bölge politikası da ABD’nin yeni bölge politikalarına karşıt bir biçimde gelişmiştir. Bush yönetiminin Irak’tan sonra hedef tahtasında 
olduğunu ilan ettiği İran ve Suriye, tam tersine bölgede etkinliklerini arttırmış lardır. Özellikle İran sadece Körfez bölgesinde değil tüm Ortadoğu’da ABD ile mücadele eder duruma gelmiştir. ABD’nin Ortadoğu vizyonunun kendi çıkarlarına ters olduğunun bilinciyle İran ve müttefikleri Suriye ve Hizbullah ve Hamas gibi örgütler bu vizyonun gerçekleşmemesi için ellerinden geleni yapmışlardır. İran ve Suriye hem Irak politikasında, hem de Lübnan ve Filistin politikasında etkin hale gelmişlerdir. Bu etkinlik Irak’ta ABD’nin politikalarını zora sokarken, Arap-İsrail cephesinde de İsrail’in askeri olarak zayıf görünmesine yol açtı. ABD ve müttefiklerinin bölgede artan İran etkisini kırmak üzere vurguladıkları Şii-Sünni çekişmesi teması Irak ve Lübnan gibi ülkelerde istikrarsızlığı daha da arttırdı. 

Son olarak demokratikleşme projesi de kısa sürede rafa kaldırıldı. Irak’ta yaşanan sorunlar bu ülkenin Bush yönetiminin iddia ettiği gibi demokratikleş mesinin önündeki zorlukları ortaya koyarken, bir kez daha istikrarın öncelenmesine yol açtı. Diğer Arap ülkelerinde bir demokratik açılımın siyasi İslamcı partileri iktidara taşıyacağının bir kez daha anlaşılması ile Bush yönetimi özellikle ikinci döneminde demokratikleşme söyleminden tamamen uzaklaştı. 
Filistin’de reformu politikasının temel öğesi yapan ve seçimler yapılması için sürekli baskı yapan Bush yönetimi bu seçimleri Hamas kazanınca bu partiyi 
izole etmek üzere çeşitli politikalar uyguladı. 

Obama Dönemi: Değişim ve Süreklilik 

“Değişim” sloganıyla ABD’nin 44. başkanı seçilen Barack Obama döneminde ABD’nin Ortadoğu politikasının nasıl şekilleneceği henüz tam olarak belli değildir. 
Ancak Obama’nın seçilmesi ABD’nin Ortadoğu politikalarında önemli değişiklikler olacağına ilişkin büyük bir beklenti yaratmıştır. 

ABD Başkanı Obama’nın bugüne kadar ki söylemleri ve bir ölçüde de politikaları Bush yönetiminden bazı farklılıklar içermektedir. Genel prensipler ve yöntemler 
açısından Obama yönetiminin güç kullanımı yerine müzakere ve diyaloğu öncelediği; tek taraflı değil çok taraflı politikaları savunduğu; müttefikleri 
ile birlikte çalışıp, ABD’nin düşmanlarına karşı daha nüanslı bir politikayı ön plana çıkardığı söylenebilir. 

Bu çerçevede Obama yönetimi Bush yönetiminin 11 Eylül’den sonra “teröre karşı savaş”ı dış politikasının temel referansı yapmasını da eleştirmektedir. Ayrıca ABD’nin Müslüman dünya ile savaş halinde olduğu görüntüsünü değiştirmek istemekte ve genel olarak Bush döneminde sadece Müslümanlar arasında değil genel olarak tüm dünyada yükselen Amerikan karşıtlığını değiştirmeye 
çalışacağının sinyallerini vermektedir. 

Bu yeni çerçevenin uygulamasına baktığımızda bazı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Öncelikle ABD Barack Obama’nın seçim sürecinde birçok kez vurguladığı 
gibi Irak’tan çekilme takvimini uygulama koydu. Senatörlüğü döneminde Irak Savaşına karşı çıkan Obama birçok kez bu savaşın ABD’yi gerçek hedefi 
olması gereken al-Kaide’ye karşı savaşında zayıflattığını iddia etmişti. 

Obama yönetimi daha önceki politikanın aksine İran ve Suriye ile sorunları öncelikle diyalog yoluyla çözmeye çalışacağını ilan etti. Bush yönetimi döneminde tamamen kesilen Suriye ile diyalog yeniden başlatıldı. İran ile ilişkiler ise henüz sembolik bir takım açılımların ötesinde yeni bir aşamaya geçemedi. 
Diğer taraftan Filistin-İsrail uyuşmazlığında Obama barış sürecinin yeniden başlamasını ve bu çerçevede İsrail’in yeni yerleşimler inşa etmeyi durdurması 
gerektiğini vurguladı. Müslüman dünyasına seslenmek için yaptığı Kahire konuşmasında ise ABD’nin Müslümanlarla bir savaşta olmadığını vurgulayarak 
diyalog, hoşgörü ve bir arada yaşama mesajları verdi. 

Obama yönetiminin Ortadoğu politikası konusundaki değişimi henüz daha çok söylem düzeyi ile sınırlıdır. Bu anlamda en önemli değişim siyaset tarzı 
ile ilişkilidir. Bu anlamda ABD’nin bu bölgede uzun yıllar içinde oluşturulmuş çıkarları değişmemiştir. Ancak yeni yönetim bu çıkarların nasıl korunacağı ve 
bölgesel çıkarlarla uyumlaştırılıp uyumlaştırılamayacağı gibi konularda farklı yaklaşım geliştiriyor gibi görünmektedir. Obama Kahire konuşmasında “Amerika 
sadece kendi çıkarını düşünen kaba bir imparatorluk stereotipi değildir” derken tam da bunu kastediyordu. En azından Obama yönetiminin ABD’nin kaybettiği düşünülen “ideolojik ve ahlaki otorite tesis etmek” gibi bir meselesi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bir ölçüde Clinton döneminde olduğu gibi 
Obama döneminde de ABD’nin Ortadoğu’daki başat rolünün rıza tesisi ile gerçekleştirilmesinin önem kazanacağı söylenebilir. Ancak bu Bush yönetiminin 
yeni-muhafazakâr yönünün ortadan kalkması demek olsa da, özellikle 1980’lerden beri başlayan, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle daha da güçlenen liberal 
müdahalecilik doktrininin de arka plana itileceği anlamına gelmeyecektir. Benzer şekilde Obama’nın hem Ankara, hem de Kahire konuşmalarında ortaya çıktığı gibi Müslüman dünyanın, bu sefer diyalog vurgusu ile de olsa, bir bütün olarak algılanmaya devam etmesi Bush dönemi ile benzerlik göstermektedir. 

Bazı yazarlar genel olarak Bush yönetiminin mirasının Obama yönetiminin politika değişikliğini sınırlayacağını da ileri sürmektedirler. Burada kastedilen 
sadece yukarıda sözü edilen liberal müdahalecilik konusunda uzun yıllardır ortaya çıkmış sağ ve sol ittifaktan oluşan ideolojik sınırlılık değildir. 

Bush döneminde ordu ve ulusal güvenlik yapılarında gerçekleştirilen yapısal değişikliklerin Obama’nın dış politikaya yeni bir yön vermesini sınırlayacağı 
düşünülmektedir.10 Son olarak, özellikle Ortadoğu söz konusu olduğunda önemli aktörler olan özellikle İsrail yanlısı lobi ve petrol lobilerinin politikayı 
etkilemeye devam edeceği beklenebilir. 

Bütün bu faktörlerin yanında sonuçta Obama döneminde ABD’nin Ortadoğu politikasını ve ilişkilerini bölgesel aktörlerin önemli ölçüde etkileyeceği söylenebilir. 

Bölgedeki devletler ve devlet-dışı aktörlerin kendi çıkarları ve ajandaları ABD’nin politikalarını uyguladığı bağlamı oluşturacaktır. Örneğin, Irak’taki çeşitli grupların ilişkileri, İran’ın iç politikası ve dış politikasına yansımaları, İsrail’deki Netanyahu hükümetinin politikaları, Filistin’de el-Fetih ve Hamas arasındaki ilişkiler zaman zaman ABD politikalarından etkilense de kendi dinamiklerini yaratacaklardır. Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi, Soğuk Savaş sonrası dönemde de ABD’nin Ortadoğu’da düzen oluşturma çabaları bu gerçekle yüz yüze gelmiştir ve gelmeye de devam edecek görünmektedir. 

DİPNOTLAR ;

1 Malcolm Kerr, The Arab Cold War: Gamal abd-al Nasir and His Rivals, 1958-1970, London, New York, 
Published for the Royal Institute of International Affairs by Oxford University Press, 1971. 
2 1981’de kurulan Körfez İşbirliği Konseyinin üyeleri Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Suudi Arabistan, Umman, Katar ve Kuveyt’tir. 
3 Barbara Conry, “America’s Misguided Policy of Dual Containment in the Persain Gulf,” CATO Foreign 
Policy Briefing,No. 33, CATO Institute, 10 Kasım 1994, http://www.cato.org/pubs/fpbriefs/fpb-033. 
htmlHarvey Scherman, “America’s Alliance Anxieties: The Strange Death of Dual Containment,” Orbis, 
Cilt. 41, Sayı 2, Bahar 1997, ss. 223-240. 
4 Yeni-muhafazakârların dış politika anlayışı için bkz. Nazım İrem ve Çınar Özen, “Yeni Muhafazakâr 
Amerikan Dış Politikasının Straussçu Temelleri,” içinde Çınar Özen ve Hakan Taşdemir (der) Yeni 
Muhafazakâr Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Ankara: Odak yayınevi, 2006, ss. 13-45. 
5 Raymond Hinnebusch, “The American Invasion of Iraq: Causes and Consequences,” Perceptions, Special 
Issue on the Middle East, Cilt: 12, No: 1, Bahar 2007, s. 10. 
6 Suriye’nin o dönemde el-Kaide’ye karşı ABD ile işbirliği yaptığı için Şer Ekseni listesine girmediği ileri 
sürüldü. Gerçi Mayıs 2002’de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı John Bolton listeye Suriye, Küba ve Libya’yı 
da ekledi. Joan Hoff, A Faustian Foreign Policy, Cambridge: Cambridge University Press, 2008, s. 163. 
7 Bush yönetiminin Suriye politikası için bkz. Raymond Hinnebusch, “Defying the Hegemon: Syria and 
the Iraqi War” , International Journal of Contemporary Iraqi Studies, Cilt 2, No. 3, 2009, ss. 375-390. 
8 Toby Dodge, “Coming face to face with bloody reality: Liberal common sense and the ideological failure 
of the Bush Doctrine in Iraq,” International Politics, Cilt: 46, No: 2 & 3, 2009, s. 255. 
9 Charles Krauthammer, “Coming Ashore,” Time, 17 Şubat 2003. Dodge, “Coming face to face with 
bloody reality: Liberal common sense and the ideological failure of the Bush Doctrine in Iraq,” s. 254. 
10 Robert Patnam, “Out of sync: Bush’s Expanded National Security state and the war on terror” International 
Politics, Cilt: 46, No: 2 & 3, ss. 210-233; Simon Dalby, “Geopolitics, the revolution in military affairs and 
the Bush doctrine”, International Politics, Cilt: 46, No: 2 & 3, ss. 234-252. 


Kaynakça 

Conry,Barbara, “America’s Misguided Policy of Dual Containment in the Persain Gulf,” 
CATO Foreign Policy Briefing,No. 33, CATO Institute, 10 Kasım 1994, 
http://www.cato. org/pubs/fpbriefs/fpb-033.html 
Dalby, Simon, “Geopolitics, the revolution in military affairs and the Bush doctrine”, International Politics, Cilt: 46, No: 2 & 3, ss. 234-252. 
Dodge,Toby, “Coming face to face with bloody reality: Liberal common sense and the ideological failure of the Bush Doctrine in Iraq,” International Politics, Cilt: 46, No: 2 & 3, 2009, ss. 253-275. 
Hinnebusch, Raymond, “The American Invasion of Iraq: Causes and Consequences,” Perceptions, Special Issue on the Middle East, Cilt: 12, No: 1, Bahar 2007, ss.9-27. 
“Defying the Hegemon: Syria and the Iraqi War” , International Journal of Contemporary Iraqi Studies, Cilt 2, No. 3, 2009, ss. 375-390. 
Hoff, Joan, A Faustian Foreign Policy, Cambridge: Cambridge University Press, 2008. 
İrem, Nazım ve Çınar Özen, “ Yeni Muhafazakâr Amerikan Dış Politikasının Straussçu Temelleri,” içinde Çınar Özen ve Hakan Taşdemir (der) Yeni Muhafazakâr Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Ankara: Odak yayınevi, 2006, ss. 13-45. 
Karauthamer, Charles, “Coming Ashore,” Time, 17 Şubat 2003. 
Kerr, Malcolm The Arab Cold War: Gamal abd-al Nasir and His Rivals, 1958-1970, London, New York, Published for the Royal Institute of International 
Affairs by Oxford University Press, 1971. 
Patnam,Robert G, “Out of sync: Bush’s expanded national security state and the war on terror ” International Politics, Cilt 46, No: 2 & 3, ss. 210-233. 
Scherman,Harvey, “America’s Alliance Anxieties: The Strange Death of Dual Containment,” Orbis, Cilt 41, Sayı 2, Bahar 1997, ss. 223-240. 

Ortadoğu Etütleri, Temmuz 2009 
Cilt 1, Sayı 1 

***