usame bin laden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
usame bin laden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2020 Pazartesi

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2 



Fuller Raporunda: 

“... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel 
kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. 

Fuller, 
Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 

Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 

Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak.  Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. 

Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam,

 “ Amerikalılar’ın iyi İstihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, 
diyor. 

   ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. 

Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

   ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için Güç ” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 

   1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin 
Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir.

 Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya 
Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 

1980’ lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte - takma adı Abu Abdullah-Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetece tir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 

Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 

Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. 

Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. 

Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. 
Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 

Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. 

Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 
1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. 

Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 

Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 

Bunu belki asla Öğrenemeyeceğiz. 

Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam., 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. 

CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. 

Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 

Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.” demiştir.18  

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. 

     Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur. 23” demiştir. Yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
    ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. 

ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. 

Ortadoğu’da Petrol ve Köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les İslamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, Israel et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir Petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin 
    yaşadığını belirtelim. Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nas›l 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
    Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 



***

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1 




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI.,

Giriş: 


     Sovyetler Birliği çökene kadar, Siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmaz dı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

    Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. 

    Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 
İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

    1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. 
Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi-ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 

Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi., 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. 
   Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli Petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. 

Araştırdıkları alanları 60 seneliğine Kiralayacaklardı. 

Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı  1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında Ekonomik, Ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. 

    ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 
milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. 

Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir Devrin İran’ı gibi, Ahlaki açıdan savunula bilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. 

Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 
ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz Hegemonyasına son verecektir. 

ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap Milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. 

Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 

1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamış tır. 

Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, 
Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu Cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. 

   Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 

1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. 

   Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. 

Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 

    1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 

    1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. 

Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 

Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. 

Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. 

   Bu yeni Strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. 

   Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. 

Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. 

Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. 

Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. 

Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilir di, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin Militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. 

   Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “ Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı? ” adlı raporun yazarı. 

   Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

19 Aralık 2019 Perşembe

SİBER TERÖRİZM

SİBER TERÖRİZM



1. SİBER TERÖRİZMİN TEHDİT POTANSİYELİ,  Naki  SARIKAVAK
2. SİBER TERÖRİZMİN TANIMI, Naki  SARIKAVAK
3. TERÖRİST ÖRGÜTLER İÇİN SİBER TERÖRİZMİN ÇEKİCİLİĞİ, 
     Naki  SARIKAVAK
4. SİBER TERÖRİZME KARŞI ARTAN HASSASİYET, Naki  SARIKAVAK
5. SİBER TERÖR TEHDİDİNİN BÜYÜKLÜĞÜ, Naki  SARIKAVAK
6. SİBER TERÖRİZMİN BUGÜNÜ VE YARINI, Naki  SARIKAVAK



Siber Terörizm Raporu,
Naki  SARIKAVAK


SUNUŞ

Siber terörizmin tehdit potansiyeli her geçen gün biraz daha artmaktadır. Birçok güvenlik uzmanı ve politikacı, siber terörizmin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde devletin sivil, askeri, finansal ve hizmet sektörlerindeki teknolojik altyapılarına ve özel bilgisayar sistemlerine saldırı ihtimalinin olduğunu açıklamıştır. 
Bu potansiyel tehdit had safhadadır fakat ortaya atılan bütün karanlık kehanetlere rağmen kayıtlara geçmiş gerçek anlamda bir siber terörizm örneği bulunmamaktadır. 
Bu durum şu soruyu akla getirmektedir: “Bu tehdit ne kadar gerçek?” 

Modern Dönemlerin en büyük iki korkusu “ SİBER TERÖRİZM ” adı altında birleşmiştir. Teknolojik araçlardan ve modern alışkanlıklar dan mağduriyet korkusu, bilgisayar teknolojilerine olan güvensizlik ve endişe ile birleşerek bir siber terörizm korkusu yaratmıştır. 

11 Eylül saldırılarından önce yaşanan birkaç olay Amerikan ordusunda ve enerji sektöründeki bilgisayar teknolojilerinin zaaflarını ortaya çıkarmıştır. Bu zaaflar askeri sistemlere bir güvensizlik yaratmıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra siyasi, ticari ve güvenlik çevrelerinden gelen uyarılar, terör ve güvenlik söylemleri siber terörizmin yakın gelecekteki belirgin tehlikesini ön plana çıkarmaktadır. 
Siber terörizm, hiç kuşkusuz sinsiliği, kitlesel anlanda hasar verebilme potansiyeli, psikolojik etkisi ve medyatik cazibesiyle modern teröristler tarafından ilgi görmektedir. 

Ancak yine de siber korku çok fazla abartılmaktadır. Teröristler tarafından ulusal altyapıların kritik birimlerine, siber terörizm adını hak edecek derecede, bilinçli ve organize biçimde gerçekleştirilen bir siber saldırı mevcut değildir. 

Nükleer silahlar, hassas askeri sistemler ve dünyanın önde gelen ulusal teşkilatlarının bilgisayar sistemleri oldukça iyi korunmaktadır. Bu sistemlere dışarıdan erişmek çok zordur. 
Bununla birlikte özel sektördeki sistemler daha az güvenli ve muhtemel tehlikelere karşı daha hassastır. 
Siber terörizm potansiyelinin abartıldığı düşünülebilir. Ancak böyle bir tehdidi inkar etmek ya da görmezlikten gelmek yanlıştır. Terörle mücadelede elde edilen başarı teröristleri siber terörizm gibi olağandışı yöntemlere yöneltebilir. 
Türkiye gelişmiş ülkeler kadar olmasa da siber terörizm tehdidini göz ardı edemez. 
Çünkü teknolojik sistemlerde güvenlik açığı oldukça fazladır. İç ve dış terörist unsurların hedefleri arasında yer alan Türkiye'nin resmi ve özel kuruluşlarının teknolojik altyapıları daha güvenli hale getirilmezse, siber terörizm tehdidi her geçen gün daha da artacaktır. 

Bu rapor, TASAM Genel Müdürü Atilla SANDIKLI ve Uzman Yardımcısı Gökhan YİVCİGER tarafından, United States Institude of Peace (USIP)’in Mayıs 2004 tarihinde yayınladığı “Syberterrorism, How is the Real Threat” adlı çalışmadan faydalanılarak hazırlamıştır. 
Siber Terörizm Raporu’nun devletimize ve milletimize faydalı olması dileğiyle hürmetlerimi sunarım. 

Saygılarımla,

Süleyman ŞENSOY
TASAM Başkanı 
www.tasam.org 
Halıcılar Cad. No:100 Fatih - İstanbul 
• Tel: +90212 532 60 66-635 61 51 
• Faks: +90212 532 58 82 


GİRİŞ

Siber terörizm tehdidi, dünya çapında medyanın, güvenlik çevrelerinin ve bilgi teknolojisi uzmanlarının ilgisini çekmektedir. Bazı gazeteciler, politikacılar ve uzmanlar siber teröristlerin bilgisayar altyapılarına müdahale ederek barajlardan trafik sistemlerine kadar bir çok altyapıya zarar verebileceklerini ileri sürmektedirler. Bunun sonucu olarak, siber terörizmin milyonların yaşamını engelleyebileceği ve küresel güvenliği tehdit edebileceği yönündeki senaryolar oldukça popüler hale gelmektedir. Fakat bütün bu karanlık kehanetlere rağmen bugüne kadar resmi kayıtlara geçmiş tek bir siber terörizm örneği bulunmamaktadır. 

Siber terörizmin ortaya çıkardığı bu tehdit ne kadar gerçek? Gelişmiş toplumlar, hayati öneme sahip altyapıları bilgisayar ağlarına çok fazla bağımlı olduğu için kaçınılmaz olarak siber terörizmden korkmaktadır. Teknoloji ihtiyacını çoğunlukla gelişmiş endüstrilerden karşılayan Türkiye'nin de gün geçtikçe bilgisayar altyapılarına bağımlılığı artmaktadır. 
Bugüne kadar Türkiye'deki bilgisayar sistemlerine zarar vermiş saldırılar, heckırların dünya çapına yaydığı bilgisayar virüslerinden ibaret olsa da, siber terörizm potansiyeli gelecekte endişe verici boyutlara ulaşabilir. 

Hekırlar terörist amaçlarla motive olmasalar da, tek başlarına özel bilgisayarlara, kamu ve özel sektör bilgi sistemlerine ulaşarak zarar verebilmektedirler. Teröristler de teorik olarak, hekırların yöntemlerini takip ederek resmi birimlerin ya da bireylerin bilgisayar sistemlerine zarar verebilirler; askeri, finansal ve servis sektörlerini kullanılamaz hale getirebilirler. 
Bilgi teknolojilerine giderek artan bağımlılık beraberinde yeni zafiyet alanları ortaya çıkarmıştır. Böyle bir durum teröristlere ulusal güvenlik ve hava kontrol sistemleri gibi hedeflere yönelme fırsatı vermektedir. Özellikle vurgulamak gerekirse, “ Bir ülke teknolojik olarak ne kadar gelişmiş ise altyapı sistemlerine yapılacak siber saldırılara karşı hassasiyet de o kadar artar ”. 
Siber terörizmin potansiyel tehlikeleri karşısında duyulan endişeler yerindedir. 
Ancak bu durum, özellikle uluslararası medyanın çok fazla ön plana çıkardığı telaşın mantıklı ve makul olduğu anlamına gelmemelidir. Medyada sıkça yer alan bu korkular gerçekçi değildir ve fazla abartılmaktadır. Buna ek olarak, siber teröristlerin potansiyel zararları ile gerçek zararları arasındaki ayrım göz ardı edilmektedir. Bazı hekırların yapmakta olduğu saldırılar çoğunlukla siber terörist saldırılarla karıştırılmaktadır. 
Bu rapor, siber terörizm tehdidinin bugünkü ve gelecekteki durumunu, Türkiye’deki resmi ve özel kuruluşların teknolojik altyapılarına potansiyel etkilerini değerlendirmekte ve incelemektedir. Rapor, siber terörizmin neden çok fazla insanın dikkatini çektiğini, hangi durumların “ SİBER TERÖRİZM ” tanımlamasına uygun olduğunu ve gelişmiş ülkelerin siber saldırılara karşı hassasiyetini açıklamaktadır. Türkiye’deki potansiyel tehdidin değerlendirmesini yaparak, kanıtlarını sunmaktadır. Konuyla ilgili daha önce yapılmış çeşitli 
çalışmaların ve yayınların yaratmış olduğu korkuların ve endişelerin yerinde olup olmadığı incelenmektedir. Sonuç bölümünde ise, gelecekte Türkiye’nin siber terörizmin hedefi olma durumu ve gerçek tehlikelere karşı nasıl tedbir alması gerektiği anlatılmakta ve abartılmışkorkuların etkisinde kalmamak için uyarılarda bulunulmaktadır. 

SİBER TERÖRİZMİN TEHDİT POTANSİYELİ

Siber terörizm söylemi, 1990'ların başında, internet teknolojilerinin hızla büyümeye başladığı, “bilgi toplumu” tartışmalarının yapıldığı, teknoloji ve bilgisayar ağına fazlaca bağımlı olan ABD'nin karşılaşabileceği riskleri inceleyen çalışmaların arttığı dönemde başlamıştır. ABD Ulusal Bilim Akademisi'nin 1990'ların başında yayınladığı rapor bilgisayar güvenliği üzerine şu yorumu yapmaktadır:
 _ “Risk altındayız. ABD’nin bilgisayarlara bağımlılığı giderek artmaktadır… 
Yarının teröristi bir klavye ile bir bombanın yaratacağı zarardan 
daha fazlasını yaratabilir.” Ayrıca, bu yorumda “ Elektronik Pearl Harbor ” prototip terimi kullanılmış ve Amerika'nın tarihsel travması ile bilgisayar saldırıları arasında paralellik kurulmuştur. Bir teknoloji devi olan ABD’nin bu endişeleri zaman içinde diğer gelişmiş ülkelere de sıçramıştır. Teknoloji bağımlılığı artan ve bilgisayar güvenlik önlemlerine yeterince önem vermeyen Türkiye'nin de yakın gelecekte bu endişelere kapılması muhtemeldir. 

11 Eylül saldırılarından sonra terörizm ve güvenlik söylemleri, siber terörizm tehdidi 
endişelerini arttırmıştır. Bu anlaşılabilir bir durumdu. Dünya çapında daha da korkunç saldırılar beklenmekteydi. Terörist örgütler büyük çaplı zararlar vermek için siber terörizmi 
kullanabilirlerdi. 

Uzman politik, ekonomik ve psikolojik birimler bir araya gelerek siber terörizm tehdidini araştırmaktadır. Psikolojik perspektife göre modern dönemlerin en büyük iki korkusu “siber terörizm” adı altında birleşmiştir. Modern araçlardan ve alışkanlıklardan kaynaklanan mağduriyet korkusu, bilgisayar teknolojilerine olan güvensizlik ve endişe ile birleşerek siber terörizm korkusunu yaratıştır. Bilinmeyen bir tehdidin bilinenden daha korkutucu olduğu açıktır. Buna rağmen siber terörizm doğrudan bir Şiddet tehdidi sunmamaktadır; fakat tedirgin toplumlara yapacağı  psikolojik darbe, terörist bir bombanın etkisi kadar zarar verici olabilir. 
Daha da ötesi siber saldırılara karşı mücadele çalışmaları, en büyük ve gerçek tehdidin bilinmezlikten, bilgi eksikliğinden ve daha da kötüsü yanlış bilgilerden kaynaklandığını ortaya çıkarmıştır. 

Siber terörizme odaklanmanın bir de politik boyutu vardı. Siber terörizm ile ilgili güvenlik tartışmaları her zaman için siyasi aktörlerin ilgisini çekmiş ve indirgemeci bir yaklaşımla Değerlendirilmiş tir. Bu açıdan bakıldığında siber terörizm zaman zaman küresel siyasetin ve “güç” unsurunun önemli bir parçası haline getirilmiştir. 

Örneğin, ABD'de Pentagon'a yakınlığıyla bilinen Potomac Enstitüsü'nde terörizm 
araştırmacısı olarak çalışan Yonah Alexander, Aralık 2001'de bir “Irak Ağı”nın varlığını duyurmuştu. Yüzün üzerinde web sitesini içeren bu ağ Irak tarafından 1990'ların başında dünyanın bir çok bölgesinde etkin hale getirilmişti. Bu ağ bir çok servisin bilgisayar sistemlerine saldırarak onları erişilemez, kullanılamaz ya da onarılamaz hale getirmekteydi. 
DoS (Denial of Service) saldırıları da denilen bu girişimAmerikan Şirketlerini hedef almaktaydı. Yonah Alexander’ın iddiasına göre Saddam Hüseyin elindeki bu siber silahı kullanmaktan çekinmez di; ancak ne zaman kullanacağı belirsizdi. Böyle bir silah karşısında da ABD ilk hedeflerden birisi olacaktı. 
Daha sonradan bu yazarın maksadının, “siber terörizme vurgu yaparak, Irak'a karşı saldırgan bir tutum izleyen Amerikan politikalarını desteklemek olduğu” görüldü. Bugüne kadar “Irak Ağı ”nın varlığına ilişkin tek bir kanıt bulunamamıştır. 

    Siber terörizm, bu örnekte uluslararası siyasete meşruluk zemini yaratma çabalarının bir parçası olarak kullanılmıştır. 
Siber terörizmle mücadele fazlaca politize edilebilir bir konu olman›n yanında ekonomik getirisi de oldukça fazladır. Başta ABD olmak üzere birçok gelişmiş devletin teknoloji endüstrileri siber terörizmle mücadele etmek için alarma geçmiştir. Düşünce kuruluşları kapsamlı projeler tasarlamakta, raporlar hazırlamaktadır. Özel Şirketler telaş içinde güvenlik danışmanlık birimleri oluşturmakta, özel ve kamusal hedefleri korumak adına yeni güvenlik yazılımları geliştirilmektedir. 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika Federal Hükümeti altyapı güvenliği için 4,5 milyar dolar talep etmiştir ve FBI binden fazla “siber müfettişiyle” kontrol sağlamaya çalışmaktadır. 
Bu hususta Türkiye'de fazla bir hareketlilik yaşanmamaktadır. Sadece telekomünikasyon endüstrisi ve bazı özel şirketler kendi güvenlikleri için önlemler almaktadır. 

Bu nedenle, kamusal hizmet sektöründe elektrik güç üniteleri başta olmak üzere, bazı kritik altyapılar tehlikelere hassas durumdadır. 
  11 Eylül saldırılarından önce George W. Bush yakın gelecekte siber teröristlerin ABD'ye muhtemel saldırıları konusuna dikkat çekmeye çalışmıştır. Başkan adayı olarak yapmış olduğu uyarıda Amerikan ordusunun birçok tehdit tarafından kuşatılmış olduğunu vurgulamıştır. Kitle imha silahlarının yayılması, füze teknolojilerinin gelişmesi ve siber terörizmin yükselişi bu tehditler arasındadır. Bu şekilde yapılan açıklamaların, politik açıdan meşruluk zemini yaratma çabası olduğu vurgulanabilir. 

11 Eylül sonrasında George W. Bush Beyaz Saray'da Siber Güvenlik Dairesi’ni oluşturmuş ve başına da terörle mücadele eski koordinatörü Richard Clarke' ı atamıştır. 

İç Güvenlik Departmanı  Direktörü Tom Ridge'in Nisan 2003'te yapmış olduğu uyarı, “Teröristler ağ bağlantılı bilgisayarların başında oturarak dünya çapında bir hasara yol açabilirler, büyük bir ekonomik sektörün güç şalterini kapamaları için bomba ya da patlayıcılara ihtiyaçları yok” şeklindeydi. Bu mesaj ABD içinde büyük etki yarattı. Örneğin, 11 Eylül saldırılarının ikinci yıl dönümde, “Ulusal şehirler Birliği” (National League of Cities) adlı kurum tarafından 725 şehir üzerinde yapılan incelemede, yerel yetkilileri biyolojik ve kimyasal saldırılardan sonra en çok endişelendiren tehdidin siber terörizm olduğu anlaşılmıştır. 
Amerikan medyası bu konuyu ağız birliği eder biçimde, felaket senaryoları üreterek manşetlerine taşımıştır. Washington Post'un Haziran 2003'teki manşetinde olduğu gibi: 

“El Kaide tarafından gerçekleştirilen siber saldırılar korku yarattı. Uzmanlar uyarıyor! 

Teröristler internet yoluyla kan dökmenin eşiğindeler”. Medyanın bu korkuyu popüler hale getirmesiyle, roman ve senaryo yazarları da bu dramatik potansiyelin farkına varmıştır. 

1995 yapımı bir James Bond serisi olan Golden Eye ve 2002 yapımı Code Hunter adlı Hollywood filmleri ile Tom Clancy ve Steve R. Pieczenik'e ait Netforce adlı roman siber terörizm senaryolarını geniş kitlelere ulaştırmışlardır. Medya, hekırların resmi web sayfalarına yapmış olduğu saldırıları, yarattığı bilgisayar virüslerini, özel şirketlerin gizli bilgilerine ulaşmalarını sıklıkla siber terörizm örneği olarak duyurmuştur. Türk medyası ise siber terörizm malzemesiyle yerel bazda bir sansasyon yaratma girişiminde henüz bulunmamıştır, çünkü toplumda henüz fazlaca bir tehlike endişesi bulunmamaktadır. 

SİBER TERÖRİZMİN TANIMI 

Özellikle Amerikan kaynaklı küresel medyayı incelediğimizde siber terörizm teriminin çoğunlukla yanlış yerde kullanıldığını görmekteyiz. 
Siber terörizmin tehlike potansiyelini anlayabilmemiz için öncelikle bu terimi doğru bir şekilde tanımlamamız gerekmekte dir. 
“Siber Terörizm”in net ve tutarlı biçimde anlaşılmasına engel olan yanlış fikirlerin altını öncelikle çizmekte fayda vardır. İlk olarak yukarıda da bahsedildiği üzere siber terörizm tartışmaları kitlesel medya tarafından yönlendirilmektedir. Yazarlar yeni kavramları tutarlı ve mantıklı biçimde tanımlamak yerine sansasyon peşinde koşmaktadırlar. 
İkinci olarak, bilgisayar sistemleri üzerine yapılan tartışmaların yepyeni kavramlar, terimler doğurması çok moda olmuştur. Bir başka sözcüğün önüne “siber”, “computer” veya “bilgi” sözcüklerini getirerek yeni bir kelime yaratılmaktadır. Siber suç, bilgi savaşı, ağ savaşı, siber terörizm, siber bunalım, dijital terörizm, siber taktik, bilgisayar savaşları ve siber saldırı gibi kavramlar bazı askeri ve siyasi stratejistlerin de tanımladığı gibi küresel medya tarafından çağımızın “yeni terörizm”i olarak tanımlanmaktadır. 
Bir çok bilim adamı tarafından siber terörizm hakkında yapılan açıklamalar konuya açıklık kazandırmıştır. En dikkate değer açıklama, Amerikalı bilgisayar bilimi profesörü Dorothy Denning’in makalelerinde yer almıştır. 
Siber terörizm, siber boşluk ve terörizmin bileşimidir. Siber terörizm, siyasi ve sosyal mercilere ve kişilere gözdağı vermek, baskı oluşturmak maksadıyla resmi birimlerin bilgisayarlarına, network sistemlerine, bilgi ve veri tabanlarına yapılan yasadışı tehdit ve zarar verici saldırılardır. Daha da ötesi, bir saldırının siber terörizm olarak tanımlanması için bireye ya da mala karşı şiddet içermesi gerekmektedir. En azından “korku yaratacak kadar hasara” yol açmalıdır. Siber terör ölümcül olan ya da fiziki hasara yol açan, şiddetli ekonomik kayba neden olan saldırılar olarak örneklenebilir. Kritik altyapı odaklarına yapılan ciddi saldırılar yarattığı etkiye göre siber terörizm olarak tanımlanabilir. Önemli olmayan servislere verilen rahatsızlıklar siber terörizm olarak tanımlanamaz. 

“Siber terörizm” ile “hekırlık” arasındaki farkın anlaşılması son derece önemlidir. Kişisel ya da kurumsal bilgisayar sistemlerine zarar veren, kayıtlı bilgileri yok eden hekır saldırıları, siber terörizmde olduğu gibi politik maksatlarla motive olmamaktadır. Protesto amacı taşımazlar, öldürmek ya da yaralamak gibi amaçları yoktur. Ancak, hekırlık siber terörizmin tehlike potansiyeli hakkında ipucu vermektedir. Teröristlerin, hekırların kullandığı metotlara benzer metotlar kullanarak büyük hasara yol açabileceklerini göstermektedir. 

TERÖRİST ÖRGÜTLER İÇİN SİBER TERÖRİZMİN ÇEKİCİLİĞİ 

Terörist örgütler için siber terörizm birkaç nedenden dolay› çekici olabilir. 
Öncelikle geleneksel anlamdaki terörist metotlardan daha az maliyetlidir. Terörist örgütün ihtiyacı olan tek şey ağ bağlantılı bir kişisel bilgisayardır. Silah ya da patlayıcı temin etmek zorunda değildirler. Bunun yerine yarattıkları bilgisayar virüslerini telefon hatları veya kablo bağlantıları aracılığıyla yayabilirler. 
İkinci olarak teröristler örgütler, siber terörizm aracılığıyla saldırgan kimliklerini bilinen anlamdaki terörizm metotlarına kıyasla daha iyi gizleyebilmektedirler. Diğer bütün internet gezginleri gibi teröristler de kendisine bir takma ad vererek güvenlik birimlerinin ve polis teşkilatlarının kimliklerine ulaşmasını engelleyebilmektedirler. Böylesine bir siber boşlukta saldırganı sınırlayacak fiziki bariyerler, kontrol noktaları, sınır kapıları ya da gümrükler bulunmamaktadır. 
Üçüncü olarak hedef seçilebilecek noktaların sayısı oldukça fazladır. Siber teröristler, hükümetler, silahlı kuvvetler ile diğer güvenlik ve istihbarat örgütleri, kamu hizmeti yapan kuruluşlar, özel hava yolları, bireyler ve bilgisayar ağları gibi hedeflere yönelebilirler. 
Teröristlerin bu kadar çok potansiyel hedef arasında zayıf ve savunmasız bir nokta bulma olasılığı fazladır. Yapılan bazı çalışmalara göre elektrik şebekelerinin kritik altyapı sistemleri çok karmaşıktır, savunulmaları ve bütün zaaflarının giderilmesi olanaksızdır. Bu nedenle de siber saldırılara çok açıktırlar. 
Siber terörizmin bir başka çekiciliği de uzaktan kumanda edilebilir olmasıdır. Siber terörizm fiziksel bir eğitim gerektirmez, ölüm riski yoktur, psikolojik açıdan zorlayıcı değildir. 
Bu özellikleri sebebiyle terörist örgütler için yeni üyeler kazanmak kolaydır. 
Son olarak, I LOVE YOU virüsü ortaya çıkıp, küresel baz da yayıldığında anlaşıldı ki; Siber terörizm bilinen anlamda terörist metotlarından çok daha fazla insana zarar verebilmekte ve bir teröristin istediği gibi medyayı fazlasıyla etki altına alabilmektedir. 

SİBER TERÖRİZME KARŞI ARTAN HASSASİYET 

   ABD'nin Ulusal Güvenlik Ajans› (NSA), 1997 yılında “Eligible Receiver” kod adlı bir tatbikat yaptı. Tatbikat kapsamında bilgisayar hekırların dan meydana gelen otuz beş adet 
“kırmızı takım” oluşturdu. Tatbikatın sonucu dehşet vericiydi. Hekırlar dan belirli kurallar çerçevesinde Amerikan ulusal güvenlik sistemlerini karıştırmaları istendi ve ilk hedef olarak da Hawaii'deki Pasifik Komutanlığı gösterildi. Takım üyelerinin sadece bilgisayar yazılımlarını ve internetten kolayca elde edilebilen hekır araçlarını kullanmalarına izin verildi. Tatbikatın sonucu gösterdi ki; “Kırmızı Takım” internet üzerinde herkese açık olan hekır araçlarını kullanarak Pasifik bölgesindeki bütün Amerikan askeri kontrol ve komuta sistemlerine zarar verebilirdi. Askeri açıdan tek başına böyle bir olasılık bile korku vericiydi. 
    
   Ancak, siber terörizm tatbikatın sonuçları, daha fazla hassasiyetin oldu¤unu gösterdi. Aynı yöntem ve teknikler kullanılarak telekomünikasyon sistemleri, elektrik güç üniteleri gibi özel sektör altyapı sistemlerinin çökertilebileceği de ortaya çıktı. 

Dan Verton tarafından 2003 yılında kaleme alınan, “Black Ice: The Invisible Threat of Cyber-Terror” adlı kitapta enerji sektörlerindeki bu büyük hassasiyet detaylı bir biçimde 
işlendi. Verton'un görüşüne göre; ABD'ye karşı yapılacak siber terör saldırılarında Amerikan enerji sektörünün, ilk düşen domino taşı olma ihtimali yüksektir. Kitap bu tarz bir saldırının 
boyutları ve etkilerinin bilinen anlamdaki fiziksel terörist saldırıların etkilerinden çok daha fazla olabileceğini vurgulamakta dır. Verton'un iddiasına göre orta büyüklükte bir şirket bir yılda bir milyon civarında siber tacize maruz kalmaktadır. 
Bu sayı sadece ciddiye alınan ve sistemlere zarar veren tacizlerin sayısıdır. Amerikalı bir araştırma kuruluşunun yaptığı incelemeye göre; 11 Eylül saldırılarını takip eden alt› ay içinde enerji endüstrisinde yer alan şirketlerin siber tacizlere diğer endüstrilere oranla iki kat fazla maruz kaldığı ortaya Çıkmıştır. Bütün siber tacizlerin içinde acil müdahale gerektirenlerin oranı ortalama olarak yüzde 12.5'tir. 
İnternet altyapılarının güvenlik sistemlerindeki açıklar sürekli olarak tespit edilmektedir. 

Siber güvenlik konusunda dünya lideri olan Symantec firmasının görüşüne göre; ABD genelinde internet altyapılarındaki açıklar, 2002 yılında bir önceki y›la k›yasla yüzde seksen oranında artış göstermiştir. Ancak yine de tam anlamıyla siber terörizm tanımlamasına uygun bir saldırı kayıtlara geçmemiştir. Bunun nedeni, teröristlerin böyle bir boşluktan ve zayıflıktan yararlanabilecek kadar “beceriye erişememiş olması” ile bu amaçlara yardımcı olabilecek kapasitedeki hekırlar ın ve virüs yazıcılarının terörist eylemlere sempatik bakmamasıdır. 
    Bu iki grup ortak noktada buluşurlarsa sonuç çok yıkıcı olabilir. Bir başka endişe ise, yazılım sistemleri üreten firmaların veya kişilerin bunu terörist amaçla tasarlayıp resmi yönetim birimlerine kurmaları ihtimalidir. Böyle bir endişe, Mart 2000’de önemli bir olayla gerçeğe dönüşmüştür. Japonya Metropol Polis Departmanı için 150 polis aracını merkezden takibe alabilen bir yazılım, 1995 yılında Tokyo metrosuna gaz bombası atan ve on iki kişinin ölümüyle, altı binden fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırıyı gerçekleştiren Aum Shinryko adlı bir grup tarafından tasarlanmıştır. Bu durum ortaya çıktığında, grubun 115 polis aracının takibiyle ilgili bilgileri elinde bulundurduğu tespit edildi. Daha da ötesi, en az seksen adet Japon firmasına ve on kadar hükümet birimine yazılım sistemi tasarlamışlardı. Grup başka yazılım firmalarının kritik kademelerinde örgütlenerek izlerini gizleyebilmiş ve bu yöntemle bir çok özel ya da resmi birim için “Truva atları” hazırlayabilmiş di. 
Bu konuda alınması gereken önlemler hakkında bir değerlendirme yapıldığında, dışarıdan yazılım ve donanım desteği alan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin güvenlik önlemleri örnek olarak gösterilebilir. Üniversitelerden, çeşitli ihtisas kurumların dan alınan destek çalışmaları TSK'nın bilgi işlem uzmanları denetiminde gerçekleştirilmekte dir. Dolayısıyla herhangi bir casus sistemin yerleştirilmesi engellenmektedir. TSK şimdilerde uzman mühendislerinden oluşan birimleriyle çoğu yazılımlarını kendisi geliştirmektedir ve şu an için güvenlik endişesi taşımamaktadır. Ancak teknik altyapı güvenliği, donanım özelliklerinden başlayarak değerlendirilmesi gereken bir konudur. Son kullanıcıya yönelik yazılımlar kadar kullanılan işletim sistemi ve bu sistemin üzerinde çalıştığı fiziksel altyapı özellikleri de ciddi tehdit unsurları içeren hassasiyetlere sahip olabilir. Bu tür hassasiyetler son kullanıcıya yönelik yazılımlar dan daha büyük riskler içerir.

    11 Eylül saldırılarından sonra, ABD kökenli Ticari Yazılım Birliği'nin (Business Software Alliance) 395 bilgi teknolojisi profesyoneliyle yaptığı görüşmeler sonucunda Amerikan hükümetinin siber saldırılara karşı güvenlik sağlamakta yetersiz kaldığı anlaşılmıştır. 

Uzmanların yüzde 49'u bu tarz bir saldırının çok yakın olduğu görüşündedir. Yüzde 55'i ise 11 Eylül saldırılarından sonra siber saldırı tehdidinin oldukça arttığını söylemiştir. Yüzde 59'una göre; firmalarının bilgisayar ve internet güvenliğini bireysel olarak sağlayanlar, özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında çok büyük risk altındadırlar. Yüzde 72'sine göre ise devletin aldığı güvenlik önlemleriyle siber saldırı riski arasında büyük boşluk bulunmaktadır. 
Yüzde 84'ü hükümetin bilgisayar güvenlik sistemleri için daha fazla kaynak ayırması gerektiği görüşündedir. Öncelikli hedefler arasında Wall Street gibi ulusal finans kurumlarının, büyük ulusal bankaların olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 74 civarındadır. Komünikasyon ağı, trafik kontrol sistemleri, baraj kontrol sistemleri ve elektrik güç üniteleri gibi hedeflere öncelikle yöne bileceğini iddia edenlerin oranı ise yüzde 66 civarındadır. 

31 Ocak 2004 tarihli Washington Post gazetesinde yer alan bir araştırma uzmanların yukarıdaki kuşkularını doğrular nitelikte dir. Amerikan Hükümetine bağlı teknolojik reformlar alt komitesi yönetimindeki araştırma, federal birimlerdeki bilgisayar güvenlik sistemlerini inceleyerek not vermiştir. 
Not verme sistemi basitçe, kurumların çalışanlarını güvenlik konusunda ne kadar eğittiğine ve özel bilgilere ulaşımın sınırlandırılması esasına dayandırılmıştır. Araştırma sonunda çoğu federal birim çok düşük notlar almıştır. Yirmi dört federal birim içinde en düşük notu alan İç Güvenlik Departmanı (Departmant of Homeland Security) olmuştur. 
Yine düşük not alan bir başka birim ise Adalet Departman› (Justice Departmant) olmuştur. 
Yapılan bu tarz çalışmalar medyanın da ilgisini çekmiş ve halkta siber terörizm korkusunu ateşlemiştir. ABD’de bin kişiye yönelik olarak yapılan bir araştırmada neredeyse yarısının siber terörizm endişesi yaşadığı tespit edilmiştir. Araştırma 2003 Ağustos ayının başında, yeni virüslerin dünya geneline yayılıp birçok bilgisayara zarar vermesinden önce gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, virüs saldırıları “Siber Terör” tanımının tam olarak içinde yer almamaktadır. Gayet tabi ki virüsler herhangi bir siber terör saldırısında araç olarak kullanılabilirler. Ancak kesin hedefli, sistematik bir terörist saldırı aracı olarak virüs 
yazılımı, özel amaçla hazırlanmış bir silah olarak düşünülmeli dir. 
Bu açıdan bilişim toplumunun genelinde etkili olan, her gün bir yenisini duyduğumuz virüsler bu kapsamın dışında düşünülmeli dir. Bu tip virüsler daha çok propaganda aracı olarak bilgi kirliliği yaratmak veya genel bilgi iletişimini aksatmak için kullanılabilirler. 

SİBER TERÖR TEHDİDİNİN BÜYÜKLÜĞÜ 

Siber terörizm konusunda endişe yaratan bütün bu çalışmalar ve istatistikler içinde en önemli olanı, bugüne kadar her hangi bir siber terörizm vakasının kayıtlara geçmemiş olmasıdır. Kamu kuruluşlarına, ulaşım sistemlerine, nükleer enerji ünitelerine, elektrik güç ünitelerine veya kritik ulusal altyapı bileşenlerine herhangi bir siber terörizm hareketi Gerçekleş memiştir. Siber saldırılar oldukça yaygındır; fakat teröristler tarafından gerçekleştirilmemiştir ve siber terörizm olarak tanımlanacak kadar zarar vermemiştir. 
Türkiye açısından bugüne kadar meydana gelmiş en büyük tehdit kısa sürede dünya çapına yayılan virüs saldırılarından ibarettir. Bu saldırılar kişisel ya da kurumsal bilgisayarların yazılım veya işletim sistemlerine zarar vererek kimi zaman bunlar› kullanılamaz hale getirmektedir. 
Bir başka tehlike ise artık çok yaygınlaşmış olan ve doğrudan internet sitelerini hedef alan hekır saldırılarıdır. Ancak bütün bu saldırılar sistemlerde geçici aksaklıklara yol açabilecek kapasitede dir. Bütün olarak bir kurumsal teknolojik alt yapıyı çökertecek düzeyde değildir. 
Siber terörizmin mevcut tehlike potansiyeli Türkiye açısından büyük bir endişe yaratmamalıdır, ancak güvenlik sistemlerinin her yeni gelişmeye karşı güncellenmesi ihmal edilmemelidir. 
Afganistan'daki operasyonlarda ele geçirilen El Kaide'ye ait bilgisayarlar Amerikan birliklerini oldukça şaşırtmıştır. 
Örgütün beklediklerinden çok daha fazla teknolojik donanıma 
sahip olduğu görülmüştür. Bilgisayarlarda mühendislik yazılımları, Avrupa ve Amerika’daki siber terörizm bazı stadyumların teknik yapıları, nükleer güç üniteleri hakkında bilgiler ve elektronik baraj sistemlerinin özellikleri gibi veriler bulunmuştur. Ancak örgütün bilgisayarları siber terör saldırıları için değil, diğer fiziki saldırıların koordinasyonu ve aralarında haberleşmeyi sağlamak maksadıyla kullandıkları tespit edilmiştir. 
Ne El Kaide ne de bir başka terörist örgüt, bugüne kadar ciddi bir siber saldırı girişiminde bulunmamıştır. Uzmanlara göre; bugüne kadar en ciddi zarar, panik ve endişe yaratan Saldırılar bireysel hekırlar dan gelmiştir. Bu hekırlar çoğunlukla heyecan arayan ve nam salmak isteyen genç erkeklerdir. 
IBM Küresel Güvenlik Analiz Laboratuarı'nın (IBM Global Security Analysis Lab) 2002 yılında yapmış olduğu araştırmaya göre hekırlar ın yüzde 90'ı teknik açıdan sınırlı amatörlerdir, yüzde 9'u yetkisiz girişleri gerçekleştirebilecek kapasitededir. Bunlar dosyalara ve verilere zarar vermemektedirler. Yüzde 1'i çok fazla teknik beceriye sahiptir ve her türlü alana giriş yaparak zarar verebilir. Hekırlar ın çoğu, yazılımların güvenlik sistemlerine ve Microsoft tarafından tasarlanmış işletim sistemlerine zarar vermektedir. Bu tarz tacizler kuruluşları çoğunlukla zor durumda bırakmıştır, ancak kamuyu uyarmak ve yazılım güvenliği uzmanlarını harekete geçirmek konusunda sorumluluk sahibi yapmıştır. Bazı hekırlar, internet üzerindeki elektronik ticarete zarar verebilecek ve web sitelerini bağlantıdan düşürebilecek beceriye sahip olsalar da çoğunluğu yeteri kadar bilgi ve beceriye sahip değildir. Yetenekli olanların ise büyük kargaşa ve yıkım yaratma konusunda hırsları yoktur. 
Amerikalı Profesör Douglas Thomas, yedi yıl boyunca bilgisayar hekırları üzerine araştırmalar yapmıştır. Kim olduklarını ve nelerden motive olduklarını anlamaya çalışmıştır. 
Yüzlerce hekırla görüşerek bir sonuca ulaşmıştır. Bu sonuca göre; hekırlar ın yüzde 99’u siber terörizm açısından her hangi bir risk taşımamaktadır. Çünkü bu tarz bir saldırıyı organize edecek ve uygulamaya koyacak beceriye sahip değildir. 
Thomas'ın çalışmaları; Amerika'daki Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi'nin “Siber Terörizm Riskleri, Siber Savaş ve Diğer Siber Tehdit Değerlendirmeleri” (Assesing the Risks of Cyberterrorism, Cyber War, and Other Cyber Threats) adlı 2002 yılı raporunda da geniş bir şekilde yer almıştır. Raporu kaleme alan Jim Lewis'in görüşüne göre; “ Hekırların bütün bir ulusu dizleri üstüne çöktüreceği konusundaki senaryolar çok uzak bir ihtimallidir ve ciddiye alınmamalıdır”. Lewis ifadesine şöyle devam etmiştir: “Uluslar, siber terörizm araştırmacılarının onlara tanıdığı krediden çok daha sağlam durumdadır. Altyapı sistemleri, analizcilerin söylediğinin aksine daha esnektir ve kendini onarma becerisine sahiptir; çünkü herhangi bir sorunda rutin görevini devam ettirebilirler.” 
Çoğu bilgisayar güvenlik uzmanının da vurguladığı gibi, internet kanalıyla ölüme yol açmak neredeyse imkânsızdır. 
Nükleer silahlar ve diğer hassas askeri sistemlerin ise internetle fiziksel bir bağlantısı yoktur. 

Bu sebeple dış kullanıcılar bu sistemlere ulaşamazlar. 

Örneğin Amerikan Savunma Bakanlığı’nın önemli sistemleri internet ortamından, hatta Pentagon'un yerel ağından bile izole edilmiştir. Kullanılacak her hangi bir yeni yazılım öncelikle Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (National Security Agency) denetiminden geçmektedir. 
Türkiye'de Genel Kurmay Başkanlığı ve diğer askeri birimler benzer yöntemlerle altyapılarını internet ortamından izole etmişlerdir. Her birimin kendi içinde ve diğer birimlerle fiber optik kablo ağ bağlantısı bulunmaktadır. “İntranet” adı verilen bu ağ bağlantısı, hem içeriden, hem de dışarıdan yetkisiz girişlere karşı önlem sağlamaktadır. 
Her askeri birey kendi görev yetkisi çerçevesinde girişler yapabilmektedir ve istihbarat gibi gizli bilgiler sıkıca korunmaktadır. 
11 Eylül'deki uçak kaçırma olayları hava yollarının siber terörist saldırılara açık olduğu protestolarına neden olmuştur. Siber güvenlik uzmanlarının ifadesine göre bir uçağı uzaktan kumanda yoluyla kaçırmak imkânsız dır. Bu nedenle yüksek teknolojiyi kullanan 11 Eylül senaryolarının gerçekleştirilmesi mümkün görülmemektedir. Kaygılanılan bir başka husus ise istihbarat birimlerinin güvenliğine ilişkindir; ancak istihbarat birimleri belirli bilgisayarlarını yukarıda belirtildiği gibi internet temasından uzak tutmaktadır. 
Bütün bunlar, daha az korunmakta olan elektrik güç üniteleri, petrol boru hatları, ve barajlar gibi nükleer sistemlere kıyasla daha az kabus yaratan hedeflere yönelme ihtimalini ön plana çıkarmaktadır. Bu sistemler çoğunlukla özel sektörün kontrolün de olduğundan devlet sistemlerinden daha az korunaklı gözükmektedir. Dahası, firmalar boru hatlarındaki akışı sağlamak ya da barajlardaki su seviyelerini ayarlamak için internet ağıyla birbirine bağlanan SCADA sistemi adı verilen bir yöntem kullanmaktadır. 
Siber terörizmin tehdit potansiyelinin algılanabilmesi için uzmanlar iki sorunun sorulması gerektiğini vurgulamaktadır. 
Siber saldırılara karşı korunmasız herhangi bir hedef mevcut mu? 
Böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek beceride ve motivasyon da bir aktör var mı? 

Birinci soruya cevap evet şeklindedir. Kritik altyapı sistemleri çok karmaşıktır ve mutlaka terörist eylemlerin faydalanabileceği bir açık barındırır. 
İkinci soruya ise şu şekilde cevap verilebilir. Bahsedilen SCADA sistemini firmanın teknik donanımlı çalışanları dışında kullanabilecek insan sayısı çok azdır. SCADA istismarı ile ilgili bir örnek Nisan 2002'de yaşanmıştır. Avustralyalı bir adam internet bağlantısını kullanarak baraj kapaklarını açmış ve milyonlarca metre küp suyun akışını sağlamıştır. Polis tarafından yakalandığında adamın daha önceden barajlar için yazılım üreten bir Şirkette çalıştığı tespit edilmiştir. 
Bu olay, terörist grupların istismara meyilli çalışanları kendi saflarına katmaları nın mümkün olduğunu göstermiştir. Ancak yine de içeriden yardım alınsa da verilebilecek zarar sınırlıdır. Çünkü elektrik şebekelerinde, petrol/gaz ünitelerin de ve komünikasyon sistemlerinde çalışan işçiler sel, fırtına, hortum gibi doğal afetlere karşı deneyimli olduğu için, insan eliyle verilen bir zarar› onarmakta çok zorlanmazlar. 

SİBER TERÖRİZMİN BUGÜNÜ VE YARINI 

Şu anki siber terörizm tehdidinin çok abartıldığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü bugüne kadar tek bir siber terör saldırısı kayıtlara geçmemiştir. 
Türkiye açısından tehlike şimdilik uzak gözükmektedir. Kritik resmi birimler güvenlik önlemlerini almıştır. Savunma ve istihbarat birimlerinin bilgisayar sistemleri internet ortamından izole edilmiştir. Özel sektördeki sistemlerde güvenlik eksiği mevcuttur ve saldırılara karşı savunmasızdırlar. 

Ancak bu sistemler de beklenenden daha çabuk onarılma yeteneğine sahiptirler. 
Siber saldırıların pek çoğunluğu bağımsız hekırlar tarafından gerçekleştirilmek tedir ve pek azı politik hedef içermektedir. Peki, bu küçük çaplı tehdit neden çok büyükmüş gibi Gösterilmektedir? 

Birincisi siber terör, siber saldırı gibi kavramlar insanların hayal güçlerine çok çekici gelmektedir. 
İkincisi, medyanın hekırlık ile siber terörizm kavramlarını sıklıkla karıştırması ve en küçük olayları abartan başlıklar atmasıdır. Örneğin “16 yaşındaki bir çocuk böyle bir şey yaparsa, kim bilir organize bir terör örgütü neler yapar” gibi gerçeği yansıtmayan başlıklardır. 
Bilgisizlik Üçüncü faktördür. Siber terörizm, teknoloji ve terörizm eksenlerini birleştirmektedir. 
Bir çok insan, üst düzey resmi görevli ve kanun koyucular bunu tam olarak anlamamakta dır ve korkuya kapılmaktadır. Özellikle ABD'de sayısız teknoloji şirketi toplu bir çöküş ve ulusal güvenlik endişesi duyurarak bu çarkı döndürmekte ve federal birimlerden ödenek almaktadır. Hukuki yürütme organları ve güvenlik uzmanları da sıklıkla halkı ulusal güvenlik tehdidine inandırmaktadır. 
Dördüncü bir neden ise politikacıların rant amacıyla böyle bir endişeyi gündemde tutmaya çalışmasıdır. 
Son bir neden ise bir çok vakaya çok yanlış olarak “siber terörizm” adı yakıştırılmasının kamuoyunda panik yaratmasıdır. 

El Kaide’nin modern teknolojik imkanlara karşı ilgisi açıktır. Bin Laden ve diğer yöneticiler siber terörizm hakkında bilgilere sahiptir. 11 Eylül saldırılarından hemen önce Bin Ladin bir Arap gazetesine verdiği demeçte, “yüzlerce Müslüman bilim adamı becerileriyle eylemlere destek vermeye hazırdır” demiştir. Bin Ladin'in mesajlarını Batı dünyasına ileten El Kaide üyesi şeyh Ömer Bekri Muhammed, bir ifadesinde Bin Ladin'in siber silah konusundaki uyarılarının ciddiye alınmasını tavsiye etmiştir. Teknolojiyi kullanarak kapitalist devletlerin ekonomilerini vurmak, Bin Ladin’in en yakın hedefleri arasındadır. 

Siber terörizm gelecekte günümüzdekinden daha fazla bir potansiyele sahip olacaktır ve sanal dünyaların daha da bütünleştiği bir ortamda çekiciliğini arttıracaktır. 

Örneğin bir terörist grup eş zamanlı olarak bir tren istasyonunda bomba patlatarak, siber yöntemle de iletişim altyapılarına zarar vererek olayın etkisini büyütebilecektir. Tabii bütün bunlar güvenlik tedbirlerinin yetersiz kaldığı durumlarda gerçekleşebilir ve gelecekte böyle bir eylemi gerçekleştirmek, bugün bir web sitesine zarar vermekten daha kolay olabilir. 
Mevcut siber terörizm tehdidi karşısında fazla endişeye gerek yoktur. Ancak teknolojik gelişmelerin son yıllarda özellikle bilişim sektöründe müthiş atak yaptığı dikkate alınmalıdır. 
Türkiye'nin bu gelişmelere çok kolay adapte olduğu göz önüne alınırsa, gelecekte siber terörizm Türkiye'de de hedef bulmakta zorluk çekmeyecektir. Özellikle özel sektörde güvenlik zafiyeti olan birimler birincil hedefler arasına girebilecektir. . 
Paradoksal anlamda, terörle yap›lan mücadelede elde edilen başarı teröristleri siber terörizm gibi olağandışı yöntemlere yöneltebilir. Yapılması gereken, siber terörizm tehlikesini iyi kavrayıp korku ve endişe yaratmadan tehdit potansiyeline uygun çözümler üretmektir. 
Sonuç olarak, terör uzmanlarının ifadesine göre; kaçırılan uçaklar, bomba yüklü kamyonlar ve biyolojik silahlar en azından şimdilik siber terörizme kıyasla daha fazla tehlikelidir. 
Ancak, 11 Eylül nasıl bütün dünyaya büyük bir sürpriz yaşatmış sa, gelecekte de siber saldırılar bütün dünyaya aynı şekilde büyük bir sürpriz yaşatabilir. 
Siber terörizm çarpıtılıyor ve abartılıyor olabilir fakat bu onu inkâr etmemiz anlamına gelmemelidir. 



***