3 Şubat 2017 Cuma

Kofi Annan’ın Kıbrıs Planı Arkasındaki Tuzak ne olabilir?


Kofi Annan’ın Kıbrıs Planı Arkasındaki Tuzak ne olabilir?


Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir Arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:




Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Kasım 2002 Cuma 

Türkiye daha yeni iktidar oluşmadan 40 yıldır çözülemeyen KIBRIS SORUNU'nun derhal çözülmesi ve sonuca bağlanması durumu ile karşı karşıya kaldı. 
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının önümüzdeki ay Kopenhagda yapılacak Avrupa Birliği Zirvesine kadar üzerinde yoğun müzakerelerde bulunulması amacıyla kendi düşüncelerinden oluşan çok kapsamlı bir çözüm paketini taraflara sundu ve 18 Kasıma kadar kendisine cevap verilmesini istedi.

Toplam 153 Sayfalık dosya Rauf Denktaş ve Klerides ile birlikte Garantör Devletler Türkiye-Yunanistan ve İngiltere'nin BM daimi temsilcilerine iletildi. 
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın önemli sağlık sorunları yaşadığı bir dönemde BM’nin pazartesi gününe kadar cevap beklemesi Türk tarafı için sıkıntı oluşturdu.

Planın tam metni ve satır aralarında yatan menfi ve müsbet ayrıntılar tam olarak irdelenmeden muhtelif kulislerde; Denktaş’ın söz konusu planı reddeceği, 
Türkiye’nin de KKTC liderinin arkasında olacağı konuşuluyor. Dışişleri kaynakları ise Ankara’nın kabul edemeyeceği önemli noktalar bulunmakla birlikte paket 
için ‘müzakare edilebilir’ cevabı vereceğini belirtiyor.

Kıbrıs davasının başından beri konunun doğrudan içinde bulunan Başbakan Bülent Ecevit;"Belgenin zamanlaması da ilginçtir. Türkiye’de hükümet yok ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş hasta durumda. Kısa sürede cevap vermemiz isteniyor, bu haksızlık. Planda kaygı verici maddeler mevcut. Örneğin KKTC’den büyük ölçüde Arazi alınmak isteniyor. Öngörülen Arazilerdeki Türk nüfusu göz önünde tutulduğunda, Sayının 150-160 bini bulduğu anlaşılıyor. Türk Askerlerinin adadaki sayısı önemli ölçüde azaltılıyor. Bunlar bizim içimize sindirebileceğimiz durumlar değil." diyerek ilk izlenimlerini aktarıyor.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş; KKTC'nin 19ncu Kuruluş Yıldönümü kutlamaları nedeniyle Bayrak Radyosuna verdiği beyanatta;" Bu plan ile Kıbrıs sorununun çözümünde önemli bir safhaya girilmiştir. Barış yolunun açık kalması için toprak konusunun en sona kalması gerektiğini israrla istedik. 

Buna rağmen topraklarımızda halkımızın egemen olacağı kabul edilmeden harita konusunda görüşmek istemediğimizi , ama ilkeleri konuşabileceğimizi bildikleri 
halde ortaya harita konmuştur.Biz bunu kabul edemeyiz."şeklindeki ifadeleri ile ilk görüşlerini bildirmiştir.

Türkiye'nin daima KKTC'nın yanında ve desteğinde olduğunu göstermek amacıyla 19ncu Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla Kıbrısa giden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök; "Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta barış ve huzuru bozacak ve Kıbrıs Türkleri'nin güvenliğini tehlikeye sokacak bir yaklaşıma müsaade etmeyeceklerini" vurgulamıştır.

Bilindiği gibi Kıbrıs Türkiye'nin Doğu Akdenizdeki güvenliği için stratejik önemi haiz bir bölgedir. Ayni savunma paktı içinde bulunmamıza rağmen kendileri için 
en büyük tehdidin Türkiye olduğunu daima vurgulayan ve bütün savunma sistemlerini buna göre oluşturan Yunanistan; Megali İdeası içinde yer alan Kıbrısı elde etmekle ülkemizi güneyden kuşatarak bir stratejik üstünlük elde etmek istemektedir. Yunan yetkililerinde defalarca açıklanan bu husus tarafımızdan çok iyi bilinmektedir.

Adanın Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1915'te İngilizlere devrini müteakip sona eren barış ve huzur dolu günler; 1960'dan itibaren Türk Toplumuna yönelik katliâmlarla son haddine ulaşmış ve 1974'te Antlaşmalar gereği Garantör ülke olarak gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı ile iki toplumun fiziki olarak birbirinden ayrılması sonucunda tamamen barış dönemine girilmiştir.




Adada 28 yıldır birkaç münferit sınır olayı dışında tek bir silah patlamamıştır. Kıbrıs Türk halkı, 1960 antlaşması gereği adada konuşlandırılan Kıbrıs Türk Alayı ve Kolordu kuvvetindeki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı birliklerinin himayesinde barış içinde yaşamaktadırlar.








KOFİ ANNAN

Bu barışı soydaşlarımıza çok gören batı dünyası bugüne kadar Kıbrısı Rumlara vermek için binbir dolap çevirmişler, 28 yıldır bağımsız bir devlet olarak hayatiyetini sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni israrla görmemezlikten gelmişlerdir. AB devletlerinin desteği ile Kıbrıs Rum Kesimi 1960 'da kurulan iki toplumun ortak yönettiği KIBRIS CUMHURİYETİ'nin gerçek temsilcisi olarak görülmüştür. Bunların Avrupa Birliğine alınması için bütün hristiyan dünyası her türlü gayreti göstermiştir.

Oysa Kıbrıs'ta isteselerde, istemeseler de fiilen ve 28 yıldır kendi kendini idare eden müstakil bir Kıbrıs Türk Devleti vardır. Fiili durum böyle olmasına rağmen her şeyi ile müstakil bir devletin özelliklerini taşıyan bu devleti bugüne kadar Türkiye dışında hiç bir ülke siyasi olarak tanımamıştır.

Türkiye; 28 yıldır Kıbrıs Türk Toplumu'nu K.K.T.Cumhuriyetini her alanda desteklemiştir. Bu uğurda binlerce evlâdını seve seve şehit vermiştir. Kolordu çapındaki en güçlü ve kuvvetli birliklerini burada tutmaktadır. Başta ABD olmak üzere müttefikleri olan batı ülkelerinin ambargoları ile karşı karşıya kalmıştır. 
Uluslarası arenada Kıbrıs konusu her platformda daima ortaya konularak emperyalist ve işgâlci bir devlet muamelesine maruz bırakılmıştır. 

Ekonomisi çok önemli zararlar görmüştür.

Bütün bunlara rağmen K.K.T.C; Türkiye'nin namusudur, gururudur ve şerefidir. Kıbrıs Türk Halkına ve topraklarına gelecek en küçük kötülük bize yapılmış demektir. Onlarla birlikte bizimde güvenliğimiz tehlikeye gireceğinden, oraya karşı atılan her şer adım bize karşı atılmış gibi kabul edilmiştir.

Bir cümle ile ile özetlemek gerekirse; Kıbrıs Türk Halkı'nın menfaâtleri Anadolu Türk Toplumu ile özdeşleşmiştir. O toprakları Antalya'dan, İzmir'den, Trabzon'dan  farklı düşünmek asla mümkün değildir. Kıbrıs Türk Toplumunu ; Anadolu Türk Toplumundan ayrı düşünmek mümkün değildir. Olmamalıdır. Bunun için kendi kendimizi inkar etmemiz gerekir ki, bu asla mümkün değildir.

Kıbrıs politikaları partilerin politikaları da değildir. Kıbrıs Politikaları; bütün Milletin desteklediği milli davranışları içermelidir. Nitekim bugüne kadar bu kural titizlikle uygulanmıştır.

Kofi Annan Planına Kıbrıs'ın Türkiye için önemini bilerek yaklaştığımızda bütün iyi gibi görünen hususlara rağmen satır aralarına gizlenen entrikalar ile Kıbrıs sorununun çözümü için yeni bir tuzak ile karşı karşıya kaldığımızı görüyorum. Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi durum, Rauf Denktaş'ın rahatsızlığından yararlanılarak tarihi bir hata yapılması için birilerinin düğmeye bastığını değerlendiriyorum.

Geçen kırk yıl içinde Kıbrıs Sorunu'nun çözümü için sonuç vermeyen sayısız kararlar alan Birleşmiş Milletler Yönetimi'nin, bütün bu kararlarını gözardı ederek ve iki toplum heyetleri arasında 28 yıldır devam eden toplantılarda uzlaşma noktasına varılamamış iken birkaç hafta içinde süratle çözüme gidilmesi gibi israrlı bir yaklaşım sergilemesi doğru değildir.

Bu plan ile ilk defa Kıbrıs Türk Toplumu ve KKTC'nin varlığı resmen Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştır. Bu görünüşte büyük bir başarıdır. 
Bundan sonra KKTC'ni inkar ve görmemezlikten gelmek mümkün değildir. İki ayrı devlet kendi yönetimlerinde serbest olacaklardır. 

Merkezi yönetimde ise kararlar toplumların eşit olarak temsil edileceği SENATO tarafından alınacaktır. Bunlar Türk tarafı için çok önemli maddeler ve kazanımlardır. 

Fakat bunun dışındaki maddeler Türk tarafı için hiçde iyi şeyler söylememektedir. Çerçeve iyi çizilmiş olmasına rağmen içinin doldurulmasında önemli pürüzler olduğu çok belirgindir

Şimdi işin aceleye getirilmeden her madde, her satır ve her kelime üzerinde titizlikle durularak hem Kıbrıs Türk Halkının ve hemde Türkiye'nin milli menfaatlerine uygun olan hususları kapsayacak şekilde müzakerelerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Bütün bu çalışmalar meselenin detaylarıdır. Oysa bu olaya yukarıdan ve stratejik açıdan bakmak gerekmektedir. Bu Taslak Plan Kıbrıs'ın Avrupa Birliğine biran önce alınabilmesi için hazırlanmış bir tuzaktır. Türkiye'nin olmadığı bir Avrupa Birliği içine Kıbrıs Cumhuriyetinin katılması Türkiye için kabul edilemez bir emrivakidir.

Kıbrıs Türk Kesimini de içine alarak AB üyesi olunduktan,yani bu topraklar Avrupa'ya katıldıktan sonra Türkiye'nin askeri gücünün garantör devlet olarak bu topraklarda bulunmasına ihtiyaç olmadığı AB yönetimi tarafından ültimatom şeklinde bize bildirilecek ve derhal çıkmamız gündeme getirilecektir. Ve bizi buradan uluslararası baskı ile çıkaracaklardır.

Biz çıktıktan sonra birbirleri ile birarada yaşayamayacakları defalarca ispatlanan iki toplum arasındaki çatışmalar yeniden başlayacaktır. Fakat bu defa Garantör 
Devlet olarak hukuken daha önce elde ettiğimiz kazanımlarımız olmayacaktır. Yani bu manevra ile Türkiye bir bakıma güneyden kuşatılmış olacaktır.

Sonuç olarak; Plan'ın detayı ve içeriği önemli değildir. Maddeler üzerinde tartışılır.Görüşülür ve belkide her alanda iki tarafın isteklerini tamamen kapsayacak güzel bir antlaşma taslağı ortaya çıkartılabilir. Bunlar tali hususlardır.Bizi bağlamamalıdır.

Kıbrıs konusunda Türkiye için vazgeçilemeyecek temel unsur; Müşterek Kıbrıs'ın Avrupa Birliğine ancak Türkiye'ninde Avrupa Birliği üyeliğine alınması ile birlikte kabul edileceğidir. Yani Türkiye girmeden Kıbrıs'ın AB' ne alınması ülkemiz için çok tehlikelidir. Bunu bilerek ve ileriyi görerek Kofi Annan Plânını değerlendirmeliyiz. 

Bunun dışındakiler tamamen teferruat olarak görülmeli ve bizi meşgul etmemelidir.

Yeni Hükümet bu oyunu görmelidir. "Aman ne güzel bizi tanıdılar. Bizde bize düşen görevi yapalım. İsteklere uyalım. Tavizleri verelim. Ama hiç kimsenin çözemediği önemli sorunu çözerek göreve başlarken büyük başarı kazanalım " şeklinde bir büyük yanlışı yapmamalıdır. Tarih milletlerin hayatında yöneticilerinin basiretsiz tutum ve davranışlarının o milletlere verdiği acıyı anlatan binlerce misal ile doludur.

Sabır ve sukûnetle, geniş ve derin bir perspektif ile meseleye eğilerek sorun çözümlenmelidir. Aceleye gerek yoktur. Sayın Denktaş ve Türk Dışişleri'nin bu konuda yeterli tecrübeye sahip olduklarına ve oynanmak istenen sinsi oyunu bozacaklarına, hazırlanan tuzağa düşmeyeceklerine inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

15 Kasım 2002 Cuma
  
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://kumkale.net/yazi.asp?id=198

1 Şubat 2017 Çarşamba

Terör-Medya-Devlet


Terör-Medya-Devlet



Bu yazının amacını, 2003 Kasım ayı içerisinde İstanbul’da meydana gelen terör olaylarını kimlerin, hangi örgütlerin veya bu örgütleri destekleyen uluslararası güçlerin kimler olduğu sorusunun cevabını araştırmak yada analiz etmek oluşturmamaktadır. Söz konusu incelemenin ana gayesi, “herhangi bir terör eylemi için Türkiye’nin ne kadar ideal bir ülke olduğu gerçeğinin” ortaya konulmaya çalışılmasıdır. Ortaya atılan bu iddiayı desteklemek için İstanbul’da meydana gelen terör saldırılarına farklı bir perspektifle bakış esas alınmış ve bu olaylarda medya’nın yeri ile devletin denetim ve gözetim mekanizmasındaki yetersizliği irdelenmeye çalışılmıştır.

Özellikle medyanın veya genel olarak kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturmanın neresinde olduğunun önemi, karşılaştırmalı olarak Batı dünyası-Türkiye örneği ile verilmeye çalışılmıştır.

Türkiye, birçok bakımdan kendisine özgü, özgün olgulara ve anlayışlara sahip bir ülkedir. Örneğin, demokrasinin beşiği İngiltere’deki “demokrasi” anlayışı ile Türkiye’deki “demokrasi” teoriği ve pratiği oldukça farklıdır. Batı dünyası ile Türkiye karşılaştırmasında -sosyal alandan hukukî alana hattâ ahlâkî alana- aynı temel ilkeler üzerine kurulmuş olan kuralların Batı dünyası’nda farklı, Türkiye’de ise çok daha farklı yorumlarına ve uygulanışına onlarca örnek verilebilir.

İngiltere, yıllarca terörist eylemlere sahne olmuş ve bu saldırılara karşı mücadele vermiş önemli bir Avrupa ülkesidir. Dış dünyaya karşı kendisini demokrasinin beşiği olarak yansıtmayı başarı ile yürüten bu ülkedeki terörist eylemlerden birçok dünya vatandaşının haberi dahi olmamıştır. Benzer şekilde, terör eylemlerini İspanya veya İtalya örneği ile de pekiştirmek mümkündür.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül olayları sırasındaki ve sonrasındaki görüntüsü de ders alınması gereken önemli bir örnek teşkil etmiştir. Terör saldırıları sırası ve sonrasında gerek ABD yönetimi gerekse Amerikan medyası kendi üzerlerine düşen görevi lâyıkıyla yerine getirmiştir.

Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı sonrasında binlerce kişi hayatını kaybetmiş, yıkılan İkiz Kule’nin altından binlerce insanın cesedi çıkartılmış, ancak ne Amerika ne de dünya kamuoyu bu görüntüleri izlemiştir. Aynı saldırı Türkiye’de olsaydı neler olurdu? Enkazın altından çıkartılan ceset görüntüleri Türk televizyon ekranlarından ve Türk gazetelerinin manşetlerinden acaba nasıl verilirdi?

Birkaç yıl önce bir Türk futbol takımı ile bir İngiliz futbol takımının maçı öncesinde İstanbul’da Türk ve İngiliz holiganlar arasında çıkan kavgada, Türk holiganlar tarafından iki İngiliz bıçaklanarak öldürülmüş ve Türk medyası günlerce öldürülen iki İngiliz’in kanlı cesetlerini ayrıntıları ile TV ekranlarına taşımışlardır. Mevcut durumu garip bulan bir İngiliz TV programcısı Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından birisinde katılmış olduğu tartışma programında tartışmayı yöneten Türk oturum yöneticisine hayretler içerisinde kaldığını şu şekilde ifade etmiştir: “Ülkenizde işlenen cinayette iki İngiliz’in cesedinin kanlı görüntülerini Türk televizyonları olarak günlerce ekranlarınıza taşımanıza biz İngiliz medyası olarak hayret ettik, İngiltere’de İngiliz halkına izlettirdiğimiz görüntülerin tamamını sizin görüntülerinizden aldık. Bakın, eğer İngiltere’de aynı şekilde İngilizler tarafından Türkler öldürülmüş olsaydı, hiçbir İngiliz televizyonu yada gazetesi bu şekilde bir yayın yapmazdı. Öldürülen insanların kanlarının görüntülerini ne kendi ne de dünya kamuoyuna izlettirmezdi. Bu ülkenizin imajı açısından da hiç hoş bir durum değil…”

Yine İngiltere’den bir örnek: Terörist Abdullah Öcalan’ın yakalandığı dönem. BBC Televizyonu Öcalan’ın yakalanması ile ilgili canlı yayında bir Türk profesörü konuk etmiştir. Türk profesöre İngiliz spiker PKK ile ilgili soru yöneltir. Türk profesör, İngiliz halkına konuyu daha iyi anlaması için IRA örgütünü örnek vererek açıklamak ister. Türk profesör IRA örneğine başlar başlamaz yönetmen yerinden fırlayarak hemen yayının kesilmesi ve reklâm girilmesi komutunu verir. Reklâm arasında profesöre sert bir şekilde ‘kendisine PKK’yı sorduklarını ve IRA ile ilgili konulara girmemesi gerektiği’ söylenir.

Türkiye’de Resmî Devlet Televizyonu olan TRT’nin yayınları irdelendiğinde kendi rotasına göre yayın yapan özel TV kanallarını yadırgamak bu TV kanallarına karşı haksızlık olacaktır.

Son İngiltere–Türkiye Millî Maçının devre arasında soyunma odalarına gidiş sırasında İngiliz ve Türk futbolcular arasındaki kavga görüntülerini yayınlayan devlet televizyonu TRT, FIFA tarafından Türkiye’ye verilen cezanın en önemli delilini FIFA’ya ve Avrupa kamuoyuna kendi elleriyle, yayınladığı kavga görüntüleriyle sunmuştur. İngiliz SKY TV, TRT’den aldığı kavga görüntüleri günlerce İngiliz halkına seyrettirmiştir.

2003 Kasım ayı içerisinde Türkiye’nin dünyaca bilinen en önemli kentinde gerçekleşmiş olan terör saldırıları dünya kamuoyunda Türk medyasının sayesinde istenilen yankıyı fazlasıyla uyandırmıştır.

Bombalama eylemlerini her kim veya örgüt düzenlediyse, genel olarak terör eyleminin teoriği ve pratiği açısından önemli bir zafer kazanmıştır. Çünkü hiçbir terör örgütü reklâmını, kontrolsüz Türk medyasından daha iyi bir başka ülkenin medyasına yaptıramazdı. Nitekim, İstanbul’daki bombalama olaylarını üstlenen bir terör örgütü kendi Internet sitesinde, amaçlarının İngiliz çıkarlarına darbe vurmak olduğunu açıklamıştır. İngiliz çıkarlarına İngiltere’de değil de Türkiye’de darbe vurma fikri ve eylemi oldukça düşündürücüdür. Aslında böylesi bir durum, bu yazının ilk paragrafında iddia edilen savı desteklemektedir. Türk medyasının kontrolsüz yayın anlayışı sayesinde olayları gerçekleştiren terör örgütü, sesini başka hiçbir ülkede bu kadar sansasyonel olarak duyuramazdı. İngiliz çıkarlarına darbe vurma amacıyla yapıldığı iddia edilen terör eylemleri İngiltere’de yapılmış olsaydı, söz konusu gelişmeden bırakın dünya kamuoyunu, patlamaların gerçekleştiği mahallerin dışındaki İngilizlerin dahi haberi olmazdı.

SÜPER GÜÇ MEDYAYI NASIL KONTROL EDİYOR?: 

Büyük Devlet Olmanın Sırları

1955-1975 yılları arasında gerçekleşen Vietnam Savaşı, ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Savaş, medyanın özellikle televizyonun, savaş sırasında kamuoyunu etkileme ve oluşturma, ulusal konsensüs sağlama gücünü göstermiştir. 1960’lı yıllarda ABD’de giderek yaygınlaşan televizyon, savaşın kaderini değiştirmekle kalmamış, Amerikalıların yenilgisinde önemli rol oynamıştır. ABD’den 19 bin km uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkartmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı sıkı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun büyük çoğunluğu savaş karşıtı olmuştur.

Amerikalı gazetecilerden George F. Will: “Amerikan İç Savaşı” sırasında; 1862 Antietam Muharebesi’nde 20 binden fazla asker öldü. İç Savaş’ın en kanlı çarpışmaları Antietam Muharebesi’nde yaşandı. Eğer, Antietam Muharebesi sırasında televizyon olsa ve Amerikalılar evlerindeki televizyonlardan bu kanlı çarpışmaları izlemiş olsalardı, Güney ve Kuzey birleşmesi yerine, ayrı kalmasını tercih ederlerdi.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır.

Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD eski başkanlarından Lyndon Johnson’ın tespiti de aynı görüşü savunmuştur. Johnson: “Vietnam Savaşı’nı televizyon yüzünden kaybettik. Çünkü, Vietnam Savaşı tarihte televizyondan naklen yayınlanan ilk savaştı.” demiştir.

Vietnam Savaşı yenilgisinde basının olumsuz rolünü unutmayan Amerikan yönetimleri Ronald Reagan dönemi başta olmak üzere geçmişten aldıkları dersle, Amerikanın katıldığı/katılacağı savaşlarda enformasyon akışının kontrolünü sağlama veya bunu sınırlandırma yoluna gitmişlerdir.

ABD’nin Granada ve Panama’ya düzenlediği askerî müdahalelerde, son olarak Irak’la yaptığı iki savaş sırasında basına uygulanan sınırlama ve sansür had safhaya ulaşmıştır.
Birinci ABD-Irak Savaşı öncesinde gerek dönemin ABD Başkanı George Bush gerekse General Schwarzkopf ABD-Irak Savaşı’nın yeni bir Vietnam Savaşı olmayacağı teminatını vermişlerdir.

Savaş öncesi medyaya yönelik olarak “Haber Havuzu” şeklinde bir uygulamayla savaşla ilgili çıkacak olan haberlerin kontrolü Pentagon’a verilmiştir. Savaş bölgesine getirilen gazetecileri özel bir sınavla seçen, görüşlerine başvurulan uzmanları, Bush yönetimini destekleyen lobilere ve silâh şirketlerine yakın isimlerden oluşturan Pentagon, Birinci ABD-Irak Savaşı’nı televizyondan âdeta naklen yayınlayan CNN aracılığı ile savaşı gerek Amerikan kamuoyuna gerekse dünya kamuoyuna Amerikan gözlükleriyle yansıtmıştır.
Henüz savaş öncesinde Bush yönetimine verdiği destekle savaş çığırtkanlığı yapan medya, savaşın gerekliliği, maliyeti gibi konuları işlemekten imtina ile sakınmıştır. 150 bin Iraklı askerin öldüğü, 200 bin Iraklı askerin yaralandığı, 50 bin civarında sivilin hayatını kaybettiği veya yaralandığı Birinci ABD-Irak Savaşı TV ekranlarına, gazete sütunlarına kanın sıçramadığı “temiz” bir savaş olarak sunulmuş, savaş sırasında ölü ve yaralılara, yakılan, yıkılan hattâ yerle bir olan şehirlere ait görüntüler verilmemiş, savaş, CNN ekranlarından âdeta bir video oyunu şeklinde sunulmuştur.

2003 yılı Şubat ayında başlayan İkinci ABD - Irak Savaşı öncesi/sırası ve sonrasında da farklı uygulamalar olmamıştır ve/veya olmamaktadır.

SON SÖZ

Eğer üçüncü dünya ülkesi değilseniz, eğer devlet olarak büyük güç olma hedefleriniz varsa, eğer geleceğe yönelik idealleriniz varsa ve eğer dünyayı yönetmeye aday iseniz, yine devlet olarak edebiyattan sanata, film endüstrisinden medyaya kadar birçok alanı kontrol altında tutmanız gerekir.


TÜRKİYE’NİN CERABLUS HAREKÂTI…“FIRAT KALKANI”


TÜRKİYE’NİN CERABLUS HAREKÂTI…“FIRAT KALKANI”



Türkiye’nin Cerablus Harekâtı…“Fırat Kalkanı”



Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün ulaştığı ekonomik, siyasal, askeri, teknolojik, diplomasi ve uluslararası ilişki düzeyi ile uluslararası ilişkileri etkileyecek, yönlendirecek ve belirlenmesinde etkili rol oynayacak bir küresel aktör haline gelirken, çok güçlü ve dengeleri etkileyecek bir bölge devleti olarak ulusal çıkarlarını korumada, çiğnetmemekte ve üzerinde oynanmak istenen oyunlara, milli çıkarlarına aykırı diğer ülkelerin ve taşeron terör örgütleri gibi unsurların amaçlarını gerçekleştirmelerine izin vermeyecek köklü ve gelenekleri olan güçlü bir devlettir. Milli çıkarlarına karşı girişilen ve girişilecek her türlü hareketi anında engelleyecek imkân ve kabiliyete sahiptir. ABD Orta Doğu’da yeni bir yapılanma stratejisini uygularken kullandığı taşeron terör örgütleri PKK-PYD-YPG’nin hedefi, Cerablus’u da alarak Türkiye sınırı boyunca Kürt koridorunu tamamlamak suretiyle Akdeniz’e açılan bir Kürt bölgesi oluşturmaktır. Strateji uzmanlarının ortaya koyduğu gerçekçi değerlendirmelere göre bu hedef, bölücü terör örgütü PKK’nın kurmayı tasarladığı sözde “Kürdistan devletinin” ekonomik ve askeri açıdan ayakta kalmasını sağlayacak imkânlara kavuşması demektir. Uzmanlara göre “Kuzey Suriye projesi” hayalden öteye gidemeyecek olan sözde ‘Büyük Kürdistan Devleti’ projesinin bir parçasıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti böyle bir hayalin gerçekleşmesine asla izin vermeyeceğini uluslararası düzeyde her fırsatta ve her platformda en yetkili ağızlardan yoruma yer vermeyecek şekilde açıklamaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan Haziran 2015’de “Tüm dünyaya sesleniyorum: Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” sözleriyle net ve kesin uyarısını yapmış ve Türkiye’nin kararlılığını ortaya koymuştur. 

   Bu uyarıları dikkate almayan uluslararası aktörlerin destek verdikleri, lojistik imkânlar sağladıkları PYD gibi taşeron terör örgütleri, Türkiye’nin güvenliğine yönelik saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bir çocuğu canlı bomba olarak kullanarak gerçekleştirilen Gaziantep katliamı ve DAİŞ’in sınır bölgelerimize füze saldırıları bardağı taşarmış ve Türk Silahlı Kuvvetleri(TSK) Fırat Kalkanı Operasyonunu başlatmıştır. Cerablus’un DAEŞ’ten temizlenmesine yönelik başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu kapsamında, terör örgütüne ait çok sayıda stratejik öneme sahip hedef vurularak yok edilmektedir. TSK Müşterek Özel Görev Kuvveti tarafından Suriye’nin Halep kentine bağlı Cerablus bölgesinin terör örgütü DAEŞ’ten temizlenmesi amacıyla 24 Ağustos’ta sabah 04:00’te başlatılan Fırat Kalkanı Operasyonu/
Harekâtı, askeri kaynaklardan elde edilen bilgilere göre operasyon kapsamında ilk aşamada geçit açma faaliyeti öngörüldüğü şekilde gerçekleştirilerek askeri harekât hızla gelişti ve ilk aşamada öngörülen hedeflere ulaşıldı. Halen genişleyerek gelişen harekât ile bölge DAEŞ’ten temizlenmekte, köyler ve diğer yerleşim yerleri Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kontrolüne geçmektedir. Türkiye, uyarılarının dikkate alınmaması, halkın güvenliğine yönelik terör saldırılarının artması sonucunda Türkiye meşru müdafaa hakkını kullanarak askeri operasyonu başlatmıştır Türkiye iki yıldan beri bölgede DAEŞ’i yaşatmayacağını, PYD yapılanmasına ve YPG güçlerinin kontrolü ele geçirmesine kesinlikle izin verilmeyeceğini açıklamaktadır. 

  Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan konu ile ilgili yaptığı açıklamalarda çok açık ve net mesajlar vermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, engellilerin kamu kurum ve kuruluşlarına yerleştirilmelerine ilişkin Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’ndeki atama ve kura töreninde yaptığı konuşmada, Fırat Kalkanı operasyonuyla ilgili ilk açıklamasında Suriye’deki terör örgütlerine yönelik olarak 24 Ağustos 2016 tarihinde saat 04:00’te başlayan bir operasyon düzenlendiğini söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye’den Türkiye’ye yönelik saldırılar nedeniyle harekete geçildiğini ifade ederek “Türkiye’ye tehdit unsuru oluşturacak olan kim olursa olsun onlara karşı bu milletordusuyla, polisiyle, korucusuyla vardır, var olacaktır. Şu anda ne yazık ki Suriye’den ülkemize, Gaziantep, Kilis ve tüm bu bölgelere yapılan saldırılar artık işi bir yere kadar getirdi. Artık son, dedik ki ‘bu işin burada noktalanması lazım’ ve bu sabah 04.00 itibarıyla süreç başladı. Artık bu işi çözmemiz gerekiyor. Birileri meydan okuyorlar, ‘Suriye Türkiye için şöyle olacak, böyle olacak.’ diye. Onlara ben buradan sesleniyorum, siz ne olacağınızın hesabını yapın.”

Terörün Yarattığı Durumdan İnsanlık Sorumludur

Terör örgütü DAİŞ’in, İslam ile alakası bulunmadığını vurgulayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Alına kelime-i tevhit bandı asmakla Müslüman olunmaz. Sancakta kelime-i tevhit olmasıyla Müslüman olunmaz. Allah lafzının istismar edilmesiyle Müslüman olunmaz. Bunların İslam ile alakası yoktur. Bunlar tam aksine İslam’ın başına bela olmuşlardır bu yüzyılda. Teröre karşı birlikte hiçbir ayırım yapmadan mücadele etmek önemlidir. Eğer teröre karşı dünya uluslararası bir mutabakat sağlamazsa tüm insanlık bundan sorumludur. Onun için de birlikte bir mücadele şart. Bizim en başından beri güçlü tarihi bağlarımızın olduğu Suriyeli kardeşlerimize samimi yardım eli uzatmak dışında hiçbir niyetimiz, faaliyetimiz olmamıştır. Türkiye, Suriye’de oldubittiye rıza göstermeyecektir. Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumakta kararlıdır. Şu kararlılığımızı tüm dünyaya bir kez daha ifade etmek istiyorum: Türkiye, Suriye’de sahneye konulmaya çalışılan oyuna, oldubittiye asla rıza göstermeyecektir. Gerekirse meseleye bilfiil el koymak da dâhil tüm imkânlarımızı kullanarak Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumakta, bu ülkenin kendi halkının iradesiyle yönetilmesini sağlamakta kararlıyız.”

Türk Milleti Teröre Boyun Eğmeyecektir

Terör örgütlerinin, Türk milletini bölemeyeceğini kesin bir dil ve kararlılıkla ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Tekraren ifade ediyorum, başaramayacaksınız. Milletimizi bölemeyeceksiniz, bayrağımızı indiremeyeceksiniz, vatanımızı parçalayamayacaksınız, devletimizi yıkamayacaksınız, ezanlarımızı susturamayacaksınız, bu ülkeye diz çöktüremeyeceksiniz, bu halka boyunduruk vuramayacaksınız. Her terör saldırısında biz daha güçleniyoruz. Bunlar sanıyorlar ki her saldırıda biz biraz daha zayıflıyoruz.
Hayır, tam aksine her saldırıda biz daha güçleniyoruz. Hani derici, debbağ ne yapar? Deriye vurdukça deri hem güzelleşir hem güçlenir. Bu da böyledir. Tam tersine biz bir oluyoruz, iri oluyoruz, diri oluyoruz, kardeş oluyoruz, hep birlikte Türkiye oluyoruz” sözleriyle Türkiye’nin terör karşısında kararlığını, güçlü inancını, Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyeti devletine güvenini belirtti. Türkiye ve Türk milletinin bağrından çıkan TSK, Fırat Kalkanı Operasyonu’nun başlatılmasıyla birlikte Suriye sınırından hem IŞİD hem PKK-PYD-YPG hedeflerini en ağır şekilde vurmakta ve hızlı ilerleyişini, girdiği bölgedeki hâkimiyetini sağlamaktadır. Böylece Suriye’nin Cerablus-Azez hattının karşısındaki askeri varlığını da her geçen zaman diliminde güçlendirmektedir. TSK yaptığı top ve
füze atışlarıyla PKK-PYD’ye bağlı YPG’nin Menbiç’ten Cerablus’a ilerlemesini önleyerek belirlediği stratejiyi başarıyla uygulamaktadır. Başarıyla sürdürülen Fırat Kalkanı Operasyonu ile PKK-PYDYPG’nin Cerablus’u da almak suretiyle Türkiye sınırı boyunca “terör koridorunu” tamamlama ve bu yolla Akdeniz’e açılan bir Kürt bölgesi oluşturma hedefini çökertmiş dolayısıyla PKK’nın kurmayı hayal ettiği Kürdistan devletinin oluşturulması düşlenen can damarlarını kesmiştir. ABD’nin ve diğer Emperyalist güçlerin kendi çıkarları açısından Orta Doğu’yu yeniden yapılandırma stratejilerinin ve politikalarının taşeronu olan PKK-PYD-YPG terör örgütünün “Kuzey Suriye projesi”, “Büyük Kürdistan Devleti” projesinin çok önemli bir parçasını teşkil etmektedir. Bu projenin ülkemizi tehdit eden ve milletimizin güvenliği açısından ağır bir risk taşıyan kritik parçası Güneydoğu’nun bu projenin en büyük parçasını oluşturma niteliğini taşımasıdır. Bu projeyi tamamlayan diğer önemli parçaları ise Kuzeybatı İran ve Kuzey Irak’tır. ABD ve AB başta olmak üzere diğer uluslararası aktörlerin hazırladıkları senaryoda dikkate alamadıkları ve hesaplayamadıklarıTürk milletinin gücü, inancı, vatan sevgisi ve vatanı, bağımsızlığı, özgürlüğü için her şeyini ortaya koyarak 15 Temmuz kanlı FETÖ darbe girişimine karşı gerçekleştirdiği direnç ile plan ve senaryoları çökertmiştir, bundan sonra da çökertecektir. Fırat Kalkanı operasyonunda sağlanan başarı bu gerçeğin en somut örneğidir. TSK’nın 24 Ağustos tarihinde başlayan Fırat Kalkanı operasyonundan beş gün sonra 29 Ağustos günü Cerablus’ta yürütülen Fırat Kalkanı operasyonuna ilişkin yaptığı açıklamada son 24 saat içinde Fırat Kalkanı operasyonu kapsamında Cerablus ve çevresinde 20 hedefin fırtına obüsleri ile 61 kez isabetle vurulduğu, bölgedeki sivil halkın zarar görmemesi için azami dikkatin gösterildiği belirtildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar açıklamasında “Menfur girişimden sadece günler sonra, hudutlarımızın ve komşu ülke insanlarıyla birlikte milletimizin güvenlik ve huzuru için hayati önemi haiz ‘Fırat Kalkanı Harekâtı’nı icra eden, aynı anda gemilerimizle mavi vatanı savunan ve uçaklarımız ile gök kubbeye Cumhuriyetimizin imzasını atan Türk Silahlı Kuvvetleri, gücünden hiç mizlendikçe daha da güçlü olacağını göstermektedir” sözleriyle TSK’nın gücünü ve Fırat Kalkanı Harekâtı’nda kısa sürede sağlanan başarıyı vurgulamştır.

Fırat Kalkanı Harekâtı’nın Başlaması ve Gelişmesi

Fırat Kalkanı Harekâtı (Cerablus Harekâtı) Irak ve DEAŞ ile yürütülen mücadele sürecinde Türkiye tarafından eğitilmiş 1500 civarında bir güce sahip olan Özgür Suriye Ordusu ile birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan önce bir hazırlık faaliyeti yapmıştır. Hazırlık faaliyetlerinde dikkati çeken önemli bir husus 20 Ağustos 2016’da tarihinde ÖSO’ya mensup bir grubun askeri teçhizatla yüklü elli kadar askeri araç ile El-Rai’den yola çıkarak Türkiye sınırına gelmesidir. DAEŞ’in Gaziantep’te bir çocuğu canlı bomba olarak kullanmasıyla yaptığı katliama misilleme olarak TSK 22 Ağustos tarihinde YPG ve IŞİD mevzilerini topçu ateşine tuttu. Türk Kara Kuvvetleri 60 adet obüs ateşleyerek Cerablus ve Menbiç’i vurdu.DEAŞ’ın Karkamış merkeze füze atması nedeniyle ilçe boşaltıldı. Fırat Kalkanı Harekâtı başladıktan sonra TSK 25 Ağustos 2016 tarihinde “Topraklar ilhak edilmeyecek Özgür Suriye Ordusu’na teslim edilecektir” açıklamasıyla Türkiye’nin niyetini açıkça belirtmiştir. Karkamış’ta bulunan Fırtına obüsleriyle 25 Ağustos’ta Cerablus’a hareket ettiği belirlenen YPG’liler vuruldu. 26 Ağustos günü, saat 00:20’de TSK tarafından yapılan basın açıklamasında, “Fırat Kalkanı Harekatı’nın devam ettiği, bölgede yaşayan sivil halkın zarar görmemesi için her türlü tedbirin alındığı ve bu konuda azami hassasiyet gösterildiği” belirtildi. 27 Ağustos’ta YPG’li bir gurubun Türk tanklarına yaptığı roketli saldırı sonucu biri hafif diğeri ağır iki tank zarar gördü ve TSK’den 3 asker yaralandı, 1 askerimiz de şehit oldu. 29 Ağustos itibarı ile 400 km2’lik alanda bulunan 43 köy IŞİD ve YPG’nin elinden alındı ÖSO kontrolüne verildi. Cerablus’un batısında IŞİD’e karşı operasyonda 31 Ağustos’ta bir Türk tankı roketle vuruldu, 3 asker yaralandı. Tanka saldıran teröristler araçlarıyla birlikte imha edildi. Türk zırhlı araçları, 3 Eylül’de Çobaney ilçesine girdi. TSK Genelkurmay Başkanlığı tarafından 16 Eylül’de yapılan açıklamada, “Çobani-Azaz arasındaki bölgede icra edilen harekâta koalisyonkapsamında ABD Özel Kuvvetleri destek vermiştir” denildi.

Fırat Kalkanı Harekâtına Gelen Tepkiler

Fırat Kalkanı Harekâtına karşı Suriye Dışişleri’nden yapılan ilk açıklamada, “Türk tanklarının Suriye’ye girmesi egemenliğimizin ihlalidir” denirken ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, “Her iki tarafa da burada asıl düşmanın IŞİD olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz” ifadesini kullandı. Beyaz Saray tarafından ise yapılan açıklamada, “NATO Müttefikimiz Türkiye DAEŞ karşıtı çabalara değerli katkılarda bulundu” ifade edilirken bir gün sonra ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü Cook yaptığı açıklamada, “Fırat Kalkanı Operasyonu DAEŞ’e büyük bir darbe vurdu” dedi. Rusya Dışişleri’nden yapılan açıklamada ise, Türkiye-Suriye sınırında yaşanan gelişmelerin Moskova’da derin bir endişeye neden olduğu bildirildi. Rusya’nın açıklamasında “Türkiye’nin Cerablus’taki operasyonlarında Şam ile işbirliği yapmalı” ifadesine yer verildi. İsrail Büyükelçiliği Ankara Maslahatgüzarı Amira Oron, “Türkiye, sınırlarında IŞİD’in olmasına izin veremez. Türkiye ile hemfikiriz ve destekliyoruz” dedi. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Bahram Kasimi yaptığı açıklamada, “Suriye topraklarındaki terörist gruplarla mücadele, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan o ülkenin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarına saygı gösterilerek merkezi yönetimle koordineli şekilde yapılmalı” görüşünü ileri sürdü. Terör örgütü PYD lideri Salih Müslim, “Türkiye, Suriye batağında çok şey kaybedecektir” sözleriyle karşı çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Salih Müslim’inFırat Kalkanı Harekâtına karşı çıkışına verdiği sert yanıtta “Birileri meydan okuyor. Birileri ‘Suriye Türkiye için şöyle olacak böyle olacak’ diyor. Onlara diyorum ki siz ne olacağınızın hesabını yapın. Türkiye’ye tehdit unsuru oluşturacak kim olursa olsun onlara karşı bu millet ordusu polisi ve koruyucusuyla vardır ve var olacaktır” dedi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, TSK’nın Suriye’nin Cerablus şehrinde IŞİD’e yönelik başlatılan Fırat Kalkanı Operasyonu hakkında konuştu. Çavuşoğlu, PYD lideri Salih Müslim’in “Türkiye bozguna uğrayacak” şeklindeki tepkisine yanıt verdi. Bakan Çavuşoğlu yanıt olarak “Sen de bir terör örgütüsün. Bizim acımız bataklıktaki sivrisinekler değil bataklığı kurutmaktır. Türkiye’ye karşı oluşan tehditleri ortadan kaldırmaktır. Senin ajandan buysa sen de korkabilirsin. Senin ajandan farklıysa, terörizmi bırakacaksan, Suriye’nin bütünlüğünü savunuyorsan bu operasyondan rahatsız olmamalısın” şeklinde konuştu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da Salih Müslim’e sert yanıt verdi. Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, TSK’nın Suriye’nin Cerablus şehrinde IŞİD’e yönelik başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu hakkında yaptığı açıklamada PYD lideri Salih Müslim’in “Türkiye bozguna uğrayacak” şeklindeki tepkisine verdiği yanıtta “Sen de bir terör örgütüsün. Bizim acımız bataklıktaki sivrisinekler değil bataklığı kurutmaktır. Türkiye’ye karşı oluşan tehditleri ortadan kaldırmaktır. Senin ajandan buysa sen de korkabilirsin. Senin ajandan farklıysa, terörizmi bırakacaksın, Suriye’nin bütünlüğünü savunuyorsan bu operasyondan rahatsız olmamalısın” dedi.

Türkiye’nin Temel İsteği

Türkiye, Suriye krizinin başından itibaren ve iç savaş sürecinde sürekli ısrarla Cerablus-Azez arasında derinliği olan güvenli bir bölge önermektedir. Türkiye’nin bu önerisinin nedeni yukarıda belirtilen bölücü terör örgütü PKK’nın projesini engellemek, Türkiye’nin güvenliğine ve bütünlüğüne yönelik tehdit ve riskleri önlemektir. Bu bakımdan Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, Türkiye’nin toprak bütünlüğü açısından da önem taşımaktadır. Bu kapsamda, hudutlarımızda bir terör koridorunun oluşmaması için başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı’nın öncelikli amaçlarından biri, sınır güvenliğinin sağlanması ve bölgede yaşayanların can ve mal güvenliğinin temin edilmesi̇; ikincisi̇ de buradaki̇ DEAŞ ile PYD-YPG terör unsurlarının bütünüyle temizlenmesi̇ ve ülkelerinin bütünlüğü için Özgür Suriye Ordusu’nun desteklenmesi̇ olduğu bir kez daha kaydedilmiştir. Fırat Kalkanı Harekâtı’nın, uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru müdafaa hakkımız çerçevesinde, Suriye’nin toprak bütünlüğü esas alınarak icra edildiği̇, sivillerin zarar görmemesi̇ için azami̇ hassasiyet gösterildiği̇ ifade edilmiştir. Bu harekât, kısa sürede çok ciddi̇ bir darbe vurulan DAEŞ ile mücadelenin, başka terör örgütlerine alan açmadan ve sivillere zarar vermeden etkin şekilde yürütülebileceğinin bir örneği̇ olarak değerlendi̇ri̇lmi̇şti̇r. Yapılan değerlendirmelerde, terör örgütleri̇ tarafından kullanılan ve hudut bölgesinde güvenlik riski doğuran, Suriye’nin kuzeyinde “terörden arındırılmış güvenli bölge” tesisiyle “uçuşa yasak bölge” uygulamasının gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Türkiye toprak bütünlüğü açısından Suriye’de oluşturulacak bir Kürt koridorunu tehdit unsuru olarak gördüğü için böyle bir oluşumu ‘beka’ sorunu olarak görmekte ve Kuzey Suriye oluşumuna kesin kesin izin vermeyeceğini ortaya koymaktadır.



DEMOKRASİYİ KRİZDEN KİM KURTARACAK?


DEMOKRASİYİ KRİZDEN KİM KURTARACAK?




DEMOKRASİYİ KRİZDEN KİM KURTARACAK?




Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar artık belirli bir bölgeye, gruba değil, bütün dünyaya ait ortak değerler haline geldi. Bugün artık demokrasi başta olmak üzere tüm bu kavramlar konusunda yeni bir muhasebeye ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz. İnsanlığın ortak değeri olan demokrasi bugün ne yazık ki Batının İslam ülkelerinde yaşanan gelişmeler karşısında sergilediği tutumlarla büyük bir kriz içindedir. Demokrasi ülkelerin çıkarlarına göre değerler ihtiva etmemektedir. Demokrasinin temel değerleri batıya göre başka doğuya göre başka oluyorsa o zaman “Demokrasinin Geleceği” üzerine oturup düşünmekte yarar var. Aynı durum bugün uluslararası bazı kurumların (BM vb) dünyada yaşanan insan hakları ihlalleri ve demokrasi karışıtı olaylara karşı aldıkları pozisyonlarda da bu çifte standardı açıkça görmekteyiz. Belkide ilk yapılması gerek şey; BM gibi uluslararası kurumlarda bir revizyona gitmek ve bu kurumların karar alma süreçlerini yeniden düzenlemek olmalıdır. Dünya artık 5 ülkenin karar verdiği bir dünyadeğildir. Dünyada katliamlar yaşanırken BM Güvenlik Konseyinin daimi 5 ülkesinden birinin karara katılmamsı durumunda uluslararası toplum müdahale edememektedir. Bakınız son 4 yıldır Suriye’de 600 binin üzerinde insan hayatını kaybetti ancak insanları öldüren rejime hala müdahale etmekte tereddüt yaşan ülkeler var. Bütün bunlar yaşandığı zaman insanlık âlemi BM’nin işlerliğine ve varlığa güven duymama noktasına gelir. Bu tür haksızlılıklar ve adaletsizlikler karşısında bugün dünya da sesini yükselten tek ülke ne yazık ki sadece Türkiye’dir. En son Mısır’da yaşanan askeri darbe karşısında demokratik dünya ne yazık ki ses çıkarmadı ve darbeyi destekledi. Bugün sınırların önemini anlamsız kılan yeni dünya düzenine, insanların demokrasiye sadece kendi sınırları içinde değil, uluslararası düzeyde de ihtiyaçları var. İşte bu süreçte dünyada gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere, büyük görevler düşüyor. Bu ülkelerin dünya ekonomisindeki artan payları, bölgesel düzeyde belirginleşen öncü konumlarına paralel şekilde küresel meselelerde de daha fazla sorumluluk almaları gerekiyor. Üzülerek ifade etmek durumundayım ki, BM insanlığın geleceğini tehdit eden, umutlarını körelten, korkuları ortadan kaldırabilecek bir liderlik sergileyemiyor. İnsanlığın küresel barışa özlemi sonucu ortaya çıkan BM’nin uluslararası meşruiyetin ve adaletin tesisinde daha etkin olması gerekiyor. Dünya 5 tane daimi üyenin iki dudağının arasına bırakılamaz. Eğer tüm dünyayı 5 daimi üyenin iki dudağı arasına bırakacak olursak, işte burada insanlık her geçen gün kan kaybeder. Sizlerle birkaç rakamı paylaşmak istiyorum, bakınız Suriye’de ölen insanların sayısı 600 bini geçti. Sadece bizim ülkemize sığınan insan sayısı 3 milyon, yüzbinlerce insan kendi ülkesinden, evlerinden ayrı yaşıyor. Bombalar ile ve son olarak da kimyasal silahlarla insanlar öldürülüyor, BM nerede? Uluslararası toplum nerde? Dün Bosna da AB’nin yanı başında aynı şeyler yaşandı bugün Suriye’de yaşanmamaktadır. Demokrasisin beşiği kabul ettiğimiz batı bugün demokrasiye sahip çıkmıyor. Yeni dünya da demokrasinin ve demokratik değerlerin savunulmaya ve korunmaya ihtiyacı var. Ülke olarak biz demokrasiye ve demokratik değerlere sahip çıkmasak ve buna öncülük etmesek ne olur? Bunu kendine dert edinen ve bu soruyu kendisine soran başka ülkeler var mıdır? Bundan şüpheliyiz. Eskiler görünen köy kılavuz istemez derlerdi. Biz de bütün bu ithamlarda ve iddialarda bulunurken elimizde deliller var. Bugün Batı dünyası, İslam coğrafyasında yaşanan insanlık dışı katliamlar ve demokrasi ihlallerini ekonomik ve siyasi çıkarlarına göre yorumlamakta ve tavır almaktadır. Burada bir diğer acı şey, bütün bu yaşananları ne yazık ki destekleyen İslam ülkeleri de var. Türkiye dünyaya barışı ve kardeşliği için bir şans ve öncü bir ülke. Umudumuz odur ki, diğer demokratik ülkelerde bir an önce demokrasinin asgari değerlerine bağlı kalarak dünyada yaşanan “Demokrasi Krizine” bir çare olurlar.

Abdülkadir AKSU

YENİ SURİYE VE KÜRTLER,



YENİ SURİYE VE KÜRTLER,




Abdulbaki ERDOĞMUŞ









06 Ağustos 2012 Pazartesi 00:58

21. yüzyılın henüz başlarında, meşrutiyet rüzgârlarının Batıdan Doğuya doğru estiği bir dönemde Bediüzzaman Said-i Nursi Osmanlı yönetimini şöyle uyarmıştı: 
Eski hal muhal, Ya yeni hal, Ya izmihlal!

Kibir ve gururunu yenemeyerek eskide direnen haşmetli iktidar, İttihat ve Terakki eliyle koca Osmanlı imparatorluğundan sadece T.C devletinin kurulduğu toprakları korumayı başardı. Kuşkusuz bu başarı da Kürtlere karşı uygulanan takiyye ve imha politikaları sonunda ancak sağlanabilmiştir. Ne yazık ki; Yüz yıl önce yaşadığımız coğrafyanın haritasını cetvel ile çizenler, bugün tekrar Ortadoğu’yu şekillendirmeye çalışmaktadırlar. İkiz kulelere yapılan saldırı sonrası Amerika’nın gözünü diktiği topraklarda rejimler ve çizilen sınırlar yeniden değişmeye başladı. Önce Afganistan’da, ardından Irak’ta iktidarlar el değiştirdi. Sonra halk ayaklanmaları ile Kuzey Afrika’da iktidarlar el değiştirdi. 

Halkın hak ve özgürlük talepleri yerinde ve kutsal taleplerdir, ancak önemli olan rejim değişiklikleri yapılırken gerçekten halkın iradesinin ne kadar iktidara yansıyacağı meselesidir. Bunun böyle olmasını arzu etmekle beraber olayların o istikamette geliştiğini iddia etmek saflık olur. Bugünlerde ise Amerika’nın Irak’tan sonra şer ekseni olarak değerlendirdiği Suriye’de rejim değişikliği gün saymaktadır. Ne acıdır ki bu süreç çok ciddi can kayıplarıyla gerçekleşmektedir. Yaşananların uluslararası boyutlarına ve Türkiye’nin tutumuna daha önce birkaç defa değinmeye çalıştım. Suriye’de yaşayan Kürtlerle ilgili olarak ise Türkiye’nin, Irak’a müdahale sırasında “Kürt” varlığına karşı tutumundan ve bugüne kadar yaşananlardan hiç ders çıkarmadığını ifade etmek isterim.

Hatırlanacağı üzere, ABD Irak’a karadan müdahaleyi Türkiye ve Kuzey Irak üzerinden yapmayı planlamaktaydı ve hazırlıkları tamamen o yöndeydi. Ancak tezkere R.T.Erdoğan’a rağmen TBMM’den geçmeyince işler değişti. Buna rağmen hava harekâtının merkezinin Türkiye olduğunu unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin o dönemde, ABD ve müttefikleri ile iş birliği içinde olmasının en önemli gerekçesi olarak Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti ve Türkmen nüfusu olarak gösteriliyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “Kürt devleti” fobisi geçen on yıldan fazla sürede henüz gerçekleşmedi ancak Kürtler Kuzey Irak’ta özerk Kürdistan yönetimini kurdular ve Türk iş adamları buradaki yatırımlardan aslan payını alanlar oldu. Üstelik bu ilişki öyle bir noktaya ulaştı ki Kuzey Irak yönetimi ile yapılan petrol anlaşması geçenlerde Irak devletinin kısa süreliğine bile olsa hava sahasını Türkiye devletine kapatmaya kadar vardı.

Bugün Türkiye yine aynı gerekçelerle Suriye’ye müdahale kozunu masada tutmaya çalışmaktadır. Bulgaristan’da, Uygur’da Türkler söz konusu olduğunda, iktidar ve muhalefetiyle en ciddi tepkiyi gösteren Türkiye, bölgede Kürt nüfusunun en yoğun yaşadığı ülke olarak kendi vatandaşlarının soydaşlarına ve akrabalarına karşı aynı hassasiyeti göstermemesi en basit ifadeyle siyasi ahlaksızlıktır. Böyle bir davranış ve tutumun Kürtleri rahatsız etmediğini kim iddia edebilir?

Ayrıca, Türkmenlerin haklarını korumak anlaşılır bir durumdur ancak Kürt fobisi ve Türkmenler üzerinden politikalar geliştirmek bir devlet siyaseti değil, daha çok bir dernek bakışını çağrıştırmaktadır. Suriye’nin toplumsal ve siyasi yapısı hakkında azıcık doğru bilgiye sahip herkes, Esed sonrası yapılanmada Kürtlerin yeni bir siyasi statü elde edeceklerini bilir.  Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de şekillenecek yeni yönetimde Kürtlerin etkin olacağı, Esed karşıtı olarak oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi başkanlığına bir Kürt liderin getirilmiş olması geleceği göstermek bakımından yeterli değil midir? Ülkenin kuzeyindeki Kamışlı, Kobani, Afrin, Amude, Derika, Hemko gibi kentler zaten tamamıyla Kürtlerin yerleşim yerleridir. Suriye askerinin çekilmesinden sonra kontrolün Kürtlerin eline geçmesi ve Kürtlerin kendi bölgelerinde yerel yönetimlerini oluşturmalarından daha doğal ne olabilir ki? Bunun için Türkiye’den izin almaları mı gerekir?

Kürtlerin Statü taleplerinden vazgeçmeleri söz konusu olamayacağı gibi bunu talep etmek de, Kürtlere düşmanlıktan öte en azından körlüktür. Esip Gürleyerek, Tehdit ederek, kin ve düşmanlık kusarak Kürtleri korkutmanın dönemi çok gerilerde kaldı. Buna en güzel cevabı Mesud Barzani zaten verdi: 

“Halkımıza karşı tanklar, toplar ve başka silahlar kullanıldığını gördük. Halkımıza karşı büyük sayıda asker kullanıldığını gördük. Korkumuz bu değil. Korkumuz hâlâ uçaklar, toplar, tanklar kullanarak sorunların çözülebileceği mantığıdır. Biz bunun sorunu çözebileceğine inanmıyoruz. Bu yanlış bir yaklaşım ve Irak’ın bugün yaşadığı perişanlık ve belalar bu mantığın bir sonucu. Dolayısıyla aynı şeyin tekrar yaşanmasını istemiyoruz.”

Şayet Türkiye toprak bütünlüğünü koruyarak bu coğrafyada varlığını sürdürmek istiyorsa ciddi bir mantalite değişikliğine ihtiyacı vardır. Bugün Irak Kürtlerini kırmızı halılarla karşılayanlar yarın aynı muameleyi Suriye Kürtlerine de yapmak zorunda kalacaklardır. Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Türkiye’nin çıkarlarının garantisi yine Kürtler olacaktır. Bu nedenle kendi Kürt vatandaşlarıyla doğru bir iletişim kuramayacak bir Türkiye, bu durumdan zararlı çıkacak ülke olacaktır. Kürtlerin nüfuzunu bölgede artırırken, siyasi olarak en aktif ve organize Kürtlerin olduğu Türkiye’nin bundan uzak kalmasını beklemek dünyanın mevcut gidişatıyla çok uyuşmamaktadır.  Bu nedenle Bediüzzaman’ın yüz yıl önce yaptığı uyarıyı, Türkiye’yi yönetenlerin gaflet uykusundan uyanmalarını sağlamak amacıyla hatırlatmak istiyorum: 

Eski hal muhal, Ya yeni hal, Ya izmihlal!

ab_erdogmus@hotmail.com


***