AŞKENAZ YAHUDİLERİ
Askenaz
Aşkenaz Yahudileri .,
Aralarında Türkiyeli sabataycıların da bulunduğu
Saferad Yahudileri´nin soyadları listesini okumak için
lûtfen aşağıdaki linki tıklayınız:
Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört
ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar,
Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, diğerleri ise sonradan
gelenlerdir.
‘Bir kültürler mozaiğidir Anadolu.’ Bu tanıma uygun, sihir dolu, şiir dolu
ülkenin başkenti de İstanbul... 500 küsur yıl önce İspanya’dan,
engizisyonun zulmünden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler’den söz edilir.
Genel olarak bilinen bu gerçeği, kamuoyunun ortalama aklında ve bilincinde
daha sahici biçimde kalıcı kılan da, özellikle son zamanlarda yapılan
müzik çalışmaları olmuştur. Folklörik bir çalışma örneği olarak Janet-Jak
Esim’in yaptığı çalışmalar ve etnomüzikoloji örneği olarak Seferad müziği
yapan Yavuz Hubeş ve arkadaşlarından bahsedilir. Doğu orijinli Aşkenaz
Yahudileri’nden daha az haberliyizdir ve yazımız aslolarak onlarla ilgili
olacak.
Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört
ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar,
Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, yani yerliler. Diğerleri ise,
‘sürgün’ veya ‘kendiliğinden gelenler’dir. Karaylar 11. ve 15. yüzyıllarda
Rusya’dan, Aşkenazlar 16. yüzyıl ortalarından başlayarak Balkanlar, Orta
ve Doğu Avrupa’dan, Seferadlar ise, 1492 sonrasında İspanya ve
Portekiz’den gelip yerleşenlerdir. Gerek konuştukları diller, gerekse de
dini inanç, yönelim ve tapınma biçimleri birbirinden farklı olan bu
cemaatlerden Romanyot ve Karaylar, yüzyıllar boyu Rumca; Aşkenazlar
Ortaçağ Almancası-İbranice karışımı olan ‘Yidiş’çe; Seferadlar ise Katalan
İspanyolcası ile İbranice karışımı olan ‘Ladino’ dilini konuşagelmiştir.
İstanbul’da Seferadlar nüfusça çoğunluktayken, Aşkenazlar yüzde beşler
dolaylarında imiş. 1831’de ilk olarak Büyük Hendek’te yapılıp, 1866’da
Yüksekkaldırım’a taşınıp, daha sonra da 1900’de büyütülerek kâgir olarak
yapılan ve Yidiş diliyle ibadet edilen bir ahşap sinagog kurarlar.
Aşkenazlar, bugün konu edeceğimiz binayı da ‘elit’ cemaatten (onların
psikolojik baskısından) ayrılmak için yapar. ‘Schil fun di Schneider’ adı
verilen ve terzilere ait bir Aşkenaz sinagogu kurarlar. 1894’te hizmete
açılan sinagog 1960 başlarına kadar faal kalır. Süreç içinde sayıları
1000’in de altına düşünce, burası harap olmaya başlar. 1999’da ise
onarılarak kültürevi olarak hizmet görmeye başlar.
Galata’da, Bankalar Caddesi üzerindeki Kamondo Merdivenleri’nden çıkınca
sağdaki Banker ve Felek sokaklarına açılan bir yapı, Schneidertempel Sanat
Merkezi... Aşkenaz Vakfı’nın yöneticisi, karikatürcü İzel Rozental bilgi
veriyor: ”Vakfın üst katlarında aile büyüklerimin gittiği bir sinagogun
bulunduğunu öğrenmiş olmam, beni zaten çok heyecanlandırmıştı. Çıkıp
binayı görünce burada neler yapılabileceği hemen gözümde canlandı. Başta
Aykut Köksal olmak üzere mimar dostlarımız hemen işe koyuldu. Restore
etmek yerine onarmak fikriyle hızla finansman temin etmeye çalıştık.
Aslında işletmesi için de para gerekliydi. Cemaat içi kadar dışından da
katkılar oldu. Bu yıl ve 2001 için planlar yaptık. Sanat danışmanımız Tan
Oral’ın ve benim karikatürcü olmamız nedeniyle, galiba biraz karikatür
ağırlıklı işlere yer verdik. İlk etkinliğimiz, ‘Yeni Bir Binyılın Eşiğinde
İnançlar’ başlıklı sergimiz oldu. 14 Aralık’ta ‘Osmanlı’da Yahudi
Kıyafetleri’ sergisi yaptık.
2001 programı da belirlendi: Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden ‘21.
yy’da Eğitim Sorunları’ başlıklı başka bir karikatür sergisi... Kültür
Bakanlığı’nın katkılarıyla Ali Ulvi Ersoy’dan retrospektif sergi. Nisan
ayında ise bir soykırım (holokost) sergisi var. Fransızlar’ın ciddi ve
çeşitli belgelerden oluşan bu sergisini, Çapkınof’un mizahî heykel sergisi
izleyecek. Gene Ferruh Doğan’dan bir retrospektif ve Latin Amerikan’dan
bir karma karikatür sergisi daha...” Çok kültürlü, çok kimlikli
Türkiye’nin seçkin ve değerli unsurları Aşkenaz Yahudileri’nin söz konusu
sanat merkezlerine gidin, sergileri izleyin. Balkon katlarından birinde
satılan kitaplara göz atın. Mutlaka ilginizi çekecek bir yayın vardır.
Adnan Genç
******************************
Yahudi Beşeri ve Teolojik tarihine dair*
Kaynaklar:
Ahd-i Kadim, Kitab-ı Mukaddes içerisinde, İstanbul:93
El-Kitabu’l-Mukaddes, Mısır, ty.
Tora, Nebiim, Ketubim; Jerusalem: 97
E. Judaica I-XX, Samuel Brandon, Menahem Mansoor, Jerusalem: 72-78
El-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal I-V, İbn Hazm, Beyrut
Mevsuatu’l-Yehud ve’l-Yehudiyye ve’s-Suhyuniyye I-VIII,
Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri, Kahire:99
Yahudi Tarihi, Will Durant; İstanbul:92
Dinler Tarihi, Mircea Eliade; İnsan:99
Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslamoğlu, İstanbul:94
Musa I, II, Gerald Messadie; İstanbul: 99
Başta Kur’an olmak üzere Mukaddes Kitaplar, İsrailoğulları soyunu,
”Allah’ın kulu” ya da ”seçilmiş: Mustafa” anlamına gelen ve Tevrat’ta
Allah tarafından verildiği dile getirilen (Tekvin, 32/28) ”İsrail” lakaplı
Hz. Yakub’la başlatırlar. Yine, mukaddes metinler Yakub’u babası hz. İshak
kanalıyla Hz. İbrahim’e bağlarlar.
M. Esed’e göre Hz. İbrahim’in atalarının MÖ 3000 yılın başlarında,
Arabistan savanalarında başgösteren yaygın kuraklık sonucunda
Mezopotamya’ya göç eden kabilelere mensuptur. Aynı isim İbranileri
Arapların bir kolu, İbraniceyi de arkaik Arapçanın bir diyalekti olarak
görür. Martin Bernal de Black Atena’sında bu görüşü destekler. Eliad’a
göre, ”belki kısmen Amoritler ve Hapiru (ya da Apiru)’larla
özdeşleştirilebilir. Gerald Messadie’ye göre bu isim Mısırlıların
İsrailoğulları için kullandığı isimdir. (Asurlurarın Araplar için
kullandığı Arap sözcüğünün ilk kullanım zamanını veren Aribu ismiyle
yakınlığı dikkat çekici) MÖ üçüncü bin yılın sonlarında, Kalde’nin Ur
şehrinden göç eden İbrahim ve kabilesi, Musa’dan yaklaşık 1000 yıl önce
Filistin’e yerleşir.
Yarı göçebe bir halde hayvancılık yapan İsrailoğulları, anayurtları
Filistin’den, yine bir kuraklık nedeniyle göç ederek Mısır’a yerleşirler.
Bu göçün başlangıcını teşkil eden Yusuf Peygamber kıssası,
İsrailoğullarının Mısır’a geliş sorununu da aydınlatan dramatik bir
öyküdür. Tarih olarak MÖ 1770-1580 arasında hüküm süren kolonyalist Hiksos
(eski Mısırca hik şasu, ya da heku şovset: Çoban Krallar) hanedanı
dönemine denk gelmektedir. (Esed)
Önceleri, kendileri de bölgeye kolonyalist olarak dışardan gelmiş olan
Hiksos Hanedanı’nın himayesinde özgür bir toplum olarak Mısır’da yaşayan
İsrailoğulları, bu hanedanın yönetimine Mısır milliyetçilerince son
verilmesiyle birlikte artık zor bir döneme girerler. Kur’an’ın da tasik
ettiği gibi başından beri ehl-i tevhid olan İsrailoğulları, çok tanrılı
bir inanç sistemine mensup olan Mısırlılar tarafından, biraz da Hiksos
Hanedanı’na olan intikam hisleri nedeniyle dışlanırlar ve sistematik bir
biçimde köleleşirilirler.
Messadie’ye göre MÖ 1307, Eliad’a göre 1260 yıllarında, ismi Mısır kökenli
olan Mos olan Musa Peygamber, İsrailoğulları’nı jenoside tabi tutan Mısır
yönetiminin elinden kurtarır. Hz. Musa Kur’an’a göre firavunun sarayında
büyümüş bir prenstir. Tora (ilk beş kitap) da bunu destekler. Bir görüşe
göre Musa’yı sarayda büyüten kraliçe Haçepsut’tur. Messadi, bu firavunun
I. Seti olduğunu söyler. Öyle anlaşılıyor ki, o ölüp yerine muhalifi III.
Tutmes geçince Musa saraydan kaçmıştır. (Leiden İsl. Ans.)
Sina’da vahyi alan Hz. Musa, bir yandan da İsrailoğullarının Kur’an’ın
”maymunlaşma” (2:65, 7:166) olarak nitelendirdiği yabancılaşmasının önüne
geçmek için çırpınır. Bu dönemde, Mısırlıların Hotor (İnek) tanrısına
tapmadan tutun da, özgürlüğü soğan ve sarımsakla takas etmek istemeye,
bahşedilen nimetlere nankörlükten tutun da ”Allah’ı açıkça görmedikçe sana
iman etmeyeceğiz” demeye kadar, bir dizi azgınlık ve sapkınlık örnekleri
sergilerler. (İslamoğlu)
40 yıl yeni bir neslin doğmasının yanında eski neslin ikiye kadar
kırılmasını da bekleyen Hz. Musa, ilahi talimatların klavuzluğunda
İsrailoğulları’nın vahyi yeryüzünde temsil ve tebliğ misyonunu gereği gibi
ifa edebilmesi için terbiye eder.
Kenan’a yerleşen İsrailoğulları 3’ü yönetici 9’u etba kabile olmak üzere
12 kabileden oluşur. MÖ 1050’lerde peygamber Samuel Saul’u (Kur’an’daki
adıyla Talut’u) kral olarak atar ve ünlü Krallar Dönemi, böyle başlar. Hz.
Musa’nın vefatıyla Kral Talut dönemi arasında İsrailoğulları tam 7 kez
tevhid akidesinden inhiraf edip yeniden ihtida etmişlerdir. (İbn Hazm)
İsrailoğulları’nın altın çağı Davud ve oğlu Süleyman (961-922)
dönemleridir. Kaybolan Ahit Sandığı (Tabut) bulunur, Kudüs dini merkez
olarak inşa edilir. Mukaddes Mabed inşa edilir. Hz. Süleyman’ın ölümünden
sonra devlet Kuzey Krallığı (İsrail) ve Güney Krallığı (Yahuda) olarak
ikiye bölünür İsrail, Yahuda’nın da lojistik desteğiyle MÖ 722’de Asur
tarafından yerle bir edilir. MÖ 587’de sıra Yahuda’ya gelmiştir. Babil
kralı II. Nabukadenossor Kudüs Mabedi’ni yerle bir ederek tüm Yahudileri
Babil’e sürgün olarak götürür. Bu döneme Apokaliptik dönem adı verilir. Bu
dönemde Ezra (Uzeyr) tamamen ortadan kaybolmuş olan Tevrat’ı, insanların
hafızasından yeniden derler. Ezra II. Musa olarak lakaplandırılmayı hak
etmiştir. Tevrat tomarlarına bir zeyl olarak daha sonra gelen
peygamberlerin hayatını ve mesajlarını da ekleyen Ezra’nın bu
biyografileri, daha sonra Kitab-ı Mukaddes metinleri arasında yerini
alacaktır.
539’da Mezopotamya’yı işgal eden Pers imparatoru Kirus, Yahudileri Babil
esaretinden kurtarır. Kirus’un yardımıyla Mukaddes Mabed yeniden inşa
edilir. MÖ 339’da İskender’in Afrika’ya çıkışıyla, Yahudiler arasında
Helen kültürü hakim olur. Birkaç kuşakta, dil İbraniceden Yunancaya döner,
Tevrat’ın ilk Yunanca tercümesi bu dönemde yapılır. Yunan felsefesinin
etkisiyle, Torah (Şeriat) te’vile açılır. Bu işi daha sonra Filon
tamamlayacaktır. Bu dönemde, Yunan işgaline karşı milliyetçi duygularla
ayaklanmalar olur.
İskender’in MÖ 323’de ölümünden sonra, Yahudi, Mısır’a hakim olan
Ptolemiler’in, önemli bir Yahudi nüfusu barındıran İskenderiye’yi başkent
yapmalarından itibaren topraklarının bir parçası haline gelir MÖ 198’de
Yahuda, Selevkoslar’ın eline geçer. MÖ 167’de Roma imparatoru IV Antiokhus
Yahudi Şeriatı’nı yürürlükten kaldırır ve Mabed’e tanrı Zeus’un heykelini
yaptırır. Buna tepki olarak Makkabe isyanları başlar. Mabed isyancılar
tarafından 164’te geri alınır ve heykellerden temizlenir. Hanukkah’ın
sekizgün bayramı bu isyanın anısına hala kutlanmaktadır.
İşgaller karşısında Yahudiler Bu tavırlar geliştirirler. Bu farklı
tavırlar farklı mezhepler olarak kemikleşir: Ferisiler, Sadukiler,
Zealotlar ve Esseniler bunların belli başlılarıdır.
MÖ 40’da Romalılar adına Yahuda’nın yöneticisi olan Herod, Roma tarafından
Yahudilerin Kralı ilan edilir.. MS 6’dan itibaren yarı sömürge durumuna
son verilerek resmen Roma mandası altına giren Yahuda, doğrudan bir Roma
valisi tarafından idare edilir fakat iç işlerinde nisbeten özerk bir
yapıya da izin verilir. MS 66’da Romalı vali Florus’un şiddete varan
uygulamalarına isyan eden Yahuda halkı, Romalılaşmış Yahudileri de
cezalandırma noktasına gelir. Bunu yapan Zelotlar (Sicarii)’a mensup
milliyetçi güçlerdir. Bu isyanı bastırma görevi 69’da imparator ilan
edilen Vespasien tarafından oğlu Titus’a verilir. 28 Ağustos 70’te mabed
yakılarak yok edilir, Ekim’de tüm Kudüs yerle bir edilir. 74’te son kale
olan Masada da düşer. Bu tarih yaklaşık 2000 yıl sürecek bir diaspora
(gurbet)’in başlangıcıdır.
Arabistan Yahudilerinin bölgeye göçünün bu olayın akabinde gerçekleşmiş
olması kuvvetle muhtemeldir. Önce Necran’a yerleşen Yahidiler daha onra
Medine, Hayber, Fedek vs. gibi yerlere dağılmışlardır. (İslamoğlu)
133’te Mesih’lik idiasıyla ayaklanan Bar Kohba ve taraftarları, Romalılar
tarafından korkunç bir şekilde cezalandırılır. Yine de MS III. Yüzyıla
kadar yerli bir haham tarafından sözde özerk bir biçimde sürdürülen Yahuda
yönetimi, bu yüzyılda Hıristiyanlığın Roma tarafından resmi din olarak
kabul edilmesiyle birlikte Yahuda, şeklen de ortadan kalkar.
Yahudiler 70 yılındaki bu büyük soykırımdan kaçarak Güney Arabistan, Kuzey
Afrika, Güney, Batı ve Doğu Avrupa, Suriye, İran’a kadar geniş bir
coğrafyaya dağılırlar. 1492’de Hıristiyan egemenliğine geçen İspanya
tarafından kovulan Sefarad Yahudileri Fas’a, Hollanda’ya ve Osmanlı
topraklarına sığınırlar. Sonrası malum.
Şeriat anlamına gelen Torah, Hz. Musa’ya gelen 5 kitaptan oluşur: Bereşit
(Tekvin), Şemot (Çıkış), Vayikra (Levililer), Be-Midbar (Sayılar), Devarim
(Tesniye) Eldeki Eski Ahid’de, Torah dışında peygamberlerin hikayelerinden
oluşan Nebiim ve azizlerin biyografilerinden oluşan Ketubim
(Hajiyograflar) bölümleri yer alır. Bu üç bölümden oluşan Eski Ahid
”tanah” diye kısaltılır.
Tevrat’ın aslının kaybolduğunu, yine kendisinden öğreniyoruz. II.
Krallar’da, kaybolan Tevrat’ı mabedin restorasyonu sırasında Hilkiya adlı
bir görevlinin bulduğu dile getirilmektedir. (22/8) Bu kayboluş tek
değildir. Babil sürgünü sırasında, Babillilerin sistematik takibi sonucu
elde hiçbir nüshası kalmayan Tevrat’ı, daha sonra hafızadan ve eldeki
verilerden yola çıkarak derleyen Ezra’dır (Uzeyir). Bu hizmetinden dolayı
Ezra II. Musa lakabını kazanmışır.
Tevrat’ın, bugün elde bulunan metninin asıl metinden değil de hafızadan
derlendiğinin göstergesi, Tevrat’ta anlatılan olayların hep iki varyantla
anlatılmış olmasıdır. Bu iki metinden biri Yahvist (J) metindir ki, bu
varyantta Tanrı’nın adından Yhvh olarak söz edilir (MÖ X yy). İkincisi
Elohist Metin’dir ki, bu varyant da Tanrı için Elohim çoğul ismini
kullanır ve birinciye göre daha sonra kaleme alınmış (MÖ VII yy) bir
varyanttır. Bunlardan ayrı olarak D ile simgelenen Dötoronomist metindir
ki, Tesniye’nin bir kısmının redaksiyonundan ibarettir ve MÖ 622’ye
tekabül eder. P ile simgelenen Rahipler Metni ki, kaynağı Levililer olan
bir gurup haham tarafından kaleme alınmıştır.
Nebiim (Peygamberler) ”eskiler” ve ”yeniler” olarak ikiye ayrılır.
Eskiler, tarihi kıssalar içeren altı kitaptan müteşekkildir: Yeşu,
Hakimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar, II. Krallar isimli kitapların
biyografisini verdiği isimler Hz. Musa’nın halefleri olan Yeşu, Samuel,
Saul Talut), Davud, İlyas, Elyesa peygamberlerdir. Yeniler’de ise İşaya,
Yeremya, Hezekiel, ve 12’ler diye anılan peygamberlerin vahiyleri ve hayat
hikayeleri vardır. Ketuvim (Kitaplar)’de ise 150 ilahi ve duadan oluşan
Davud’un Mezmurlar’ı (Zebur), Meseller, Eyüb gibi değişik çağlara ait
değişik kitaplardan müteşekkildir.
Daha sonraları farklı versiyonları ortaya çıkan Tevrat’ın toplam kaç
farklı nüshası olduğunu bilmiyoruz. Ancak, el-Fasl’ında, An’anilerin,
Rabbanilerin, İsevilerin Tevratı ve Filistin’den çıkarılması yasak olan
Samirilerin Tevratı diye 4 ayrı nüshadan söz eden İbn Hazm, dördüncüsünü
göremediğini, fakat ilk üçünü görüp incelediğini ve bazı bölümlerinin
edisyon kritiğini yaptığını söyler. Bu konuya eserinde bir tam cilt
ayırarak bu alandaki derin bilgisini kanıtlar.
Kitab-ı Mukaddes’in, yukarda verdiğimiz bölümlerine ek olarak ortaya çıkan
ilk eksiksiz versiyonu MÖ II. Yüzyılda tamamlanmış olan Yetmişler adı
verilen Grekçe versiyondur. Bu versiyonda, Apokrifler adı verilip Kutsal
Kitab’a dahil edilmeyen materyaller vardır.MÖ III. Yüzyıldan itibaren
Kitab-ı Mukaddes’e Apokaliptik metinler ilave edilir. Yahudi mistisizminin
ilk yazılı kaynaklarına MS 1. Yüzyılda rastlanır. Birincisi Tekvin’in
mistik yorumu (ma’aseh bereshit), ikincisi Hezekiel Peygamber’in Arş’ı
taşıyan semavi araçı tasvir eden ”Merkabah”sıdır.
Filon, Kitab-ı Mukaddes’i Eflatun’un Sudur Nazariyesi’ne uyarlayarak
te’vil eder. Ona göre beden ruhun hapisanesidir. MÖ 150’den itibaren
Ölüdeniz yakınlarındaki Yahuda çölünde Çileci bir hayat süren Esseniler'e
ait literatür 1947’de Kumran’daki 11 mağarada bulunur.
Yahudi literatürü Mişna ve ona ilave edilen iki Talmud (Kudüs ve Babil
Talmudu) ile genişler. Mişna, ”halakah” yani hukuki bir yorumdur. MS
200’de tamamlanan altı bölümde tasnif edilen 63 kitaptan müteşekkildir. MS
V. Yüzyılda tamamlanan Filistin Talmudu Babil Talmud’una göre daha eski
fakat üç kez kısa bir hukuki tefsirdir. Amoraların çalışması Gemara isimli
uzun bir tefsire sahip iki derlemedir.
Talmud’un halakaik (hukuki) tefsiri, Rabbinik literatürün sadece bir
kısmıdır. Diğer kısmı ise hem halakaik hem de haggadik (kelami ve tarihi)
metinlerden oluşan midraş (tefsir)’lardan oluşmuştur. Hemen hatırlamak
gerekir ki, medine’deki Yahudi mabedinin adı da Beytu’l-Midras(ş)’tır.
Buradan, Medine Yahudilerinin üçüncül kaynaklardan beslenen bir geleneğe
sahip olduğunu çıkarsamakta bir mahzur olmasa gerek.
Haggadik (kelami ve tarihi) midraşlar külliyatı MS 13. Yüzyıla kadar gelip
dayanır. Bunlar arasında Tekvin tefsiri olan Midraş Rabbah, Rav Kahana’nın
vaazlarından oluşan Pesikta’sı, 6. Yüzyılda yaşamış Filistinli bir hahama
ait olan Midraş Tanhuma bunlardan belirgin olanları.
Bu tefsirler, yazıldıkları dönemin tipik özelliklerini taşırlar. Babil
sürgününde yazılanlar Babil dininin özelliklerini ve gizemini Yahudiliğe
taşırken, Helenist dönemde kaleme alınanlar Yunan Çoktanrıcılığını
içselleştirir. Diaspora döneminde ortaya çıkan tefsirler, bir kurtarıcının
(maşiah) gelip Yahudileri tekrar eski altın çağlarına döndüreceklerini
işler. Bütün bu geleneksel tefsirler, gittikçe aslın yerini alacak ve
Yahudi dini geleneği ”im kabbalah na kabbal” (gelenek değilse kabul
etmeyiz) aforizmasında ifadesini bulan bir mantık üzerine inşa
edilecektir. Kur’an’da Ehl-i Kitab’la ilgili eleştiriler sırasında
”atalar” eleştirisi, işte bu mantığın reddidir.
Bizim burada özel bir önem vermemiz gereken gelenek Kabbala diye
adlandırılan, hurufi (gramatolojik), rakamcı (nümerik), teosofik mistik ve
gizemci Yahudi geleneğidir.
Kabbala geleneğinin çıkış noktası Sefer Yetzirah (Yaratılış Kitabı)’dır:
10 sephirot muhtemelen 10 Emir’e tekabül eder. Bunları bir araya getiren
22 yol ise İbrani alfabesinin 22 harfine denk düşer. Böylece Yaradılış bu
32 unsurdan hareketle vuku bulur. (İlginçtir; Bahailiğin kurucusu
Bahaullah da 32 rakamı üzerine oturtmuştu öğretisini.) Sefer Yetsirah’ın
bu hekhalotik (hurufi) yorumu, Alman Hasidim Eşkenaz’ların (Alman ve diğer
Batı Yahudileri) düşüncelerinin merkezinde yer alır. Kabalist geleneği
zirvesine taşıyan Zohar’ın ilk habercileri Kastilyalı Yakub ve İshak Kohen
kardeşler olur. Bunlar helenistik gibi görünen alfabe harflerinin yer
değişikliği ve uyuşumu ile (bir metnin harflerini değiştirerek elde edilen
kombinezonlardan anlamlı kelimeler üretmek ve bunlardan yola çıkarak
yorumlar yapmak) mistik nümeroloji tekniklerini ortaya koyarlar.
Josef ben Abraham Gikatilla (1248-1305) ve Leonlu Moise (1250-1305) Simon
bar Yohai’ye atfedilen ”sahteyazı” metin olan Sefer ha-Zohar’ın (İhtişamın
Kitabı) yazarıdır. Kabbalistin bütün faaliyetleri, tasarlanan üç amaçtan
birini gerçekleştirir: 1 Tikun: Zahidin kişiliğinde ve dünyada vahdet-i
vücudun ve uyumun yeniden canlandırılması, 2 Kavvanah: Kendi iç dünyasına
doğru gerçekleştirilen deruni seyahat, 3 Devekut: Ruhlarla vecd halinde
birliktelik. Zohar kitabı, bazı yorumlara göre, 1648 yılında beklenen
Mesih’in geleceğini haber vermektedir. (el-Mesiri) Bu Kabbalist hurufi
panteizmi, devrimci bir zemine taşıyan ve Yahudi tarihinde bizce dönüm
noktası sayılması gereken bir isim Polonya Yahudisi İshak Luria’dır.
Burada bir nokta koyup, 32 yılını bir Yahudi, Yahudilik ve Siyonizm
ansiklopedisi hazırlamaya vakfederek Jaques Derrida’nın yapıçözüm
yöntemini kullanarak mevcut tüm Judaik kavramları tamamen bozup-dağıtarak
yeniden inşa eden Abdulvahhab el-Mesiri şöyle der: Konu üzerinde 12 yıl
çalıştıktan sonra 1984 yılına geldiğimde, akademik kariyerimin ve ilim
hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım. Polonya tarihi
bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne yazılabilir.” Buna,
el-Mesiri’den esinlenerek şunu da ekleyebiliriz ki: İshak Luria bilinmeden
de Polonya yahudiliği ve dolayısıyla Sabataycılık ve Siyonizm bilinemez.
El-Mesiri İshak Loria’nın Kabalistlerin el kitabı Zohar’ı devrimci bir
yoruma tabi tutmasının sosyal ve siyasal nedenlere dayandığını söyler.
Bunlardan birincisi Mesih’in geleceği yıla tekabül eden Ukrayna’daki
Çiftçi Ayaklanması, ikincisi ise 1655’te gerçekleşen Rusya İsveç
savaşıdır. Ona göre, bu ve buna benzer olaylar Polonya Yahudilerini
derinden sarsar. (el-Mesiri)
Aşkenazi Rabbi İshak, bu isimlerin baş harflerinden oluşan (ARİ) bir
sentezi temsil eden ”ARİ ha-Kadoş (Safed’in Kutsal Aslanı) felsefesini
ortaya atar. Bu felsefe, yaratılışı Tanrının bizzat kendi içindeki
karşıt/zıt faaliyetler süreci olarak tanımlar ve kötülüğü de bir takım
şeyleri içinde bulunduran ”vazonun kımıldamasıyla” düşen manevi parçaların
aktif bir varlığı olarak düşünür. Bu kozmik bir dramdır ve negativite
pozitif enerjiyi ortaya çıkartacaktır. Luria Kabbalacılığı 1630-1640
yılları arasında tüm Yahudi muhitlerini bir yangın gibi sarar ve topyekün
kurtuluş düşüncesini onlarda uyandırır.
M. Eliade’a göre, bu teorinin kendisinde gerçekleşeceğini düşünerek,
kötülük eğilimlerini farkettiği İzmirli Sabatay Zvi’yi ilk farkeden
(keşfeden) Luriacı Kabbalist Gazzeli Nathan’dır (1643-1680). El-Mesiri de
aynı görüştedir. Yalnız o 1664 yılını gösterir. El-Mesiri’ye göre tam da
bu sırada İngiltere Yahudileri arasında, ”anavatana dönüş” düşüncesi
Hıristiyanlar arasında dahi Yahudiler tarafından yayılmaktadır: 1666 yılı,
Yahudilerin Filistin’e dönüşlerinin gerçekleşeceği iki bininci yılının
başlangıcını teşkil edecektir.
Sabatay Zvi, Sara isimli, Ukrayna’da bir bölgenin mali işlerinden sorumlu
olan birinin kızıyla evlenir. Bu kötü şöhreti olan bir kadındır ve o bu
evliliği de Luriacı Kabbalacılığın yorumuna uygun bir biçimde ”dışardan
kötü görünüp içerde yücelmek” (Melami tarzı) öğretisine uygun olsun diye
yapmıştır. Dahası şeriatın tüm formel emirlerini alenen çiğnemeyi,
yasakları işlemeyi özendirecek sözler söylemeye başlamıştır. (1648) Bu
tavrından dolayı İzmir’den Hahamlar tarafından kovulur. Selanik’e gider,
orada ve mücavir kentlerde tüm haramları helal eden, tüm helalleri haram
eden öğretisini Yahudileri çağırır. Birkaç ay İstanbul’da kalır. Kahire’ye
gider ve Kabbala öğretimi halkasına katılır. O halkanın üyelerinden biri
de Devlet Hazine Müdürü Yahudi Cemaati liderlerinden Rufail Yusuf
Çelebi’dir. Sonra Filistin’e gider.
Gazzeli Nathan tarafından beklenen Mesih olduğu ilan edilen Sabatay Zvi,
hüzün bayramlarını sevinç bayramları olarak kutlanmasını söyler. Mesih
Sultan’ın tacını da ele geçirecektir. El-Mesiri’ye göre Luria
Kabbalası’nın temel fikirlerinden birine dayanmaktadır bu talep. 1665
yılının Mayıs ayında Kudüs’e giren Sabatay Zvi, tüm evrende tek yönetici
kudretin kendi olduğunu ilan eder. Bir ata binerek Kudüs’e 7 kez tavaf
eder. Şiddetli saldırılarla karşılaşır ve şehirden çıkarılır. Zvi, 1666
yılında İstanbul’a giderek Sultan’ı tahtından indireceğini ilan eder.
Şubat 66’da İstanbul’a varır ve yakayı ele verir. Gelibolu Kalesi’nde
mahkum edilir. Yavaş yavaş mahkumiyet gevşetilir. Bu sırada her taraftan
”hacılar” gelmektedir ziyaretine. Bu yılın Eylül ayında Kabbalacı
Polonyalı Haham Nehemya ziyaretine gelir. Onun uçuk iddialarını
reddetmekle kalmaz, Sultan’a etkin bir şikayet dilekçesiyle başvurur.
Mahkeme edilir ve ölüm cezasına çarptırılır. Tek kurtuluş yolu vardır
müslüman olmak. O da sureta müslüman olarak, ölümden kurtulur ve Kabalist
gelenekte Mesih’in vasıflarından biri olan sureta dinden çıkma yorumuna da
uygun hareket etmiş olur. Kapıcıbaşı payesi verilerek Arnavutluk’ta
mecburi ikamete tabi tutulur. 1676’da koleradan ölür.
Adamlarından bir kısmı onu terkidir. Fakat çoğunluğu ona sadık kalır.
Tevrat’ın Mesihçi bir yorumla reddi, Sabatay Zvi’nin ruhunun kendisine
girdiğini savunan Jakop Frank (1726-1791) tarafından Polonya’da
Sabataycılık yayılmasını hızlı bir biçimde sürdürür. Polonya Hasidizmi,
Zvi’nin fikirleri etrafında bir senteze gider. Sabataycı Hasidîler, cinsel
birleşme sırasında, yemek ve ayak yoluna çıkmak gibi aktiviteler sıraında
da ibadet etme tarzını övünerek uygularlar.
El-Mesiri, Sabatay Sevi’yi ortaya çıkaran krizin, Hahamlar tarafından
Yahudiliğin sokulduğu kimlik krizi olduğunu söyler. Ona göre ortaçağın
tipik bir özelliği olan skolastik yönelişlere karşı gelişen akılcı ve
yorumcu atak Yahudilik içerisinde de ses getirmiştir. Klasik Hahamlık
kurumu’nun sonunu getirmiştir bu yöneliş. Aynı isim der ki: ”Sabatay Sevi,
bu konuda çağdaşı Spinoza’ya benzemektedir. İkisi de aynı krizden
sözetmektedir, ikisi de Kutsal Yasalara (halakah: şeriat) karşı meydan
okumakta, ikisi de tüm dikkatleri bu dünya üzerinde yoğunlaştırarak
laik/seküler bir özden yola çıkmaktadır. Ne var ki, Zvi içerden meydan
okurken Spinoza dışardan meydan okumaktadır. İkisi de, hululidir, yani
tabiatçı panteisttir. Tabiatla Tanrı’yı aynileştiren bir düşünceye
sahiptir. Varlık birdir ve mükemmeldir. Varlıklar bir olan’dan derece
derece inmekle çeşitlenirler. Bu yönelik, Zvi’de dini bir kimliğe
bürünürken, Spinoza’da laik ve felsefi bir kimliğe bürünmüştür.”
(el-Mesiri 5/20)
İsrailiyyat adı verilen Yahudi geleneğinin hadise etkisi araştırılmışır
da, Kabbalist Yahudiliğin İslam Teosofik sufizmi üzerindeki etkileri hala
araştırılmayı bekleyen bakir bir alandır. Tıpkı, Yunan düşüncesinin
teosofik sufizm üzerindeki etkisinin araştırılmayı beklediği gibi.
*NOT: Bu çalışma, İslami Araştırmalar Vakfı başkanı Prof. Dr. Ali Özek ve
arkadaşlarının talebi üzerine İSAV’da sunulmuş bir tebliğdir.
Mİ.
MUSTAFA İSLÂMOĞLU..,
Yazarın diğer makalelerini okumak için TIKLAYINIZ !
http://www.angelfire.com/wy/yaw/Askenaz/askenaz.html
Türk Musevileri Karaimler hakkındaki sayfayı okumak için
TIKLAYINIZ..
http://www.angelfire.com/wy/yaw/Karaimler/karaimler.html
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder