16 Şubat 2020 Pazar

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 1

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 1






BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 72 
HAZİRAN 2016
bilgesam
BİLGESAM YAYINLARI 
RAPOR NO: 72 
Kütüphane Katalog Bilgileri: 
Yayın Adı: Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Orta Doğu Vizyonu ve Stratejisi 
Yazar: Prof. Dr. Atilla SANDIKLI, Sibel KARABEL 
ISBN: 978-605-9963-21-3 
Sayfa Sayısı: 70 
Kapak Tasarımı: Sertaç DURMAZ 
Baskı & Cilt: Gülmat Matbaacılık 
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul 
Tel: 0212 577 79 77 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Wise Men Center for Strategic Studies 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi No:10 
Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36 
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 

YAYINLARI 

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
Copyright © BİLGESAM HAZİRAN 2016 
Bu yayının tüm hakları saklıdır. Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

SUNUŞ 

Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve politikaları tarihsel olarak değerlendirildiğinde, kültürel ve coğrafi bakımdan yakınlığı nedeniyle Orta Doğu’daki barış ve istikrarın yansımalarının uygulanan politikalara etki ettiği görülmektedir. Dönemsel olarak Orta Doğu’da yaşanan Hatay ve Musul Meseleleri, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşları gibi gelişmelerden çıkarılan dersler doğrultusunda Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik uygulamaları genel itibariyle; ihtiyatlı, sorunların parçası olmayan ve taraf tutmayan, gerçekçi ve dengeci bir çizgide seyretmiştir. 

Bu kapsamda, uluslararası ilişkiler ortamında son 20 yıldaki gelişmeler, özellikle Orta Doğu’da 2010’da başlayan dönüşüm süreci küresel ve bölgesel dengeleri 
yeniden şekillendirmiştir. Bu doğrultuda Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve politika öncelikleri; tarihsel deneyimlerden elde edilen öngörü ve hem küresel hem de Orta Doğu’ya yönelik dinamiklerin değişen düzeniyle birlikte değerlendirilerek gözden geçirilmeyi zorunlu kılmaktadır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve stratejilerini dönemsel olarak inceleyerek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak ve karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Orta Doğu Vizyonu ve Stratejisi” adlı raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı ve BİLGESAM Uzmanı Sibel Karabel tarafından hazırlanan rapor 13 Mayıs 2016 tarihinde icra edilen 25. Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiştir. Rapor, kurul üyelerinin görüş ve önerileri doğrultusunda gözden geçirilmiş ve yayına hazırlanmıştır. 

Raporun karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Sibel Karabel’e rapora değerli görüş ve önerileriyle katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli vakitlerini sarf eden başta (E) Oramiral Salim Dervişoğlu ve 
(E) Büyükelçi Oğuz Çelikkol olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu’na ve emeği geçen BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

Prof. Dr. Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı 


YÖNETİCİ ÖZETİ 

Orta Doğu tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde, gerek jeopolitik konumu gerekse stratejik önemi bakımdan uluslararası konjonktürde küresel ve 
bölgesel güçlerin odak noktası olmuştur. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını birbirine bağlayan ticaret yollarının kavşak noktasında bulunması bölgeye jeopolitik değer kazandırırken, sahip olduğu petrol rezervleri bölgenin stratejik önemine işaret etmektedir. Diğer taraftan Orta Doğu, kadim medeniyetlerin 
ve kültürlerin buluştuğu çok kültürlü ve coğrafi özellikleriyle kendine özgü dinamikleri olan bir bölge olarak öne çıkmaktadır. 

Orta Doğu’nun jeopolitik konumu ve hemen her dönem güç mücadelelerine sahne olması, diğer küresel ve bölgesel aktörlerin güvenlik ve refahını etkileyecek potansiyel riskleri de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, bölgede süregelen çatışma ve istikrarsızlıkların yansımaları Orta Doğu bölgesini dünya çapında öncelikli bir yere taşımıştır. 

Son çeyrek yüzyılda uluslararası düzlemde meydana gelen sistem düzeyindeki dönüşüm ve eşlik eden küreselleşme olgusu uluslararası sistemin yapılanmasını 
bütünüyle değiştirme potansiyelindedir. Bunun yanı sıra, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlangıçta oluşan tek kutuplu düzlemde, beş önemli gelişmenin uluslararası sistemi derinden etkilediği gözlemlenmiştir. Bunlar; 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de meydana gelen terör saldırıları; 2008 yılında yaşanan Finansal Kriz; Rusya’nın küresel bir aktör olarak yakın çevresinde siyasi ve askeri varlığını artırması; 2010 yılında Tunus’ta başlayarak tüm Arap dünyasına yayılan Arap Baharı; dünya ekonomisinin ve dolayısıyla ABD’nin küresel stratejilerinin ağırlık merkezinin Asya Pasifik’e kaymasıdır. 

Arap Baharı bölgeyi derinden etkilemiş ve Orta Doğu’da yönetim değişikliklerine varan siyasi bir dönüşüm sürecini başlatmıştır. Aynı zamanda, diğer devletlerin dış politika vizyonlarını, oluşan yeni konjonktüre göre adapte etme gerekliliği Arap Baharı’nın etkinlik alanını bölge sınırlarının dışına taşımaktadır. 

Arap Baharı ile birlikte, Orta Doğu genelindeki bu değişim süreci küresel konjonktürde bölgenin önemini artırmıştır. Orta Doğu’nun artan önemi ve 
değişen dengeleri, Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve politikalarında önemli değişikliklere neden olmuştur. Bu gelişmeler küresel ve bölgesel aktörler ile 
Türk kamuoyunda tartışılmaya başlanmış ve sorgulanmıştır. Bu kapsamda, kimi çevreler Türkiye’nin düzen kurucu güç söylemi perspektifinde Orta Doğu’da etkinliğini kuvvetlendirmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu iddialı vizyon ve politikanın aksine kimi çevreler ise, bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışan bir anlayışın Türkiye’yi Orta Doğu’daki sorunların parçası haline getireceğini ifade etmektedir. 

“Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Orta Doğu Vizyonu ve Stratejisi” başlıklı raporun temel amacı Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik tarihsel 
vizyonunu dönemler halinde inceleyerek mevcut deneyimlerin sonuçlarını irdelemek ve böylelikle Orta Doğu’da gelişen yeni konjonktür çerçevesinde 
oluşturulan politika ve stratejilerin araştırılması suretiyle geleceğe yönelik bir analiz yapmaktır. 

Üç bölüm halinde yazılan raporun ilk kısmında, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin dış politika vizyonu ve bu vizyon içinde Orta Doğu’nun yeri tarihsel dönemlere ayrılarak incelenmektedir. Kapsamı itibariyle 1923- 2002 dönemleri arasını ele alan bu bölümde, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikalarının hangi prensiplere dayandığı ve nasıl seyrettiği üzerinde durulmaktadır. Bölümün analiz ve değerlendirmesinde; tarihsel deneyimlerinden elde edilen çıkarımlarla, Türk dış politikasının geleceğine yönelik dikkate alınması gereken hedefler ve prensipler belirlenmeye çalışılmaktadır. 

Çalışmanın ikinci bölümü, 2002-2015 dönemi arası Türk dış politika vizyonunu ve Orta Doğu’ya yönelik uygulamalarını incelemektedir. Bu bağlamda, son 
dönem uluslararası ilişkiler ortamında meydana gelen değişimleri analiz etmek amacıyla uluslararası ilişkiler literatüründe, küresel ortamda ve Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler değerlendirilmiştir. Çizilen bu tabloda, Türk dış politikasının Orta Doğu vizyonu, birbirinden farklılıklar gösteren 2002-2009 ve 2009-2015 yılları arası dönemlere ayrılarak incelenmektedir. Bölümün analiz ve değerlendirme kısmında, Türkiye’nin Orta Doğu vizyonuna etki eden birbiriyle içiçe geçmiş üç unsura vurgu yapılmaktadır. Bu unsurlar; Türkiye’nin iç politikasındaki değişimlerin Orta Doğu vizyonuna etkisi, Orta Doğu’daki gelişmelerin Türkiye’nin iç ve Orta Doğu politikasına etkileri ve uluslararası ilişkiler ortamındaki gelişmelerin Orta Doğu’ya etkileridir. 

Sonuç ve Öneriler bölümünde her iki bölümün inceleme, analiz ve değerlendirmeleri dikkate alınarak geleceğe yönelik katkılar sağlayabilecek hususlar vurgulanmaktadır. Bu bölümde elde edilen bulgular özetlenecek olursa ortaya çıkan tablo şu şekildedir: 

Türk dış politikasının Orta Doğu vizyonu incelendiğinde, 2000’li yılların başında politika oluşum süreçleri ve uygulamaları kuruluş hedef ve prensipleri 
ile tarihsel deneyimlere büyük ölçüde uygundur. Bu dönemdeki politikalar ve uygulamalar başarılı sonuçlar vermiş, Türkiye hem Batı hem de Orta Doğu 
ülkeleri arasında takdir edilen saygın bir ülke konumuna gelmiştir. 

Ancak daha sonraki yıllarda Orta Doğu vizyonu ve uygulamaları, tarihsel süreçteki deneyim ve pratiklerden uzaklaşmıştır. 

Bunun nedenleri; vizyon temelli dış politika arayışı kapsamında sahadaki gerçeklerden ve reel politikten uzaklaşılması; güç, çıkar ve politika ilişkisinin 
yanlış kurgulanması; hedeflerin belirlenmesinde ve prensiplerin uygulanmasında önemli hatalar yapılması; ve gerçekler, söylemler ve uygulamalar arasında farklar oluşmasıdır. 

Türkiye’nin kuruluşundaki dış politika hedef ve prensipleri ile yaşanan tarihsel deneyimlerden alınan derslere uygun olarak Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu; 
ulusal çıkarları hedefleyen; küresel ve bölgesel güçlerin beklentileri ve politikalarını dikkate alan; Batılı müttefiklerimizin beklentileri ile bölge ülkelerinin algılarını dengeleyen; bölgesel barış, istikrar ve refahı öngören; ekonomik entegrasyonu önceleyen; bölgedeki farklılıkları dikkate alarak çoğulcu 
bir anlayışı benimseyen; eşitlik temelinde uzlaşmaya önem veren; sorunların bir parçası olmamaya özen gösteren; gerçekçilik ve esneklik prensiplerine uygun 
politikalar üzerine inşa edilmelidir. 

Türkiye’nin Orta Doğu’daki konumunu pekiştirecek en tutarlı uygulama; sorunların bir parçası olmadan, sorunlara çözüm bulabilecek ve arabuluculuk 
icra edebilecek bir politika üretmektir. Bu politika gereği ittifaklar, kuruluş dönemi dış politika hedef ve vizyonunda olduğu gibi milli menfaatler dikkate 
alınarak gerçekçilik ve dengecilik prensiplerine uygun olarak oluşturulmalıdır. Daha net bir deyişle; Batı’nın ittifak sisteminin parçası olarak gerekenler 
yerine getirilirken, Orta Doğu devletlerinin hassasiyetleri ile tarihi ve kültürel etkileşimler göz ardı edilmemelidir. Bu iki etken arasında konjonktürel durum 
da dikkate alınarak optimal bir denge sağlanmalıdır. 

Tarihsel deneyimler çerçevesinde; geçmişte belirlenen hedefler, prensipler ve uygulamalar; yeni oluşturulacak vizyon ve politikalarda dikkate alınmalıdır. 

Uluslararası hukuk kurallarına uyulması konusunda yeterli hassasiyet gösterilmelidir. 

Dış politikanın halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahip bir devlet politikası olması için gerek vizyon oluşturma gerekse politika geliştirme ve uygulama 
sürecinde; başta bürokrasinin, muhalefet partilerinin, farklı görüşlere sahip düşünce kuruluşlarının, sivil toplum örgütleri ve akademisyenlerin görüş 
ve eleştirileri daha fazla dikkate alınmalıdır. 

Orta Doğu’ya yönelik vizyon ve politikalar oluşturulurken bölge ülkelerinin tarih algısı ve Türkiye’den beklentileri gerçekçi olarak değerlendirilmeli, bölgesel 
hassasiyetler belirlenmeli, bölgedeki gelişmeler doğrultusunda sahada oluşan gerçeklerden ve reel politikten uzaklaşılmamalıdır. 

Ulusal çıkarlar doğrultusunda oluşturulan Orta Doğu vizyonu ve politikaları; güç, çıkar ve politika dengesi içinde Batılı ve bölgesel müttefiklerle, daha uyumlu bir şekilde geliştirilmelidir. Bu nedenle küresel ve bölgesel güçlerin Orta Doğu’daki çıkarları, hedef ve politikaları dikkate alınmalıdır. 

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı riskleri de dikkate alarak devletlerin egemenlik haklarına saygı gösterilmeli ve içişlerine müdahaleden kaçınılmalıdır. 

Devletler veya devlet yönetimleri ile halklar arasındaki anlaşmazlıklarda mümkün mertebe uzlaştırıcı politikalarda ısrar edilmeli, bu mümkün olmuyorsa 
tarafsız ve uzak kalınmalıdır. 

Batılı müttefikler dâhil diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerde istişare mekanizmalarına daha fazla önem verilmeli ve çıkar dengeleri karşılıklı diyaloglarla 
kurulmaya çalışılmalıdır. 

Karşılıklı diyaloglarda diplomatik nezaket kurallarına uyulmalıdır. 

Yeni Osmanlıcılık algısını oluşturacak revizyonizm izlenimi veren söylem ve uygulamalardan kaçınılmalıdır. 

Suudi Arabistan ve İran arasındaki güç mücadeleleri ve bu mücadelede mezhep farkının kullanılmasına rağmen, Türkiye mezhebe dayalı politikalardan 
uzak durmalıdır. 

Batı ülkelerince uluslararası meşruiyeti sorgulanan örgütlerle ve bazı devletler tarafından terör örgütü olarak değerlendirilen gruplarla ilişki kurulmamalıdır. 

Orta Doğu’da değişen dış politika ortamı gerçekçi olarak değerlendirilerek, esneklik prensibi doğrultusunda küresel ve bölgesel ilişkiler gözden geçirilmelidir. 

Bu kapsamda AB ve İsrail ile ilişkilerdeki olumlu gelişmeler memnuniyet vericidir. İsrail ile ilişkilerin düzeltilme süreci hızlandırılmalıdır. Benzer şekilde 
uluslararası toplumun tutumu da dikkate alınarak Mısır ile ilişkiler yeniden canlandırılmalıdır. 

Suriye politikası bölgede meydana gelen yeni gelişmeler ışığında yeniden şekillendirilmeli, Türkiye’nin çıkarları çerçevesinde ABD, Rusya, İran ve Suudi 
Arabistan arasında bir uzlaşma arayışına girilmelidir. 

İran ile bölgesel sorunların çözümüne yönelik diyalog geliştirilmeli ve belirli bir uzlaşma zemini oluşturulmalıdır. 

Suriye politikaları nedeniyle Rusya ile zaten gergin olan ilişkileri daha fazla tırmandırmamak için askeri ve siyasi alanlarda gerginliği artıracak söylem ve 
eylemlerden kaçınılmalıdır. 

Rusya ile ilişkilerin onarılması maksadıyla Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerle bir araya gelerek, bugüne kadar elde edilmiş olan Karadeniz Donanma İşbirliği 
Görev Grubu (BLACKSEAFOR) ve Karadeniz Uyum Harekâtı (BLACKSEA HARMONY) gibi kazanımların devam ettirilmesi ve geliştirilmesi yönünde 
girişimler yapılmalıdır. 

TARİHSEL ARKA PLAN 

1. Türkiye’nin Kuruluşundaki Dış Politika Vizyonu 

Türk İnkılabının dış politika hedefi başlangıçta milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni Türk devletini kurmaktı. Lozan Antlaşması’yla 
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra hedefi; milli egemenliğe dayanan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletini medeni dünyada layık olduğu 
seviyeye yükseltmek ve milletin huzur, güven ve refahını sağlamaktı. Bu hedef istikametinde gerçekleştirilen dış politika uygulamalarında akılcılık, 
gerçekçilik, eşitlik, esneklik, uluslararası işbirliği, vizyoner dış politika, yurtta barış dünyada barış, uluslararası hukuka saygı, tutarlılık ve güvenilirlik 
prensiplerine dikkat edildi.1 

Prensipler değişen koşullara ve çağın gereklerine süratle uyum sağlayan esnek ve dinamik uygulamalara dönüştürüldü. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren batılılaşma, bir tercih sorunu olmaktan çok dünyada tek olan uygarlığın dışında kalıp kalmama sorunuydu. 
Dolayısıyla, çözüm batılılaşmayı reddetmek değil, doğru olarak uygulayabilmekti. Kaldı ki Avrupa medeniyeti sadece eski Yunan ve Roma sistemleri üzerinde değil, insanlığın yarattığı tüm eski kazanımların üzerinde yükselen bir uygarlıktı. Çağdaşlaşmanın başta zihniyet değişikliği olmak üzere geniş kapsamlı bir değişim ve gelişme sorunu olduğunun bilincine varılması, Atatürk’ün önderliğin de Türkiye Cumhuriyetini yarattı. 

Bu arka plan bağlamında, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin üç kıtayı birleştiren Orta Doğu coğrafyasındaki ülkelerle ilişkilerini, hangi vizyon ve esaslar 
doğrultusunda şekillendirdiğini anlamak için tarihsel perspektifte bir analiz yapmak faydalı olacaktır. Bu nedenle raporun birinci bölümünde Türkiye’nin 
tarihsel, coğrafi ve sosyo-kültürel bağlarla etkileşim içinde bulunduğu Orta Doğu bölgesiyle ilişkileri; dönemsel olarak incelenecek, analiz edilecek ve 
değerlendirilecektir. Yaşanan tarihsel deneyimlerden istifade edilerek geleceğe yönelik dikkate alınması gereken hedefler ve prensipler belirlenmeye 
çalışılacaktır. 

2. Atatürk ve İnönü Dönemi Orta Doğu Vizyonu 

Hiçbir kolektif güvenlik sistemi içermeyen ve çok kutuplu olan bu dönemde, Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu incelendiğinde Atatürk dönemi dış politika 
prensiplerinin belirleyici etken olduğu görülmektedir.2 

Bu dönemde bütünsel bir perspektifle iç ve dış politika ortamı uygun şekilde değerlendirilmiş, belirlenen hedefler ve prensipler doğrultusunda ve değişen 
koşullara uyum sağlayacak şekilde hareket edilmiştir. Bu çerçevede barışçıl ve istikrara yönelik, ulusal çıkarları dikkate alan bir dış politika yürütülmüştür.3 

Bu politika; Türk Milletini medeni dünyada layık olduğu seviyeye yükseltmek hedefiyle örtüşen bir anlayışla ve Lozan Antlaşması’ndan kalan sorunların 
çözümüne odaklanma gereğinin akılcı tahlili neticesinde şekillenmiştir.4 

< Dış politika uygulamalarında akılcılık, gerçekçilik, eşitlik, esneklik, uluslararası işbirliği, vizyoner dış politika, yurtta barış dünyada barış, uluslararası hukuka saygı, tutarlılık ve güvenilirlik prensiplerine dikkat edildi. >

Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriyle eşit şartlarda masaya oturduğu Lozan Barış Antlaşması’yla, kuruluş dönemi temel amaçlarından 
olan “tam bağımsızlık” hedefine ve Türkiye ile diğer egemen devletler arasında “eşitlik” prensibine hak ve kuvvet ilişkisi çerçevesinde ulaşılmıştır.5 

Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye Orta Doğu’da Avrupa’nın büyük devletleriyle komşu olmuştur. Nitekim I. Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye’nin 
mandateri Fransa ve Irak’ın mandateri İngiltere olduğundan, Türkiye’nin Şam ve Bağdat’la ilişkileri bu iki ülke üzerinden yürütülmüştür. Burada altının 
çizilmesi gereken husus ise, Türkiye’nin bu ülkelerin çıkar çatışmaları ve gruplaşmaları arasında kaldığı halde “gerçekçilik” prensibi çerçevesinde milli 
gücünü doğru bir şekilde yönlendirmesidir. Bu dönemde Orta Doğu’yla ilgili iki önemli sorunda iki önemli aktörle muhatap olunmuş, Irak sınırı nedeniyle 
İngiltere ve Hatay sorunu nedeniyle Fransa ile karşı karşıya gelinmiştir. 

Lozan’dan arta kalan sorunlar arasında çözülmesi en zor olanı Musul’du. Musul sorunu görüşmeler yoluyla çözümlenemeyince Lozan Antlaşması’nda belirtildiği 
şekilde Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir. Konsey ise bir komisyon oluşturarak Musul’un Irak’a bırakılmasına karar vermiştir. Türkiye’nin 
Cemiyet’e üye olmaması, buna mukabil İngiltere’nin Cemiyet’te etkin olması sebebiyle “gerçekçilik” prensibine göre İngiltere’ye savaş açmak gibi maceralı 
bir yol düşünülemezdi. Bu nedenle Musul sorununun çözümünde “uluslararası hukuka saygı” gösterilmiş ve yeniden İngiltere ile masaya oturulmuştur.6 

    Musul sorunu Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenmese de şartların daha elverişli olduğu dönemde Hatay’ın ilhakına zemin hazırlamıştır. Nitekim 
hak-kuvvet dengesi dikkate alınarak rasyonel bir yaklaşımla Lozan’da elde edilen temel kazançlar riske edilmemiş ve Irak’ın Musul petrol gelirlerinin 
%10’unu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesi kararlaştırılmıştır.7 

Böylelikle, Türkiye’nin imkânları, zamanın koşulları ve geçmişten alınan dersler ışığında esnek bir dış politika ile Musul konusundaki uyuşmazlık çözülmüştür. 
Musul meselesinin çözümünden sonra İngiltere, Türkiye’ye yakınlaşmıştır. 

İngiltere ile ilişkilerin olumlu bir şekilde gelişme göstermesi Hatay sorununun çözümüne önemli katkılar sağlamıştır. Bu dönemde dış politikada 
uygulanan akılcı ve stratejik vizyon; sorunların tümüne aynı anda el atmadan, uygulamaların safhalara ayrılmasını, sorunların öncelik derecesine göre ve 
uygun zamanda çözülmesini esas almıştır. Hatay sorununun çözümünde başlangıçta Hatay’ın Türkiye’ye verilmesi gündeme getirilmemiş, daha çok 
Hatay’daki Türk toplumunun hakları üzerinde durulmuştur. Bu kapsamda Hatay’ın kültürel, ekonomik ve siyasi yaşamı üzerinde etkili olunmaya 
çalışılmıştır. Daha sonra Hatay’ın bağımsızlığı üzerinde durulmuş, hatta gerektiğinde silahlı güç dahi savaşa sebebiyet vermeyecek şekilde barışçıl 
olarak kullanılmıştır. Bağımsızlığın elde edilmesinden sonra Hatay’ın Türkiye’ye katılması sağlanmıştır.8 

Hatay’ın Türkiye’ye katılması Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olmuştur. Mevcut koşullar gerçekçilik, akılcılık ve bilimsellik prensipleri doğrultusunda şekillendirilmiş, baskı ve uzlaşı dengesi başarılı bir şekilde uygulanmıştır. 
Bütün politik uygulamalar uluslararası gelişmeler ile uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Esnek ve vizyoner hareket tarzı başarının anahtarı olmuştur. Böylece Atatürk, Türkiye’nin barışçı ve hukuka saygılı görünümünü 
bozmadan sorunu kademeli bir şekilde çözebilmiştir. 

Türkiye, 1926’da Suudi yönetiminin Necid ve Hicaz üzerindeki hâkimiyetini tanımış, Cidde’de bir maslahatgüzarlık açmıştır. 1929 yılında da Türkiye ile 
Hicaz ve Necid Krallığı (1932’den itibaren Suudi Arabistan) arasında Dostluk ve Barış Anlaşması imzalanmıştır. 1926’da İran ile Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmış, ancak bu ülke ile süregelen sınır meselesi ve aşiretler sorunu Ocak 1932’de Tahran’da imzalanan Uzlaşma, Adli Tesviye ve Hakem Antlaşması ile çözüme kavuşmuştur. Afganistan ile Milli Mücadele sırasında kurulan dostane ilişkiler Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası ilişkiler sisteminde yerini almasıyla gelişmiş ve Atatürk’ün reformları Afganistan’ın batılılaşma hareketlerinde ilham kaynağı olmuştur. Bu bağlamda, Mayıs 1928’de Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır.9 İngiltere’nin 1930’da Irak’a muhtariyet vermesinden sonra Kral Faysal Ankara’yı ziyaret etmiş, bu ziyaret iki ülke arasındaki münasebetler için zemin hazırlamıştır. 

Türkiye’deki devrim hareketleri Mısır’da övgü ile karşılanmış ve örnek alınmıştır. Mısır’la ilk dostluk antlaşması Nisan 1937’de Ankara’da yapılmıştır. Suriye ile de Mayıs 1937’de Cenevre’de sınırların güvence altına alınmasına dair anlaşma imzalanmıştır.10 

Bu dönemde Türkiye uluslararası ilişkilerde elde ettiği bağımsız ve eşit statüyü korumaya yönelik barışçıl bir politika takip etmiştir. Dönemin Türk dış politikasındaki milli egemenlik hedefi dışa kapanmayı değil eşitlik prensibi doğrultusunda uluslararası sistemin bir parçası olmayı ve işbirliğini öngörmüştür. Dolayısıyla, bir yandan bölge ve dünya barışının korunması için uluslararası sistemin içinde etkin olarak yer alınmış, diğer yandan ise eşitlik prensibi uyarınca diğer devletlerle siyasi, hukuki ve ekonomik alanlarda anlaşmalar gerçekleştirilmiş, ittifaklara girilmiştir. Bu anlayışla, Türkiye 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne katılmış, 1934 yılında Balkan Antantının kuruluşuna öncülük etmiş ve 1937 yılında Orta Doğu’da güvenlik ve barışın devamlılığı 
için Sadabat Paktı’nın kuruluşunda etkin sorumluluk almıştır. Sadabat Paktı ile Türkiye, İran, Irak ve Afganistan birbirlerinin içişlerine karışmamayı; 
sınırlarını ihlal etmemeyi ve ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı kabul etmiştir. Ayrıca akit devletler birbirlerinin kamu düzenini ve güvenliğini sarsmayı ve mevcut siyasi rejimlerini devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt etmiştir.11 

Türkiye, Balkan Antantı ile batıda, Sadabat Paktı ile doğuda komşularıyla sorunlarını çözümlemiş ve çevresinde bir barış kuşağı oluşturmuştur. 
Bu sayede bölgesel istikrara ve barışa katkı sağlayarak güvenlik üreten bir ülke olarak saygınlık kazanmıştır. İki savaş arası dönemde gözetilen barış esasına 
yönelik dış politika İkinci Dünya Savaşı boyunca devam ettirilmiştir. Savaşa doğru İngiltere ve Fransa ile üçlü bir savunma paktı kurulmuş, ancak Türkiye 
dengeli bir tarafsızlık politikasıyla savaşa müdahil olmamıştır.12 Böylelikle belirsizliklerle dolu olan uluslararası konjonktürde milli güvenlik, gerçekçilik 
prensibi doğrultusunda değerlendirilmiş, diplomasi bu yaklaşım doğrultusunda yürütülmüştür. Bu çerçevede Türkiye, arz ettiği riskleri göz önünde 
bulundurarak savaş yıllarında Irak ve Suriye’deki gelişmelere müdahil olmamayı tercih etmiş, savaşın dışında kalmayı başarmıştır. Savaşın ardından 
San Francisco Konferansına katılan Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) kurucu üyeleri arasına girerek uluslararası sistemle birlikte hareket etmeye özen 
göstermiştir. 

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye Arap devletlerinin bağımsızlığını desteklemiş, 1945’te Arap Birliği’nin kuruluşunu olumlu karşılamış, ancak bu 
dönemde diğer taraftan Batı ittifakı içindeki konumu giderek Ankara’nın Orta Doğu genelinde ve Filistin meselesi özelindeki tutumunu belirlemeye başlamıştır. 

Türkiye 1946’da Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tanımış, Lübnan Cumhurbaşkanı Beşir el-Huri Türkiye’yi ziyaret etmiş ve aynı yıl içinde 
Irak’la Türk-Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalanmıştır. Ankara Ürdün’ün bağımsızlığını da tanımış, 1947’de Kral Abdullah Türkiye’yi ziyaret 
etmiş ve iki ülke arasında Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalanmıştır. 

Bu dönemde Türkiye, BM Genel Kurulu’nda Filistin’e yönelik Taksim 
Planı’na diğer Arap devletleriyle birlikte aleyhte oy kullanmıştır. Ancak Ankara 1948’de BM’de Arap devletlerinin itiraz ettiği Filistin Uzlaştırma 
Komisyonu’nun kuruluşunu desteklemiş, 1949’da ise İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur.13 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2



VI. İRAN PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE İRAN İLİŞKİLERİNİN ANLAMI- 
DR. ARZU CELALİFER EKİNCİ 

    Ben biraz da Türkiye İran ilişkilerine İran nasıl bakıyor bu ilişkilerin İran açısından anlamı ne onu açmaya çalışacağım. Bunu yapmadan önce kısa bir giriş yapacağım. Bazı noktalarda bayram Hoca ile örtüşebilir ama kısaca hatırlatmak gerekirse Türkiye İran ilişkileri Atatürk döneminde başladı soğuk savaş döneminde evirildi ivme kazandı ancak 1979’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi sonrası ilişkiler bir miktar duraksama ve gerileme noktasına geçti ve zaman zaman ikili ilişkiler gerilimlere sahne oldu. İran Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ideoloji farkı iki ülkenin yeri geldiğinde birbirine anti tez olarak kullanma noktasına gelmesine sebebiyet verdi. Bir anda Türkiye İran’ı İslam Devrimi ihraç etmekle köktenci grupları desteklemek ve PKK’ya destek vermek gibi konularda suçlarken İran da rejim muhaliflerini Türkiye’nin kendi topraklarında barındırması ve suçlularla ilgili İran’la işbirliği yapmaması hususunda suçluyordu. Ve daha önce de belirtildiği gibi; bir noktada bir dönem büyükelçilerin geri çekilmesine kadar geldi ilişkiler. Fakat Sovyetlerin yıkılması sonrasında ve özellikle İran’da pragmatik cumhurbaşkanı Rafsancani’nin başa geçmesi sonucunda ilişkilerde özellikle ekonomik ilişkilerde iyileşme ve işbirliği başladı. Fakat diğer yandan Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde de bir rekabet söz konusu olmaya başladı. Turgut Özal dönemine Turgut Özal’ın çok taraflı politikasıyla gelişmeye başlayan ikili ilişkiler Necmeddin Erbakan döneminde farklı bir noktaya geçti ve farklı bir sayfa açıldı ilişkilerde çünkü Erbakan İran 
yönetimini kendine daha yakın hissediyordu. 2002 yılında Ak Parti hükümetinin başa geçmesiyle ilişkiler çok daha farklı bir noktaya geçti. Başbakan Erdoğan döneminde ilişkiler çok hızlı bir şekilde yükselen bir trend izlemeye başladı ve bu dönemi değerlendirirken de ben iki döneme ayırmayı faydalı buluyorum. 2002-2010 yılları arasındaki dönem ve 2010 yılı yani Arap Baharı’nın olduğu dönemden günümüze kadar ki dönem. 

1. Dönem ilişkilerine baktığımızda yani AK Partin’nin yönetime geçmesi ve Arap Baharı sürecine kadar olan dönemde ekonomik siyasi ve güvenlik konularında ikili ilişkilerin her anlamda karşılıklı olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Ticaret ilişkilerinde ticaret hacminin artması, Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği politikanın ilişkilere yansıması, Türkiye’nin İran nükleer krizi hususunda İran’dan yana bir tavır takınması ve uluslararası platformda İran nükleer krizinin kimi zaman hamiliği noktasına gelmesi, petrol doğalgaz alanında işbirliği yapılması, Kürt ayrılıkçı hareketlerine karşı imzalanan güvenlik protokolleri ve Türkiye’nin tek taraflı ABD yaptırımlarına destek vermemesi ve son olarak da iki ülkenin birbirlerinin iç işlerine müdahale etmemeleri hususunda gösterdikleri hassasiyetler bu dönenim altın çağı olarak değerlendirmesinin temel faktörleri olarak sayılabilir. Tabi burada önemle belirtilmesi gereken husus İran’ın Türkiye’ye bakışında ki güvensizliğinde önyargının aşılmasında bir takım faktörlerin daha önde olduğu ve belirleyici olduğunu söylemek gerekiyor. Neydi bunlar? Ak Parti hükümetinin her ne kadar laik bir Türkiye yönetiyor olsa da İslami kökene sahip olması birinci nedendi. Ve ikinci nedene baktığımızda bu tarihe kadar Ortadoğu olaylarına uzak ve batıya yakın dış politika izleyen 
Türkiye’nin artık yeni bir dış politika izlemeye başlaması ve bunun paralelinde bölge meseleleriyle daha fazla yakından ilgileniyor olması hatta müdahil oluyor olması ayrı bir faktördü. Diğer önemli faktöre baktığımızda ise Türkiye’nin İsrail konusunda takındığı tavır oldu ki bu önyargının aşılması ve İran’ın Türkiye’ye daha da ısınmasında en önemli nedenlerden bir tanesi oldu. 

    Bütün bunlar artık Türkiye’nin batıdan daha bağımsız politikalar izleyebileceği fikrini İran’da uyandırmıştı ve bunun ispatlanmış örnekleri vardı. Neydi bunlar? Mesela 1 Mart Tezkeresi. İran nükleer krizinde Türkiye’nin takındığı tavır, yaptırımlar hususunda Türkiye’nin gayet net ve sert durması bunun örnekleriydi. 

    Şimdi gelelim ikinci döneme yani Arap Baharı ve günümüze kadar geçen döneme. Burada belirleyici iki faktörden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; Arap Baharı faktörü, ikincisi ise NATO Füze Kalkanı Projesidir. Arap Baharına baktığımızda altın çağlarını yaşayan ikili ilişkilerin beklenmeyen bu süreçle birlikte ciddi anlamda yara aldığını gördüğümüz bir dönem. Olayların  başlangıcında Arap ülkelerinde gelişen olaylara benzer tepkiler gösteren iki ülke iş Suriye’ye gelince tamamen dağılma noktasına geçtiler. Çünkü ikisinin de olaya bakışları politikaları ve hedefleri farklıydı. İran Esad rejiminin kalmasını ve yapılacak reformların dış müdahale olmaksızın gerçekleşmesini savunuyordu. Bunun bir yandan da varlığını sürdürme mücadelesi olarak gördüğünden tüm kapasitesini Suriye’ye yönlendirdi ve Rusya’yla ortak hareket ederek Esad 
yönetiminin ayakta kalması için desteğini sürdürdü. Türkiye ne yaptı? Esad rejimini reformlar hususunda ikna edemeyeceğini anlayınca Esad rejiminin gitmesi gerektiği hususunda ciddi şekilde ısrarını devam ettirdi. Ve karşı kampı aktif şekilde desteklemeye başladı. Bu noktada iki ülke arasındaki gerilim arttı ve açıklamaların tonu giderek sertleşmeye başladı iki ülke arasında. İran 
Türkiye’yi Suriye’ye karşı düşmanca tavır takınmak ve Türkiye’nin bölgesel politikasını kendi bölgesel politikasına aykırı ve batının hedef ve stratejilerine paralel hareket etmekle suçlamaya başladı. Arap ayaklanmaları aslında bölgenin iki büyük devleti olarak hem Türkiye hem İran için tehdit ve fırsatları beraberinde getirmişti. Artık her iki taraf da ulusal çıkarları doğrultusunda farklı 
ülkelerdeki hareketlere yönelik birbirleriyle çelişen çatışan tutumlar sergileyebiliyorlardı. Fakat Suriye konusunda işler çok ciddiydi çünkü hiçbir taraf geri adım atmıyordu. Türkiye’nin Suriye politikasının İran’la çelişmeye başladığı yıllarda bu sefer İran’daki şahinler yani ultra muhafazakârlar bu durumu fırsat bilip Türkiye’yle ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini Türkiye’nin asıl hedefinin kendi yönetim modelini Arap ülkelerine uygulamak olduğunu ve en 
nihayetinde bölge liderliğini hedeflediğini ileri sürdüler ve Türkiye’yle ilişkilerin anlamsız olduğunu baştan söylediklerini ve bunun bu şekilde olması gerektiği hususunda elleri güçlendi. 

Farklı ağızlardan farklı açıklamalar gelmiş olmasına rağmen asıl önemli olan dini liderin bu husustaki görüşüydü ve 2002 yılında başbakan Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında Hamaney’in sarf ettiği sözleri hatırlamış olmak belki faydalı olur. Hameney; İran İslam Cumhuriyeti Türkiye’yle ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine katiyetle inandığını belirtti. Ne zaman iki ülke farklı hususlarda aynı tarafta yer almış ve birbirleriyle işbirliği yapmışlar ise hem İran’ın hem 
Türkiye’nin hem de İslam âleminin lehine sonuçlanmıştır. Tabi bunu söylerken ABD’nin Suriye hususunda hiçbir planına dâhil olmayacaklarını dış güçlerin Suriye’ye müdahil olmalarına karşı olduklarını ve bölge ülkelerinde doğru kararlar alacağını umduklarını eklemeyi de unutmadı. 

Burada ki mesaj çok açıktı; kırmızıçizgimiz belli Suriye bizim kırmızıçizgimizdir onun haricinde 
    Türkiye ile bir sorunumuz yok. Neyse ki 2013 yılında Türkiye’nin Suriye politikasında esneme olması tansiyonun biraz daha düşmesini sağladı. Türkiye’nin tonu biraz daha düşürünce bu sefer o gerilim biraz daha azaldı. Ve Suriye meselesinin aslında şöyle iki sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 
Bir, İran kırmızıçizgisini ikili ilişkilerde net bir şekilde ortaya koydu. İkincisi Türkiye Ortadoğu politikası hususundaki kapasitesinin sınırlarını öğrenmiş oldu. Bu nedenle Suriye’nin böyle iki önemli sonucu var. Her iki tarafın da aslında bildiği bir gerçek var fakat bütün bunlar devam ederken; Arap ülkelerindeki hareketler sonucunda Arap dünyasında oluşan boşlukları ancak birileri 
işbirliği yaparak anlamlı bir şekilde doldurabilirdi. Mevcut bölgesel konjonktürde iki ülkenin çıkarları göz önünde bulundurulduğunda ancak işbirliği bir sonuç yaratabilirdi ve tek başlarına yapacakları hareketler bir şekilde anlamsız kalacaktı. İki tarafta bunun farkında aslında. Çünkü birisinin yapacağı hareket diğerine çelme takma anlamında olacak ve hiçbir yere varmayacak. 

    NATO Füze kalkanı projesine baktığımız zaman aslında gerginliğin bir diğer önemli nedeninin bu olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Türkiye İran lehine bu hususla ilgili çok uğraş vermiş olsa da bu plan dâhilinde, İran ismini çıkartmış olsa da ve İran’da bunun farkında olmuş olsa da nihayetinde bulunduğu, konum NATO üyeliği batıyla ittifakı göz önünde bulundurulduğunda en sonunda buna evet demek durumunda kaldı. Fakat yine ne oldu? Yine; şahin kesim çok sert bir şekilde açıklamalar yapmaya başladı ve Türkiye –İran ilişkileri askeri alandan 
diplomatik alana kadar farklı yorumlara maruz kaldı. Farklı yorumların olduğunu söyleyebiliriz; kimileri Türkiye’nin bu konudaki çabalarını hatırlatırken kimileri de bakın sizle daha iyi ilişkiler kurup nükleer müzakereler gibi çok hassas bir konuya müdahil ettiğiniz Türkiye bu işte sonunda rengini belli etti yorumunu yaptı. Bazı resmi ağızlardan istenmeyen açıklamalar oldu ancak İran siyasetini takip edenler İran’da farklı kesimlerden gelen açıklamaların dini liderin de desteği olmaksızın bir anlam ifade etmediğini çok iyi bilirler. Neyse ki iki ülke Dış İşleri Bakanları bu krizi ve söylemleri çok iyi şekilde idare etti ve gerginlik büyük bir krize dönüşmedi. Tabii NATO füze kalkanı projesi ile ilgili ilginç diğer bir iddia da şu idi; Türkiye İran ilişkileri 2002-2010 yılları arasında altın çağlarını yaşadı. Ciddi anlamda ivme kazandı. Bundan rahatsız olan ABD, Türkiye İran ilişkilerine bir şekilde sekte vurmak ve İran’ın Türkiye’ye bu stratejik yakınlaşmasının asıl 
sebebinin yaptırımları aşıp izolasyonu kırmak olduğunu bildiği için bir şekilde ilişkileri zedelemek istediği için bu projeyi ortaya attı şeklinde de bir iddia olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Tabi bazılarına göre de Suriye konusunda İran’la Türkiye ihtilafa düştükten sonra Türkiye projeye evet demişti. 

    Şimdi tüm bu gerginlikleri bir kenara bıraktığımızda neden iki ülkenin karşılıklı ilişkilerde çatışmaktansa işbirliğini tercih etmek durumunda olduğunu değerlen direcek olursak ekonomik kültürel ve siyasi açıdan farklı nedenlerin olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman gerilip bazen kopma noktasına gelen iki ülkenin ilişkileri normal seyrine döndürme ve birbirini idare etme konumunda olduğunu ve bu tecrübeye sahip olduğunu da biliyoruz. Şimdi faktörlere çok kısaca 
bakacağım; ekonomik açıdan baktığımızda ekonomik ilişkiler esasında İran Irak savaşı döneminde çok verimli bir şekilde artmaya başladı. Çünkü; Türkiye’nin istikrarlı petrol alımına ve trampa usulü çalışabileceği yeni bir pazara ihtiyacı vardı. İran’ın da bu savaş sırasında ithalatı güvenli ve sürekli bir biçimde gerçekleştireceği bir ülkeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla bu karşılıklı ihtiyaç iki 
ülkenin o dönemlerde birbirine karşı duyduğu güvensizliği bir kenara bırakıp dondurup bunları bir krize dönüşmesine engelleyip işbirliğine çevirmesine neden olmuştu. Dolasıyla; 1985 yılı itibarı ile iki ülke arasında ticaret hacmi zirve noktaya ulaştı. İkili ticaret anlaşmaları imzalandı, 1996 yılında da bugüne kadar devam eden doğalgaz anlaşması imzalandı. Ve biraz önce Bayram Hoca’nın da bahsettiği gibi 900 milyon dolar civarında olan ticaret hacmi bugün 23 milyar dolar civarında ki bu azımsanamayacak bir oran. Bunun 4 milyar doları enerji haricindeki ticaret. Tabi bu ilişkilerin lokomotifi enerji işbirliği ekonomik ilişkilerden söz ederken bunu geçemeyiz. Bu konuda her iki ülkenin de karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğunu söylemek durumundayız. 

Türkiye enerji çeşitliliği ve devamlılığı politikası çerçevesinde ve enerji tüketicisi bir ülke olarak coğrafi yakınlık itibarı ile de böyle bir ülkeye ihtiyaç duyuyor. İran ise milli gelirinin yüzde 80’ininden fazlası enerjiye bağımlı bir ülke olarak enerji üreticisi bir ülke olarak bu kadar yakına enerjisini ihraç edebileceği ve Avrupa pazarına açılabileceği bir ülkeye ihtiyacı var dolayısıyla bir karşılıklılık ihtiyacın dan bahsediyoruz. Tabi Türkiye’nin İran açısından bir diğer anlamı da İran ’ın siyasi inzivadan kurtulma ve yaptırımları delme fırsatı yakalamış olması. Çünkü Türkiye sadece BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarıyla bağlı olduğunu söylemiş ve başından beri tek taraflı yaptırımları uygulamamıştır. Diğer taraftan ise; bu tek taraflı yaptırımlar paralelinde körfez ülkeleri de etkilendi ve çok yoğun olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyet gösteren İran şirketlerinin 
kapanması söz konusu oldu. Bunlar kapandıktan sonra en yakın nerde açılabilir lerdi ? Son 2 3 yıl içerisinde; İstanbul’da hızla açılan ve ticaret alanında ciddi ivme kazanan İran şirketlerinin sayısı da malum. Uluslararası para transferiyle ilişiği kesilmeye çalışılan İran’ın Türkiye sayesinde altın yoluyla ticaretini gerçekleştirmeye çalışması tabi diğer bir gerçek. 

    Şimdi kültürel sosyal açıdan baktığımız zaman; İran halkının Türkiye hakkındaki görüşlerinin son 15 yıl içerisinde ciddi anlamda bir değişim gösterdiğini görüyoruz. Çünkü İran’da yasak olmasına rağmen kullanılan çanak antenler sayesinde Türk kültürüyle tanışma fırsatı bulmuşlar ve bu vesile ile çok ciddi bir İranlı turist nüfusu Türkiye’yi ziyaret ediyor ve geçen yılki İranlı turist sayısının yaklaşık 2,5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Aynı şekilde İran’a yapılan turistik turlar da artış göstermiş vaziyette. 

Son olarak siyasi açıdan baktığımız zaman; en önemli konu olarak İran nükleer kriziyle başlamak istiyorum. Çünkü İran’ın 2003 yılından itibaren siyasetin en önemli konusunu İran nükleer krizi oluşturuyor. Türkiye’nin bu husustaki resmi politikası başından beri aynı çizgide devam etti. İran’ın barışçıl nükleer programını destekliyoruz hiçbir ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını istemiyoruz ve krizin diplomatik yollardan çözülmesi için elimizden gelen her şeyi yapacağız şeklinde bir açıklama yapıldı ve bundan da hiç sapmadı. Bu durum ikili ilişkilerde önemli bir lokomotifti. Bununla da kalmayıp Türkiye İran nükleer krizi müzakerelerine ev sahipliği yaptı ve müzakerelerin tıkandığı noktalarda yeniden başlanması için kolaylaştırıcı rol oynadı. Hatta 
daha da ileriye gidip Türkiye; Brezilya ile işbirliği içerisinde Tahran Deklarasyonlarının imzalanması gibi bir başarıya da imza attı. Burada artık kolaylaştırıcı rolden arabulucu olma rolüne evirildi. Bu Deklarasyon büyük bir başarıydı çünkü İran içerisinde Türkiye’yle ilişkilere şüphecilik ve rekabet perspektifinden yaklaşan ve Türkiye’nin böylesi önemli bir konuda diplomatik bir puan kazanmaması gerektiğini düşünen kesimler vardı. Fakat buna rağmen İran ikna edilebilmiş ve gerçekten o zaman çıkış kapısı olabilecek çözüm modeli ortaya konulmuştu. Peki ne oldu da bu kadar takdir edilmesi gereken bir plan tenkitle karşılandı. İran’a karşı bir yaptırım kapıdaydı yaptırım kararı ve İran’a Türkiye’nin Tahran Deklarasyonunu masaya koyması bunu sekteye uğratabilirdi. Çünkü İran konusunda yaptırım kararının alınabilmesi için batı ülkelerinin haricinde Rusya ve Çin’in ikna edilmesi gerekiyordu. Bu zaten çok uzun süreli bir şeydi nerdeyse bir yıl kadar onları ikna etmekle uğraşıyorlardı. Son dakikada böyle bir şey çıkmış olmasına son derece sinirlenmişlerdi. Velhasıl kelam plan işe yaramadı ve yaptırım kararı oylandı. Brezilya ile Türkiye buna hayır dediler ve bu çok önemli bir gelişmeydi. Amerika ve Avrupa’yla ilişiklerine rağmen 
Türkiye’nin yaptırım kararına hayır demiş olması aslında kendisi açısından çok büyük bir riskti. 

Bunu yapmalı mıydı? Naçizane kendi fikrim evet bunu yapmalıydı. Çünkü Tahran Deklarasyonunu yaşatacaktı. Madem böyle bir süreci başlatacaktı evet bunu devam ettirmeliydi. Türkiye müdahil olmalı mıydı? Evet, müdahil olmalıydı eğer bu bölgede yaşıyorsan, bu bölgede İran nükleer krizi gibi yanı başında bir ülkede bu kadar önemli bir olay gerçekleşiyorsa ve gerek yaptırım kararları gerek olası askeri müdahale durumunda her şeyin ucu sana dokunuyorsa bu krize müdahil olup bir şekilde elinden geleni yapmalısın ve Türkiye de yapması gerekeni yaptı. İran açısından baktığımızda; İran’ın bu konuya en nihayetinde sıcak yaklaşmasının bir nedeni konjonktürel gereklilikten kaynaklanıyor. Gittikçe köşeye sıkıştırılmaya çalışılan İran’ın Müslüman bir bölge ülkesi ve batıyla iyi ilişkileri olan bir ülkeyle bu yola çıkması çok mantıklıydı. İran da bu şekilde ikna oldu ve bahsettiğim faktörler dolasıyla Türkiye’ye karşı ön yargılarını da kırmıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin krizin çözümlenmesi hususundaki samimiyetine inanıyordu. 

Diğer önemli bir mesele de güvenlik meselesi. İran ile Türkiye’nin PKK ve onun uzantısı PEJAK gibi bir sorunları var. Her ne kadar Irak konusunda farklı yaklaşımları olsa dahi ikisinin de farklı bir hedefi olduğunu biliyoruz. Nedir bu ırak bütünlüğünün korunması ve sağlanması. Benzer bir dava Suriye’deki Kürtlerle ilgili olarak Suriye’de de devam ediyor. Dolayısıyla Suriye hususundaki ihtilafları konusunda da baktıkları zaman orada da Kuzey Iraktakine benzer bir 
oluşumun kapıda olduğunu gördüklerinde daha fazla bu ayrışmayı devam ettirmeyip en azından ortak bir noktada buluşup sorunun çözümlenmesi gerektiğinin farkına varmışlar gibi görünüyor. 
PKK ve PEJAK gibi bir sorun İran-Türkiye hatta Irak ve Suriye işbirliği olmaksızın çözülecek bir konu değil. Gerek bölgenin coğrafi özellikleri dolayısıyla gerekse siyasi açıdan işbirliğini gerektiren bir mevzu. Dolayısıyla ortak çıkar konuları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye İran ilişkilerinin bir şekilde devam etmesi gerektiğine ve ikisinin de güvenliklerinin birbirleriyle yakından ilişkili olduğunun farkında olduklarını söylemem gerekiyor. Birinde meydana gelecek olan tehdit hiç şüphesiz diğerini de etkileyecek. Dolayısıyla bunu akılda tutarak hareket ettiklerini söylemenin de yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ve bazı uzmanların ekstrem yorumları ve yargılarına rağmen bölgede İran ve Türkiye birbirlerini ciddi tehdit olarak algılamıyorlar. Ama bölgesel nüfuz hususunda birbirlerini rakip olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Ve son tahlilde de ilişkilerini ideolojiyi karıştırmadan pragmatik çizgide hareket etmeyi bugüne kadar başarabildiklerini bunun için de daha öncede bahsettiğimiz faktörlerin olduğunu ve bunlarında çok 
geçerli faktörler olduğunu söyleyebiliriz. 

Teşekkür ederim. 

VII. SORU/CEVAP - KAPANIŞ 

Soru 1: 
İran Açısından baktığımızda Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisi nasıldır? 

Soru 2: Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda bir tezi var. 20. yyda Avrasya’ya hâkim olmak gerekir, Avrasya’ya hâkim olmakla ilgili de bazı teoriler var. Ondan sonra da ABD’nin Avrasya’yı yönetebilmesi için iki seçeneği var, biri bütün stratejik noktalarda kendine askeri alanlar tesis etmesi gerekiyor, ikinci seçenek 
de bazı bölgesel güçleri kullanarak diğerlerine karşı onları böylece engellemek olacağını söylüyor. 
Bu bağlamda ABD’nin ikincisini tercih ettiğini öne sürüyor. Örnek olarak Rusya’ ya karşı Avrupa Birliği’ni, Çin’e karşı da Japonyayı desteklediğini söylüyor. Türkiye-İran ilişkilerini de bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

Soru 3: Başbakan Erdoğan’ın İran gezisinden sonra, Türkiye’nin İran’a son yaklaşımı ve Türkiye’nin bundan sonra Ortadoğu’da hangi çizgide hangi yönde tavır alacağını çok merak ediyorum. Bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz? 

Cevap - Mehmet Şahin (MŞ): Ben İran’ın bu 5+1 sonuç verirse İran’ın inanılmaz bir şekilde atağa geçeceğini düşünüyorum. Sebebi de şu, İran’a Bayram hocayla Eylül ayında 5-6 günlük bir ziyaret yaptık, şöyle söyleyeyim İran’ın çok önemli iki kaynağı var; bunu kullanırsa doğumuzda hızlanan bir süreç görürüz. İran’ın 
İran dışında 79’dan sonra çıkan inanılmaz yetişmiş bir insan kaynağı var. Ben bunu birkaç konferansta söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç gün önce biliyorsunuz İran’da dışarıya giden insanların İran’a gelmeleri konusunda İran’dan bir açıklama yapıldı. ABD’ de Avrupa’da hem fizik, kimya ve teknik 
bilimlerde hem de sosyal bilimlerde İran’ın dışarda yetişmiş Euro Minds dediğimiz dünyayı iyi tanıyan bir insan kaynağı var. Bir tanesi de bizimle aynı masada oturuyor şuanda Arzu Hanım onu da belirtmek isterim. 

Bu konuda ben İran’ın bundan sonraki süreçte çaba göstereceğini düşünüyorum. İkincisi de enerjisini satabilirse, bu iki kaynak İran için en önemli stratejik kaynaktır. Yalnız dışardaki insan kaynağının en az enerji kadar önemli olduğunu düşünüyorum çünkü içerideki devleti yöneten kitle çok ideolojik. Yani o ideolojik kesimin halkla ilişki kurmasında bazen kopukluk olabiliyor. Otuz küsur yıl ideolojiyle yatıp kalkıyorsunuz bir korku taşıyorsunuz ama dışardaki insanlar öyle değil. Dışardaki insanlar dünyayı çok daha iyi biliyorlar. Özal’ın yaptığı gibi bu kitleyi çekebilirse İran’ın hızlı bir kalkınma sürecine gireceğini söylemek 
mümkün. 

Bence Türkiye’nin İran ilişkilerini değerlendirirken ortak cevap vermek istiyorum, şu şekilde bakmak lazım; sürekli rekabet üzerinden değerlendirmek belki benim aldığım eğitime yakışmıyor gibi geliyor. Çünkü ben stratejik açıdan bakmıyorum yani ben asker değilim, yani çok hoşuma gitmiyor bu bakış açısı yani sürekli karşımdakini düşman görmek. İran’la Türkiye birlikte yaşamak zorunda. Şimdi yakın coğrafyama bakıyorum, İran’la Türkiye’nin sürekli rekabet üzerinden bir ilişki içine girmesi, İran’ı da bitiriyor Türkiye’yi de bitiriyor. Bunun da bölgeye çok kötü bir yansıması oluyor. Gördüğüm kadarıyla İran’daki rejim de artık batıyla barışırsa ve bu süreçte kendini güvende hisseden rejimlerle ilişki kurması (ABD ve Türkiye gibi) açılım yapması esnemesi önemli. Bunu bölgesel anlamda, iç politika anlamında da söylüyorum ama, ben iki ülkenin de artık esneme sürecine gireceğini, sorunlar olsa da birlikte ilişki yürütebilme becerisini gösterebileceklerini düşünenlerdenim. Bunun hem Türkiye açısından hem İran 
açısından hem de bölge açısından çok ciddi sonuçları olacağını düşünüyorum. 

Bir de bölge çalışanlarda şöyle bir hata var; işte genelde Şiilik ve Sünnilik üzerinden bir değerlendirme yapıyorlar. Bunun çok kategorize eden ve yanlış bir bakış açışı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Şöyle diyorlar; dünyada 2 milyar 
Müslüman var bunun %10 u Şii %90 ‘ı da Sünni’dir. O açıdan İran ın etkisini az gibi görüyorlar, bu o kadar yanlış bir bakış açısı ki… Şunun için söylüyorum, Sünni Müslümanların çoğu uzak Asya’da Türkiye’nin yakın coğrafyasına baktığımız zaman Şiilerle Sünni nüfusun birbirine çok yakın olduğunu görüyorsunuz. İran, Irak, Suriye, Lübnan çerçevesine değerlendirirseniz aslında iki gücün hem nüfus açısından hem kaynak açısından hem de bölgesel etkisi açısından birbirine çok yakın bir güçleri olduğunu görüyoruz. Bence Almanya ile Fransa arasındaki ilişki burada örnek olabilir. Sürekli Almanya ve Fransa arasındaki didişmenin Avrupa’ya ne getirdiğini herkes gördü. O açıdan sürekli Türkiye ve İran arasındaki didişmenin bölgeye ne getireceğini de herkes zaman zaman gördü ve görür ilerde. O açıdan bence bunu tatlı bir rekabet olsa da işbirliği yapılmasının bölgesel açıdan ve iki ülke açısından daha faydalı olacağını düşünüyorum. Burada ilk kez bir şey keşfetmiyoruz aslında Türkiye bunu çözdü, Türkiye Rusya’yla ilişkisine benzer bir ilişki tarzı kuruyor İran’la. Suriye konusunda da Rusya’yla kötüyüz ama ticaret ortaklığı konusunda Rusya ikinci durumda ve her gecen gün artan bir ilişkimiz var. İran’la da buna benziyor Türkiye’nin ilişkisi. Tamam, siyasi olarak bir rekabet var ama bölgesel konularda ve ikili ilişkilerde alıp yanına çıkartan bir politika takip edilmekte. Daha 
doğrusu ideolojik yaklaşımdan pragmatik yaklaşıma yaklaşılması bence bölge açısından çok çok önemli. Şimdi sorunlara da bakalım. 

1) Irakta ciddi sorunlar var. Suriye’de sorunlar var. Lübnan’da sorun var. 
Bugün yeni çıkan sorunu düşünmüyorum çünkü benim alanıma girmiyor orası, Ukrayna’dan bahsediyorum. Irak’ta Suriye’de İran ve Türkiye’nin dışında olduğu çözüm süreci ne sonuç verir? Yani hiçbir sonuç vermez. 

Türkiye kalkıp ben Suriye’deki bu sorunu ben tek başıma çözerim derse çözemez, İran da ben bunu tek başıma kanalize ederim derse edemez. Türkiye’nin yakın çevresinde, ki bu İran’ın da yakın çevresi oluyor, 
iki ülkenin işbirliği yapmaları zorunlu olarak veya isteyerek (bazen zorunlu olarak yaparsınız bazen isteyerek) iki ülkenin razı olmadığı bir sorunda ben sonuç alınacağını düşünmüyorum. Bu şekilde bakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. 

Soru: Kurumsal İlişki kurulabilir mi acaba? 

Cevap – MŞ: Kurumsal ilişkinin kurulabileceğini düşünüyorum çünkü daha çok batıyla ilgili bu şeye bağlı yakın dönemde kurumsal ilişki tarzına döneceğini düşünmüyorum. Bu gündeme gelirse Şangay da gelir. Aslında Türkiye ve İran arasındaki ilişkinin olmaması sorun olması değil. Veri çok basit: enerji çıktığı zaman 75 milyonluk İran 75 milyonluk Türkiye 98 yılında bayram hocanın dediği gibi 600 milyon dolarlık bir ticaret hacmi, bugün sadece şu rakamı verseniz aslında dış politika yorumu yapabiliriz. Bu ülkeleri bölgesel güç tarzında tanımlayabiliriz, hatta aralarında 600 milyon dolar ticaret hacmi bulunan bu iki ülke arası ilişkileri nasıl yorumluyorsunuz diye sorulsa, ben derim ki bu iki ülke arasında ilişki yok. Sorun bu, ilişki kurulması sorun değil kurulmaması sorun. Yani önümüzdeki süreçte Türkiye ve İran arasında bölgesel sorunlar da göz 
önünde bulundurularak yapıcı ilişki türünün daha da arttırılmasının taraftarıyım. Ben Türkiye ve İran arasında gergin ilişkilerin Türkiye’nin ekonomisine de, iç siyasetine de, dış politikasına da ciddi maliyetli olacağını düşünüyorum. Bu İran açısından da çok önemli çünkü İran’ın Afganistan’dan çıkışı yok, Pakistan’dan çıkışı yok, Körfez ülkeleri ne hissediyor ona bakmak lazım. İran’ın insan kaynağını da göz önünde bulundurduğunuzda bu insan kaynağı da doğuya daha çok bakmayacak batıya bakacaklar. Bu açıdan İran’ın da tek çıkış noktası Türkiye görünüyor. Yani bu sadece Türkiye’nin tek taraflı zorunluluğu 
değil. İki taraflı bir zorunluluğun ortaya çıkarmış olduğu bir ilişki. Bu şekilde bakmanın açıkçası daha doğru olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. 

Cevap - Bayram Sinkaya: İran’ın nükleer çözümüne dair olumlu adımlar var. Bununla beraber İran’la batı arasındaki bu görünen yakınlaşmanın iki merkez arasındaki sorunları tamamen çözmeyeceği kanaatindeyim. Yani biz 79 öncesi dönemde İran ve ABD’nin iş birliği kurduğu döneme geri dönemeyeceğiz. 
En azından kısa vadede dönemeyeceğiz. Dolayısıyla Batı-İran yakınlaşması Türkiye’nin stratejik olarak gerginliğini alır mı almaz mı ben bunu tartışmaya gerek görmüyorum. Çünkü İran’la batı arasındaki sorunlar sadece nükleer değil. En başında İran’ın bir ideolojik duruşu var. İran’daki bütün değişikliklere rağmen rejim hala değişmedi ve rejimin iç politikasında iç siyasetinde tabii olduğu en azından hala hatırı sayılır taraftarının olduğu ideolojik değerler var ve bu değerler uzun süre etkili olmaya devam edecek. Diğer taraftan bölgesel politikalar itibarıyla içerdeki ideolojik duruşu dış politikadaki yaklaşımlara paralel olarak bölgedeki dış politikası da etkilenir. Ondan yani bu dış politika hem ideolojiden etkileniyor hem de batıyla rekabetinden etkileniyor. İran öyle bir konuma geldi ki nerde bir kriz varsa ABD ordaysa İran da ABD’yle karşı kaşıya gelmek ya da onun nüfuzunu engellemek veya tam tersi İran’ın nüfuzunu engellemek için ABD oraya giriyor. Yani aralarındaki rekabet Türkiye- İran - ABD ilişkilerini aşmış. İnsan hakları meselesi var; terörizm var; İsrail meselesi var. Dolayısıyla İran’la batı stratejik ilişki kurmayacaklar. Orada nükleer meseleden kaynaklanan tansiyon biraz düşecek, İran’la batı arasındaki ekonomik ilişkiler gelişebilir. Bunu Hatemi döneminde de gördük, bu İran’ın ekonomik ve siyasi gelişimine bir nebze katkıda bulunacaktır. Ama hocamın sorduğu soru Türkiye’yi yakalayabilir mi? Bu biraz performanslara bağlı tabi. Hali hazırda kişi başına düşen gelir açısından Türkiye İran’ın önünde ama çok da fark yok. Çünkü İran sahip olduğu petrol gelirleri sayesine açığı rahatlıkla kapatabiliyor. İran’ın asıl meselesi petrol dışı ekonomisini yeniden yapılandırmasıydı. Bu ambargolar sayesinde İran’da şimdi ona öncelik vermeye başladılar. Petrole bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, bu konuda önemli adımlar atılırsa, yani normal sanayii yapısını kurarsa İran; buna ilave olarak petrol zenginliği de ekleyebilirse İran pek ala Türkiye’yi yakalayabilir. 

    İran’ın batıyla olan ilişkilerinin yumuşaması Türkiye’nin batıdaki konumunu yıpratır mı? Sorusu… İran’la batı arasındaki sorunlar tamamıyla çözülmeyeceği için, Türkiye’nin stratejik öneminin azalacağını düşünmüyorum ben. Kaldı ki İran meselesi de değil Türkiye’nin olduğu bölge itibariyle her an yeni kriz noktaları çıkabiliyor. Batı ittifakıyla Türkiye’nin ilişkileri kurumsallaşmış ve iyi oturmuş, kısa vadede de önemli değişiklikler olmayacak. Belki göreceli olarak Türkiye’ye verilen önem azalabilir veya artabilir. Ancak bu ittifakın önde gelen ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin genel ilerleyişine bağlı olarak değişecektir. Yoksa ittifakta kurumsal değişiklik olmayacaktır ya da Türkiye’nin politikasında köklü bir değişikliğe neden olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye ve İran bölgede evet rekabet ediyorlar. Bu rekabet kimi zaman siyasi rekabet şeklinde kimi zaman ekonomik rekabet şeklinde ve ama İran’ın dış politikasında temel faktör 
değil. Daha çok siyaset ve kültür odaklı dış politika izliyorlardı. Yavaş yavaş ekonomiye dış politikasında yer vermeye başladı. O zaman Türkiye- İran ilişkilerindeki rekabet boyutuna yeni bir boyut daha ekleniyor: 

Ekonomik rekabet boyutu ekleniyor. Ama hali-hazırda Türkiye’nin ekonomik avantajı çok daha önde görünüyor. Dolayısıyla bu rekabetin Türkiye’yi çok fazla olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. Bölge ülkeleri açısından da; Türkiye-İran rekabeti ikili ilişkileri değerlendirirken hep bir bölgesel bağlama bakmak 
lazım. Bölgesel ve dönemsel. Yani bölgede sizin kiminle ittifak kurduğunuz ya da kiminle yakınlaştığınız İran’la ilişkilerinizi de etkiliyor. İsrail le yakın ilişki kuruyorsanız, İran’la ilişkileriniz olumsuz etkileniyor. Ya da ABD’nin çok sıkı müttefikiyseniz İran’la ilişkileriniz bozulmaya başlıyor. Ama bu ilişkileriniz biraz 
sarsılmaya başlayınca o zaman İran’la ilişkileriniz gelişebiliyor. Bu, sadece Türkiye’nin siyasi tercihlerine bağlı değil. 

     Bölgesel olarak da Türkiye’nin Suudi Arabistan’la ilişkileri ve İran’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri. İki ülke böyle dönemlerde Türkiye’yi İran’la gergin ilişkileri olduğu dönemde Suudi Arabistan dengeleyici bir unsur olarak kullanabilir. Dolayısıyla herkes farklı hesaplar içerisinde ve herkes stratejik çıkarları 
doğrultusunda yeniden hesaplar yapıyor.Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin krize dönememesi için Selçuk Hoca’nın bahsettiği gibi belki ortak platformların kurulmasında fayda var. Ama ortak platformlar kurmak da kolay değil. Yakın zamana kadar Türkiye’nin batıyla arasında bir “echo” var ama Ortadoğu’ya “echo” pek gelmiyor. Burada siyasi irade çok belirleyici oluyor. Ben yakından çalıştığım için hatırlıyorum: 2000, Arap baharı öncesinde Türkiye’nin diğer ülkelerle de yüksek stratejik iş birliği konseyleri kuruldu. 

Nihayetinde bu konseylerin tek bir çatı altında birleştiği bölgesel bir örgüt kurulması yönünde bir irade var gibi görünüyordu. Ama o dönemde ısrarla İran’la böyle bir ilişki kurulmadı. Hiç böyle bir şey gündeme bile gelmedi. Ancak Ruhani döneminde gündeme gelebildi. Burada dolayısıyla sadece Türkiye’nin siyasi tercihleri belirleyici olmuyor İran’ın batıyla ilişkilerindeki konumu, Türkiye’nin batıyla ilişkilerindeki konumu, ve birbirlerine verdikleri önem çok değişkenli bir süreç ve dikkatli ve yavaş hareket ediliyor. Türkiye-İran rekabeti veya anlaşmazlığı, Suriye veya Irak üzerinden. Irak önce ABD üzerinden Türkiye için potansiyel bir iş kaynağıydı hem de Kürt meselesi de Türkiye-İran için işbirliği kaynağı oldu. Ama İran belirli noktalarda Türkiye politikasından farklılaştı. Kuzey Irak Kürt bölgesinin özerkliği konusunda İran en çok 
destek veren ülke oldu. İran bölgede tek destek veren ülkeydi. Dolayısıyla İran’ın Kürtlerle iyi ilişkileri hali hazırda var şuanda. Türkiye Kürtlerle iyi ilişkiler kuruyor. Kürtler ikisini dengelemeye çalışıyorlar. Merkezi yönetimle İran’ın iyi ilişkileri var. Türkiye’nin merkezi yönetimle ilişkileri bozuk. Burada kim kiminle çarpık kim kiminle iyi ilişkileri var. Hepsini çok iyi analiz etmek değerlendirmek gerekiyor. 

    Cevap - Arzu Celalifer EKİNCİ: İran’ın yaşadığı 79 İslam devrimi ve beraberinde gelen gelişmeler ki bunun en önemlisi 8 yıllık İran-Irak savaşıdır, İran üzerinde çok ciddi yük bırakmış sorunlardır. İran’ın dünyadan izole edilmiş olması, 30 yıldır ciddi yaptırımlarla baş ediyor olması ve ülke içerisindeki bürokraside çok sesliliğin olması dolayısıyla çok ciddi problemlerle karşı karşıya. İran’ın bugün karar verip ben revizona gideceğim deyip, başta bürokratik sistemden kültürel (çünkü kültürel olarak da çok ciddi erozyona uğramış 
vaziyette), ekonomik revizyonu minimum 10 yıl sürer. Çok ciddi revizyonların olması gerekir. Sıkıntı çok seslilik. İki başlı bir ordu var, iki başlı bir yargı var. 
Bu konuda İran’ın kesinlikle bir revizyona gitmesi gerekiyor. 
Fakat Mehmet hocama şu konuda katılıyorum, İran’la ABD helalleşe bilirlerse gerçekten ileriye doğru çok hızlı adımlarla ilerleyebileceğini biliyorum. 

Neden? 

Çünkü İran 75 milyonluk nüfusuyla ekonomik açıdan bakir bir alan. 

Teşekkür Ediyorum… 


****

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 1



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 1


ULİSA ANALİZ 
ULİSA-Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü 

 Türk Dış Politikasının Son 10 Yılı Seminer Serisi - 1 

Türkiye İran İlişkilerinin son 10 yılı 

Ulisa Analiz Bülteni Editörleri: 
Prof. Dr. Mustafa Sıtkı BİLGİN 
Araş. Gör. İsmail Erkam SULA 
Araş. Gör. Eda BEKCİ ARI 
Araş. Gör. Nur H. CAFOĞLU 
Araş. Gör. Muhammed Ekrem KAYA 
Enstitü Sekreteri M.Aykut KOÇAK 

İÇİNDEKİLER 

I. Takdim ..................................... 3 
II. ULİSA Hakkında ........................ 4 
III. Giriş ....................................... 6 
IV. Batı-İran Yakınlaşması ve Türkiye| Doç Dr. Mehmet ŞAHİN ... 6 
V. Gerilimden Stratejik İşbirliğine? Son On Yılda Türkiye-İran İlişkilerinin Dönüşümü|Yrd.Doç.Dr. Bayram SİNKAYA .. 13 
VI. İran Perspektifinden Türkiye İran İlişkilerinin Anlamı -
Dr. Arzu Celalifer EKİNCİ ...... 17 
VII. Sonuç ................................... 23 

I. TAKDİM 

Saygıdeğer Katılımcılar, 

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (ULİSA) yeni faaliyete geçen bir kurumdur. Faaliyet alanlarından birisi olarak akademik ve stratejik çalışmalar yapmayı planlamaktadır. Bu kapsamda panel, seminer ve sempozyum gibi bilimsel etkinlikleri hazırlamakta ve birçok bilimsel faaliyetler yapmayı hedeflemektedir. Düzenli olarak tekrarlamayı ve geleneksel hale getirmeyi planladığımız “Türk Dış Politikasının Son 10 yılı” 
seminer serisinin birincisinde sizlerle birlikte olmaktan tüm ULİSA personeli olarak büyük sevinç duymaktayız. 

İlerleyen yıllarda daha büyük ve geniş katılımlı toplantılarda bir araya gelmek en büyük isteğimiz. 
Yeni bir heyecanla bölgesinde yükselen Türkiye gibi Türk akademisinin de yeni bir heyecana ihtiyacı olduğu hepimizin malumudur. İşte bu heyecanı hep birlikte hissedebilmek hedefini daima temel çalışma ilkemiz ve motivasyon kaynağımız olarak tutmayı ve bu amaca doğru atılan bütün adımları da desteklemeyi büyük bir sorumluluk olarak kabul etmekteyiz. 

Bu mütevazı etkinlik de alanında uzman hocaların bir araya getirilmesi düşüncesiyle oluşturulmuştur. Konumuz Türkiye – İran ilişkileri. Türkiye ve İran Ortadoğu’daki kadim devletler ve kadim medeniyetler arasında yer alan iki ülke. Tarihten alacağımız büyük dersler var. 

Çıkaracağımız önemli derslerden birisi 19.yy başlarında Türkiye ve İran arasında süregelen 20 yıllık mücadeleler. Bu mücadeleler sonucunda yıpranmış olan Osmanlı ve İran’ın bıraktıı güç boşluğunun Rusya tarafından doldurulmuş olmasıdır. Rusya, her iki yıpranmış devlet arasında önce 1813 Gülistan, 1828 Türkmençay anlaşmasıyla İran’ı diskalifiye etmiş, ardından 1829 Edirne 
anlaşmasıyla da Osmanlıya büyük zarar vermiştir. Bu tarihten çıkarabileceğimiz önemli bir derstir. Halbuki bu iki ülke birleşerek bir güç oluştursaydı? O dönemde Şah’ın düşüncesi de buydu. Elbette o zaman bölge için çok daha farklı bir tarih yazılmış olacaktı. 

Ben sözü fazla uzatmadan; hedef olarak etrafına daha duyarlı bir ülkenin vatandaşları olmayı düşleyen, sahip olduğu topraklardan sadece arpa buğday değil ama o topraklara ait bir ruh bir fikir bir ekol çıkarabileceğine inanmış fikir insanlarının bir araya gelebileceği bir meclis oluşturabilmek amacıyla bu proje, bu stratejik hedef belirlenmiştir. Bu çerçevede de bundan sonra düzenlemeye 
devam edeceğimiz bu tür bilimsel etkinliklerde de beraber olmayı diliyoruz. 

Bu etkinliği şereflendirdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum. Çalışmalarımızla ilgilenen tüm akademisyen ve uzmanlara teşekkür eder saygılar sunarım. 

Prof.Dr. Mustafa Sıtkı BİLGİN 
Enstitü Müdürü 

II. ULİSA HAKKINDA 

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (Ulisa) 

D:\ULİSA\ulisa fotoğraf\IMG_1201.JPG 

2014 ULİSA Personeli: Enstitü Müdürü, Araştırma görevlileri ve Enstitütü Sekreteri 
ULİSA’nın misyonu; Özel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadaki bölgelerde ve genel olarak ta dünya sathında cereyan eden uluslararası ilişkilerin dün, bugün ve geleceğinin anlaşılmasına, açıklanmasına ve geliştirilmesine dönük araştırmalar yapmak ve bu araştırmaların sonuçlarını akademik, siyasi ve toplumsal aktörlerle paylaşmaktır. Uluslararası ilişkilerin, özellikle içinde bulunduğumuz dönemdeki küresel, siyasal, kültürel, stratejik, ekonomik ve sosyal gelişmelerin çok boyutlu, aktörlü ve katmanlı bir süreç olması nedeniyle ULİSA’nın araştırmaları disiplinler arası bir özelliğe sahiptir. ULİSA, güncel ve popüler konularla ilgilenmekten çok, bilimsel referans ve bilgi kaynağı niteliğine sahip temel eserler, teoriler ve fikirler geliştirmeye çalışmaktadır. 

  Bu tür çalışmalar ve araştırmalar aracılığıyla bölgemizde ve dünyada barış, adalet, vicdan, ahlak, işbirliği, kalkınma, güvenlik, refah, huzurun gelişmesine ve bu değerlere dayalı bir dünya düzeninin kurulmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. 

ULİSA’nın vizyonu; misyonuna uygun bir şekilde çok disiplinli araştırmalar yaparak ve bu araştırmalara dayalı stratejiler geliştirerek Türkiye’nin bölgesel ve global ölçekteki dinamik konumunun daha da gelişmesine katkı sağlamaktır. Bu çerçevede, Türkiye’nin tarihi, kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik, stratejik ilişkileri ve diğer tüm bağlantıları, Türkiye’yi ve Türk dış politikasını ilgilendiren komşu ülkeler, akraba toplumlar, bölgeler, örgütler, konular ve sorunlar ile 
ilgilenmektedir. Ayrıca, Arap Baharı’ndan Avrupa Birliği’ne, İslam dünyasından Batı dünyasına, Atlantik’ten Pasifik’e kadar tüm uluslararası, küresel ve yerel gelişmeler, dönüşümler ve süreçler, uluslararası siyaset, medeniyet, bölgesel entegrasyonlar, kriz, çatışma, savaş, barış, işbirliği vb. uluslararası ilişkiler ve stratejiyi ilgilendiren konular ULİSA’nın inceleme kapsamı alanına girmektedir. 

Bu konular, uluslararası ilişkilerin değişen ile değişmeyen, kadim ile güncel, klasik ile modern, modern ile post-modern gibi zamansal dinamikler yanında, yerel ile küresel, ulusal ile ulusal-ötesi, bölgesel ile kıtasal gibi mekânsal düzlemlerdeki etkileşimler çerçevesinde değerlendirilmektedir. 

Enstitü Personeli 

Prof. Dr. Mustafa Sıtkı Bilgin.,  Enstitü Müdürü, University of Birmingham 
Araş. Gör. İsmail Erkam SULA., Doktora Öğr., Bilkent Üniversitesi 
Araş. Gör. Eda Bekci ARI.,  Doktora Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
Araş. Gör. Nur H. CAFOĞLU.,  Doktora Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
Araş. Gör. Muhammed Ekrem KAYA.,  Y.Lisans Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
Araş. Gör. Canan TÜNE.,  Y.Lisans Öğr., TOBB ETÜ 
M.Aykut KOÇAK., Enstitü Sekreteri 

Enstitümüzde Düzenlenen Faaliyetler 

. ULİSA “Türk Dış Politikasının son 10 yılı Seminerleri 
. ULİSA Tematik/Kavramsal Tartışma Toplantıları 
. ULİSA “Sosyal Bilim Felsefesi, Yöntem ve Kuram” Seminerleri 
. ULİSA “Kolokyum: Araştırma Tartışma Serisi” 
. ULİSA “Çay Sohbetleri” 
. ULİSA “Anadolu’dan Ortaklar” Programı 
. ULİSA ”Sorunlar/Cözümler Çalıştayı-Raporu” 
. Akademi-Think Tank – Bürokrasi Buluşmaları 

III. GİRİŞ 

“Türk Dış Politikası’nın Son 10 Yılı” Seminerleri geniş bir konu yelpazesine sahip olup Türk dış politikası derinlemesine analiz edildiği dış politika panellerinden oluşmaktadır. Takip eden yıllarda ULİSA çatısı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası, uluslararası ilişkileri ve stratejik konumu hakkında alanında uzman kişilerin yapacağı sunumlardan oluşan etkinlikler bu başlık altında adlandırılacak tır. 

Video ya da ses kaydı altına alınan, deşifre edilen panel sunumları, hazırlanan raporlarla ilgililere sunulacaktır. 
Bu etkinliğin her ay tekrarlanarak gelenekselleştirilmesi planlanmakta bu yöntemle ULİSA’ nın geniş kapsamlı bir Türk dış politikası çalışmaları arşivi oluşturmasını sağlanmaktadır. Kayıt altına alınan bu seminerler Enstitümüzün web sitesinde de genel erişime açılacaktır. Bu bağlamda, uzun vadede ULİSA’nın Türk dış politikası konusunda referans kaynağı haline gelmesi hedeflenmektedir. 

Türkiye’nin komşu ülkeler ve bölgeler ile ilişkisinin derinlemesine analiz edildiği bu toplantılarda, her bir panel özel olarak Türkiye’nin bir ülke ya da bir bölge ile ilişkisini derinlemesine analiz edebilecek bölge uzmanlarının sunumlarını ve ardından soru cevabı kapsayacak şekilde planlanmıştır. ULİSA bu çalışmalarında daha çok komşu ülkeleri ele almaktadır. Bu kapsamda, TC Dış İşleri Bakanı Sn. Ahmet Davutoğlu’ nun farklı çalışmaları ve konuşmalarında dile getirdiği yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzalarını incelemekte, seminerlerini aşağıdaki gibi geniş bir coğrafyayı içerecek şekilde yapmayı planlamaktadır: 

1. Yakın Kara Havzası : Ortadoğu -Balkanlar - Kafkaslar 
2. Yakın Deniz Havzası : Karadeniz – Adriyatik - Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez - Hazar Denizi 
3. Yakın Kıta Havzası : Avrupa - Kuzey Afrika - Güney Asya - Orta ve Doğu Asya 


Bu rapor 3 Mart 2014 tarihinde Yıldırım Beyazıt Üniversitesinin Cinnah Yerleşkesi seminer salonunda gerçekleştirilen “Türkiye-İran İlişkileri: Son 10 Yıl” başlıklı panel sırasında yapılan sunumların deşifrelerinin yazılı metin haline getirilmesi 
sonucunda oluşmuştur. Söz konusu panel ULİSA tarafından tekrarlanarak düzenlenmesi planlanan “Türkiye’nin Dış Politikasının Son 10 Yılı” başlıklı seminer serisinin birincisidir. Her seminer sonunda ULİSA ANALİZ raporları yayınlanacaktır. 

ULİSA enstitü personeli olarak yapmış olduğumuz çalışmalar ile ilgilenen herkese teşekkür eder, ilerleyen raporlarımızı da incelemenizi rica ederiz… 

Türkiye-İran İlişkilerinin Son 10 yılı Panelistleri 
Doç.Dr. Bayram SİNKAYA 
Doç.Dr. Mehmet ŞAHİN 
Dr. Arzu Celalifer EKİNCİ 

IV. BATI-İRAN YAKINLAŞMASI VE TÜRKİYE| 

DOÇ DR. MEHMET ŞAHİN 

Teşekkür ediyorum nazik davetiniz için. Hem ULİSA’ya, hem başkanına, hem de dinleyicilere değer verip geldikleri için teşekkür ediyorum. Bu sıralar İran konusunda bir toplantını yapılması manidar. Zamanlama manidar derler ya biliyorsunuz. Bende manidar bulanlardanım açıkçası. Benim konuşma başlığım İran batı yakınlaşması ve Türkiye. 

Niye İran batı yakınlaşmak istedi? Bunlar durup dururken herhâlde yakınlaşmak 
istemediler. Bu yakınlaşma konusunda İran’ı motive eden bazı nedenler var. Bir de batının tabiî ki burada İran’la yakınlaşmak istemesinin veya bunu şu şekilde kullanabiliriz yakınlaşmak zorunda olmasının da nedenleri var. Aslında iki ülkenin veya iki grubun yani İran ve Batı grubunun zorunlu sebeplerden dolayı bu yakınlaşmanın olduğunu düşünenlerdenim açıkçası. 

Tek tek inceleyelim o zaman. Yani niye İran bu yakınlaşmaya evet dedi veya bu 
yakınlaşmayı istiyor? Çünkü İran’ın 79’dan bugüne kadar kullanmış olduğu batı retoriğine baktığımız zaman aslında bu beklenmeyen bir şey. Hatta bu beklentiyi dini lider Ali Hamaney’in açıklamalarında ben zaman zaman görüyorum. Mesela 79’dan sonraki süreçte yani son 5-6 ayı saymaz isek batı ile yakınlaşmaya çalışıldığı zaman bir anlamda ihanet gibi yorumlanabiliyordu. 

Ama şimdi bakıyorum ruhaninin batıyla yakınlaşma noktasında atmış olduğu adımları çok güzel bir cümleyle tanımlıyor. “Kahramanca esnemek” diyor. Yani batıyla işbirliği içine girmeyi kahramanca bir esneme olarak yorumluyor. Aslında bu cümlenin anlamı şu: İran’da ikiye ayırıyorlar muhafazakâr ve reformcular diye. Muhafazakâr grup tarafından gelecek eleştiriye karşı bu süreci yürüten Ruhani de hükümetine bir zırh oluşturuyor. Aslında onları koruyor. Çünkü 
Ruhaninin bu konuda mesafe almasını istiyor. Bu kahramanca esnemek tabirini kullanmasının sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Demek ki yöneticiler gerektiği zaman bazı kavramlar icat ederek yol almasını becerebiliyorlar. Peki, İran niye böyle bir sürece girdi? Ben bunun bir zorunluluktan kaynaklandığını düşünüyorum. 

Buradaki en önemli sebep ekonomidir bence. Yani İran’ın içine girmiş olduğu ekonomik sıkıntının ki bu aynı zamanda rejiminde ciddi bir sıkıntı içine itiyor buradan bir çıkış noktası arıyor. Doğal olarak bir çıkış noktası arıyor. 2002 yılında benim takip ettiğim kadarıyla 3te 2 oranında bir devalüasyon yaşandı İran’da. Tabiî ki ekonomi iyi gitmediği zaman bu defa siz rejimi de koruyamıyor sunuz. Hatta devleti de koruyamamakla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu açıdan 
bakıyorum. Bir düşüncenin değişmesinden veya İran’daki mevcut ideolojik rejimin değişmesinden kaynaklanan değil de ekonomik ve siyasi zorunluluktan kaynaklanan bir batıya yaklaşma olarak yorumlamanın daha doğru olduğunu düşünenlerdenim açıkçası. Çünkü mevcut ekonomik sıkıntı devam ederse eğer İran bu mevcut rejimini taşıyamayacağını biliyor. Çünkü sürekli artık bu 
sıkıntıyla birlikte rejimden uzaklaşan bir kitleyle karşı karşıya. Yani şunu demek istiyorum bugüne kadar 79dan bu yana küresel sistemle sorunlu gözüken bir rejim bölgesel sistemle de sorunlu gözüküyor. Yani burada daha çok Orta doğu’yu kastediyorum. Ortadoğu’daki ülkeleri Arap dünyasını kastediyorum. Şimdi bir de bu ekonomik sıkıntıdan dolayı içsel sorunlar çıkabilir. Bu üç 
sorunu ne kadar taşıyabilir İran’daki rejim. O açıdan bunu çok iyi gördüğü için ki dışarıdan biz görüyorsak bunu devleti yöneten İran’dakiler bizden çok daha iyi görüyorlar, bir çıkış arıyorlar. Hatta bunu da şey güzel tarif etmiş, bugün ruhaninin başdanışmanı Mahmut Seyyül Galem. Onun güzel bir cümlesi vardı benim de çok hoşuma gitti. Diyor ki İran devrimci vizyondan küresel 
vizyona geçmek istiyor. Bence bu çok önemli bir cümledir. Artık devrimci vizyonla gidilemeyeceğini fark ettikleri için artık küresel sistemin bir parçası olmak isteyen bir İran var. 

Peki, bu noktaya nasıl gelindi? 79 dan bu yana ambargolarla karşı karşıya ama 2006-7-8-9 bunu Arzu hoca çok daha iyi bilir işlediği konu doktora tezinden dolayı nerdeyse her yıl biliyorsunuz 2006dan sonra yaptırım kararları var BMGK nin yaptırım kararları. Ancak 2010 yılında alınan yaptırım kararı bence çok çok daha etki yaptı İran üzerinde, doğrudan İran’ın kalbine yönelik bir yaptırım kararıydı. Çünkü petrol satışı ve bankacılık sistemine yönelik bir yaptırım 
kararı. Bu yaptırım kararı İran’ı ciddi bir şekilde çıkmaza soktu hem petrol satışındaki rakamlara bakarsak ne kadar azaldığını veya önümüzdeki süreçte ne kadar azalacağını ve şimdi bir de İran’ın tabi ki gelirini ihracatının yüzde 80 85inin petrol doğalgaza bağlı olduğunu yani enerjiye bağlı olduğunu göz önünde bulundurursak bu yaptırım kararlarının ne kadar önemli olduğunu veya İran 
üzerinde nasıl etki yaptığını daha iyi anlayabiliriz. Eğer bir açılım süreci olmasaydı bu biraz daha ileri taşınacaktı çünkü batıdan gelen sese baktığımızda artık doğalgaz satışına yönelik de yaptırım kararlarının geleceği gündeme getiriliyordu. O açıdan mevcut yaptırımlardan zaten bir sıkıntı yaşayan İran’ın yeni yaptırımları engellemek ve mevcut yaptırımlardan kurtulmak için bir çıkış 
araması gerekiyor. Bu çıkış araması içinde bence çıkış için İran’daki cumhur başkanlığı seçimlerinin bir fırsat olarak değerlendirdi rejim. Akıllı bir yaklaşımdı Cumhurbaşkanlığı için 686 başvuru yapan oldu. Bunlardan sadece 8 tanesine anayasa kurucuları konseyi tarafından izin verildi. Bunun 2 tanesi seçim sürecinde biliyorsunuz çekildi ve geriye 6 tane kaldı. 

Burada öne çıkan aday Ruhani’ydi. Yani Ruhani’nin söyle bir özelliği var hem rejim güvenecek hem de rejime karşı tepkili olan kesimi sandığa çekecek bir aday olması gerekiyor. Yani ne şiş yanacak ne kebap. 
Böyle bir süreç devam ettirmek istediler. Ruhani öyle bir adam ki hem kum mezunu hem batı eğitimli. Yani hem batı diplomasisini bilen -geçmişte biliyorsunuz nükleer müzakerelerde de yer almış birisi - Hem de rejiminin de çok güvendiği birisi. Belki Hatemi ile arasındaki fark da budur. 

Çünkü Hatemi de reformcu olarak da adlandırılıyordu ama yeteri kadar dini lider ve liderlik tarafından destek bulmamıştı. Ama benim gördüğüm kadarıyla nükleer müzakereleri sürdürmesi için bu dosya Ruhani’ye verildi. Ruhani’nin şöyle bir artısı vardı 2009 seçimlerini göz önünde bulundurarak aslında Ruhani’yi ileri sürdüler gibi geliyor bana. Tabi buna katılırsınız katılmazsınız o tamamen sizin isteğinize kalmış bir şey. Fakat rejim bence burada iyi bir çıkış yakaladı. Hem kendisini güvende hissederek hem de seçim sürecinde ümidini kesmiş İran‘daki toplumu da sandığa taşıyabildi. Gerçi İran‘da herkes rejimle yatıp kalkmıyor. Gündelik olarak acaba benim hayatım nasıl düzelir beklentisi içinde genel kitle. Bu durum hemen hemen her rejimde böyledir. O açıdan bir değişim bir ışık yakalayabilir miyiz diye önce reformcu kesimi de sandığa taşıyabildiler Ruhani’yle birlikte. 

Rejimin güvendiği biri ama reformcuların da “Acaba bir çıkış yakalayabilir miyiz?” beklentisi ile bir ümit bağladığı biri olarak görüyoruz Hasan Ruhaniyi. 

O açıdan rejim bence seçimlerde sahaya çok yi bir aday sürdü gibi geliyor. Bu sadece iç baskıyı azaltmakla kalmadı İran üzerinde bi anlamda rejime kredi bitiyordu, halk içinde özellikle reformcu kanat diye adlandıracağımız kesim ve genç kesim arasında rejim Ruhani’yle birlikte aslında kredi süresini uzatmış oldu. 

Bir anlamda üzerindeki iç baskıyı ötelemiş oldu. Ruhaninin iç baskı anlamında rejime böyle bir katkısı oldu, şimdi birde dışarıya karşı kullandığı söyleme bakmak gerekiyor. Küresel sisteme daha yumuşak bir söylem. O devrimci vizyonu bir tarafa bırakmış bölgede komşularına karşı daha yumuşak bir söylem bir anlamda bakıyorsunuz aslında bu Ruhani’nin danışmanının Mahmut 
Seyyul Galem’in söyleminde de görüyorsunuz. Bir anlamda Türkiye’nin 2002 yıllarında Ak Parti dönemiyle birlikte biliyorsunuz o sıfır-sorun politikasına benzer bir politikanın ruhaniyle birlikte uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. İşte komşularına yönelik daha sert devrimci bir söylem rejim ihracı gündeme getiren söylem değil de daha işbirliği içinde olmak istediğini dile getiren bir cumhur başkanıyla karşı karşıya kaldık. Bunun aslında bölgesel istikrar açısından da önemli odluğunu düşünüyorum. Aynı zamanda küresel sisteme yönelik de olumlu mesajlar verdi. İran Ruhani’yle birlikte iç ve dış baskıdan kurtulmaya çalıştı aslında. 

Peki bunu başarabilir mi? 

Bunu süreç gösterecek ama Haziran 14’te seçimler oldu. Hazirandan bu yana yaşanan sürece baktığımızda aslında İran’ın bu yaklaşımının bu siyasetinin bu tavrının başarısız olduğu da söylenemez. Yani başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. O açıdan iç ve dış baskı daha çok ekonomik anlamdaki baskıdan bir çıkış arama süreci İran’ı batıyla yakınlaşmaya itti. 

Burada batıyla yakınlaşmaya itti derken batıyı iki perspektifte değerlendirmek lazım. Bir tanesi ABD İran yakınlaşması bir diğeri de 5+1 ile İran arasında devam eden süreç. ABD de buna olumlu cevap verdi biliyorsunuz BM Genel Kurul toplantısında işte son gün Ruhani ile Obama’nın görüşmesinde 
taraflar birbirlerine sıcak mesajlar. Bunların süreci daha da hızlandırdığını görüyoruz. 

İran şunun farkındaydı: bu çıkışı yakalaması için çıkış yapabilmesi için mutlaka 
yaptırımlardan kurtulması gerekiyor. Bu yaptırımlardan kurtulmadığı sürece ve yeni yaptırımları engellemediği sürece İran ideolojik, devrimci vizyondan küresel vizyona geçemeyeceğini bu sıkıntılardan kurtulamayacağını biliyordu. O açıdan benim takip ettiğim kadarıyla zor da olsa İran batıyla ABD İran veya 5+1 arasındaki süreci zor da olsa ileri noktaya taşınacağını düşünenlerdenim. Çünkü İran’daki rejim bu konuda kararlı gözüküyor. İşte bu sıkışmışlık İran’ı masaya getirdi. Peki, İran madem sıkıştı batı karşılık vermeseydi diyenler var. Yani madem süreçten sonuç alınıyor. Hayır o kadar da kolay sonuç alınamıyor batı da ciddi bir çıkmazla karşı karşıya. Çünkü batının amacı şu; İran’ı nükleer program dan vazgeçirmek. 79’dan sonraki sürece bakarsak rejimi cezalandırma düşünceleri vardı. Ama daha sonraki süreçte nükleer programın gündeme gelmesiyle birlikte bunu engelleme çabalarının olduğunu dile getirdiler. Peki yaptırım kararıyla bunu engelleyebildiler mi? Engelleyemediler. Hatta bırakın İran daha denetimsiz şekilde nükleer programını mümkün olduğu kadar daha ileri noktaya taşıma yolunda ileri adımlar attı. O açıdan, madem yaptırımlarla engelleyemiyorlar peki askeri bir müdahaleyle engelleyebilecekler mi? Bunun da çok zor olduğu görünüyor. Niye zor olduğu görünüyor çünkü ABD’nin dış 
politikasında özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikasında ciddi değişimin olduğu görünüyor. 

Nedir bu değişim? 

İşte 2000lerin başında oğul Bush döneminde ABD inanılmaz güç dağıttı. Yani 
kontrolsüz güç kullanımıyla birlikte aslında ABD kendi askeri ekonomik ve siyasi sınırlarını ortaya koydu. Dünya bunu gördü. Hem ABD’nin müttefikleri bunu gördü hem de ABD’nin rakipleri bunu gördü. Yani burada kastettiğim Çin veya sorun yaşamış olduğu diğer ülkeler Rusya ve İran. ABD’nin sınırlılığını ve sınırının ne olduğunu gördüler. Şimdi Obama döneminde Bush döneminde dağılan gücü tekrar toparlamaya çalışıyorlar. 2011 yılının aralık ayının sonu itibariyle Iraktan çekilen bir ABD var. Burada muhalif güçlerini çekiyor tabi bağlılığı devam ediyor siyasi ve ekonomik bağlılığı. 2014 yılında Afganistan’dan askerlerini çekmeyi düşünüyor. Suriye konusunda da dikkat edelim ABD güç kullanamayacağını gösterdi. Yani bunun bölgesel ve küresel sonuçları oluyor. İşte İran bunu gördüğü için baktı ki Suriye’de kimyasal silah kullanıldığında bile 
müdahale etmekten geri duran bir ABD tutup İran’a mı bir askeri müdahalede bulanacak. 

 Öyle İran’a bir askeri müdahalede bulunmak her baba yiğidin harcı değil onu bir defa söylemekte fayda vardır diye düşünüyorum. Çünkü 75 milyonluk bir ülke bölgesel etkisini de göz önünde bulundurduğunuz zaman bölgeyi cehenneme çevirir. Bu ABD’nin tek taraflı yürütebileceği bir süreç değil. AB’nin yani ABD’nin müttefiklerinin mevcut durumunu göz önünde bulundurduğumuzda aslında bunun imkânsız olduğu göründü. O açıdan masaya oturmaktan, diplomasiden başka yol kalmadı. 

    İran’ın ekonomik anlamda başarısızlığı veya birileri tarafından başarısız kılınması ve batının da bu çıkmazları aslında iki tarafı masaya getirdi. Ama iki tarafı masaya getirmesi farkındaysanız buraya gelene kadar sorun yaşayabilir ama ben masaya getirdikten sonra İran’ın başarılı olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize masanın bir tarafında İran diğer tarafında dünyanın 6 önemli ülkesi. Yani BM güvenlik konseyinin daimi 5 üyesi ve Almanya. Yani diplomatik açıdan, İran açısından bunun başarı olduğunu düşünenlerdenim. Peki, neyi değiştirir bu? Çok şey değiştirir. 

Eğer İran batı yakınlaşması sonuç verirse sert bir şekilde söyleyeceğim bunu ben bölgesel deprem olacağını düşünenlerdenim. Bölgede siyasi deprem olur. Yani Arap Baharı sürecini hesaplayalım bu bile bir depreme sebep oldu. Ben bunun da ciddi bir depreme sebep olacağını düşünenlerdenim. Bu yargıya varmamın sebebi şu; 79’dan sonra bölgedeki devletlerin dış politikaları İran karşıtlığı 
üzerinden inşa edildi. Maalesef sağlıksız bir inşa süreciydi bu. Hatırlayalım, 79’da İran devrimi 80’de Saddam’ın İran’a saldırması ve 81’de Körfez İşbirliği Örgütü’nün kurulması. Bunlar İran’ın rejim ihracı politikasına karşı kurulan; yani hem bölgenin tüm siyasi yapısı hem de bölgedeki devletlerin dış politikaları devrimci yani dini İran karşıtlığı üzerine inşa edildi. Hakeza 79’da devrim 80’de askeri darbe Türkiye’deki. Yani bu darbeyi sadece iç saiklerle açıklayamıyorum ben. Çünkü 80 darbesinden sonra Türkiye’de eğitim sistemi bazlı olaylar, solcu aydınların öldürülmesi… Bu sürece baktığınız zaman aslında İran’daki rejim üzerinden Türkiye’yi batı ekseninde tutmaya yönelik bir sürü şeylerin yapıldığını görüyorsunuz. Bırakın dış politikalarını bazı ülkelerin iç politikalarını da İran karşıtlığı üzerine inşa ettiler. Peki, o zaman şimdi batı İran’a yakınlaştığı zaman burada siyasi bir çözülme olacak. Bu kaçınılmaz olarak siyasi çözülme olacak. 
Yani Körfez İşbirliği Konseyi kendini tekrar gözden geçirmek zorunda kalacak. Türkiye kendi mevcut iç ve dış politikasında bazı değişiklikler yapmak zorunda kalacak. Bu açıdan batıyla ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacak. Nitekim bunlar gündeme gelmeye başladı. 

Bunun en çarpıcı örneği birkaç ay önceydi galiba 3 ay kadar oldu İsrail’de Hares Gazetesi’nde bir haber yayınlanmıştı. 29 tane Arap lideri dış işleri bakanlarının tamamının olduğu söylendi. Suudi Arabistan’ın kralının oğlunun olduğu söylendi. Abu Dabi’de bir salonda toplanıyorlar. İsrail cumhurbaşkanı Simon Peres yüzlerine bakmadan bir-buçuk, iki saat konferans veriyor. Yani bu neyin sonucudur. Bu İran batı yakınlaşmasının sonucudur çok bariz bir şekilde. Düşünebiliyor musunuz yani İsrail cumhurbaşkanının kalkıp Araplara 1,5, 2 saat konferans vermesini nasıl yorumlayabilirsiniz. Ben açık söylemek gerekirse bunun İran batı yakınlaşmasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. 

2. olarak Türkiye yansımasıyla ilgili birkaç cümle söyleyeyim. İran-batı yakınlaşmasının ben Türkiye’nin faydasına olacağını düşünenlerdenim. Bir kısım, bunun Türkiye’nin aleyhine olacağına düşünüyor. Benim de anlayamadığım şu; İran ile batı kötüyse Türkiye’nin aleyhine oluyor diyenler, İran’la batı yakınlaş ması da Türkiye’nin aleyhine oluyor diyorlar. Ben de diyorum ki siz ne diyorsunuz artık bir karar verin. Hem diyorsunuz ki İran’la batı kötü olduğu zaman Türkiye’nin aleyhine hem de diyorsunuz ki İran’la batı yakınlaşsa bu da Türkiye’nin aleyhine. Yani Türkiye’nin lehine olan hiçbir şey yok mu? O açıdan benim gördüğüm kadarıyla İran’la batı kötü iken Türkiye’nin açmazı şu idi; komşuyla durmuş olduğu yer arasında sorun oluyordu. Yani batı müttefikisiniz bu ekonomik anlamda batıyla birliktesiniz OECD den bahsetmek istiyorum. Askeri alanda NATO üyesisiniz. Siyasi anlamda batı ittifakındasınız. İran da batıyla sorunlu. 

Bu Türkiye İran’la bazı anlaşmalar gündeme geldiğinde biliyorsunuz 2010 da çok gündeme gelmişti: “eksen mi kayıyor?” tartışmaları gündeme geldi. Artı enerji açığı olan bir ülke İran’la enerji anlaşmaları imzalamak zorunda kaldığında ciddi açmazla karşı karşıya kalıyor. Hatta bunun bazı ekonomik süreci götürmek için farklı süreçlerin de takip edildiğini 17 Aralık sürecinde bunu daha iyi gördük 
biliyorsunuz. Halk Bankası ve bazı insanların gündeme gelmesini de bu perspektifte değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Ben İran’la batının yakınlaşmasının Türkiye’nin lehine olduğunu düşünüyorum. Çünkü İran, Türkiye’nin şöyle bir artısı var bunu Türkiye propagandası yapmak için söylemiyorum bölgedeki bütün ülkelerin sattıkları İran’ın sattıklarıyla aynı. Yani 
bütün bölge körfez ülkeleri hepsine bakın bütün komşularımız enerji ihraç eden ülkeler. Türkiye de enerjiye ihtiyacı olan bir ülke. Yani Türkiye’nin yerini Ortadoğu’da - ticari çeşitlilik olarak söylüyorum- dolduracak bir ülke yok. Yani siz İran’dan almadığınızı Iraktan alabilirsiniz veya körfez ülkelerinden alabilirsiniz. Yani körfez ülkeleri ne satıyorsa büyük oranda İran da onu satıyor. Körfez ülkelerinin Arap ülkelerinin neye ihtiyacı varsa İran’ın da ona ihtiyacı var. Ama Türkiye bunun tam tersi. Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var ve üretmiş olduğu malları satmak istediği pazara ihtiyacı var. O açıdan Türkiye’nin burada sui-generis bir durumu var aslında Ortadoğu’da. O açıdan bu yakınlaşma bence Türkiye’nin ekonomik anlamda ve enerji açığını kapatma anlamında inşallah sonuç verir bu İran batı yakınlaşması. Hem de Türkiye’nin üretimdeki 
çeşitliliğinde bir pazara ihtiyaç doğacak yani benim kastettiğim şu; Balkanlar’ dan bakın yakın çevresinde üretim çeşitliliği anlamında Türkiye’nin yerini dolduracak bir ülke göremiyorum. O açıdan şöyle bir şey olabilir. Türkiye’ye, diyorlar ki İran belki çok güçlü bir şekilde ortaya çıkan bu siyasi rakip olur”. Siyasi rekabet Türkiye ile İran arasında her zaman olur. Bu Selçuklular 
döneminde de vardı Osmanlılar döneminde de vardı ilerde de olacak. Ama Türkiye ile İran rakip olmalarına rağmen birbirleriyle barış içinde bu ilişkiyi sürdürebilme tarihsel deneyimine sahipler. 

   O açıdan ben bunun ilerde de devam edeceğini düşünenlerdenim. Sadece bölgesel Kürt yönetiminin bile Türk ekonomisi için son 10 yılda açmış olduğu alanı göz önünde bulundurun. 

Çünkü orada 5 milyonluk bir nüfus bile son yıllarda ekonomik anlamda inanılmaz bir kapı açtı. 

Peki, 75 milyonluk bir İran’ın Türk ekonomisinde açacağı bir kapıyı göz önünde bulundurmak gerekiyor. Enerji kısmını bir tarafa bırakıyorum. O açıdan ben bu İran batı yakınlaşmasının Türkiye açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Bir şey daha var dünyayla ve küresel/bölgesel sistemle kavgalı bir İran bölgede sorun çıkartır. Demek istediğim şu var; İran’ı iyi okursanız görürsünüz 
ben düzen kurmuyorsam düzen kurdurmam kardeşimdir yani bu tavrı vardır. 

O açıdan bölgesel ve küresel sistemle barışık ve devrimci vizyondan küresel vizyona geçmek isteyen İran daha sorumlu bir üye olarak davranacağını ben düşünüyorum açıkçası. 
Benim yaklaşımım bu teşekkür ediyorum sabrınız için. 

V. GERİLİMDEN STRATEJİK İŞBİRLİĞİNE? SON ON YILDA TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNİN DÖNÜŞÜMÜ

YRD. DOÇ.DR. BAYRAM SİNKAYA 

İlk olarak; Türkiye İran ilişkilerinde gerilim mi vardı ki diye sorulabilir ya da Türkiye İran ilişkileri ne zaman stratejik işbirliğine evirildi diye de sorulabilir. Aslında Türkiye İran ilişkilerinin bugün geldiği noktayı tam olarak stratejik işbirliği şeklinde ifade edemeyiz ama bu yönde önemli adımlar atıldığını da belirtmek gerekiyor. Türkiye İran ilişkilerinin bugüne nasıl geldiğine bakmak için 
başlangıç noktası olarak 1998’i alabiliriz. 1998’de Türkiye ile İran arasındaki ekonomik işlemlerin, ticari işlemlerin toplam hacmi 600 milyon dolar. Bugün Türkiye İran ticari ilişkileri 15 milyar doları aşmış durumda. Yani artık kaç kat büyüdüğünü siz hesap edin. Keza 1998’de İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın bir İran gezisinde; klasöründe İranlıların destek verdiği teröristlerin listeleri bu teröristlerin İran’daki kamplarının listeleri, tedavi oldukları hastanelerin listeleri, 
İran’daki bağlantıların listeleri vardı. 1 ay önce Başbakan Erdoğan İran’a gittiğinde ise onun dosyası çok daha farklıydı. Onun dosyasında ticari ilişkiler nasıl geliştirebilir serbest ticaret anlaşmasının imzalanması yüksek düzeyli işbirliği anlaşmasının imzalanması vs. gibi bilgiler mevcuttu Yani; gündem tamamen değişmiş durumda. 

Keza yine 1998’de Ankara ve Tahran’da Türkiye ve İran’ın büyükelçileri yoktu. Neden yoktu? Önceki aylarda Türkiye’de 28 Şubat krizinin de etkisine bağlı olarak 2 ülkenin elçileri karşılıklı olarak çekilmek zorunda kalmışlardı. 

İstenmeyen adam ilan edilmedi ama elçiler çekilmek durumunda kaldı. Bugün ya da bir ay önce Başbakan Erdoğan Tahran’a gittiği zaman yüksek düzeyli işbirliği anlaşmasını İran’la yüksek düzeyli işbirliği konseyinin kurulması doğrultusunda bir bildiri hazırladılar. Böyle bir niyet ortaya koydular. Yani bu 3 başlıkta baktığımız zaman hem güvenlik perspektifinden hem ekonomik perspektiften hem de siyasi perspektiften aslında gerçekten gerilimden daha yoğun bir işbirliğine, bu stratejik işbirliği olmasa bile daha yoğun bir işbirliğine geçildiğini net olarak görüyoruz. O zaman söyle bir soru karşımıza çıkıyor: 
Türkiye İran ilişkilerindeki bu ilerlemeyi nasıl açıklayacağız? Belirgin bir dönüşüm var. 
Bu dönüşümü nasıl açıklayacağız? Bu dönüşümü açıklamak için literatürde kullanılan farklı yaklaşımlar var. Bugünlerde daha revaçta olan bir yaklaşım; birincisi bazı Acem ajanlarının Türkiye’deki hükümet çevrelerine sızdığı ve onların da dolayısıyla İran’ın suyuna gittiği için Türkiye İran ilişkilerinin ilerlediği yönünde ki ben bunu tartışmaya gerek bile görmüyorum. Ama daha ciddiye alınabilecek yaklaşımlar ve literatürde öne çıkan yaklaşımlar var hocalarımız da tarihe sık sık referans verdiler. Türkiye ve İran tarihsel olarak işbirliği ve gerilim arasında, işbirliği ve çatışma arasında gidip geliyor. Türkiye ile İran arasındaki iyi ilişkileri ele aldığımız zaman ya da siyasetçiler iyi ilişkilerden konuşacakları zaman hemen 1639 Kasrı Şirin’e kadar giderler. O zamandan bu zamana Türkiye İran sınırları hiç değişmemiş her şey güllük gülistanlık çok güzel ilişkiler var. Ama Türkiye İran ilişkileri bozulduğu zaman ise Safeviler’e kadar gideriz. Zaten 
Osmanlı ile Safevi’nin arasında Türkiye’yle İran’ın arasında yapısal fark var, ideolojik fark var, dinsel ve mezhepsel olarak fark var. Bunlar sürekli rekabet halindeler. Dolayısıyla bu rekabet tekrar su yüzüne çıkıyor. Ama tarihsel olarak görülen bu yaklaşımların aslında ikisinin de tarihsiz olduğunu ve basit anlatılar olduğunu görüyoruz. Çünkü onlar belirli ölçülerde gerçeğin bir kısmını 
yansıtabiliyor ama ilişkilerdeki değişimi bize açıklayamıyor. Yani eğer mezhep meselesi ya da ideoloji farkı meselesi Türkiye İran ilişkilerinde bir gerilim sorunuysa bir çatışma sorunuysa neden arada işbirliği yapabiliyorlar. Ya da Türkiye ile İran tarihsel olarak zaten hep işbirliği yapmaya eğilimli ise arada bu gerilimler neden ortaya çıkıyor. Bu değişimleri açıklayabilmek için daha farklı 
bir yaklaşım kullanmamız gerekiyor. Keza son zamanlarda coğrafya kullanılıyor, Türkiye ve İran’ın jeopolitik konumu ve jeo-stratejik kaynakları kullanılıyor. Türkiye gelişmekte olan bir ülke, enerjiye ihtiyacı var İran’da enerji zengini bir ülke, petrol ve doğalgaz ihraç ediyor. Dolasıyla bunların ikisinin işbirliği yapmasından daha doğal bir şey yok. Ama İran’da doğalgaz kaynakları 
yeni keşfedilmedi. İran’da petrol daha öncede vardı, 1990’larda da vardı. O zaman bu yaklaşımda bize son 10 yılda Türkiye İran ilişkilerinde ki ilerlemeyi anlamamıza yardımcı olmuyor. Türkiye İran ilişkilerindeki ilerlemeyi anlamak için belki ilişkileri bağlamına oturtmak bağlamsallaştırmak ya da dönemselleştirmek gerekiyor. Kendi dönemi içerisinde her alt dönemin kendi siyasi konjonktürü sosyal ekonomik koşulları bölgesel ve uluslararası siyasetin genel durumunun ayrıca incelenmesi gerekiyor ve daha detaylı analiz edilmesi gerekiyor. Dolasıyla 1990’larda sadece Türkiye İran ilişkileri kötü değildi uluslararası siyaset ve uluslararası siyasetin bölgedeki etkileri Türkiye ile İran arasındaki ilişkileri olumsuz etkiliyordu. Keza iki ülkenin en önemli sorunları güvenlik sorunlarıydı. Bu da ister istemez iki ülke ilişkilerini olumsuz etkiliyordu. Güvenlik 
sorunları öne çıkınca bu küreselleşme öncesi dönem biraz Soğuk Savaş’ın kalıntıları ve güvenlik bürokrasisi etkili oluyor. Karşı taraf da artık daha realist bir bakış açısıyla gelen tehditleri önleme arayışı çerçevesinde çeşitli hamleler yapıyor ya da dış politika biraz da Türkiye’nin güvenliğinin korunmasına indirgenmişti ve İran’da da benzer bir yaklaşım vardı. Ama 1990’ların ortalarından 2000’lere doğru geçtiğimiz zaman bu şartlarda bazı değişiklikler görüyoruz. Her şeyden önce iki ülkedeki siyasal liderlik büyük ölçüde değişti ama Türkiye İran ilişkilerinin değişimi AK Parti’yle başlamadı. İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı sırasında başladı. Yani aslında Türkiye İran ilişkilerinin dönüm noktası 2000’dir. Ahmet Necdet Sezer’in Tahran gezisiyle başlamış ve ilk defa büyük bir iş adamı heyeti Cumhurbaşkanı’nın ziyaretine eşlik etmiştir. O ziyaret sırasında İran’da Tahran Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümü açıldı ve ilişkiler yavaş yavaş çeşitlenmeye başladı. Bu konuyla ilgili Mustafa Aydınlar’ın çok güzel bir makalesi vardı; Ortadoğu’da özellikle Türkiye’nin dış politikasında siyaset mi ekonomi mi daha belirleyici şeklinde. 2004-2005 tarihli bu makalede siyasetin Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin de ekonomik dış ilişkilerinin de belirleyici olduğu yazılır. Genel argüman budur. Gerçekten de Türkiye İran ilişkilerine baktığımız zaman siyasi ilişkiler kötüyken ekonomik ilişkiler de dibe vurmuştur. 1998 örneğinde olduğu gibi. Ama siyasi ilişkiler ilerlemeye başlayınca ona paralel olarak ekonomik ilişkiler de ilerliyor. Yalnız son zamanlardaki gelişmeler bu konuda da yavaş yavaş bir değişim yaşadığımızı gösteriyor. Buna tekrar sonuç kısmında gelmek istiyorum. 

Türkiye İran ilişkilerinin dönüşümünü tartışırken her iki ülkede de zihniyet dönüştü. Dış ilişkilere bakış zihniyeti dönüştü. Belki biraz küreselleşmenin etkisiyle belki biraz iki ülke arasındaki güncel güvenlik sorunlarının çözümlen mesi sayesinde bu stratejik zihniyetin dış politikaya bakışının değiştiğini görüyoruz. Dış politikaya bakışın değişimi 2001 tarihli bir MGK zirvesinde çok net olarak görülüyordu. Orda artık bütün komşularla iyi ekonomik ilişkilerin tesis 
edilmesi bu suretle Türkiye’nin güvenliğine katkıda bulunulması yönünde bir yaklaşım ortaya çıkmıştı. Bu yaklaşım daha sonraki Ak Parti dönemlerinde de daha liberal bir ekonomik dış politika ya da Kemal Kirişçi’nin tabiriyle Türkiye’de ticaret devletinin yükselmesine bağlı olarak Türkiye’nin dış politika öncelikleri değişmeye başladı. Önceden üst düzey ziyaretler yapıldığı zaman savunma bakanı ya da diğer güvenlik bürokrasisinin önde gelen isimleri ve birkaç asker bu ziyaretlerin vazgeçilmez üyeleriydi. Şimdi ziyaretlerde ekonomi bakanını görüyoruz, enerji bakanını görüyoruz ve iş adamlarını görüyoruz. Yani ekip tamamen değişti stratejik düşüncenin stratejik zihniyetin iki ülkenin uluslararası ilişkilere bakışının değişmesine paralel olarak dış politika yapıcılarda da bazı değişiklikler olduğunu görüyoruz. Nitekim bu çerçevede de önemli adımlar atıldı ama bu haydi biz ilişkilerimizi değiştirelim geliştirelim demekle olmuyor bazı 
sorunların çözülmesi gerekiyor. Gerçekten iki ülkede de 2001 yılında bu yönde olumlu bir ilerleme vardı. İran’da Hatemi hükümeti işbaşındaydı. Türkiye’de Ecevit yönetimi daha sonra AK Parti iktidara geldi. Üst üste güvenlik sorunlarının aşılması yönünde; mesela 1990’larda İran Türkiye ilişkilerinde en önemli sorunu Hizbullah’tı. Ya da Türkiye’deki İslamcı gruplara İran’ın destek verdiği iddiasıydı. Bu 2000’li yıllarda yavaş yavaş gündemden düştü. Keza PKK meselesi; İran’ın 
2001 yılına kadar PKK’yı aktif olarak desteklediği Türk resmi makamlarınca sürekli iddia edildi. Ama bu sırada da PKK da sürekli transformasyon geçirdi. Hatırlayacaksınız; isimler değiştirdi. Bu sefer PKK’nın terörist örgüt olarak tanınması gündeme gelmişti. İran’ın tanımaması uzun süre tartışıldı ama nihayet İran bu yönde adım attı ve Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde Türkiye’ye destek vermeye başladı. Bu ikili ilişkilerin önündeki en önemli sorunlar güvenlik sorunları ortadan kalkınca stratejik zihniyetinde değişimine bağlı olarak ideolojik ayrılıkları bir kenara bırakarak işbirliği yapabilecekleri ticareti geliştirebilecekleri ya da her iki ülkenin de çıkarlarını gözeteceği noktalara yoğunlaşmaya başladılar ve bu çerçevede yavaş yavaş ekonomik ilişkiler gelişmeye başladı. Ben bu süreci Türkiye İran ilişkilerinin rasyonelleşmesi olarak adlandırıyorum. 

Bu rasyonelleşmeye bağlı olarak Türkiye İran ilişkilerinde yapısal bir değişiklik oldu. Türkiye İran ilişkileri çeşitlendi. 1990’larda hatta 1980’lerde Türkiye’nin dış politikasından bahsederken yine güvenlik öne çıkıyordu ve siyasi ilişkiler öne çıkıyordu. Ama artık Türkiye’nin dış politikasından bahsederken siyasi ilişkilerinin yanında ekonomik ilişkiler daha ön plana çıkmaya başladı ve kültürel ilişkiler öne çıkmaya başladı. Türkiye’nin dış politikasının dönüşümüne paralel olarak AK Parti’nin de dış politika da dönüştürücü etkisiyle birlikte ilişkilerin çeşitlendiğini görüyoruz. Nasıl çeşitlendi? Kültürel ilişkiler öne çıktı, iktisadi ilişkiler öne çıktı, 
ticari ilişkiler öne çıktı ve ilişkiler çok boyutlu bir hal aldı. Bu çerçevede bölgesel ilişkilere özellikle dikkat etmek gerekiyor. Önceden bölgesel meselelerle ulusal meseleler ya da ikili meseleler çok iç içe geçiyordu ve bölgede rakipsek düşmansak bu ikili ilişkiler doğrudan olumsuz etkileniyordu. Ama rasyonelleş meye, çeşitlenmeye ya da kompartmanlaşmaya paralel olarak iki ülke bölgesel gerilimleri bir kenara bırakıp işbirliği yapabilecekleri alanlara odaklanmaya başladılar. Mesela kültürel konuda kriz çıksa da ya da siyasi konuda kriz çıksa da ekonomik ilişkiler ilerlemeye devam etti. 

Son olarak bunu Arap Baharı - Suriye meselesinde çok net gördük. Türkiye ve İran Suriye üzerinden çok net şekilde karşı karşıya geldi Türkiye İran ilişkilerinin bu rasyonelleşmesi ve çeşitlenmesi ya da kompartmanlaşması süreci, Suriye üzerinden adeta test edildi. Ama baktığımız zaman Türkiye İran ilişkileri Suriye üzerinde en çok gerildiği dönem 2011-2012 yılları arası. 

Bu dönemde Türkiye İran ekonomik ilişkilerinin 22 milyar dolara yaklaştığını görüyoruz ve artmaya devam ediyor. Bu durum artık Mustafa Aydınlar’ın hipotezinin değişmeye başladığını gösteriyor. İlişkilerde çeşitlenmeye paralel olarak ekonomik ilişkiler siyasal ilişkilerden yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Belki bu tespit için erken ama bu yönde bir eğilim olduğunu görüyoruz. İsrail ile de aynı şekilde Irak ile de aynı şekilde. Türkiye Irak siyasi ilişkileri adeta dibe vurdu ama ekonomik ilişkiler gelişmeye devam ediyor. Bu değişim çerçevesinde; Türkiye İran ilişkilerinin ilerlemesi ve geleceği açısından yüksek düzeyli anlaşmanın imzalanmasını çok önemli görüyorum. Ben sözü burada bakıyorum. 

Teşekkür ederim. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***