18 Şubat 2020 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYENİN ORTADOGU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 3

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYENİN ORTADOGU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 3



TÜRKİYE’NİN YENİ ORTADOĞU POLİTİKASI, “VİZYONER DIŞ POLİTİKA” VE BATI 

Dışişleri Bakanı Cem ile başlayan Türk dış politikasında “revizyon” 2000’li yıllarda hız kazanarak devam etmiştir (Gözen, 2005: 41-58). Nitekim yeni iktidar elitleri ve Başbakan Recep T. Erdoğan, bir müddettir Türk dış politikasının belirli bir vizyona dayandığını ileri sürmektedir. Bu vizyon, Türkiye’nin tarihsel, jeopolitik, demografik ve ekonomik yapısı itibariyle uluslararası sistemde merkezi bir role sahip olması gerektiği iddiasına dayanmaktadır (Davutoğlu, 2004; Davutoğlu, 2008). Bu küresel güç projeksiyonunun dünya gerçekleri göz önüne alınarak rasyonel bir şekilde geliştirildiği ileri sürülmektedir. Bu bağlamda Erdoğan Şubat 2005’te şöyle demiştir: 

“Türkiye bu coğrafyanın periferisinde yer alamaz, merkez bir ülkedir. Türkiye artık sadece bölgesel güç olarak tanımlanamaz, bu tarihi dönemeçte küresel bir güç olma yolunda ilerlemelidir. … Mevcut rotamızı küresel bir vizyonla, yeni dünya gerçeklerini göz önüne alarak bilinçli bir şekilde geliştirmek mecburiyetindeyiz …” (Radikal, 26 Şubat 2005’ten aktaran Tür, 2006: 157). 

Bu yeni “Vizyoner” politika, 2000’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’nin 
Ortadoğu’ya bakışını da şekillendirmeye başlamıştır. Bölgesel güvenlik ve ekonomik entegrasyonun sağlanması Türk dış politikasının Ortadoğu vizyonunun en önemli unsuru olmuştur. Bu konuda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu şöyle demiştir; 

“Biz [Türk ve Arap dünyasının, Kars’tan Fas ve Moritanya’ya kadar, Sinop’tan Sudan’ın en güneyine Ekvator’a kadar, İstanbul Boğazı’ndan Aden Körfezi’ne kadar olan] bu kuşağın tam bir güvenlik kuşağı, ekonomik entegrasyon kuşağı ve dünyanın örnek olarak göstereceği bir büyük refah alanı haline dönüştürmek istiyoruz… Bahsettiğimiz coğrafyada en geniş anlamda tam bir liberalleşme olmasını öngörüyoruz. Kars’tan kalkan bir taşıtın taşıdığı malla birlikte ta Fas’a, Moritanya’ya kadar engelsiz seyahat etmesini istiyoruz…”(Hürriyet, 10 
Haziran 2010). 

Türkiye’nin “vizyoner” Ortadoğu politikası bazı kesimler tarafından Türkiye’nin 

yeni-Osmanlıcı siyaseti olarak görülmektedir (Taşpınar, 2008). Türk elitler bu iddiayı reddederek yeni bir dünya vizyonuna dayalı gerçekçi (reelpolitik) bir siyaset izlediklerini ileri sürmektedir (Erdoğan, 2011). Bu “realist” ve “vizyoner” politika “ortak medeniyet” perspektifi ile desteklenmektedir. Bu bağlamda sık sık ortak tarih, ortak kültür ve ortak değerler dile getirilmektedir. Hatta bu sözde ortaklıklar o kadar ileri düzeydedir ki Türk liderler Ortadoğulu muhatapları ile görüşmelerinde “dostluk” söylemini aşarak “kardeşlik”ten bahsetmeye başlamıştır. Türk karar vericiler aynı medeniyetin mensubu olmaktan dolayı Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine karşı manevi sorumluluğu olduğunu ileri sürerek Türkiye’ye liderlik rolü biçmiştir. Bu bağlamda kah medeniyetler arası diyalog, kah İslamofobi ile mücadele adı altında “İslam medeniyeti”nin savunusu üstlenilmiş, aynı medeniyete mensup ülkeler arasındaki anlaşmazlıklarda 
arabuluculuğa girişilmiştir (Kardaş, 2011; 28-33). 

İşte bu noktada Türk dış politikasının yeni Ortadoğu vizyonunun “revizyonist” 
özelliği ön plana çıkmaktadır. Buna göre, geçen son asırda aynı medeniyetin 
mensubu kardeşler arasında “suni” siyasi ve zihinsel sınırlar oluşturulmuştur. Hem Davutoğlu’nun hem de Başbakan Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği hususlardan birisi bu yapay sınırların bir an önce ortadan kaldırılmasıdır (Hürriyet, 10 Haziran 2010). 

Türkiye, Balkanlar ve Kafkaslarla birlikte Ortadoğu’yu coğrafi ve tarihsel konumundan dolayı kültürel, ekonomik ve siyasi etkileşim sahalarından birisi olarak görmektedir. 

Dolayısıyla, bu bölgelerdeki gelişmelerin Türkiye’yi de doğrudan ya da dolaylı 
olarak etkilemesinin kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin 
bu bölgeye kayıtsız kalamayacağını düşünen Türk iktidar elitleri bölgede Türkiye’ye daha aktif bir rol biçerek bölgeyi “dönüştürmeyi” arzulamaktadır. Arzu edilen bu dönüşümün mahiyeti ile ilgili olarak Türk yetkililerin sürekli dile getirdikleri iki husus vardır. Bunlardan birincisi bölgede barış ve istikrarın sağlanmasıdır. İkinci husus ise bölgede refah artışının, yani ekonomik kalkınmanın sağlanmasıdır. Bu iki husus gerçekten de bugünkü Türkiye’nin Ortadoğu politikasını özetlemektedir. 

Türk liderlerin dış politikayı özetlemek için yaygın olarak kullandıkları “komşularla sıfır problem, sınırsız ticaret” deyimi de Türkiye’nin bölge politikası hakkında yeterince ipucu vermektedir (Erdoğan, 2011). 

Türkiye’nin Ortadoğu politikasının en önemli unsuru bölgede barışın ve istikrarın 
sağlanmasıdır. Türkiye, bu hususta “sıfır problem” adı altında komşuları ile ilişkilerindeki sorunları ortadan kaldırmayı ve bölgedeki diğer devletler ve aktörler arasındaki sorunları da arabuluculuk yaparak çözmeyi hedeflemiştir. Zira bölgesel barışın sağlanmasının Türkiye’nin siyasi durumunu da olumlu şekilde etkilemesi ve bölgenin ekonomik kalkınması için uygun bir zemin yaratması beklenmektedir. 

Türkiye bu çerçevede öncelikle “güvenliksizleştirme” stratejisi olarak da adlandırılan komşularla sıfır-problem söylemi ile Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerini düzeltme ve ikili ilişkilerdeki güvenlik eksenli meseleleri bir an önce çözerek işbirliğini artırmaya çalışmıştır (Aras ve Polat, 2008). Gerçekte bölgesel konjonktürün de etkisiyle bu ülkelerden Türkiye’ye yönelik tehditlerin 2000’li yılların başlarında azalması ile birlikte Türkiye ile bölge ülkeleri arasında işbirliği imkânları doğmuştur. Son on yılda bölge ülkeleri ile ikili diplomatik ilişkilerini artıran Türkiye, nihayet 2009 yılında bölgede Suriye ve Irak ile “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konsey”leri kurmuştur. Bu çerçevede, aradan geçen iki yıl zarfında adı geçen ülkelerle Türkiye arasında çok sayıda işbirliği anlaşması imzalanmıştır. 

Türkiye’nin Ortadoğu açılımı sadece sınır komşuları ile sınırlı kalmamış, Körfez 
ülkeleri dâhil Ortadoğu’nun geneline yayılmıştır. Türkiye diyalog kanallarının açık olmasının ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinin bölgede barış ve istikrarı sağlayacak önemli bir unsur olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle komşuları dışındaki diğer Ortadoğu ülkeleri ile de diplomatik temaslarını üst düzeye çıkarmıştır. Bu çerçevede bölgesel örgütlere de Türkiye’nin Ortadoğu politikasında özel bir önem verilmiştir. Zira bölgesel örgütler hem bölgesel çatışmaların önünün alınması hem de bölgesel işbirliği imkânlarının geliştirilmesi için uygun bir platform sağlamaktadır. Türkiye bu bağlamda İKÖ ile ilişkilerine özel bir önem vermiş, Körfez İşbirliği Konseyi ve Arap Birliği Örgütü ile de özel bir ilişki geliştirmiştir. Türkiye Arap Birliği’nde gözlemci sıfatı almış ve bu örgütle birlikte 2007 yılından itibaren Türk-Arap İşbirliği Forumu düzenlenmeye başlamıştır. 

Bölgede barış ve istikrarın sağlanması adına Türkiye, Ortadoğu’daki ihtilafların çoğunda arabuluculuk veya kolaylaştırıcılık girişimlerinde bulunmuştur. Bu girişimlerin kimisinden olumlu sonuçlar alınmıştır kimisi de sonuçsuz kalmıştır. Türkiye, Irak’taki Sünnilerin 2005 yılında siyasal sisteme katılmaları hususunda etkili olmuş ve Suriye ile Irak arasındaki gerginliklerde arabuluculuk yaparak tansiyonun artmasını engellemiştir. Bunlar arasında İsrail ile Suriye arasındaki dolaylı barış görüşmelerinde gerçekten önemli bir yol alınmışken İsrail’in 2009 yılında Gazze’ye saldırmasının ardından bu süreç kesintiye uğramıştır. Keza Türkiye’nin HAMAS ve El-Fetih arasındaki sorunları çözme teşebbüsü başarısız olmuştur. Türkiye’nin bölgede barışın sağlanması konusundaki girişimleri kendi komşuları ile ilişkileri geliştirme ve arabuluculuk/kolaylaştırıcılık misyonu ile sınırlı kalmamıştır. 2008 yılında İsrail’in Lübnan’a saldırmasının ardından Lübnan-İsrail sınırında konuşlandırılan BM misyonuna aktif askeri destek 
vermiştir. 

Bu dönemdeki bölgesel gelişmelerden ve Türkiye’nin “vizyoner” politikasından 
Tükiye-İsrail ilişkileri olumsuz etkilenmeye başlamıştır (Balcı, 2011; Uzer, 2011). Türk iktidar elitlerine göre bölgede barışın ve istikrarın önündeki en büyük engel Filistin sorununun çözümsüz kalmış olmasıdır. Türk liderler değişik platformlarda bu sorun çözülmeden bölgede barışın sağlanamayacağını dile getirmiştir. İsrail ile Filistin arasındaki barış görüşmelerinden çözüm alınamaması ve İsrail’in Filistin’de “şiddete” dayalı politikalarının sürmesi üzerine Türkiye son yıllarda “İsrail karşıtı” bir tutum almaya başlamıştır. Özellikle Araplarla temasları sırasında Türk yetkililer Filistin’in özgürleştirilmesinden bahsetmeye başlamış ve Filistin “davası”nın aktif bir tarafı haline gelmiştir. 

Türk iktidar elitlerine göre bölgede barış ve istikrarın sağlanmasının en önemli 
aracı bölge içi ticaretin teşvik edilmesi ve karşılıklı ekonomik bağımlılığın tesis edilmesidir. 

Böyle bir politika, bölgede barışın teşvik edilmesini ve bölgesel ekonomik 
kalkınmayı sağlamanın yanı sıra Türkiye’nin bölgeye ihracatının önündeki engellerin kaldırılmasını sağlayacaktır. Türkiye bu politikayı hayata geçirmek için iki aşamalı bir strateji izlemiştir. İlk aşamada doğrudan bir bölgesel örgüt kurmak yerine bölge ülkeleri ile ilişkilerini ikili düzeyde ilerletmiştir. Yukarıda bahsi geçen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği anlaşmaları kapsamında Suriye ve Irak ile ve diğer bölge ülkeleri ile ayrı ayrı çok sayıda ekonomik işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmalar genellikle ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, doğrudan yatırımların teşvik edilmesi, enerji işbirliği ve karşılıklı vize muafiyetinin sağlanmasını hedeflemiştir. Sonuç olarak hem bölge içi ticaret hem de Türkiye’nin bölgeye ihracatı büyük ölçüde artmıştır (Kutlay, 
2011: 67-85). 

Vizyoner Ortadoğu politikasının ikinci adımı Türkiye ile bölge ülkeleri arasında 
ayrı ayrı kulvarlarda ilerletilen ikili ilişkilerin çok-taraflı işbirliği anlaşmalarına dönüştürülmesidir. Nitekim 10 Haziran 2010’da İstanbul’da bir araya gelen Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün Dışişleri Bakanları ülkeleri arasında “Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi Tesis Edilmesi Hakkında Ortak Siyasi Bildirge” imzalamıştır. Bu bildirge kapsamında adı geçen ülkeler arasında ortaklık ve dayanışmanın geliştirilmesi ve ekonomik entegrasyona doğru ilerlenmesi amacıyla Dörtlü İşbirliği Konseyinin tesis edilmesi ve bu ülkeler arasında serbest ticaret ve dolaşım alanı oluşturulması kararlaştırılmıştır. (Dışişleri Bakanlığı websitesi, 10 Haziran 2010). 

Taraflar yaptıkları açıklamalarda bu oluşumun söz konusu dört ülke ile sınırlı olmayacağını ve yeni katılımlara açık olacağını ilan etmiştir. Böylece bölgede ekonomik entegrasyonun sağlanması hedeflenmektedir. 

Bununla birlikte Türk liderler Ortadoğu’da siyasal bir dönüşümün de gerekli olduğuna inanmaktadır. Ancak bu değişimin dışarıdan empoze edilmesi yerine her ülkenin kendi iç dinamikleri ile tamamlanması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu nedenle, bölgenin demokratikleşmesini öngören BOP’a aktif bir destek verilmişse de projenin aldığı tepkiler ve sessiz sedasız gündemden kaldırılması nedeniyle bölgede siyasal liberalleşmenin teşvik edilmesi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında önemli bir yer tutmamıştır. Onun yerine ekonomik reformlar, bölge içi ticaretin teşviki ve karşılıklı ekonomik bağımlılığın tesisi Türkiye’nin önceliği olmuştur. Zira bölge ekonomisinin liberalleşmesinin zamanla siyasal liberalleşmeyi ve demokratikleşmeyi de beraberinde getireceğine inanılmaktadır. 

Türkiye’nin “vizyoner” dış politikası ve bu politikanın Ortadoğu’da daha aktif 
görünmesi Türk dış politikasının “Ortadoğululaşması” tartışmalarına yol açmıştır. (Oğuzlu, 2008; Duran, 2009; Ayhan 2010). Bu tartışma bir yana son yıllarda dış politikada Türkiye’nin “Ortadoğulu” ve “İslami” kimliği öne çıkmıştır. Bununla beraber, Türkiye’nin kendi ekonomik, güvenlik ve siyasi çıkarlarını bölgesel istikrar, güvenlik ve ekonomik entegrasyon ile özdeşleştirmeye başlaması nedeniyle Türk iktidar elitleri “yabancı” güçlerin “bölge”ye müdahale etmesinden rahatsız olmaya başlamış ve bölgenin sorunlarına bölge içinden çözüm bulunmasını savunmaya başlamıştır. Özellikle Irak müdahalesinin olumsuz sonuçları Türkiye’de her türlü bölge dışı müdahaleye karşı 
bir tepki oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu nedenle Türkiye, Suriye ve İran politikalarında ABD ile karşı karşıya gelmiştir. Özellikle Haziran 2010’da BM Güvenlik Konseyi’nde Türkiye’nin İran’a yönelik yeni yaptırım kararlarına karşı oy kullanması, Türkiye ile ABD’nin Ortadoğu politikalarının ne kadar farklılaştığını net bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye, ayrıca, NATO dâhil her türlü uluslararası platformda bölge ülkelerinin ve İslam ülkelerinin savunucusu bir rol oynamaya başlamıştır. Son olarak Nisan 2011’de NATO’nun Libya müdahalesine Türkiye önce karşı çıkmış, daha sonra kerhen destek vermiştir. Son olarak, Başbakan Erdoğan’ın NATO müdahalesinde öncü rol oynayan İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD gibi Batılı ülkeleri emperyalist ve sömürgeci emellerle hareket etmekle suçlaması, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında Batı etkisinin nasıl değiştiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Yakın zamana kadar Türkiye’nin Batı ile ilişkileri Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerinin gelişmesine ket vururken, 
şimdi artık Türkiye’nin Ortadoğu politikası ve bölge ülkeleri ile ilişkileri onu Batı 
ile, özellikle ABD ile karşı karşıya getirmeye başlamıştır (Kardaş, 2011). 

Türkiye, yeni Ortadoğu politikası nedeniyle yukarıda ifade edildiği gibi zaman 
zaman Batı ile karşı karşıya gelse de bu doğrudan Batı karşıtlığı olarak değerlendirilmemelidir. 

Bir kere Türkiye’nin AB süreci oldukça yavaş ilerlese de Batıyı temsil eden 
devlet ve örgütlerle siyasi, askeri, ekonomik ve güvenlik ilişkileri yoğun bir şekilde devam etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin AB üyelik perspektifi ve Türkiye’yi dönüştürücü etkisi, Türkiye’nin Ortadoğu’da “yumuşak gücünü,” dolayısıyla etkinliğini artıran en önemli faktörlerden birisidir. Dolayısıyla, Türkiye’nin AB bağlantısı Ortadoğu ülkeleri ile iyi ilişkiler geliştirmesini kolaylaştırmaktadır. Hatta Ortadoğu’da birçok meselede Türkiye’nin pozisyonu Batı ile örtüşmektedir. Batı ile doğrudan karşı karşıya geldiği durumlarda dahi Türkiye’nin çıkışı doğrudan Batı karşıtlığı yapmak değil, Batı’nın belirli politikalarının bölgedeki muhtemel olumsuz etkileri nedeniyle o politikalara karşı çıkıştır. Ancak Batı’nın belirli politikalarına muhalefet etmesi dahi hem Türkiye’nin Batı ile çıkarlarının farklılaşmaya başladığını, hem de Batı bağlantısının Türk dış politikası üzerindeki yönlendirici etkisini yitirmeye başladığını net bir biçimde göstermektedir. 

SONUÇ 

Türkiye son yıllarda Ortadoğu’da izlediği aktif dış politika sayesinde Ortadoğu ülkeleri ile iyi ilişkiler geliştirmektedir. Buna mukabil Türkiye’nin dış politikasında Ortadoğu’nun yeri ve önemi giderek artmaktadır. Türkiye daha önceki bazı dönemlerde de bölgede aktif dış politika izleyerek bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler tesis etmeye çalışmışsa da o dönemlerde fazla başarılı olamamıştır. Buna karşılık Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şimdi daha etkili olmasının çeşitli sebepleri vardır. 

Bunlardan Birincisi., 

Türk dış politikasının dönüşümüdür. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Batı kimliği 
ve Batı bağlantısı Türk dış siyasetinin en önemli unsuru iken son yıllarda Türk dış politikasında “yeni kimlikler” etkili olmaya başlamıştır. Özellikle İslam’ın ve Müslüman kimliğin Türk dış politikasında önemli bir unsur olarak ortaya çıkmasıyla Türkiye hem Ortadoğu ve İslam ülkeleri ile daha fazla ilgilenmeye başlamış, hem de bu ülkelerde gördüğü kabul artmıştır. 

Türk dış politikasındaki ikinci dönüşüm ise güvenlik merkezli dış siyasetten ekonomi temelli dış siyaset yaklaşımına geçilmesidir. Böylece Türkiye sınırlarının ötesi ile de ilgilenmeye başlamıştır. Bölgesel istikrar ve refah düzeyinin  yükselmesi ile Türkiye’nin milli çıkarları arasında doğrudan bir bağlantı kurulmuştur. Bu bağlantı Türkiye’yi farklı bölgelerde daha aktif dış politika izlemeye zorlamıştır. 

Türkiye’nin Ortadoğu’da daha aktif dış siyaset izlemesini mümkün kılan diğer bir 
husus ise bölgenin dönüşümüdür. Arap dünyasında da Türkiye’nin bölgeyle ilişki 
kurabilmesini sağlayan iki önemli değişiklik olmuştur. Bunlar siyasal İslam’ın ve Arap Milliyetçiliğinin iflas etmiş olmasıdır. Bölgede yıllardır hâkim olan bu iki dinamik, hem “emperyalist” geçmişi ve Batı bağlantısı nedeniyle hala emperyalistlerle işbirliği yapıyor görüntüsü, hem de katı “laik” görünüşü nedeniyle Arap dünyasının çoğunda Türkiye karşıtı tepkinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yani Arap milliyetçiliğinin ve siyasal İslam’ın bölge genelinde etkili olduğu dönemde Türkiye’nin Batı ile bağlantısı bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmasının önünde önemli bir engel olmuştur. Bu iki faktörün zayıflaması, Türkiye’nin dönüşümüyle de bağlantılı bir şekilde bölgedeki 
Türkiye imajının değişmesine katkı sağlamıştır. Özellikle Arap dünyasında reform eğilimlerinin arttığı bir dönemde Türkiye’de reformcu-İslamcı bir partinin demokratik yoldan iktidara gelmesi ve iktidarda başarılı bir performans sergilemesi Türkiye’nin bölge ülkeleri nezdindeki kabulünü artırmıştır. 

Son olarak bölgenin jeopolitik yapısındaki ve uluslararası sistemdeki değişiklikler Türkiye’nin Ortadoğu’da daha aktif bir politika izlemesini mümkün kılmıştır. Bir kere Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte Türkiye dış politikasında çok yönlü hareket etme imkânına kavuşmuştur. Dolayısıyla Batı bağlantısının Türk dış politikası üzerindeki belirleyici etkisi azalmaya başlamıştır. Ancak bu Batı ile ilişkilerin kopması anlamına gelmemiş, Ortadoğu çok yönlü Türk dış politikasının yöneldiği unsurlardan birisi olarak ortaya çıkmıştır. İkincisi, son yıllarda, özellikle ABD’nin Irak’ı işgalinin olumsuz sonuçları nedeniyle bölgede bir güç boşluğu doğmuştur. Türkiye yeni dış politika kimlikleri ve araçları ile bu boşluktan istifade etmeye başlamıştır. Türkiye, Ortadoğu’ya ilgisinin artmasına paralel olarak kendi çıkarları ile bölgesel istikrar ve refah düzeyinin yükselmesi arasında bir özdeşlik kurmuştur. Dolayısıyla Türkiye, Batı’nın hamlelerinin bölgesel istikrara zarar vereceğini düşündüğü hususlarda bu hamlelere karşı çıkmaya başlamıştır. 

KAYNAKLAR; 

Albayrak, Mustafa (2005), “Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları (1920-1960), Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Dergisi, cilt 3, sayı 2. 
Altunışık, Meliha B. (1999), “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye-İsrail İlişkileri,” Meliha B. 
Altunışık (der.), Türkiye ve Ortadoğu: Tarih, Kimlik, Güvenlik, İstanbul: Boyut Yayınları. 
Altunışık, Meliha B. (2000), “Güvenlik Kıskacında Türkiye-Ortadoğu İlişkileri,” G. Özcan 
ve Ş. Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde 
Doksanlı Yıllar, İstanbul: Boyut Yayınları. 
Aras, Bülent ve Rabia K. Polat (2008), “From Conflict to Cooperation: Desecuritization of 
Turkey’s Relations with Syria and Iran,” Security Dialogue, cilt 39, sayı 5 (Ekim). 
Ayhan, Veysel (2010), “Türkiye Ortadoğululaşıyor Mu?” ORSAM Dış Politika Analizi, 15 
Aralık 2010. 

Bağcı, Hüseyin (1998), “Türk Dış Politikası: Genel Bir Bakış,” İ. Dağı (der.), Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim, Ankara, Siyasal Kitabevi. 
Bağcı, Hüseyin (2001), Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, (2.bsm.), Ankara, METU Press. 
Bağcı Hüseyin ve Bayram Sinkaya (2006), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye: AK Parti’nin 
Perspektifi,” Akademik Orta Doğu, cilt 1, sayı 1. 

Balcı, Ali (2011), “Türkiye’nin Dış Politikası ve İsrail: 1990’lar ve 2000’lere İlişkin bir Karşılaştırma,” Ortadoğu Etütleri, cilt 2, sayı 2. 

Bozdağlıoğlu, Yücel (2003) Turkish Foreign Policiy and Turkish Identity: A Constructivist Approach, New York, Routledge. 

Bölükbaşı, Süha (1992), Türkiye ve Yakınındaki Ortadoğu, Ankara, Dış Politika Enstitüsü. 

Bölükbaşı, Süha (2001), “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa,” Ş. Çalış, 

İ. Dağı ve R. Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, Ankara, Liberte. 

Cem, İsmail (2001), Turkey in the New Century, Lefkoşe, Rustem Publishing. 

Cem, İsmail (2002), “Turkish Foreign Policy: Opening New Horizons for Turkey at the Beginning of a Millenium,” Turkish Policy Quarterly, cilt 1, no 1 (Bahar). 

Dağı, Zeynep (2006), “Ortadoğu Perspektifinden Türkiye’nin Avrupa Entegrasyonu: 
Ötekileştirme Aşılıyor Mu?” Zeynep Dağı (der.), Doğu’dan Batı’ya Dış Politika: AK Partili Yıllar, Ankara, Orion. 

Davutoğlu, Ahmet (2004), “Türkiye Merkez Ülke Olmalı,” Radikal, 26 Şubat 2004. 

Davutoğlu, Ahmet (2008), “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007,” Insight Turkey, cilt 10, no.1 

Duran, Burhanettin (2009), “Türk Dış Politikası Ortadoğululaşıyor Mu?” Ortadoğu Yıllığı, 2008. 

Erdoğan, R. Tayyip (2011), “The Robust Man of Europe,” Newsweek, 17 Ocak 2011. 

Erdoğan, İbrahim (1997), “Su Sorunu, Ortadoğu ve Türkiye: Bölgesel Bir Analiz,” İ. Dağı (der.), 
Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim, Ankara, Siyasal Kitabevi. 

Gönlübol, Mehmet ve Cem Sar (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, Siyasal Kitabevi. 

Gözen, Ramazan (1998), “Türkiye’nin II. Körfez Savaşı Politikası: Aktif Politika ve Sonuçları,” 
İ. Dağı (der.), Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim, Ankara, Siyasal Kitabevi. 

Gözen, Ramazan (2002), “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Gelişimi ve Etkenleri,” Türkler Ansiklopedisi, 17.C., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları. 

Gözen, Ramazan (2005), “Türk Dış Politikasında Vizyon ve Revizyon,” Demokrasi Platformu, cilt 1, sayı 4. 

Halliday, Fred (2005), The Middle East in International Relations, Cambridge, Cambridge University Press. 

Kardaş, Şaban (2006), “Turkey and the Iraqi Crisis; JDP Between Identity and Interest”, H. Yavuz (der.), The Emergence of a New Turkey; Democracy and AK Party, Salt Lake City: The University of Utah Press, s.306-329. 

Kardaş, Şaban (2011), “Türk Dış Politikasında Eksen Kayması Mı?” Akademik Orta Doğu, cilt 5, sayı 2. 

Kinzer, Stephen (2004) Şah’ın Bütün Adamları, İstanbul, İletişim Yayınları. 

Kutlay, Mustafa (2011), “Economy as the ‘Practical Hand’ of a ‘New Turkish Foreign Policy’,” Insight Turkey, cilt 13, sayı 1 (Kış). 

Koçer, Gökhan (2006), “Türk Dış Politikasında Din Unsuru,” Akademik Orta Doğu, cilt 1, sayı 1. 

Kut, Şule (2000), “Türkiye’nin Soğuk Savaş Sonrası Dış Politikasının Anahatları,” G. Özcan ve Ş. Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, İstanbul: Boyut Yayınları. 

Kürkçüoğlu, Ömer (2010), Türkiye’nin Arap Ortadoğusuna Karşı Politikası, 1945-1970, (2.bsm.), Ankara, Barış Kitap. 

Larrabee, Stephen (2007), “Turkey Rediscovers the Middle East,” Foreign Affairs, cilt 86, no.4 (Ağustos). 

Makovsky, Alan (1999), “The New Activism in Turkish Foreign Policy,” SAIS Review, cilt 19, sayı 1 (Kış-Bahar). 

Oğuzlu, Tarık (2008), “Middle Easternization of Turkish Foreign Policy,” Turkish Studies, cilt 9, no. 1. 

Oran, Baskın (2001), Türk Dış Politikası; Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Olaylar, Yorumlar, Belgeler, cilt I, İstanbul, İletişim Yayınları. 

Özcan, Mesut (2008), Harmonizing Foreign Policy: Turkey, The European Union and the Middle East, Avebury, Ashgate. 

Sander, Oral (1998), “Türkiye ve Ortadoğu,” Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara, İmge Kitabevi. 

Soysal, İsmail (2000), Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları, cilt II (1945-1990), Ankara, Türk Tarih Kurumu. 

Şahin, Mehmet (2006) “Irak Bağlamında Türk-Amerikan İlişkileri”, M. Aydın & Ç. Erhan (der.), Beş Deniz Havzasında Türkiye, Ankara: Siyasal Kitabevi. 

Şahin, Mehmet (2010), “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Süreklilik ve Değişim,“ Akademik Orta Doğu, cilt 4, sayı 2. 

Taşpınar, Ömer (2008), “Turkey’s Middle East Policies between Neo-Ottomanism and Kemalism,” Carnegie Papers, no.10. 

Tür, Özlem (2006), “Türkiye ve Ortadoğu: Gerilimden İşbirliğine,” Zeynep Dağı (der.), Doğu’dan Batı’ya Dış Politika: AK Partili Yıllar, Ankara, Orion, 2006. 

Uslu, Nasuh (2000), Türk-Amerikan İlişkilerinde Kıbrıs, Ankara, 21.Yüzyıl Yayınları. 

Uzer, Umut (2011), “Türkiye-İsrail İlişkilerinde Bunalım,” Ortadoğu Etütleri, cilt 2, sayı 2. 

Yavuz, Hakan (2001), “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcığılın Yükselişi,” Ş. Çalış, İ. Dağı ve R. Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, Ankara, Liberte. 


***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYENİN ORTADOGU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 2

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYENİN ORTADOGU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 2



EKONOMİ TEMELLİ DIŞ POLİTİKA VE GÜVENLİK KAYGILARI ARASINDA TÜRKİYE VE ORTADOĞU (1980-1999) 

1980’li yıllarda ortaya çıkan iki önemli gelişme Türkiye’nin Ortadoğu politikasını iki farklı yönde etkilemiştir. Bu dönemde Türkiye’nin güneydoğusunda ortaya çıkan ayrılıkçı “PKK” terörü ile mücadele Türk siyasetinin en önemli meselelerinden birisi olmuştur. Buna karşılık Suriye ve Irak’ın PKK’ya destek vermeleri Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerindeki sorunlara bir yenisini eklemiştir. Diğer taraftan Türkiye’nin ekonomik olarak dışa açılmaya başlaması ve ihracat ağırlıklı ekonomik büyüme stratejisi benimsemesi Türkiye’yi bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmaya itmiştir. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, bölge içinde ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinin bölge içi sorunların çözülmesinde ve barışın sağlanmasında etkili olacağına inanmış ve bu dönemle ekonomi temelli dış politika izlemiştir (Gözen, 2002). Bu çerçevede bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmak ve bu ülkelerin PKK’ya verdikleri desteği engellemek amacıyla Türkiye, öncelikle güney komşuları Suriye ve Irak ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. 


Bu bağlamda Türkiye ile Irak arasında sınırın ötesine geçen teröristlerin 
etkisizleştirilmesi için sıcak takip anlaşması, Suriye ile de su paylaşımı anlaşması yapılmıştır. 
Buna rağmen taraflar arasındaki sorunların tam olarak çözümlenememesi 
ve PKK’nın faaliyetlerinin sürmesi nedeniyle Türkiye’nin bölge politikasında güvenlik merkezli bir bakış hâkim olmuştur. Ayrıca Türkiye’nin güneyinde İran ile Irak arasında uzun bir müddet devam eden savaş ve bu savaş sırasında Irak Kürtlerinin merkezi yönetime karşı hareketleri de Türkiye’nin güvenlik merkezli bakışının şekillenmesinde etkili olmuştur. 

Türkiye’nin dış politikasında genel olarak 1980’li yılların başından itibaren etkili 
olmaya başlayan ekonomik temelli dış politika Ortadoğu politikasında da etkili olmuştur. 
Nitekim bu dönemde Irak ve İran Türkiye’nin önemli ticaret ortakları haline 
gelmiştir. Bölge içinde ticaretin ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla Türkiye, İran ve Pakistan arasında Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) canlandırılmıştır. Türkiye ayrıca İKÖ üyeleri arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini öngören bir dizi işbirliği anlaşmasının imzalanmasına öncülük etmiştir. Ayrıca dışa açılmaya başlayan Türk özel teşebbüsü Kuzey Afrika ve Körfez ülkelerinde önemli yatırımlar yapmaya başlamıştır (Bölükbaşı, 1992). 

Türkiye’nin ekonomik bir dış politika izleyerek bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme girişimleri Türk dış politikasında “Batıcılığın” yerini değiştirmemiştir. Bu bağlamda Türkiye Avrupa Topluluğu (AT) ile ilişkilerini geliştirmiş ve 1987 yılında AET’ye tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Yine bu dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinde önceki onyılda yaşanan sorunlar aşılmış ve Türkiye Batı ittifakı içindeki yerini korumuştur. Bununla birlikte 1990 yılında Soğuk Savaşın sona ermesi ve hemen ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması Türk karar vericilerinde Batı için Türkiye’nin stratejik değerinin azalacağı, dolayısıyla Batı ile stratejik ilişkinin sarsılacağı endişelerine yol açmıştır. Dönemin hükümeti hem bu endişeleri gidererek Batı ile özellikle ABD ile stratejik işbirliğini sürdürmek hem de Türkiye için yeni etki alanları yaratmak amacıyla Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlarda Batı yanlısı aktif bir dış politika izlemiştir (Makovsky, 1999; Kut, 2000;45-64). 

   Türk dış politikasının işte bu Batıcı yönü nedeniyle Türkiye, 1990-91 Körfez Krizi sırasında ABD ve müttefikleri ile birlikte hareket etmiştir. 

Keza I.Körfez Savaşı sırasında da ABD’ye aktif destek vermiştir. 
Şu husus belirtilmelidir ki bu savaş sırasında Arap ve İslam ülkelerinin çoğunun ABD’ye destek vermiş olması da Türkiye’nin Batı eksenli politika izlemesini kolaylaştırmıştır (Gözen, 1998;179-216). 

Ancak Türkiye Körfez Savaşı’na destek vererek izlediği aktif politikadan beklediği sonuçları alamamıştır. Savaşın ve ambargoların Türkiye’ye yüksek maliyetinin yanı sıra yeni güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. I.Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin “özerk” bir siyasal yapı kurmaları ve PKK’nın terör faaliyetlerinin tırmanması nedeniyle güvenlik merkezli bakış Türkiye’nin Ortadoğu politikasını yönlendirmeye devam etmiştir. Türkiye bir taraftan bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engellemeye çalışmış, diğer taraftan PKK’ya karşı askeri mücadele yürütmüştür. Bu bağlamda bir süre İran ve Suriye ile güvenlik işbirliği arayışı olmuşsa da Suriye, Irak ve İran’ın 
PKK’ya verdiği desteğin devam ettiğine dair iddialar nedeniyle Türkiye bu ülkelerle karşı karşıya gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin bu dönemde maruz kaldığı bir diğer önemli tehdidin, radikal İslamcı terörün de İran’dan beslendiğine inanılıyordu. Artık Sovyetlerin olmadığı bir ortamda Türk karar vericiler için Türkiye’nin güvenliğine en büyük tehdit güneyinden, yani Ortadoğu’dan geliyordu. Bu algılama uzun bir süre Türkiye’nin Ortadoğu politikasını etkisi altına almıştır. 
Ortadoğu’nun bir tehdit kaynağı ve güvenlik meselesi olarak görülmeye başlamasıyla birlikte Türk ordusu Ortadoğu siyasetinin  belirlenmesinde aktif bir rol oynamaya başlamıştır (Altunışık, 2000: 329-51). 

Türkiye bu dönemde Ortadoğu’dan kaynaklanan tehdidi yine Ortadoğu’da aktif bir politika izleyerek dengelemek üzere bir strateji kurmuştur. Bu strateji bir taraftan tehdit kaynağı olduğu düşünülen ülkelere karşı politikanın sertleştirilmesini öngörmüştür. 

Bu bağlamda Suriye ve İran ile ilişkiler gerilirken PKK’ya karşı yürütülen askeri 
mücadele kapsamında Irak’ın kuzeyine sık sık askeri müdahalede bulunulmuştur. Bu stratejinin diğer yanı ise İsrail ile ilişkilerin geliştirilmesini öngörüyordu. Böylece, 1991 yılında başlayan Ortadoğu Barış Sürecine paralel olarak onarılan Türkiye-İsrail ilişkileri kısa zaman içerisinde çok hızlı bir şekilde ilerlemiş ve nihayet iki ülke arasında stratejik işbirliğine dönüşmüştür (Altunışık, 1999: 181-215; Bölükbaşı, 2001; 262-66). 

İki ülke arasındaki ilişkilerin bu denli gelişmesi, Türkiye’nin Araplar ve İsrail ile ilişkilerinde gözettiği denge politikasının sona erdiğini göstermiştir. 1990’ların ortalarında barış görüşmelerinin kesilmesine rağmen Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini geliştirmesi, Arap dünyasının ve İran’ın tepkisini çekmiştir. Böylece Türkiye-İsrail ilişkileri bir kez daha Türkiye’nin Ortadoğu politikasında etkili bir unsur, ancak Türkiye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmesinin önünde keskin bir engel olmuştur. 

Nitekim Aralık 1997’de Tahran’da yapılan İKÖ Zirvesi’nde Türkiye, İsrail ile ilişkileri nedeniyle sert bir şekilde eleştirilmiştir (Milliyet, 9 Aralık 1997). 

Burada dikkat çeken bir husus Türkiye’nin Batı ile ittifakının yeni tehditlere karşı güvenliğinin sağlanmasında pek etkili olmamış olmasıdır. Bilakis Batı, Ortadoğu’da yaptığı hamlelerle, özellikle Batı’nın Irak politikası (Irak’ın kuzeyinde “uçuşa yasak bölge” uygulaması ve ticaret ambargosu) sonuçları itibariyle Türkiye’nin güvenliği için yeni tehditlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Üstelik Avrupa ülkeleri ve ABD’nin bir nevi örtülü silah ambargosu uygulayarak PKK ile mücadeleye ket vurması, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin bazı çevrelerde yeniden sorgulanmasına yol açmıştır. Sovyet tehdidinin kalktığı ve Batı ittifakının Türkiye’nin güvenliğine artık önemli derecede katkıda bulunmadı  ğı bir ortamda bu sorgulama meşru bir hale gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin 
AB üyelik sürecinin ağır aksak ilerlemesi ve zaman zaman kesintiye uğraması da Batı bağlantısının yeniden değerlendirilmesini gerektirmiştir. 1990’lı yıllarda ortaya çıkan İslam ile Batı arasında çatışma tezleri ve “İslami fundamentalizmin” Batıda yükselen tehdit olarak görülmesi, Türkiye içindeki dönüşümün bir yansıması olarak kimlik tartışmalarının başlaması Türk dış politikasındaki Batılı kimliğin ve “Batıcı” politikaların sorgulanmasına yol açmıştır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin etrafında ortaya çıkan güç boşluğu, yeni krizler ve fırsatlar, Türkiye’nin dış politikada diğer kimliklerini (Balkan, Kafkas, Asya, Akdeniz, Ortadoğu, İslam vs.) yeniden keşfetmesine ve onları öne çıkarmasına neden olmuştur. Türkiye’nin tehdit algılamasında ve kimlik tanımlamalarındaki bu değişiklikler ile Batıya karşı şüpheciliğin 1990’larda 
yavaş yavaş yükselmesi Türk dış politikasında 1990’lı yılların sonlarında yeniden çok boyutluluk arayışlarına yol açmıştır (Bağcı, 1998:1-14; Yavuz, 2001: 35-64). 

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’ YA “DÖNÜŞÜ” VE BATI ETKİSİ (1999-2007) 

Yukarıda değinildiği gibi 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin Ortadoğu politikası, toprak bütünlüğünü tehdit eden terör nedeniyle güvenlik kaygıları tarafından şekillendirilmiştir. 

Ortadoğulu komşuların PKK’ya destek vermesi, hatta PKK lideri Abdullah 
Öcalan’ın uzun yıllar boyunca Suriye’de barınması dolayısıyla bu ülkeyle ilişkiler oldukça gergin olmuştu. Ancak Türkiye’nin Suriye üzerindeki artan baskısı 1998 yılında sonuç vermiş; Suriye, Öcalan’ı topraklarından kovmuştur. Bunun ardından Türkiye ile Suriye arasında Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı sonrasında Türkiye’nin hem Suriye ile ilişkileri hem de Ortadoğu politikası güvenlik eksenli ve gerilimli olmaktan çıkıp işbirliğine dönük bir hal almıştır (Tür, 2006: 141-66). Öcalan’ın Şubat 1999’da yakalanmasının ardından PKK’nın faaliyetleri büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. 

Böylece Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinde belirleyici olan güvenlik kaygıları bir ölçüde azalmıştır. Güvenlik kaygılarının azalması ile birlikte Türkiye “bölge merkezli dış politika” izlemeye ve bölge ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini normalleştirmeye ve geliştirmeye başlamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in önderlik ettiği bu politikaya göre Türkiye Osmanlı geçmişiyle barışmalı ve tarihsel, kültürel ve ekonomik tüm imkanları kullanarak komşuları ve yakın coğrafyası ile iyi ilişkiler kurmalıdır. Türkiye, bölge dışı güçlerin desteğiyle değil, ancak bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurarak kendi bölgesel çıkarlarını koruyabilecek, böylece önemli bir küresel aktör haline gelecektir (Altunışık, 2000: 346; Cem, 2001: Cem, 2002; 1-6). 

Bölge merkezli dış politika kapsamında Türkiye önce komşu ülkelerle, Irak, İran 
ve Suriye ile siyasi ilişkilerini düzeltmiştir. Bu düzelmeyi söz konusu ülkeler ile Türkiye arasında giderek artan ticaret ve ekonomik ilişkiler izlemiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Haziran 2000’de Suriye lideri Hafız Esad’ın cenazesi vesilesiyle Şam’a yaptığı ziyaret ile Haziran 2002’de İran’a yaptığı çalışma ziyareti Türkiye’nin Ortadoğu politikasında değişimi açık bir şekilde ortaya koymuştur. İslamcı Milli Görüş hareketinden ayrılan bir grup siyasetçinin önderlik ettiği AK Parti’nin Kasım 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri daha fazla yoğunlaşmıştır. (Şahin, 2010: 15-19; Larrabee, 2007;103-14). 

Artık Sovyet tehdidinin kalmadığı bu dönemde Batı bloku yeknesak niteliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Giderek kurumsallaşan Avrupa Birliği (AB) ile ABD’nin politikaları, dolayısıyla Ortadoğu politikaları iyice ayrışmıştır. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra Trans-Atlantik ayrışma daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. AB’nin yapıcı diyalog ve tedrici olarak Ortadoğu’nun dönüştürülmesi yaklaşımına karşılık ABD daha müdahaleci ve aktif bir tutum almıştır. Türkiye’nin AB ile ilişkileri bu dönemde oldukça iyi seyretmiştir. 1999 tarihindeki Helsinki Zirvesi ile AB’ye üyelik perspektifi kazanan Türkiye, 2005 yılından itibaren tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. AB’ye üyelik perspektifinin güçlenmesi ile birlikte hem komşuların Türkiye’ye bakışı olumlu yönde değişmeye başlamış hem de Türkiye’nin dış politika pratiği değişmeye başlamıştır. 

Dış politikada güvenlik ve gerilim ekseninden ayrılarak değerleri ve ekonomik 
ilişkileri temel alan, işbirliğine dönük bir yaklaşım Türk siyasetini belirlemeye başlamıştır. 

Türkiye’nin bu politikası birçok çevrede AB’nin komşuluk politikası ve Ortadoğu 
yaklaşımına uyumlu olarak görülmüştür (Özcan, 2008). 

Ancak Türkiye’nin, AB’nin aksine Ortadoğu’da daha aktif siyaset izleyen ABD ile 
ilişkileri inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. ABD’nin Ortadoğu politikasına kuşku ile bakan Bülent Ecevit liderliğindeki koalisyon hükümetinden sonra iktidara gelen AK Parti hükümeti ABD ile stratejik işbirliğini sürdürmek niyetindeydi. Buna mukabil ABD de etkili bir bölgesel güç olarak gördüğü Türkiye’yi Ortadoğu politikasında önemli bir unsur olarak görüyordu. Bu bağlamda ABD’nin Irak’ta rejimi devirmek için askeri müdahalesine Türk hükümeti tarafından destek verilmiştir. Ancak, ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmelerine izin veren hükümet tezkeresinin 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedilmesi büyük bir şaşkınlığa ve Amerikan yönetiminin tepkisine yol açmıştır. Kısa bir süre sonra Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri ile Amerikan askerlerinin karşı karşıya gelmesi, Türk-Amerikan ilişkilerindeki krizi derinleştirmiştir. Ayrıca, Irak’ın işgal edilmesinden sonra dağılmış Irak ordusunun cephanelerinin bir kısmını 
ele geçiren ve Kuzey Irak topraklarını serbestçe kullanan PKK’nın terör faaliyetleri yeniden artmıştır. Amerikan yönetimi uzunca bir süre Türkiye’nin bölgeye müdahalesine izin vermediği gibi kendisi de PKK’ya karşı harekete geçmemiştir. Son olarak, bazı Amerikalı yetkililer, Türk-Amerikan ilişkilerinin onarılması için Türkiye’nin Suriye ve İran’a karşı ABD ile işbirliği yapmasının şart olduğunu ileri sürmüştür. Bütün bu gelişmelerin ardından Türk kamuoyunda Amerikan karşıtlığı tarihte hiç görülmediği kadar yükselmiştir (Kardaş, 2006: 306-29; Şahin, 2006: 191-218). 

Irak’ın parçalanmasının önlenmesi ve istikrarın sağlanması amacıyla Amerikan 
yönetimi ile Irak’ta işbirliğini sürdüren AK Parti hükümeti, ABD’nin Suriye ve İran ile ilgili isteklerine boyun eğmeyerek bu iki ülke ile ilişkilerini geliştirmiştir. Bununla birlikte, hem ABD ile ilişkilerini onarmak hem de bölgede daha aktif bir dış politika izlemek adına ABD’nin öncülük ettiği Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) aktif bir şe-kilde destek vermiştir (Bağcı ve Sinkaya, 2006: 21-37). Ne var ki BOP pek uzun ömürlü olmamıştır. Bölgede yapılan demokratik seçimlerin sonucunda Filistin ve Lübnan’da ABD’nin “terörist” olarak nitelediği Hamas ve Hizbullah’ın büyük bir başarı elde etmesi, Amerikan yönetiminin BOP’u rafa kaldırmasına neden olmuştur. Nihayet İsrail’in 2006 yılında Lübnan’a yaptığı askeri saldırı ve bu saldırı karşısında ABD’nin sessizliğini koruması, BOP’un sonunu getirmiştir. 

Türkiye’nin BOP’taki aktif tutumu bir yana, gerek 1 Mart tezkeresi olayı, gerek 
ABD’nin baskısına rağmen Türkiye’nin hem İran hem de Suriye ile ilişkilerini geliştirmesi nedeniyle bölge ülkelerinin Türkiye’ye bakışı değişmeye başlamıştır. O zamana kadar Türkiye’yi bölgede Batı’nın ileri karakolu olarak gören bu ülkeler artık Türkiye’nin ABD’den bağımsız ve bölge yanlısı bir politika izlediği kanaatine varmıştır. 

Böylece, yıllardır Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini olumsuz etkileyen Batı bağlantısının söz konusu olumsuz etkisi giderek ortadan kalkmıştır. Ayrıca, AK Parti’nin İslamcı kimliğinin yanı sıra iktidarda reformcu bir profil sergilemesi ve AB üyelik perspektifi Ortadoğu ülkeleri arasında Türkiye’ye duyulan ilgiyi artırmıştır. Diğer bir tabirle AB ile ilişkilerin bu dönemdeki iyi seyri Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerinde de olumlu bir pay sahibi olmuştur (Dağı, 2006: 167-88). 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 1



GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 1




Geçmişten Günümüze Türkiye nin Orta doğu Politikası ve Batı Etkisi 


ADAM AKADEMİ, 2011/1: 79-100 
BAYRAM SİNKAYA 
Orta Doğu Teknik Üniversitesi 

ÖZET 

Türkiye’nin Batı bağlantısı uzun bir süre boyunca Ortadoğu ile ilişkilerinin şekillenmesinde değişik açılardan olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkili olmuştur. Ancak bu süreç son birkaç yılda tersine dönmeye başlamıştır. Bu yeni dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri öyle bir değişim göstermiştir ki bazı durumlarda Batı ile ilişkilerini olumsuz etkilemeye başlamıştır. Bu durum dikkate alınarak bu makalede Türkiye’nin Ortadoğu politikası ve bu politikada Batının 
etkisi ele alınmıştır. Batı, Türkiye ve Ortadoğu arasındaki bu karşılıklı etkileşimin anlaşılabilmesi için Türkiye’nin Ortadoğu politikası tarihi, bu üçlü ilişkilerdeki hâkim olan tarza göre belirli dönemlere ayrılmıştır. Makalede Türkiye’nin Batılı ve laik kimliği ile Batı ittifakına sıkı sıkıya bağlı olması nedeniyle bölgede hakim olan dinamiklerle çatışma içine girdiği, dolayısıyla Türkiye’nin uzunca bir süre bölgeden uzaklaştığı sonucuna varılmıştır. Ancak, 1990’lı yıllardan sonra hem 
Türkiye hem de bölge köklü dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşüm Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile daha iyi ilişkiler kurmasını mümkün kılmıştır. Zamanla bölgenin jeopolitik yapısındaki değişiklikler nedeniyle de Türkiye’nin Ortadoğu politikasında Batı’nın etkisi giderek azalmıştır. 

Türkiye’nin Ortadoğu politikasında etkili olan birçok unsur vardır. Tarih, coğrafya ve sosyal faktörlerin yanı sıra siyasal elitlerin dış politika tercihleri ve bölgenin jeopolitik yapısı Türkiye’nin bölge politikasının üzerinde etkili olan başlıca faktörlerdir. Bütün bu faktörlere ilave edilecek ve bir ölçüde bu faktörlerle yakından ilişkili bir başka faktör de Türkiye’nin Batı bağlantısıdır. Türkiye’nin Batı bağlantısı, uzun bir süre boyunca Ortadoğu ile ilişkilerinin şekillenmesinde değişik açılardan olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkili olmuştur. Ancak bu süreç son birkaç yılda tersine dönmeye başlamıştır. 

Bu yeni dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerindeki değişiklikler ve 
gelişmeler bazı durumlarda Batı bağlantısını olumsuz etkilemeye başlamıştır. Bu durumda cevap aranması gereken iki soru karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, Türkiye’nin Batı bağlantısı Ortadoğu ile ilişkilerini neden ve nasıl etkilemiştir? Cevap aranması gereken ikinci soru ise Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki değişim Batı bağlantısını neden bazı durumlarda olumsuz etkilemeye başlamıştır? Bu sorulara cevap bulabilmek amacıyla bu makalede Türkiye’nin Ortadoğu politikası dönemlere ayrılmış ve her bir dönem ana hatlarıyla tartışılmıştır. Ayrıca belirtilen dönemlerde Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin Ortadoğu politikasına etkileri ele alınmıştır. Makalenin son kısmında 
Türkiye’nin mevcut Ortadoğu politikası ve Batının etkisi daha detaylı bir şekilde incelenmiş tir. 

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAN UZAKLAŞMASI (1923-1950) 

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından Türkiye’nin Ortadoğu’dan büyük ölçüde uzaklaştığı tezi ilgili çevrelerde yaygın kabul görmektedir (Bozdağlıoğlu, 2003: 115-43; Taşpınar, 2008; Albayrak, 2005) . Literatürde yaygın olan bir yaklaşıma göre Türkiye’nin Arap dünyasının genelinden farklı ulusal kimliği ve Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan yeni siyasal kimliği, Ortadoğu’dan uzaklaşmasına yol açan en önemli etkendir.1 Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgeden “uzaklaşması” tek bir nedene, sadece ulusal ve siyasal kimliğin yeniden tanımlanmasına indirgenemez. 

Türkiye’nin bölgeden uzaklaşmasına yol açan birinci faktör Cumhuriyetle birlikte 
Türkiye’nin yeni bir ulusal kimlik inşa etme sürecine girmesidir. 1923 yılında Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Türkiye içeride yeniden yapılanmaya öncelik vermiş, M. Kemal Atatürk’ün önderliğinde modern ve laik bir ulus devlet inşa edilmiştir. Bu kapsamda Türkiye’nin laikleşmesinin ve Batılılaşmasının onu Ortadoğu’dan uzaklaştıran önemli etkenler olduğu ileri sürülmektedir. Gerçekten de 1920’li ve 1930’lu yıllarda 

1 Mesela bu konuda Oral Sander şöyle yazmıştır: “ ... Türkiye birleştirici unsurlar olarak hizmet edebilecek baskın bağlardan [Arap kimliği ve siyasal bir kimlik olarak İslam] hiç birini paylaşmamaktadır. Çeşitli niteliklerinden ve “temel birleştirici unsurların” yokluğundan kaynaklanan belirsizlik, Türkiye’nin 
dönem dönem Orta doğu’dan “soğumasının” temel nedenidir…” (Sander, 1998: 213). 

Cumhuriyetin kurucu elitleri Türkiye’de hâkim siyasal ve toplumsal kültürün Batılılaşma istikametinde dönüştürülmesi için büyük bir seferberlik içine girmiştir. Zira Cumhuriyet dönemi boyunca siyasal elitlerin Kemalist ideoloji etrafında izledikleri resmi dış politikada daha çok Batı bağlantısı doğrultusunda bir eğilim görülmüştür (Sander, 1998: 214-16; Gözen, 2002:233-68). Bu durum, bir taraftan Türk elitlerinin kültürel olarak bölgeden uzaklaşmalarına, diğer taraftan Ortadoğu ülkelerindeki muhafazakâr kesimlerin Türkiye’ye karşı daha mesafeli durmalarına neden olmuştur. Bununla birlikte Türkiye o dönemde Ortadoğu ülkelerindeki reformcu ve milliyetçi entelektüeller için başarılı bir kurtuluş ve modernleşme “modeli” olmuştur. Özellikle Afganistan ve İran, Türkiye örneğini izleyerek modernleşme hamlelerinde bulunmuştur. 

Cumhuriyetle birlikte başlayan yeni dönemde Türkiye’nin içeride Batılılaşma yönünde adımlar atmasına rağmen Türk dış politikasında “Batılılaşma”dan söz edilemez. 

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olarak “Avrupa devletler sistemi”nde yer alma yönünde tercihini ortaya koymasına rağmen Batı etkisinin Türk dış politikasında öncelikli bir yeri olmamıştır. Bu dönemde Batılı ülkelerin kendi aralarındaki rekabet ve farklı ittifak ilişkilerine girmeleri Türkiye’ye “göreceli özerklik” sağlamış, Türkiye bu sayede bağımsız, statükocu ve gerçekçi bir dış politika izlemiştir (Oran, 2001:239-385). 

Bununla birlikte Türkiye bu dönemde devrin büyük ve Batılı güçleriyle komşu haline gelmiştir. Türkiye’nin bu güçlerle ilişkileri, ikili düzeyde ve ilgili devletlerin Türkiye’ye karşı izledikleri politikalara göre şekillenmiştir (Gönlübol ve Sar, 1996; 59-126). 

Yeni Türkiye dış politikada öncelikle kendi bekasını garanti altına almaya çalışmıştır. Dolayısıyla Türkiye, Osmanlı coğrafyasındaki bütün hak iddialarından feragat etmiş ve statükocu bir dış politika yaklaşımı benimsemiştir. Yani Türkiye “ulusal çıkar” tanımını kendi toprakları ile sınırlı tutmuş ve Arap dünyasının sorunlarına karşı kayıtsız kalmıştır. Bu dönemde Türk dış politikasının en önemli unsuru sınır sorunlarının (sınırların belirlenmesi ve sınır güvenliği) çözümüne yönelik faaliyetler olmuştur. Türkiye’nin yeni Ortadoğulu komşularıyla sınır sorunlarının varlığı bu ülkelerle yakın ilişki içine girmesine engel olmuştur. Irak ile sınır sorunu ancak 1926 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile çözülmüştür. Suriye sınırı üzerindeki anlaşmazlık ise hala tam olarak çözümlenememiştir. Hatay Sancağı 1939 yılında Türkiye’ye katılmış, ancak Suriye hükümeti bu durumu tanımamıştır. 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya kayıtsız kalmasının bir başka nedeni ise I. Dünya 
Savaşı’nın ardından Ortadoğu’da kurulan yeni devletlerin uzun bir süre bağımsızlığını kazanamamış olmasıdır. Bugünkü Suriye ve Lübnan Fransız mandası altına girerken, Irak ve Ürdün’de İngiliz mandası kurulmuştur. Keza Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ülkeleri de bu dönemde henüz bağımsızlıklarını kazanamamıştı. Dolayısıyla Türkiye bölge ile ilişkilerini Batılı ülkeler üzerinden yürütmek zorunda kalmıştır (Şahin, 2010: 11). 

   Ulusal bağımsızlık hareketlerine genel olarak sempati duymakla birlikte 
Türkiye’nin kurucu elitleri arasında aktif Batı karşıtlığı olmaması ve Batılı ülkeler ile çatışmadan kaçınması nedeniyle Türkiye, Ortadoğu meselelerine müdahil olmaktan uzak durmuş, kendi inşa sürecini tamamlamaya ve güvenliğini garanti altına almaya öncelik vermiştir. 

Bununla birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’dan tamamen uzak durduğunu söylemek 
mümkün değildir. Nitekim bu dönemde tek bağımsız Ortadoğu ülkesi olan İran ile yakın ilişkiler geliştirilmiştir. Keza, Irak ile sınır sorunlarının çözülmesinin ve bu ülke üzerinde İngiliz mandasının sona ermesinin ardından iki ülke, İran ve Afganistan ile birlikte bölgenin güvenliğinin sağlanması amacıyla 1937 yılında Sadabad Paktı’nı imzalamıştır. Ancak anlaşmanın mahiyetinde görüldüğü gibi bu pakt aktif bir dış politika hamlesi olmaktan ziyade Türkiye’nin bu dönemdeki güvenlik merkezli ve savunmacı bakışının bir sonucu olmuştur. 

“BATICI” POLİTİKALAR VE ÇATIŞMA (1950-1960) 

II. Dünya Savaşının ardından hem uluslararası sistem hem de Ortadoğu bölgesinin jeopolitik yapısı yeniden şekillenmiştir. Bu dönemde bölge ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmıştır ancak Soğuk Savaş kısa bir süre içerisinde bölgeyi de tamamen etkisi altına almaya başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir güç olarak ortaya çıkması nedeniyle Türkiye, Batı ile siyasal ittifak ilişkisi içine girmiştir. Nihayet 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya katılması ile Türkiye-Batı ilişkileri askeri ittifaka dönüşmüştür. Ayrıca ekonomik olarak toparlanabilmesi için Batının teknik ve mali yardımlarına olan ihtiyacı Türkiye’yi Batı ile ekonomik ittifak ilişkisi kurmaya yöneltmiştir. Böylece Türkiye, Batı ile ittifakını güçlendirmek ve Batının güç ve imkânlarından yararlanabilmek amacıyla, kendi güvenliği ve bölgesel çıkarları ile Batı’nın bölgedeki çıkarlarını özdeşleştirmeye çalışmıştır. Türkiye’nin Batı ile örtüşen güvenlik çıkarları, ekonomik ilişkiler ve ideolojik tercihlerle de desteklenmiştir. Böylece Türkiye, bu dönemde Ortadoğu’da Batıya paralel politikalar izlemiştir (Kürkçüoğlu, 2010; Bağcı, 2001). 

    Batı’nın Ortadoğu politikasında temel olarak üç faktör etkiliydi. Bunlardan Birincisi bölgede Sovyet nüfuzunun yayılmasının önlenmesi ve sınırlanmasıydı. İkincisi Batılıların Ortadoğu’daki petrol rezervlerine ulaşımının garanti altına alınması idi. Üçüncüsü ise 1948 yılında kurulan İsrail’in güvenliğinin sağlanması idi. 

Buna bağlı olarak Batı bölgede statükonun ve Batı ile iyi ilişkileri olan rejimlerin korunması siyaseti izledi (Halliday, 2005; 97-129). Hatta Batı’nın çıkarlarının tehlikeye girdiği İran’da milliyetçi Musaddık hükümetinin 1953 yılında darbe yoluyla devrilmesinde ABD ve İngiltere etkin bir rol oynadı (Kinzer, 2004). Buna paralel olarak Türkiye bölgedeki Batı yanlısı rejimlerle iyi ilişkiler içerisine girmiştir. Özellikle Türkiye ile Kral II. Faysal idaresindeki Irak’ın ilişkileri bunun en iyi örneğini oluşturmaktadır. Şubat 1955’te Türkiye ile Irak arasında imzalanan işbirliği anlaşması Bağdat Paktı’nın temelini oluşturmuştur. 

Keza Türkiye, Musaddık hükümetinin devrilmesinin ardından Sovyetler 
Birliği’ne karşı Amerikan güvenlik garantileri arayışında olan ve Batılılaşma siyaseti izleyen İran ile de yakın ilişki geliştirmiştir. Bu sayede İran da Bağdat Paktı’na dâhil olmuştur (Soysal, 2000; 501). 

Batı ile ittifakının bir uzantısı olarak Türkiye, bölgede Batı yanlısı bölgesel bir ittifakın kurulması çabalarında aktif bir rol oynamıştır. Türkiye önceleri NATO’ya katılmak yerine Ortadoğu’da kurulacak bölgesel bir savunma örgütünün üyesi olması önerisini reddetmiştir. Ancak NATO üyeliğine kabul edildikten sonra bölgesel bir savunma paktında rol almayı kabul eden Türk liderler bölge ülkelerini ziyaret ederek onları Sovyetlere ve “komünizm tehdidi”ne karşı Batı yanlısı ittifaka dâhil olmaya çağırmıştır. Netice itibariyle Türkiye, 1955 yılında Bağdat Paktı’nın kurulmasında etkin bir rol oynamıştır. Bu rol, ABD ve İngiltere tarafından, yani Türkiye’nin Batılı müttefikleri tarafından istenilmiş ve desteklenmiştir. 

Türkiye’nin Batı yanlısı siyaseti bölgede yeni kurulan İsrail ile iyi ilişkilerin geliştirilmesini de kapsamıştır. Türkiye İsrail’i bölgede tanıyan ilk ülke olmuştur. Bu tanıma, “İsrail’i Arap dünyasının bağrına saplanmış bir hançer” gibi gören Arap milliyetçilerinin ciddi tepkisiyle karşılaşmıştır (Albayrak, 2005: 1-63). Dolayısıyla Türkiye’nin Batı bağlantısına paralel olarak İsrail ile geliştirdiği ilişkileri de Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerinin seyrini uzun bir süre boyunca olumsuz şekilde etkilemiştir. 

Türkiye’nin Batıcı tutumu 1955 yılında Bandung’da toplanan “Bağlantısız Ülkeler 
Zirvesi”nde net bir şekilde bir kez daha ortaya çıkmıştır. Zirveye katılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu tarafsızlık siyasetinin yanlış olduğunu, komünizm tehlikesine karşı Batı ile işbirliğine gidilmesi gerektiğini savunmuştur. Türkiye bu dönemde bölgede meydana gelen çatışmaların ve krizlerin neredeyse tamamında Batı ile birlikte hareket etmiş ve Batılı devletleri desteklemiştir. Mısır’da Nasır yönetiminin Süveyş Kanalı’nı 1956 yılında millileştirmesi üzerine Türkiye, “kanalın tarafsız ve uluslararası bir duruma getirilmesini” öngören Amerikan tezini desteklemiştir. Bununla birlikte Türkiye, İngiltere’nin Fransa ve İsrail ile birlikte Mısır’a saldırısını kınamış ve İsrail’deki büyükelçisini geri çekerek ikili ilişkilerinin seviyesini düşürmüştür. Ancak Türkiye’nin Batı eksenli politikaları değişmemiştir. Türkiye, 1957 yılında ortaya atılan ve bölgede komünizmin yayılmasının engellemek amacıyla Amerika’dan yardım istenildiği takdirde gerekirse askeri güç kullanımını öngören Eisenhower doktrinini  memnuniyetle karşılamıştır. Doktrinin kabul edilmesinden kısa bir süre sonra Suriye ile Ürdün arasında ortaya çıkan gerginlik ABD-Sovyet gerginliğine dönüşmüştü. 

    Bu kriz sırasında Türkiye, Suriye sınırına askeri yığınak yaparak Amerikan yanlısı tutumunu göstermiştir. Aynı şekilde Türkiye, Cezayir ve Lübnan krizlerinde Batılı müttefikleri ile hareket ermiştir. Hatta Temmuz 1958’de Irak’taki Batı yanlısı rejimin Arap milliyetçileri tarafından askeri darbe ile yıkılması üzerine Türkiye, İngiltere ve ABD’yi Irak’a askeri müdahalede bulunması için teşvik etmiş, bizatihi kendisi de askeri müdahale için hazırlıklara başlamıştır. Ancak ABD ve İngiltere’nin Irak’taki yeni yönetimi tanımalarının ardından Türkiye de yeni yönetimi resmen tanıdığını ilan etmiştir (Albayrak, 
2005). 

    Bu dönemde Arap dünyasında yükselen Arap milliyetçiliği, Osmanlı mirası ve 
Batıcı politikaları nedeniyle Türkiye’nin Ortadoğu’dan dışlanmasına neden olmuştur. 
Zira Arap milliyetçileri arasında Araplara vaat ettiği bağımsızlık sözlerini uzunca bir süre yerine getirmeyen Batılı ülkelere karşı büyük bir öfke vardı. Ayrıca Batılıların himayesinde Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin kurulması Arap dünyasındaki Batı karşıtı duyguları körüklemişti. Suriye’nin Hatay üzerindeki iddialarını sürdürmesi ve Türkiye’nin hem İsrail hem de Batılı ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmesi milliyetçi Arap dünyasında Türkiye karşıtı tepkinin yükselmesine yol açmıştır. Nitekim Bağdat Paktı’na Irak dışında hiçbir Arap ülkesi dâhil olmamıştır. Özellikle Arap milliyetçilerinin önce Mısır’da, daha sonra Suriye’de yönetimi ele geçirmeleri ve Sovyetlerle yakın ilişkiler geliştirmeleri, Batı yanlısı Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerinin gerginleşmesine yol açmıştır. Nihayet Irak’ta Batı yanlısı rejimin Arap milliyetçileri tarafından 1958 yılında devrilmesinden sonra Türkiye Ortadoğu’da etkin bir dış politika izleme 
imkânından yoksun kalmıştır. Ayrıca, bu dönemdeki aktif ancak Batı eksenli dış politika nedeniyle karşılaşılan sorunlar yüzünden Türk dış politikasında Ortadoğu sorunlarına taraf olmaktan kaçınma eğilimi ortaya çıkmıştır. Böylece Türkiye yeniden Ortadoğu’dan uzaklaşmaya başlamıştır. 

ÇOK BOYUTLU DIŞ POLİTİKA VE İLİŞKİLERİN  NORMALLEŞMESİ (1965-1980) 

1960’lı yıllarda Türkiye’nin dış politika çıkarları zaman zaman Batı’nın politikaları ile farklılaşmaya başlamıştır. Özellikle Kıbrıs meselesinde Batılı müttefikleri Türkiye’nin tezlerine destek vermemiştir. Bilakis ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964’te Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupta ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine karşı olduğunu belirtmiş ve bu yüzden Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında bir çatışma çıkarsa Türkiye’nin yardımına gelmeyeceğini ifade etmiştir. 

    Bu nedenle Türkiye, dış politikasını çeşitlendirip daha önce ihmal ettiği devletlerle ilişkilerini geliştirerek kendisine dış politikada yeni ortaklar, dolayısıyla destek arayışına girmiştir. Bu arayış Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının da zaman zaman Batı ile farklılaşmasına yol açmıştır. Böylece Türk dış politikasında Üçüncü Dünya ve Arap devletleri ile ilişkilerin geliştirilmesini önceleyen çok boyutluluk politikası başlamıştır. Aynı dönemde Batı ve Doğu blokları arasındaki Soğuk Savaşın şiddetinin azalması, Türkiye’yi de rahatlatmış ve Türkiye’nin dış politikada çok boyutluluk arayışlarını kolaylaştırmıştır. 
Ayrıca, “Türkiye’de çok-partili parlamenter sisteme geçilmesinden” sonra dini 
duygular, dolayısıyla İslami bağlantı daha etkili olmaya başlamıştır (Sander, 1998: 225-26; Kürkçüoğlu, 2010; Koçer, 2006). 

Böylece Ortadoğu ve İslam dünyası Türk dış politikasının yöneldiği önemli bir bölge haline gelmiştir. Bununla birlikte Türk dış politikasının Batıcı ve statükocu niteliği değişmemiştir. Yani bu dönemde Türkiye dış ve güvenlik politikasında Batı ittifakına dayanırken Batı ile olan ilişkilerini Ortadoğu’da farklılaşan politikalarıyla uyumlulaştırmaya çalışmıştır. 

Türkiye’nin çok boyutlu dış politikasının Ortadoğu’ya ilk yansıması, Türkiye’nin 
Arap Ortadoğusu ile ilişkilerini olumsuz etkileyen Türkiye-İsrail ilişkilerinde görülmüştür. 

Araplarla İsrail arasında 1967 Savaşı patlak verdiğinde Türkiye, ABD’nin 
İsrail’e yardımını engellemek için ülkesindeki üslerin Araplara karşı kullanılamayacağını ilan etti. Ayrıca, Arap ülkelerine yiyecek ve giyecek yardımında bulundu. Uluslararası platformlarda Arap tezlerini desteklemeye ve BM bünyesinde Arapların lehine oy kullanmaya başladı. BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı Türkiye’nin İsrail-Filistin politikasının temelini oluşturdu. Bu çerçevede Türkiye İsrail’in varlığını meşru kabul etmekle birlikte 1967 savaşı öncesi sınırlarına geri dönmesini istemiştir. Bununla birlikte Filistinlilerin meşru haklarını ve bağımsız bir devlet kurma hakkını kabul etmiştir (Bölükbaşı, 2001; 250-53). 

1973 Petrol Krizi’nin ardından Türkiye Ortadoğu ülkelerine biraz daha yaklaşmıştır. 
Zira döviz kıtlığı çeken Türkiye artan petrol fiyatlarını karşılayamaz duruma gelmiş; petrol ihtiyacını karşılamak için petrol üreticisi Arap ülkelerinden kredili petrol almaya çalışmıştır (Sander, 1998:227-29). Ayrıca, “petrol şoku” nedeniyle Avrupa ekonomilerinde ortaya çıkan durgunluk, Türkiye’yi petrol faturasını finanse etmek üzere yeni ihracat pazarları bulmaya zorlamıştır. Mevcut şartlar atında Ortadoğu ülkeleri Türkiye tarafından yeni bir pazar olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu dönemde ortaya çıkan siyasal ve ekonomik ihtiyaçlar Türkiye’yi bölge ülkelerine karşı biraz daha yakınlaştırmıştır. 

Batılı müttefikleri ile ilişkilerindeki 1970’li yıllarda ortaya çıkan yeni krizler 
Türkiye’nin dış politikasındaki çok boyutluluk arayışlarının, dolayısıyla Ortadoğu 
açılımının güçlenerek sürmesine neden olmuştur. Özellikle, Türkiye’nin 1974 yılında Kıbrıs’a yaptığı askeri müdahale Batının büyük tepkisini çekmiştir. Bu nedenle Türkiye-ABD ilişkileri o denli gerilmiştir ki ABD, Kıbrıs müdahalesi nedeniyle Türkiye’ye 1975-1978 tarihleri arasında silah ambargosu uygulamıştır. Ayrıca iki ülke arasındaki Savunma İşbirliği Anlaşması askıya alınmıştır (Uslu, 2000). 

Bu gelişmelerden yine en çok Türkiye-İsrail ilişkileri etkilenmiştir. Türkiye, Filistin meselesinde Araplar lehine bir tavır almaya başlamış, İsrail ile ilişkilerinin düzeyini ikinci kâtip düzeyine kadar düşürmüş ve birçok ülke tarafından Filistin’in temsilcisi olarak kabul edilen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) 1979 yılında Ankara’da temsilcilik açmasına izin vermiştir. Türkiye, aynı şekilde, 1980 yılında İsrail’in Kudüs’ü “ebedi ve değişmez başkent” yapma kararını kabul etmemiştir. 

Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası sadece Arap ülkeleri ile değil, genel olarak 
İslam dünyası ile de iyi ilişkilerin tesis edilmesini öngörmüştür. Bu bağlamda 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın yakılması girişimi üzerine Rabat’ta toplanan ilk İslam Zirve Konferansı’na Türkiye dışişleri bakanı düzeyinde katılmıştır. Ancak Türkiye’nin Batılı ve laik kimliği üzerinde iç kamuoyundaki tartışmalar nedeniyle Türkiye İslam Konferansları’na uzun bir süre yüksek düzeyde katılmamış, sadece Dışişleri Bakanı düzeyinde katılmıştır. İlk defa 1981 zirvesine Başbakan düzeyinde katılım olmuştur (Koçer, 2006). 

Bu dönemdeki çok boyutlu dış politika arayışlarına rağmen Batı bağlantısı Türk 
dış politikasındaki merkezi yerini korumuştur. Türkiye’nin Batı ile ittifakının dış ve güvenlik politikalarındaki merkezi yerini koruması ve Arap dünyasında da milliyetçiliğin etkisini sürdürmesi nedeniyle Türkiye’nin bu dönemdeki Ortadoğu “açılımı” oldukça sınırlı kalmıştır. Türkiye’nin NATO üyeliğini ve İsrail ile diplomatik ilişkilerini düşük düzeyli de olsa devam ettirmesi, Sovyetlerle yakın ilişki içinde olan Arap ülkelerinin tepkisini çekmeye devam etmiştir. Ayrıca bu dönemde Türkiye’nin güney komşularıyla ilişkilerindeki sorunlara bir yenisi eklenmiştir. Türkiye topraklarından doğup Irak ve Suriye üzerinden Basra Körfezi’ne dökülen Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde su paylaşımı yeni bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin bu nehirler üzerinde yeni barajlar inşa etme projeleri, Suriye ve Irak’a giden su miktarında azalmaya neden olacağı endişesiyle bu ülkelerin tepkisini çekmiştir (Erdoğan, 1997). 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

17 Şubat 2020 Pazartesi

Türkiye-ABD Arasında Güvenli Bölge Mutabakatı ve Fırat’ın Doğusu

Türkiye-ABD Arasında Güvenli Bölge Mutabakatı ve Fırat’ın Doğusu





Ali SEMİN.,
www.bilgesam.org
Türkiye-ABD Arasında Güvenli Bölge Mutabakatı ve Fırat’ın Doğusu
www.bilgesam.org
Suriye iç savaşı Türkiye’nin Orta Doğu bölgesine yönelik dış politikasında önemli odak noktası olduğunu söylemek mümkündür. Suriye’de yaşanan savaşın etkisinin artmasıyla beraber Ankara’nın da Esed rejimine karşı izlediği politikalar doğrultusunda bölgemizde çeşitli diplomatik ilişkileri de karmaşık hale getirmektedir. 

Bu bağlamda Suriye iç savaşındaki gelişmeler bölgeyi birçok bloka ayırdığı gibi küresel güçleri de aynı ayrışmaya sevk ettiği söylenebilir. 

Bu durum Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) daimi üyeler (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) arasında da güç mücadelesine dönüşerek uluslararası toplumu da etkilemektedir. Özellikle Esed rejiminin aleyhine alınmak istenilen karaları veto eden Rusya ve Çin gibi BMGK daimi üyeleri arasındaki rekabeti de gün ışığına çıkarmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin 2011 yılından bu yana Suriye iç savaşında izlediği politikalara bakıldığında, PKK/PYD-IŞİD gibi terör örgütleriyle mücadeleyi önceleyerek Esed’in devrilmesi, güvenli bölge-
uçuşa yasak bölgenin oluşturulması ve ılımlı silahlı Suriyeli muhaliflerin eğitilmesi gibi öneri / planlarını gündeme getirse de uluslararası güçlerce 
yeterince destek alamadığı ifade edilebilir.

Türkiye’nin önerdiği güvenli bölgenin, mevcut uluslararası güvenlik sisteminde BMGK’ nın kararlarının sonucunda oluşturulması ehemmiyet kazanmaktadır. Çünkü Irak’ın Kuveyt’i işgalinin ardından Saddam rejiminin kuzey Irak’a hava operasyonlarını engellemek amacıyla BMGK, 1991 yılında 688 no’lu kararını uygulayarak 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyindeki bölgeyi Irak uçaklarının uçuşunu yasaklamıştır. BMGK’ nın söz konusu kararıyla Kuzey Irak’ta güvenli bölge tesis edilmiştir. Şu noktaya dikkat çekmekte yarar vardır; başlangıçta Türkiye, güvenli bölge-uçuşa yasak bölge planı tamamen Esed rejiminin sivillere karşı düzenlediği saldırıları önlemek gayesiyle önermiştir. Türkiye’nin ilk kez gündeme getirdiği güvenli bölge planının Saddam döneminde Irak’ın kuzeyindeki uçuşa yasak bölge ilanına benzer bir planı olduğunun 
altını çizmek gerekir. Türkiye’nin başlangıçtaki planı oluşturulmaya çalışılan güvenli bölgenin Türkiye-Suriye sınırındaki Suriye toprakları içerisinde 
yer alan Azez-Cerablus hattı boyunca 98 kilometrekare uzunluğa ve 45 kilometre derinliğe sahip bir alanda inşa edilmesiydi. Türkiye bahse konu 
güvenli bölge planının 24 Ağustos 2016 tarihinde başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı ve Ocak 2017’deki Zeytin Dalı Harekatı (Afrin’i YPG’den temizlemesi) ile birlikte güvenli bölge planının boyut-kapsam ve jeopolitik alanın da değiştiğini söylemek mümkündür. Türkiye bilhassa oluşturmaya çalıştığı bölgenin sınırındaki PKK/PYD/YPG ve IŞİD terör örgütlerinden tamamen arındırılmış bir güvenli bir bölge planlamaktadır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin ikinci aşama olarak adlandıracağımız güvenli bölge planının Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda ABD ve müttefikleri nin kurduğu PKK/YPG terör örgütü kantonlarını ortadan kaldırmaktır. Bu durumda Türkiye Suriye ile olan sınırındaki terör tehdidinin önüne geçecektir.

   Aslında Türkiye, 24 Temmuz 2015’te PKK/YPG-IŞİD terör örgütlerine yönelik hava operasyonları başladıktan sonra ABD ile güvenli bölge planı görüşmelerini başlamıştır. Hatta IŞİD’e karşı mücadele edilebilmesi için ABD’nin isteği üzerine Türkiye, uluslararası koalisyona İncirlik üssünü Suriye’de güvenli bölge ve uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi karşılığında açmıştır. Ancak İncirlik üssünün uluslararası koalisyon güçlerinin kullanımına açılmasına Türkiye tarafından izin verilmesinden sonra ABD, güvenli bölge yerine IŞİD terör örgütünden arındırılmış bölgeler kavramını gündeme getirmiştir. 

   Bu bağlamda Ankara’nın Suriye’de inşa edilmesini istediği güvenli ve uçuşa yasak bölge şartlarına ilişkin, Washington’ın sürekli temkinli ve tereddütlü olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun temel sebebi ise, ABD’nin askeri eğitim, danışmanlık, silah ve lojistik destek vererek Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda özerkliğe doğru ilerleyen PKK/YPG terör örgütünü koruma altına almak amacı yatmaktadır. 

Ankara-Washington Güvenli Bölge Planında Anlaşabilir mi? 

Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda güvenli bölge oluşturulması için 5-7 Ağustos 2019 tarihlerinde Ankara’da Türk ve ABD heyeti arasında oldukça kritik bir görüşme gerçekleşti. Görüşmede Türkiye’nin ABD ile vardığı mutabakatın üç aşamadan oluştuğu duyurulmuştu. 

Birinci Aşama Türkiye’nin güvenlik endişelerinin giderilmesi,

İkinci Aşama güvenli bölgenin tesisi için Türkiye-ABD ile birlikte Müşterek Harekat Merkezi’nin kurulması,

Üçüncüsü ise, Güvenli bölgenin bir barış koridor olarak yerinden edilmiş Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönüşlerini sağlamak.

Yukarıda belirtilen mutabakatın Türkiye’nin endişelerini tamamen karşılamadığını söylemek mümkündür. Çünkü Türkiye’nin istediği PKK/YPG’den arındırılmış bir güvenli bölgedir. ABD’nin istediği ise Türkiye-Suriye sınırında 

   “Türkiye, 24 Temmuz 2015’te PKK/YPG-IŞİD terör örgütlerine yönelik hava operasyonları başladıktan sonra ABD ile güvenli bölge planı görüşmelerini başlamıştır. Hatta IŞİD’e karşı mücadele edilebilmesi için ABD’nin isteği üzerine 
Türkiye, uluslararası koalisyona İncirlik üssünü Suriye’de güvenli bölge ve uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi karşılığında açmıştır. ”

    PKK/YPG ile Türkiye arasında bir tampon bölgenin oluşmasıdır. Fakat Türkiye’nin istediği Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda 
oluşmakta olan PKK/YPG özerkliğinin sonlanmasıdır. Bu durumu Amerikalılar bulandırarak Türkiye’ye ağır silahları YPG terör örgütünün elinden almak veya Fırat’ın doğusunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile ABD askeri unsurları arasında havadan ve karadan ortak devriyeye dönüştürerek zaman kazanmaya çalıştığı açıktır. 

   Aslında Türkiye özellikle 20 mil ve 32 km derinlikte Suriye-Irak sınırının Malikiye sınırına kadar uzanan 140 kilometrelik uzunlukta bir güvenli 
bölge kurmaktır. Bu nedenle ortak devriye gibi adımların atılması Türkiye’nin endişelerini giderecek tatmin edici bir yol haritası çizmemektedir. 

   Bu çerçeveden bakıldığında Amerikalıların Ankara’ya önerdiği güvenli bölge planı 5 km ile 15 km derinlikte bir alanda kurulmasıdır. Şayet Türkiye’nin Amerikalıların sunduğu planı kabul etmiş olursa YPG’liler tamamen Amerikalıların koruması altında kendi bölgelerinde şu andaki özerk ya da kanton bölge olarak oluşturdukları bölgeleri meşrulaştırmış olacaktır. Türkiye onun için bu tür planlara karşı çıkmaktadır. Peki Amerikalıların güvenli bölge konusunda tüm manevralarına rağmen neden Türkiye şuana kadar Fırat’ın doğusuna ve Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik herhangi bir adım atmıyor? Sorusu kafaları karıştırmaktadır. Bu sorunun esas cevabı şudur; Türkiye özellikle Amerikalıların samimiyetini test etmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Ankara ABD ile üç madde konusunda mutabık kaldıklarını açıkladılar. Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır; Türkiye daha önce de Amerikalılarla buna benzer bir mutabakatı somut bir örnek olarak Menbiç’te yapmıştı. Haziran 2018’de ABD ile Türkiye arasında Menbiç mutabakatı konusunda kentin etrafında ortak devriye gezmeleri ve Menbiç’teki YPG’lilerin çıkarılması gibi bir anlaşma sağlanmıştı. ABD Menbiç mutabakatını tamamen uygulanmasına yanaşmamıştır. Çünkü Menbiç mutabakatına göre kentin idari ve güvenlik yönetimi tamamen yerli halka verilecekti. Bütün bu sebeplerden dolayı Türkiye güvenli bölge mutabakatı konusunda daha temkinli davranmaktadır.

Yukarıda belirtilen hususlar doğrultusunda, Aslında Türkiye’nin A planı diplomatik yollarla Amerikalılarla anlaşmaya varıp, Fırat’ın doğusunda 
ve Suriye’nin kuzeydoğusunda tamamen güvenli bölge ilan ederek bölgeyi büsbütün YPG terör örgütünden temizlemektir. Türkiye’nin ABD ile vardığı mutabakat noktaları konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmezse Ankara’nın B planı tek taraflı sınırlı da olsa bir askeri operasyon olabileceğini söylemek mümkündür. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zaten şu anda sınırda ciddi bir asker yığınağı mevcuttur. Bu nedenle eğer ki Amerikalılar Ankara ile varılan mutabakata sadık kalmazsa Türkiye B planını hayata geçirecektir. 
Türkiye’nin C planı ise Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda tamamen kontrol ettikten sonra güvenli bölgeye dönüştürüp Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmını bölgeye intikal etmesini sağlamaktır. 

    “ Türkiye 4 milyona yakın Suriyeli mültecilere 37 milyar dolar harcamıştır. 

Bu nedenle Türkiye Suriyeli mülteciler konusunda çok ağır yükün altındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu mültecilerin en azından planlanan güvenli bölge 
oluşturulduktan sonra yüzde 60 ila 70’inin kurulan bölgeye geri dönmesini sağlamaktır.”

   Türkiye’nin Suriye’de 3 tane esas stratejisi var. Bunu A,B,C planı olarak değil temel stratejisi olarak nitelemek mümkündür. Bunlardan birincisi ve en önemlisi Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak, ikinci stratejisi, Suriye’deki terör örgütleri özellikle YPG/PKK terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinden tamamen çıkarılması ve o bölgenin tamamen güvenli bölge ilan edilmesi, Üçüncüsü ise, Türkiye’de bulunan mültecilerin kurulacak güvenli bölgeye yerleştirilmesidir. Türkiye 4 milyona yakın Suriyeli mültecilere 37 milyar dolar harcamıştır. 

Bu nedenle Türkiye Suriyeli mülteciler konusunda çok ağır yükün altındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu mültecilerin en azından planlanan güvenli bölge oluşturulduktan sonra yüzde 60 ila 70’inin kurulan bölgeye geri dönmesini sağlamaktır. Çünkü bu durum Suriyeli mültecilerin aynı zamanda Türkiye’deki 
iç kamuoyunda zaman zaman siyasi bir ihtilafa da yol açtığı görülmektedir. Ayrıca zaman zaman toplumsal bir krize dönüşüyor ve Türkiye bunun altından şu anda mümkün olduğu kadar kalkabiliyor, ancak ilerde ciddi toplumsal, güvenlik ve ekonomik sorunlara da yol açacağını bildiği için şu anda bu güvenli bölge planının üçüncü hedefi Suriyeli mültecilerin en az yüzde 60’ının ülkelerine geri dönmesini istemektedir. 

    Bu üç hedef doğrultusunda eğer ki, Türkiye ABD ile vardığı güvenli bölge mutabakatından herhangi bir somut sonuç elde etmezse kuvvetle muhtemel D planı olarak Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya gitmesine göz yumarak Avrupa’ya mülteci akınını başlatabilir. Mülteciler Türkiye’nin elinde Avrupa’ya karşı önemli bir kart olduğu söylenebilir.

Sonuç itibarıyla ABD Türkiye’nin güvenli bölge planı yerine Türkiye-Suriye sınırında Türk Silahlı Kuvvetleri ile YPG terör örgütü arasında 5 ila 9 km derinlikte bir tampon bölgesinin kurulmasını benimsemektedir. Öte yandan Türkiye’nin öngördüğü güvenli bölgenin etnik ve mezhepsel yapısı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bölgede bulunan Arap, Kürt, Türkmen ve diğer etnik grupların güvenli bölgedeki siyasi, askeri, idari ve mali yapılanmada ortak bir paylaşım içerisinde bulunmalarını sağlamak önemlidir. Suriye’den Türkiye’ye göç edenlerin sayısı Mart 2011’den bu yana 4 milyona yaklaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin güvenli bölge planının temel amaçlarından biri olan oluşturulan bölgeye ülkede bulunan Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesidir. Ancak 8 yıldır Türkiye’de yaşayan ve artık ülkeye adeta yerleşmiş gibi görünen Suriyeliler 
(kamptakiler hariç) güvenli bölgeye gitmeyi kabul etmeyebilir. Özetlemek gerekirse; ABD’nin Türkiye’nin planı doğrultusunda 32 kilometrelik derinlikte bir güvenli bölge kurulmasına ve YPG’lilerin kurdukları kantonların ortadan kaldırılmasına Ankara ile tam anlamıyla mutabık kalması mümkün görülmediği söylenebilir. 

“ ABD Türkiye’nin güvenli bölge planı yerine Türkiye-Suriye sınırında Türk Silahlı Kuvvetleri ile YPG terör örgütü arasında 5 ila 9 km derinlikte bir tampon bölgesinin kurulmasını benimsemektedir.”

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine 
yoğunlaştırmaktadır. 
BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında
ALİ SEMİN.,
Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmaları na devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez 
ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.




***

Vekâlet Savaşından İstihbarat Savaşlarına: Suriye İç Savaşı

Vekâlet Savaşından İstihbarat Savaşlarına: Suriye İç Savaşı


Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. 
İzinsiz yayımlanamaz. 
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

Orta Doğu’nun coğrafi, sosyo-kültürel ve çok etnikli yapısı, tarihsel geçmişindeki bölgesel ve küresel güçlerin mücadele alanı olmasına neden olmuştur. 

   Aynı zamanda siyasi, ekonomik, enerji ve güvenlik bağlamında yaşanan hadiselerin, Orta Doğu coğrafyasındaki güç mücadelesini daha da arttırdığı gözlenmektedir. 

   Bu minvalde, 29 Kasım 1947 tarihinde İsrail ve Filistin devletlerinin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda görüşüldükten sonra Filistin topraklarının bölün mesiyle kurulmasına kararlaştırılması, İsrail’in kurulması ve ardından 1948 Arap-İsrail Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Orta Doğu’nun kronik sorunları baş göstermiştir. Arap-İsrail savaşlarıyla başlayan süreçlere bakıldığında, Orta Doğu’da 1968 yılında Irak’ta Baas Partisi’nin iktidara gelmesi, İran’da 1979 Humeyni Devrimi, 1980-1988 İran-Irak Savaşı, 1990’da Saddam’ın Kuveyt’i 
işgali, 11 Eylül Hadisesi, ABD’nin 2002 yılında Afganistan’ı ve Mart 2003’te Irak’ı işgal etmesi gibi gelişmelerin uluslararası arenada ciddi sorunları beraberinde getirdiği ileri sürülebilir. 

2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta başlayan Arap uyanışı veya Arap isyanları Orta Doğu bölgesinde yeni siyasal sistemlerin kurulmasına ve bölgesel-küresel güç ilişkilerindeki rekabet ve güç mücadelesine yol açmıştır. Bilhassa Suriye’de ve Yemen’de meydana gelen halk isyanlarının iç savaşa dönüşmesinden sonra Orta Doğu’da Filistin-İsrail sorunundan sonra en büyük kriz ve olay olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Suriye iç savaşı artık bölgesel bir krizden çıkmış küresel sorun haline gelmiştir. Dolayısıyla Haziran 2012’den bu yana Suriye’deki iç savaşın önüne geçilmesi için gerek bölge ülkeleri gerekse uluslararası camia pek çok konferans, zirve ve görüşmeler düzenlenmiş ancak herhangi bir somut çözüm bulunamamıştır. Rusya’nın Eylül 2015’te askeri olarak sahaya inmesiyle beraber Suriye’de bulunan dış aktörler tarafından verilen vekâlet savaşlarının dengelerini değiştirmiş tir. Bu nedenle başta Türkiye olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri (ABD) işbirliği yapan İran dışındaki aktörlerin Suriye meselesinde yeni petner arayışına girdiler. Özellikle ABD ve Batı eksenli politikalar üreten ve diyalog yolu 
aralayan Türkiye’nin 24 Ağustos 2016 tarihinde Suriye’de başlattığı Fırak Kalkanı Harekâtı ve 19 Ocak 2017 tarihinde de Zeytin Dalı Hareketi ile iki sınır ötesi iki başarılı operasyonla 

Suriye’de artık hem sahada hem de Rusya- İran ile işbirliğine veya konjonktürel ortaklık halindedir. Bu bağlamda Türkiye, Rusya ve İran’ın 2017 yılında başlattığı Astana süreciyle söz konusu her üç ülkenin garantör olması Suriye iç savaşını tamamen sonlandırmasa da belli bölgelerde çatışmaları geçici olarak durdurabilmiştir. 

2018 yılında Suriye’de güç mücadelesi veren bölgesel ve uluslararası aktörlerin vekâlet savaşından istihbarat savaşlarına önemli bir çizgide geçtiğini söylemek mümkündür. Suriye’de yaşanan pek çok gelişmeleri kendi sınır ve ulusal güvenliğini tehdit ettiğini var sayan Türkiye de istihbarat savaşlarında da mücadele ettiği görülmektedir. 

Astana-Tahran ve Soçi Hattı Suriye’deki İç Savaşı Çözer mi?

Türkiye, Suriye iç savaşının başlamasından sonra 2013 yılında ABD ve Batılı ülkelere üç plan sunmuştur. Bu planlar Esed rejiminin devrilmesi için ılımlı muhaliflere eğit-donat planı, Suriye’de belirli bölgelerin güvenli ve uçuşa yasak bölge ilan edilmesidir. Ancak Washington yönetimi kabul ettiğini ifade etse de bu önerilere yanaşmamıştı. 

Bu nedenle Türkiye, Suriye’de ABD yerine sahada daha aktif olan Rusya ve İran ile işbirliğine giderek ülkede yaşanan mülteci akınını durdurmak ve belli bölgelerde çatışmaların durdurulması için ciddi ve somut adımlar atmaya başladı. Türkiye, Suriye’de Rusya ve İran eksenli işbirliğini kuvvetlendirmek amacıyla 2017 yılında önce Kazakistan’ın başkentinde Astana sürecini başlattı. Astana süreci aslında 2012 yılından bu yana Suriye’de çözüm arayışları olan Cenevre, Viyana, Paris, Kahire ve Riyad gibi başkentlerdeki zirvelere karşı ciddi, somut ve alt yapısı olan aktörlerin inisiyatifi kontrol etme çabası olduğu söylenebilir. 

Ancak şu bir gerçektir ki, Astana süreci dahilinde 4 Mayıs 2017 tarihinde alınan kararların en önemlisi; Türkiye, Rusya ve İran’ın garantör ülke olduğunun ilan edilmesi olsa da ABD, İsrail, Fransa, İngiltere, Çin ve sahada bulunan diğer aktörleri de Suriye topraklarında yok saymak veya söz konusu aktörler olmadan herhangi bir adım atmak pek mümkün görünmemektedir. Başka bir tabirle garantör ülkeler olarak belirli bölgelerde etkin ve etkili olsa da Suriye genelinde ki iç savaşı durdurmak kolay olmayacaktır. Bu açıdan 4 Mayıs 2017 tarihinde Türkiye, Rusya ve İran arasında Suriye’de imzalanan çatışmasızlık bölgeleri anlaşmasının aslında rejimin avantajına olduğunu ifade etmek mümkündür.   

 Çünkü bahse konu garantör ülkelerinin belirlediği Hums, Doğu Guta, İdlib vilayeti, Dera ve Kuteytra’daki çatışmasız bölgelerinde Esed rejimi, Tahran ve Tahran tarafından bariz bir şekilde ihlal edildiği görünmektedir. Dikkat edilirse İdlib dışındaki bölgeler Esed ordusu ve Rus uçakları tarafından bombalanarak rejimin kontrolünde geçmiştir. Aslında Astana’da yapılan anlaşmanın Suriye topraklarında rejim, muhalefet, bölgesel ve küresel güçlerin kontrol ettiği bölgelerde stebil de olsa kalmalarını sağlamaktı. 

Başka bir tabirle 2011 yılından sonra herhangi bir güç kontrol ettiği bölge varsa orada kalma strateji uygulanacak şeklinde ifade edilebilir. Aslında Astana zirvelerinde Türkiye’nin temel hedeflerinden biri çatışmasız bölgeler ilan edilerek Suriye topraklarına muhafaza etmek ve ülkenin kuzeydoğusundaki ADB-Batı ve rejim destekli PKK/YPG terör örgütü yapılı özerk bir Kürt oluşumunu önlemek olduğu söylenebilir. Türkiye’nin tüm girişimi Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumakla birlikte ülkenin siyasi sisteminin geleceğinde tıpkı Irak’ta olduğu gibi 
federalizme dönüşmesinin önüne geçebilmektir. 

Bu nedenle Suriye’de Türkiye-Rusya ve İran’ın orta/uzun vadede farklı politika veya stratejilerinin olmasına rağmen ABD’ye karşı birlikte hareket etmeyi öncelemiş oldukları görülebilir. 

Öte yandan, Astana sürecinde yaşanan gelişmelerin yanısıra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Federasyonu Putin ve İran Cumhurbaşkanı 
Hasan Ruhani arasında 7 Eylül 2018 tarihinde düzenlenen Üçlü Tahran Zirvesinde ilk defa Türkiye ile Rusya’nın ayrıştığı ve fikir ayrılığına sahip olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de bulunan tüm taraflar ateşkes çağırısı yapması üzerine Putin’in itiraz etmesi Ankara-Moskova ve Tahran hattındaki görüş ayrılıkları tam anlamıyla belli olsa da Türkiye-ABD ilişkilerindeki PYD terörü konusundaki kadar derin değildir. 

Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır ki, Tahran zirvesinde ortaya çıkan ateşkes itirazlarına karşın yine de 12 maddelik bir bildirge yayınlanması tarafların Astana sürecini muhafaza etmek istediğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Tahran bildirgesi aşağıdaki gibidir:

1. Astana formatının Ocak 2017’den bu yana sağladığı başarılardan, özellikle de Suriye Arap Cumhuriyeti genelindeki şiddetin azaltılmasında katedilen ilerlemeden ve ülkede barış, güvenlik ile istikrara yapılan katkıdan duydukları memnuniyeti ifade etmişlerdir.

2. Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğü ile BM Şartı’nın amaç ve ilkelerine olan kuvvetli ve devam eden taahhütlerini vurgulamış ve bunlara herkes tarafından saygı gösterilmesi gerektiğinin altını çizmişlerdir. Kim tarafından gerçekleştirildiğine bakılmaksızın, hiçbir eylemin bu ilkelere halel getirmemesi gerektiğini yinelemişlerdir. Terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler yaratılmasına dair her türlü girişimi reddetmiş, Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğini zayıflatmayı amaçlayan ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını ifade etmişlerdir.

3. Sahadaki güncel durumu ele almışlar, 4 Nisan 2018 tarihinde Ankara’da yapılan son toplantılarının ardından Suriye Arap Cumhuriyeti’yle ilgili meydana gelen gelişmeleri değerlendirmişler ve aralarındaki mutabakat uyarınca üçlü eşgüdümü sürdürmek hususunda hemfikir kalmışlardır. 

Bu çerçevede, İdlip gerginliği azaltma bölgesindeki durumu görüşmüşler ve bu konuyu yukarıda belirtilen ilkelere ve Astana formatını tanımlayan işbirliği ruhuna uygun olarak ele almayı kararlaştırmışlardır.

4. BM Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan DAEŞ, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DAEŞ’le bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler ve oluşumların tamamen ortadan kaldırılması amacıyla aralarındaki işbirliğini sürdürme kararlılıklarını teyit etmişlerdir. Terörle mücadelede, yukarıda belirtilen terörist grupların ateşkes rejimine katılmış veya katılacak olan silahlı muhalif gruplardan ayrıştırılmasının sivil zayiatın önlenmesi bakımından da dahil olmak üzere büyük önem arzettiğinin altını çizmişlerdir.

5. Suriye ihtilafına askeri çözüm getirilemeyeceğine ve ihtilafın yalnızca müzakere edilmiş bir siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğine dair inançlarını yinelemişlerdir. Siyasi sürecin Soçi’de düzenlenen Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nin kararları ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu olarak ilerletilmesi amacıyla aralarındaki aktif işbirliğini sürdürme kararlılıklarını teyit etmişlerdir.

6. Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde bir siyasi çözüme ulaşma sürecini ilerletme amaçlı ortak çabaları sürdürme konusundaki kararlılıklarını yinelemişler ve Anayasa Komitesi’nin kurulması ile çalışmalarının başlatılmasına yardımcı olmaya yönelik taahhütlerini vurgulamışlardır. 

Kıdemli memurları ile Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilci si arasındaki yararlı istişarelerden duydukları memnuniyeti vurgulamışlardır.

7. Bütün Suriyelilerin normal ve huzurlu bir hayata yeniden kavuşmalarına ve acılarının hafifletilmesine yönelik tüm çabalara destek olma ihtiyacını vurgulamışlardır. Bu bağlamda, ilave insani yardım göndermek, insani mayın temizliği faaliyetlerini kolaylaştırmak, sosyal ve ekonomik tesisler de dahil olmak üzere temel altyapı unsurlarını eski haline getirmek ve tarihi mirası korumak suretiyle Suriye’ye yapılan yardımı artırmaları için başta Birleşmiş Milletler ve insani ajansları olmak üzere uluslararası topluma çağrıda bulunmuşlardır.

8. İhtiyaç duyan tüm Suriyelilere hızlı, güvenli ve kesintisiz insani erişim sağlanmasını kolaylaştırma yoluyla, sivillerin korunması ve insani durumun iyileştirilmesini hedefleyen ortak çabaları sürdürmedeki kararlılıklarını yinelemişlerdir.

9. Sığınmacıların ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilerin Suriye’de ikamet ettikleri asıl yerlere güvenli ve gönüllü olarak geri dönüşleri için gerekli şartların oluşturulması ihtiyacının altını çizmişlerdir. Bu amaçla, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve diğer uluslararası uzmanlık kuruluşları da dahil olmak üzere, ilgili tüm taraflar arasındaki eşgüdüm ihtiyacını vurgulamışlardır. [Suriyeli mülteciler ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişiler hakkında uluslararası bir konferansın toplanması fikrini değerlendirmek hususunda mutabık kalmışlardır.

10. BM ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) uzmanlarının katılımıyla yürütülen, alıkonulanlar / kaçırılanların serbest bırakılması, cenazelerin teslimi ve kayıp şahısların tespiti Çalışma Grubu’nun faaliyetlerindeki ilerlemeyi memnuniyet  ile karşılamışlardır.

11. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Sayın Vladimir Putin’in daveti üzerine, bir sonraki toplantılarını Rusya Federasyonu’nda yapmayı kararlaştırmışlardır.

12. Rusya Federasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanları, Tahran’daki Üçlü Zirve’ye evsahipliği yapmalarından ötürü İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Hasan Ruhani’ye içten teşekkürlerini sunmuşlardır.

Yukarıda belirtilen gelişmelerin ışığında, Tahran zirvesinin temel çıkış noktası İdlib’de ateşkes ilan edilmesi Türkiye’nin temel hedeflerindendi. 

Bu bağlamda 17 Eylül’de Soçi’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Putin’in görüşmesi sonrasında İdlib mutabakatı imzalandı. Türkiye İdlib’deki radikal grupları ikna ederek ağır silahların 15-20 km’lik bir alandan uzaklaştırılmasını ve söz konusu bölgeyi tampon bölge ilan edilmesi için adeta ikna etme pozisyonundadır. Başka bir ifadeyle Soçi’deki zirveye Türkiye’nin Rusya ile radikal unsurlar arasında dolaylı olarak arabulucu görevi gördüğünü söylemek yanlış olmaz. 


    Bu bakımdan eğer ki Türkiye’nin İdlib’de bulunan radikal guruplarına yönelik ikna çabası kısa veya orta vadede başarılı olmazsa kentin yeniden rejim ve Ruslar tarafından bombalanmaya başlanacağını öngörmek mümkündür. 

İdlib Rusya-İran ve Rejim İçin Ne Anlama Geliyor? 

İdlib’in stratejik bir öneme sahip olmasıyla birlikte 8 yıldır devam eden Suriye iç savaşında kazanan tarafın olmamasından dolayı Esed rejimi ve Rusya’nın kenti kontrol ederek zafer ilanı çabaları içinde oldukları söylenebilir.

 Dolayısıyla Soçi zirvesinde rejimin ve Rusya’nın saldırıları önlendi, ancak orta vadede tekrardan kontrol amaçlı İdlib’e saldırılar düzenlenebilir. 

Örneğin el Kaide bağlantılı gurupları terör varlığı olarak gerekçe gösterilerek saldırılar başlatılabilir. İdlib’in tamamen tüm terör örgütlerinden temizlenmesi kısa vadede oldukça zor gözükmektedir. Çünkü İdlib’de radikal terör örgütleri içerisinde ılımlı gurupları ayırt etmek pek kolay görünmüyor. 

Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı’nın Suriye’deki Operasyonları Başarılı mı?

Suriye’de yalnızca askeri olarak varlık göstermenin yeterli olmadığı, ülkedeki vekalet savaşlarının yanında istihbarat savaşının olduğu ortadadır. Türkiye’nin 2016 yılından beri Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatları ile Suriye’de düzenlediği sınır ötesi operasyonlarının başarılı olmasındaki temel etken; Türk Silahlı Kuvvetleri ile İstihbarat birimleri arasındaki koordinasyondur. 

Eğer ki Suriye topraklarında Türkiye’nin istihbaratı güçlü bir şekilde çalışmış olmasaydı askeri operasyonları da eksik kalırdı. Dolayısıyla TSK ile MİT’in Suriye’de koordineli olarak çalışmasının ciddi başarılar elde ettiği görülmektedir. Öte yandan, Türkiye’nin Suriye topraklarındaki yerel muhalif guruplarla yakından teması da başarısında etkendir. Gerek Özgür Suriye Ordusu’nu kontrolünde tutması gerekse sahadaki birçok gurubun içerisinde istihbarat 
toplama kabiliyeti Türkiye’nin Suriye sahasındaki operasyonel gücünü artırmaktadır.

    Bu nedenle, Türkiye’nin istihbarati başarısını önemli operasyonlarla gösterdiğini söylemek mümkündür. Örneğin 12 Eylül 2018 tarihinde 
MİT’in bizzat kendi elemanlarıyla herhangi bir dış istihbaratlardan destek almadan 53 vatandaşın hayatını kaybettiği Reyhanlı saldırısının planlayıcısı terörist Yusuf Nazik’i Suriye’nin Lazkiye kentinde yakalaması ve Türkiye’ye getirmesinin ciddi bir çalışma olduğunu kabul etmek gerekir. Lazkiye’de bulunan Rus ve Rejim güçlerine rağmen operasyon yapmak meşakattli bir durumdur. Terörist Nazik operasyonundan sonra bu kez 14 Eylül’de MİT, Zeytin Dalı Harekatı sırasında Piyade Üsteğmen Oğuz Kaan Usta ve Piyade Uzman Çavuş Mehmet Muratdağı’nın şehit edilmesi ve akabinde Usta’nın naaşının kaçırılması olayına karışan 9 teröristin Afrin’in Raco beldesinde yakalanıp Türkiye’ye getirdi. 
Bu tür operasyonların Suriye topraklarında yapılmasının en önemli göstergesi dünya kamuoyuna Türk istihbaratının Suriye’de ne kadar etkin olduğunu ve gerektiğinde operasyon yapabilecek güçtedir mesajını da vermektedir. Yukarıda belirtilen gelişmeler değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Suriye meselesinde diplomatik, askeri ve istihbarati olarak var olmasının kendi sınır güvenliğini ve ulusal güvenliğini korumak bakımından hayati öneme sahiptir. 


www.bilgesam.org
BİLGESAM Hakkında
BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine    yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında;

Ali SEMİN.,

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü 
olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış 
politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, 
Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.


***

16 Şubat 2020 Pazar

Türkiye-İran Yakınlaşması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran Ziyareti

Türkiye-İran Yakınlaşması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran Ziyareti




< Türkiye-İran Yakınlaşması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran Ziyareti
 >

Bayram Sinkaya
  09.10.2017
Ankara ile Tahran arasında son aylarda dikkat çekici bir yakınlaşma var. Bu yakınlaşmada Ortadoğu’da meydana gelişmelerin önemli payı olduğu açık. Arap baharının ardından Türkiye ile İran arasında çeşitli boyutları ile ortaya çıkan rekabet ve bölgesel krizler her iki ülkenin de menfaatlerini olumsuz etkiledi. Özellikle Suriye’de ve Irak’ta yıllardır süren krizler her iki hükümeti bölgesel meselelerin çözümünde işbirliği yapmak ve bölge dışı büyük güçlere itimat etmemek hususunda birleştirdi. Öte yandan bölgede aşırıcılık, terörizm ve mezhepçiliğe karşı mücadele iki ülkenin ortak gündemi oldu. Son aylarda ABD’nin PKK’nın Suriye kolu PYD ile aktif işbirliğine girmesi hem Ankara’yı hem de Tahran’ı rahatsız etti. Suriye meselesi ile ilgili olarak Ocak 2017’de başlayan Astana sürecinde kaydedilen ilerleme, iki ülke ilişkilerinde güven artırıcı bir adım oldu. Son olarak ‘ Irak Kürdistan Bölgesi’nde düzenlenen ‘bağımsızlık referandumu’ iki ülkede ortak tehdit şekliden değerlendirildi. Bu süreçte iki ülke genelkurmay başkanlarının kısa süre içerisinde gerçekleştirdikleri karşılıklı ziyaretler ile Türkiye-İran ilişkilerine güvenlik ve askeri işbirliği boyutu eklendi.

Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin gelişmesinde ortak güvenlik tehditleri ve bölgesel kaygıların yanı sıra ikili ilişkilerin kurumsallaşmasının büyük rolü var. Zaman zaman yükselen gerilime rağmen iki ülke arasında 2014’te Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi’nin(YDİK) kurulması ve Tercihli Ticaret Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ikili ilişkilerin kurumsallaşması adına atılan önemli adımlar oldu. Nitekim YDİK dört yıldır cumhurbaşkanları ve çok sayıda bakanın katılımıyla, istikrarlı bir şekilde dönüşümlü olarak Ankara ve Tahran’da toplanıyor.

Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan YDİK’in dördüncü toplantısına katılmak üzere 4 Ekim’de Tahran’a gitti. Ziyaretin gündeminde hem ikili ilişkiler hem de bölgesel meseleler vardı. Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile birlikte YDİK’e başkanlık etti. Ayrıca ‘İslam Devrimi Rehberi’ Ayetullah Ali Hamanei ile bir araya geldi.

İkili İlişkiler

Ziyaret sırasında İran Ekonomi ve Finans Bakanlığı ile Türk Gümrük ve Ticaret Bakanlığı arasında; iki ülke merkez bankaları arasında; Türkiye Başbakanlık Arşivleri ile İran Milli Kütüphanesi arasında ve TRT ile IRIB arasında dört ayrı mutabakat zaptı imzalandı. Ayrıca iki ülke cumhurbaşkanları ikili ilişkilerden çeşitli bölgesel meselelere kadar bir dizi konuyu içeren ortak bildiri yayınlandı. İki ülke arasında 30 milyar dolarlık ticaret hacmine ulaşma hedefi tekrar edildi.

Ziyarette ikili ilişkiler ile ilgili dört husus öne çıktı. Birincisi ulusal para birimleri ile ticaretin ve iki ülke ulusal bankalarının karşılıklı olarak şube açmalarının önünün açılması. Bu konu daha önce de gündeme geldiği halde İran’a yönelik Amerikan ve BM yaptırımları nedeniyle uygulamaya geçilememişti. İkinci konu, karşılıklı ticaretin ve gidiş-gelişlerin teşvik edilmesi için iki ülke kara sınırında bulunan üç gümrük kapısının ( Doğubeyazıt, Kapıköy ve Esendere) yirmi dört saat açık tutulmasında prensip olarak anlaşmaya varıldı. Üçüncü konu enerji işbirliği idi. İran doğal gaz sanayisini geliştirme çabalarına daha fazla Türk yatırımcının dahil olması, buna karşılık Türkiye’nin İran’dan aldığı gaz miktarını artırması konusunda görüş birliğine varıldı. Fakat bu konuda detaylı bilgi verilmedi. İki ülkenin enerji konusunda karşılıklı ilgisi ve çıkarının yanı sıra 1996 yılında imzalanan mevcut doğalgaz anlaşmasının süresinin dolmak üzere olması nedeniyle bu konu önümüzdeki günlerde Türkiye-İran ilişkilerinin gündeminde olmaya devam edecek.

Bölgesel İşbirliği.,

Ziyaretin, Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar’ın 2 Ekim’de Tahran’a yaptığı ziyaretin ardından yapılması dikkatlerin muhtemel askeri-güvenlik işbirliğine çevrilmesine neden oldu. Yanı sıra, Türkiye’nin ve İran’ın bütün uyarılara rağmen referandumu yapan ‘Irak Kürdistan Bölgesi’ne (IKBY) karşı muhtemel işbirliğini gündeme getirdi. Türkiye, İran ve Irak dışişleri bakanları daha önce 20 Eylül’de New York’ta bir araya gelmiş, ortak bir bildiri yayınlamıştı. Bildiride tarafların Irak’ın toprak bütünlüğüne bağlılığı ve referanduma karşı oldukları vurgulanmıştı. Erdoğan’ın ziyareti sırasında cumhurbaşkanları ortak bildirisinde, ortak basın açıklamasında ve Erdoğan-Hamanei görüşmesinde iki ülke arasında güvenlik işbirliğinin geliştirilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması için güçlü mesajlar verildi.

Ortak bildiride iki ülke sınırlarında PKK ve PJAK unsurlarına karşı mevcut işbirliği mekanizmalarının güçlendirilmesinin ve organize suç örgütleri ile terörizme karşı mücadelede ortak adımlar atılmasının iki ülkenin de menfaatine olduğu vurgulan dı. Irak anayasasına, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı yinelenerek Irak Kürdistan Bölgesinde yapılan‘illegal ve gayrimeşru referandum’ reddedildi ve bu adımın geri alınması talep edildi. Bu çerçevede, Irak hükümetinin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini koruması için attığı adımlara destek verildi. 

Erdoğan ile görüşmesinde Ayetullah Hamanei, referandumun bölgeye ihanet ve bölgenin geleceğine tehdit olduğunu belirtti. İran ve Türkiye’nin referandumla mücadele için mümkün olan her adımı atması gerektiğini söyledi.

Ziyaretin en önemli sonuçlarından birisi Türkiye, İran ve Irak arasında IKBY’ye karşı alacakları yaptırım kararlarını koordine etmek için istişare mekanizması kurulması oldu.

Erdoğan ile birlikte yaptığı basın toplantısında Ruhani, üç ülkenin bölgedeki siyasi sınırların değişmesine izin vermeyeceklerini, bunun için gerekli ve ciddi tedbirleri alacaklarını belirtti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, üç ülkenin bundan sonra birlikte daha ağır kararlar alacaklarını, geri adım atmaz ise IKBY’nin izole edileceğini söyledi. Erdoğan, ziyaretin ardından yaptığı açıklamada Kürdistan bölgesinden petrol ihracatının durdurulup durdurulmayacağına üç ülkenin birlikte karar vereceğini ifade etti.

Sonuç olarak, iki ülke IKBY’nin bağımsızlık girişimine karşı birlikte hareket edeceklerini en yüksek düzeyde ifade etti. Ayrıca Türkiye ve İran’ın IKBY’ye karşı alınacak tedbirleri ve yaptırım kararlarını Irak merkezi hükümeti ile koordine edecekleri ortaya çıktı. Dolayısıyla, Ankara ve Tahran, ayrı ayrı veya birlikte IKBY’ye karşı bir adım atmadan önce Bağdat’ı izlemeye karar vermiş görünüyor. Bununla beraber her iki ülkenin de Irak merkezi hükümetini IKBY’ye karşı sert tedbirler alması için teşvik etmesi muhtemel. Her hâlükârda üç ülke arasında IKBY’ye karşı alınacak tedbirlerin ve işbirliğinin kapsamını Erbil-Bağdat ilişkilerinin seyri belirleyecek.


https://orsam.org.tr/tr/turkiye-iran-yakinlasmasi-ve-cumhurbaskani-erdogan-in-iran-ziyareti/

***

İran Türkiye'nin Kürt Sorununu Çözmesini Neden İstemez?

İran Türkiye'nin Kürt Sorununu Çözmesini Neden İstemez?



Bayram Sinkaya*  
14.03.2013



*Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya 
ORSAM Danışmanı Yıldırım Beyazıt Üni. Uluslararası İliş. Bl.
Türkiye bir süredir " Çözüm Süreci " adı altında Kürt meselesine çözüm yolları arıyor. 

Gerçi AK Parti'nin 2005 yılında aynı meseleye matuf olarak başlattığı "demokratik açılım" süreci çerçevesinde birçok iniş çıkış yaşandı. 

Milletvekilleri Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata'nın İmralı'da Abdullah Öcalan ile görüşmesiyle yeniden ivme kazanan sürece bu defa "çözüm süreci" adı verildi. 
Adının çağrıştırdığı iyimserliğe karşın hem hükümet kanadından hem de BDP/Kürt kanadından ihtiyatlı olunmasına dair uyarılar gelmektedir. 

Bu "ihtiyatlı iyimserliğin" altında yatan sebeplerden birisi Türkiye'nin bu sorunu çözmesini istemediği düşünülen mihrakların çeşitli faaliyetlerle süreci sabote edebileceği endişesidir. Realist bir perspektifle meseleye bakan birçok çevre "Kürt sorunu çözülürse adeta "uçacak" bir Türkiye'yi bölgede ve dünyada 
hiç bir devletin" istemeyeceğini ileri sürmektedir. Bu hususta ismi sıkça öne çıkarılan devletlerden birisi İran'dır.

Bir süredir İran'ın PKK, en azından PKK içinde Cemil Bayık gibi İran'a yakın olduğu iddia edilen liderler ile Türkiye'ye karşı ittifak içinde olduğu iddia edilmektedir. 

Diğer taraftan Türk ve Ata'nın İmralı ziyaretlerinden kısa bir süre sonra Paris'te işlenen PKK'lı cinayetlerinden sonra Türk'ün de aralarında bulunduğu bazı kişiler 
muhtemel şüpheliler arasında İran'ı da saydılar. Acaba İran gerçekten Türkiye 'nin Kürt sorununu çözmesini istemiyor mu?

Yukarıda da işaret edildiği üzere akla gelen ilk açıklama klasik bir yaklaşıma dayanmaktadır. Buna göre Kürt sorunun çözülmesi Türkiye'nin gücünü artırması 
beklenmektedir. O halde bölgede Türkiye'yi kendisine rakip olarak gören İran, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyeceği için Kürt sorununu çözmesini de istemez. 
Oysa bu sorunu çözen, güçlü ve müreffeh bir komşunun pekâlâ İran'a da olumlu katkısı olacaktır. Nitekim bu bakış açısıyla İran hem Türkiye'nin AB'ye üyelik 
sürecine, hem de demokratik açılım sürecine destek vermişti. Zira Türkiye'nin doğusunda sağlanacak istikrar, asayiş ve ekonomik gelişme, yıllardır sınırın 
ötesinde benzer sorunları yaşayan İran'ın kuzeybatı kesiminde olumlu bir şekilde hissedilecektir.

Bu hususta dile getirilen diğer bir iddiaya göre Türkiye'nin demokratik yollarla bu sorunun çözümünde mesafe alması, yoğun ve kompakt bir Kürt nüfusa sahip 
"otoriter" İran yönetimini zor durumda bırakacaktır. Yani Türkiye'deki soydaşlarının "kazanımlarını" gören İran Kürtleri de kendi yönetimleri üzerinde benzer haklara kavuşmak için baskı yapacaktır. Bu nedenle İran Türkiye'nin Kürt sorununu demokratik yolardan çözmesini istemeyecektir. Bu iddiada haklılık payı olmakla birlikte İran'ın Kürt meselesinin mahiyetinin ve geldiği aşamanın Türkiye'deki meseleden biraz daha farklı olduğunu ifade etmek gerekir. Nitekim, Kuzey Irak'ta Kürtlerin federasyon taleplerini destekleyen İran hiçbir kompleks duymadan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni hemen tanımış ve ilişkilerini geliştirmiştir.

Dolayısıyla, İran belki Türkiye'nin Kürt meselesini çözmesinden rahatsız olmayacaktır ama Türkiye'nin bu meseleyi çözme yöntemi İran makamlarında muhakkak rahatsızlık uyandırmaktadır. Zira "çözüm süreci" adeta sayıları 4000'i bulduğu ifade edilen PKK militanlarının sınırdışına çekilmesine endekslenmiş vaziyettedir. 

Sınırdışına çekilen bu militanlar silahlarıyla birlikte acaba nereye gidecektir? Kuzey Irak, İran, Suriye gidebilecekleri yerler arasında sayılmaktadır. Ne tuhaftır ki yıllardır komşularını PKK teröristlerini barındırmakla itham eden Türkiye, şimdi komşularıyla işbirliği yapmadan, danışmadan PKK'ya nereye isterse gidebileceği ni söylemektedir. Bu hususta işaret edilmesi gereken ikinci husus, Türkiye sınırlarının dışına çıkan silahlı PKK militanlarının ne yapacağı ile ilgilidir. 

Acaba bu militanlar dağ başında oturup sürecin tamamlanmasını mı bekleyecek tir? 
Hayır. 
Türkiye'deki faaliyetlerini askıya alan PKK, büyük bir ihtimalle ya İranlı Kürtlerin silahlı mücadelesine destek verecek ve İran'a karşı savaşacaktır ya da Suriye'ye giderek oradaki Kürt halkının "kazanımlarını" artırmaya ve korumaya çalışacaktır. PKK'lıların silahlarıyla birlikte Türkiye sınırlarının dışına çekilmesi, çözüm sürecinde Türkiye'ye zaman kazandıracaktır. Fakat sınır dışına çekilen PKK'lıların PJAK ile birleşerek İran'a karşı mücadeleye yoğunlaşması İran makamlarını kaygılandırmaktadır. Nitekim geçen hafta içerisinde İranlı Kürt siyasilere karşı bir tutuklama dalgası başlamıştır. Bu dalganın Kürtlere karşı 2008 yılından beri yapılan en kapsamlı operasyon olduğu söylenmektedir. 

Bu operasyonun Türkiye'deki çözüm sürecine denk gelmesi bir tesadüf değildir. Evet, bu şartlar altında ve PKK'nın sınır dışına çekilmesine endekslenen çözüm 
süreci İran'ı rahatsız etmektedir. 

Bunun nedeni İran'ın Türkiye'nin demokratikleşmesinden ve güçlenmesinden endişe duyması değil,  PKK "ateşinin" kendi ülkesi sınırlarına girmesinden korkmasıdır.

https://orsam.org.tr/tr/iran-turkiye-nin-kurt-sorununu-cozmesini-neden-istemez/

***