9 Ocak 2019 Çarşamba

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 4

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 4


Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaya başlayanların, dışarıdan 
gelen haberler ve gazetelerde yazılan yazılar nedeniyle giderek moralleri bozulmuş ve umutsuzluğa kapılmışlardır37. O dönem bu kişilerin olaylarla ilgisi soruşturma raporlarına şu şekilde yansımıştır: 

İstanbul Emniyet Baş Müfettişliğinin 21 Kasım 1955 gün ve 51437 sayılı 
yazılarına ekli rapor suretinde; bugüne kadar muhtelif ajanlarımızdan 
alınan bilgileri ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile yapılan müşterek tahkikata nazaran vak’a gecesi nümayiş ve tahribata katılan komünistler mevcuttur. Bunların sayısı 19’dur ve hepsi de tevkif edilmişlerdir. Ancak bu şahısların hadiselerin tertipleyicisi oldukları veya muayyen bir kitleyi harekete geçirdikleri, ısrarlı sorgulara rağmen tespit ve tevsik edilememiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 302). 

Mahkemeler yaklaşık on ay sürmüştür ve iktidarın “suçlu” ilan ettiği isimler görülen mahkeme soncunda “suçsuz” bulunmuşlardır. 
Burada merak edilen iktidarın ilk başlardaki ısrarlı tutumunu devam 
ettirmeyişinin nedeni olmuştur. Konunun iki muhatabı durumu şöyle 
açıklamışlardır. Dosdoğru, “idamı beklerken, beraat gelmesini”, iktidardakilerin 
üzerine bir takım baskıların oluşması ile açıklayarak bu yöndeki görüşünü şu sözlerle ortaya koymuştur: 

Yöneticilerin 6/7 Eylül’de Rum kiliselerine, mezarlıklarına ayazmalarına, 
din adamlarına yapılan çirkin saldırıların Hıristiyan Batı Blokunu derinden 
etkilediğini, Haçlı seferlerinden kalma düşmanlıkları körüklediğini geç kavradılar. Kolluk güçlerinin ellerini kollarını bağlayıp olaylara seyirci kalmalarını kimsenin aklı almıyordu. Bütün bu olayları daha önceleri köklerini kazıdık diye uluslararası anti-komünist örgütlerinden paralar aldıkları bir avuç fişli komünistin tertipleyip yaptırdığına, Batılıların inanmaları beklememeliydi. Olaylar hemen hemen dünyanın gözleri önünde olmuştu ve Batı tertipçiler hakkındaki hükmünü vermişti” (37). 

Dinamo ise, İnönü’ye bir mektup gönderildiği ve bunun üzerine İnönü’nün Mecliste bu kişilerin salıverilmesi talebini ileri sürmesi ile Milli Emniyetin delile dayanmadan ilk adımda attığı hareketi artık devam ettiremeyeceğini anlamış olması ihtimali birleşince, kendisini ve arkadaşlarını savuran 6-7 Eylül kasırgasının böylece dindiğini ifade etmiştir (65).

On ay süren hapislikleri döneminde, tutukluların dışarı ile bağlantılarından 
biri olan gazetelerin çoğu olayları “komünistlerin” tertibi olarak sunmuşlardır. Fakat bu durumu izah ederken gözden kaçırılmaması gereken, Sıkıyönetimin, “6 Eylül olaylarını komünistlerden başkalarının yaptığı yolunda yazı ve yorumlar yasaktır” yönündeki tebliğidir (akt. Dosdoğru, 1993: 54; Topuz, 1996: 110)38. Türk basınında Sıkıyönetim tebliğinin ve diğer baskıların etkisiyle39, bu yönde haberler çıkması şaşırtıcı değildir. Ancak Kıbrıs’ta yayınlanmakta olan Hür 
Söz adlı bir Türk gazetesi de, 27 Aralık 1955 tarihli sayısında, Atina’da 
yayınlanmakta olan Vradini adlı gazeteye atfen hem son senelerde 
Kıbrıs’a yönelik hareketlerin ardında hem de İstanbul’daki 6/7 Eylül 
olaylarının ardında, Yunanistan’da meydana çıkarılan K.K.E adlı gizli 
bir komünist şebekesinin bulunduğunu yazmıştır (Armaoğlu, 1963: 
155-156)40. Bu, durum yalnızca tebliğin belirleyiciliği ya da baskılarla 
açıklanmasının yetersizliğini gözler önüne sermektedir. Bu haber, dönemin “popüler faili” olarak komünistlerin benimsenmesinin ya da bu görüşün egemen kılınmaya çalışılmasının ve bunun siyasi tarafgirliklerden bile aşkın bir hal aldığı merkezinde ele alınmalıdır. Benzer bir biçimde CMP’nin de, 7 Eylül’de yayınladığı bir bildiride, hareketleri kanunsuz olarak nitelendirdiğini ve kınadığını, olayları “bir komünist tertibi” olarak gören 7 Eylül günlü hükümet bildirisindeki görüşü 
aynen paylaştığını belirtmiş olması da (akt. Armaoğlu, 1963: 164) bu 
düşüncemizi destekler niteliktedir41.

Sıkıyönetim süresinin belirlenmesi için toplanılan 12 ve 13 Eylül 1955 tarihli Meclis oturumlarında, 6-7 Eylül olaylarının “karanlık yönleri” aydınlatılmaya çalışılsa da, hükümetin yaptığı çelişkili açıklamalar ve Meclis oturumunun bir an önce bitirilmesi yönündeki çabalar kafalardaki soru işaretlerinin daha da artmasına yol açmıştır. Dışişleri eski Bakanı Fuat Köprülü, Mecliste yaptığı konuşmada, gençlerin Kıbrıs nedeniyle hassas olduklarını ve bunda basının kışkırtıcı yayınlarının ve muhaliflerin tahrik etmesinin rolü olduğunu belirtmiş; ardından gençlerin haklı bir hareketi gibi görünen protesto hadisesinin, aylardan 
beri tertiplenen hadise olarak her tarafta birden bire ortaya çıktığını ifade 
etmiştir (Bağcı, 1990: 111- 112, Ulus 13 Eylül 1955). Menderes de cevaben 
olayların bir gençlik hareketi şeklinde başladığını, daha sonra bir tertibin oyununa gelindiğini ifade etmiş, emniyet güçlerinin olay çıkacağından 
haberdar olduğunu fakat olayların bir anda patlak vermesi ve polisin bir tereddüt yaşaması nedeniyle olaylara müdahale etmediği açıklamasını getirmiştir. Menderes’in konuşması Şevket Süreyya Aydemir tarafından çaresizlik içinde olaylara mesul arayan bir “mesul” olarak yorumlanmıştır (2000: 189). 

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ise, olayları “tertipli ve teçhizatlı” 
olarak nitelemiş fakat tertipleyene dair bir yorumda bulunmamıştır. 
İnönü, bu kadar planlı bir olayın uzun sürede serbestçe hazırlanma 
imkânı nasıl bulunduğunun, hükümetin olaylardan haberli olmasının 
ne anlama geldiğinin ortaya konması gerektiğini, tahkikattan haberdar 
olunabilmesi için Meclisin çalışmasına devam etmesi gerektiğini ve 
Ankara’da örfi idare gerektirecek bir durum olmadığı için bu hükmün 
kaldırılmasını talep ettiğini bildirmiştir. CMP adına konuşan Kırşehir 
milletvekili Ahmet Bilgin de olayları bir facia olarak vasıflandırmıştır. 
Yapılan tahriplere rağmen sistemli bir yağmacılık hareketinin meydana 
gelmemesi üzerinde durarak, bunun, “evvelden hazırlandıkları his 
ve kanaatini verecek” bir tarzda tertip eseri olduğunu söylemiş ve 
hükümetin sorumluluğu üzerinde durmuştur (Ulus, 13 Eylül 1955) 
Kırşehir bağımsız milletvekili Osman Alişiroğlu ise, oturumun en sert 
konuşmasını yapmış, yetkilileri istifaya çağırmıştır: 

Basireti bağlanmış bir hükümetle ne yapacağız. İş işten geçtikten sonra 
tahrik ve fesat tohumları meyvelerini verdikten sonra hükümetin safra 
kabilinden İçişleri Bakanını istifa ettirmesi, 3 generale işten el çektirmesi 
bir kıymet ifade etmez. Hükümetin çekilmesi iktiza eder. Size ademi - itimat 
beyan ediyoruz ve başbakanı da istifaya davet ediyorum (Armaoğlu, 
1963: 169; Aydemir, 2000: 190; Dosdoğru, 1993: 90). 

Meclis görüşmelerinde de, basında da fazlaca adı geçmeyen fakat 
6-7 Eylül olayları nedeniyle hükümet tarafından haklarında soruşturma 
başlatılan diğer grup ise Kıbrıs Türktür Derneği mensuplarıdır. Aslında, Adnan Menderes hükümetinin Türklere yönelik EOKA terörü baş gösterince, derneğin kurulmasına destek olduğu ve teşvik ettiği söylenmiştir (Ceylan, 1996: 19, Dinamo, 1971: 35). Buna karşın olayların hemen sonrasında, “vatandaşların taşkınca hareketlerine sebebiyet vermekten” Kıbrıs Türktür Cemiyeti sorumlu gösterilmiş, dernek faaliyetten men edilmiş ve 9 Eylül 1955 tarihli yazı ile dernek kurucularından dört kişi hakkında soruşturma açılmıştır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 257, 259). Dernek üyelerinden Birgit, olayların ardından derneğin kapatılması ve kurucularının da tutuklanmasının, 
hükümetin ortaya atmış olduğu olayları Beyrut’ta bir örgütün düzenlediği, Kıbrıs Türktür Derneği’nin de buna alet olduğu haberine bağlamıştır (201). 6-7 Eylül olayları sonrasında ise hükümetin solcularla birlikte dernek üyelerini de tutuklattırması her ne kadar Hasan İzzettin Dinamo’nun deyişiyle, “kendi kafalarını kurtarmak için kendi kurdukları derneği ateşe atıyorlar” şeklinde yorumlansa da (35), olayın göstermelik olduğu dernek üyelerinin hapis koşullarının “solcularınki gibi olmayıp giriş çıkış dahi yapabildikleri” yönündeki 
Dosdoğru’nun sözleri (57) göz önüne alındığında, derneğin o an için 
suçlanmasının sadece politik bir manevra olduğu düşüncesini oluşturmaktadır
42.

6-7 Eylül olaylarının sunumunda, basının aslında “mağdur” konumunda olan azınlıklara yönelik olarak saldırgan bir dil kullandığı ve gerçekliği tamamen azınlıkların aleyhine inşa ettiği belirtilmiştir. Buna göre, basın azınlıkları “sadakatsiz ve hain vatandaşlar” olarak göstermiş ve sıkıyönetimin sansür uygulaması gelene kadar geçen süreçte, yaşanan olayların sorumlusu olarak azınlıklar işaret edilmiştir. Ayrıca, belirtildiği oranda şiddet olayının yaşanmadığı, var olan sınırlı olayın da azınlıkların saldırılarına karşı yapılmış intikam eylemleri 
olduğu hatta şiddet olaylarının bazılarının failinin bizzat azınlıklar olduğu görüşünü yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Sansürden sonra da basının genelinin hükümetin resmi söylemini içselleştirdiği ve çok sınırlı biçimde farklı söylemin dolaşıma girdiğine dikkat çekilmiştir (aktaran Güven, 2005: 137-138)43. 

6-7 Eylül olaylarından sorumlu tutulan İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etmiş, yerine Ethem Menderes getirilmiştir. Ayrıca İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay hakkında da soruşturma açılmış, Ankara, İzmir Valileri ile Emniyet Müdürleri değiştirilmiş ve bu yetkililerin haklarında da soruşturma başlatılmıştır. Bütün bunların yanı sıra, Şişli Kaymakamı ve 18 komiser mahkemeye verilmiştir (aktaran Albayrak, 2004: 434)44. Bunun dışında, hükümet olaylarda zarar 
görenler için bir yardım kampanyası başlatmış ve bu yardıma ilk olarak 
Başbakanlık 50.000, Başbakan Adnan Menderes 5000, Kızılay 100.000, TBMM Başkanı Refik Koraltan 1000, İstanbul Belediyesi 500.000, Etibank ve Emlak Kredi Bankaları da 200.000’er lira para yardımında bulunmuşlardır (aktaran Albayrak, 2004: 434). Fakat bu girişimler, gayrimüslimlerin ülkeden göç etmelerini engelleyememiştir (aktaran Güven, 2005: 142-143). Bununla birlikte, ülkede kalan gayrimüslimlerin 1957 seçimlerinde DP’ye destek verdikleri bilgisi (Demirel, 2011: 259) önemlidir. DP’nin yaşanan bu trajedi ile birebir sorumluluğunun olmadığı düşüncesi mi yoksa DP’nin alternatiflerine göre gayrimüslimlerin çıkarlarını temsilde halen güçlü bir seçenek olmamasının 
mı buna neden olduğu bir başka çalışmanın sorunsalını oluşturmalıdır. 

Gazetelerde, 6-7 Eylül olaylarının nasıl temsil edildiğini incelemeden evvel, gazetelere ilişkin bilgi vermek faydalı olacaktır. Zafer, 1949-1960 yılları arasında günlük bir gazete olarak çıkmıştır. 30 Nisan 1949 tarihinde Ankara’da DP sempatizanı iş adamlarının desteği ile DP yayın organı olarak kurulan gazete, “Zafer demokrasinindir” sloganı ile yurtta büyük bir ilgi görmüş ve okuyucuları etrafında toplamıştır. Zafer, 27 Mayıs ihtilalinin hemen ertesinde ise kapatılmıştır (Oral, 1967: 155; Topuz, 1996: 102). Ulus ise 10 Ocak 1920’de Atatürk tarafından kurulmuştur. Dil Devrimine kadar, Hâkimiyeti Milliye adıyla yayımlanmıştır. 1934’te Ulus adını alan gazete, çok partili döneme kadar hükümet organı niteliğindeyken, 1945’ten sonra CHP’nin resmi organı 
olmuştur (Oral, 1967: 184) 

7 Eylül 1955 tarihli Zafer’in ilk sayfasının tamamı olaylara ayrılmıştır. 
Manşette, İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetimin ilanı duyurulmuştur. 
Altta yer alan haber metninde ise, olayın çerçevesi şu sözlerle çizilmiştir: 
“Selanik’teki tecavüz hadisesi yüzünden, İstanbul ve İzmir’de dün 
çok müessif kargaşalıklar oldu. Akşam saat 19’da Taksim Meydanı’nda 
başlayan bir nümayiş aniden büyüyerek şehrin her tarafına sirayet etti. 
Yer yer yangınlar çıkarıldı. Mağaza vitrinleri tahrip edildi. Yaralananlar 
var”. Gazetenin olay tanımlamaları, siyasal iktidar ile aynı olup, Selanik’te patlayan bomba, olayların çıkış nedeni olarak gösterilmiştir. 

“Selanikte Menfur Bir Tedhiş Hadisesi” başlıklı diğer haberde ise; İstanbul 
Ekspres’ten farklı olarak, bombanın Atatürk’ün doğduğu evde değil, 
evin yanındaki bahçede patladığı ve sadece binaların camlarının hasar 
gördüğü belirtilmiştir. Haberde, Yunan hükümetinin tedbir alacağı ve 
zararları ödeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca, yetkililerin olayın hiçbir 
Yunanlının işi olamayacağı yönündeki açıklamaları verilerek, olayın 
Yunanistan ile ya da Yunanlılarla bir bağı olmadığı görüşü yerleştirilmeye 
ve böylelikle Yunanlılara yönelik bir tepki oluşumu engellenmeye 
çalışılmıştır. Başbakan Menderes’in 6-7 Eylül olayları ardından 
Yunanistan’a dostluk mesajları verdiği dikkate alındığında, Zafer’in 
söyleminin hükümet sözcülerininki ile benzerliği daha netleşmektedir. 
Öte yandan haberin devamında, İstanbul’un dağınık ve büyük bir şehir 
olması ve olayların her tarafa bir anda yayılması, müdahalede geç 
kalınmasının “mazereti” olarak gösterilmiş ve ardından ordunun harekete 
geçirildiği ifade edilerek, hükümetin söylenenin aksine “gerekeni yaptığı” inancı yerleştirilmeye çalışılmıştır45. 

“Gizli ve Kirli Ellerin Tertibi” başlıklı haberde ise, olaylar “kızıl ajanlarla kara taassubun” işbirliği olarak açıklanmaktadır. Haberde, milli heyecan ile oluşan ortamda, gizli ve kirli ellerin ve yabancı çıkarların rahatlıkla hareket imkânı elde ettiği, coşkuya kapılan halkın olayların içine sürüklendikleri vurgulanmaktadır (7 Eylül 1955). Zafer olayı ve olayın faillerini sunarken siyasal iktidar ile aynı söylemi tercih etmiştir. Gazete, yasal iktidarın aldığı kararları (örn. Sıkıyönetimin ilanı gibi) da doğru ve yerinde göstererek, olumlu bir çerçevede vermenin ötesinde, kamuoyunun siyasal iktidarı desteklediği fikrini de 
yerleştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışmıştır46.

Köşe yazılarında farklı bir yaklaşım söz konusu olmamakla birlikte, bazı yorumların içinde az da olsa farklı bilgilere rastlanmıştır. Örneğin, “Hükümetin Tedbirleri” başlıklı başyazıda, hükümetin açıklamalarından yola çıkılarak, olayların “komünist tahriki” sonucu olduğu, yaşananların “mal ve mülk düşmanlığı” şeklinde gelişmesinin komünist amaç ve tekniklere uyduğu belirtilmiştir (8 Eylül 1955). Yazı, yazarın farklı niyetle de olsa olayların sınıf temelli bir tepkiyi içinde barındırdığını ortaya koyması bakımından önemlidir. Göstericilerin toplumsal bölüşümdeki dengesizlikleri işaret etmiş olmaları onların 
kendi bilinçlilikleri ile değil de insanları provoke etmeye çalışan komplocu 
komünist unsurların varlığını göstermesi ile açıklanması dönem 
politikaları ile uyumludur. 

Bu ve diğer yazılarda görüldüğü gibi hâkim olan görüş, iktidarın 
söylemiyle de uyumlu bir biçimde olan, mevcut “komünist” algısının 
harekete geçirilmesi ve pekiştirilmesidir. 9 Eylül 1955 tarihli, Zafer 
imzalı “Zararın Bilançosu” ve 10 Eylül 1955 tarihli Orhan Seyfi Orhon 
imzalı “Bir Bakıma Tahrikçilik” başlıklı yazılarda da, “komünistlerin 
ülkenin itibarını kırmak ve iktisadi hayatını mahvetmek” amacında 
olduklarını, buna da ulaştıkları ifade edilmiştir. Yine, 12 Eylül günü 43 
“kızılın” yakalandığı bildirilmiştir. Olayların tahrikçileri olarak gösterilen 
bu kimselerden bir kısmının bir müddet önce meydana çıkarılan 
gizli “komünist” partisine mensup kimseler olduğu ve olay gecesi 
Beyoğlu’nda bulundukları vurgulanmıştır. Ayrıca gözaltına alınan 
“komünistlerden” yedi tanesinin çeşitli sol hareketlere katılımına, 
sanık olarak pek çok kez cezaevine girip çıktıkları bilgisi de eklenerek 
bu kişilerin suçlu oldukları düşüncesi güçlendirilmiştir.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 3

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 3

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


     Kışkırtıcılar, çoğunlukla Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar’ın 
büst ve fotoğraflarından oluşan donatılara sahipti. KTC’nin rozetlerini 
dağıtıyor ve halkı kendi dükkânlarına, evlerine ve arabalarına Türk bay
rağı ile işaret koymaya çağırıyorlardı26. Göstericiler halkı tahrik için ya 
Kıbrıs sorununu kullanıyor ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim 
antipatisini körüklüyordu. Bunun yanında kahvehanelerde oturan 
erkeklerin doğrudan saldırılara katılması talep ediliyordu (Güven, 2005: 14-15). 

Olaylara ilişkin soruşturma raporunda ise, ilerleyen saatlerde, ellerinde 
kırıcı, kesici, yıkıcı alet ve araçlar bulunan “işçi kitlelerinin” kamyonlarla 
geldiği ve menkul ve gayrimenkul mallara zarar vermeye başladıkları bilgisi düşülmüştür (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). Olaysız başlayan mitingi, provoke ettiği ileri sürülen grubun kimliğine ilişkin bilgiler çelişse de, bu kişilerin işlerinin bir şekilde kolaylaştırıldığı nettir27. Özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur ve hatta askeri araçlardan oluşan bir ulaşım ağı sayesinde, faillerin aletlerinin kent içinde ulaşımının garanti altına alındığı, bu şekilde kolaylıkla hedefleri bulduğu ve bütün kente saldırılarını 
başarılı bir biçimde gerçekleştirildiği belirtilmiştir (akt. Güven, 2005: 
18). Emniyet güçlerinin bir müddet olaylara müdahale etmedikleri yönündeki görüşler de (akt. Güven, 2005: 20; Bağcı, 1990: 11; Dinamo, 1971: 35)28 yine bu yönde değerlendirilmelidir. 

Ayrıntılara baktığımızda, daha olaylar yaşanmadan evvel, emniyet güçlerinin azınlıklıklara yönelik bir saldırı olacağının istihbaratı içinde olduğunu ve hatta buna karşı tedbirler alınmaya çalışıldığı görülmektedir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 252, 290). Valiliğin “olası” olayları önlemek adına aynı gün Birinci Ordu Müfettişliğine bir yazı gönderdiği de bilinmektedir. Yazıda, olay Atatürk’ün evinde bir bomba patladığı ve konsolosluğa da saldırılar 
olduğu, bundan dolayı da “Rum işyerlerine herhangi bir saldırı olmasının 
çok kuvvetli olduğundan”, Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş’ta meydana gelecek olayları önlemek üzere hiçbir makamdan izin veya emir almaya gerek olmadan her an harekete hazır taburların bulunmasını ve bu taburların komutanlarına ulaşılabilecek numaraların bildirilmesi istenmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 255, 301). Bunun dışında, Beyoğlu Emniyet Amiri’nin daha saat 15.00 dolaylarında bazı topluluklar ve hareketler görüldüğüne dair Vali’ye bilgi verdiği, bunun üzerine, emniyet müdürünün bizzat bahsi geçen 
yeri denetlediği “önemli bir şey olmadığı gereken tedbirlerin alındığı 
ve emirlerin verildiği” bilgisini ulaştırdıkları, Beyoğlu Emniyet Amirinin 
bunun üzerine bir kez aynı uyarıyı yaptığı bilgisi karşımıza çıkmaktadır 
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). 

Emniyet güçlerinin olayların büyümesini engellemedeki yetersizliklerinin 
“olayların bir anda olması” ya da “istihbarat zafiyeti” ile açıklanamayacağı, 800 yaka sayılı komiser yardımcısının, Londra Konferansı’ndan hemen sonra karakollarda sürekli nöbet döneminin başladığını, yani valiliğin elinde günün her saati için yeterli güvenlik gücü olduğu yönündeki ifadesi29 ile daha net hale gelmektedir. Benzer bir biçimde, 1008 yaka sayılı polis memurunun olay gecesi amirlerinin “yağmacılığı önleyin başka bir şeye karışmayın” yönündeki sözlerini 
(Birgit, 2012: 216) ifadesinde dile getirmesi o gece olayların “çığırından” 
çıkmasına emniyet güçlerinin göz yummalarının bir başka göstergesidir. 
Vali’nin bu denli “çaresiz” kaldığı bir anda, o sırada İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Ankara’ya gitmek üzere hareket etmeleri de ilginç bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır

Mükerrem Sarol’dan gelen telgraf sonrası, İstanbul’a geri dönmeye karar veren hükümet yetkilileri, dönüş yolunda sıkıyönetim ilan edileceğini bildirmişlerdir (Birand vd., 1999: 110-111). 6 Eylül 1955 günü hükümetin ilan ettiği örfi idare tebliği şu şekildedir:

Başvekaletten tebliğ edilmiştir. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve ve 
konsolosluğumuza tecavüzü vesile ittihaz, vatandaşları birbirine karşı 
tahrik ve memleketin yüksek menfaatlerine aykırı olarak hükümet kuvvetlerinin 
tebliğine karşı koymak gibi toplu hareketlerde bulunmak, yağmaya ve yangın çıkarmaya teşebbüs etmek suretiyle girişilen hareket muvacehesinde, Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 86. maddesine tevfikan(uyularak) İstanbul’da ve İzmir’de Örfi İdare ilan edilmiştir. Keyfiyet ehemmiyetle tebliğ ve ilan olunur...(Ayın Tarihi, 6 Eylül 1955: 11; Aydemir, 2000: 187)31. 

Sıkı yönetimin ilanının ardından yaşananlara ilişkin tablo açıklandığında, 
olayın vahameti de ortaya çıkmıştır. Olaylarda kiliseler, azınlıklara ait okul, 
mağaza, ev ve benzeri yerler tahrip edilmiş; Rumca yayınlanan gazetelerin bürolarına saldırılmış ve özellikle Beyoğlu’ndaki azınlıklara ait dükkânlar yağmalanmıştır. Olaylarda çok sayıda gayrımüslim yurttaş yaralanırken, hayatını kaybedenlerin de olduğu söylenmiştir. Yine İzmir’deki olaylarda da fuardaki Yunan pavyonu, Yunan kilisesi ve konsolosluğu yakılmış, limanda demirli iki 
Yunan motoru batırılmıştır32 (akt. Ceylan, 1996: 101; Dosdoğru, 1993: 
100; Güzel: 997: 163)33.

Olayların siyasiler ve dönemin basını tarafından nasıl tanımlandığına 
geçmeden evvel 6-7 Eylül olaylarının fazla dillendirilmeyen diğer yönü de ele alınmalıdır. Buna göre, gecenin ilerleyen saatlerinde olaylar Kıbrıs meselesi ve Rum düşmanlığından çıkmış ve tepki, etnik kökeni fark etmeksizin “zenginlik ve refah” içinde yaşayan herkese ve herkesin malına dönüşmüştür. Bu durum, olay sonrası yürütülen soruşturmada da gündeme gelmiş, soruşturma tutanağına şu sözler geçirilmiştir: “… bazı hususi otomobiller, sahibinin Türk veya Rum 
olduğu tetkik ve tespit edilmeden ( biz açız, sizler hala binlerce liralık 
otomobillerinizle geziyorsunuz) sözleriyle yakılmış ve tahrip edilmiştir” 
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 292). 

Olaydan kısa bir süre sonra kaleme aldığı başyazıda, Hüseyin Cahit Yalçın da sınıfsal bir tepkinin yaşandığına işaret etmiştir. Yalçın, olaylarda evlere ve mallara saldıranların içlerindeki varlık, zenginlik ve refah kinlerini dışa vurduklarını, bu kitlenin bombalama hadisesinden dolayı Yunanlılara değil, zengin olan ve refah içinde yaşayan bütün kesimlere saldırdıklarını yazmıştır. Bu nedenle sorun siyasi değil, toplumsaldır ve “darlığın ve mahrumiyetin, varlığa ve bolluğa karşı köpürmesidir" (“En Tehlikeli Cephe”, Ayın Tarihi, 14 Eylül 1955: 98)34. 

Bir başka görüşe göre de o gece yaşananların tepkisi “zenginliğe”dir: 

Katılan kalabalık gruplarının sosyo-ekonomik bakımdan oldukça alt 
tabakalara mensup insanlardan teşkil olmalarından ileri gelen bir servet 
düşmanlığıyla, olayların başlamasından kısa süre sonra, sadece Rumlara 
değil aynı zamanda Türk ve diğer azınlıklara ait olan taşınmazlara da 
saldırdıkları görülmüştür. DP hükümetinin izlediği liberal ekonomi politikaları 
sonucunda kendisine vaat edilen refah ve mutluluğa kavuşamayan 
geniş insan kalabalıklarının zengin kesimlere karşı içlerinde besledikleri 
sevgisizlik ve düşmanlık, bu olaylarda açığa çıkma fırsatı bulmuştur. 
Yine Türk mülklerine verilen zararların zenginlikle doğru orantılı 
olduğu görülmektedir (Babaoğlu, 2012: 63). 

Erik Jan Zürcher’in deyişiyle de, olayların “gecekondu ahalisinin servete genel bir saldırısına dönüşmesi” (336) ya da daha açık bir deyişle, DP iktidarının ekonomi politikalarının artık kendini iyice hissettiren olumsuzluklarına karşı halkın tepkisidir ki bu durum artık DP milletvekilleri tarafından dahi dillendirilir hale gelmiştir. 1955 Kasım’ında Menderes yurt dışındayken, DP Meclis Grubu’nda ilk kez dört saat süren alışılmamış bir gizli oturumda, DP’li Emrullah Nutku 
şunları söyleyebilmişti: “Bu memlekette herkes aynı fedakârlığı yaparsa 
bir kalkınma olabilir. Fakat bir taraftan halktan fedakârlık istenirken, 
diğer taraftan her gün beş on milyonerin doğuşu halka ızdırap vermektedir” (akt. Gevgilili, 1987: 108). Nutku’nun konuşmasında işaret etmiş olduğu toplumdaki adaletsizlik ve eşitsizlikten doğan acı, iki ay öncesinde sokakta atılan sloganlarını açıklar niteliktedir. 

Ali Gevgili de DP’nin ekonomi politika anlayışının sonuçlarına dikkat çekmiştir. Yazara göre, Batı’nın eliyle ithal edilen ekonomik yapı ve tüketim alışkanlıkları, alt yapı açısından hazır olmayan bir ülkeyi bunalıma sürüklemesi kaçınılmazdır ve bu durum kentlerin eski ve yeni sahipleri arasında bir gerilim oluşturmuştur (108-109). Modern burjuvazi ile işçi sınıfının çatışması görüşünü benimseyen 
Feroz Ahmad da, olayların İstanbul lümpen proletaryasının kentin göreli olarak lüks ve zenginleri arasında zar zor geçinen köy kökenli ayakkabı boyacıları, hamallar, apartman kapıcıları ve dilencilerin isyanına dönüştüğünü ve ayaklanan bu kalabalığın, “zenginlere acımasız bir düşmanlık” histerisiyle hem Rumların, hem de Türklerin mağazalarını yağmaladığını ifade etmiş, olayların bu görüntüsüyle DP’ye karşı ilk kitlesel tepki olarak da okunabileceğine işaret etmiştir (67)35. 

Olayların başlangıç anı itibariyle olmasa bile daha sonra “toplumsal 
eşitsizlik” isyanına dönüştüğü ortadadır. Pek çok görüş de bunu 
doğrulamaktadır. Olaya ilişkin Tanel Demirel’in “6/7 Eylül olaylarını 
Müslüman olmayan azınlığı ülkeden uzaklaştırmak saikiyle hükümet 
tarafından planlanmış bir harekât görmek abartılı olur. Ufak çaplı bir 
protesto gösterisi düşünülürken kontrol kaybedilmiş, popüler milliyetçi 
tahayyülde içimizdeki “öteki” olarak resmedilen gayri Müslimler ekonomi sıkıntıları derinden hisseden yeni kentli alt tabakanın hedefi olmuştur. Hükümetin sorumluluğu, olayları öngörmemesi ve emniyet tedbirleri yoluyla önleyememesinde aranmalıdır” (259) yönündeki değerlendirmesi ise çalışmanın yaklaşımını özetler niteliktedir. Fakat şunun da belirtilmesinde yarar vardır. Olayın sınıfsal eşitsizlikler boyutunda ele alınmasındaki ortaklık, olayların komünizm ile bağı kurulduğunda bozulmaktadır. Daha açık bir deyişle, 6-7 Eylül protestolarını, DP’nin ekonomi politikalarının sınıflar arasında eşitsizlikten 
doğan bilinçli bir eylem olarak görülmesi ile yaşanan ekonomik bunalımın 
“komünizme” fırsat yaratması nedeni ile eleştirilmesi aynı anlamlandırma biçimlerinin ürünleri değildir. Net bir biçiminde şunu ifade etmek mümkündür ki, bazı muhalif görüşlerce DP, komünist görüşe göz açtırmadığı için değil, komünizmin oluşmasına olanak verdiği için eleştirilmektedir. 

ABD başta olmak üzere Batılı kapitalist ülkelerde hâkim olan “komünizm” algısı Türkiye tarafından da benimsenmiştir. Türkiye’de o dönem hâkim olan “antikomünizm”in bir toplumsal kontrol mekanizması olarak oluşturulduğu, toplumsal alanın her aşamasını belirleyecek bir söylemsel yaygınlığa kavuştuğu ve korkulması gereken unsurlar olarak tanımlandığı söylenmiştir (Yıldırmaz, 2012: 48). Tanıl Bora ise, komünizm “mülkiyeti tanımayan, dini inkâr eden, insanları köleleştiren, zalim bir rejim, hem de 93 Harbi’nden beri Osmanlı’nın 
yok olma kaygısının müsebbibi sayılan ezeli düşman Rusya’nın (Moskof!) 
Türkiye’ye yönelik tehdidinin maskesi olarak gerçekten azametli bir tehlikeyi temsil eder" (14) sözleriyle bahsedilen korkunun hangi unsurlara dayandığını ortaya koymuştur. Oluşturulan bu korku ve tehlike ile ne amaçlandığı, konumuzla ilgili ciddi ipuçları taşıyan şu sözlerle ifade edilmiştir: 

Antikomünizm toplumun geneline yaygınlaştırılıp “korku” üzerinden 
beslenen bir genel kabul haline gelmesi için öncelikle vatandaşların “tehlikeli 
bir dönem” içerisinde yaşadığı kanıtlanmalıdır. “Tehlike” ispatlanmalıdır ki, tehlikeye karşı alınacak önlemlere karşı kitleler bir kısım özgürlüklerinden feragat etmeye gönüllü olsunlar. İnsanların bütününü ilgilendiren bir tehdit ancak onların “yaşam tarzına” karşı yürütüldüğü zaman gerçek olabilir. Anti-komünist söylemlerinin hepsinde her nasıl tanımlanırsa tanımlansın toplumun yaşam tarzına bir saldırı olduğu ispatlanmak istenmiştir. Refah, statü ve güç ilişkileri ekseninde tanımlanabilecek olan mevcut sosyal ve politik düzenin temellerine yönelik bir saldırı hiyerarşinin neresinde olduğuna bakmadan bütün herkeste huzursuzluk ve güvensiz bir gelecek endişesi yaratacaktır (akt. Yıldırmaz, 2011: 50). 

Türkiye’nin de “Rus korkusu” ve “komünizm tehlikesi”ni içselleştirerek, 
sol görüşlü kişileri cezalandırmaya gitmesi, ABD ve diğer müttefiklerinin nazarında ivedilikle yardım edilmesi gereken ülke konumuna girmek (Öztan, 2012: 87)36 isteği ile açıklanmıştır. Fakat bu noktada, Sovyetler Birliği’nin Mart 1945’te Ankara’ya verdikleri nota ile 17 Aralık 1925 antlaşmasını Boğazlar’da Montreux rejiminin değiştirilmesi ve Doğu sınırlarının kendi lehlerine yeniden gözden geçirilmemesi halinde uzatmayacaklarını bildirmelerinin de (Eroğul, 1998: 21) Türkiye’nin Batı’ya, özellikle de ABD’ye yakınlaşmasını hızlandırdığının gözden kaçırılmaması gerektiği düşünülmektedir.

1950’lerden önceki dönemde de var olan, fakat DP iktidarı ile daha da artan hatta Cem Eroğul’un deyişiyle ideolojik mücadele de “bir isteri derecesine vardırılan” (106) antikomünizm, 6/7 Eylül olaylarının anlamlandırılmasında başat düşünce kılınmıştır. DP hükümeti, 7 Eylül günü sıkıyönetim ilan ederek, gece saat 23: 00-05.00 arası sokağa çıkma yasağı koymuş (Ulus, Zafer, 7, 8 Eylül 1955), ardından da bir soruşturma başlatmıştır (Albayrak, 2004: 434). Olayların sonrasında hükümet yaptığı açıklamada olayların failleri olarak “komünistler”i 
işaret etmiştir. Bunun üzerine 45 kişi tutuklanmış ve olayları provoke 
etmekten yargılanmışlardır. Tutuklanan kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Asım Bezirci, Hulusi Dosdoğru 
ve Müeyyet Boratav, Can Boratav gibi isimler de yer almıştır. Araştır
macılar ve olayların bizzat tanıkları olan isimler, çalışmalarında, yapılan 
tutuklamaların herhangi bir kanıta dayanmadan yapıldığını ve siyasi polis kayıtlarından gerekli titizlik gösterilmeden alelacele çıkarılıp uygulamaya konulan bu hareketin gayri ciddiliğinin listede yer alan isimlerin bazılarının ölmüş, bazılarının ise o sırada izinli ya da kaçak durumda olmayan askerler olmasından anlaşılacağını ifade etmişlerdir (Akşin, 1998: 234, Albayrak, 2004: 434; Ceylan, 1996: 66; Dinamo, 1971: 10; Dosdoğru, 1993: 41; Eroğul, 1998: 174). 6-7 Eylül olaylarının ardından hükümetin yaptığı açıklama sonrasında kendilerini 
bir anda hapiste bulan bu isimler, orada bulunma gerekçelerini “hükümetin kendi suçunu başkalarına yükleme komplosu” olarak değerlendirmişlerdir (Dinamo, 1971: 43; Dosdoğru, 1993: 35). 

Bu noktada, komplo kavramından hareket ederek, bir başka bağ kurmalı ve antikomünizmin işleyiş biçimlerinden en önemlisinin belirli bir komplonun varlığı üzerinden geliştirilen fikir ve politikalara dayandığı görüşü hatırlanmalıdır. Komploculuk özünde iyi olduğu varsayılan bir yapının, “kötü”ye gitmesinin ardındaki nedenin bu “iyi”nin gerçekleşmesini istemeyen güçler tarafından yürütülen bir kötülük olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, özellikle dış politika söylemlerinde öne çıkan komploculukla beslenmiş bir antikomünizm, 
dışarıdan desteklenen veya doğrudan “dış güçler”den emir alan bir grubun ülke çıkarları dışında faaliyet göstererek devletin zayıflamasına yol açmaktadır (Yıldırmaz, 2011: 52). 6/ 7 Eylül olaylarının faillerinin, “komünist”ler olarak işaretlenmesi ve o gece orada “haklı” tepkilerini ortaya koymak isteyen kişilerin “bu güçler” tarafından provoke edildiğine ilişkin açıklamalar bu çerçevede değerlendirilmelidir. 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 2

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 2

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


24 Ağustos 1955 tarihinde Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs’a 
ilişkin açıklamalarda bulunmuştur12. Menderes konuşmasında, 
Türkiye’nin Türk- Yunan dostluğuna önem atfettiğini, bu nedenle 
Yunanistan’ın Kıbrıs politikasına suskun kalındığını ifade etmiştir. 
Yunanistan’ı “hatasından döndürme” amacıyla bu açıklamayı yaptığını 
belirten Menderes, Yunanlıların “durup dururken türettikleri” bu 
sorun ile sadece Türkiye ve Yunanistan’ın değil, tüm dünyanın başına 
dert açtıklarını, hür milletler camiasını zaafa uğrattıklarını ifade etmiştir. 
28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türklerin katledileceğine ilişkin haberlere de 
değinen Menderes, İngiliz hükümetinin sorumluluğunu yerine getirmemesi 
halinde, “masum, hareketsiz ve silahsız” kalan Kıbrıslı Türklerin 
savunmasız bırakılmayacağını söylemiştir. Kendi kaderini kendi 
tayin etme konusunu da değinen Başbakan, nüfus çoğunluğuna göre 
herhangi bir bölgenin kaderinin tayin edilmesi prensibinin uygulanmasının 
mümkün olmadığını, ülkelerin sınırlarının sadece ırka dayanarak 
çizilemeyip, coğrafi, siyasi, iktisadi ve askeri gibi çeşitli etkenlerin 
tesirinde ve tarihi hadiselerin gösterdiği yönde çizilmesi gerektiği 
üzerinde durmuştur. Bir nüfus topluluğunun bir ülkeye ilhak etmediği 
zaman mutsuz olacağı yönündeki görüşleri doğru bulmadığını belirten 
Menderes, Türkiye’de yaşayan Rum vatandaşların mutluluğunu 
örnek göstermiştir. Başbakan, Yunanlıların Türkiye’yi işgalini hatırlatarak, 
Yunanistan’ı “irredantizm” ile suçlamıştır. Konuşmasında adanın 
Türkiye için jeopolitik önemine değinen Menderes, adanın mevcut 
durumunda bir değişiklik olması halinde, “etnik” esaslara değil, daha 
mühim ve esaslı olan hakikat ve dayanaklara göre tartışılması ve 
Türkiye’nin durumunun göz önüne alınması gerekliliğini vurgulamış 
ve sözlerini “bu memleketin Kıbrıs statükosunda bugün ve hatta yarın 
için memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü 
yoktur” ifadesiyle tamamlamıştır (Ayın Tarihi, 261; Ceylan, 1996: 80-88). 

Başbakanın konuşmasının Londra Konferansı’na katılacak olan Türk heyetinin pozisyonunu sağlamlaştırma amacı taşıdığı ve konuşmanın “en provoke edici” haberleri arayan gazetecilerin önünde gerçekleştirilmesinin de, Menderes’in konuyu iç politikada kullanmak isteği ve destekçi toplama stratejisi olduğu, böylelikle gazeteleri okuyanlara ya da bir başka kaynaktan konuşmayı dinleyenlere “Yunanlılar çok ileri gitti ve onları durdurmak için bir şeyler yapmak lazım” mesajını verdiği belirtilmiştir (Ceylan, 1996: 28-29). Buna karşılık, Menderes Yassıada mahkemesindeki savunmasında, o günlerde katliam söylentilerinin yer aldığını ve böyle bir şeyin olması halinde her şeyin çok kötü 
hale geleceğini, bu sebeple Yunanistan’ı ikaz etmek ve Londra’ya gidecek 
olan heyeti de desteklemek gerektiğini düşündüğünü, nutku tahrik 
maksadı ile değil, aksine çıkabilecek mühim hadiseleri önlemek için 
söylediğini ifade etmiştir (akt. Dosdoğru, 1993: 115-116).

Muhalefet partileri Başbakanın konuşmasına destek vermişlerdir. 
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, 
dış politikadaki bu önemli gelişme karşısında, iç politikada da birlik ve beraberlik gösterileceğini vurgulayan mesajlar verirlerken, Kıbrıs Türktür Cemiyeti Genel Başkanı da, hem Başbakanın verdiği nutuktan, hem de muhalefetle iktidarın tutum birliğinden duyduğu hoşnutluğu belirtmiştir (Armaoğlu, 1963: 134- 137)13. Dönemin basını da Başbakan’ın konuşmasına destek vermiştir. Basında, Başbakanın konuşması ile Türk tezinin haklılığına bir kez daha temkinli ve samimi bir biçimde işaret ettiği ve Yunanistan’a da sorumluluk ve görevleri 
hatırlattığı görüşleri ağırlık kazanmıştır (Yeni İstanbul, M. Mermi, Ayın 
Tarihi, 26 Ağustos 1955: 181; Hürriyet, Şükrü Kaya “Samimi bir hasbıhal 
ve ciddi bir ihtar”, Ayın Tarihi, 26 Ağustos 1955: 182; Ulus, A.Ş.Esmer, 
Ayın Tarihi, 28 Ağustos 1955: 187; Cumhuriyet, Ömer Sami Coşar, “İşte 
biz işte onlar”, Ayın Tarihi, 28 Ağustos 1955:186). 

Londra Konferansı

Türk Heyeti konferanstan önce İngiltere Dışişleri Bakanıyla bir ön görüşmede bulunmuş ve burada Yunanlılara verilebilecek olası hiçbir tavize onay vermeyeceklerini kararlılıkla vurgulamışlardır. Bunun ardından Fatin Rüştü Zorlu,görüşme ve Londra’daki hava hakkında durumu Menderes’e detaylı olarak şifreli bir telgrafla bildirmiştir (Demir, 2007: 40). Bu şifreli telgrafta, Türk tezinde direnileceğini taraflara kabul ettirmek için Başbakanın ilgililere emir vermesinin faydalı olacağı belirtilmiştir (akt. Demir, 2007: 41). Bu telgraf üzerine, DP hükümetinin İngiltere’deki konferansta, tarafları “kamuoyunun büyük baskısı altında olduklarına ikna etmek ve böylelikle ellerini güçlendirmek 
için bir protesto mitingi düzenledikleri iddia edilmiştir (Demirel, 2011: 258; Eroğul, 2003: 126)14. 

Londra Konferansı’nda ülkeler adanın hukuki statüsü bakımından değişik teklifler öne sürmüşlerdir. İngiltere, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki stratejik çıkarları nedeniyle ada üzerindeki egemenliğini sürdürmekten vazgeçmemiş, fakat Kıbrıs’a muhtariyet vermeyi kabul etmiştir. Yunanistan ise, adanın kendilerine katılmasını sağlayabilmek için ada halkına kendi kaderlerini tayini hakkının tanınmasını istemiştir. 
Türkiye ise, adada statükonun sürdürülmesini ancak bunda bir değişiklik söz konusu olacaksa, adanın Türkiye’ye iade edilmesi görüşünü savunmuştur (Ayın Tarihi, 5 Eylül 1955: 158; Bağcı, 1990: 108, Birgit, 2012: 193; Çelik, 1969: 190).

Londra Konferansı, Türk basını tarafından yakın bir şekilde takip 
edilmiş, görüşmelerde yaşanan gelişmeler ve ortaya sürülen fikirler 
gazetelerde ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Yunanlıların “haksızlığı”, 
Türklerin “haklılığı” üzerinde yoğunlaşan yazılarda, İngiltere’nin 
Türkiye’nin yanında yer aldığı ifadeleri ile Rumların gerçekleştirdiği 
terör olaylarının ardında komünistlerin bulunduğu vurgusu öne çıkmıştır. 
Bunun dışında bazı gazetelerde Türkiye’ye yönelik girişilecek her 
türlü kötü plana Türklerin cevap vereceği sözleri yer almıştır (Cumhuriyet, 
Ömer Sami Coşar “Yunan Manevrası”, Ayın Tarihi, 1 Eylül 1955:176; Yeni İstanbul, M. Mermi, “Kıbrıs Konferansı”, Ayın Tarihi, 5 Eylül 1955: 184; Hürriyet, Şükrü Kaya, “Türkiye’nin Davası”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 178; Milliyet, “Türk tezi şaheserdir”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 176; Ulus, A. Ş. Esmer, “Londra Konferansında”, Ayın Tarihi, 3 Eylül 1955: 179). Londra Konferansı dış basında da ilgi görmüştür. Dış basında genel eğilim, yaşanan terör hareketlerinin Yunanistan’ı haksız konuma düşürdüğü, ısrarcı tutumlarının müzakereleri zorlaştırdığı, buna karşın Türk siyasetçilerinin daha mantıklı ve makul bir yol izlediği yönünde olmuştur (Daily Mail, Manchester Guardian, Times; Ayın 
Tarihi, 2 Eylül 1955, 154; Daily Mail, Time and Tide, Ayın Tarihi, 3 Eylül 
1955: 155). 

Konferans bu tartışmalar etrafında sürerken, Selanik’ten Atatürk’ün evine bomba atıldığına ilişkin bir haber gelmiştir. Dönemin Dışişleri Genel Sekreter Yardımcısı Melih Esenbel, toplantının yarıda bırakılmasına neden olan telefon görüşmesini şu şekilde anlatmıştır: 

 Evvela ben konuştum Fatin Bey’le. Diyor ki, “Bu yürümüyor. Yunanlılar 
mukavemet ediyorlar. Hiç değilse moratoryum15 yapalım. Ne biz, ne 
Yunanistan bunu milletlerarası foruma getirsin. Beş sene uyutalım. Teklif 
bu. Moratoryum teklifi”. Menderes aldı telefonu. Ona tekrarladı. Zorlu, 
birdenbire kızdı. Çok kızdı. “Fatin Bey, ne söylüyorsunuz. Bu artık milletin 
sorunu olmuştur. İstanbul yanıyor, ben ne moratoryum kabul ederim, 
ne de başka bir şey kabul ederim. Terk edin gelin konferansı” dedi (Bağcı, 
1990: 109, Birand vd., 1999: 110). 

 Bu görüşmenin sonrasında, konferans bir sonuca varmadan dağılmıştır. Yaşanan bu gelişme; Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sesini duyurmak için yakalamış olduğu fırsatı değerlendirmek için avantajlı olduğu bir anda, çıkan olaylar nedeniyle Türkiye’nin imajının sarsılması olarak yorumlanmıştır (Irkıçatal, 2012: 197).

6-7 Eylül Olaylarının Ortaya Çıkışı ve Gelişimi 

6-7 Eylül 1955 tarihinde yaşananlar, araştırmacılar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Olayları ayrıntılı bir biçimde ele almadan evvel, bazı değerlendirmelere göz atmak faydalı olacaktır. Tevfik Çavdar, 6-7 Eylül olaylarının sonuç itibarıyla başta Rumlar olmak üzere azınlıkların göç etmesi sebebiyle İstanbul’un yüzyıllardır sürüpgiden çok kültürlü mozaiğini sona erdirdiğini ifade ederken (2000: 57)16; benzer bir diğer görüş ise, olayın Kıbrıs sorunu ile ilişkilendirilmesi gayretlerine karşın, esasında bu olayların 20’li yıllardan bu yana gayri Müslimleri kovmak üzere girişilen çabaların sürdürülmesi için bir fırsat oluşturduğu ve Trakya Yahudileri olayında olduğu gibi, gayrimüslimlerin taşınabilir ve taşınmaz mallarına zarar verilmesi suretiyle 
ülkeyi terk etmeye zorlanmaları olduğu belirtilmiştir (akt. Güven, 2005: 140). Hüseyin Bağcı, 6-7 Eylül 1955 olaylarının o zamana kadar başarılı bir yönetim gösteren DP için ilk büyük şok olduğunu ve bu olaylar sonrası ülkenin sevilen Başbakanının popülerliğini yitirmeye başlayıp, aydınların ve subayların Menderes Hükümeti’nin politikasına karşı olumsuz tepkilerinin artmaya başladığını belirtmektedir (1990: 110). Sina Akşin ise, 6/7 Eylül olaylarını Tan olayı gibi fakat çok daha geniş çapta ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü 
bir başka örneği olarak tanımlamıştır (234). Ahmad ise, 6/7 Eylül İstanbul olaylarını, Türk kentlerindeki bastırılmış gerilimlerin açığa çıkması olarak nitelemektedir (66). 

6/7 Eylül günü yaşananları kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür. 
1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış 
olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir17 ve Ankara’da18 olayı protesto için toplanan grupların, Rum azınlıklar başta olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere karşı 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar gösterdikleri türlü şiddet hareketleridir. 

Olayların gelişimine ilişkin olarak kaynaklarda şu bilgiler yer almıştır. Olayın başlangıç noktası, Anadolu Ajansı'nın haberi radyoya vermesi ardından İstanbul ve Ankara radyolarının öğlen bültenlerinde Atatürk’ün evinin bombalandığı haberini duyurmasıdır (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 337; Birgit, 2012: 195)19. İstanbul Radyosu Dış Haberler servisinin ikinci bülteninde olay şu sözlerle duyurulmuştur: “Selanik’te menfur bir tedhiş hadisesi”, 
“Selanik’te Aziz Atatürk’ün doğduğu ev ile Türk Konsolosluğu binası arasındaki bahçede saat gece yarısını dört geçe bir bomba patlamış ve bu infilak neticesinde Aziz Atatürk’ün doğduğu evin pencereleriyle Konsoloshanenin camları hasara uğramıştır. İnfilak esnasında da insanca zayiat olmamıştır. Yunan polisi tahkikata başlamış ve daha sıkı emniyet tedbirleri almıştır. 5 şüpheli şahsın tevkif edildiği bildirilmektedir. 

Yunan Hükümeti Dahiliye Vekili basına verdiği beyanatta “bu işi 
hakiki bir Yunanlının yaptığını zannetmiyorum demiştir” (6-7 Eylül 
Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 256)20. 

İlerleyen saatlerde ise, DP milletvekili Mithat Perin’in sahip olduğu 
İstanbul Ekspres ikinci bir baskı yapıp, olayı bütün İstanbul’a duyurmuştur 
(akt. Ceylan, 1996: 43-44)21. İstanbul Ekspres’in baskısına dair 
bazı soru işaretleri vardır. Radyo, haberi 13:00’de geçmiş, İstanbul Ekspres 
ise 13:30’da baskıya hazırlanmıştır. Mithat Perin’in 16:30’da bütün 
kopyaların dağıtılmış olduğu yönündeki ifadesi (Akt. Ceylan, 1996: 
43-44) ile dönemin teknolojik koşulları göz önüne alındığında baskının 
daha evvelce hazırlanmış olma ihtimali akla gelmektedir. Benzer 
düşünce, Yılmaz Karakoyunlu’nun, Güz Sancısı romanında da, “İstanbul 
Ekspres gazetesi öğle baskısında son haberi vermek için bekletilmiş; 
sonra gelen habere göre önceden hazırlanmış kalıplar baskıya 
verilmişti” sözleriyle de ima edilmiştir (154). Aynı kuşku Orhan 
Birgit’in anılarında da yer almaktadır: 

Dışarıdan gazete satıcısı çocukları “yazıyor, Atatürk’ün evinin bombalandığını 
yazıyor” diye bağırarak, İstanbul Ekspres adlı akşam gazetesini sattıklarını duyuyorduk. Haber gazetenin ikinci baskısıyla verilmişti. Gazetecilikte şimşir olarak adlandırılan ve o dönemin tekniği içinde sayfalara ancak çok olağanüstü durumlarda konulan başlıklar hazırlanmıştı. Öyle bir hazırlığın arkasında nelerin gelebileceğini bilmek zordu”(195).

Haberin duyulması üzerine Kıbrıs Türktür Cemiyeti22 bir beyanname 
yayınlamıştır. Cemiyet olayı, “bardağı taşıran son hadise” olarak 
görmüş ve “bugüne kadar gösterilen sabrın artık gösterilmeyeceği”ni 
duyurmuştur. Ayrıca, Yunan Hükümeti ve basınının, bu olayı destekleyenlerin, 
“akıllarını başlarına almadıkları” takdirde, 1922 yılını gölgede bırakacak şekilde Türkleri karşılarında bulacağı, Kıbrıs’ın her zaman Türk kalacağı bunun aksini düşünenin bunu çok pahalıya ödeyeceği tehdidi yöneltilmiştir (Armaoğlu, 1963: 159)23. Cemiyetle ilgili olarak dikkat çeken diğer nokta ise, Kıbrıs’taki Türk Cemiyetinin başkanı olan Dr. Fazıl Küçük’ün İstanbul’daki Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil’e gönderdiği söylenen mektuptur. Bil’in de inkâr 
etmediği söylenen mektupta, “Türkiye’de Rumlar aleyhine bir hareketin 
yapılmasının Kıbrıs’taki Türklerin durumunu korumak bakımından faydalı olacağının” belirtildiği ve bu bilginin "çok gizli kaydıyle" şubelerine gönderildiğinin yazdığı ifade edilmiştir (6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 290). Buna ek olarak olayların yaşandığı gün, Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil ile Başbakan Adnan Menderesin olayların öncesinde kısa da olsa görüştükleri iddiası da söz konusudur (Birgit, 2012: 194).

Yapılan açıklamalar sonrası, üniversite gençliği Selanik’te gerçekleşen 
bombalama olayını protesto için sokaklarda toplanmış ve daha sonra halkın da katılımıyla bir kınama toplantısı düzenlenmiştir (Akşin, 1998: 234; Birand vd., 1999: 109; Ceylan, 1996: 47-48, Güzel, 1997: 163)24. Fakat protesto amaçlı bu “masum” toplantı yerini, profesyonel bir eylem sonucu, yakma ve yağmalama hareketlerine bırakmıştır (Demir, 2007: 59-60)25. Protestonun yıkıma dönüşme hali kaynaklarda şu şekilde anlatılmaktadır:


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 1

6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955  BÖLÜM 1

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar: 


Ayşe Elif 
Emre Kaya

Özet

Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen bir haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. Çalışmada olayların ortaya çıkış süreci, sonrasında yaşanan gelişmeler ve olaya ilişkin gerçekliğin Ulus ve Zafer gazetelerinde nasıl sunulduğu konu edilmiştir. Çalışmanın amacı ise, siyasal iktidarla farklı ilişkiler içinde olan iki yayın organın yaşanan şiddet olayını, nasıl sunduklarını incelemektir. 

Bu amaç doğrultusunda, gazetelerde konuyla ilgili yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz ile irdelenmiştir. 

Burada araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı Zafer’in olayın sunumunda hükümetin tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı Ulus ise 
hükümetin ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, farklı yönleriyle tartıştığıdır.

Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar:6-7 Eylül Olaylarının

Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili,

1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış 
olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine yönelik olarak, 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, büyük bir kontrolsüzlük içinde, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. 

Çalışmada öncelikle 6-7 Eylül olaylarının çıkışına zemin hazırlayan süreç ele alınmış ardından da, 6-7 Eylül olaylarına ve yaşanan gelişmelere ilişkin bilgiler karşılaştırmalı olarak verilerek genel bir çerçeve çizilmiştir. Çalışmanın bu kısmında, yaşananların bir şiddet olayı olarak çerçevelendirilmesi nin sınırlı bir yaklaşım olduğu, “sınıfsal bir tepki”yi içinde barındırdığı görüşünün de görünür kılınması gerekliliği vurgulanmıştır. Çalışmanın analiz kısmında ise, olayın oluş 
tarihinden, ay sonuna kadar geçen süre zarfında, Ulus ve Zafer gazetelerinde 
yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz yöntemi ile incelenmiştir.

Medya-gerçeklik ilişkisi, kuramsal yaklaşımlarda farklı şekillerde 
karşımıza çıkmaktadır. Liberal yaklaşım açısından medya gerçekliğin 
kavranmasında ve aktarılmasında bilimsel metotları kendine kılavuz 
edinmiştir. Nasıl ki pozitivist bilim anlayışının araştırmacıdan beklentisi 
değer yargılarından arınarak, bilim anlayışının araştırmacıdan, değer yargılarından arınarak gözlenebilen gerçekliğin bilgisine ulaşmak 
idiyse, gazeteciden de beklenen siyasal yanlılığından arınıp olayları habere 
dönüştürmesidir (İnal, 1996: 16). 
Daha açık bir deyişle, liberal yaklaşım içinde medyanın gerçeği bozmadan, değiştirmeden, çarpıtmadan verebileceğine dair bir anlayış ortaya konulmakta dır. 
Buna karşılık Marksist yaklaşım içinde haberin sağladığı imajların ve tanımların siyasal ve ekonomik yönetici gruplarca biçimlendirilmesi nedeniyle ön yargı taşıdığını bu nedenle de nesnel bir gerçekliğin bozulmuş ve yanlış yorumlarının görüldüğü belirtilmektedir (akt. Curran vd. 1991: 243). Bu görüşe göre ise haber metinlerinde gerçek, kapitalist sınıf çıkarına uygun biçimde çarpıtılmakta dır. Eleştirel yaklaşıma göre ise, medya toplumsal bilgiyi inşa ederken, belirli anlam ve yorumları tercih etmekte, bunlara dayalı sınıflandırmalar ve düzenlemeler ile belirli gerçekleri içerirken, diğerlerini dışarıda bırakmakta, 
böylelikle medyanın paylaşılan bir toplumsal fenomeni tanımlamasıyla 
birlikte, aynı zamanda onun oluşturulmasına da yol açmaktadır (Dursun, 2013: 40). 
Bir başka deyişle, haber gerçeği temsil eden bir metindir. Bir gazetecinin haber üretim sürecini kimliği yani kendi değer yargıları, çalıştığı medya organının yayın politikası ile sahiplik ilişkisi belirler. Bu belirlenimler çerçevesinde gazeteci gerçeğe ilişkin bazı parçaları seçer, haber metnine dâhil eder ve bazı parçaları dışarıda bırakır ( Binark ve Bek, 2010: 173). 

Bu çalışmada, haber ve gazetecilik pratikleri eleştirel yaklaşım görüşünden hareketle ele alınmaktadır. Bu görüş doğrultusunda çalışmada, siyasal iktidar ile farklı ilişkiler içinde olan dönemin iki yayın organının, haber yazı ve yorumların nasıl bir çerçeve içinden sundukları, olaya ilişkin “gerçeği” nasıl inşa ettikleri, gerçekliği tanımlarken hangi anlam ve yorumları seçtikleri, neyi ön plana çıkarıp, neyi görünmez kıldıklarını ve iktidar ile olan mesafelerinin bu gerçekliği inşa 
etmede nasıl bir etki ettiği incelenmiştir. Bu incelemeyi yaparken yazınsal açıdan farklı biçimde oluşturulan metinler olmalarına karşın, değer yargılarını içinde barındırma konusunda birbirlerinden çok da farklı metinler olmadıkları düşüncesinden hareketle, haber ve köşe yazıları bir arada incelenmiş, böylelikle haberlerle hâkim kılınmaya çalışılan anlamların /anlamlandırmaların, köşe yazıları ile nasıl desteklediği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı olan Zafer’in olayın sunumunda hükümetin 
tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, 
olayı siyasal iktidarın gerçeklik tanımları ile yorumladığı, tartışmaları da bu sınırlar içinde tutmaya çalıştığıdır. Benzer biçimde, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı olan Ulus’un ise olaya ilişkin farklı tanımlama biçimlerini tercih ettiği ve siyasal iktidarın ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, gerçekliği farklı yönleriyle sunduğudur. 

Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı ve Gelişimi

Kıbrıs’ın ülkeler arasında bir soruna dönüşme nedenini anlayabilmek 
için adanın geçirdiği tarihsel sürece bakmakta fayda vardır. 
Kıbrıs’a ilişkin ilk bilgiler adanın; Roma İmparatorluğu, Roma ve 
Bizans halinde ikiye ayrıldığı zaman, Bizans İmparatorluğu’nun içinde 
Yunanistan ülkesinden ayrı bir birim olarak örgütlendiğine ilişkindir 
(akt. Gevgilili, 1987: 126)1. Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu 
tarafından fethedilmesine kadar geçen sürede, farklı egemenliklerin 
etkisinde kalmış, fetih sonrasında ise, dinsel açıdan Ortodoks2 ve 
İslam, etnik bakımdan da Rum ve Türk kesimlerine 3 ayrılmıştır. 
Osmanlı’nın çöküşüne doğru, İngiltere vekâleten ve geçici olarak 
adaya girmiş, daha sonra da Lozan Antlaşması’nda Kıbrıs’ın kendilerine 
katıldığını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Hükümeti’ne onaylattırmıştır 4 (Gevgilili, 1987: 127-131). Bir müddet sonra ise, İngiltere’nin 1925 yılında sömürge ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için de örgütlenmişlerdir. 
Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. 
İki ülkenin üniversite öğrencileri çeşitli mitinglerle karşılıklı protestolarda 
bulunsalar da, Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından 
resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır (Albayrak, 2000)5. 

Hem 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) hükümeti, hem de selefi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) hükümetleri, adadaki statükonun devamından yana oldukları için Kıbrıs’ı bir sorun olarak görme eğilimi içinde olmamışlardır. Fakat şu nokta gözden kaçırılmamalıdır ki, DP’nin muhalefet yıllarında konuya yaklaşımı farklıdır. DP sözcüleri, CHP’yi Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenememekle ve önlemlerin yetersizliği nedeniyle ırktaşlarını güvenden yoksun bırakmakla suçlamalarına karşın, 1950’de iktidara geldikten 
sonra, “Kıbrıs meselesinde tutumlarının ne olacağı” yönündeki bir soruya, Kıbrıs diye bir problem olmadığını söyleyerek, Kıbrıs konusundaki görüşlerinden vazgeçmişlerdir (Bağlum, 1991: 61). DP’nin tutum değişikliğinin gerekçesi olarak Sovyet tehlikesine karşı işbirliği için Yunanistan’la iyi ilişkilere devam edilmesi gerektiği düşüncesi gösterilmiştir (Bağcı, 1990: 101). Adnan Menderes’in Londra Konferansı öncesi yaptığı konuşmada, “hür milletler birliği”nin Yunanistan tarafından zayıflatıldığına işaret eden konuşması, bu düşüncede haklılık payı olduğunu gösterir niteliktedir. 

Yunan hükümetinin Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak davasını, Birleşmiş Milletlere (BM) taşıması sonucunda ise, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını değiştirdiği söylenmiştir6 (6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289). Yunanistan başvurusunda, BM Beyannamesi’ndeki halkların eşitliği ve kendi kaderlerini kendileri tayin etme prensibinin uygulanması ve 1950 yılında Kıbrıs’ta resmi olmayarak yapılan referandum sonuçları, Kıbrıs’ın eski Yunanlıların yerleşim alanı olduğu ve Yunanistan’ın kültürel etki alanı içerisinde kalmasını, 
gerekçe olarak göstermiştir. Yunanistan ayrıca, Güney Akdeniz Bölgesi’ndeki 
siyasi istikrarın İngiltere’nin gösterdiği yumuşamazlıktan dolayı da tehlikede olduğu vurgusunda bulunmuştur. Yunanistan’ın bu tezine İngiliz, Türk ve BM delegelerinin sert muhalefetlerine rağmen, konu BM’de tartışılmıştır. Bu görüşmeler sırasında Türk delegesi 

Selim Sarper bir konuşma yaparak, Yunan görüşüne karşı çıkmış ve 
adanın Yunanistan’a verilemeyeceğini savunmuştur (Ceylan, 1996: 21; 
Eroğul, 1998: 172). Bunun sonucunda, BM konunun görüşülmesini 
geriye bırakmış, bu durum ise iki hükümet arasında gerginliği artırmıştır 
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289). 

Yunanistan’dan gelen haberlerin artması ile birlikte de, Türk kamuoyunun 
da bölgeye dikkati yoğunlaşmış, Rum ve Yunanlılara yönelik olarak bir hassasiyet oluşmaya başlamıştır (Ayın Tarihi, 1-17 Temmuz 1955)7. 

1955 yılının Temmuz ayına gelindiğinde ise, Başbakan Adnan Menderes, kabinesi içinde bir değişiklik yaparak, Fuat Köprülü’yü Dışişleri Bakanlığı görevinden almış ve yerine Fatin Rüştü Zorlu’yu getirmiştir. Selefinin, Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların yönelttiği tehditler, baskılar ve yer yer başlayan saldırılar karşısındaki klasik hariciyeci yaklaşımı ve sözlü uyarılarla karmaşık demeçlerle karşılayan bir stratejinin devamından yana olan temkinli tavrına karşın, Zorlu Londra ve Zürih Antlaşmaları’nın temel taşlarının döşenmesi için çalışmalar başlatıp, adada bir Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması için adımlar atarak adaya ilişkin aktif bir politika belirlemiştir (Birgit, 2012: 192, 193)8. 

Kıbrıs konusuna DP iktidarının başlangıçtaki temkinli yaklaşımı, Türk basını tarafından da benimsenmiş, uzunca bir süre - Hürriyet hariç - gazeteler konuya ilgi göstermemiştir9. Hürriyet ise Çavdar’ın deyişiyle, her gün Kıbrıs’ta EOKA’ya bağlı militanların yaptıklarına ve Türklerin nasıl kötü muamele gördüklerine ilişkin haberleri vermiş ve böylelikle Türkiye Makarios, Grivas isimleri ve Enosis sözcükleri gündeme yerleştirmiştir (53). Hürriyet’in süreçteki tutumu, 6/7 Eylül olayları sonrası yürütülen soruşturmada tutanaklara ise şu şekilde yansıtılmıştır: 

Hürriyet sahibi ve baş yazarı ölü Sedat Simavi’nin 12 ada Garbi Trakya 
hakkında açtığı malum kampanya vardır. Bu kampanya, Türk-Yunan 
dostluğu aleyhine yönetildiği gibi ayrıca Rum vatandaşlar hakkında da 
Türk efkarına nahoş tesirler yaratıyordu. Kampanya nihayet. Hariciye 
teşkilatımız ve Hariciye Vekili sayın Fuat Köprülü aleyhine kadar dayanmış 
ve Sedat Simavi aleyhine dava bile açılmıştır. Hürriyet’in açtığı bu 
kampanya devam ederken ortada henüz bir Kıbrıs meselesi yoktu (6-7 
Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289)10. 

Kıbrıs konusu siyasi gündemde önemli bir noktaya taşınınca, Hürriyet’in peşi sıra diğer basın organları da konuyu ele almaya başlamışlar ve hatta konuyu gündeme taşımanın ötesine geçip, yönlendirici bir yayın politikası izlemeye başlamışlar, hükümetin de aktif bir siyaset gütmesi gerektiği fikrini sürekli canlı tutmuşlardır (Cumhuriyet, “Kıbrıs Meselesi”, Ayın Tarihi, 1 Temmuz 1955: 105; Ulus, “Kıbrıs işi doğru yolda”, Ayın Tarihi, 7 Temmuz 1955 : 106; Tercüman “Yılan Hikayesi”, Ayın Tarihi, 19 Temmuz 1955: 109). 

Kıbrıs konusu İngiliz basınında da yer almıştır. İngiliz basının Türk tezini destekleyici bir yayın oluşturmasının dışında daha dikkat çekici olan nokta, Kıbrıslı Rumların “komünistler” tarafından yönlendirildiği vurgusudur (Ayın Tarihi, 3 Temmuz 1955:100; 9 Temmuz 1955: 100; 12 Temmuz 1955: 101; 21 Temmuz 1955: 102; 22 Temmuz 1955:102). Bu durum, kapitalist Batı toplumlarının mevcut “komünist” algısını ortaya sermesi nedeniyle önemlidir. Dönemin yaygın politik unsurlarından biri olarak tanımlanan “anti komünizm” şu şekilde açıklanmaktadır: 

Bu dönemde anti komünizm artık bir devlet politikası olarak uygulanmaya 
ve uygulamaya ilişkin araçlar geliştirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde, herhangi bir biçimde komünizme yol açabileceği düşünülen eylem ve düşüncelerin hepsi sistemli bir biçimde kontrol edilmiş, yasaklanmış ve yalnızca devletin değil, bütün bireylerin de bu yönde davranmasını sağlamak üzere bir baskı ortamı oluşturulmuştur (Yıldırmaz, 2012: 48). 

Bu noktada anti komünist politikaların oluştuğu merkez olarak tanımlanan ABD’yi ve özellikle de senatör McCarthy dönemini hatırlamakta da yarar vardır. Etkileri ABD ile sınırlı kalmayan bu anlayış şu sözlerle tanımlanmıştır: 

1940’lı yılların ortalarından 1950’lerin sonuna kadar süren “cadı avı” ile 
hem devletin kurumlarının aktif bir biçimde örgütlenmesi sağlanmış, 
hem de bizatihi toplum komünizme karşı uyanık olması gerektiği yönün
de çeşitli araçlar yoluyla mobilize edilmiştir. ABD’deki adı Mc Carthysizm 
olarak adlandırılan bu yöntem benzer şekillerde diğer ülkelerde de 
işlemiş ve hem söylemsel, hem de politik olarak aynı dili kullanmıştır 
(Yıldırmaz, 2012: 48- 49). 

İngiliz basınının olayların “komünist” yönlendirmesi ile ortaya çıktığı yönündeki yayını, antikomünist yaklaşımla bağdaştırılarak değerlendirilmelidir. 

Gösteri ve kanlı olayların hızlanması üzerine, adadaki Yunan halkını ezen sömürgeci devlet konumunda rahatsız olan İngiltere, bu durumundan kurtulmak için Türkiye ve Yunanistan’ı bir konferansa çağırmıştır. Türk hükümeti bu daveti hemen kabul etmiş ve davada kararlığını göstermek için kısa süre sonra da Yunanistan’a sert bir nota vererek, Kıbrıs konusundaki kışkırtmalara son vermesini ihtar etmiştir (Eroğul, 1998: 173). Böylelikle, 1955 yazında Türkiye siyasetinin gündemine, Londra Konferansı’na davet edilmiş olmanın sevinci hakim olmuştur. Kıbrıs konusunun bu kadar yoğun ele alınmasını, DP’nin iç 
politikadaki yetersizliklerini örtme isteğine bağlayan Ahmad, bu taktiğin 
işe de yaradığını, çünkü CHP’nin dahi bu dönem içinde muhalefet görevini yürütmediğini, hatta Londra Konferansı’ndan üç gün önce hükümetle dayanışmanın bir işareti olarak iç politika tartışmalarını tek yanlı olarak bir tarafa bıraktıklarını ilan ettiklerini belirtmiştir (66)11. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

8 Ocak 2019 Salı

Atatürk'ün Cumhuriyet Köyleri projesi gerçekleşiyor mu?

Atatürk'ün Cumhuriyet Köyleri projesi gerçekleşiyor mu?





Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Eylül 2000 Cumartesi

Bugün 2 EYLÜL 2000 Cumartesi. Başkakan Ecevit ve beraberindeki devlet erkanı Ordu'nun Mesudiye İlçesi Çavdar Köyünde Köy-Kent Projesinin temelini attılar. Başbakan ECEVİT havaya uçurduğu beyaz güvercinlerin ardından " Bu benim 30 yıllık hayalimdi. Beni önceleri ciddiye almadılar. Ama şimdi hayallerim gerçekleşti. Çok mutluyum" dedi.

Köy-Kent Projesi; Atatürk tarafından planlanan, proğramlanan, şekilleri çizilen fakat ömrü yetmediği için gerçekleştiğini göremediği "CUMHURİYET KÖYLERİ PROJESİ" dir.

Atatürk'ten 63 yıl sonrada olsa gelinen yer ve alınan mesafe ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE açısından son derece anlamlı ve sevindiricidir. Faaliyet çok güzel olmasına rağmen seçilen KÖYKENT isim yanlıştır. KÖYKENT= KÖYŞEHİR'in manası anlaşılamamaktadır. Köy başka bir kavramdır. Şehir başka bir kavramdır. İkisininde önemli ama birbirinden çok farklı işlevleri vardır. Fakat ikisinin biraraya gelmesi kafiyeleri uyumlu güzel bir sözden öte bir mana içermemektedir. 

Bu bakımdan Atamızın bizzat isimlendirdiği" CUMHURİYET KÖYÜ" isminin kullanılmasının daha uygun olacağı kanaatindeyim.
Atatürk'ün CUMHURİYET KÖYLERİ; sadece Sayın Ecevit'in KÖYKENT'lerinin değil, bugün ülkemizin ikinci büyük partisi ve hükümetin büyük ortağı olan MHP'in ortaya koyduğu TARIM KENTLERİ PROJESİ'ninde aynisidir.

İlgililerin Sayın Prof.Dr.Afet İNAN tarafından hazırlanan ve uzunca bir dönem ortaokullarda Yuttaşlık Bilgisi dersi olarak okutulan " VATANDAŞA MEDENİ BİLGİLER" isimli ders kitabına bakmalarını öneririm. Orada detaylı bilgiye ulaşacaklar ve bugün yeni bir şey gibi ortaya koyduklarının bizzat Atatürkün kendi eli ile hazırladığı "CUMHURİYET KÖYLERİ " nin basit bir kopyasından ibaret olduğunu göreceklerdir.

Sayın yetkililerimiz, Atatürk'ün başlattığı fakat bütün yurda yaymak için ömrünün yetmediği "CUMHURİYET KÖYLERİ" ni tam olarak oluşturabildikleri takdirde; bugüne kadar alt yapı için harcanan ve dahada harcanacak miktarın çok cüz'i bir kesimiyle hizmeti ülkenin en uç noktasına ulaştırabileceklerdir. Bu şekilde dağ başında hiç bir şey üretmeden ve daima vermeden almayı şiar edinmiş bir kaç vatandaşımızın yaşadığı yerleşim yerlerinin güvenliği için sarfedilen yüksek rakkamlı harcamalar doğrudan üretime aktarılabilecektir. Atatürk'ün idealini geçte olsa yürürlüğe koyan Sayın ECEVİT'i kutluyor ve bu projenin Ordu'nun MESUDİYE ilçesinin Çavdar Köyüne münhasır bir faaaliyet' olarak kalmamasını, yurdun her köşesini kaplamasını diliyorum.

İşte Değerli İYİ İNSANLAR; TÜRKİYE'nin gerçek gündemi budur. Türkiye'nin başbakanının yapacağı işler bunlardır. Türkiyenin muhalefet partilerinin bütün güçleri ile sahip çıkacakları ve destekleyecekleri projeler bunlardır.

Oysa Sayın ECEVİT dışında hem iktidar ve hemde muhalefet partilerinden konuya ilişkin ne menfi ve nede müsbet tek bir habere rastlanmamıştır.

Basın yayın organlarımızın birinci sayfaları ve önemli flaş haberleri; yine yapıcılıktan yana değildir. Gündem açıp gündem kapatan başarılı Medyamız bugün; Fethullah Gülen yanlılarının katrilyonlarca liraya malolan vakıfları, dernekleri, üniversiteleri, okulları, işyerleri, fabrikalarının nasıl ve ne zaman kapatılacağının detaylarını açıklamaktadır. Yani var edilen milli servetlerimizin geliştirilmesine değil , ortadan kaldırılmasına ilişkin suni ve sahte gündemlerle doludur.

Bu vesile ile Cumhuriyet Tarihimiz boyunca ülkemizdeki en başarılı ekonomik kalkınma devrini Türk Milletine yaşatan Atatürk'ün en güçlü olduğu yanı olan EKONOMİK GÖRÜŞ ve UYGULAMALARI'NA bir kere daha değinmek istiyorum.

Atatürk; fikir ve düşünceleriyle 20nci asırda Türklük Dünyası başta olmak üzere bütün insanlığa ışık saçmış ve adeta insanlığı iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmiştir. Geçen çağa ismini altın harflerle yazdırmıştır. Tutarlı, dengeli ve uygulanabilir düşünce sistemi ile 2000'li yıllarada damgasını vuracaktır.

Bu büyük insanın her yönü incelenmiş ve fakat en kuvvetli olduğu ve en büyük başarıların kazanıldığı EKONOMİK GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI daima ikinci planda tutulmuştur.

Bu husus Atatürk'ten sonra gelen cumhuriyet yönetimlerinin affedilmez bir hatası olarak değerlendirilmektedir. Başlattığı büyük hamleler maalesef kendisinden sonra gelenler tarafından dikkate alınmamıştır. Ülkenin kalkınması için ithal ekonomik sistemler daha çok tercih edilmiştir.

ATATÜRK; tamamen sıfırlanmış bir ekonomiden insangücü, sermaye, bilgi, altyapı ve hiçbir dış destek olmadan ağır sanayiini kurmuş ve planlı kalkınma dönemini başlatmıştır. Enflasyonsuz, borçsuz, kendi tankını, topunu ve uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan bir Türkiye yaratmıştır. Osmanlı'nın Düyun-u Umumiye yönetiminden kalan borçlarınıda ödeyerek çağına göre büyük bir kalkınma hamlesi sağlanmıştır. Atatürk'ün dünyanın bilinen ve uygulanan başlıca ekonomik sistemlerinin dışında; Türk milletinin ihtiyaçlarına , istek ve arzularına, milletin kabiliyetlerine uygun olarak yarattığı ekonomik sistem ile geçen asrın en büyük ekonomik mucizesi meydana getirilmiştir.

Kapitalizm ve sosyalizm gibi başlıca ekonomik doktrinler üzerinde bilim adamlarınca binlerce cilt eser verilmiştir. Yıllarca üzerinde çalışılmıştır. Bugün artık kalıplaşarak doktrin haline gelmiş bu gibi sistemler ve bunların pek çok ülkedeki başarılı uygulamaları mevcutken sadece 15 yıllık kısa bir uygulaması olduğu bilinen Atatürkçü Ekonomi 'den ve bu sistemlere üstünlüğünden bahsetmek mümkün olabilir mi ?

Konunun cevabı ilk bakışta olumsuzdur. Meseleye Atatürk'ün iktidar olduğu 15 yıl içinden değilde ,O'nun içinden yetiştiği Türk Milletinin binlerce yıllık geleneksel ekonomik faaliyetleri açısından bakalım. İşte burada;" nesiller boyu birbirine aktarılarak ve daima kendini yenileyerek sistemleşen ekonomik kültürümüzün Atatürk'ün şahsında en başarılı örneklerini verdiğini" söyleyebiliriz.

Tarihi ticaret yollarını kontrol eden bölgelerde siyasi egemenlik sahibi olmaya özen gösteren atalarımız; bu coğrafi konumlarının gerekli kıldığı şartları en iyi şekilde değerlendirmişler ve ticari alandaki üstünlüklerini herzaman çevrelerine kabul ettirmişlerdir. Tarihteki Türk Devletlerinin ortak bir vasfıda ; halkının refah ve mutluluğunu çağının şartları içinde en üst düzeyde gerçekleştirerek çok zengin bir ekonomik kültür yapısı oluşturmalarıdır.

Atalarından aldığı ekonomik kültür mirasını çok iyi kullanan Atatürk'ün ekonomik düşüncesinde fikir ve icraat arasında eşsiz bir uyum vardır. Sıfır denilecek bir seviyeden ve savaş şartları içinden on yılda ağır sanayi hamlesini gerçekleştirerek kendi tankını, topunu ve uçağını çağın gereklerine uygun olarak bizzat Türk insanının yapabileceği bir düzeye ulaşılması onun dehasının eseridir.

Yine dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ülkeler 1929 ekonomik krizi ile büyük sıkıntılar içinde bunalırken, bu durumdan etkilenmeyen ve bilakis lehine çeviren, buhranı takibeden devrede planlı ve proğramlı kalkınmanın dünyadaki en güzel örneklerinden birinin yaratılması yine onun üstün dehası ve önderlik kabiliyetinin bir neticesidir.

Atatürk'ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını kapsar. Mevcut ekonomik durum Birinci İzmir İktisat Kongresinde tesbit edilir. Kongrede belirlenen hedeflere ulaşılmaya çalışılır. Fakat arzu edilen sonuçlara tam olarak ulaşılamaz. Gelişmeler sadece tarım kesiminde görülür. Fakat Osmanlı'dan kalan borçlar ödenir.

Atatürk'ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları 1930 -1940 arasındaki ikinci dönemde ortaya çıkar ve en üst düzeye ulaşır. İlk döneme nisbetle ağırlığın bugün elden çıkarılmaya çalışılan İktisadi Devlet Teşekküllerinde olduğu tamamen kendine özel bir ekonomik rejimin uygulandığı görülmektedir. Bu dönemde ; DEVLET ÖNCÜLÜĞÜ, DEVLET YATIRIMCILIĞI, DEVLET İŞLETMECİLİĞİ, DEVLETİN TESBİT ETTİĞİ HEDEFLERE EKONOMİNİN YÖNLENDİRİLMESİ gibi hususlar ağırlık kazanır. Fakat bu faaliyetlerin temelinde yine "fertlerin topyekün kalkınması ve refah seviyesinin adaletli olarak dağıtılması" yatar.

Şimdi Türk toplumunun ekonomik bünyesi ve şartlarının daima gözönünde tutulduğu Atatürkün ekonomik görüşlerinin tekniğine inmeden elde edilen sonuçları günümüz Türkiye ekonomisi ile bazı temel alanlarda karşılaştırmak istiyorum.

Batı toplumunun ürünü olan Kapitalizm ve Sosyalizm batı insanının gerçeklerine, ihtiyaç ve kültür yapısına uygun dizayn edilmişlerdir. Nasıl ki montaj sanayii tek başına ülkenin kalkınmasına imkan vermiyorsa, montaj doktrin ve sistemlerin kalkınma modeli olarak kullanılması herzaman yeterli olmayabilir. Oysa Atatürk'ten sonra ülkeyi yönetenlerin ve ekonomiyi yönlendirenlerin gözlerini daima dışarıya çevirdikleri ve çareyi yine yabancı modeller arasında aradıkları bir gerçektir.

 * Bugün yeterli sermayemiz, her alanda yetişmiş insan gücümüz, yeterli okullarımız ve öğretmenlerimiz mevcuttur.

 * Edirnede oturan vatandaşımız bir gün içinde karayolu ile ülkenin en uzak ve en ücra noktasına ulaşabilmektedir. Malını gönderebilmektedir.

 * Fabrika yapan fabrikalarımız, fabrikalarımızda üretilen hammaddeyi sağlayan yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz vardır.

 * Ayrıca ellerimizde elektronik çağının bulunmaz nimeti kredi kartlarımız vardır.
Bütün bu olumlu göstergelere rağmen Türkiyenin 2000 Eylülündeki ekonomik seviyesinin Atatürk döneminin çok altında olduğu gerçeği değişmiyor.

*** 
Atatürk döneminde Dolar ve TL.birbirine eşitti ve hatta lira daha değerliydi. Şimdi paramızın değeri dolar karşısında 655 000 kat düştü. Evlatlarımız benim neslimin 30 sene aralıksız kullandığı PARA, KURUŞ ve hatta LİRA'yı tanımıyor. Piyasalarımız TL.ile değil "Dolar" ile tanzim edildi. Hatta bütçemizi mecliste sunan Sayın bakan ve başbakanlarımız " 2000 yılı bütçemiz .... dolar olacak " şeklinde konuşmak zorunda kaldılar !

*** 
İthalatımız daima ihracatımızdan fazla oluyor ve bütçemiz daima eksi ile kapanıyor. Yapılan basit bir araştırma ithalatın önemli bir kısmının lüks tüketim malzemeleri olduğu ve yine tarım ülkesi olmamıza rağmen bir diğer büyük rakkamını da tarım ürünlerinin teşkil ettiği görülüyor.

*** 
Son yirmi yıldır fiatları ve zamları takip etmek mümkün değildir. Savaş şartlarına rağmen Atatürk dönemi yöneticilerinin adını dahi bilmedikleri ENFLASYON CANAVARI tam yirmi yıldır % 50 nin altına inmiyor. Fakat arasıra üç haneli rakamlara da ulaşıyor. Türkiyeyi ziyaret eden İtalyan ekonomi profesörü " Türkiyedeki enflasyonun derslerde anlattıklarına uymadığını, yirmi yıldır bir ülkenin bu şartlarda yaşamasının fiilen ve ilmen mümkün olmadığını ve bunu nasıl becerebildiğimizi incelemeye geldiğini "belirtiyor.

*** 
Atatürk döneminde hazırlanan Ekonomik Kalkınma Proğramları %100 gerçekleşirken son yıllarda hazırlanan planların kağıt üzerinde kaldığı görülüyor.

*** 
Atatürk döneminde toplumun bütün kesimleri üretime katkıda bulundukları sürece üretimden eşit pay almakta iken, bu durumun günümüzde giderek toplumun sosyal sınıfları arasında kapatılamaz bir uçurum doğurduğunu görüyoruz. Bugün bankacılık sektörü hiç yorulmadan kağıt üzerinde yılda % 973 kar elde ederken; bordrolu bir profesörümüz ancak % 25 dolayında maaş artışı elde ediyor. Tabiki bu değer daima enflasyonun altında kaldığından reel kazanç hep azalıyor.

*** 
Türk kamuoyu çok üst düzey bürokratlarımızın, yöneticilerimizin hergün yeni bir rüşvet ve yolsuzluk hikayeleri ile güne başlıyor. Devletin yüce makamları adeta birilerinin hizmet üreteceği yerler değilde nemalanacağı yerler olarak görülüyor. Oysa Atatürk devri bürokratlarının devletin her kuruşu için gösterdikleri hassasiyeti anlatan yüzlerce kitap ve doküman süsledikleri kitapçı raflarında okunmayı bekliyor...!

*** 
Türk vatandaşları tasarrufa değil tamamen tüketime yönlendiriliyor. İnsanımız adeta doyumsuzlaşıyor. Piyasada faaliyet gösteren 500 Televizyon ve 2500 Radyo İstasyonu (TRT dışında) " x gazozunu için, y çamaşır suyunu kullanın " dan kazandıkları ile faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Benim amacım; manzarayı abartarak ülkemizin çok kötü bir durumda olduğunu sergilemek ve milletimin moralini bozmak değildir. Bilakis az bir çaba ile çok daha iyiye ve güzele sahip olmaları gerektiğini vurgulamaktır.


- Ülkemizde bugün herşeyimiz vardır.
- Türkiye artık kredi alan değil veren bir ülke seviyesine erişmiştir.
- Avrupa başta olmak üzere bütün dünya ile ilişkilerimiz gelişmektedir.
- İnsanımızın refah seviyesi giderek gelişmiş ülkeler seviyesine yaklaşmaktadır.

Fakat bütün bunlar bizim gibi önemli bir coğrafyada bulunan ve gelişmek için son derece yeterli potansiyele sahip bir ülke için yetmez.Yetmemelidir.

- İnsanımız kabiliyetlidir.
- Ekonomik faaliyetlere dünyanın diğer insanlarına göre çok daha fazla yatkındır.
- Müteşebbistir. Daha iyisini başaracak güce, yeteneğe ve tecrübeye sahiptir.

O halde daha iyisini yapmak varken ve önünde Atatürk gibi bir önderin çok başarılı uygulama örnekleri dururken neden bu durumdayız. Daha iyisini ve fazlasını istemek bizim hakkımızdır.

Diğer ekonomik görüşler yanında çok daha tutarlı ve tamamen Türk insanının kabiliyetlerine göre hazırlanmış ATATÜRKÇÜ EKONOMİ'nin uygulanması ile bugün çok daha ileri bir seviye ulaşmamız mümkündür. Çünkü Atatürk zamanında olduğu gibi artık bir ön hazırlık devresine ihtiyaçta yoktur.

Atatürke inanmış kadroların bilinçli ve planlı çalışmalarıyla çok kısa bir sürede başarılı neticeler alınabilecektir.

Atatürk dönemi uygulamaları için aşağıda vereceğim iki küçük misal dahi sistemin geçerliliğini ve önemini ortaya koymaktadır.

Bugün Özelleştirme konusu ülkemizin ekonomik gündeminin en önemli maddesidir. Sadece bunun için bir bakan dahi ayrılmıştır. Özelleştirilmesi istenilen Kamu İktisadi Kuruluşlarının ilki ve en büyüğü olan SÜMERBANK'ın 11 TEMMUZ 1933 tarihli, 2262 Sayılı Kanunu'nun 11 nci maddesini sayın yetkililerimiz lütfen açıp okusunlar. Orada" bir kamu kuruluşunun bir yıl içinde kendisini nasıl özelleştireceği , bulunduğu üretim sahasından nasıl çekileceği ve bu alanı özel kuruluşlara nasıl devredeceği " detaylı olarak anlatılır. İlgililerimize önemle duyurulur.

Atatürkçülük uygulama ile olur. Nutuk çekerek Atatürkçü olunmaz. Doğu ve Güneydoğu Anadoluda hiç bir üretimin yapılmadığı sadece birkaç ailenin yaşadığı köy ve mezralara devletin yol, su, elektrik, okul, telefon ve televizyon götürdüğü, ebe ve hemşire gönderdiği görülmektedir. Ayrıca "buraları eşkiya basmasın ve vatandaşlarımız eşkiyayı beslemek zorunda kalmasın" diye karakollar kurulduğu ve önemli miktarda güvenlik harcaması yapıldığı görülmektedir. Dünyanın hiç bir ülkesi bukadar zengin değildir. Bunun adı resmen savurganlıktır ve yönetim zaafiyeti belirtisidir. Buraya giden hizmette yarımdır. Oysa her yere yarım ve eksik hizmet gideceğine, merkezi bir yere tam hizmet verirsiniz. Vatandaşımız akıllıdır. Çok kısa bir süre içinde zaten kendisini buraya taşıyacaktır. İşte dün Atatürk'ün ,bugün Sayın Ecevit'in ideallerindeki CUMHURİYET KÖYLERİ ( KÖYKENT'ler )bunun için önemlidir.

Netice olarak; 20 yılı aşkın bir süredir ATATÜRK'ün en kuvvetli yönü olduğuna inandığım ekonomik görüşlerini her platformda savundum. Bu konuda "bu görüşlerin diğer görüşlerden her yönü ile iyi olduğunu açıklayan" doktora tezi verdim. Konferanslarla, gazete makaleleri ile, seminerler ve televizyon proğramları ile ilgili ve yetkililere ulaşmaya çalıştım. Fakat hiç bir ilgili ve yetkiliye ulaşmaya muvaffak olamadım. Şimdi teknolojinin bana sağladığı bu imkandan yararlanarak bana düşen ikaz ve uyarma görevini bir kere daha özetle vurguluyorum.

Atatürk ve Atatürkçü Düşünce'ye inanmış iyi insanları bir kere daha göreve davet ediyorum. Milletin huzuru, güveni, refah ve mutluluğu Atatürk'ün gösterdiği yoldadır...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Eylül 2000 Cumartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=66


***

YENİ BİR TÜRK DEVRİMİNE İHTİYACIMIZ VAR..

YENİ BİR TÜRK DEVRİMİNE İHTİYACIMIZ VAR.. 




Dr. Tamer KUMKALE
ttkumkale@oncevatan.com.tr 
07 Mart 2006, 00:00


Milleti idarede prensibimiz milletin müşterek ve umumi fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakiki ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır- Gazi Mustafa Kemal Atatürk- (1925) YENİ BİR TÜRK DEVRİMİNE İHTİYACIMIZ VAR: - Türkiye'de etkin bir grup özgürlükleri ülkeyi parçalamak için kendilerine tanınmış bir hak olarak görüyor. Ayrıca din açısından baktığımızda da aynı gerçeği görüyoruz. Giderek siyasi ve ekonomik güce ulaşan cemaatlerin yaygın hale geldiğine ve kabul gördüğüne şahitlik ediyoruz. - Haksız kazanç meşrulaştı. Kayıt dışı ekonomi yüzde 80lere varmış durumda. Para nerden gelirse gelsin hiç önemli değil mantığı var. Kaçakçılık had safhadadır. Türkiye'de yolsuzluk ekonomisini de aşmış bir soygun ekonomisi var. Helal para yok edilmekte. Türk sermayesi yüzde 25'lere düşmüş, yabancı sermaye yüzde 75lere çıkmış. - Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, Kur'an-ı Kerim'in İncilleştirilmesi tartışılıyor.. - Ortadoğu'da birtakım planları olan büyük devletler Türkiye'den istediklerini alabilmek için 'bir takım girişimlerde' bulunabilir. Türkiye'de terörle mücadele yasası yok, yolsuzlukla mücadele yasası yok, terörü besleyen kaynaklara el koyma yasası yok. PKK'nın giderek büyük bir güç elde ediyor ve bütün mafyalar da ağırlıklı duruma geldiler. Buna karşı önleyici tedbirler açısından büyük yasal boşluklar var. Ceza adalet sisteminin bilinçli bir şekilde çökertildiğini görüyorsunuz." - Bugün Türkiye'yi, Türkler yönetemediği için, siyasetteki insanlar iyi niyetli bile olsalar emir alan konumundan çıkıp iyi niyetlerini halkla paylaşamıyorlar. Yeni bir Türk Devrimine ihtiyacımız var."

.......... Yukarıdaki tespitler Yurt partisi Genel Başkanı Sadettin TANTAN'a ait. Ülkenin içine düşürüldüğü durumu özetleyen bu sözler Aksiyon Dergisindeki görüşlerinden birkaçı. Sadettin Tantan sıradan bir kişi değil. Bütün yaşamı boyunca Polislikte, Belediye Başkanlığında, Bakanlığı safhasında dürüst kalabilmiş, kural ve nizam dışına çıkmamış, ülke menfaatlerini daima kendi menfaatlerinin önünde görmesini bilen örnek bir siyasetçi. Sadettin Tantan; Siyaset düzeni bozulup siyaset kavramı; ahlaksızlık, yolsuzluk, soygunculuk ile birlikte anılmaya başlayıp, devletin değil şahsi menfaatlerin ön plana çıkmaya başladığı bir dönemde sistemin dışında kalarak ülke menfaatlerini kendi çabaları ile ayni dürüstlük ve azimle sürdürmeye çalışan bir örnek vatandaş. Sözlerinin her cümlesi önemlidir. Çizdiği tablo çok kötü ama gerçeğimiz ne yazık ki böyle. Türkiye'yi bu karamsar tablodan çıkaracak kadrolar bu milletin içinde fazlası ile var. Bunlar durumu görüyorlar. Yapılanları, ihanetleri kavrıyorlar, bugün düzeltecek makam ve mevkilerde olmamalarına rağmen çözümler üretmeye devam ediyor ve söz sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar. Sayın Tantan; görüşlerini sıraladıktan sonra "YENİ BİR TÜRK DEVRİMİNE İHTİYACIMIZ VAR" diyerek sorunumuzu özetliyor. Buna göre devrimi yapacak bir devrimciye de ihtiyacımız vardır. Peki Sadettin Tantan, bu beklenen devrimci olabilir mi? Kendisini yakından tanıyan bir kişi olarak "Neden olmasın" diyorum ve şartlar gerektirdiği takdirde bu görevi başarı ile yapabileceğine inanıyorum.. ERDOĞAN'IN HAKARETLERİ BIKTIRDI: "Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Nazmi Bilgin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın basına yönelik sözlerine tepki olarak yaptığı yazılı açıklamada; "Gazetecilerin, 3 yıldan beri bu hükümetin temsilcilerinin hakaretlerine maruz kalmaktan artık bıktıkları" görüşüne yer verdi ve ekledi; "Başbakan Erdoğan'ın, gazetecileri 'menfaat peşinde koşan iftiracılar' olarak suçlayan açıklamasını esefle karşılıyoruz. Eleştiri içerikli soru ve yazıların 'bir şeylerin karşılığı yapılmış iftiralar' olduğunun kanıtları ellerinde varsa, bunu açıkça ortaya koymalıdırlar. Asıl iftira, bunun aksinin yapılmasıdır. Biz kendi işimize bakıyoruz. Basının kamuoyunu aydınlatmaktan, usulsüzlükleri meydana çıkarmaktan daha önemli ne görevi olabilir. Dün de böyle yaptık, yarın da böyle yapacağız." 

....................... Dört yıldır her gün siyasi köşe yazan bir kişi olarak Basın-Yayının hem içindeyim. Cumhuriyet Tarihi ihtisasım içinde incelediğim olaylar içinde ulaştığım bir tek gerçek var. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Milli mücadeleye başladıklarında ülkede halka ulaşan tek yayın organı gazeteler idi. Mevcut gazetelerin % 95'i Gazi ve arkadaşlarını vatan haini olarak nitelendiriyor ve yaptıklarını sonuçsuz serüven olarak değerlendiriyordu. Bunun için Anadolu harekâtını desteklemek üzere Sivas'ta İrade-i Milliye, Ankara'da Hâkimiyet-i Milliye (Ulus Gazetesi), Anadolu Ajansı ile Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü (Basın -Yayın ve Enf. Genel Müdürlüğü) kurularak milli mücadelenin sesi kamuoyuna duyurulmaya başlandı. Bunların dışında işgal güçlerinin emrinde hareket eden basına "MÜTAREKE BASINI" adı verildi. Bugün ise benzer olarak "MÜZAKERE BASINI" olarak nitelendireceğimiz Basın-Yayın organlarının % 95'i kayıtsız ve şartsız, inansın veya inanmasın AK PARTİ yönetimini desteklemektedir. Basın, AKP'yi desteklemek zorundadır. Çünkü bugün basın organlarımızın çoğunun sahibi gazeteciler değil, tüccar iş adamlarıdır. İş adamlarına göre basın organları da bir ticarethanedir. Ticarethanenin yaşaması da mevcut iktidara şirin görünmek ve ona ters düşmemekle mümkündür. Hal böyle iken Başbakan Erdoğan'ın basında çıkan ve mevcut basın organlarında %10 bile olmayan muhalefete dahi tahammül edemediğini belirten açıklaması ciddi bir talihsizliktir. Ve bindiği dalı kesmektir. Gazeteciler Sendikasının tepkisi de boş bir çabadır. Bugün basınımızın nerelere bağlı olduğunu ve kimlerden para ve destek aldığını küresel güçler isim vererek yayın organlarında açıklamaktadır. Dolayısıyla ne Başbakanın ve ne de Gazete temsilcilerinin sözlerinin tam olarak doğruyu yansıtmadığını halkımız görmektedir. Basın gerçekten görev yapmaya ve halkın sesi olmaya başladığı anda, ülkenin gündemindeki konular hakkında hükümetin körü körüne desteklendiğini değil, hak ettiği icraatların her yönüyle desteklendiği görebileceğiz.. 

FEHRİYE BULUNSUN, İADE EDİLSİN: 

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, " Terörist Fehriye Erdal'ın kayıplara karışması üzerine Türkiye'nin tutumunun ne olacağına" ilişkin soruya karşılık, Türkiye'nin Erdal'ın iadesini 3 kez istediğini, mahkeme süreci boyunca da bu konuda ısrarcı olunmasına rağmen, bunun gerçekleşmediğini hatırlattı. Önemli terör olaylarına karışmış bir kişinin yargılanma sürecinin bu kadar uzun olmasının, göz hapsinde tutulurken kaybolmasının "çok düşündürücü" olduğunu belirten Gül, Belçika makamlarının bunu kendi kendilerine sorması gerektiğini söyledi. "Fehriye Erdal'ın bulunmasını ve Türkiye'ye iade edilmesini bekliyoruz" dedi.

............ Bilindiği gibi Sabancı Holding Otomotiv Grubu Başkanı Özdemir Sabancı, Toyota-Sa Genel Müdürü Haluk Görgün ve sekreterleri Nilgün Hasefe, 9 Ocak 1996'da Sabancı iş merkezinin tepesindeki makam odasında katledilmişti. Cinayetin faili Fehriye Erdal'ın gözaltında bulunduğu Belçika devleti nezdinde yaptığımız bütün girişimlere rağmen kaçması olayı Avrupa'daki adalet sisteminin içine düştüğü aczin açık ifadesidir. AB'nin bayraktarlığını yaptığı İnsan Hakları aldatmacasının iflasıdır. Bunun böyle olacağı belli idi. Çünkü Belçika Adalet sistemi akıl almaz bir vurdumduymazlık içinde idi. Bu saatten sonra Fehriye Erdal yakalanmış veya yakalanmamış bir faydası yoktur. Avrupa Adalet Sistemi olduğu kadar bu işten Türkiye'de yara almıştır. Türkiye devlet gibi devlet olamamış ve Fehriye Erdal cinayetinde ağırlığını ortaya koyamamıştır. Hapiste değil, dışarıda bir evde gözaltında tutulan ve dışarıya alışveriş için yalnız başına çıktığı bilinen bir kişinin yaka-paça alınıp Türkiye'ye getirilmesi gerekmekte idi. Bunda çok geç kalınmıştır. Fakat daha her şey bitmemiştir. Avrupa'da adalet olmadığını ispat eden Fehriye Erdal Türk makamları tarafından bütün imkânlar zorlanarak dünyanın neresinde olursa olsun mutlaka bulunup getirilmeli ve Türk Adaletine çıkartılmalıdır. Bunun için acele edilmelidir. Abdullah Öcalan'da olduğu gibi birileri tarafından yakalanıp teslim edilerek milletçe küçük düşürülmeden önce tarafımızdan yakalanıp getirilmeli ve adaletin ne olduğu kendini medeni sayan Avrupalı sömürgecilere gösterilmelidir. İkinci Dünya Harbinde Yahudi katliamında görev aldıkları belirlenen Nazilerin düzenlenen insan avları ile dünyanın dört bir yanından yakalanıp İsrail'e getirilerek adalet önünde hesap verdikleri örneğini unutmamamız gerekmektedir. Bilelim ki; Bakan Gül'ün "Fehriye Erdal'ın bulunmasını ve Türkiye'ye iade edilmesini bekliyoruz" sözleri bu milletin hislerine tercüman olmuyor ve beklentilerini karşılamıyor..

Önce Vatan Gazetesi

Kaynak:
https://www.oncevatan.com.tr/yeni-bir-turk-devrimine-ihtiyacimiz-var-makale,19961.html


***