Ahmet Çelik KURTOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Çelik KURTOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2020 Pazar

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 1

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 1






BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 72 
HAZİRAN 2016
bilgesam
BİLGESAM YAYINLARI 
RAPOR NO: 72 
Kütüphane Katalog Bilgileri: 
Yayın Adı: Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Orta Doğu Vizyonu ve Stratejisi 
Yazar: Prof. Dr. Atilla SANDIKLI, Sibel KARABEL 
ISBN: 978-605-9963-21-3 
Sayfa Sayısı: 70 
Kapak Tasarımı: Sertaç DURMAZ 
Baskı & Cilt: Gülmat Matbaacılık 
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul 
Tel: 0212 577 79 77 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Wise Men Center for Strategic Studies 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi No:10 
Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36 
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 

YAYINLARI 

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
Copyright © BİLGESAM HAZİRAN 2016 
Bu yayının tüm hakları saklıdır. Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

SUNUŞ 

Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve politikaları tarihsel olarak değerlendirildiğinde, kültürel ve coğrafi bakımdan yakınlığı nedeniyle Orta Doğu’daki barış ve istikrarın yansımalarının uygulanan politikalara etki ettiği görülmektedir. Dönemsel olarak Orta Doğu’da yaşanan Hatay ve Musul Meseleleri, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşları gibi gelişmelerden çıkarılan dersler doğrultusunda Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik uygulamaları genel itibariyle; ihtiyatlı, sorunların parçası olmayan ve taraf tutmayan, gerçekçi ve dengeci bir çizgide seyretmiştir. 

Bu kapsamda, uluslararası ilişkiler ortamında son 20 yıldaki gelişmeler, özellikle Orta Doğu’da 2010’da başlayan dönüşüm süreci küresel ve bölgesel dengeleri 
yeniden şekillendirmiştir. Bu doğrultuda Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve politika öncelikleri; tarihsel deneyimlerden elde edilen öngörü ve hem küresel hem de Orta Doğu’ya yönelik dinamiklerin değişen düzeniyle birlikte değerlendirilerek gözden geçirilmeyi zorunlu kılmaktadır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve stratejilerini dönemsel olarak inceleyerek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak ve karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Orta Doğu Vizyonu ve Stratejisi” adlı raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı ve BİLGESAM Uzmanı Sibel Karabel tarafından hazırlanan rapor 13 Mayıs 2016 tarihinde icra edilen 25. Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiştir. Rapor, kurul üyelerinin görüş ve önerileri doğrultusunda gözden geçirilmiş ve yayına hazırlanmıştır. 

Raporun karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Sibel Karabel’e rapora değerli görüş ve önerileriyle katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli vakitlerini sarf eden başta (E) Oramiral Salim Dervişoğlu ve 
(E) Büyükelçi Oğuz Çelikkol olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu’na ve emeği geçen BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

Prof. Dr. Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı 


YÖNETİCİ ÖZETİ 

Orta Doğu tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde, gerek jeopolitik konumu gerekse stratejik önemi bakımdan uluslararası konjonktürde küresel ve 
bölgesel güçlerin odak noktası olmuştur. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını birbirine bağlayan ticaret yollarının kavşak noktasında bulunması bölgeye jeopolitik değer kazandırırken, sahip olduğu petrol rezervleri bölgenin stratejik önemine işaret etmektedir. Diğer taraftan Orta Doğu, kadim medeniyetlerin 
ve kültürlerin buluştuğu çok kültürlü ve coğrafi özellikleriyle kendine özgü dinamikleri olan bir bölge olarak öne çıkmaktadır. 

Orta Doğu’nun jeopolitik konumu ve hemen her dönem güç mücadelelerine sahne olması, diğer küresel ve bölgesel aktörlerin güvenlik ve refahını etkileyecek potansiyel riskleri de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, bölgede süregelen çatışma ve istikrarsızlıkların yansımaları Orta Doğu bölgesini dünya çapında öncelikli bir yere taşımıştır. 

Son çeyrek yüzyılda uluslararası düzlemde meydana gelen sistem düzeyindeki dönüşüm ve eşlik eden küreselleşme olgusu uluslararası sistemin yapılanmasını 
bütünüyle değiştirme potansiyelindedir. Bunun yanı sıra, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlangıçta oluşan tek kutuplu düzlemde, beş önemli gelişmenin uluslararası sistemi derinden etkilediği gözlemlenmiştir. Bunlar; 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de meydana gelen terör saldırıları; 2008 yılında yaşanan Finansal Kriz; Rusya’nın küresel bir aktör olarak yakın çevresinde siyasi ve askeri varlığını artırması; 2010 yılında Tunus’ta başlayarak tüm Arap dünyasına yayılan Arap Baharı; dünya ekonomisinin ve dolayısıyla ABD’nin küresel stratejilerinin ağırlık merkezinin Asya Pasifik’e kaymasıdır. 

Arap Baharı bölgeyi derinden etkilemiş ve Orta Doğu’da yönetim değişikliklerine varan siyasi bir dönüşüm sürecini başlatmıştır. Aynı zamanda, diğer devletlerin dış politika vizyonlarını, oluşan yeni konjonktüre göre adapte etme gerekliliği Arap Baharı’nın etkinlik alanını bölge sınırlarının dışına taşımaktadır. 

Arap Baharı ile birlikte, Orta Doğu genelindeki bu değişim süreci küresel konjonktürde bölgenin önemini artırmıştır. Orta Doğu’nun artan önemi ve 
değişen dengeleri, Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu ve politikalarında önemli değişikliklere neden olmuştur. Bu gelişmeler küresel ve bölgesel aktörler ile 
Türk kamuoyunda tartışılmaya başlanmış ve sorgulanmıştır. Bu kapsamda, kimi çevreler Türkiye’nin düzen kurucu güç söylemi perspektifinde Orta Doğu’da etkinliğini kuvvetlendirmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu iddialı vizyon ve politikanın aksine kimi çevreler ise, bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışan bir anlayışın Türkiye’yi Orta Doğu’daki sorunların parçası haline getireceğini ifade etmektedir. 

“Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Orta Doğu Vizyonu ve Stratejisi” başlıklı raporun temel amacı Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik tarihsel 
vizyonunu dönemler halinde inceleyerek mevcut deneyimlerin sonuçlarını irdelemek ve böylelikle Orta Doğu’da gelişen yeni konjonktür çerçevesinde 
oluşturulan politika ve stratejilerin araştırılması suretiyle geleceğe yönelik bir analiz yapmaktır. 

Üç bölüm halinde yazılan raporun ilk kısmında, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin dış politika vizyonu ve bu vizyon içinde Orta Doğu’nun yeri tarihsel dönemlere ayrılarak incelenmektedir. Kapsamı itibariyle 1923- 2002 dönemleri arasını ele alan bu bölümde, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikalarının hangi prensiplere dayandığı ve nasıl seyrettiği üzerinde durulmaktadır. Bölümün analiz ve değerlendirmesinde; tarihsel deneyimlerinden elde edilen çıkarımlarla, Türk dış politikasının geleceğine yönelik dikkate alınması gereken hedefler ve prensipler belirlenmeye çalışılmaktadır. 

Çalışmanın ikinci bölümü, 2002-2015 dönemi arası Türk dış politika vizyonunu ve Orta Doğu’ya yönelik uygulamalarını incelemektedir. Bu bağlamda, son 
dönem uluslararası ilişkiler ortamında meydana gelen değişimleri analiz etmek amacıyla uluslararası ilişkiler literatüründe, küresel ortamda ve Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler değerlendirilmiştir. Çizilen bu tabloda, Türk dış politikasının Orta Doğu vizyonu, birbirinden farklılıklar gösteren 2002-2009 ve 2009-2015 yılları arası dönemlere ayrılarak incelenmektedir. Bölümün analiz ve değerlendirme kısmında, Türkiye’nin Orta Doğu vizyonuna etki eden birbiriyle içiçe geçmiş üç unsura vurgu yapılmaktadır. Bu unsurlar; Türkiye’nin iç politikasındaki değişimlerin Orta Doğu vizyonuna etkisi, Orta Doğu’daki gelişmelerin Türkiye’nin iç ve Orta Doğu politikasına etkileri ve uluslararası ilişkiler ortamındaki gelişmelerin Orta Doğu’ya etkileridir. 

Sonuç ve Öneriler bölümünde her iki bölümün inceleme, analiz ve değerlendirmeleri dikkate alınarak geleceğe yönelik katkılar sağlayabilecek hususlar vurgulanmaktadır. Bu bölümde elde edilen bulgular özetlenecek olursa ortaya çıkan tablo şu şekildedir: 

Türk dış politikasının Orta Doğu vizyonu incelendiğinde, 2000’li yılların başında politika oluşum süreçleri ve uygulamaları kuruluş hedef ve prensipleri 
ile tarihsel deneyimlere büyük ölçüde uygundur. Bu dönemdeki politikalar ve uygulamalar başarılı sonuçlar vermiş, Türkiye hem Batı hem de Orta Doğu 
ülkeleri arasında takdir edilen saygın bir ülke konumuna gelmiştir. 

Ancak daha sonraki yıllarda Orta Doğu vizyonu ve uygulamaları, tarihsel süreçteki deneyim ve pratiklerden uzaklaşmıştır. 

Bunun nedenleri; vizyon temelli dış politika arayışı kapsamında sahadaki gerçeklerden ve reel politikten uzaklaşılması; güç, çıkar ve politika ilişkisinin 
yanlış kurgulanması; hedeflerin belirlenmesinde ve prensiplerin uygulanmasında önemli hatalar yapılması; ve gerçekler, söylemler ve uygulamalar arasında farklar oluşmasıdır. 

Türkiye’nin kuruluşundaki dış politika hedef ve prensipleri ile yaşanan tarihsel deneyimlerden alınan derslere uygun olarak Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu; 
ulusal çıkarları hedefleyen; küresel ve bölgesel güçlerin beklentileri ve politikalarını dikkate alan; Batılı müttefiklerimizin beklentileri ile bölge ülkelerinin algılarını dengeleyen; bölgesel barış, istikrar ve refahı öngören; ekonomik entegrasyonu önceleyen; bölgedeki farklılıkları dikkate alarak çoğulcu 
bir anlayışı benimseyen; eşitlik temelinde uzlaşmaya önem veren; sorunların bir parçası olmamaya özen gösteren; gerçekçilik ve esneklik prensiplerine uygun 
politikalar üzerine inşa edilmelidir. 

Türkiye’nin Orta Doğu’daki konumunu pekiştirecek en tutarlı uygulama; sorunların bir parçası olmadan, sorunlara çözüm bulabilecek ve arabuluculuk 
icra edebilecek bir politika üretmektir. Bu politika gereği ittifaklar, kuruluş dönemi dış politika hedef ve vizyonunda olduğu gibi milli menfaatler dikkate 
alınarak gerçekçilik ve dengecilik prensiplerine uygun olarak oluşturulmalıdır. Daha net bir deyişle; Batı’nın ittifak sisteminin parçası olarak gerekenler 
yerine getirilirken, Orta Doğu devletlerinin hassasiyetleri ile tarihi ve kültürel etkileşimler göz ardı edilmemelidir. Bu iki etken arasında konjonktürel durum 
da dikkate alınarak optimal bir denge sağlanmalıdır. 

Tarihsel deneyimler çerçevesinde; geçmişte belirlenen hedefler, prensipler ve uygulamalar; yeni oluşturulacak vizyon ve politikalarda dikkate alınmalıdır. 

Uluslararası hukuk kurallarına uyulması konusunda yeterli hassasiyet gösterilmelidir. 

Dış politikanın halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahip bir devlet politikası olması için gerek vizyon oluşturma gerekse politika geliştirme ve uygulama 
sürecinde; başta bürokrasinin, muhalefet partilerinin, farklı görüşlere sahip düşünce kuruluşlarının, sivil toplum örgütleri ve akademisyenlerin görüş 
ve eleştirileri daha fazla dikkate alınmalıdır. 

Orta Doğu’ya yönelik vizyon ve politikalar oluşturulurken bölge ülkelerinin tarih algısı ve Türkiye’den beklentileri gerçekçi olarak değerlendirilmeli, bölgesel 
hassasiyetler belirlenmeli, bölgedeki gelişmeler doğrultusunda sahada oluşan gerçeklerden ve reel politikten uzaklaşılmamalıdır. 

Ulusal çıkarlar doğrultusunda oluşturulan Orta Doğu vizyonu ve politikaları; güç, çıkar ve politika dengesi içinde Batılı ve bölgesel müttefiklerle, daha uyumlu bir şekilde geliştirilmelidir. Bu nedenle küresel ve bölgesel güçlerin Orta Doğu’daki çıkarları, hedef ve politikaları dikkate alınmalıdır. 

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı riskleri de dikkate alarak devletlerin egemenlik haklarına saygı gösterilmeli ve içişlerine müdahaleden kaçınılmalıdır. 

Devletler veya devlet yönetimleri ile halklar arasındaki anlaşmazlıklarda mümkün mertebe uzlaştırıcı politikalarda ısrar edilmeli, bu mümkün olmuyorsa 
tarafsız ve uzak kalınmalıdır. 

Batılı müttefikler dâhil diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerde istişare mekanizmalarına daha fazla önem verilmeli ve çıkar dengeleri karşılıklı diyaloglarla 
kurulmaya çalışılmalıdır. 

Karşılıklı diyaloglarda diplomatik nezaket kurallarına uyulmalıdır. 

Yeni Osmanlıcılık algısını oluşturacak revizyonizm izlenimi veren söylem ve uygulamalardan kaçınılmalıdır. 

Suudi Arabistan ve İran arasındaki güç mücadeleleri ve bu mücadelede mezhep farkının kullanılmasına rağmen, Türkiye mezhebe dayalı politikalardan 
uzak durmalıdır. 

Batı ülkelerince uluslararası meşruiyeti sorgulanan örgütlerle ve bazı devletler tarafından terör örgütü olarak değerlendirilen gruplarla ilişki kurulmamalıdır. 

Orta Doğu’da değişen dış politika ortamı gerçekçi olarak değerlendirilerek, esneklik prensibi doğrultusunda küresel ve bölgesel ilişkiler gözden geçirilmelidir. 

Bu kapsamda AB ve İsrail ile ilişkilerdeki olumlu gelişmeler memnuniyet vericidir. İsrail ile ilişkilerin düzeltilme süreci hızlandırılmalıdır. Benzer şekilde 
uluslararası toplumun tutumu da dikkate alınarak Mısır ile ilişkiler yeniden canlandırılmalıdır. 

Suriye politikası bölgede meydana gelen yeni gelişmeler ışığında yeniden şekillendirilmeli, Türkiye’nin çıkarları çerçevesinde ABD, Rusya, İran ve Suudi 
Arabistan arasında bir uzlaşma arayışına girilmelidir. 

İran ile bölgesel sorunların çözümüne yönelik diyalog geliştirilmeli ve belirli bir uzlaşma zemini oluşturulmalıdır. 

Suriye politikaları nedeniyle Rusya ile zaten gergin olan ilişkileri daha fazla tırmandırmamak için askeri ve siyasi alanlarda gerginliği artıracak söylem ve 
eylemlerden kaçınılmalıdır. 

Rusya ile ilişkilerin onarılması maksadıyla Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerle bir araya gelerek, bugüne kadar elde edilmiş olan Karadeniz Donanma İşbirliği 
Görev Grubu (BLACKSEAFOR) ve Karadeniz Uyum Harekâtı (BLACKSEA HARMONY) gibi kazanımların devam ettirilmesi ve geliştirilmesi yönünde 
girişimler yapılmalıdır. 

TARİHSEL ARKA PLAN 

1. Türkiye’nin Kuruluşundaki Dış Politika Vizyonu 

Türk İnkılabının dış politika hedefi başlangıçta milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni Türk devletini kurmaktı. Lozan Antlaşması’yla 
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra hedefi; milli egemenliğe dayanan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletini medeni dünyada layık olduğu 
seviyeye yükseltmek ve milletin huzur, güven ve refahını sağlamaktı. Bu hedef istikametinde gerçekleştirilen dış politika uygulamalarında akılcılık, 
gerçekçilik, eşitlik, esneklik, uluslararası işbirliği, vizyoner dış politika, yurtta barış dünyada barış, uluslararası hukuka saygı, tutarlılık ve güvenilirlik 
prensiplerine dikkat edildi.1 

Prensipler değişen koşullara ve çağın gereklerine süratle uyum sağlayan esnek ve dinamik uygulamalara dönüştürüldü. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren batılılaşma, bir tercih sorunu olmaktan çok dünyada tek olan uygarlığın dışında kalıp kalmama sorunuydu. 
Dolayısıyla, çözüm batılılaşmayı reddetmek değil, doğru olarak uygulayabilmekti. Kaldı ki Avrupa medeniyeti sadece eski Yunan ve Roma sistemleri üzerinde değil, insanlığın yarattığı tüm eski kazanımların üzerinde yükselen bir uygarlıktı. Çağdaşlaşmanın başta zihniyet değişikliği olmak üzere geniş kapsamlı bir değişim ve gelişme sorunu olduğunun bilincine varılması, Atatürk’ün önderliğin de Türkiye Cumhuriyetini yarattı. 

Bu arka plan bağlamında, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin üç kıtayı birleştiren Orta Doğu coğrafyasındaki ülkelerle ilişkilerini, hangi vizyon ve esaslar 
doğrultusunda şekillendirdiğini anlamak için tarihsel perspektifte bir analiz yapmak faydalı olacaktır. Bu nedenle raporun birinci bölümünde Türkiye’nin 
tarihsel, coğrafi ve sosyo-kültürel bağlarla etkileşim içinde bulunduğu Orta Doğu bölgesiyle ilişkileri; dönemsel olarak incelenecek, analiz edilecek ve 
değerlendirilecektir. Yaşanan tarihsel deneyimlerden istifade edilerek geleceğe yönelik dikkate alınması gereken hedefler ve prensipler belirlenmeye 
çalışılacaktır. 

2. Atatürk ve İnönü Dönemi Orta Doğu Vizyonu 

Hiçbir kolektif güvenlik sistemi içermeyen ve çok kutuplu olan bu dönemde, Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu incelendiğinde Atatürk dönemi dış politika 
prensiplerinin belirleyici etken olduğu görülmektedir.2 

Bu dönemde bütünsel bir perspektifle iç ve dış politika ortamı uygun şekilde değerlendirilmiş, belirlenen hedefler ve prensipler doğrultusunda ve değişen 
koşullara uyum sağlayacak şekilde hareket edilmiştir. Bu çerçevede barışçıl ve istikrara yönelik, ulusal çıkarları dikkate alan bir dış politika yürütülmüştür.3 

Bu politika; Türk Milletini medeni dünyada layık olduğu seviyeye yükseltmek hedefiyle örtüşen bir anlayışla ve Lozan Antlaşması’ndan kalan sorunların 
çözümüne odaklanma gereğinin akılcı tahlili neticesinde şekillenmiştir.4 

< Dış politika uygulamalarında akılcılık, gerçekçilik, eşitlik, esneklik, uluslararası işbirliği, vizyoner dış politika, yurtta barış dünyada barış, uluslararası hukuka saygı, tutarlılık ve güvenilirlik prensiplerine dikkat edildi. >

Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriyle eşit şartlarda masaya oturduğu Lozan Barış Antlaşması’yla, kuruluş dönemi temel amaçlarından 
olan “tam bağımsızlık” hedefine ve Türkiye ile diğer egemen devletler arasında “eşitlik” prensibine hak ve kuvvet ilişkisi çerçevesinde ulaşılmıştır.5 

Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye Orta Doğu’da Avrupa’nın büyük devletleriyle komşu olmuştur. Nitekim I. Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye’nin 
mandateri Fransa ve Irak’ın mandateri İngiltere olduğundan, Türkiye’nin Şam ve Bağdat’la ilişkileri bu iki ülke üzerinden yürütülmüştür. Burada altının 
çizilmesi gereken husus ise, Türkiye’nin bu ülkelerin çıkar çatışmaları ve gruplaşmaları arasında kaldığı halde “gerçekçilik” prensibi çerçevesinde milli 
gücünü doğru bir şekilde yönlendirmesidir. Bu dönemde Orta Doğu’yla ilgili iki önemli sorunda iki önemli aktörle muhatap olunmuş, Irak sınırı nedeniyle 
İngiltere ve Hatay sorunu nedeniyle Fransa ile karşı karşıya gelinmiştir. 

Lozan’dan arta kalan sorunlar arasında çözülmesi en zor olanı Musul’du. Musul sorunu görüşmeler yoluyla çözümlenemeyince Lozan Antlaşması’nda belirtildiği 
şekilde Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir. Konsey ise bir komisyon oluşturarak Musul’un Irak’a bırakılmasına karar vermiştir. Türkiye’nin 
Cemiyet’e üye olmaması, buna mukabil İngiltere’nin Cemiyet’te etkin olması sebebiyle “gerçekçilik” prensibine göre İngiltere’ye savaş açmak gibi maceralı 
bir yol düşünülemezdi. Bu nedenle Musul sorununun çözümünde “uluslararası hukuka saygı” gösterilmiş ve yeniden İngiltere ile masaya oturulmuştur.6 

    Musul sorunu Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenmese de şartların daha elverişli olduğu dönemde Hatay’ın ilhakına zemin hazırlamıştır. Nitekim 
hak-kuvvet dengesi dikkate alınarak rasyonel bir yaklaşımla Lozan’da elde edilen temel kazançlar riske edilmemiş ve Irak’ın Musul petrol gelirlerinin 
%10’unu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesi kararlaştırılmıştır.7 

Böylelikle, Türkiye’nin imkânları, zamanın koşulları ve geçmişten alınan dersler ışığında esnek bir dış politika ile Musul konusundaki uyuşmazlık çözülmüştür. 
Musul meselesinin çözümünden sonra İngiltere, Türkiye’ye yakınlaşmıştır. 

İngiltere ile ilişkilerin olumlu bir şekilde gelişme göstermesi Hatay sorununun çözümüne önemli katkılar sağlamıştır. Bu dönemde dış politikada 
uygulanan akılcı ve stratejik vizyon; sorunların tümüne aynı anda el atmadan, uygulamaların safhalara ayrılmasını, sorunların öncelik derecesine göre ve 
uygun zamanda çözülmesini esas almıştır. Hatay sorununun çözümünde başlangıçta Hatay’ın Türkiye’ye verilmesi gündeme getirilmemiş, daha çok 
Hatay’daki Türk toplumunun hakları üzerinde durulmuştur. Bu kapsamda Hatay’ın kültürel, ekonomik ve siyasi yaşamı üzerinde etkili olunmaya 
çalışılmıştır. Daha sonra Hatay’ın bağımsızlığı üzerinde durulmuş, hatta gerektiğinde silahlı güç dahi savaşa sebebiyet vermeyecek şekilde barışçıl 
olarak kullanılmıştır. Bağımsızlığın elde edilmesinden sonra Hatay’ın Türkiye’ye katılması sağlanmıştır.8 

Hatay’ın Türkiye’ye katılması Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olmuştur. Mevcut koşullar gerçekçilik, akılcılık ve bilimsellik prensipleri doğrultusunda şekillendirilmiş, baskı ve uzlaşı dengesi başarılı bir şekilde uygulanmıştır. 
Bütün politik uygulamalar uluslararası gelişmeler ile uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Esnek ve vizyoner hareket tarzı başarının anahtarı olmuştur. Böylece Atatürk, Türkiye’nin barışçı ve hukuka saygılı görünümünü 
bozmadan sorunu kademeli bir şekilde çözebilmiştir. 

Türkiye, 1926’da Suudi yönetiminin Necid ve Hicaz üzerindeki hâkimiyetini tanımış, Cidde’de bir maslahatgüzarlık açmıştır. 1929 yılında da Türkiye ile 
Hicaz ve Necid Krallığı (1932’den itibaren Suudi Arabistan) arasında Dostluk ve Barış Anlaşması imzalanmıştır. 1926’da İran ile Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmış, ancak bu ülke ile süregelen sınır meselesi ve aşiretler sorunu Ocak 1932’de Tahran’da imzalanan Uzlaşma, Adli Tesviye ve Hakem Antlaşması ile çözüme kavuşmuştur. Afganistan ile Milli Mücadele sırasında kurulan dostane ilişkiler Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası ilişkiler sisteminde yerini almasıyla gelişmiş ve Atatürk’ün reformları Afganistan’ın batılılaşma hareketlerinde ilham kaynağı olmuştur. Bu bağlamda, Mayıs 1928’de Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır.9 İngiltere’nin 1930’da Irak’a muhtariyet vermesinden sonra Kral Faysal Ankara’yı ziyaret etmiş, bu ziyaret iki ülke arasındaki münasebetler için zemin hazırlamıştır. 

Türkiye’deki devrim hareketleri Mısır’da övgü ile karşılanmış ve örnek alınmıştır. Mısır’la ilk dostluk antlaşması Nisan 1937’de Ankara’da yapılmıştır. Suriye ile de Mayıs 1937’de Cenevre’de sınırların güvence altına alınmasına dair anlaşma imzalanmıştır.10 

Bu dönemde Türkiye uluslararası ilişkilerde elde ettiği bağımsız ve eşit statüyü korumaya yönelik barışçıl bir politika takip etmiştir. Dönemin Türk dış politikasındaki milli egemenlik hedefi dışa kapanmayı değil eşitlik prensibi doğrultusunda uluslararası sistemin bir parçası olmayı ve işbirliğini öngörmüştür. Dolayısıyla, bir yandan bölge ve dünya barışının korunması için uluslararası sistemin içinde etkin olarak yer alınmış, diğer yandan ise eşitlik prensibi uyarınca diğer devletlerle siyasi, hukuki ve ekonomik alanlarda anlaşmalar gerçekleştirilmiş, ittifaklara girilmiştir. Bu anlayışla, Türkiye 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne katılmış, 1934 yılında Balkan Antantının kuruluşuna öncülük etmiş ve 1937 yılında Orta Doğu’da güvenlik ve barışın devamlılığı 
için Sadabat Paktı’nın kuruluşunda etkin sorumluluk almıştır. Sadabat Paktı ile Türkiye, İran, Irak ve Afganistan birbirlerinin içişlerine karışmamayı; 
sınırlarını ihlal etmemeyi ve ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı kabul etmiştir. Ayrıca akit devletler birbirlerinin kamu düzenini ve güvenliğini sarsmayı ve mevcut siyasi rejimlerini devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt etmiştir.11 

Türkiye, Balkan Antantı ile batıda, Sadabat Paktı ile doğuda komşularıyla sorunlarını çözümlemiş ve çevresinde bir barış kuşağı oluşturmuştur. 
Bu sayede bölgesel istikrara ve barışa katkı sağlayarak güvenlik üreten bir ülke olarak saygınlık kazanmıştır. İki savaş arası dönemde gözetilen barış esasına 
yönelik dış politika İkinci Dünya Savaşı boyunca devam ettirilmiştir. Savaşa doğru İngiltere ve Fransa ile üçlü bir savunma paktı kurulmuş, ancak Türkiye 
dengeli bir tarafsızlık politikasıyla savaşa müdahil olmamıştır.12 Böylelikle belirsizliklerle dolu olan uluslararası konjonktürde milli güvenlik, gerçekçilik 
prensibi doğrultusunda değerlendirilmiş, diplomasi bu yaklaşım doğrultusunda yürütülmüştür. Bu çerçevede Türkiye, arz ettiği riskleri göz önünde 
bulundurarak savaş yıllarında Irak ve Suriye’deki gelişmelere müdahil olmamayı tercih etmiş, savaşın dışında kalmayı başarmıştır. Savaşın ardından 
San Francisco Konferansına katılan Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) kurucu üyeleri arasına girerek uluslararası sistemle birlikte hareket etmeye özen 
göstermiştir. 

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye Arap devletlerinin bağımsızlığını desteklemiş, 1945’te Arap Birliği’nin kuruluşunu olumlu karşılamış, ancak bu 
dönemde diğer taraftan Batı ittifakı içindeki konumu giderek Ankara’nın Orta Doğu genelinde ve Filistin meselesi özelindeki tutumunu belirlemeye başlamıştır. 

Türkiye 1946’da Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tanımış, Lübnan Cumhurbaşkanı Beşir el-Huri Türkiye’yi ziyaret etmiş ve aynı yıl içinde 
Irak’la Türk-Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalanmıştır. Ankara Ürdün’ün bağımsızlığını da tanımış, 1947’de Kral Abdullah Türkiye’yi ziyaret 
etmiş ve iki ülke arasında Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalanmıştır. 

Bu dönemde Türkiye, BM Genel Kurulu’nda Filistin’e yönelik Taksim 
Planı’na diğer Arap devletleriyle birlikte aleyhte oy kullanmıştır. Ancak Ankara 1948’de BM’de Arap devletlerinin itiraz ettiği Filistin Uzlaştırma 
Komisyonu’nun kuruluşunu desteklemiş, 1949’da ise İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur.13 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***