30 Ocak 2017 Pazartesi

YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR BÖLÜM 3


 YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR 
BÖLÜM 3


Erdoğan ise Seçmeni Mücadeleye çağıran ve hazırlayan bir Komutandır. 

Burada önemli bir noktanın daha altı çizilmelidir. Erdoğan.ın söyleminde 
ötekinin damgalanması ağırlıklı biçimde “ Faillerin kimliği ” üzerinden işlemekte dir. Oysa Laçinerin (2014a: 4) belirttiği üzere böylesi bir değerlendirme, medeniliğe ve medeniyete uygun düşmez. Zira “ kural ve değerlerin kimliğe göre farklı uygulanması…medeniyet öncesine aittir ”. Kural ve değerlerin failin kimliğine göre farklı uygulanışı gibi, damgaların üretimi de Erdoğan nezdinde benzer bir yolu izler. Erdoğan nazarında solcu olmak ya da farklı bir dini inanışın/cemaatin içinden gelmek damgalanmanın en önemli ölçütüdür.4 

Kimlik üzerinden değer ve damga takdiri ise sadece damgalanan aktör açısından geçerli değildir. Kimliğin bizatihi kendisi toplumsal temelde bütünüyle lekelenmiş olarak algılanacağından, o kimlik ile olumsal ilişki içinde olan tüm aktörler de lekeli addedilecektir. Diğer bir deyişle bir partiye, cemaate, etnik ya da inanç grubuna dair geliştirilen damgalayıcı söylem, o grubun ait olduğu kimliğin bütününe yapışmakta; bir kişi ya da grubun herhangi bir eylemi gerçekleştirme sinin arkasında, ait olunan kimliğin topyekûn durduğu ima edilmiş olmaktadır (Çınar, 2013: 145). Örneğin 17-25 Aralık sonrasında MHP ve CHP.nin rüşvet ve yolsuzluk iddiaları üzerinden iktidar eleştirisi, MHP ve CHP.nin Cemaat dolayımıyla damgalanmalarını; Cemaat.in ise politik kimliği ve dine bakışı itibariyle öteki olan CHP.ye seçimlerdeki desteği nedeniyle CHP kimliği üzerinden damgalanmasını getirmiştir. Buna bağlı olarak seçim yarışında gerek Cemaat gerekse muhalefet partilerinin politik anlamda ne söylediğinden çok, ahlaki olarak veya kimlikler temelinde ne söylediğine odaklanıldığı belirtilmelidir. Çünkü ahlaken düşük göstermek ya da ahlaki damgalar, formel bir toplumsal kontrol aracıdır (Goffman, 2014: 193). 

Örneğin Gülen, Said-i Nursi.nin yolundan gidiyormuş gibi gözüktüğü halde 
onun baş düşmanı olan CHP ile seçim ittifakı yapan, beddua seansları düzenleyen,  terörden akan kanın bitmesini istemeyen, başörtüsüne furüattır diyen, televizyon programlarında Hz.Muhammed.i miraçtan indirip kamyonete bindiren, rüyasında peygamberin „tweet atın. dediğini iddia eden, alüftelerle ilgilenen, hülasa dinsel ahlakı yok sayan ve adeta dinsel bir sapkınlığa evrilmiş şarlatan olarak betimlenir. Liderine yönelik bu türlü ifadeler Cemaat.in 
sapkınlıkla suçlanmasına temel oluşturur. Sapkınlık, siyasal İslam.ın tek 
hakikat anlayışına ve bunun dışında kalan bütün yorumları sapkınlık şeklinde 
değerlendiren tavrına yabancı değildir. Bu nedenle Cemaat, „haşhaşilik, 
sülüklük, taşeronluk, edepsizlik, vampirlik, vatan hainliği, omurgasızlık, terör 
örgütü benzeri bir yapı.5 türü sıfat ve ifadelerle anılmaktadır. Kısacası muhalif 

“ Ankara Büyükşehir Belediyemizin inşa ettiği bir bulvarı hizmete açtık. Kimlere rağmen? O solculara rağmen, o ateistlere rağmen. Bunlar ateist, bunlar terörist ” (Balıkesir). Dolayısıyla solcu olmak, ateist olmak ve terörist olmak özcü bir mantık üzerinden birbiriyle ilişkilendirilmiştir. 

5Cemaat.e ilişkin bu tür betimleyici adlandırma ve sıfatlar ile anti-komünist söylemin sosyalistler için ürettiği insandışılaştırıcı şu ifadeler arasındaki benzerliklere dikkat edilmelidir: “Rus emrinde hareket eden, Rus emperyalizmi nin değirmenine su taşıyan, satılmışlar, ajanlar, yardakçılar, gafil hizmetkârlar, kandırılmışlar” (Öztan, 2014: 93). “Dünyada Türkiye düşmanı kim varsa, hangi uluslararası medya örgüt varsa, Pensilvanya onlarla yol arkadaşlığı yapıyor. 
Manşetlerinden kan damlayan medya ile rant peşinde koşan işverenlerle yol arkadaşlığı yapıyor. 

Niye biliyor musunuz? Yeter ki AK Parti.yi düşürelim” (Sakarya). “Şimdi ben buradan açık açık savcıya soruyorum; sen hangi ülke adına bu dinlemeleri yaptın? … o dinlemeleri ey polis, sen hangi ülke adına yaptın?” (Burdur). 
Gülen ve Bahçeli.nin çocuksuz oluşlarının (baba olamayışlarının) hatırlatılması, “babalık” ile “liderlik” arasında ilişki kuran siyasal tavra ve bunun ardında yatan siyaset anlayışına da ışık tutabilir. Babalık ile liderlik arasında olumlu bir ilişkiden söz edildiğinde doğal olarak tartışma, paternalist liderlik/devlet anlayışına uzanır. Her ne kadar bu çalışmanın doğrudan kapsamında yer almasa da belirtilmelidir ki, güçlü bir disiplin, kontrol ve otoriteyi ama aynı zamanda 
babacan bir koruyuculuğu ve yardımseverliği de içeren paternalist tavır, otoriter bir zihniyet üretme kapasitesi barındırır. Güçlü ve üstün durumda olan lider/devlet ile ona itaat ile yükümlü yönetilenler/halk arasında bir ilişkidir söz konusu olan. Diğer bir deyişle, rehberlik edip yol gösteren, himaye eden, gözeten, yerine göre terbiye eden lidere/devlete, sadakatle bağlılık ve 
itaat zorunludur. Çünkü paternalist zihniyet, topluma, yasaklar kadar hangi sınırlarda ve nasıl yerine getirileceği tayin edilmiş mecburi ödevler de vaaz eder. Ancak bu durumda bile terbiye edici yönetme tavrı, toplumun iyiliği/yararı gerekçesiyle temellendirilir ve meşruiyet kazandırılır. Zira toplumu rehberlik, terbiye ve disiplin aracılığıyla yöneten devlet ve iktidar gücü, hem kamusal hem de özel yaşam alanlarını bütünüyle kapsamına alarak, toplumsala hemen hiç yer bırakmayan bir tür hikmet-i hükümet ve kadir-i mutlak kavrayışla  örgütlenecek tir. Paternalist lider ve yönetici kadrosu politik sistemin tek aktif öznesi iken, 
toplum ve onu oluşturan bireylerin birer pasif nesneye dönüşmesi olağan bir sonuç olacak; üstelik buna popülist bir halkçı söylem de eşlik edecektir. Örneğin 1993.te cumhurbaşkanı olan Demirel.in “ BABA ” unvanı “ Cumbaba ”lığa dönüşmüşken, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğanın seçim sloganlarından önemli iki tanesi şöyledir: “ Büyük Türkiye’nin lideri ”, 
“ Milletin Adamı Recep Tayip Erdoğan ”. unsurlara dair üretilen damgalar, öteki.ni daima aşağılamaya yönelik anlamlar içerir. Bizden aşağı oldukları fikri benimsendiğinde onların acı çekmediklerine, canavardan farksız olduklarına ve alınan her türlü karşı tedbirin sonuçlarına katlanmalarının onlar açısından müstahak olduğuna dair yan-alamlar üretilmiş olur (Campbell, 2013: 154). 

Erdoğan.ın düşmanlaştırma stratejisinde düşman, kolektif kimliğinin 
yanı sıra bireysel aktörler aracılığıyla da betimlenmektedir. Örneğin CHP, MHP 
veya Cemaat çoğu zaman kurumsal kimliği yerine Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve 
Gülen.in kişisel özellikleri üzerinden anlamlandırılır. Türlü kişisel özellikleri 
(Gülen ve Bahçeli.nin çocuksuz oluşları6, Kılıçdaroğlu.nun müdürlük geçmişi) 
üzerinden bireylere odaklanma, “sistemdeki genel bozuklukların gözden 
kaçırılmasını beraberinde getir”diği (Campbell, 2013: 126) gibi, “aşağılama 
yoluyla iktidarsızlaştırma” stratejisine de denk düşmektedir (Yıldırmaz, 2014: 
69). Aslında bu durum siyaset felsefesi üzerine temellenen derinlikli bir 
tartışmaya kapı aralar. Klasik siyaset felsefesi, “politikayı icra edenlerin değil, 
politikanın kendisinin etik bir mesele olarak görülmesi gerektiğini söyler”. 
Böylesi bir bakış açısı ise “politikanın bir araç değil amaç, hatta yüce bir amaç 
olduğuna dair uyarıdır…Politikanın etik bir mesele olduğunun unutulması, 
esasen modernitenin normları ve değerleri araçsal kılmasıyla vuku bulmuştur” 
(Sarıbay, 2000: 34). Bu anlamda kişilerin ya da bir grubu temsilen liderin ön 
plana çıkartılarak onun kişisel özelliklerinin tartışılır kılınması ve aşağılanması, 
hem siyasetin etik bir mesele olarak kavranmadığına hem de politikanın bizatihi 
kendisinin basitçe bir araca indirgendiğine işaret eder. Etik değerler bir kenara 
bırakıldığında bir kimliği görünmez kılamayışın alternatifi olarak o kimlik 
(Erdoğan.ın söyleminde), kişiler üzerinden entrika, fuhuş, sapkınlık, 
beceriksizlik, çocuksuzluk, ihanet gibi damgalarla aşağılamaya maruz 
kalmaktadır. Bu durum, toplumu bütünüyle kontrol ve denetim altına almak 
isteyen egemenin, muhaliflerini “hayvanlar kadar iktidardan yoksun kalana 
kadar onları önce aşağılamaya, haklarını ve direnme kapasitelerini onları 
kandırarak ellerinden alma” çabası olarak değerlendirilebilir. Sonuçta “…Nihai 
amacı onları kendi içine almak ve özlerini emmektir” (Canetti, 2006: 212). 
Yerel seçim sürecinde Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Gülen ya da Gezi direnişçileri tam 
da Canetti.nin tarif ettiği türden ağır ithamlarla7 değersizleştirilmeye tabi 
tutulmuştur. 

7(Kılıçdaroğlu için) “Benim anacığımı ağzına dolayacak bir kalitede, evsafta değilsin. Senin karakterinin, cibilliyetinin ne denli bozuk olduğunu bu ifadeler zaten ortaya koyuyor” (Eskişehir) ya da “Bizzat zaten bu işi kendin yapıyorsun, çünkü ahlak yoksulusun. Ve cibilliyet noktasında sıkıntısı var, karakteri bu” (Düzce). Antalya Büyükşehir Belediye eski Başkanı M. Akaydın için “Senin doktorluğun da batsın ya, ne doktorluğu?... bu adam terbiyeden muaf bir 
adam”. 

Düşmanlık ve korkuyu pekiştiren değersizleştirme, aynı zamanda 
ötekinin ya da muhalif konumların “marjinalizasyonunun derinleştirilmesine” 
(Türk, 2014: 392) de aracılık eder. Bu anlamda geçerliği ve güvenirliği 
kendinden menkul olan bir takım delil ve belgeler, yaratılan tehdit ve korku 
halinin bir tür ispatına aracılık etmektedir. Böylece tehdit/tehlike altında olan 
kitlenin “alınacak önlemlere karşı bir kısım özgürlüklerinden feragat etmeye 
gönüllü” oluşu garanti altına alınır. Özellikle düşmanın sayısal olarak çokluğu 
ya da zorlu bir rakip olduğu iddiası, “onların şeytani hareketlerinin üstesinden 
gelmek için özel önlemlere ihtiyaç duyulduğu” anlayışını desteklemek ve bu 
doğrultuda “hukukun ve adaletin gereklerini pas geçme gücüne sahip” 
(Campbell, 2013: 48) olmayı meşrulaştırmak adına işlevseldir. 17-25 Aralık 
soruşturmaları sonrasında özellikle Cemaat.i betimleyen kavram seti (virüs, 
vampir, ikiyüzlü, omurgasız, ihanet şebekesi, müfteri, sülük, haşhaşi, sömüren, 
iftira ve fitne şebekesi, terör örgütü, milli irade hırsızı, yeni Ergenekon vb.), 
bürokrasiyi ve medyayı nasıl ele geçirdiklerine dair retorikler, hep bu amaç 
doğrultusunda geliştirilmiştir. Böylesi tehlikeli bir düşmana karşı geliştirilen 
mücadele taktikleri “demokrasinin korunması adı altında meşrulaş”tırıldığında 
(Yıldırmaz, 2014: 50) ise, temel hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamalar 
sorgulama dışına daha kolaylıkla havale edilebilmektedir. Örneğin internet 
ortamında dolaşıma giren kasetler, AKP tarafından „yasadışı yollarla yapılan 
dinlemeler. şeklinde anlamlandırılmış; bu dinlemeler hem „devleti ele 
geçirmek. hem de „gizli bilgileri dış güçlere sızdırmak. biçiminde komplo 
mantığı üzerinden değerlendirilmiş8, hatta cumhurbaşkanı ve genel kurmay 
başkanı dahil bütün bir devlet erkanının dinlendiği iddiaları, bu iddialara dair 
(açıklanmayan) „belge/bilgi.lere sahip olunduğu argümanı, Cemaat.in basitçe 
bir dini örgütlenme değil son derece tehlikeli bir yapılanma olduğunun kanıtı 
olarak sunulabilmiştir. Böylece Gezi direnişine yol açan gelişmeler ya da 
gösterilerde öl(dürül)en yurttaşlar ile yolsuzluk ve rüşvet iddiaları bütünüyle 
talileştirilebilmiştir. 

8“Facebook.u, YouTube, Twitter.ı savunduğunu anlayamıyorum, her tür yalan var buralarda. 
Kalkıp da yapılmamış şeyleri yapılmış gibi anlatanlara karşı biz tavır almayacak mıyız? Benim milletime saldıranlara karşı biz tavır almayacak mıyız?” (Kocaeli); “ABD başkanının gizli telefon görüşmeleri yayınlansa, bu Twitter, bu Facebook, bu Youtube buna 'özgürlük' diyecek mi?” (İstanbul); “Bugün Youtube'a yine bir şey düşürdüler. Dışişleri Bakanlığında ulusal güvenliğimizle ilgili Suriye'de Süleyman Şah Türbesi'yle ilgili bir görüşme yapılıyor ve bu görüşme bile Youtube'a düşürdüler. Bu ahlaksızlıktır, bu adiliktir, bu alçaklıktır, bu  namussuzluk tur ” (Diyarbakır). 


3. Komplo Teorisinin Popülist Albenisi 

Düşmanın komplocu bir bakışla kavranışı, bugüne, olan’a ya da asıl 
meseleye dair değil, daima geçmişe referanslar vermek suretiyle, rakip ve 
hasımların onların geçmiş(i) üzerinden düşmanlaştırılmasını ve seçmenin de 
geçmiş üzerinden meseleleri kavramasını mümkün kılar (Türk, 2014: 256). 
Örneğin MHP.nin DSP ve ANAP ile 57. hükümet dönemi ortaklığı gerek 
ekonomik veriler (IMF.ye borç, Merkez Bankası.nın kasasının boşaltılması 
gibi), gerekse yolsuzluk ve esersizlik üzerinden sıklıkla hatırlatılır. CHP bu 
konuda daha da şanssızdır. Çünkü onun geçmişi tek partili yıllara dayanır. Dine 
karşı olmaktan camileri ahıra çevirmeye, ezanın Türkçeleştirilmesinden 
Menderes.in idamı ve her türlü darbe girişimine, türban konusundaki tavrından 
halktan kopukluğa kadar pek çok anı mitinglerde tazelenir. Rakipleri geçmiş 
üzerinden düşmanlaştırma ise rüşvet ve yolsuzluk iddialarını basitleştiren, 
sıradanlaştıran, “yapılmışsa ne olmuş” türü ahlaki olmayan açıklamaları 
devreye sokan bir iç mantık üretmiştir. Hatta iddialara ciddi yanıtlar vermek 
yerine, iddiaları küçümseyen, hakaret içeren, “onuru zedelenmişlere has 
olmaktan uzak” ve “sözel düzeyden çok ileri gitmeyen” (Laçiner, 2014b: 5) 
savunmaları üretme sürecinde de komplo zihniyeti oldukça işlevseldir. 

Düşmanı komplocu bir zihniyetle geçmişi üzerinden anlamlandıran 
AKP.nin, toplumsal düzen ve birlik kavrayışını hangi temel üzerine inşa ettiği 
de önemlidir. Söz konusu birlik ve düzeni bir arada tutan ana unsur, dinsel 
değerlerdir. AKP için İslami kimlik, “milliyetçiliğin dağarcığındaki hangi 
kavramların öne çıkarılacağını ve bu kavramların hangi içerikle 
anlamlandırılacağını belirlemekte merkezi öneme sahiptir”. Özellikle vatan, 
millet, devlet, ülke, bayrak, milli çıkar, milli irade gibi “milliyetçiliğin ortak 
kavram ve sembolleri AKP milliyetçiliğinde İslami kimlik dolayımıyla özgür 
gösterenlere kavuşur” (Saraçoğlu, 2014: 161). Rabia işareti, sözü edilen 
milliyetçi kavram ve sembol seti ile iç ve dış düşman korkusunun İslami kimlik 
üzerinden anlamlandırılışına somut bir örnektir. DP.nin „yeter söz milletindir. 
afişini de andıran Rabia, bir yandan milliyetçi-muhafazakâr manifestonun 
popülerleştirilmesini; diğer yandan lider ile kitleyi hemhal eden bir gösteriyi 
karşılar: tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek millet. Rabia işareti bu anlamda 
devlet ve milletin çok büyük bir tehdit altında olduğuna ve bu tehdit karşısında 
ulusal dayanışma ve bütünleşmeye ne kadar büyük ihtiyaç duyulduğuna dair 
retorik geliştirmenin aracına dönüşmüştür. Özellikle Cemaat.in „devletin en 
gizli sırlarını yasa dışı yollarla dinleyip yabancılara sattığı. yönünde suçlamayla 
karşı karşıya kalışı, tam da bu durumu örneklemektedir. 

Bugüne ve asıl meseleye değil geçmişe referans vererek konuşma 
stratejisini kuran komplocu zihniyet ile milliyetçi retoriğin İslami kimlikle 
buluşmasına en iyi örnek, Said-i Nursi ve Menderes atıflarıdır. Her iki isim hem 
Cemaat.i hem de CHP.yi düşmanlaştırmak adına birlikte seferber edilmiştir. 
Erdoğan.ın söyleminde Menderes, Türk sağ geleneğinin sıradan bir lideri 
değildir. Toplumu din ve geleneklerden uzaklaştıran CHP iktidarına son veren 
ve fakat bunu hayatıyla ödeyen dindar ve bu nedenle saygıya layık bir sembol 
isimdir. Said-i Nursi ise hem vatan aşkıyla yanıp tutuşan hem de son nefesini 
verdiği güne kadar CHP.ye karşı mücadele eden bir din âlimidir. Ortak 
noktaları, hem milliyetçi hem de dindar olmalarıdır. Fakat Cemaat, Türk sağ 
geleneğinin ortak mirası olarak kodlanan her iki isme de ihanet içerisindedir. 
Zira seçimlerde CHP.ye destek vermektedir, hem de DP geleneğini temsil eden 
AKP iktidarına karşı. Kaldı ki, Erdoğan.a göre AKP nin 30 Mart yerel 
seçimlerinden zaferle ayrılmasını bekleyen sadece AKP seçmeni de değildir, 
tüm İslam âlemi böylesi bir sonuç için dualarıyla destek vermektedir.9 

9Cemaat.in beddua seanslarına karşın dünyanın dört bir yanındaki mağdur ve mazlumların dualarının kendilerine yeteceği ifadeleri pek çok ilde (Tekirdağ, Antalya, Tekirdağ, Ordu Karabük, Sakarya, Batman, Sivas) dile getirmiştir. Bu ülkeler arasında “Suriye, Mısır, Filistin, Myanmar Libya, Sudan, Gazze, Somali, Bosna, Tunus” gibi bütünüyle İslam dünyası yer almaktadır. Adeta bu ülke halklarının himaye edeni biçiminde Türkiye.ye bir rol biçildiği görülmektedir. Bu anlamda İslami kimliğin evrenselci kapsayıcılığı devreye sokulmuştur. 

AKP, rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının bir komplo olduğu argümanını geliştirip, bu komployu yapanlara karşı gerekirse cadı avı yapılacağını muştuladığında, siyasal retoriği de ihanet ve hesap sorma sarmalı üzerinden dönüştürmüştür. Amaç, AKP seçmeninin bu komployu „ parti kimliğinin aşağılanmasına yönelik bir girişim. olarak okumasını sağlamak ve dayanış ma ruhu yaratmaktır. O halde ötekini düşmanlaştırma ve düşmanları da homojen kılma çabasının, siyasal psikoloji açısından grup kimliğini güçlendirici 
etkisinden söz edilebilir. Bu kurgu İslami kimlik ve değerler temelinde 
gerçekleştiğinde, parti kimliği ve iktidar pozisyonunun bütünlüğüne dair tehdit 
daha somut biçimde hissettirilebilecektir. Bu sayede parti kimliğinin kökenini 
oluşturan Türk sağ geleneğinin öncülerinin (Menderes ve Said-i Nursi gibi) 
daha önce karşı karşıya kaldıkları saldırıları ve bunun yarattığı mağduriyet 
travmasını yeniden hatırlatmak, bugüne dair anlamlı bir ilişkisellik kurmaktadır. Diğer bir deyişle, mağduriyetlerin ortak paydasının AKP kimliğinde vücut bulduğu tezi, seçmende, o kimliğe karşı oluşan aşağılayıcı saldırılara karşı birleşme ve bütünlük oluşturma duygularını tetiklemektedir. 

Böylesi bir saldırı ile karşı karşıya kalındığı kurgusu parti tabanında, yol 
gösterecek, sorunların kaynağını tespit edecek, belirsizlikleri giderecek 
karizmatik bir liderin kendilerine önderlik etmesi gereğini de zaruri hale 
getirmektedir (İlhan, 2013: 104). 

17-25 Aralık soruşturmalarının „parti/grup kimliğine saldırı. üzerinden 
anlamlandırılması ciddi bir popülist dil de üretmiştir. Bir yaşam tarzı olarak 
duygusal temel üzerine inşa olunan popülizm, bu anlamda bir “tapınma 
kültürü” yaratır. Ancak böylesi bir tapınma kültürü için “topluluğun 
değerlerinin duygusal bir yüceltmeye tabi” kılınması ve “hikmetinden sual 
olunmaz konuma” (Sarıbay, 2000: 179) sokulması icap eder. Menderes ve Said-
i Nursi.nin yaşadığı mağduriyetin Erdoğan.ın yaşadıkları ile ilişkilendirilerek, 
İslam kimliği üzerinden anlamlandırılışı böylesi bir popülist söyleme denk 
düşmektedir. Efsanevi geçmişi bugünde inşa etme ve geleceğe (2023.e) taşıma 
iddiasının taçlandırdığı popülist söylem, Erdoğan ve partisini kahraman laştırmakta, yolsuzluk-rüşvet iddialarının ise basitçe düşmanın komplosu üzerinden kavranması gereğine işaret etmektedir. Bütün muhalif unsurların homojen bir kategori altında tekleştirilmesi de bu bağlamda işlevseldir. 

Çünkü düşmanın çokluğu üzerinden gelişen popülist söylem ve komplo teorisi, beraberinde “güncel olan her şeyi efsanevi” ve “efsanevi olan her şeyi de güncelleştirebilir” (Sarıbay, 2000: 179). Bu durum “kumsalların partisi CHP” ve onunla özdeşleştirilen seçkinci/beyaz Türk.ün halktan kopuk oluşu argüman larıyla daha da pekiştirilir. AKP ve Erdoğan ise böylesi bir kopuşu tersine çevirendir. Erdoğan.ın her mitingde, gittiği şehrin şive ve ağzıyla konuşması, yöreye ait türlü değerleri zikretmesi, yöreden yetişmiş bir halk ozanı/dini şahsiyetin mısralarıyla konuşmasını renklendirmesi, “halk ve iktidar sahipleri arasındaki mesafeyi kapatmanın ötesinde siyasi iktidar sahiplerinin yaşayış biçimiyle halkın değerleri arasında birebir örtüşme görüntüsü oluşturmak ve mesafe algısını ortadan kaldırmak” (Saraçoğlu, 2014: 263) niyetinin popülist karşılığıdır. Bu strateji, milli irade retoriğinin boşlukta kalmaması adına da önemlidir. Fakat komplocu kavrayışın daha pratik ve pragmatik hedefleri de mümkün kıldığı belirtilmelidir. Örneğin, komplo aracılığıyla krizleri anlamak ve izah etmek o ölçüde basitleşmektedir. O nedenle Gezi direnişi ile 17-25 Aralık soruşturmaları kapsamında üretilen komplolar “krizlerin karmaşık doğası üzerine tefekkür etmekten” daha fazla tercih edilmiştir (Türk, 2014: 253). Ortak hareket eden düşman ve onun ürettiği tehditler, Türk siyasal kültürünün „ezeli düşmanlar. retoriği dolayımıyla yeni bir „istiklal savaşı.na tahvil edildiğinde, komplocu değerlendirişin eli daha da güçlenmiştir.10 

10İstiklal savaşı retoriği asabiyye üzerinden de okunabilir. Asabiyye Laçiner.e (2014a: 6) göre yolsuzluk-rüşvet iddialarını değil de, bu olgunun önümüze getirilişini işaret eder. Bu çerçevede “yolsuzluğun failleri” ile “onu önümüze getiren faillere” bakarak, iddia sahiplerinin mi yoksa iddiaların konusu olan yolsuzluk ve rüşvete bulaşanların mı bizden olduğuna bakıp “tavır alınması çağrısı” yapılmıştır. Diğer bir deyişle asabiyye, “ olguda yer alan kimliklere bakılmasını ve her durumda bizden olandan yana, onunla birlikte tavır alınmasını empoze” eder. Böylesi bir kavrayış, yolsuzluk iddiaların bize/millete ve onun (milli) iradesine karşı yapılmış bir darbe girişimi ve seçimlerin de bu doğrultuda bir istiklal savaşı olarak kodlanmasını olanaklı kılmaktadır. 

 4.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR BÖLÜM 2



 YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR 
BÖLÜM 2


1. Türkiye’nin Karabasanı Korkular 

Günümüz Türk siyasal kültüründe ötekiliğe hapsedilen kimliklerin üretim süreci yeni ulus-devletin kuruluş süreciyle birlikte işlemeye başlamıştır. 
İmparatorluğun dağılmasının yarattığı travma ile birlikte erken cumhuriyet 
evresinde Kürt etnisitesi ve irtica, iki büyük korku kaynağı olarak kurgulanmış tır. Bu iki korku kaynağı bir yandan rejimin türdeş ve homojen toplum kavrayışına tezatlık oluştururken, diğer yandan rejimin beslendiği pozitivist ilerleme ve düzen mantığına karşı bir tür kaos gösterenlerdir. O nedenle kurucu söyleme karşı geliştirilen her türlü alternatif düşünce ve eleştiri bölücülük, bozgunculuk ve hainlik türü damgalarla ötekileştirilerek meşruiyet alanı dışına itilmiştir. Ancak soğuk savaş yılları ile birlikte hem dünya hem de Türkiye için yeni bir korku kaynağı belirir: komünizm. 

Komünizm, Türkiye.nin sağ ve sol ideolojilerle tanışmaya başladığı 1960 lı yılların ortalarından itibaren daha somut ve görünür bir tehdit olarak 
algılanacaktır. Bayarın “ Bu Kış Komünizm gelecek ” sözü, tehdit ve korku halini sembolize etmesi açısından oldukça anlamlıdır. 1980 sonrasında ise korku hali bölücülük, irtica, ekonomik ve politik krizler temelinde üretilmeye devam 
etmiştir. Doğu Bloku.nun dağılmasıyla derin ideolojik ayrılık ve çatışmaların 
sonu gelmemiş, aksine kültürel temelde işleyen ötekileştirme süreciyle çok 
daha derin ayrılıklar ve çatışma ortamları deneyimlenmiştir. Bilhassa kültürel 
temelde işleyen ötekileştirme süreci, siyasal ve toplumsal iktidar odakları 
arasındaki çatışmalara farklı bir boyut kazandırmıştır. Kısacası erken 
cumhuriyet evresinden itibaren üretilen tehdit ve korku söylemleri, devlet 
iktidarına hem süreklilik sağlamış hem de onu pekiştirmiştir. Kesintisiz takip 
edilegelen korku siyasetinin ardında ise komplo teorileri ile dış mihraklar 
retoriği eksik olmamıştır. Bu nokta tam da Erdoğan.ın 30 Mart yerel seçimler 
sürecinde iktidar ile muhalefet, iktidar ile Cemaat ya da eski ve yeni Türkiye 
karşılaştırmalarının gerekçesini oluşturmaktadır. İyiliği bütünüyle (AKP) 
iktidar(ın)a ve yeni Türkiye.ye mal eden söylem aracılığıyla devlet, bir kaleye -
millet ve onun iradesini ötekinden kaynaklı korkulardan koruyan bir kaleye- 
dönüştürülmüştür. 

Fakat 30 Mart seçimleri sürecinde izlenen korku siyasetinde stratejik 
olmasa da içerik itibariyle- bir farklılaşmaya tanık olunmuştur. Korkunun 
nesnesi ve tehdit kaynağı, (iktidarın nazarında) içimizde olan, hemhal 
olduğumuz, kendimizden bildiğimiz, inanç itibariyle biz „mazlumlarla. aynı 
kökten beslenen bir aktördür: paralel yapı ve o yapının uzantısı diğer muhalif 
partiler. 

Bu nedenle 30 Mart seçimleri, AKP.nin, Gülen Cemaati başta olmak üzere “yolsuzluk iddialarını ciddiye alan herkesi, tüm muhalefet partilerini en 
ağır sıfatlarla düşmanlaştırarak AKP.li seçmen kitlesine millet asabiyyesi ile 
tavır almaya ve bunu bir İstiklal Savaşı verircesine yapmaya teşvik ve tahrik 
etmeye dayalı” (Laçiner, 2014a: 7) bir süreç olarak geride bırakılmıştır. 
Siyasetin seçimler özelinde savaş olarak kavranışı, en büyük meşruiyet aracının 
korku olduğunu gösterir. Çünkü hem siyasetin hem de savaşın ortak noktası 
“korku üretmek ve yönetmek”tir (Çetin, 2012: 93). Bu bağlamda AKP iktidarı, 
kendi dışında kalan bütün muhalifleri düşman olarak kodlamış ve her ne suretle 
olursa olsun, yok edilmesi gereken tehdit ve tehlike unsurları olarak 
anlamlandırmıştır. Böylesi bir anlamın meşrulaştırılmasında ise tehdit üreten 
“tehlikeli kötülük ittifakı”nın (Türk, 2014: 10-11) hedefinin basitçe iktidar 
partisi ve onun aktörleri değil, güçlü Türkiye’nin AKP ile birlikte yükselişini 
engellemek olduğu iddia edilmiştir. Böylesi bir korku stratejisi ile müteyakkız 
kılınan seçmen itaate; Erdoğan.ın söylemlerini sorgulamaksızın içselleştirmeye; 
yolsuzluk-rüşvet iddialarına basitçe komplo gözüyle bakmaya; dikkatlerin 
Cemaat/paralel örgüt yapılanmasına odaklanmasına; üstelik onlara karşı büyük 
bir kin ve hınç duygusu geliştirmeye hazır hale getirilmiştir. 

Korku siyasetini tatbik eden AKP.nin, 30 Mart seçimleri öncesinde deneyimlediği iki önemli kriz vardır: Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları. Her iki kriz de -iktidar açısından- düşman kavrayışını büyük ölçüde şekillendirme gücüne sahiptir. Düşman, muhalefet partilerinden İstanbul sermayesine, cemaatten dış mihraklara ve faiz lobisine, üniversitelerden medyaya uzanan ve “millet iradesine kastetmek isteyen” son derece “büyük ve korkunç bir koalisyon” oluşturmaktadır. Bu anlamda Erdoğan, Schmittyen bir tavırla ve Türk siyasal kültürüne yabancı olmayacak biçimde “kendinden görmediği herkesi” (Türk, 2014: 11) iç ya da dış düşman ilan etmiş ve seçim, basitçe bir demokrasi sınavı olmanın ötesinde düşmanları etkisiz kılmak/yok etmek üzere bir tür „İstiklal Savaşı. olarak kutsanmıştır. 30 Mart.ın bir tür ölüm kalım savaşı olarak algılanması miting konuşmalarında „Türkiye düşmanları, maşalar, içerdeki yandaşlar, kuklalar, ihanet/hainlik, komplo, şantaj, kirli ittifak, şer ittifakı, fitne şebekesi, haşhaşiler. türü ifadelerin sıklıkla kullanımını getirmiştir. 

Bu anlamda Erdoğan, sıradan bir lider değil, adeta halkını ihanet çetelerine karşı uyaran ve aydınlatan bir komutandır. Korku siyaseti izleyecek olan iktidarın, korkuyu yaratan bir kaynak göstermesi ve o kaynağı damgalayarak tehdit unsuru olarak tanımlaması elzemdir. Kaldı ki Türk siyasal kültüründe erken cumhuriyet yıllarından bugüne, ihanet ve bölücülük siyasal mücadelede en güçlü ötekileştirici damga olmuştur. 30 Mart seçimleri sürecinde de gerek iktidar partisinin bütün bir muhalefete, gerekse muhalefet partileri ve Cemaat.in iktidara karşı kullandığı dil, yoğun biçimde ihanet retoriği üzerinden şekillenmiş tir. Seçimler bu anlamda “ihanet yaftasını yapıştırmakta acele eden”in “rakibine karşı büyük ama haksız bir üstünlük” sağladığı yarışa sahne olmuş, “herkes diğerinden önce bu haksız kozu kullanmak” (Aktay, 2011: 108) için hızla hareket etmiştir. 

Egemen, meşruiyet krizini korku aracılığıyla aşmak istediğinde, gündemdeki diğer bütün meselelerin korkudan ve korkunun bertaraf edilmesi için alınan önlem ve tedbirlerden sonra gelmesi gerektiğine dair sağduyu üretmek mecburiyetindedir. Ötekiliğe/ötekilere ilişkin damga ve tanımlama süreci de yaratacağı korkular aracılığıyla, siyasal ve toplumsal düzende var olan 
pek çok eşitsiz, hukuksuz, adaletsiz kararı/politikayı geçici olarak ileri bir tarihe 
öteleme olanağı sunar. Böylece düşman kategorisine hapsedilen kimlikler, 
siyasal mücadeleyi temellendiren korku nesnesine dönüşür. Erdoğan o nedenle 
mitinglerde düşmanın hedefini „toplumsal ve siyasal düzen. olarak işaret etmiş, 
korku siyaseti aracılığıyla bir tür kaos hali yaratılmaya çalışılmıştır. Mitingin 
yapıldığı şehre ve gündemdeki kriz(ler)e bağlı olarak kullanılan semboller, 
imajlar, metaforlar, imgeler de uygun dost ve düşman yaratacak biçimde 
seferber edilmiştir. Bu çerçevede Erdoğan seçim sürecinde, gerçeğin yerine 
onun suretini koymaya gayret eden bir tür egemen söylem yaratıcısına 
benzetilebilir. Egemen söylem, “modern iktidarın kendini kurma, güçlendirme 
ve tartışılmaz kılma” araçlarından en önemlisidir.” Zira egemen söylem, tüm 
toplumsal kategorileri kendi değerleriyle bezeyerek “normal.i tanımlar ve 
egemenlik durumunu korumak için bu normali saldırgan biçimde ve 
durmaksızın savunur” (Çınar, 2013: 138). Bu nedenle ötekinin farklı olarak 
damgalandığı ve düşmana dönüştürüldüğü bir ortamda, “farklılığı anlamak için 
farklı olana değil” onu farklılığa hapseden “olağan olana” (Goffman, 2014: 
180) bakmak gerekir. 

Korku ve siyaset arasındaki bu genel saptamaların pratiğe nasıl yansıdığını incelemek üzere bu makalede, 30 Mart yerel seçim süreci örnek olay olarak alınmıştır. İktidar ve muhalefet arasındaki ilişkinin korku siyaseti 


bağlamında nasıl dönüştüğünü tartışabilmek adına çalışma, AKP lideri 
Erdoğan.ın seçim konuşmaları ile sınırlandırılmıştır. Bu doğrultuda Erdoğan.ın 
19 Şubat.ta AKP.nin seçim beyannamesinin tanıtımı toplantısında yaptığı 
konuşma ve 30 Mart akşamı gerçekleştirdiği balkon konuşması ile altmışaltı 
il/ilçe miting konuşması1, tematik olarak analiz edilmiştir. 

Altmışaltı mitingin on tanesi İstanbul ve Ankara.ya bağlı ilçeler olup, diğer elli altısı ise il düzeyinde gerçekleştirilmiştir. Seçim beyannamesi tanıtım toplantısı ve balkon konuşması da dahil olmak üzere Erdoğan.ın bütün konuşmalarına, tam metin erişim imkanı sunan akparti.org.tr adresinden ulaşılmıştır. 

2 AKP iktidarının bütün muhalefeti, darbeci ve yabancı güçlerin ülke içindeki uzantıları olarak kavrayışının, erken cumhuriyet evresinde kurucu ideolojiye yönelen her türlü eleştirinin cumhuriyet retoriği üzerinden “karşı devrim” temelinde anlamlandırılmasıyla bir benzerlik taşıdığı belirtilmelidir. 

2. Düşmanın Çokluk Üzerinden Tekliği ya da Ortaklığı 

Yerel seçimler sürecinde Erdoğan ve AKP nazarında her türlü muhalefet, 
basitçe iktidar karşıtlığı şeklinde değil, Türkiye.nin büyümesini istemeyen 
yabancı güçlerin maşası olan grupların ihanet hali ile darbe planı yapan 
grupların demokrasi karşıtlığı üzerinden kavranmıştır.2 Düşmanlaştırıcı 
söylemde ortaya çıkan ihanet ve demokrasi karşıtlığı, farklı ideolojilere, 
partilere, örgütlenmelere, kimliklere sahip olan sayısız düşmanı ortak hale 
getirir. Çünkü ihanet hali, Erdoğanın Rabia işaretiyle sembolize ettiği ve 
AKP.nin beslendiği milliyetçi söylemin vazgeçilmez retoriği olan (tek) „devlet, 
vatan, millet ve bayrak. unsurlarına karşı tehdidin ne kadar ciddi boyutlarda 
olduğunu vurgular. Demokrasi karşıtlığı ise eski Türkiye.yi dönüştürerek 
ülkenin gelişmesini, büyümesini, saygın bir pozisyona erişmesini sağlayan 
AKP hükümeti özelinde, demokratik süreci ve sivil iktidarı, demokratik ve 
meşru olmayan yollarla devirmeye çalışan bir hareketin ne kadar ciddi ve 
tehditkâr olduğuna işaret eder. Dolayısıyla farklı niteliği haiz olan sayısız 
muhalefeti ortaklaştırarak düşman kılan şey, Erdoğan ve onun iktidarına 
yönelik muhalefeti „devlet ve millete düşmanlık etmek. üzerinden yorumlayan 
iktidar söylemidir. Bu nedenle ötekiliğe hapsedilerek bizlik halinin dışına atılan 
düşmanın “yalnız fikirleri ve eylemleri yanlış değil aynı zamanda niyetleri de 
kötü, zararlı, haince ve düşmancadır” (Çetin, 2012: 345). 

Erdoğan, böylesi bir kavrayışa bağlı olarak seçim süreci boyunca meydanlarda, “istenmeyen” ve “saf dışı bırakılması hedeflenen” bütün muhalif unsurları, aralarında “izah edilebilir bir bağ olup olmadığına bakılmaksızın aynı iç düşman kategorisi”ne (Öztan, 2014: 77) dahil etmiştir. Kütahya mitinginde “30 Mart.ta sandığa giderek bu statüko partilerine, bu paralel örgütlere, Türkiye düşmanları nın maşası haline gelmiş bu kuklalara cevabı siz vereceksiniz” sözleri; Isparta mitinginde “paralel yapının kuklası olmuş CHP.ye değil, paralel yapının 
oyuncağı olmuş MHP.ye değil, AK Parti mührü basmaya var mıyız?” seslenişi; 
Adıyaman mitinginde ise “Cebrail parti kursa desteklemem diyen zat, şu anda 
CHP.yi destekliyor, CHP.ye istikamet çiziyor… CHP.nin olmadığı yerde de 
MHP.yi destekliyor. Al birini vur öbürüne, farkı var mı?” sorusu, bütün bir 
muhalefeti tek ve ortak hareket eden homojen bir düşman gövdenin muhtelif 
parçaları olarak değerlendiren çıkışlarına birkaç örnektir. Böylesi tehditkâr ve 
tehlikeli düşman karşısında seçmene düşen görev, devlet ve devleti sembolize 
eden Erdoğan liderliğindeki iktidara/partiye sığınarak, uzlaşma ve dayanışma 
ağı yaratmaktır. 

Örnek ifadelerden görüldüğü üzere Cemaat ve ona destek veren/destek 
alan muhalefet, hem ortak bir düşman ihtiyacını karşılamakta, hem de bütün 
düşman unsurların birbiriyle bağlantılı olduğu ve her türlü sorunun/krizin 
ardında mutlaka bu türden bir bağlantının yer aldığı düşüncesini üretmektedir 
(Türk, 2014: 249). 30 Mart seçimlerinde AKP kampanyasının ana omurgasını 
oluşturan „düşmanın ortaklık hali. hususunda iki noktanın daha altı çizilmelidir. 
Birincisi, Türkiye.deki sağ geleneğin siyaseti kavrayışıyla ilgilidir: “hasımlık 
ilişkisi”. Sağ gelenek, kendisini “ideolojik duruşuyla değil, hasmının antisi 
olmasıyla” tanımlar ve bu nedenle “reaksiyoner” yanı ağır basar (Bora, 2014: 
11). Seçimler boyunca Erdoğan, diğer muhalif partileri ve Cemaat.i hasımlık 
retoriği üzerinden karşı(t) cepheye yerleştirmiş ve üstelik bu karşı(t) cephe 
kendi içinde homojen bir bütün oluşturacak biçimde anlamlandırılmıştır. İkinci 
nokta ise karşı(t) cephenin homojen bir bütün oluşturduğu ve ortak hareket 
ettiği argümanı, komplo teorilerini davet eder. Onlar ne kadar farklı 
kaynaklar dan beslenseler de, ideolojik anlamda ne kadar ayrıksı olsalar da 
amaçları birdir: “kardeşlerim, bu saldırı sadece benim şahsıma yönelik bir 
saldırı değildir, benim aileme, benim arkadaşlarıma yönelik bir saldırı değildir, 
Hükümetimize yönelik bir saldırı değildir, bu saldırı, bakın altını çizerek 
söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti.ne, Türkiye.nin istiklaline, Türkiye.nin 
bağımsızlığına yapılıyor ” (Burdur) sözleri; “ 17 Aralıkta Türkiye.nin 
yürüyüşünü durdurmak, Türkiyeyi engellemek, yavaşlatmak için bir komplo devreye sokuldu. Piyasaları sarsmak istediler. Türkiye.nin milli kurumlarını, milli değerlerini, milli hedeflerini yok etmek istediler ” (Denizli) iddiası veya “Türkiye.nin kutlu yürüyüşünü durdurmaya çalışıyorlar, büyüyen ekonomiyi geriletmeye çalışıyorlar, huzuru bozmaya çalışıyorlar” (Mardin) ifadeleri düşmanın birlikteliğini örneklendirmektedir. Dolayısıyla ülke ve milletin yükselişini çekemeyenler yani komplo ile suçlananlar, “fıtraten kötü 
oldukları…maddi çıkarları olduğu veya aldatıldıkları için orada” bulunmakta dırlar. Erdoğan.ın komplocu bir zihniyet üzerine inşa edilen bu sözleri, “gerçekten olan bir şeyleri açıklamak için değil, belirli bir toplum imajını bütünleştirmek” için stratejik araçtır. Çünkü komplocu zihniyetin mantığı “anlamak için değil, bertaraf etmek için ifşa” (Yıldırmaz, 2014: 53) etme üzerine kuruludur. 

Muhalefeti tekleştiren söylem, liderler üzerinden üretilen aşağılayıcı 
betimlemelerle desteklenmiştir. Gülen, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli.yi kapsayan „üç 
kafadar. metaforu, tam da bu nitelikte bir stratejik üretimdir. Denizli, Muğla, 
Adıyaman, Kırıkkale, Malatya, Urfa, Beylikdüzü, Mersin, Bingöl, Bitlis, 
Büyükçekmece, Ağrı, Osmaniye ve Niğde mitinglerinde sıklıkla zikredilen üç 
kafadar metaforuna dayalı birkaç örnek: “ Bunlar üç kafadar. CHP Genel 
Müdürü, MHP Genel Başkanı, bir de Pensilvanyalı zat karıştı, ortak oldular, 
kafa kafaya verdiler, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine hücum ettiler” (Muğla); 
“Biliyorsunuz, CHP.yle MHP ruh ikiziydi…şimdi bunlara bir de Pensilvanya 
eklendi…Bu üç kafadara üç koyun verin kaybedip gelirler…şimdi bir de 
kendilerini kaset işine, montaj işine verdiler, oradan bir şey kazanacaklar” 
(Niğde); “üç kafadar bir araya geldiler ve sokakları kendilerine göre 
hareketlendirecekler” (Osmaniye); “…üç kafadarlara karşı millet var” 
(Büyükçekmece); “üç kafadar, CHP, MHP, Pensilvanya. Türkiye.ye karşı, 
devlete karşı yapılan bir saldırı var ve bunlar da buna payendelik yapıyorlar” 
(Bitlis); “bunlar üç kafadar, çünkü iktidarı milletten alıp eskiden olduğu gibi 
seçkinlere teslim etmek istiyorlar, eskiden olduğu gibi Türkiye.yi holdingler 
yönetsin, bir kısım medya yönetsin, faiz lobisi, vaiz lobisi, kan lobisi, rant lobisi 
yönetsin diye mücadele ediyorlar” (Mersin). 

Zonguldak mitingindeki şu satırlar ise, düşman kategorisine yerleştirilen 
muhalefetin hem ne kadar çok sayıda, hem birbirlerinden ne kadar farklı 
olduklarına, hem de neden seçimin rekabet değil de savaş retoriği üzerinden 
kavranması gerektiğine ışık tutar: “Kardeşlerim, bize kimlerin taarruz ettiğine 
lütfen dikkat edin, karşımızda oluşan ittifaka dikkat edin, bu ittifakın içinde 
kimlerin olduğuna dikkat edin. Nasıl bir istiklal mücadelesi içinde olduğumuzu 
da net göreceksiniz. Kim var bu ittifakta? CHP, MHP, BDP, Pensilvanya, 
malum medya, işverenler, eli kanlı terör örgütleri, hepsi buraya destek veriyor, 
faiz lobileri, kan lobileri, Türkiye düşmanı çevreler bu ittifaka destek veriyor. 
Türkiye.nin güçlenmesinden, ekonominin büyümesinden, huzurun, kardeşliğin 
artmasından rahatsız olan kim varsa bu ittifaka destek veriyor”. Düşmanın, çok 
sayıda olmasına karşın müphemliği yani herkesin düşman olabileceği gibi 
düşman bildiklerimin de dost olma ihtimali, düşmanla ilişkilendirilen korku 
siyasetinin bir gereğidir. Farklı bir deyişle korku, toplum katında ancak 
müphemliklerin gölgesinde içselleştirilebilir ve sürekli kılınabilir (Çetin, 2012: 
296). O nedenle Erdoğan hemen her mitinge, hazzetmediği düşmanları ve 
onların kötülüklerini anlatarak başlar. Akbaş.ın (2014: 27) tabiriyle “sevgi 
sözleri(ni) hep en sona” bırakır. Bu yönüyle Erdoğan, hem kendini seven ve 
iktidarını destekleyen hayran kitleye, hem de tüm kötülükleri üzerine 
aktaracağı bir düşmana (İlhan, 2013: 105) aynı anda ihtiyaç duyan lider 
görüntüsü çizer. Gezi Direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları türü krizlerde 
olduğu gibi başa gelen her felaketi bir başkasının suçu olarak (Campbell, 2013: 
19) kurgulamak ve günah keçisi yaratmak, aslında korku siyasetinin 
gerekliliklerinden dir. Felaketlerden sorumlu tutulacak suçlu yaratmak, 
muhaliflerin düşmanlaştırılmasını, bu sayede onların insandışılaştırılmasını ve 
şeytanlaştırılmasını beraberinde getirir. 

Cemaat başta olmak üzere neredeyse bütün muhalefetin düşmana 
dönüştürülmesi, Türk sağ geleneğindeki anti-komünist stratejiye de yabancı 
değildir. Nasıl ki komünizm “suçlu, düşman, kötü addedilen bir şey” olarak 
değerlendirilmişse ve “kökü kurutulması gereken bir fesat” (Bora, 2014: 14) 
olarak kavranmışsa; yargı ve emniyeti ele geçirdiği, türlü devlet sırlarını 
dinleyip yabancılara sattığı iddia edilen Cemaate karşı yapılan da benzer bir 
anti-komünist mücadele taktiğiyle hücumdur aslında. Bu anlamda AKP 
iktidarının bütünüyle devletçi reflekslerle donanıp, içinden çıktığı çevreden 
koptuğu ve mücadele ettiği Kemalist devletçi seçkinlerin dilini tersinden 
yakaladığı söylenebilir. Anti-komünist strateji, muhalif unsurları düşmanlaştır mak ve gündemi meşgul eden krizi derinleştirmek adına da işlevseldir. Çünkü kriz ne kadar ciddiyse yenilen aktör de o kadar önemli (Campbell, 2013: 20) veya tehlikeli bir varlığa dönüşür. Cadı avı kabilinden düşman yaratma stratejisinde, 17-25 Aralık soruşturmalarının faili olduğu iddia edilen Cemaat, bu süreçte en önemli sembol hedeftir. Propagandatif Stratejiler ile rakibi şeytanlaştırmak, her türlü olumsuzluğun yükleneceği bir sorumlu yaratmaya hizmet etmekle kalmamakta; fakat aynı zamanda günah keçisi kılınan cemaat türü rakiplerin düşmanlaştırılarak “itibarını tamamen bitir”mek ve “otoriteyle bir daha mücadeleye girmesinin” önünü kesmek de mümkün kılınmaktadır (Campbell, 2013: 120). Günah keçisi yaratmak adına kullanılan sıfatların itibarsızlaştırıcı etkisi ne kadar kapsamlı olursa, bu sıfatlar o ölçüde birer damgaya dönüşecek ve onlara karşı neden müteyakkız olmak gerektiği 
anlatılabilecektir. Her türlü başarısızlık ve kifayetsizlik de itibarsızlaştırıcı 
retoriklere eşlik eder. 

İşte birkaç örnek: 

“Belediyecilikte bu CHP, MHP bunlar bu işten anlamazlar” (Maltepe); 
“Türkiye bunlara emanet edilmez, ne CHP.ye, ne MHP.ye, ne BDP.ye, bırakın 
Türkiye.yi şehirler dahi emanet edilmez” (Karabük); “Bu CHP, bu MHP, bu 
Pensilvanya Suriye.de zalim Esad.ın avukatı, Mısır.da Sisi.nin avukatı, 28 
Şubatçılar.ın avukatı, DHKP-C gibi eli kanlı terör örgütlerinin avukatı, twitter 
gibi Türkiye.nin kanunlarını tanımayan, Türkiye.ye üçüncü dünya ülkesi 
muamelesi yapan şirketlerin avukatı; ama bir tek Türkiye.nin avukatı değiller” 
(Karabük); “MHP şu anda okyanus ötesinin dizinin dibine oturdu, onun müridi 
oldu. Okyanus ötesi kaset üretiyor, Bahçeli pazarlıyor. Okyanus ötesi montaj 
yapıyor, Bahçeli tezgahında onu satıyor; Kılıçdaroğlu da aynısını yapıyor ha” 
(Karabük); “bakınız MHP iktidara geldi değil mi? 5 yıllığına geldi, 3,5 sene 
kaldı kaçıp gitti” (Karabük); “Ey MHP, ey Bahçeli; Sen IMFye borçlandın…bize 23,5 milyar dolar borçla devretti” (Kastamonu); “Allah aşkına, MHP ile eli kanlı devlet düşmanı DHKP-C.nin biraraya geleceğini söyleseler inanır mıydınız? Artık inanın, zira biraraya geldiler, Aynı Safta…buluştular” (Aksaray); “…Ey Bahçeli, Gezici vandalları, anarşistleri, teröristleri, marjinal sol grupları savunmak sana mı kaldı?” (Yozgat); “ İşte bu CHP 1940.larda Said-i Nursi.nin kitaplarını yasaklayan, Said-i Nursiyi hapislere mahkum eden partidir” (Afyon); “…CHP ve MHP kendi iradesiyle hareket etmiyor…İradeleri yoktur, talimat alır, emir alır öyle hareket ederler” (Kütahya); “CHP.nin başındaki genel müdür, aslında bir kaset genel müdürüdür” (Balıkesir); “Bu CHP 27 Mayıs.ı hazırladı…Menderes.in 
asılmasına göz yumdu…12 Eylül.e giden zemini hazırladı…28 Şubat.ı var 
gücüyle destekledi…şimdi de bir kez daha 17 Aralık darbe girişiminde 
figüranlık yapıyor” (Balıkesir); “ Ey CHP, Diktatör senin içinde ya. Kim? İnönü” (Adıyaman); “Bu CHP.nin Genel Müdürü akşam başka, sabah başkadır. 
Bunlarda doğru konuşmak, dürüst konuşmak yoktur, takiyecidir, yalan bunda 
ganidir” (Kırklareli); “CHP sandıktan çıkamayacağını bilir, milletin teveccühünü kazanamayacağını bilir, işte böyle iftiralarla, ithamlarla, yalanlarla, dolanlarla, montajlarla işi idare ederler” (Eskişehir); “CHP çöp demektir…kirlilik demektir…yolsuzluk demektir…susuzluk demektir. Değerli kardeşlerim, bunlardan belediyecilik olmaz” (İzmir); “bu CHP zihniyeti yıkımdır. 

Bu CHP zihniyeti ateştir. 

Bu CHP zihniyeti ortalığı karıştırmaktır” 

(İzmir); “CHP.nin gençliğine bak, elinde molotof, taş, sopa. Ortalığı terörize 
edenlerle beraber, öyle dolaşıyorlar. Bakıyorsun MHP gençliğine, aynen” 
(İzmir); “CHP zaten tarih boyunca dindarlara zulmetti, Bediüzzamanın 
dirisine, ölüsüne zulmetti, başörtülü kızlarımıza zulmetti” (Erzurum); “ Tek parti 
CHP zulmünün ne olduğunu en iyi alimler bilir, dedelerimiz bilir” (Kocaeli); 
“ Biz 77 milyonun Partisiyiz. CHP'yi söylememe gerek yok o da diyor ki, Ben 
kumsalların partisiyim” (Van). İtibarsızlaştırıcı etkisiyle damga, iliştirildiği kişiyi adeta insanlıktan çıkardığından (Goffman, 2014: 31-33), öteki hem varlık olarak aşağı bir konuma indirgenir, hem de onun varlığının temsil ettiği büyük tehlikeye vurgu yapılır. Düşmanlaştırılacak farklılıkları rasyonalize etmek gerektiği için, çoğu zaman “bir kusuru temel alarak, geniş bir kusur yelpazesini yakıştırma” 
(Goffman, 2014: 34) ve bu doğrultuda her türlü sıfatı yükleme tavrı ağır basar. 
Tıpkı Gülen, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli.ye yakıştırılan damgalarda olduğu gibi: 
evlat derdi olmayan Gülen ve Bahçeli; “ Akşam başka, sabah başka ” olan 
dolayısıyla “ Takiyye, yalan, iftira, fitne, fesat, hepsi ”ni taşıyan, “ helalden-
haramdan anlamayan” Kılıçdaroğlu; “ Beceriksiz ”, seçim sonuçları itibariyle 
“Hep Üçüncü olan” Bahçeli; “ Fitneci, takiyyeci, yüreksiz, kasetçi, montajcı, 
Pensilvanyalı, milli irade hırsızı, kâinatın imamı” vb. Gülen. Bu tür damgalar, 
siyasal mücadelede ötekine dair sorumluluk duyma yükümlülüğünü ortadan 
kaldırır. Oysa ötekine karşı sorumluluk duymak özne olmanın gereğidir. Siyasal 
aktörlerin ötekilere karşı sorumluluk duymadığı bir yapıda ise aslolan özneler 
değil liderlerdir. Diğer bir deyişle konuşan, planlayan, üreten, bilen, kazanan 
hep liderdir; diğerleri ise dinlemek, uymak, itaat etmek, desteklemek, 
içselleştirerek uygulamak ile mükellef kitleyi oluşturur. 

Siyasal sistemdeki türlü sorunlardan kurtulmak adına kötü giden her 
şeyin sorumluluğunun birilerine yüklenmesi, egemen olana özgü bir stratejidir. 
AKP iktidarı da karşı karşıya kaldığı türlü krizlere, böylesi bir yükleme stratejisi 
üzerinden açıklama geliştirmekte, işler yolunda gitmediğinde “azınlık ve 
marjinal grupları” (Campbell, 2013: 15) ya da kim oldukları müphem olan dış 
güçleri hedef gösterecek şekilde komplo teorilerine sıklıkla müracaat 
etmektedir. Erdoğan.ın miting konuşmalarına göre esersizlik ve „dikili bir ağacı 
olmama. CHP ve MHPye; Yolsuzluklar Kılıçdaroğlu.nun SSK genel müdürlüğü dönemi ile SHP.li İSKİ.ye; her türlü „yasak, yoksulluk, yolsuzluk, zulüm. üretimi ve dine karşıtlık CHP.ye aittir; şantaj-ihanet-sızma-muhalefetin iradesini esir alma-huzuru bozma-ulusal güvenliği tehdit etme-gayri itikadi tavır Cemaat.e; halka hizmet anlayışına karşı oluş Solcu.lara; Türkiye’nin büyümesini engelleme niyeti ise türlü lobilere (faiz, vaiz, kan, rant vb.) aittir. 

Yükleme stratejisi, mutlak iyi/kötü veya ezeli dost/düşman türü ayrımları temel 
alır. İyi/kötü ya da dost/düşman kartezyen ikiliklere hapsedildiğinde, tıpkı anti-
komünist mücadele stratejisinde olduğu üzere, düşmanlaştırıcı ve hainleştirici 
kavrayış, husumeti, “politik alanın dışına” taşıyarak, hasım olanı “ancak cezai 
takibatın veya savaşın konusu olarak” düşünmeye başlar (Bora, 2014: 15). 
Örneğin moskof metaforu komünizmi/komünisti nasıl ki her türlü kötülüğün 
mutlak ve tek müsebbibi olarak kuruyor idiyse; Pensilvanya ifadesi de 30 Mart 
sürecinde Gülen Cemaati.ne benzer bir kötülük göstereni işlevi yüklemiştir. 
Mutlak kötülük üzerine kurgulanmış düşman korkusu, aynı zamanda devletin 
şiddet temelli çözümlerini de meşrulaştırır. Böylece devlet, kendi histerisini 
topluma yayarak, tüm bu korku düzeni içerisinde sadece siyasal bir sınır değil 
aynı zamanda ahlaki bir sınır da inşa etmiş olur (Çetin, 2012: 324). 

Toplum için ahlaki sınır/standart geliştirme (özellikle muhafazakâr yeni 
sağın) iktidar gücünü pekiştirici bir rol oynar. Zira toplum, kendisine sunulan 
ahlaki değerler dünyasını tehdit eden unsurlara karşı sürekli teyakkuzu ifade 
eden “ahlaki panik” içine sokulur. Ahlak temelli bir korku ve panik hali, kurulu 
değer sisteminin tehdit altında olduğu korkusunu yayarken; korku salan 
unsurları “halkın şeytanları” olarak tanımlar ve onlara karşı geniş ve ortak bir 
toplumsal tepki birliği yaratılır (Çetin, 2012: 46). Bu sayede “iyiliğin sınırları 
kesin olarak işaretlenir; bu sınırı geçen kötülerin, …iyilerin arasında işi yoktur 
ve bunlar yok edilmelidirler” (Canetti, 2006: 300). Çünkü bizi biz kılan ve 
ötekinden ayıran husus, ahlaki sınırların belirlediği yaşam tarzının tehlikede 
olduğu korkusudur. Balıkesir mitinginde “solcu, terörist ve ateist”in birbiriyle 
aynı kılınması ya da Cemaat.in İslam ahlakına aykırı hareket eden sapkın bir 
örgüt olarak sunulması veya CHP.nin din karşıtlığı üzerinden anlamlandırılması böylesi bir korku haline uygun düşer. AKP, kendi tabanını bir arada tutmak ya da milliyetçi seçmen nezdinde bir tür çekim merkezi oluşturmak üzere bu korku stratejisini başarıyla uygulayabilmiştir. Üstelik korkunun somut ve nesnel bir karşılığa sahip olması da önemli değildir. Korku hali, “bir geçekliğin abartılması, bilinçli olarak belirli yönlerinin açığa çıkartılması” şeklinde ya da “gerçeklikten tamamen kopuk bir kurgu biçiminde” (Kerestecioğlu, 2014: 29) inşa edilebilir. Eğer düşmanın varlığı, grup içerisinde birliktelik/dayanışma üretebiliyorsa, düşman, toplumsal ve politik temelde bir işlev üstlenmiş demektir. Düşmanın varlığından daha önemli olan ise, düşman edinme ihtiyacının kaçınılmaz hale gelişidir. Düşman edinme hali ne kadar kaçınılmazlık üzerinden kavranırsa, statüko da o ölçüde kendini koruma refleksiyle hareket edecektir (Moses, 2010: 102). 

Erdoğan.ın her türlü muhalif unsuru ortak bir düşman kategorisi altında 
bir araya getirmesinin en önemli stratejik ayağını kutuplaştırıcı dil kullanımı 
oluşturmaktadır.3 Biz ve öteki kategorileri öylesine dar ve keskin biçimde 
birbirinden ayrılmıştır ki, bizi sembolize eden Erdoğan.ın/AKP.nin seçimleri 
kazanması, “istikrarı, huzuru ve ekonomiyi hedef alan darbenin bertaraf 
edilmesi” ve aynı zamanda “yeni bir Türkiye için verilen savaşın kazanılması” 
anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle yeni Türkiye, türlü tehditler üreten 
paralel yapı başta olmak üzere (mitingin yapıldığı yere göre) CHP, MHP ve/ya 
BDP bertaraf edildikten sonra inşa edilebilecektir (Akbaş, 2014: 28). O nedenle 
Erdoğan, mitinglerde söz konusu tehditleri sayısız kere dillendirmiştir. 
Düşmanı betimleyen sıfat ve adlandırmalar arasında “sülük, Gezici vandallar, 

3 Erdoğan.ın faiz lobisinden, vesayetçi bürokrasiye, Gezi.cilerden bir kısım medyaya, Pensilvanya.dan eski Türkiye.nin aktörlerine kadar tüm rakiplerini düşman olarak kodlama eğiliminin temel saikleri, onun içinde yetiştiği siyasal sosyalleşme ortamlarında aranmalıdır. 

Siyasal tercihleri, gençlik yıllarından itibaren sağ gelenek içinde, özellikle de MTTB türü yapılar içinde şekillenen Erdoğan, Türk sağının “rakibini düşmanlaştır ma eğilimli düşünsel iklimi”ni (Türk, 2014: 19) yoğun olarak teneffüs etmiştir. MTTB türü örgütler soğuk savaş yıllarında anti-komünist mücadelenin dil ve zihniyeti ile gençlerin siyasal sosyalleşmesini tamamlayan yapılardır. O nedenle Erdoğan.ın siyaseti kavrayış tarzı ve üslubu hem soğuk savaş koşullarındaki mücadele stratejisinden, hem de o kültürün önemli bir ayağını oluşturan siyasal 
İslam.dan önemli ölçüde beslenmiştir. Bilhassa protesto hareketlerine, sokak gösterilerine, öğrenci ve sendikalar başta olmak üzere tüm muhaliflere, farklı inanç gruplarına ve siyasal yelpazenin solunda yer alanlara karşı insandışılaştırıcı ve şeytanlaştırıcı dil, bu bahsettiğimiz yetişme koşullarının bir ürünü olsa gerektir. omurgasızlar, ihanet şebekesi, haşhaşi, milli irade hırsızları, kaset müdürü, çocuksuzluk, paralelin kuklaları, eski Türkiye.nin aktörleri, kirli/şer ittifakı, darbeci, virüs, fitne şebekesi, hain, üç kafadar” vb. ifadeleri bu sebeple sıklıkla geçmektedir. Bu ifadeler düşmanı, hem tehdit ve korku üreten hem de kaos yaratan anlamlara hapsetmiştir. Çünkü her türlü kötülüğün mutlak kaynağı kılınan düşman, toplumsal bünyedeki bütün hastalıkların kaynağı olarak 
kodlanmıştır. Bilhassa Cemaat, her türlü karanlık, tekinsiz, devlet karşıtı ve 
darbe yanlısı eylemin faili ve baş düşmanı kılınmıştır. Düşmana karşı 
mücadelenin bu şekli son derece sert, keskin ve bir o kadar da kutuplaştırıcı dil 
kullanımını olağanlaştırmakta ve beraberinde tehdit, şiddet, öfke ve nefret 
üretimi rutinleşmektedir. 

Kutuplaştırıcı tavır, bir yandan toplumu iki ana eksen üzerinde kategorize 
ederken, diğer yandan o iki ana eksen içinde veya dışında yer alacak tarafları da son derece esnek bir biçimde kuşatabilmektedir. 30 Mart seçim 
kampanyaların da, ne kadar farklı olursa olsun bütün muhalif unsurların 
„ AKP.ye verdiği ya da verebileceği zarar üzerinden tek bir bütünün parçası. 
olarak değerlendirilişi, Erdoğan.ın, son derece esnek ve kapsayıcı bir düşman 
algısına sahip olduğuna işaret eder. Erdoğan.ın düşmanı betimleme tavrının 
önemli bir ayağını oluşturan esneklik aslında “kötülüğün doğasında” (Aktay, 
2011: 24) var olan bir olgudur. Kötülük ve düşmanı tanımlamadaki esneklik, 
tartışmalı meselelerde ne tür stratejiler geliştirmesi gerektiği hususunda 
Erdoğan.ın manevra kabiliyetini artırmaktadır. Düşmanlaştırmayı son derece 
“esnek ve kuşatıcı” (Türk, 2014: 211) bir boyutta kavramsallaştırabilmesi, onu, 
kendinden önceki merkez sağın liderlerinden ayıran en önemli farktır. Örneğin 
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları kendi içindeki tüm farklılıklarına 
rağmen tek bir kategori altında bir araya getirilerek, “aynı büyük düşman 
figürünün farklı eylemleri” (Türk, 2014: 292) olarak sunulmuştur. Erdoğan.ın 
kutuplaştırıcı dil ve söylemi, AKP.yi, mirasçısı olduğu merkez sağdan farklı 
kılan başka bir saikle daha yakından ilişkilidir: AKP, orta sınıfı temsil etmek 
yerine kendisini doğrudan onunla özdeşleştirmiştir (Laçiner, 2014b: 3). 

Erdoğanın „ Parti-Orta sınıf özdeşliğini. başarıyla kurması sayesinde 
kutuplaştırıcı dil ve üslup, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının AKP seçmeni 
tarafından geri çevrilmesini kolay kılmıştır. Seçmen, bu özdeşlik dolayımıyla 
“eleştiri ve ithamları haklılık ölçütü ile tartmak yerine kendisine yapılmış bir 
saldırı, konumunu tehdit eden bir gelişme” olarak algılamıştır. 

Düşmanlaştırılan muhalif unsurların homojen bir tek grupmuşçasına 
anlamlandırılması, ayrımcı ve insandışılaştırıcı söylemleri meşrulaştırma 
gücünü de tekele alır. Aslında düşmanlaştırılmamış haliyle bile ötekilik 
„ Ben/Biz olmayan. olarak bir dışlama pratiğine işaret eder ve kimliğin inşası 
açısından kaçınılmazdır. Fakat ötekinin düşman kategorisi üzerinden 
homojenleştirilmesi ve tehdit üreten bir tek aktör olarak kavranışı, önyargı ve 
sterotiplerin devreye sokulmasını gerektirir. Önyargı ve sterotipler “ İçselleşerek 
vaziyet alış(lar) haline” geldiğinde ise “sosyal mesafe normlarına” dönüşür. 
Böylesi bir dönüşümü ortaya çıkaran husumet giderilse bile, sosyal mesafe 
normları dil aracılığıyla gündelik hayatın pratiğinde yaşamaya devam edecektir 
(Yanıkkaya, 2009: 23). AKP.nin ötekiyi tehlikeli bir düşman olarak kurgulama sı ve muhalefeti bütün farklılıklarına rağmen tekleştirmesi, toplumsal vaziyet alışları tetiklemesi itibariyle olumsuz sonuçlar üretme tehlikesi barındırır. 

Düşmanı bu şekilde kavratma gayesi AKP mitinglerinin söylemsel 
özünü, korku siyasetine dayalı işleyen ve içerde siyasal birlik ve bütünlük 
oluşturmayı hedefleyen McCarthyism.e yakınlaştırır. McCarthy soğuk savaş 
yıllarında nasıl ki, delilsiz, belgesiz, somut bir karşılığı olmaksızın herhangi bir 
muhalifi komünist olarak damgalamış ise, AKP.nin paralel yapı özelinde 
yaptığı da buna benzer. İlk defa Denizli mitinginde dillendirilen „inlerine 
gireceğiz inlerine. sözü bu konudaki kararlılığı gösterir. Düşman, yaşanan her 
türlü musibetin müsebbibi olarak kodlandığından bize ait tüm sorumluluk, 
düşman göstereni aracılığıyla dışarıya havale edilmekte (Moses, 2010: 102); bu 
sayede toplumun sindirilmesi ve muhalif düşünceler barındıranlara karşı 
kaygı/korku yaratılması ya da toplumun duygusal ve psikolojik temelde itaat 
altına alınması kolaylaşmaktadır. McCarthy için Sovyet Rusya nasıl ki „siyaset-
düşman-savaş. ilişkisi kurmayı olanaklı kılan bir gösteren idiyse, AKP 
mitinglerinin söylemsel kurgusunda da paralel yapı özelinde muhalefet, 
siyasetin savaş üzerinden kavranmasını ve yerel seçimlere „siyaset-düşman-
savaş. ilişkiselliği üzerinden anlam yüklenmesini beraberinde getirmiştir. 
Düşmanlaştırma stratejisinde Erdoğan.ın temel hedefi, rakiplerini politik, 
dinsel, toplumsal bağlamda anlamak ve niçin politik bir rakip olduklarını 
kitlelere anlatmak değil; “geleneksel korkuları yeni biçimlere sokarak, onu 
doğrudan düşman ilan etme”ktir (Öztan, 2014: 99). Böylesi bir strateji, seçimde daha fazla oy kazanabilmek adına en kolay ve kestirme yoldur. Bu nedenle seçimler, çok sayıdaki düşmanın taarruzlarına karşı istiklal savaşı olarak kurgulanmış, her türlü muhalif unsur ya da kurgusal tehdit kaynağı güvenlikçi bir bakış açısıyla şeytanlaştırma stratejisine dönüştürülmüştür. Basitçe bir yerel seçim değildir artık söz konusu olan, “hayat memat meselesi, yeni bir Türkiyenin kurulmasının eşiği”dir (Akbaş, 2014: 28). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***