29 Nisan 2015 Çarşamba

ELDE VAR HÜZÜN




Elde Var Hüzün!..



ugurmumcu4
( Uğurlara, Neciplere...)ZZÜN

Zamanlar değişti
Ayrılık girdi araya
Elde var hüzün...


Nerelere yakışmaz, nelere cuk oturmaz ki bu dizeleri Atilla İlhan'ın... Aşk yaresine, dost acısına... Katilin görünenine... Görünmeyen kalleşine...

Katilin görüneni... Görünmeyeni...

Karşınıza çıkamayanı elbette tek nitelemeye layıktır: «Kalleş!!...»

Peki görüneni?.. «Yiğit» mi diyeceğiz?!!..

Ne fark eder...
Hiç tanımadığı bir insanı, dolayısıyla kendisine hiçbir kötülüğü dokunmamış, tek sözü olmamış, tek kelimeyle masum bir insanı öldürmek üzere onun karşısına dikilmiş ya da dikilmemiş bir yaratık neler düşünür, neler hisseder o anda?.. O masum insanın hayatı bittiği anda?.. Ya da düşünür mü, hisseder mi? Yoksa düşünmez, hissetmez mi hiçbir şey? Nasıl bakar kurbanının gözlerine, yüzüne?.. Heyecanlı mıdır, korkmuş mudur; yoksa beyni ve sinirleri alınmıştır da bir robot gibi midir?

Kendisini göstermeden hayın tuzak kurduğu mağdurunun öldüğünü duyunca ya da?..

Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz? Ya da ben?!..

Sanki katilin görüneni daha tercihe şayanmış gibi geliyor insana... Görünmeyeninde mutlak bir çaresizlik, pisi pisinelik var gibi sanki!..

Katili görünenlerin simgesi Necip Hablemitoğlu, diyelim; görünmeyenlerinki de Uğur Mumcu olsun.

Bu Cumhuriyet ve Türkiye şehitlerini her yıl anıyoruz. Katiller ve katlettirenler neler düşünüp hissediyorlar bilemiyorum. Kızıyorlar mı «ulan hala unutmadılar» diye, yoksa «salaklar!.. Unutmazsanız unutmayın! Yaşatacaklarmış!... Pöh!..» diye dalga mı geçiyorlar?

Kızıyorlarsa iyi. Kızmıyorlarsa da bizim için gerekli bu anmalar, yaşatma çabaları. Gidenleri geri getiremiyoruz, ama mezarlıklarda, mezarlarda da olsa her yıl yeniden umut, güven devşiriyoruz birbirimizden, kalabalığımızdan.

Bu anmalar yer yer kurumlaşıyor, gelenekselleşiyor, simgeleşiyor... Uğur Mumcu-Muammer Aksoy anmalarında olduğu gibi... Giderek sadece yas tutma olmaktan çıkıyor... Yavaş yavaş toplumsal belleğin bir arşivi oluşmaya başlıyor. Bilinçler taze tutuluyor. Yeni kuşaklara aktarılacak bir hafıza, hatta bir miras oluşmaya başlıyor. Ağıtların, göz yaşlarının, yenilmişlik ezikliğinin, belki hıncının yerini şarkılar, türküler alıyor direnç anlamında.

İnananlar için din başta olmak üzere bütün toplumsal değer yargılarının, değerlerin içinin boşaltıldığı, tahrip hatta yok edildiği, bütün gemilerin yakıldığı, bütün köprülerin yıkıldığı, tutunulacak bütün dalların teker teker kırılıp, korku filmlerindeki gibi alaylı, hain gülümseyişlerle, kahkahalarla önümüze atıldığı; bu yüzden insanların, uçurumun dibindeki onursuzluk ya da saldırganlık, bencillik, bunu yapamayanların, yapmayıp direnenlerinse çaresizlik, yetersizlik, umutsuzluk cehennemine düştükleri bir ortamda bütün bunlar kuşkusuz son derece önemli. İnsanlara tutunacak dal uzatma çabası hiç değilse... Yitirdiklerimizin kimliğinden, anılarından da yararlanarak...

Ama...

Akşam olup her şey bitip, meyhane kapanıp hesap ödenirken, sizin de bir yerleriniz yaralı kalmıyor mu? Veya ince ince kanadığını hissetmiyor musunuz yaranızın? İçinize akmıyor mu göz yaşlarınızı... Ve HÜZNÜNÜZ?!!...

Tıpkı çocukluk, delikanlılık aşkınızı hatırladığınız anlardaki gibi mesela... Aradan yıllar geçmiştir. Artık geri dönülemez, dönülemeyecektir. Bilirsiniz bunu. Aklınızla bilirsiniz. Bunu kabul ettiğinizi sanırsınız. Uzun zamandır da aklınıza gelmemiştir sanki. Ama... Ama bir şey, bir eşya, bir söz, bir şarkı, bir türkü veya... Ne bileyim, bir şey işte... Hiç beklemediğiniz anda getiriverir aklınıza, gözünüzün önüne, gönlünüze... Anlarsınız ki unutmamışsınız. Unutmuyorsunuz!.. Gönül söz dinlememektedir, ama elinizden de hiçbir şey gelmemektedir. Görürsünüz, bilirsiniz, hissedersiniz ki gönlünüz, kafanız zalimdir, hiçbir şeyi, tek bir noktayı, virgülü bile silmemektedir. Silmez!.. Ama elinizde de hüzünden başka şey yoktur. Çaresizliğiniz, acınız, özleminiz, anılarınız ve siz... Baştan ayağa hüzne kesmişsinizdir. Bunu da sizden başka kimse bilmez. Bu hüznün içinde yalnızsınızdır. Sizden başka kimse giremez. Sokmazsınız. Sokamazsınız. Bu hüzün ancak yalnız yaşanır. Hatta, yalnız olunca güzeldir.

Yarin yanağı kadar çiçek kokuludur bu hüzün yine de... Kan kokmaz..

Ama akşam olup, her şey bitip, mezarlarında yapayalnız, sessiz, ıssız kalınca Uğurların, Neciplerin ardından benim hissettiğim, ödediğim faturaya dahi sinmiş kan kokulu bir hüzün!..

Zamanlar değişmiş, hatta araya, şairin dediğinin de ötesinde, halk ozanının dediğince «terazide» ayrılıktan ağır çeken ölüm girmiştir.

Bakakalırsınız elinizdeki kan kokulu, yoğun, koyu, derin hüzne, Ankara'nın ayazı bıçak gibi keskin bir 18 Aralık veya 24 Ocak akşamında. Çevreniz kalabalık da olsa, siz de yalnızsınızdır. En az o mezarlarda yatanlar kadar...

O derin çaresizlik hüznü yok mu?!.. Asla bırakmaz insanı ki kalabalıklaşsın... Çaresiz, hak bellediğiniz yolda tek yürüyeceksiniz gerekirse. Yoldaşınız sadece hüznünüz olacak gerekirse...

Çünkü, yine şairin dediği gibi, yalnızlık ve hüznün de adamı adam ettiği anlar vardır. Çoktur hatta bu anlar...

Adamı adam eden, yalnız mapusane hücrelerinin yalnızlığı değildir. O anmalar da işte bu anlardandır. O kalabalıklar, aslında yalnızlıkların kalabalığıdır. Bir sürü yalnızlıktır bir araya gelen. Ve hissedilebiliyorsa, o yalnızlıklara eşlik eden, yoldaş olan hüzün...

Kurtuluş Savaşı yıllarında Batı cephesi komutanı İsmet Paşa'nın bir grup subaya

«Yedi düvel düşmanınızdır; padişah düşmanınızdır. Bana bakın, millet bile düşmanınızdır»

derken kast ettiği işte bu tür, adamı adam eden, yaratan, üreten, ama hüzünlü bir yalnızlıktır.

Mustafa Kemal de bu hüzünlü, ama «adam gibi adam» yalnızlardandır.

Her kavga, her mücadele biraz da yalnızlık ve hüzündür. Bütün sanatsal, düşünsel yaratıcılıklarda da böyle bir hüzünlü yalnızlık vardır.

Bu anmalarda, her şeyin sonunda akşam çöküp, o mezarlarda yatanların karanlık gök yüzünde beliren silüetleriyle yalnız kalınca hissedilen hüzün budur işte.

Onlara mezar yalnızlığı, bize ölüm ve çaresizliğin hüzünlü yalnızlığı... Ne yapalım! Yeter ki bizi adam etsin!..
Ali TARTANOĞLU - 25 Ocak 2010 - Heddam
..

ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ? 100 Yaşında ?





ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ?
100 Yaşında ? 





ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ?
100 Yaşında ? Toplantısı Yapıldı...TV Haberler.. 
DÜŞÜNMEMİZ GEREKEN ŞUDUR..= 


( İMAM HATİPLER AÇILALI 100 SENE OLDUMU? _ CUMHURİYET KURULALI 100 SENE OLDU MU? )

YAZIYI OKUYALIM;


TOPUZ
Ali TARTANOĞLU


alitartanoglu@gmail.com
22 Ağustos 2013 Perşembe


Recep Tayyip Erdoğan, imam hatip mezunu. 60-70'lerde imam hatipler "Arapça'nın koleji" sanılırdı Erdoğan, Libya'dan gelen güya kahraman(!) katilleri hastanede ziyaret ettiğinde tercüman kullandı.

Son Fas, Cezayir, Tunus gezisinde adı Emine olan Tunuslu bir kızla eşini tanıştırırken de el işaretleriyle, tarzanca konuşabiliyordu çaresizce. Yaralı katile « nasılsın, iyi misin, geçmiş olsun » diyecek kadar dahi Arapça bilmiyor anlaşılan. Bu sadece Erdoğan'ın futbolcu haylaz talebeliğinden mi kaynaklanıyor? 4&4&4 yasası tartışmaları sırasında, Kuran ve Arapça dersleriyle ilgili olarak zamanın Milli Eğitim Bakanı Ömer Çelik, bu derslerde yalnızca Kuran ayet ve surelerinin okunmasının öğretileceğini, ezberletileceğini, bir dil olarak Arapça öğretilmeyeceğini açıkça söylemişti. İmam hatiplerin ilk resmi ve açık amacı aydın din adamı, imam yetiştirmekti. Bu imamlar halkı medrese mollalarının hurafelerinden kurtaracaktı. 1946'dan sonra halka özellikle benimsetilen amaç, çocuklarının dinini diyanetini bilmesi, dahası dinini diyanetini bilen doktor, mühendis vb. olması idi. «Aydın din adamı» yetiştirme (ki bu da tartışmalı!..), milleti Osmanlının akıl dışı hurafelerinden kurtarma amacı Atatürk'ten sonra buharlaştırıldı. Dinini iyi bilen mühendis, doktor, avukat öğretmen yetiştirme palavrası ise adı üstünde palavraydı. Gizli amaç, oy avcılığıydı. Siyasetçi, halkın nasıl kandırılmak istediğini biliyor; halk da kanmak istediği gibi kandırıldığı için, karşılığı olan oyu veriyordu. Özellikle 1960'ların ikinci yarısından sonra ise oy avcılığına ek olarak düzene, sisteme hele Amerika'ya, emperyalizme karşı çıkmayacak, asla solcu olmayacak, mührü ve koltuğu elinde tutana tapan, itaatkar, ne verilirse razı olan bir koyun sürüsü yaratmak bir devlet politikası oldu. Bu da ancak laik olmayan eğitimle mümkündü. Bir başka ifadeyle İmam Hatipler, gerici, şeriatçı İslamcılar tarafından değil, İsmet İnönüCHP'sinden itibaren anti sosyalist, sağcı Kemalist (Atatürkçü değil) siyasetçiler tarafından, Ordu'nun da ciddi desteğiyle anti sol, itaatkar insan tipi yaratacak bir devlet politikası olarak geliştirildi. Siyaset sahnesinde Erbakan ve onun Milli Nizam Partisinin peyda olduğu 1969, 1970'te bu politika çoktan meyve vermişti; Erbakan bu meyvelerden biriydi. Demokrat Parti daha kurulur kurulmaz din sömürüsüne el atmış, bu sayede ilk katıldığı 1946 seçimlerinde 80 kadar sandalye kazanmıştı. CHPde bundan korktu, buna öykündü, bugün ceremesini çektiğimiz birçok belanın temeline ilk çimentoyu attı. Tekke ve zaviyeleri açtı, imam hatipleri gündeme aldı, okullara din dersi koydu. Bunların temel amacı «Madem DP «din» dedikçe oy alıyor; biz de diyelim, oyları biz alalım...» idi. CHP, 1950'den sonra DP'nin ezanı yeniden Arapçalaştırmacasına, yeni imam hatiplere, Köy Enstitülerinin kapatılmasına ses çıkarmazken, DP oy adına bilumum şeriatçı akımlarla, Ticanilerle, Kemal Pilavoğlular, Saidi Nursilerle kanka oldu. Ve en tuhafı, ordu, MİT, hükümet, siyaset dahil tüm devlet teşkilatı birden bire korkutucu birer Amerikanofil ve anti komünist oldular. Gerekçesi, SSCB'nin Türkiye'yi işgal edebileceğiydi.Amerika da Türkiye'ye kredi ve hibe şeklinde para yardımı yapmaya başladı. Türkiye NATO'ya alındı, IMF'ye, Dünya Bankasına alındı; Avrupa Konseyine alındı; Amerika'yla gizli-açık ekonomik, askeri ve siyasi anlaşmalar imzaladı. Bütün bunların karşılığı ise Halk Evlerinin, Köy Enstitülerinin kapatılması, toprak reformundan vazgeçilmesi, ekonomide devletçiliğe son verilmesi, ülke ekonomisinin, siyasetinin-yönetiminin, ordusunun, topraklarının, madenlerinin, hatta insanlarının beyinlerinin, hayatlarının, sonuna kadar Amerika'ya açılması oldu. E tabi bir de çok partili sisteme geçilmesi... Ancak Amerika'yla bunca yoğun ilişki için gerekli sayıda, nitelikte, yeterince İngilizce bilen yetişmiş eleman neredeyse «yok»tu. Amerika sever,«emperyalizm», hele «anti emperyalizm» demeyecek, ülke çıkarları demeyecek, hem de iyi İngilizce bilen kadrolar yetiştirmek için 1955'ten itibaren, yedi yıllık ve yatılı İstanbul Kadıköy, İzmir Bornova, Eskişehir, Konya, Samsun,Diyarbakır Maarif Kolejleri ile ODTÜ, Ege ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri kuruldu Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu okullar, iktidarın istediği Amerika sever, emperyalizme karşı çıkmayan değil, tam tersine çok iyi İngilizce bildiği için bu dilde yayınları gazetesinden edebiyatına kadar takip edebilen, dünyaya geniş pencereden bakabilen, solcu olmasa da modern, yurtsever, laik, Cumhuriyet'e, devrimlere, Atatürk'e saygılı genç kentsoylular, küçük burjuvalar mezun etti. Çünkü bu okullar laikti. Bu hesap tutmayınca, egemenlerin aklına, imam hatip okulları geldi. Ama Arapçayı hiç düşünmeyip İngilizceyi ise hiç akıllarından çıkarmadan... Zaman içinde yabancı dil olarak Arapça değil İngilizce öğreten ama laik olmayan, Amerika sever, en azından asla Amerika düşmanı olmayan insanlar imal edecek imam hatipler üretildi. Milli Şef İsmet İnönü CHP'si döneminde de, Demokrat Parti iktidarında dadin dersleri, imam hatipler esas olarak oy temelliydi; bir toplum mühendisliği, bir devlet politikası söz konusu değildi.Doymuyor faşist İslamcı...
Ama 60'lara gelince manzara değişti:

«... Türkiye nüfusunun yüzde 42'si 15 ve daha aşağı yaşlardadır. ... bu gençleri yetiştiren öğretmenler Amerika'ya karşı oldukları taktirde, yarının kuşaklarının Amerika'ndan nefret edeceği tabiidir. Onun için çok geç olmadan probleme bir çözüm yolu aranmalıdır.»

Zamanın başbakanı Süleyman Demirel'in, The New York Times ve International Herald Tribüne gazeteleri ile yaptığı görüşmedeki sözleriydi bunlar. Görüşmenin çevirisi, 13 Ağustos 1968 tarihli Cumhuriyet'te yayınlandı. Hemen hemen aynı tarihlerde, bu kez genelkurmay başkanlığından layık olmadığı halde bu makama zıplayıveren dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Demirel'in sözlerini, yani çözüm yolunun ne olduğunu çok net bir ifadeyle açıkladı.

«Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz» (Işık Kansu, Cumhuriyet, 14.11.2009)

1968'den 20 yıl sonra 1987'de Demirel hiç değişmemişti. Eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanı aday adaylarından Süleyman Demirel, Nurcuların yayın organı «Köprü» dergisinin Mart sayısında, bakın ne inciler diziyor: - 1924 Anayasası'nda «Türk devletinin dini İslam'dır» dediğine göre, 1923'te ...Atatürk'ün kurduğu devlet laik devlet değil; İslam devletidir. (...) Tevhidi Tedrisat Kanunu, tek başına bir muta (boyun eğilen) değildir. Eğer din eğitimini dışında bırakan bir Tevhidi Tedrisat kanunu varsa orta yerde, doğru olmayan o zaten... Tevhidi Tedrisat Kanunu'na ters düşüyor diye, din eğitiminden vaz mı geçilecek? Şayet Kuran kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur.» (Uğur Mumcu, Köprüyü Geçen, Cumhuriyet, 14 Haziran 1987)Görüldüğü üzere, ister Necmettin Erbakan'ın siyasi İslam'ın sahibi aslisi olarak ortaya çıktığı, Milli Nizam Partisini kurduğu, Konya'dan milletvekili seçildiği 1960'ların sonları, ister AKP'nin iktidar, Erdoğan'ın başbakan olduğu 2000'lerin başları esas alınsın, siyasi İslamcılar bu noktaya tamamen kendi çabalarıyla gelmiş değil. Kendi çabaları yüzde 20'yi geçmez. Gerisi, askeriyle siviliyle, içerisiyle dışarısıyla, sermayesiyle entelijansiyasıyla tamamen kendi dışlarındaki güçlerin teşviki, desteği. Başarı ve iktidar koltuğu onlara adeta gümüş tepside ikram edildi; hatta tepsiyi tutan ellerAtatürk'ün ordusundaki 12 Eylül generallerinin, önemli ölçüde de Atatürk'ün partisinin İnönülerinin, Ecevitlerinin, Baykallarınındı. Fetullah Gülen sadece ilkokul mezunu. Erbakan laik «lycee» ve kökü Osmanlı'nın derinliklerine dayanmasına rağmen laik İTÜ mezunu. Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi... Hukukçu Adnan Menderes de, İTÜ'lü mühendis Demirel ve Özal da, Harbiyeli asker Türkeş de, Mülkiyeli Yılmaz da, Boğaziçili Tansu da ciddi antikomünistti, bu yolda sığınacak yerin Amerika olduğuna hepsi iman etmişti. Ama hiçbiri yeterince iyi, sadık Amerika-Batı çocuğu, isteseler de olamadı. Çünkü hiçbiri imam hatipli değildi; Türkiye'yi İslam Cumhuriyeti haline getirmek amacında olmadılar. Dine sadece oy aracı olarak baktılar; siyasetin kendisi olarak değil. Amerika'ya da «biz sana bağlı oluruz. Kapitalizme bağlı oluruz. Sosyalizmi, hele komünizmi asla sevmeyiz. Ahaliyi bu yönde eğitiriz. Dini hem antikomünist olarak, hem oy avcılığı için kullanırız. Ama Müslüman Kardeşler, El Kaide olmayız... Sen bilirsin...»demişlerdi bir bakıma... Aslında Tayyip Erdoğan'ın temel özelliği de, imam hatipli, şeriatçı olması, ama tam da şeriatçı olduğu için çok iyi antikomünist, çok iyi Amerika sever olması. İmam hatipli-şeriatçı olunca kendisinden öncekileri çok geride bıraktı, o kadar. Bugün SSCB yok. Sosyalist Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Polonya, Doğu Almanya vb yok. Çin kapitalist sosyalist... Rusya kapitalist. Sol yok, sendika yok. Ama hem de «Anadolu», hem de «Anadolu KIZ» dahil en az 800 imam hatip okulu, 400 binin üzerinde imam hatip öğrencisi, 150'nin üstündeki üniversitenin hemen her birinde ilahiyat fakültesi var. Doymuyor faşist İslamcı... İstiyor ki 5 yaşındaki bebelerden itibaren, ortaokul-liseden sonra bakkal da olsa 76-82 milyonun tamamının, en azından «ayakta işenmez, kahrolsun pisuarlar...», «tesettür bisikleti...», «erkek, karısının ölümünden sonraki ilk altı saat içinde onunla cinsel ilişki kurabilmeli», «müzik, bir sopanın bir yere ahenkli vurması bile, ama kadın sesi zinhar, günahtır...», «şeriatçı başbakan dinin kurallarına göre hareket eder, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Öyleyse onu eleştirmek, ona karşı çıkmak, onun istifasını istemek kafirliktir», «savaş ancak kafirlere karşı yapılırsa İslami'dir. Müslümanları karşı (Müslüman Kürtlere karşı) savaş bu kapsama girmez. PKK'nın öldürdüğü asker bu nedenle şehit değildir!..», «Türkiye bir İslam ülkesi değildir; laiklik küfürdür. Türkiye, İslam'a dahil edilmek üzere «cihad» ile fethedilmesi gereken bir kafir ülkedir. Halen savaş sürdüğüne göre, bu ülkenin malı mülkü, zenginlikleri, hatta can'ı savaş ganimeti'dir, bunlara el koymak mubahtır, helaldir. Bunlara el koyan, hırsız, yolsuz değildir. Canı helaldir, PKK'ya karşı savaştığı sürece şehit sayılmaz; çünkü PKK'lı Kürtler de Müslüman'dır, dolayısıyla bu, kafire karşı bir cihad değildir. Nedir o «şehitler ölmez, vatan bölünmez» sloganları!.. Gezi protestolarında insan öldürmek mübahtır. Ölürlerse ölsünler.» zihniyetine sahip olmasını istiyor. Halka «çocuklarınız hem dinini, diyanetini iyi bilecek hem de vali, kaymakam, subay, avukat, öğretmen, doktor olacak» dendi. Bu hem halkı kandırmak içindi; hem de devlet masasının ve kasasının arkasına oturmak yani iktidar içindi. Ama iktidar için ayrıca emperyalizmin, başta ABD'nin gönlünü yapmak, hatta hiç kırmamak gerekiyordu. Türkiye'de solun egemen olmamasını Amerika da istiyordu. Laik okullarsa, asla kusursuz, kesintisiz Amerika sever yetiştirmiyordu. İşin içine mutlaka din girmeliydi. Çünkü din, Tayyip'e de, Fetullah'a da, Obama'lara da kayıtsız şartsız itaati öğretiyordu.


Sonuç…


İyi İngilizce bilen, Amerika sever ama yurtsever olmayan gençler yetiştirmek üzere kurulup bu hesabın tutmadığı Maarif Kolejleri mezunları (Eskişehir Maarif Koleji mezunu Nabi Avcı gibi hesabın tuttuğu nadir istisnalar da dahil), Bernard Shaw'u, Charles Dickens'ı, New York Times'ı rahatça okuyup anlayabilirlerdi. (Bugünün mebzul miktardaki Anadolu liselerinin, 1955'in o altı tanecik Maarif Kolejleriyle zerre alakası yoktur; kuşa çevrilmiştir.) 

_ Recep Tayyip Erdoğan, bırakınız İbni Sina'yı, İbni Haldun'u, Eşşark el Evsat'ı veya El Ahram'ı Arapça'sından okuyup anlayabilir mi? Kendi çabasıyla Arapça öğrenmemişse kaç imam hatip mezunu okur, anlar?... İmam hatip okumayanlar kötü Müslüman ya da, hele kafir mi? Kuran'da mı yazıyor imam hatip? Erbakan peydah olmadan önce bu millet kötü Müslüman mıydı, kafir miydi? Bunun kararını siz mi veriyorsunuz? Bunlar zaten asıl soru. Ama ortalık, Amerikalılar Süleymaniye'de Türk subaylarının kafasına çuval geçirdiklerinde, «Amerika'ya nota mı verilir», «ne notası, müzik notası mı» diyen yüksek unvanlı«Ankara'da Türk polisinden dayak yiyeceğime Brüksel'de Belçika polisi tarafından aşağılanmayı yeğlerim» diyen unvansız iyi Amerika sever, iyiİngiltere sever, iyi İsrail sever, iyi Batı sever, kısaca iyi emperyalist severler imam hatip kafalılarla dolu. Maksat da buydu. Dinini iyi bilen iyi Müslüman, iyi Müslüman-doktor yetiştirmek değil... Amerika severlik için de epeyce saçmalama, epeyce zekasızlaşma kaçınılmaz idi. O zaman saçmalama ve zekasızlaşma, devlet politikası oldu.

Zekasızlaşma ve saçmalamanın en güzel yansıması da Arapça bilmeyen, ama iyi İngilizce bilen kolejli imam hatipli... Türkçe okunmasına bile ciyak ciyak karşı çıktıkları Kuran, ezan İngilizce okunmayacağına göre... Yoksa okunacak mı? İmamınız Obama mı? Ondan da önce de Bush muydu?.. Ya da besmeleniz Buş-millahirrahmanirrahim miydi? Fetullah Gülen, bunun için mi Suudi Arabistan'da veya Mısırda değil de Pensilvanya'da? Davutoğlu Ahmet'iniz bunun için mi afili«stratejik derinlik, büyük güce dayanarak güç yansıtma, Osmanlı'yı böylece ihya etme» edebiyatıyla Amerika severlik yapıyor? Bu ülkede isteyen imam hatip lisesine veya ilahiyat fakültesine 90 senedir gidiyor; çocuğunu gönderiyor. Hiçbir engel yok. Ama herkes, yani 76-82 milyon imam hatip eğitimi alsın, 76-82 milyon(*)hep İslam Cumhuriyeti özlesin, müzik, baş açıklık, ayakta çiş günah, ille de dini nikah ve saire desin; istisnasız tüm nüfus Amerikancı sağcı olsun; böyle düşünenler, yani BİZ devleti ve ülkeyi sonsuza kadar yönetelim derseniz, bu nokta o ünlü«kanlı mı kansız mı» noktasıdır. Bunu sizin Erbakan'ınız dedi. Madem siz kan dökmeye hazırsınız... Gezi direnişçileri de kan vermeye hazırsa yapacak mısınız? Değer mi?.. Hem de ileri demokrasi diye diye?.. İleri demokrasi ileri şeriat mı? İleri demokrasi ille de ve sonsuza da bir şeriatçının başbakan-cumhurbaşkanı-başkan-diktatör olması mı? Siz namazınızı kılsanız, başkaları da rakısını içse de ileri olmayan demokrasi olsa olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz? Kalan yüzde 50'yi toptan kesecek misiniz?.. Terörist diye, darbeci diye tamamına müebbet hapis mi vereceksiniz? İmam hatip kafalı olmak, kahrolsun pisuar Müslümanlığı istemiyorlar işte!.. Siz 76-82 milyonu imam hatip kafalı yapmaktan vaz geçiverseniz ne olur? 2023'ü zaten görmezdiniz ya, böyle böyle hiç göremezsiniz. Kendi ayağınıza kendiniz kurşun sıkıyorsunuz. Amerika bile, bütün dünyayı, en çok da Müslümanları bombalaya öldüre, döve söve, birbirine kırdıra kırda bir hal oldu. Sonunda onun da dermanı takati kesildi. Niye ders almıyor, kargadan kılavuzda ısrar ediyorsunuz? Niye Amerikan zekasıyla gerdeğe girmekten kurtulmamakta inatla ısrar ediyorsunuz? Her şeyi bu yüzden ağzınıza yüzünüze bulaştırdığınızı niye fark etmek istemiyorsunuz? En azından öteki yüzde ellinin, Müslümanlığı bile Amerikan Müslümanlığı haline getirdiğinizi bilmediğini, görmediğini hiç sanmayın. En azından saygı ve güveni sıfırladığınızı kabul edin artık.
* Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarının resmi nüfus rakamı 74-75 milyon iken, CIA'nın 82 milyondan söz ettiği hatırlatılıyor.


H E D D A M


http://www.Heddam.com/index.asp?M=5827


Kapitalizm ve Din ! « Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin » !





Kapitalizm ve Din ! « Allahümme 
«ADAM SMITH» Veleddalin » !


Ali TARTANOĞLU

kapitalizm225

Kapitalizm ve Din! «Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin»!

«Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»
Sağ olsun Celil Denktaş. 2 Nisan 2012 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında kadın sorununa din, sınıf, emek, sömürü açısının yanında mülkiyet açısından, ya da dine kadın ve kapitalizm açısından bakmak gerektiğini bir kez daha hatırlatmış ama ilginç bir yöntemle... Avrupa Batısı'nın (Batı'nın Amerika'sı da var) vahşi Ortaçağına, Engizisyon, «cadı avı» dönemine gitmiş. 250 yıl içinde büyük çoğunluğu kadın olan 9 (dokuz) milyon insanın Katolik Kilisesi = Papalık tarafından işkencelerle, çoğu yakılarak öldürüldüğünü; yüz binlercesinin sakat bırakıldığının, evinden, yurdundan, toprağından sürüldüğünü aktarıyor.

İşkence görenlerin çok büyük kısmını oluşturan kadınlar, çok kaba kestirme bir ifadeyle «kafir» olduklarını itirafa zorlanmışlar. İtiraf edince kurtulmuşlar mı? Hayır. Yine yakılmışlar veya başka şekilde öldürülmüşler.

Ancak bazıları kurtulmuş. Hem de itiraf ettikleri halde kurtulmuş. Nasıl olmuş bu?

Ezici çoğunluğu kadın olan bu insanların bir kısmının bir miktar tarlaları tapanları, evleri, bağları bahçeleri var. Belki o günün koşullarına uygun küçük imalat atölyeleri, ticarethaneleri var. İşte bu mal ve mülklerini KİLİSE'ye, hem de noter senediyle bağışlamışlar; sürgüne razı olmuşlar. Bu engizisyon işkencelerinde bir de noter hazır bulunduruluyormuş, böylesi durumlar için!..

Ama genel manzaraya bakıldığında kadın daha çok evde tutulmuş. Dışarı çıkarılmamış. Ev dışında çalıştırılmamış, sosyalleştirilmemiş, hele hiç siyasileştirilmemiş. Çünkü onlar öncelikle seks objesi olarak, çocuk bakıcısı olarak, mutfak, tarla, ahır, saray hizmetçisi olarak lazım. Onlar, erkeklere göre daha az ölmüş, öldürülmüş, ama anca evde oturarak, mülk, servet sahibi olmayarak... Bir de odalık, cariye, köle adı altında cinsel köleliğe katlanarak...

Bugün de «üç çocuk» diye tutturulmasının, imam hatiple kimlik verilmek istenmesinin nedeni bu. Üç çocuk, «evde otur» demek. İmam hatip, türban doktor, avukat, mühendis, siyasetçi olacaksan bile, türbanla ol; evde oturandan farkın olmasın demek.

Ne zaman engizisyon işkencelerine uğramış kadın? Bu sınırların dışına çıktığı, iş güç, mal mülk, nihayet söz ve kimlik sahibi olduğu zaman... Kendileri parayı adeta tanrılaştıranların, rakip kabul etmemesinde şaşılacak yan yok.

Kadın dediğiniz de, önünde sonunda dünya nüfusunun yarısı... Nominal, aritmetiksel olarak üç buçuk milyar!!!... Kalan üç buçuk milyar, erkek... Ama tepedeki birkaç bin kişi ve kurum bu üç buçuk milyara bile, pastayı daha fazla paylaşmamak için etmediğini koymuyor; bir de yeni üç buçuk milyar rakip ister mi?..

Peki Kilise; bugün resmen BM üyesi, dünyanın hemen her ülkesinde, bu arada Türkiye'de de büyükelçiliğe sahip, sembolik de olsa bir devlet olan PAPALIK, Vatikan bu vahşeti niye uygular, niye uygulamıştır?..

Birinci amaç yönetmek... Çünkü o dönemde koca Avrupa'nın en güçlü ve «total» iktidar sahibi, senyörler, prensler, dükler, kontlar, krallar değil KİLİSE... Senyörlerin, prenslerin vb., en çok kendi alanlarında sözü geçiyor; ki bu bile Kilise'nin sözünden sonra geliyor. Onların boynu bile Kilise karşısında kıldan ince. Ama Kilise'nin otoritesi sınır tanımıyor. Bütün Avrupa'da etkin... Ve bu iktidar dehşet verici faşist ve bağnaz bir terörle yürütülüyor.

İkinci amaç ise çok açık... Mülk edinmek... Mülklerini çoğaltmak...

Vatikan, hala dünyanın en büyük taşınmaz mal zenginlerinden biri... Vatikan'ın dünyanın her yerinde, buraya dikkat, sayısız şirketi, gazetesi, televizyonu, hatta belki bankası da var. Ünlü p2 Mason locasının kirli paralarını aklayan Vatikan Merkez Bankası bile yeter. Aynı zamanda Vatikan devlet Başkanı olan, bundan önceki Papa II. Paul, bu kirli para aklama operasyonu ayyuka çıkıp, gizlenemez hale geldiğinde, İtalyan mali polisince uyarılıp, merkez bankası başkanını görevden almaya kalkınca vurulmuştu Mehmet Ali Ağca tarafından.

Ağca demişken, Türkiye'ye gelelim. 1999 Marmara depremi sırasında ABD Başkanı Clinton resmi ziyaret için Türkiye'ye gelirken uğradığı bir Avrupa zemininde «Hıristiyan camiaya mesaj iletmek istediği zaman karşısında Papalık gibi bir muhatap bulabildiği halde Müslüman dünyada böyle bir muhatap bulamadığından» yakınmıştı.

Sonra, Fetullah Gülen'in Vatikan'ı ziyaret edip Papa ile görüştüğünü öğrendik. Daha sonra, sadece bizim değil ABD dahil Batı'nın pek çok gazetesinde dergisinde Gülen cemaatinin muazzam servetinden, okullarından, gazetelerinden, televizyonlarından söz eden yazılar okuduk, önemli kısmını da biliyoruz.

Hıristiyanlığıyla, Müslümanlığıyla, Museviliğiyle, Budizmiyle, Şintoizmiyle, Hinduizmiyle dinin bu servet-mal-mülk manzarasındaki rolü hiç değişmiyor. Denebilir ki, «Kapitalizmin en büyük silahlarından biri, belki birincisi dindir, din olmuştur...»

Napoléon Bonaparte ne güzel itiraf etmiş: «Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir, askerler nasıl ölüme gidebilir? Toplumların yönetimi eşitsizlik temelinde işler; Oysa din olmadan servet eşitsizliğini sürdürmek de mümkün değil. Açlıktan ölmekte olan birine bile, bu durumu kabullenebilmesi için, bir makamın «ne yapalım Tanrı'nın isteği böyle» demesi gerekiyor...»

Karşılaştırıldığında kadim Hıristiyan Vatikan'ı ile taze Müslüman Vatikan'ı arasında hemen hiçbir fark yok. Çok genç olmasına rağmen Müslüman Vatikan'ı, ağabeysini neredeyse birebir taklitte hiç vakit kaybetmemiş, hele ondan çok geri de kalmamış.

Fetullah Cemaati kurumsal olarak müthiş zenginleşti; onun da bankalarda bolca nakit parası, muhtemeldir ki dudak uçuklatacak miktarda gayrimenkulü, belki fabrikaları; bu arada çokça televizyonu, gazetesi var. Buyurun size Müslüman Vatikan'ı...

Ancak Hıristiyan Vatikancılarında da bu böyle mi bilinmez, ama Müslüman Vatikancılar aynı zamanda bireysel olarak da çok sayıda Karun yarattılar; tayyip erdoğan'ın «hamdolsun kendi sermayemizi yarattık» demesinde görüldüğü üzere.

Hem de ürkütücü, hatta iğrendirici bir görgüsüzlükle...

Gelelim yazının başlığına: «Allahümme «Adam Smith» Veleddalin...»

Yıllar önce, dediysek de altı yedi yıl kadar önce Cumhuriyet'in ikinci sayfasının ortasında okuduğumuz bir yazının başlığıydı bu. Adam Smith, biliyorsunuz, kapitalizmin fikir babası sayılan İngiliz iktisatçı ve düşünürdür. İmzasına daha önce ve bir daha hiç rastlamadığımız, şimdi de hatırlayamadığımız değerli yazar, yazısında öz itibariyle şunu söylemek istiyordu: «Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Bütün göksel dinler zayıfı, ezileni, sömürüleni korumak, eşitlik ve adaleti sağlamak üzere geliştirilmiş. Çünkü o dinlerin geliştirildiği o dönemin toplumlarında zayıf çok zayıf, ezilen çok, sömürülen daha da çok; ama adalet ve eşitlik neredeyse hiç yok. Bu nedenle bu dinlerin hepsini birer toplumsal devrim saymak lazım... Üçü de orta veya orta-alt sınıf mensubu olan peygamberlerini de devrimci... Bu peygamberlerin bu eşitliği sağlamadaki önemli yöntemlerinden biri kamuculuk, diğeri mülkiyetsizlik değilse bile sınırlı, hatta hayli sınırlı mülkiyet... Elbette işin hukuk boyutu da var.

Tabi, üç bin yıl önce Musa, iki bin yıl Önce İsa, bin beş yüz yıl önce Muhammed döneminde sandık demokrasisi, parlamento yok ki bu peygamberler bugünkü sahte peygamber taklidi diktatörler gibi, kendilerini, kararlarını, uygulamalarını «milli irade... bizi halk seçti» şımarıklığıyla meşrulaştırsınlar... Ancak «Tanrı böyle istiyor» diyebiliyorlardı. Tek meşruiyet kaynakları din ve Tanrı idi.

Bakın İsa'ya... Bir garip derviş desek yeridir. Aslında bir Yahudi Haham... O sırada Filistin, Roma İmparatorluğunun bir eyaleti. Başında bir Romalı vali var. Ama iç yönetim tamamen Yahudi önde gelenlerden oluşan bir Meclise bırakılmış. Bu meclis bir takım yolsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler yapıyor; eşeği üzerinde köy köy dolaşıp vaaz veren İsa da bu olumsuzlukları eleştiriyor. Bu eleştiriler Meclisin kulağına gidince, önce uyarılıyor. İsa vazgeçmeyince homurdanmalar artıyor. Sonunda İsa hakkında ölüm cezası veriyor bu Meclis. Romalı Valiye gidip durumu anlatınca, umurunda mı bir gariban İsa, «iyi öldürün öyleyse» diyor.

İsa'nın aklında ne bir yeni din yaratmak, ne papazlar, kiliseler, ne bir Papalık kurmak... hiç biri yok. Ortada bir İncil filan da yok. O, bir Musevi olarak çarmıha gerilmiş. Kuvvetle muhtemel, hatta kesin ki anası da, babası da belli.

Ama onun ölümünden sonra, sağlığında İsa'ya etmediği bırakmamışlardan bir uyanık Sen Pol çıkıyor ve arkası geliyor. Pagan Roma'dan çok çekseler de kiliseler oluşuyor, manastırlar oluşuyor, keşişler, papazlar, piskoposlar, başpiskoposlar, kardinaller peydah oluyor. Yüzlerce, belki binlerce İncil yazılıyor, bildiğimiz, bizim gibi insanlar tarafından «Tanrı buyruğudur» diye...

Son nokta bugünkü gayrimenkul trilyoneri, sayısız şirket, gazete, televizyon sahibi Vatikan...

Musa'ya, Museviliğe geçelim... Bulundukları toplumun rejimince ağır zulme uğrayan halkını göç ettirerek kurtaran bir Musa var. Ama bu halkın da bir takım yozlukları, ahlak dışılıkları var. Kişisel öğütlerle bunları aşamayınca, bir gün «Tanrıyla görüşmeye gidiyorum» diye bir dağa çıkıyor. Elinde «on emir» dediği, on tane Tanrı buyruğuyla geliyor. «Bunlara uymazsanız Allah sizi taş yapar» mealinde kestirip atıyor. On emir dediği, öldürmeyin, çalmayın, çırpmayın gibi gayet akli, insani gereklilikler... Al sana Musevilik...

On tane akli uyarı, nerden baksanız A4 kağıtla anca bir sayfa tutar. Ama bugün ortada Tevrat diye yüzlerce sayfalık koca bir kitap var. Ama daha önemlisi bir de Yahudilik var. Siyonizm diye bir şey var. Daha ileri giderseniz Illuminati var, tapınak şövalyeleri var... Ve nihayet muazzam bir para tutkusu ve servet birikimi var; müthiş bir hükmetme hırsı var. İsrail'den söz etmiyorum. Çünkü o bile sadece bir tetikçi, bir koçbaşı... Çünkü o servet birikimi öyle ustaca bütün dünyayı sarmış, özellikle Amerika'yı öyle bir tahakküm altına almış ki, sadece para ve servet tekelini elinde tutmak amacıyla siyasi, toplumsal, ekonomik, hatta kültürel düzenleri, sistemleri bile, gerekirse öldürmek, kan dökmek, savaşlar, dünya savaşları çıkarmak pahasına alt üst edebiliyor. Darbeler ve hükümetler devirmek artık basit oyunlar...

Gelelim Muhammed Peygambere ve Müslümanlığa... Müslümanlık ve Hazreti Muhammed öncesi Arap toplumu tam bir «altta kalanın canı çıksın» toplumu. Koçları, Sabancıları, Şahenkleri, yahut Rockefellerleri var, dolayısıyla hukuk, adalet filan da hak getire olduğu için, birinci sınıf(!) bir sömürü vahşeti var. Tarım ve sanayi yok derecesinde. Gelir kaynağı neredeyse sadece ticaret, bir de savaş ganimeti... Ama bunlar da zamanın sömürgeni olan Ebu Süfyan ve benzerlerinin elinde toplanıyor.

İşte Peygamber, aynı zamanda devlet ve hükümet başkanı, hatta kurucusu olarak (çünkü öncesinde belki bir iktidar grubu var ama, devlet mevlet yok, hukuk, adalet hiç yok) Hazreti Muhammed'in ilk yaptığı iş, bu gelirlerin Beytülmal adını verdiği bir ortak havuzda, yani devlet hazinesinde toplanmasını, sonra da ihtiyaçlara göre, çalışma, emek ve yararlılığın dikkate alındığı bir eşitlik içerisinde dağıtılmasını sağlamak oluyor.

Kız çocukların doğar doğmaz, diri diri gömülmesini yasaklıyor; üstüne de mirastan erkeklere göre yarı eksik de olsa pay almalarını sağlıyor. Bunlara, hele 1500 yıl öncenin koşullarında devrim denmezse ne denir? Kız çocuklarına sağlanan yaşam ve kadınlara sağlanan miras hakkı, Atatürk'ün Cumhuriyet devrimlerinin odağına «kadını» ve laikliği yerleştirmesini hatırlatmaz mı? Çünkü cahiliye dönemi pagan Arap egemenleri de, kadına layık gördükleri muameleyi «din» le açıklıyordu.

Müslüman Peygamberi de ölür ölmez, en yakınındakilerin can acıtıcı alçaklığına maruz kalmış. Cenazesi, kızı, damadı, torunları ve azad ettiği eski bir kölesinden oluşan beş kişi tarafından yıkanıp defnedilmiş. «En yakınındaki diğerleri» ise Ömer'in evinde «kim Halife olacak» kavgası için toplanmışlar...

Peygamber, damadı Ali'yi sağlığında halefi olarak işaret ettiği halde Ebubekir halife «seçilmiş» (!)... Ali, en son dördüncü halife. Çünkü Ali en baştan, Peygamber'in vasiyeti gereği Halife olsaydı, Peygamberin devlet ve toplum düzenini aynen devam ettirecekti; Peygamber de bu nedenle onu halife olarak işaret etmişti. Bu da zamanın sömürgenleri Ebu Süfyanların hiç işine gelmiyordu. Zaten Ali'yi de, oğullarını da (ki aynı zamanda Peygamberin torunları idiler) çok yaşatmayıp öldürdüler.

Neden?.. Mülk ve servet birikimi için, bunları kitlelerle paylaşmamak için, nihayet iktidarlarını korumak için...

Yani bu üç peygamberin kurmak istediği adil, eşitlikçi, kamucu, toplumcu düzenler, onların ölümünden hemen sonra, en yakınında bulunup, «en yakını» görünen insanlar tarafından iğdiş edilmeye başlandı. Onlara, bizim açımızdan özellikle Muhammed Peygamber'in devrimci düzenine karşı bir karşı devrim süreci başlatıldı, tıpkı Atatürk'e ve Cumhuriyet'e olduğu gibi...

Yeter ki mülk ve servet birikiminde, dolayısıyla iktidar sahipliğinde eksen kaymasın...

Siz, bizim yeni Müslüman Vatikancıların ağzından Müslüman Peygamber'inin adını duyuyor musunuz? Hangi sıklıkta duyuyorsunuz? Kurumsal (cemaatsal) ve bireysel olarak bu kadar hırsla ve Beytülmalı hırsızlayarak kısa sürede büyük servetler edinmiş bir güruhun Muhammed'e içten bir sevgi ve saygı duyması beklenebilir mi?

Onlar sadece Atatürk'e ve Cumhuriyet'e karşı değil, Hazreti Muhammed'e ve onun devrimci, eşitlikçi, kamucu, mülkiyeti sınırlayan İslamiyet'ine karşı da bir «karşı devrim» yürütmektedir. Hazreti Muhammed Devrimcidir, İlericidir; ama onlar ilkel ve gericidir, zalimdir, hırsızdır.

İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin casusu A. Ryan 1919'da :"Amacımız bölmek ve hükmetmek olmalıdır. Biz gerçek ideali «din'miş gibi davranacak çıkarcı bir grubu, idareci olarak takdim etmeye çalışacağız» diyordu. 2012'de durum hiç farklı değildir, emperyalizm o gün temenni olarak dile getirdiğini bugün açıkça ve önemli ölçüde gerçekleştirmiştir, «ideali «din» miş gibi davranacak, çıkarcı bir grubu idareci diye takdim» ederek!..

Bilmem, başlıktaki «Allahümme ADAM SMITH Veleddalin» i yeterince izah edebildik mi?

Tanrı hepimizi, başta Müslüman'ın «Allah'tan korkmayanından», sonra şeriatçı Hıristiyan'dan, mürteci Yahudi'den, kısaca parayı tanrılaştıran «Kapitalizm dininden» ve onun para babası peygamberlerinden korusun!..


Ali TARTANOĞLU - 13 Nisan 2012 - Heddam
http://www.heddam.com/



Öyleyse Niye Anca Türkçe Anlaşabildiniz? Hüseyin Aygüüün, Sesim Geliüüür mü?




Öyleyse Niye Anca Türkçe Anlaşabildiniz? Hüseyin Aygüüün, Sesim Geliüüür mü?


Ali TARTANOĞLU


huseyin_aygunden_pkklilere_bassagligi_ziyareti225

Öyleyse Niye Anca Türkçe Anlaşabildiniz? Hüseyin Aygüüün, Sesim Geliüüür mü?

Yakışıklı... Ağırbaşlı, efendi, davasına sıkı sıkıya bağlı görünüyor; saygı duyulabilir. Ama Hüseyin Aygün'e en baştan ısınamadım.
Çünkü, «sıkı sıkıya bağlı olunan dava», Amerikan imalatı solculuğun iğdiş ettiği bir kafanın davası... Şimdi de «kaçırıldı...»

Bu kaçırmayla, katiller güruhu Türk siyasetine talimat, nasihat vermiş olmadı mı? Hüseyin Bey'e «sen CHP'yi bırak bağımsız ol...» CHP'ye «Fena değilsin ama, daha çok çalış», BDP'ye muhtemelen aynı diskur; parlamentonun ve oradaki partilerin AKP de dahil tamamına «oturun, çalışıp çözüm üretin. Biz yorulduk, dağdan inmek istiyoruz artık...»

Hüseyin Bey, resmiyette kamusal olarak şikayetçi, ama matbuata verdiği beyanata göre «kişisel olarak o çocuklardan şikayetçi» değilmiş. Kendisine çok nazik, saygılı davranmışlar. Serbest bırakırlarken «burada kardeşlerin olduğunu unutma ABİ» demişler. «Keşke onlar da şu anda dağda olmak yerine üniversitede okuyor olsalar» mış. «Barış istiyorlar» mış...

Başta Öcalan'ları olmak üzere sanki üniversiteyi kendi iradesiyle terk ederek çeteye katılan hiç yokmuş gibi... Kendi özgür iradeleriyle dağa çıkıp silaha sarılan kendileri değilmiş gibi «iyi çocuklar» mış...

Behoz Erdal müdahale etmese, belki Kandile götürüleceğini söyleyen de Hüseyin Aygün? E hani iyi çocuklardı? Demek Kandil'den emir gelmese... Belki istenmeyen, daha kötü şeyler de olacaktı.
«Siz» diyor Hüseyin Bey, «atılan bir bombanın, yerleştirilen bir mayının patlamasının, ne demek olduğunu biliyor musunuz?...»

Evet, çok iyi biliyoruz Hüseyin Bey: «Eğer PKK'nın istediklerini vermezseniz, daha çok patlamalar olur, daha çok şehitleriniz olur... Siz bilirsiniz gari...»

E valla PKK da BDP de, onların yerli yabancı ortakları, yandaşları da aynı tehditvari kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla söylemiyle 30 yıldır maşallah epey yol aldılar.

Her iki taraf da silahı bıraksın... Mış... Kendileri mutasavver devletlerini kurduklarında orduları silahsız mı olacakmış? PKK'nın elinde defne çelenkleri mi var? PKK öldürdükçe Türkiye Cumhuriyeti, Hüseyin Beygiller ve Batı'nın baskısıyla habire «veriyor» ; PKK da aldıkça öldürmeye, «kaçırmaya» devam ediyor.

2011 seçimlerinde Tunceli'de PKK'nın, en azından ikinci milletvekilliğini BDP'ye kazandırmak için ne biçim baskı, nasıl terör uyguladığını, kaybedince CHP seçim bürosunu nasıl tarümar ettiklerini, anca kaçırılınca da olsa yine bizzat Hüseyin Bey ilan ediyor.

Hani demokratik çözüm diyorlardı. BDP'den başka yerde Kürtçü de olsa politika yapılmasına bu kadar celallenip silahlı-silahsız kabadayılık nasıl demokratlık?

*** *** ***

Hüseyin Bey Zaza imiş. «Cici çocuklar» (!) kendisini silah zoruyla arabadan indirmeye kalkınca, önce Zazaca konuşmayı deniyor. Barış isteyen silahlı cici çocuklar sakin sakin ve TÜRKÇE:

«- Biz o dili bilmiyoruz» diyorlar.

Her şeyin nasıl, irrasyonel, hakla hukukla ilgisi olmayan vahşi bir kanlı oyun olduğunun ortaya çıktığı nokta burası. Hüseyin Aygün mü gerçekten Kırmançi (ce?) bilmiyor; silahlı cici çocuklar mı gerçekten Zazaca bilmiyor, yoksa her iki taraf da psikolojik harp mi yapıyor bilinmez. Hakikaten bilmiyorlarsa, demek iki ayrı lehçe filan değil, basbaya iki ayrı dil söz konusu.

Öyleyse her iki taraf birden nasıl KÜRT oluyor? Öyleyse, dayatıp durdukları ana dilde eğitimi, «alçak(!) Türkler» Zazaca mı verecek, Kırmançi(ce?) mi?

Hadi Amerika'yı, Avrupa'yı, AKP'yi, PKK'yı anlıyoruz da, Hüseyin-Kemalbeygiller feci şekilde kalp kırdıklarını, gönül yıktıklarını hiç mi fark etmiyorlar? Fark ediyorlar da buna rağmen sözüm ona demokratlık, açık sözlülük, hatta yiğitlik mi yapıyorlar? Seçmen sizin, biat etmiş müridiniz mi?

Hayli metamorfozo uğramış Hikmet Çetinkaya nam yoldaşlarının «kör milliyetçilik, kör milliyetçilik» diye tutturduğu hesap, Hüseyinbeygiller de (Binnazgiller dahil dişileri de dahil) de tutturmuşlar bir ulusalcı-kafatasçılık... Hüseyin Aygün, bir kapalı grup toplantısında, karşısında bütün milletvekilleri varken, çıksa kürsüye, parmağıyla bir gösterse şu ulusalcı-kafatasçıları da biz de bilsek. Yok öyle karnından konuşmak! Madem CHP'nin aykırı çocuğu... Cesur yüreği...

Ve... Ve... Çok net, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak açıklıkla bi» tarif etsin şu ulusalcı-kafatasçılığı... Bir de kendisinin, kendilerinin ne olduğunu...

Birileri ulusalcı-kafatasçı imiş de kendileri Kırık plak gibi «Kürt» den başka şey söylemeyerek enternasyonalist, ırksız, milliyetsiz mi imiş?

Hüseyin Bey'in kendi ifadesiyle «bozdurmayın adamın ağzını!!..»

Herkese kendiciliği sevdanın yolları; Türk'e gelince enternasyonalizm farz... E var mısınız o zaman Marx'ın, Engels'in emek enternasyonalizmine? Tabi «emek» diyince anlamadınız; o ne Zazaca, ne Kırmançice... Yeşil gözlüler cumhuriyeti, kahverengi gözlüler cumhuriyeti kuracaksınız neredeyse; vaşingtondan ağrı alayınız yerel yönetimlere ağırlık, yerel demokrasi diye her yerinizi yırtacaksınız, sonra siz uluslararasıcı, başkaları ulusalcı-kafatasçı olacak öyle mi? Alem kör, herkes sersem; bi» sizin gözünüz açık, bi» siz akıllısınız öyle mi? Allah Allah...

Hüseyinbeygillerin ulusalcı kafatasçı dediklerine bakınca ne görüyoruz?

Kürtleri Türkleştirmeye kalkışan olmadığı gibi, maşallah Kürtler fazlasıyla Kürt. Neredeyse Türkleri Anadolu'dan kovup, Türkiye'yi Kürdiye yapacaklar. Bir yandan Türklerin kendilerini asimile ettiğinden şikayet ediyorlar; en önemli sorun anadilde eğitim diyorlar, öte yandan Türkiye, en azından yedi yaşına kadar Kürtçe'den başka dil öğrenmediğini saf saf söyleyen, hem de daha 25 yaşında milyonlarla dolu. 25 yaşın üstü hariç... Nasıl asimilasyonsa!..

Peki ne var, Hüseyinbeygillerin ulusalcı-kafatasçı diye iğrendiği tabloda?

Hadi... Atatürk'ten, tam bağımsızlıktan, ulusal çıkardan vazgeçelim hatırlarına(!)...

Neredeyse artık sadece, son 30 yıldır iyice can acıtıcı olmaya başladığı için aşağılanmaya, itilip kakılmaya «hayır, yeter artık» var. Dünyanın tek ve en büyük zanisi (zina yapan kadın) gibi recmedilmeye (beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülme) karşı «ilk taşı içinizde günahsız olduğuna kim inanıyorsa o atsın» var.

Her isyan, bir karşılık görür. Her isyan, başarıyla sonuçlanıncaya kadar, ille de bedel ödenir. Başarırsa, ayrıca ceza görmez. Atatürk Osmanlı için, hakkında derhal idam kararı verilen bir asi idi. Kazanamayıp, hele ele geçirilseydi, bu karar gereğince asılacaktı. Rasyonel, objektif olursak, böyle bir durumda Osmanlı'ya niye sana isyan edeni astın denir mi?

Dersim'de isyan çıkmış mı çıkmamış mı? PKK asi mi değil mi?

Almışsın eline topu, tüfeği, bombayı, roketi. Benim elimi kolumu da Amerika'ya, Avrupa'ya, yerli işbirlikçilere demokrasi, insan hakları, Silivri, darbe, terörist komutan, terörist gazeteci diye bağlatmışsın. Gelip hem istediğin gibi dövüyorsun, hem de sen ağlıyorsun; operasyonlar dursun diye... Valla durdu operasyonlar. Tek kurşun atmak için bile AKP'nin, Hakan Fidan'ın Oslo valilerinden izin almak şart olunca...

Karayılan zibidisi ötüyor: «Sınırın ötesi berisi kalmamıştır. Şemdinli de alan kontrolü bizim elimizde. Türk ordusu şu kadar gündür o alana karadan tek adım atamadı...»

Hadi oradan zibidi!.. Bal gibi biliyorsun, giremediğinden değil, sizin Oslo mutabakatı öyle emir verdiği için; boş yere Silivri kahramanı olmamak için... girmediğini...

Karayılan katili şimdi Türkiye'nin elini kolunu ABD'ye, Avrupa'ya AKP'ye, hatta kusura bakmasınlar(!), Hüseyinbeygillere bağlatmış, onlardan da korkmadan istediği gibi dövüyor. Ve hala cümbür cemaat ağlaşıyorsunuz. Ya'v bu zevkten bağırma be!..

Ve evet son nokta Hüseyin Bey... İster gerçekten sen Kırmançi(ce?), onlar Zazaca bilmediğinizden, ister inadına karşılıklı psikolojik harp oyunu yaptığınızdan, üç Kürt birbirinizle anlaşamayınca hangi dilde anlaşmışsınız; hangi dil ortak diliniz olmuş?

TÜRKÇE!..

Sana Zazaca'yı sevmediğin Türkler öğretmedi; bunun okulu da yok çok şikayet ettiğiniz üzere. Muhterem valide hanımdan, ailenden öğrendin. Karşındakiler de Kırmançi(ce?)yi aynı şekilde... Ama anlaşamıyorsunuz. Buna da mı ben mani oldum? Asimile etseydim gerçekten; ne sen Zazaca, ne onlar Kırmançice bilebilirdi. Sıkardı...

Daha üç kişi Kürtçe anlaşamıyorsunuz, sonra biz Kürt devleti isteriz diye ortalığı kan gölüne çeviriyor, sorumluluğu da Türklere atıp çıkıyorsunuz işin içinden.

Velhasıl saçmalıyorsunuz, yakışıklı çocuk; saçmalıyorsunuz, eli silahlı cici terörist çocukların sevgili «abi» si!.. Bizi aptal yerine koymaya, hatta bizi de aptal olduğumuza inandırmaya bu kadar çabalarken, evdeki bulgurdan da oluyorsunuz... Farkında mısınız?

Hem ilk mektepten üniversiteye anadilde eğitim vereceğiz, hem bölünmeyeceğiz öyle mi Hüseyin Bey? Yugoslavya'da, parlamentoda bile herkes kendi dilinde konuşuyordu. Hani Yugoslavya? Tuzla buz!..
Sonra ne yapacak Kürtçeden başka dil bilmeyecek onca avukat, mühendis, doktor? Kürt'ten başka müvekkil, müşteri, hasta kabul etmeyecek mi? E o zaman Türkler de Türk'ten başkasını kabul etmesin ve biz hala bölünmeyelim; bölünmeyeceğiz, öyle mi Hüseyin Bey?
E o zaman asıl maksat, kurulacak bağımsız Kürt devletinin doktorunu, mühendisini, avukatını yetiştirmeyi de salak(!) Türklere mi finanse ettirmek?

Yetti gari Hüseyin Bey!!.. Benim aklımla alay edip durmayı kesin artık. Ben aptal değilim. Ama siz en azından saçmalıyorsunuz!.. Hüseyin Beeeeeeeyyy! Sesim geliyor muuu? Orda kimse var mıııı?

Ali TARTANOĞLU - 21 Ağustos 2012 
http://www.heddam.com/
***

Döve Döve Demokrasi Ali Tartanoğlu






Döve Döve Demokrasi    





Cuma, Ekim 19, 2012














Ali Tartanoğlu


Zamanenin siyasal, sosyolojik, sanatsal, felsefi, ulusal, evrensel, ideolojik modası «demokrasi...»
Bir şeyin «moda» laşması, o şeyin enflasyonu demek. Biraz da değersizleşmesi, ayağa düşmesi demek...
Klasik liberal iktisat teorisi de, neo liberal iktisat da, hayatın kendisi de aynı şeyi söyler: Hangisi olursa olsun, para dahil bütün mallar, ne kadar çoğalırsa, ne kadar ihtiyaçtan, ne kadar tüketilebilecek, değerlendirilebilecek olandan fazla ise o malın enflasyonu var demektir ve paraysa değeri, yani satın alma gücü, başka bir mal ise fiyatı düşer. Değersizleşir. Hatta her şey normal olsa bile, kar hırsı yüzünden, daha da çok kazanma körleşmesi yüzünden mallar saklanır, yakılır, denize dökülür. Az olsun, hiç değilse az görünsün ki, kıymetli olsun.
Aslında bu durum, bütün toplumlar için, yüksek yerlerde durmasında, ayağa, dile düşmemesinde, her dakika ortalarda dolaştırılmamasında, kırmızı çizgi hatta kutsal sayılmasında çok büyük yarar olan, olması gereken hemen tüm kurumlar, hatta üst yapı kurumları için de geçerli. Ordu, üniversite-bilim, yargı, yasama... Devlet... Din, namus, bayrak, dürüstlük, yurtseverlik, hukuk, ahlak, milli irade, insan hakları, demokrasi...
Bu kurum ve kavramlar ne kadar çok kullanılıyorsa o kadar «dile düşmüş», değer kaybetmiştir. Sürekli namustan söz ediliyorsa biraz namus sorunu vardır. Sürekli ahlaktan, bayraktan, dinden, imandan, yahut demokrasiden söz ediliyorsa ahlakta, dinde, bayrakta, demokraside bir sorun var demektir. Ahlak, namus, din, bayrak, demokrasi değer kaybediyor, ayağa, en azından «dile düşüyor» demektir. Daha açığı, bu kavramları bu kadar sık kullananların bu kavramlara saygılarında bir defo var, ahlaklarından, dinlerinden, namuslarından, demokratlıklarından endişeleri var demektir. Namuslu adam neden sürekli «ben çok namusluyum» deme gereği duysun?!... Gerçekten namuslu adam, vıdı vıdı namusluyum diyip durmaz; namuslu «OLUR», namuslu DAVRANIR o kadar
İşin acı tarafı, bütün bu değerleri ayağa düşürenlerin bunu yaparken, sanki onları kutsallaştırıyormuş gibi görünmeleri... Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bu kurum ve kavramları kültleştiriyorlar, bir yarı din, hatta tam din olarak dayatıyorlar. Hakikaten öyle olsa endişeye mahal olmaz. Ama öyle değil. Geniş kitlelere yahut kendilerinden farklı düşünenlere, düşünebilecek olanlara karşı kültleştirdikleri, dinleştirdikleri kurum ve değerleri, asıl kendileri çiğneyip eziyorlar. Ahlakı, namusu, kendi ahlaksızlıklarını, namussuzluklarını peçelemek için çok kullanıyorlar. Çünkü kendileri çok ahlaksız, çok namussuz... Dini çok dile getiriyorlar, sürekli «din» diyip duruyorlar, belki pratiğe de çok yansıtıyorlar; ama Müslümanlıkları çok tartışmalı... «Aptesli Müslümanlar» dedirtecek kadar...
Bayrağı, orduyu, kendi vatan satıcılıklarını, bayrak, ordu düşmanlıklarını gizlemek için de milliyetçiliği dillerinden düşürmüyorlar.
Bunun en çarpıcı örneği, günümüzde «demokrasi» ... Bakın dünyaya... Demokrasi adına, güya demokrasi uğruna neler oluyor... Ne kanlar dökülüyor, ne acılar çekiliyor. Ama tam tersine vahşet, baskı, terör, tek seslilik, acımasızlık, haksızlık, kötülük, kan, korku, dehşet artıyor sürekli...
Geçmişin düşmanı komünizmdi. Hedef sosyalist-komünist, hatta az da olsa sola kayması muhtemel bütün ülkelerdi; slogan da «hür dünya, serbest piyasa» idi. Topla tüfekle değil, ama her türlü hileyle, kışkırtmayla, psikolojik harple Sovyetler Birliği ve sosyalist blok dağıtıldı. Doğal kaynakları dışında hemen hiçbir şey üret(e)meyen, hemen hepsinin başında diktatörlerin bulunduğu, demokrasi ile alakası bulunmayan kaç tane devletçik çıktı ortaya...
Yugoslavya parçalandı, parçaları da parçalandı; halkı çok kanlı bir şekilde birbirine kırdırıldı. Çekoslovakya ikiye bölündü. Romanya'nın devlet başkanı kendi halkına kurşuna dizdirildi. Gürcistan bölündü. Ukrayna, Beyaz Rusya'nın, Estonya'nın başı dertten kurtulmuyor. Doğu Almanya yok.
Gürcistan'ın, Ermenistan'ın, Osetya'nın, Çeçenistan'ın, Tataristan'ın, Azerbaycan'ın, Kazakistan'ın, Kırgızistan'ın, Özbekistan'ın, Tacikistan'ın, Moğolistan'ın, Macaristan'ın, Bulgaristan'ın, Polonya'nın, Slovakya'nın, Çekya'nın, Hırvatistan'ın, Sırbistan'ın, Bosna'nın, Makedonya'nın, Kosova'nın, Karadağ'ın, Moldovya'nın, Estonya'nın, Ukrayna'nın, Beyaz Rusya'nın bir kısmı Avrupa Birliği'ne, NATO'ya alındı; hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil!!!...
Ama emperyalizme kafa tutmuyorlar ya... Artık demokrat olmuşlardır, dünyaya hükümran olduklarını sananlarca... Kan ve can vererek, acılar çekerek, toplu kıyımlara uğrayıp, toplu mezarlara gömülerek, kadınları tecavüze uğrayarak, Sırp-Hırvat-Boşnak karı koca, baba oğul dahi birbirini ihbar eder hale gelerek, yani düpedüz dövüle dövüle, zorla sözüm ona «hür dünya» ya katılmış, demokrat olmuşlardır ama hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil. Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı emperyalizmi, demokrasi adı altında sömürmek ve köleler yaratmak için döverken, birbirine kırdırır, bombalarla bölerken Ortodoks Hıristiyanlara bile en küçük bir imtiyaz tanımadı.
Pakistan'ın, Afganistan'ın hali malum... Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı bu iki ülkede tam anlamıyla yere çakılmış ama bu iki ülke de içler acısı, kan revan... İlkel, çaresiz iki bataklık... Emperyalizm bütün küstahlığına rağmen oralara demokrasi götürdük, götürüyoruz diyemedi, diyemiyor.
Bengaldeş... Var mı yok mu belli değil. Amerika ve Avrupa, Bengaldeş'e demokrasi götürmeye bile tenezzül etmiyor, artık öldüre öldüre dövmüyor da.
Endonezya, Malezya, şeriat diktatoryası altında olsalar da, vaktiyle yüz binlerce can vererek yeterince dövüldükleri için, emperyalizm artık demokrasi götürmeye ihtiyaç duymuyor. Filipinler, Amerika'ya hep itaat ettiği için hep Markos demokrasisi idi; Amerika'dan beyzbol (demokrasi diye okunur) sopası da yemedi.
Vietnam... İç durumu nedir bilmiyoruz ama, vaktiyle Amerika'ya çektiği hayranlık uyandıran, Amerika'nın bile unutamadığı falaka sayesinde Libya, Suriye vb. muamelesi görmüyor. Umarız görmeyecek de...
Çin, emperyalizmin demokrasi değilse bile sömürü dayağını yeterince yemişti. Şimdi emperyalizmin hem çaresiz umudu, hem korkulu rüyası, hem de en büyük düşmanlarından biri...
Japonya, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi sayılsa da, üzerinde hala Amerikan beyzbol sopasının gölgesi var.
Rusya malum... 1989/91 arasında olan oldu zaten. Yine de artık Amerika'nın istediği gibi demokrat değil. Ama Libya, Suriye misali demokrasi köteği çekmeye Amerika'nın cesareti de gücü de yok. Olsa olsa yine sinsi sinsi, kalleş kalleş, alttan alta bir şeyler yapar.
Katolik Hıristiyan Güney Amerika, kan, can, çok büyük acılar, sömürü bedeliyle 20'inci yüzyıl sonuna kadar aynı dayağı yemişti. Bir kısmı hala yiyor. Ama onlar, sosyalist değilse bile, baya ciddi sol, daha da önemlisi antiemperyalist politikalarla sıralarını savmış; Amerika, bilmediğimiz kötücül entrikaları yoksa, onlara karşı pes etmiş görünüyor.
Zavallı Afrika... Emperyalizmin iki yüz yıldır, demokrasinin lafını bile etmeden alabildiğine sömürerek, köleleştirerek dövdüğü bir kıta. Hala dayak yiyor. Ama yine demokrasiden söz eden yok. Yani demokratlaştırılmak üzere değil, bitmek tükenmek bilmez sömürü hırsı uğruna dayak yiyor. Emperyalizm Rodezya'da, Somali'de, Sudan'da yüz binlerce insanın öldüğü son derece vahşi, kanlı iç savaşlar çıkarırken bu hırsını «demokrasi götürmek» diye gizlemeye bile gerek duymadı.
Kenya'nın Atatürk'ü diyebileceğimiz Kenyatta'nın sözleriyle, emperyalizm 20'inci yüz yılın başında medeniyet getirdik diye ellerinde İncil'le gelip, Afrikalılara gözlerini kapattırarak Hıristiyan duaları öğretmiş, Afrikalılar gözlerini açtığında, topraklarının emperyalistlerin kaptığını, kendi ellerinde ise sadece İncil'in kaldığını görmüşlerdi.
Sömürgecilik vahşetinin en vahşi biçimde yaşandığı iki yüzyıl içinde köle olarak satılmak üzere Amerika'ya götürülürken ölen-öldürülen Afrikalıların sayısı, Sovyet kaynaklarına göre 200, Batı kaynaklarına göre bile 50 milyon. Elde kalan İncil'in somut anlam ve sonucu bu!!... Tek fark, o zaman demokrasi götürmek yerine medeniyet götürmek denilmesinden ibaret.
Afrika'nın kuzeyi biraz farklı idi... Fas, Tunus, Libya, Cezayir, Mısır, emperyalizme yine damardan bağlı idiler. Ama 2000 öncesinde Cezayir'de yaşanan fanatik İslam vahşeti dışında kendi yağlarıyla kavrulup gidiyorlardı. Bir de Libya, Batı Berlin'de bombalanan bir diskotekte bir Amerikan vatandaşının ölmesi üzerine Amerikan uçaklarınca bombalanmış, Kaddafi'nin evlatlık kızı ölmüştü.
Bunların dışında Batı emperyalizmi, bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana demokratik biçimdi yönetilmeyen bu ülkelerin hiçbirine döve döve demokrasi götürmeye kalkmamıştı 2010'a kadar.
Döve döve demokratlaştırma Afganistan'da zaten devam ediyordu. Büyük şeytan «Komünist SSCB» nin işgaline uğrayan ülke, Amerika'nın «şefkatli» (!) kucağında yetiştirilmiş bilumum İslamcı terör örgütleri aracılığıyla «komünist» işgalden kurtarıldı. Ama bu defa aynı terör örgütlerinin eline düştü. Amerika Afganistan'ı şimdi de Taliban'dan kurtarmak için uğraşıyor, demokrasi fısıltısı ile... Ama Afgan halkı yine dayak yemeye devam ediyor.
Amerika kırk yıllık adamı, kışkırtmalarıyla İran'a saldırmasını sağladığı ve kırk yıldır demokrasiyle filan alakası olmadığını pek ala bildiği Saddam Hüseyin Irak'ını da birden demokratlaştırmayı akıl etti. Kitle imha silahı var diye başlattığı işgali, bu silahları bulamayınca Irak'ı demokratikleştirmeye dönüştürdü. Kadim adamı Saddam Hüseyin'i demokrat değil diye, Çavuşesku gibi yine kendi halkına astırdı; bir buçuk milyon Irak'lıyı öldürdü, birbirlerine öldürttü, ülkeyi böldü, halkı böldü... Ama Irak hala mutlu, müreffeh ve en önemlisi demokrat değil.
Kuzey'de bir Kürt devletçiği yarattı. Kendiliğinden, Tanrının lutfuyla seçimsiz meçimsiz başa geçmiş kaba saba bir aşiret reisi tarafından yönetiliyor. Ama Amerika, Irak'ın Kuzeyi'ne demokrasi götürmekten söz etmiyor.
Dört başı mamur aşiret ağası şeyhler ve saire tarafından yönetilen Suudi Arabistan'a, Katar'a, Bahreyn'e, Umman'a, Kuveyt'e demokrasi götürmekten de söz etmiyor Amerika.
Amerika İran'ı demokratlaştırmaktan da söz etmiyor. Oysa orası da bir Şii şeriat diktatörlüğü... Seçim meçim işin masal tarafı. Ama Amerika İran'dan sadece uslu durup kendisine kafa tutmamasını ve bir de İsrail'i korkutmamasını istiyor. Irak'la İran'ı, demokratikleştirmek için değil, yine ABD olarak kendisi değil ama birbirine dövdürtmüştü.
Ama Tunus'u, Libya'yı, Mısır'ı şu veya bu ölçüde döve döve sözde demokratlaştırdı. Üç ülkede de iktidara demokrasi ile hiç alakaları olamayacak şeriatçı faşist İslamcılar geldi. Böylece üçü de demokrat(!) olmuş oldular.
Amerika'nın kafası şimdilerde Suriye'ye takılı. İlle orayı da demokratlaştıracak.
Nasıl?
İktidarı kendisine sadık olacağını sandığı Müslüman Kardeşlere, Selefilere, El Kaidecilere devretmek üzere... Durmadan kan akıyor Şam'da, Halep'te. Amerika yine perde gerisinde; Türkiye'ye karargahlık yaptırıyor. Silahlar ve katiller Türkiye'den girip çıkıyor Suriye'ye. Hesabı Suudi Arabistan'la Katar ödüyor. Yani yine Suriyeliyi Suriyeliye, Müslüman'ı Müslüman'a kırdırtıyor. Kendisinin artık mecali, takati, parası kalmadı. Rusya'dan korkuyor. Havadan bombalamaya bile yanaşamıyor...
Ve Türkiye...
Aslında bütün bu ülkelerin arasında «demokratlaştırılmak» (!) için en uzun süredir en çok dayak yiyen, birbirine dövdürtülen ülke Türkiye. En az elli yıldır... Darbeler, sağ-sol çatıştırmaları, Alevi kıyımları, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş kıyımları, Ermeni saldırıları, Kıbrıs ve nihayet PKK terörü... En az 40 bin kayıp... Irak dışında dayak yiyenlerin hiçbirinin bu kadar kaybı yok.
Kaç öldük, kaç öldürüldük? Kaç öldürdük birbirimizi? Ne kadar kaynak harcadık? Kalkınmamız ne kadar geri kaldı? Yahut kısaca ne kadar dayak yedik?
Eskiden, ülkenin gençleri birbirini kırar, emek zahmet yetişmiş, yetiştirilmiş aydınları keklik gibi birer birer düşürülürken, darbe dönemlerinde binlerce kişi hapislerde, işkencelerde çürür, idam edilir, sokak ortasında sırtından vurulur, kahvelerde taranırken ve darbeci askerlere, faşist katillere kimse «demokrasi»demezken, şimdi darbe yapmamış askerler, yazarlar, gazeteciler, profesörler, polisler, daktilo memureleri dahil hepimiz bu kez «demokrasi» sopasıyla dayak yiyoruz. Birileri bizi zorla, hapis mapus, ölüm zulum, kan revan demokrat ediveriyor.
Hukuk tarümar...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor içeriden dışarıdan sayısız sırtlan.
Eğitim, sağlık darmadağınık...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor sırtlanlar.
Tek kişi, kendi istediklerini kanun haline getirip, koca bir toplumu zorla dönüştürüyor.
«Hayır. Yanılıyorsun. Yapılanların hepsi demokrasi...» diyor sırtlanlar.
PKK terörü diyorsunuz... O bile hak, özgürlük, demokrasi mücadelesi imiş!..
Yani dayak yiye yiye, öldüre öldüre, yoksullaştıra yoksullaştıra demokrat ediveriyorlar bizi. Hayrına... Pek severler ya Türkleri... Kürtleri...
Demokrasi memokrasi lafı güzaf. Irak, Libya, Mısır, Tunus, demokrat mı şimdi? Mübarek'in yerine Müslüman kardeşleri getirdiniz. Adamlar parlamentoya, kadın öldükten sonra ilk altı saat içinde eşi ölüyle cinsel ilişki kurabilmeli diye kanun teklifi verdiler. Saddam'ı astınız. Yerine gelen Şiiler ülkeyi bir anda türbana bürüyüp İran'a çevirdiler. Tunus'ta Müslüman-cılar iktidar oldu. Libya'nın ne halt olduğu bile belli değil. Amerikalı diplomatlar göstere göstere, ayin yaparak öldürüldü. Esad'ın yerine ondan daha demokrat diye Selefileri getirmek istiyorsunuz.
Zeynel Abidin, Kaddafi, Mübarek, Saddam, Esad hiç değilse laikti. Hiç kan dökülmüyordu bu ülkelerde; hele din uğruna hiç dökülmüyordu. Videoya kaydede kaydede kafa kesilmiyordu. Şii, Sünni birbirini boğazlamıyordu. Afganistan'da Babrak Karmal'ın yerine getirdiğiniz Karzai'yi kendiniz bile adam yerine koymuyorsunuz. Çünkü ülke hala Taliban'ın kontrolünde... Karzai, hatta NATO güçleri Kabil'in dışına kafasını uzatamıyor.
Maksat demokrasi filan değil; kendi içinde ne kadar karanlık ve kara olursa olsun, dışarıda Amerika ve Batı emperyalizmine kaynak yapmış krallar, şeyhler, başkanlar ve saire...
Ama yine anlaşılamıyor.
Birincisi... Maksat gerçekten demokrasi ise 30 yıldır Kaddafi'ye, Abidin'e, Mübarek'e niye tık çıkmamıştı? Şimdi Suudi Arabistan'a niye ses çıkmıyor? Geç mi uyandınız, şimdi mi aklınıza geldi?
Niye öldürerek, bombalayarak, bir an evvel demokrasi(!)? Öldürerek, öldürterek alel acele demokrasi olur mu? Demokrasi döve döve, öldüre öldüre mi getirilir? Maksat gerçekten demokrasi ise, 30, 40, 50 yıldır sesinizi çıkarmadığınız adamları, halkları 30, 40, 50 yıldır adam gibi konuşa konuşa, eğite eğite, ikna ede ede, göstere göstere, demokrat yapamaz mıydınız? Madem bu kadar zamanınız vardı, öldürmeden, yakıp, yıkmadan, insanları, ülkeleri, ulusları, dinleri, mezhepleri, konu komşuyu birbirine düşman etmeden medeni bir şekilde (madem siz medenisiniz biz yabaniyiz!..) eğiterek, ikna ederek demokrasi olmuyor mu?
30, 40, 50 yıl bu Kaddafi, Abidin, Mübarek, Esad yine diktatördü. Hiç kılınız kıpırdamadı; sadece size sadakatlerine baktınız. Şimdi ne oldu, hangi treni kaçırıyorsunuz?
İkincisi... Eğer tarihte bir kez dürüst olup «yahu sen bakma bizim medeniyet, demokrasi geveleyip durduğumuza. Biz sömürmek istiyoruz. Yatırım mekanı olarak, pazar olarak sömürmek istiyoruz; o ülkelerin kaynaklarını, petrolünü, altınını, başka madenlerini, suyunu, kedisini köpeğini, çiçeğini böceğini, tarihini ve saire sömürmek istiyoruz. Ama bunun için de ne yönetenlerin ne de halkların «yeter artık» dememesi lazım. İşte bunun için...» diyecekseniz...
Kaddafi'yi kendi halkına öldürtmeden önce Libya'yı, Saddam'ı kendi halkına astırtmadan önce Irak'ı sömürmüyor muydunuz? Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam size ne zaman «hayır!..» dedi? Libyalılar, Tunuslular, Mısırlılar, Iraklılar ne zaman «emperyalist taleplere hayır demedi» diye, ulusal çıkarları korumadı diye Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam'a karşı ayaklandı?
Adam gibi iş yapıp, ben senin petrolünü daha ucuza almak, kendi mallarımı sana daha çok ve daha pahalıya satmak istiyorum dedin de buna bile hayır mı dediler? Sen petrolü bedava alıp, kendi malların karşılığında bütün ülkeyi sırtlayıp götürmek mi istiyordun?
Bu olamayacağına göre... İlle de öldürme, linç etme, parçalama vahşiliği niye?
Sömürmek içinse sömürü zaten vardı.
Demokrasi diye değil; çok açık.
Türkiye'de 60 yıldır sol yok ediliyor, emek, emekçi, çalışan eziliyor. Bunların ses çıkarmaması için ne gerekiyorsa, doğa belgesellerinde aslanın karacayı yakalayıp parçalaması gibi vahşice yapıldı. Ortada solun, sendikanın neredeyse esamisi kalmadı; var olanları «negligible» .
Eeee?
Namık Kemal'in dizeleri bile ne kadar saf, nahif kalıyor:
Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten
(Ne kadar büyüleyici imişsin ey güzel yüzlü demokrasi-özgürlük / Kölelikten kurtulduk gerçi, ama bu kez de senin aşkının esiri olduk...)


..

28 Nisan 2015 Salı

Demokrasi, Güldürü ve Müjdat Gezen





Demokrasi, Güldürü ve Müjdat Gezen,




Pazartesi, 03 Eylül 2012 08:00
Bıçak Sırtı
Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com


aptal-mujdat-gezen

- Siyaset ve güldürü sarmalında oynarken yaşayan, yaşarken oynayan bir insan...
- Acımasız gerçeklerle hayal dünyası arasında gelip giderken acıyı güldürerek tattıran bir beceri...
- Toplumun ağır ve baskıcı sorunlarını en sade ve alçakgönüllü bir biçimde sunan insan.
Onun adı Müjdat Gezen, benim Vefalı dostum ve kardeşim.
En acılı günlerimde bana destek verirken, yine de gülüyorduk ağlanacak halimize Müjdat’ın dünyasından bakarak.
Dedim ya o yaşarken oynayan, oynarken de yaşayan ayrıcalıklı bir sanatçı, acıyı bile gülerek karşılamamı sağlayan bir dost.
“Aptal” adlı oyununda toplumsal aptallıklarımızı çok zekice sunuyordu izleyenlere.
- Dostlarıyla birlikte ortaklaşa bir oyun sergiliyordu sanki...
- Herkes hem kendisi, hem başkaları için oynuyordu, en başta Müjdat...
- Aptallıklarımızı (ve aptallarımızı) sunuyor gibi yapıp üçkâğıtçılarımızı, madrabazlarımızı, toplumu ezenleri anlatıyordu bana göre...
- Aptal olarak sunulanlar sadece birer araçtılar, büyük tehlikeleri örten, gizleyen konu mankenleri...
- Müjdat’ın esas sorunu, kendilerini akıllı gösterip toplumu aptallaştıranlar idi...
- “Aptal” oyununun adı “Üçkâğıtçı ya da Sülün Osman” olabilirdi. Aptal, gerçekte aptalı işaret etmiyordu; toplumu aptal yerine koyanları gösteriyordu.
O kimdir?
- Müjdat sadece Vefa Lisesi’nde okumuş “Fatihli” ya da “Aksaraylı” bir İstanbul efendisi değildi.
- O Anadolu’nun bağrından kopmuştur.
- Doğu’nun, Batı’nın birleştirici özelliklerini taşıyan uzlaştırıcı bir insandır.
- Aydınlığın ve uygarlığın güldürü, tiyatro ve sinemadaki yansımasıdır.
Ve benim çok sevdiğim bir dostumdur.
Yakın tarihe baktığımızda ressam, filozof, tiyatrocu, müzisyen pek çok sanatçının Avrupa’da büyük sınav verdiklerini gördük.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında kimi sanatçılar, fikren karşı çıktıkları iktidarlara yaklaşırken bazıları da ödün vermeden düşüncelerine sadık kalmışlardır.
Buna örnek olarak “Bıçak Sırtı” köşemde, Atatürk Türkiyesi’ne sığınan Alman asıllı Profesör Fritz Neumark’tan birkaç defa söz etmiştim.
Neumark Türkiye’ye sığındığı için, kimi eski arkadaşları ona arkalarını dönmüşler, mektuplarına yanıt bile vermemişlerdi.
Bunlar arasında bazı Alman sanatçılar da vardı.
Müjdat Gezen’in “Aptal” adlı oyununu izlerken bunu düşündüm.
Müjdat’ı kendi penceremden sizlere sunmak istedim.
Çünkü o benim için özel bir insandır; bir sanatçı, bir düşünür, Vefalı bir dost ve bu toprakların alçakgönüllü bir vatandaşı olarak sizin çok iyi bildiğiniz insan.
Müjdat Gezen bana göre, “Burjuva olmamış nadir bir kentsoyludur”. Fatihli, Aksaraylı, Vefalı ve İstanbulludur.
Bundan iyi kanıt olur mu?
Hasan Âli Yücel’lerin, Mehmet Akif’lerin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ların yetiştiği mektepten çıkmış zarif bir insandır.
Sana, o gerçekleştirdiğin özgün ve çağdaş eğitim kurumlarında nice başarılar diliyorum.



..

27 Nisan 2015 Pazartesi

Arkadaşını Satan General., Ülkesi için Savaşamaz,





Arkadaşını Satan General., Ülkesi için Savaşamaz,



 Bülent Esinoğlu
 05 Ağustos 2012, 18:40

Yüksek Askeri Şura’da, tutuklu 40 general emekli edildi.

Amerika’nın Türk Ordusu içinde on yıldır sürdürdüğü operasyon, Amerika açısından başarı ile tamamlanmıştır. Kemalist generaller tasviye edilmiş, Amerika ve irtica ile uzlaşı içerisinde çalışabilen generallerle, yola devam kararı alınmıştır.
Bir subayı subay yapan düşmana karşı olan mücadele inancıdır.
Bu gün, ülkenin Düşmanı Amerika ve onun uzantısı olan ayrılıkçı kesimler ve PKK’dır.
Hem Amerika ile işbirliği yapacaksınız, hem de onun uzantısı olan bölünmeden yana olan bileşenleri ile işbirliği yapacaksınız.
Siz bu savaşı kazanamazsınız.
Çünkü bu savaşı kazanmak için önce irade gereklidir. İradesi olmayanın isterse elinde dünyanın en iyi silahı olsun, kazanamaz.
İnanç, bir yok odlumu, her şey kaybolur. Hayatın anlamı dahi yok olur.
Nitekim bu komuta kademesinin ağır başarısızlıkları ortaya çıkmaya başlamıştır.
Yığınak’ta hata yapmış hedefi şaşırmıştır.
Asıl hedefinin bölücülük olması gerekirken, Suriye meselesinde Amerika’nın Büyük Ortadoğu Proje görevlisi olan, Eş başkanlığın talimatına topuk selamı verilmiş ve yığınakta(Stratejide) büyük hata yapmıştır.
Yığınakta hata yapmak demek girdiğiniz savaş, sizin istediğiniz yerde değil de, düşmanın istediği yerde devam ediyor demektir. Savaş başka yerde, siz başka yerdesinizdir.

İrade size ait olmayınca, savaş da sizin savaşınız olmaz.

Türkiye’nin varlık yoklu meselesi olan bölücü terör bir yerde dururken, siz cephe gerisini yeterince sağlam tutmadan, Suriye için yığınak yaparsanız bölücü terör ile savaşacak irade bulamazsınız.
Fazla bir şey söylemeye gerek yok. Şemdinli’de bir günde ölen, 8 Mehmetçik insanın yüreğini darmadağın ediyor.
Artık başarısızlığa kimsenin tahammülü kalmadı.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com

Operasyon Manyağı olduk,




Operasyon Manyağı olduk,




 Bülent Esinoğlu
 12 Ağustos 2012, 10:40


Amerika’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Türkiye’deydi. Kapalı kapılar arkasında neler konuşuldu bilinmez ama bilinen bir şey var ki, bu kadın ne zaman Türkiye’ye gelse, Türkiye biraz daha çukura batıyor.
Önce şunu ifade etmek gerekir.
Sağlıklı olmayacak ölçülerde, Amerikancılığı yaşadığımız şu dönemlere, eğer bir isim vermek gerekecekse, manyaklık derecesinde Amerikancıların, istedikleri gibi, Türkiye’yi yönettikleri yılardı, denilebilir.
Çünkü Amerika ile olan bu işbirliğini, sadece, AKP’nin iktidarda kalması için uyguladığı bir süreç olarak almak eksik olur, kanaatindeyim. AKP’ye destek veren kendini aydınım diye kamunun önünde sergileyenlerde de, manyaklık ölçüsünde Amerikancılık var.
Kamuoyu yoklamalarında, dünyada Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ülke, Türkiye olmasına karşın, medyada Amerikan yanlısı görüş ve düşünceler en yoğun biçimde sergilenmektedir.
Bunların bir kısmına, zaten CIA ajanıdır, desek bile, manyaklık derecesinde Amerikancılık yapanların, bu kadar yoğun olmasını, gene de izah etmiş olamayız.
Neyse, bu hastalıklı halin izahatını psikologlara bırakalım ve günümüze dönelim. Clinton, bu gün, bizimkilere ne talimatlar verdiğini, Clinton’un ağzından çıkan sözlerden anlamaya çalışalım.
Tabi konu Suriye’ydi.
“Bu güne kadar, ortak bir operasyonel resim ortaya kaymak istedik” dedi.
Davutoğlu’da Suriye’de ortak çalışma guruplarından söz etti.
Bu iki cümleyi birleştirince ve cümlelerin birisinde de, operasyon sözcüğü olunca, kapalı kapılar arkasında nelerin konuşulduğu hemen ortaya çıkmış oldu.
İstihbarat işbirliği, ortak çalışmanın, esas teması olmuş.
Daha açık ifade edersek; “CIA ile birlikte yapılan çalışmalara kurumsal bir nitelik kazandıralım” denmiş.
Diyeceksiniz ki, zaten CIA ile Suriye’de, birlikte iş yapmıyor muyuz? Elbette yapıyoruz. Kamplarda, Amerikan El – Kaidesine lojistik ve eğitim veriyoruz.
Ancak görünen o ki, bu birliktelik Esad’ı devirmek için yeterli değildir. Daha iyi işbirliği ve daha çok operasyonel olmak gerekmektedir.
Ordumuza operasyon, gazetecimize operasyon, parti yöneticilerine operasyon, ihalelere operasyon, YÖK’e operasyon, operasyon üstüne operasyon.
Daha çok operasyonel olmak için, daha örgütlü olmak gerekir. Bunun içinde operasyon yapan istihbaratçıların tek elden yönetilmesi gerekmektedir.
Sözün kısası, Türkiye’nin istihbarat birimlerinin başına CIA’nin kıdemli uzmanlarını yerleştirelim isteği dile getirilmiş olmaktadır.
“Bu kadar operasyon yetmez, daha çok operasyon yapmak gerekir” anlaşmasına varıldığı çok açık ortaya çıkmaktadır.
Kara Gümrük Çetesinin Başı, seni Mermi Manyağı yaparım demişti. Bu ifade Türk halkının hafızasına kazınmıştı.
Galiba, Amerika’nın dünya ölçeğinde sürdürdüğü örtülü savaşlarda, yaptığı operasyonlar(cinayetler), kendileri için o kadar sıradanlaşmış ki, kadın operasyondan başka bir şey bilmiyor.
Bu gidişle bizi de, operasyon manyağı haline getirecek.
Benzetmeler bir tarafa, ülkemizin kendi iradesini, her geçen gün, Amerika’ya biraz daha teslim eder olması, bir felaketin de habercisi olarak görünmektedir.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com

..