Ali Tartanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Tartanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2018 Cumartesi

Mesele “Bağımsız Devlet”tir!..


Mesele “Bağımsız Devlet”tir!..


Ali TARTANOĞLU 
28.06.2010


Mesele Kürtçe Türkü çığırma, Kürtçe köy adı filan değil, mesele bal gibi “bağımsızlık”tır. …

Yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz.
Bir sürü deyyusu ekberin “demokrasi”, “ortak akıl” zırvasından geçilmiyor.“Çözüm”müş…

Yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz.

Kimi “dostlar” vakur ve akil bir havayla akıl veriyor: “Siz çok kızmışsınız. Olmaz. Kızarak olmaz. Hoşgörüyle, sevgiyle yaklaşacaksınız…” Çözümmüş…

Seçim barajı kaldırılmalıymış, anadilde eğitim hakkı tanınmalıymış, köy adları değiştirilmeliymiş… “Çözüm”müş!!!…


Yav “yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz”; anlamıyor musunuz???!!!… Şu anda saat 18.30. Yeni şehit haberi almamak için on iki saatimiz var. Ne yapacaksanız bu sürede yapacaksınız.

Efendim operasyonlar dursunmuş… Yav Gediktepe’de kum çuvallarının arkasında ayakta veya çömelerek durup duran benim. Birileri karşıdan geliyor saldırıyor, öldürüyor, ben de gidip yalandan bir yerleri vuruyorum. Saldırıya cevap veriyorum.

Onu da mı yapmayalım?!.. E iyi o zaman; Kandil’i ve İmralı’yı Ankara’ya taşıyalım; bir temsilcilik açsınlar; serbestçe, özgürce, demokratik bir şekilde Başbakanlığa saldırsınlar… Oldu olacak!…

Bu bir.

İkincisi…

O askercikler, köy adları değiştirilmediği, Kürtçe ilk mektepler, orta mektepler, Kürtçe hukuk, tıp vb., fakülteleri açılmadığı için mi şehit oldu çarpışa çarpışa?!.. Köy adları için insan öldürülür mü?!
..
Tersinden soralım: Köy adları değiştirilmiş, Kürtçe eğitim veren mektepler açılmış olsaydı o çocuklar şehit olmayacak mıydı?!..

30 senedir habire veriyoruz. Kart-kurt dendi diye kızıyorlardı; TRT şeşe beşe, mecliste gruba (öteki partilerdeki Kürtler hariç) kadar geldik. Onlar öldürdü biz verdik, onlar öldürdü biz verdik. Şimdi yine öldürüyorlar, biz hala vermekten söz ediyoruz. Öldürdükçe alıyorlar, öldükçe veriyoruz…

Başımızda bir bela var. Osmanlıyı yad etmek diye, sorun çözücü Türkiye diye İsrail’e, Amerika’ya, yedi düvele sözüm ona kafa tutuyor. Gazzelileri korumak için… İran’ı savunmak için… Miş!!.

Dayılanacaksan Amerika’ya, kendi sorunun için dayılan. “Ne notası, müzik notası mı!.. Amerika’ya nota mı verilir” diyeceğine, kafana çuval geçirildiğinde dayılansaydın. Senin üstüne vazife mi Gazze’nin Filistinlisi, Acem’in atomu, nükleeri! Ayranı yok içmeye, feraceyle gider …çmaya diye buna denir. Sen önce kendi sorununu çöz!..

Kak-git Mesut’u kırmızı halılarla ağırlayacağına, “ulan PKK bir daha saldırırsa seni yerle yeksan ederim” deseydin; Güvenlik Konseyi’nde İran için gostaklanacağına, Amerika’ya “arkadaş, Apo’yu bir gecede bana teslim eden sensin. PKK’yı da bir gecede toparlayacaksın. Yoksa ben toparlarım. Karşıma peşmerge çapulcuları da çıksa toparlarım, sen de çıksan toparlarım” deseydin de bi’ görseydik kahramanlığını!..

Efendim bu Amerika’yla savaş demek… Mi?

Eee??.. Amerika’yla savaş PKK’yla savaştan daha mı pahalıya mal olurdu? Daha mı çok ölürdük, daha mı çok kanar, daha mı çok ağlardık analı babalı, gelinli kızlı, çoluklu çocuklu? Az mı öldük, az mı kanadık, az mı ağladık!?!?!.. Aptal aptal İsrail ile savaşı göze alacağına, Barzani’yle, Amerika’yla savaşı göze alsaydın da, alsan da bir görsek!!!…

Daha dün değil miydi “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” dediğin?

Daha dün değil miydi “her ölen şehit değildir” dediğin?

Duymuyor musun, bilmiyor musun Ankara’nın burnunun dibinde Sincan’dan, Etimesgut’tan yükselen “PKK’nın vurduğu asker şehit değildir” alçaklığını?…

Silivri’deki nemrut savcın, Cudi’de savaşırken tutukladığı teğmen için “Cudiden paketleyip getirdim” demiyor mu; 6 ay sonra serbest bıraktığı teğmen kaldığı yerden devam etmek üzere yine Cudi’ye dönmüyor mu?

Deniz kuvvetlerinde general kalmadı tutuklanmadık, yargılanmadık. Adam tatbikattan gelip hakim karşısına çıkıyor, ifade veriyor, sonra yine tatbikata dönüyor.

PKK, terörist, Apo, kendi askerimizden kıymetli oldu. Öldürdükçe alıyorlar; aldıkça şımarıyorlar; her defasında bir öncekinden daha fazlasını istiyorlar.

Gediktepe’de çarpışmanın devam ettiği dakikalarda, ekranlarda, çözüm diye “12 Eylül’de Diyarbakır hapishanesinde…” diye başlıyorlar lafa…

Eee??.. Onun intikamı mı alınıyor şimdi?

Bir kere Evren otuz senedir hala sağ. Darbeci generaller anca ecelleriyle ölüyor. İşkenceciler sağ… Sen geliyorsun, o günlerde daha doğmamış, şimdi 20 yaşındaki askerleri öldürüyorsun.

İkincisi, 12 Eylül olmasaydı PKK da AKP de olabilir miydi? Ne intikamı!!.. 12 Eylül sizin sebebi hayatınız, ananız, babanız!!!..

Diyarbakır hapisanesinin baş gardiyanı Evren… “Çözüm federasyon” diyor şimdi. Utanmaz adam… AKP’nin cumhurbaşkanı Gül… Evren’i yere göğe sığdıramıyor. PKK Evren’e tek kelime etmiyor.

Gidiyor Ankara’nın Ulus’unda, İstanbul’un Halkalı’sında, Güngören’inde sivil çoluk çocuk öldürüyor.

Sonra da “biz ezildik, büzüldük” müş!..

Memleket sermayesinin, TBMM’nin üçte biri Kürt… Bu nasıl ezilmekse!..

Sanki Türk ezilmiyor, Laz ezilmiyor, Boşnak ezilmiyor. Türk’ün, Laz’ın, Boşnak’ın vb., ezileni yok mu? Kim eziyor, kim eziliyor; Muş milletvekili olduğu halde Milano milletvekili diye anılan BDP’li bunu bilmez mi? Bilir. Kendisi de ezenlerdendir de onun için “şehit” cenazelerine karşı “ama biz Kürtçe Türkü çığıramıyoruz da onun için” diye zibidilik eder.

Açık konuşalım. Bunun adı Kürtçe türkü, Kürtçe köy adı, Kürtçe eğitim filan değil. Kürt sorunu hiç değil. Kürt sorunu var da ondan terör var diyen, en adisinden alçaklık etmiş olur.

Kürt sorunu diyip duranlar, bırakın Türkleri (Türk’ü zaten adam sınıfından saymıyorlar), niye hiç Kürtlerin yoksulluğundan, eğitimsizliğinden, töre cinayetlerinden, ensest intiharlarından, kadının otuz bininci sınıf insan sayılmasından söz etmezler?

Kürtler sadece köy adlarından, Kürtçe eğitimden, Kürtçe konuşamamaktan mı şikayetçi; sorunları bundan mı ibaret? Ayrıca çoğunluğu kadın olmak üzere Kürtçe’den başka dil konuşamayan milyonlarca Kürt’ün Kürtçe sorunu ne demek? Nasıl oluyor bu?

Bunlar, bir takım tuzu kuru Kürt, Türk, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan, sivil, asker ve sair zibidilerin kamuflaj üniforması.

Asıl mesele, bal gibi “bağımsızlık”!!..

Tarihte Girit Meselesi, Bulgar Meselesi, Kıbrıs Meselesi, Eflak, Boğdan, Sırbistan Meselesi, Mora-Yunanistan meselesi ve saire nasıl halledilmişti, hatırlayınız. Yunanistan, Bulgaristan; Romanya ve Yugoslavya adı altında Eflak ve Boğdan bağımsızlık kazanınca, Girit Yunanistan’a, Kıbrıs İngilizlere verilince!.. Kıbrıs niye hala sorun? Yunanistan’a verilmediği için…

Bu meseleler, oraların Türk olmayan unsurları gerçekten ezildikleri için filan çıkmadığı gibi, o unsurların tek başına ve Osmanlı Devletine karşı verdikleri silahlı mücadeleyle de çözülmedi. Silahlı mücadele, sözde Türkler bu unsurları eziyor büzüyor gerekçesiyle ama düpedüz sivil Türklere karşı birer terör hareketiydi; perde arkasındaki Batılı ağalar güya bu unsurların Türkler tarafından ezilmesini önlemek üzere devreye girdiler ve bu unsurlar silahlı özgürlük mücadelesiyle değil, Batılı ağalarının Osmanlıya masa başında diz çöktürmesiyle bağımsız oldu.

Yoksa, Batılı Doğulu, Müslüman Hıristiyan, Türk veya Türk olmayan bir tek kişi, örneğin taa 1800’lerin ortalarında baş gösteren ilk Kürt ayaklanmalarının Osmanlı zulmü yüzünden olduğunu iddia edemez.

Tam tersine Yavuz’uyla, Kanuni’siyle Osmanlı, Kürt unsurunu, kendisi için de Cumhuriyet Türkiye’si için de, hem de gerek önemli bir kısım Sünni Türkleri gerekse Alevi Türkleri itip kakmak, ezmek pahasına, isyanlarıyla başımıza bela edecek kadar şımartmıştır.

Osmanlı’nın, kuruluş döneminde uyguladığı ve toprakta özel mülkiyet tanımayan miri sistemi, özellikle Alevi Türklere karşı kullanmak üzere bir takım Kürt aşiret reislerine sadece savaş zamanında asker sağlaması karşılığında toprağa dayalı beylikler vererek alt üst edip, bugün bile kurtulamadığımız toprak ağalığı (karşılığında toprak köleliği) sistemini başımıza bela eden de Osmanlıdır.

Kürt ağaları, bütün bunlara rağmen ve sadece topraktan kaynaklanan otoritelerini tehlikede gördükleri durumlarda (yani sırf bunun için) kendilerine köle bağlılığı içindeki gariban köylü kitlelerini kullanarak isyan etmiştir Osmanlı’ya da Türkiye Cumhuriyetine de. Kürt çobanlar dağda davar güderken Kürtçe türkü söyleyemedikleri için isyan etmiş değildir yoksa.

İmralı’daki eşkıyanın başında bulunduğu katil sürüsü (ki eşkıya başı dahil hiçbirisi bey çocuğu, ağa çocuğu, şıh çocuğu, seyit çocuğu değildir) bu nedenle mesela Ahmet Türk aşiretine, Kinyas Kartal aşiretine, İnan aşiretine, Septioğlu aşiretine saldırmamıştır da; gariban Kürt bebesini, gariban Kürt çobanını, gariban Kürt marabasını öldürmekte tereddüt etmemiştir.

Milano milletvekili olarak ünlenen BDP milletvekili, bu nedenle hep Türk tarafından general, politikacı çocuklarının askere gidip de şehit olmadığından dem vurur da; eşkıya sürüsü saflarında hiç ağa, bey, şıh, mir, seyit çocuğu bulunmadığından, hele kendi çocuklarından asla söz etmez.

Türk siyasetçisinin, matbuatının, aydının Türk genelkurmayına selam durduğunu sakız gibi çiğneyip durdular da, kendilerinin de İmralı’ya, Kandil’e, vaktiyle Bekaa’daki genelkurmaya selam durduklarından hiç söz etmediler. Hadi sıkıyorsa bir tanesi Apo’yu eleştirsin!..

Evet; yarın sabah yeni PKK saldırısı ve “şehit” haberleriyle uyanabiliriz. Ve evet; mesele Kürtçe Türkü çığırma, Kürtçe köy adı filan değil, mesele bal gibi “bağımsızlık”tır.

İstikametin bu olduğu son derece aşikardır. Hayat ve tarih böyle söylüyor.

Sosyal bilimlerde laboratuar olmadığını söyleyen ya zır cahildir, ya da yüz numara yalancıdır. Sosyal bilimlerin laboratuarı hayattır, tarihtir. Neresi olursa olsun, takvim yaprağı hangi tarihi gösterirse göstersin, benzer koşullar bir araya gelince benzer sonuçlar doğurur.

Ali TARTANOĞLU - 
28.06.2010
İlk Kurşun
http://www.ilk-kursun.com/


http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/2143-ali-tartanoglu-mesele-bagimsiz-devlettir



***

Sözün Bittiği Yer : İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!

Sözün Bittiği Yer : İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!


Ali TARTANOĞLU 
09 Ekim 2010

Adam işkenceci. İşkenceci bir polis.

Bunu kendisi söylüyor; hem de yazıyla, ıslak imzalı.
Mağduruna soruyorlar, «tanır mısın» diye; «Tanırım. İşkencecim olur!..» diyor.

«- «Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe «liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)

1 – Adam işkenceci. İşkenceci bir polis.

2 – Bunu kendisi söylüyor; hem de yazıyla, ıslak imzalı.

3 – Mağduruna soruyorlar, «tanır mısın» diye; «Tanırım. İşkencecim olur!..» diyor.

4 – Adam kendisini, «O dönem, işkence devlet politikasıydı, genel uygulamaydı. Hala işkenceci diye anılmaktan hoşnut değilim» diyerek savunuyor.

5 – Adam, sağcı, milliyetçi, muhafazakar; işkence yaptıkları ise solcu. O günlerin deyimiyle söylenirse, adam için işkence yaptıkları «komünist, vatan düşmanı, Rus uşağı» ; ondan işkence görenler içinse adam «Amerikan uşağı faşist!..»

6 – Adam yıllarla birlikte yaşlandıkça olgunlaşıyor, okuyor, kendisini olabildiğince geliştiriyor ve bir gün karşılaştığı mağdurlarından, pişmanlık makamında özür diliyor. Sonra, oturuyorlar bir masaya yiyorlar, içiyorlar; hatıra fotoğraflar bile çekiliyor. Sonra, bu iş giderek dostluğa, arkadaşlığa bile dönüşüyor.

7 – Gel zaman git zaman, adam bir kitap yazıyor; «Küpleri göğe kadar üst üste dizmişler, sonra en alttakini çekmişler; seyreyle gümbürtüyü» misali kıyamet kopuyor.

Adamı tutukluyor meslektaşları. (Evet «meslektaşları» .. Hele yargıçlar burada tamamen misafir sanatçı. Malum Silivri Divanı'nın başından beri işleyiş bu.)

Niye tutukluyorlar adamı?

Vaktiyle işkence yaptığı solcuların, «komünist, vatan düşmanı, Rus uşaklarının» örgütüne yardım ve yataklık yaptığı için!!!..

Devrimci Karargah diye bir örgüt var mı yok mu? Öyle görünüyor ki bu örgüt polisin uydurduğu, joker olarak kullandığı hayalet bir örgüt. Birisine kafayı taktılar mı yamayıveriyorlar. Tıpkı «Ergenekon Darbe Örgütü» gibi...

Ama «velev ki» var.

Adam bu örgüte gerçekten yardım ve yataklık mı yapmış? Polis rüşvet alabilir, başka her türlü suçu da işleyebilir. İnsandır nihayet. İcra ettiği meslek de suçluyla uğraşmak... Olur böyle şeyler. Ama artık «faşist» olmasa bile hala «milliyetçi muhafazakar» olan, hatta gazetelere gönderdiği mektupta «ben cemaate karşı değilim» diyen bir insanın, hele bir polis şefinin solcu örgüte yardım ve yataklık yapması da akıllara ziyan bir iş, bir iddia...

Ama velev ki adam o örgüte yardım ve yataklık yaptı...

Geldiğimiz nokta öyle bir nokta ki; bunların hiiiiiiiç birinin hiiiiiiiç bir kıymeti harbiyesi yok!...

Çünkü...

Adam, kendini yetiştirip, olgunlaşıp, durmuş oturmuş bir insanı kamil oluncaya kadar, otuz yıl öncesinden belki yirmi yıl öncesine kadar işkence yapmış. Ama ne o gün ne de bugün, başta kendisini tutuklayanlar olmak üzere bu ülkede bir Allahın sorumlu kulu «hooop Kandıralı sen de dur! Gel bakalım. Sen nasıl işkence yaparsın...» diye sormamış, incelememiş, soruşturmamış, hele hele tutuklamamış...

Ama ne zaman, işkence yaptıklarıyla dost olmuş, işte o zaman «gel bakalım; sen bu komünistlere yardım ve yataklık yapıyormuşsun» diye tıkıvermişler kodese!.. (Tabi, işkenceci ile mağdurunun dost olması da çok ilginç; ama bizim konumuzla hiç ilgisi yok.)

Elbette, «niye bizi teşhir eden kitap yazdın? Niye bizi bakanlara, başbakana, genel müdüre şikayet ettin» diye tutuklayamazlardı. Elbette «Devrimci Karargah Örgütüne yardım ve yataklık», «suyumu niye bulandırıyorsun» kabilinden, çocukların bile yutmayacağı, insan aklıyla alay eden, kaba saba bir bahanedir sadece.

Ama olsun; kullanılıyor ya!.. Bu kadar zekadan yoksun bir bahaneyi üretip kullanmakta hiç pervaları yok ya...

Sözün, umudun, güvenin bittiği yer, karanlık bir çaresizlik ve yalnızlık çukurunun ağzı, işte burası!!..

Ben dahil, tutuklanmasındaki akıl dışılık nedeniyle adama destek verenler;

Vermeyenler;

30 yıldır bu ülkenin hükümranlık koltuklarından gelip geçmiş cümle siyasi, idari, sivil kodamanlar;

Cümle münevveran, feylosof, çok bilmiş, türban yasağını bile «zulüm» sayan insan hakları-cı, fanatik demokrasi-ci taifesi;

Hiçbirisi, hiçbirimiz bu noktaya dair tek kelimelere kadir olamıyoruz.

Hükümran-hükümdar goygoycuları olamıyor... E hadi anlaşılır.... Çünkü onlar tutuklamadaki akıl dışılığı görecek durumda değil; onlar tutuklamanın ne kadar da isabetli olduğunu izah ve ispat peşindeler cansiperane.

Fakat ya ötekiler?..

Yani ille tutuklanacaksa, tutuklamak için de «kitap yazdın bizi şikayet ettin» dışında mutlaka bir bahane gerekiyorsa, bu bahane niye «işkencecilik» değil?!.. Yani niye işkence yaptıydın diye değil de, adeta niye işkence yaptıklarınla dost oluyorsun dercesine bir gerekçeyle tutuklandı bu adam?

Tutuklanmaya karşı çıkanlar bile, tutuklamadaki acıtıcı küstahlık karşısında bu konuya değinmeyi, bu noktaya ulaşmayı dahi beceremez hale gelmişiz.

İşte bu yüzden «sözün bittiği yer...» burası.

Yani artık işkence olağan, işkence artık meşru demektir bu. Bu meşrulaştırmaya bizim de katılmaya mecbur edilmemiz demektir bu.

Bu nokta, bu nedenle, aynı zamanda «umutsuzluk» noktasıdır.

Şeytan ayrıntıda gizlidir.

Medeniyet, cep telefonu, bilgisayar ve saire, yani teknoloji değildir; hiçbir zaman olmamıştır. Saddam'ın Irak'ı da bu açıdan Fransa'dan, İngiltere'den, hatta Amerika'dan çok farklı değildi. Bağdat kentleşme, şehir planlaması açısından mükemmel denilebilecek bir başkentti. En azından Ankara'dan çok daha düzgündü. Orada da herkesin bilgisayarı, cep telefonu vardı. Bunca badireden sonra hala var.

Ammaaa ve lakin...

Devlet başkanları dahil bütün bunların hükümranı konumunda olanların neredeyse tamamı, bir zamanlar hizmet ettikleri işgalci efendileri tarafından tavuk gibi boğazlandılar, asıldılar. Ülke param parça, halk perişan, sokaklar ölüm pazarı, çöl kan kusuyor.

Peki işgalci-efendi Amerika, eğer medeniyet eşittir teknolojisi ise, bunun ana rahmi konumundaki Amerika medeni mi? Onun yardakçısı İngiltere, Avrupa medeni mi? Kendi ülkelerinin içindeki, kendi insanlarına karşı medenilikleri bile tartışmalıdır ya, hele dışarıya karşı, medeni oldukları söylenebilir mi? Sırf kendi petrol, pazar, yatırım, sermaye çıkarları için başkalarına karşı her türlü şenaati, cinayeti mubah saymak, medenilik olabilir mi?

Batı'nın meşru sayılan Saddamları, doğunun meşru sayılmayan Saddamlarını, hem de medeniyet adına asar. Oysa yoktur aslında birbirlerinden farkları. Bizim gibi ülkelerin bir takım uyanıkları da Doğu'nun Saddam'ına tükürür, Batı'nın Saddam'ını da, iğrenç bir histeriyle, salya sümük alkışlar.

Medeniyet; işkencecilikten yargılayamadığın, yargılamadığın, sorgulamadığın, tutuklamadığın, hatta bunları düşünmek dahi istemediğin adamı, asıl gerekçeyi söyleyemediğin için işkence yaptıklarıyla dost oldu diye, dost olduktan sonra, ama söyleyemediğin asıl gerekçe nedeniyle sorgulayıp tutuklamayı kafanda olağanlaştırıp meşrulaştırmak ve daha kötüsü herkesi buna mecbur etmek, aksini yapamaz derecede felç etmek değildir.

Böyle bir düşünce ikliminin oluşturduğu temelin üstüne sağlam bina çıkmak ise mümkün değildir. Olamaz.

Kitlelerin mücadeleye niyeti, takati yok. Bakıyor koca koca adamlara, adı büyük Kozanoğlulara... Ya fiilen, fizik olarak yok edilmişler; ya mapusanelerdeler, ya tasfiye edilip köşelerine çekilmeye mecbur edilmişler, ya üç kuruş beş kuruş kazançla hayatın kıyısında tutunmaya, aşağı düşmemeye uğraşıyorlar. Ya da yanaşmışlar hükümdar limanlarına, iyiden iyiye çöpleniyorlar.

«Ben kimim ki! Etim ne budum ne! Ateş olsam cürmüm kadar yer yakarım. Ben de çöplenmeme bakayım...»

Artık kömür torbası mı olur, ramazan çadırı mı olur, oğlana kıza küçücük bir iş mi olur, petrol ofis bayiliği mi olur, Allah... düzeltelim; hükümdar ne verdiyse... Bahşişini alıyor, oyunu veriyor, bitiriyor kendince işi.

Biat etmek, söylenene inanıvermek, hatta inanıp inanmamayı dahi düşünmeden biat etmek kolay. Hem belki biraz nemalanıyor; hem de en azından kafası yorulmuyor, işsizlik filan biraz geride kalıyor, hele Silivri milivri... Allah düşürmesin...

Bana ne Cumhuriyet'ten mumhuriyetten, laiklikten maiklikten. Hükümdar öyle mi istiyor; takarım kızın başına, karının başına türbanı: bitti.

Oğlan nasıl olsa askerden geldi. Terör merör de bulaşmaz bana...

Hem canım adamlar «Allah» diyor; «Allah» dedikçe gözlerinden yaş geliyor. Öteki zındıklardansa...

Yani iktidar sahipleriyle milli irade, karşılıklı ensest halindeler demeyelim hadi ama, düpedüz karşılıklı rüşvetleşiyor. Milli irade oy veriyor, hükümdar bozuntuları milli iradenin gecekondusuna imarlı tapu veriyor. Hükümdar yol geçirip milli iradenin dağ başındaki arsasını kıymetlendiriyor, milli irade de hükümdara oy veriyor.

Ha tabi demokrasi canım! Hem de ileri demokrasi!..

Bu, 1950'en beri böyle. Hani Tevfik Fikret «Kanun diye, kanun diye kanun tepeliyorlar...» demiş ya; demokrasi diye, demokrasi diye demokrasi tepeliyoruz. Becerebilenlerin karşılıklı rüşvetleşmesi demokrasi oluyor. Hani yine Fikret üstat demişleyin «Körolası hanede evlad-ü ayal var» ya!... İşte hep birlikte «milli irade» oluyoruz. Allah selamet versin...

Bu manzaranın altında yatandır, işkenceci diye değil işkence yaptığınla neden dost oluyorsun tutuklamasının meşrulaşması.

Aşağıdaki temel bu olunca, ne yapsanız boş.

Siz de rüşvetleşebiliyor musunuz?... Rüşvetleşemiyorsanız, en çok % 42 ile yetinip duracaksınız. Hepten «berhava» edilmediğinize dua edin.

Kılıçdaroğlu rüzgar estirmiş; türbanı da çözecekmiş, terörü de... Af çıkaracakmış...

Niye söylüyor bunları Kemal Bey? Hükümdarla rüşvetleşen milli iradeden oy almak için...

Tekrar edelim: rüşvetleşebiliyor musunuz rüşvetleşemiyor musunuz?

Yani, siz de aynı silahlarla dövüşebilecek misiniz dövüşemeyecek misiniz? Siz de onlar kadar gözü kara, şirret, saldırgan olabilecek misiniz, olamayacak mısınız?

Çok büyük olasılıkla bunları yapamazsınız; bu soruların cevabı olumsuz.

Gerisi, yani toplaşmak, örgütlenmek, birleşmek, mitingler, yazılar, gazeteler ve saire, artık naif, hatta pek mıymıntı görünüyor.

Hele hükümdarın dümen suyunda yumuşakça çözümler üretip, daha doğrusu üretemeyip durmak... «Laiklik» in tehdit altında olduğunu söyleyemezmiş. «Zaman gazetesi» ni her gün dikkatle okuyormuş. Elbette okuyacaksın. Hükümdar bozuntusu da Cumhuriyet okuyordur. Ama hangi işkenceciyi getirirsen getir, bunu ona söyletebilir misin?!.. Hükümdar bozuntusunun dümen suyunda çözüm üretiyormuş görünmekten başka anlamı var mı bunların?!..

CHP 1945'ten, Milli Şef'ten bu yana sürekli, bıkmadan, yorulmadan, inatla sağı taklit etmeye uğraşır. Ama rüşvetleşmeyi de (isabetli olarak) yapmaz. Geriye lafıgüzaf kalır, Kutlu Doğum gününde nutuk atmak kalır, çarşafa rozet kalır, ılımlı laiklik kalır, açılan tekkeler zaviyeler kalır, din dersleri kalır, imam hatipler kalır. Ama CHP de iktidar yüzü göremez... CHP-Milli Şef mekteplere din dersleri koyar, tekkeleri, zaviyeleri yeniden açar, imam okulları açar... İktidara DP gelir. CHP Köy Enstitülerini kapatır, toprak reformunu öldürür, NATO'ya, IMF'ye, Dünya Bankasına başvurur, Amerika ile ilk ikili anlaşmaları imzalar... İktidara DP gelir. Milli Şef, paraların üzerinden Atatürk'ün resmini siler, yerine kendisininkini koyar... İktidara DP gelir. İnönü, «DP'lilere af» der, iktidara AP gelir.

Çünkü CHP, kendisi olamamakta, kendisi olmaktan kaçınmakta; kendisi olursa iktidara gelemeyeceğinden korkmaktadır. Oysa «kendisinden başkası» olmaya kalkınca da gelemez. Çünkü o arazinin tapusu «sağ» ındır; CHP ise bu tapulu araziye gecekondu kurmaya çalışmakta, ona da kimse, en başta da muhterem milli irade izin vermemektedir.

Oysa CHP'nin kendi tapulu arazisi var; başkasına ağzının suyunu akıtıp durmanın anlamı da, yararı da yok. «Kaz büyük yumurtlar; ama tavuk, onun kadar büyük yumurtlamaya kalkıp kıçını yırtmaz!..» Kendi kıçının müsaade ettiği kadar yumurtlar. Tavuk bile!..

CHP'den beklenen, kendisi olması.

Nedir peki CHP'nin kendisi? Sosyalizm, komünizm mi?

Hayır efendim. CHP'nin kendisi, adam gibi «burjuvazi» dir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, bir burjuva devrimidir. Amacı feodaliteyi yıkıp burjuva düzenini kurmaktır. Çünkü o günün koşullarında bu bile çok ileri, çok önemli bir adımdır.

Ama bu devrim girişimi, Atatürk'ün ömrüyle sınırlı kalmış, ondan sonra gelenlerse ne geriye dönebilmiş, ne de ileriye gitmişlerdir. Ortaya böyle hilkat garibesi bir ucube çıkmıştır: Burjuvazisi, aradan 90 yıl geçmiş olmasına rağmen, akıtılan onca devlet, kamu, bütçe kaynağına rağmen kendisi üretip, kendisi kazanan bir «sınıf değil, hala «devlet bana bütçeden para versin, ben de zengin olayım» diyen, sıkışınca asker darbe yapsın da işçiyi, emekçiyi sustursun diye dua eden bir ülke... Burjuvazisi böyle diyince işçisi işçi, sendikası sendika olamayan bir ülke... Yani sanayileşmiş, gelişmiş sanayisinin gümbür gümbür burjuvazisi olan bir ülke değil... Tarımı öldürüldüğü için çiftçisi de işsiz kalıp şehirlere akın etmiş, gecekonduları doldurup, köylü kalamamış, ama şehirli de olamamış, kentleri görgüsüzleşmiş bir ülke.

Yani deve desen deve değil, kuş desen kuş değil, devekuşu hiç değil...

AKP (de), öncülleri gibi özünde bir köylü partisidir; din, feodalizmin, tarım toplumunun ideolojisidir çünkü. Burjuvazisi adam gibi burjuvalaşmış bir ülkede din siyasette bu kadar gür öttüremez borusunu; çünkü sermayedarları adam gibi burjuvalaşmış bir ülkenin işçisi de adam gibi proleterleşmiştir. Laiklik, cumhuriyet ve demokrasi ise adam gibi sanayileşmiş, sanayicisi, zengini burjuvalaşmış, işçisi, köylüsü örgütlü, sendikalı, kooperatifli, sendikası, kooperatifi etkisiz, işlevsiz, göstermelik olmayan toplumların, sınıflı toplumların ideolojisidir.

2010 Türkiye'sinde, evet IMF (yani emperyalizm) emirleriyle tarım öldürülmüştür; ama sanayi de, yine IMF emirleriyle hala küvezdedir. İşçi proleterleşemediği gibi, işsiz kalan, üretimden topraktan kopan köylü de feodal de olsa vakarını, ağırbaşlılığını, kişiliğini yitirip şehir varoşlarının serserisi, lümpeni, kapkaççısı, tinercisi olmuştur.

Bir başka ifadeyle, Türkiye her şeye rağmen hala sınıfsız, sınıfların bilerek, bilinçli, oya gibi işlenmiş bir program gereği oluşmadığı, oluşmasına izin verilmemiş bir toplumdur. Diğerlerine göre azınlığı oluşturan bir kesim, sınıf olarak değil, ama iyi kötü üretmekte, bir kaynak oluşturmakta, çoğunluğu oluşturan kesim ise bu azınlığın ürettiğinin, bunun yetmediği yerde, ormanıyla, kıyısıyla, toprağıyla, deniziyle, suyuyla doğanın talanıyla yaşamaktadır.

Sınıfsız, burjuvazisi, proletaryası oluşmamış, örgütsüz, talana, bahşişe dayalı bir toplumda insan hakları, demokrasinin, öyle, bir anayasa, iki kanun, üç tüzük beş yönetmelik, on kararname ile oluşup gelişeceğini dayatıp durmak da, adamı işkencecilikten değil işkence ettikleriyle dost olmak gerekçesiyle tutuklamak kadar, tutuklamak gibi bir «sözün bittiği nokta» dır.

Bu tablodan, işkenceciyi işkencecilikten değil, işkence ettikleriyle dost olmaktan (yardım ve yataklık zaten yok, öyle bir örgüt de yok...) tutuklama noktasına gelmek; gelmek yetmez, bu amansız çelişkiyi göremeyecek, yakalayamayacak, görse bile öteki abukluklardan buna söz sırasının gelmediği bir noktaya gelmek ancak bu tabloda mümkündür.

Burjuva adam gibi burjuva, işçi adam gibi işçi, köylü adam gibi köylü, memur adam gibi memur (cemaatin, hükümdarın değil devletin memuru), dinci adam gibi dinci, milliyetçi adam gibi milliyetçi, solcu adam gibi solcu, sağcı adam gibi sağcı, hatta orospu adam gibi orospu, katil adam gibi katil olabilse, bu noktaya gelinmezdi.

Sevgili Uğur Mumcu'nun, tam 27 yıl önceki şu sözleri buraya, bakın nasıl cuk oturur:

«- «Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe «liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)


Adamcağız boşuna öldürülmemiş, değil mi? Hatta, öldürenler açısından, hak etmiş bile. Yav» sen nasıl 23 yıl öncesinden 2010'u görürsün be kardeşim!!.. Yuh!..

27 yıl önce 1983'te yazdığından hareketle 17 yıl önce 1993'te Uğur Mumcu'yu öldürenlerin, 27 yıl sonrasını bu kadar incelikle, titizlikle nasıl planladıklarını da kabul ve haklarını, zekalarını teslim etmek lazım. Ayrıca, biz yazılarını kuru kuru okumuş belki anlamamış, fark etmemişiz, hala da etmiyoruz, ama adamlar, 27 yıl sonrası için planladıklarını Uğur'un fark ettiğini, arı kovanına çomak soktuğunu taa 17 yıl önce, kendi planlarından hemen sonra fark etmişler ve icabını yapmışlar. Kabul etmek lazım, yiğidin hakkı yiğide...

Bir türlü kendisi olamayan, olamamış CHP'li bir Türkiye'yi kontrol etmek mi kolay, kendisinden başka hiçbir şey olmamış Uğur'lu bir Türkiye'yi kontrol etmek mi?!..

Üstelik sadece CHP de değil, hiç kimse kendisi değil. Herkes oynuyor. Herkes olduğundan farklı davranıyor, ya da öyle gösteriliyor, öyle reklam ediliyor. Tiyatro oyuncuları bile çok daha sahih. Bazen oyuncu mu, rol mü yapıyor karıştırıyorum.

Hırsız, oğlancı, katil = Beyefendi... Sayın...

Orospu = Hanımefendi... Sayın...

Sağcı= demokrat, asker karşıtı, darbe karşıtı

Solcu= özelleştirmeci, işçi düşmanı

İşçi= cukkacı

İşveren= devlet talancısı

Sporcu= açıkça pazarlama yapan tüccar

Dinci= Amerikancı, Batıcı

Milliyetçi= hem Amerikancı, hem çaktırmadan dinci.

Amerika, Batı= Müslümancı

Devlet= özelleştirmeci, özel sektör tapınıcısı

Özel sektör= devletsiz yapamayan


Bütün kavramların, değerlerin içi boşaltılmış, hiçbirinin aslı ortada yok. Üstünü kazıyorsunuz altından başka, onu da kazırsanız daha başka bir şey çıkıyor.

Günümüz kapitalizminin, çağdaş kapitalizmin en büyük başarısı bu. Tarihi boyunca hiç bu kadar başarılı olamamıştı. Ordularla, tanklarla, toplarla, öldürerek, kan dökerek, işgal ederek, insanları birbirine kırdırarak, kapitalizmi, faşizmi icat ederek yapamadığını böyle, bütün değerleri alt üst edip, bütün değerlerin içini boşaltarak, değersizleştirerek, hatta hiçleştirerek başardı. Paranın, kapitalizmin tanrısı paranın bile değeri kalmadı. Mevcut ekonomik krizin açıklaması özünde bu. Domates «beş milyon» lira. Değersiz olan domates değil, beş milyon lira.

Gazeteci, aydın etiketli adam 25 milyar lira... Burada para, sadece miktar olarak ifade ettiği anlamla değerli. Ama özünde yine değersiz; çünkü bir aydın bu kadar para ediyorsa para da adam da değersiz demektir. Çünkü bu bir «satış», «satılma», «satın alınma» demektir. Oysa aydın, gazeteci, düşünce, inanç (din dahil), alım satım konusu bir ticari meta değildir; eğer meta ise, aydının, gazetecinin, düşüncenin, inancın da, bunları satın alan paranın da değeri kalmamış demektir; bir insanı, işkencecilikten değil, işkence yaptıklarıyla dost olmaktan ancak böyle bir ortamda tutuklayabilirsiniz.

Sosyalist filan olmaya gerek yok; adam gibi kapitalistseniz, ince bir burjuva iseniz, «adam» a fiyatı, uşaklığına «evet» çiliğine göre değil, kalitesine göre biçersiniz. Ne kadar iyi evet derse desin, bu evet kalitesiz ise, sadece uşaklıktan kaynaklanıyorsa, adam gibi kapitalistin gözünde fazlaca kıymeti harbiyesi yoktur. Ticari mal, ağzı var dili yok, evet-hayır demesi imkansız ticari mal bile mecburen kalitesine göre fiyatlanır.

Elbette ne bir kapitalist, yüzüne karşı «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalisti istihdam eder; ne de bütün içtenliğiyle, hayatıyla, düşüncesiyle, eylemiyle «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalist kapitalistle iş tutar. Ama ne kadar çok «evet efendim, çok haklısınız» diyorsanız o kadar çok para kazandığınız bir düzen değildir kapitalizm. Çünkü her şeye «evet, haklısınız» diyip dururken, adamın zarar etmesine, ihale kaybetmesine yol açarsanız, kendinizi kapı önünde bulursunuz. Akıllı kapitalist, «efendim, bu yatırım isabetli bir karar değil» diyebilecek adama da iş verir. Kapitalist akıllıdır. Ama «kapitalist» akıllıdır. Devlet kesesinden, yani halkın kesesinden zengin olmak, olma çabası kapitalist olmak değildir.

Batı'nın kapitalistleri de elbette devletleri tarafından desteklenmiştir. Ama onların desteği, düpedüz devlet bütçesinden, kendi halkının vergisinden zengin edilmek değildir. Btı devletlerinin, Batı kapitalistine desteği, gidip ordularıyla Afrika'yı, Hindistan'ı, Çin'i işgal edip, kapitalistlerinin oraları sömürmesine olarak sağlamaktır. Türkiye gibi ülkelerde işbirlikçi hükümetler oluşturup, onlar aracılığıyla bu ülkeleri sömürmesini sağlamaktır.

Oysa Türkiye'nin, çok muhterem kapitalistleri uğruna ordularını Çinlere, Hindistanlara sömürgeci işgale göndermesi zaten mümkün değil. Türk kapitalisti ancak kendi halkını sömürür.

Ama bizim kapitalistimiz onu da beceremiyor. Kapitalist bile denemez, zengin olmak isteyenler, büyük çoğunlukla devletten ihale kapmaktan başka şey düşünmedikleri için, bu anlamda akıllı olmalarına gerek yoktur. Patrona «Evet efendim, haklısınız» diyip, Bakanlık koridorlarında, DPT kulislerinde koşuşturup iş takip edecek adam yeter onlara. Bu adamın fiyatını da, kalitesi değil, devletten koparılmasını devlet koridorlarında koşuşturup iş takip ederek sağladığı ihalenin büyüklüğü belirler.

Bütün bunların üstüne rejim tartışması, düzen tartışması yapılmaz; sorunlara çözüm filan üretilmez, bulunmaz.

Ya kendin olacaksın...

Ya da... Bir dünya savaşı daha çıkacak, bu sefer Amerikan donanması Çanakkale'ye gelecek, yani önce bir bozulacağız adam akıllı, öyle morfinle değil ayıkken kesilecek kolumuz bacağımız; sonra bir düzeleceğiz. Ve göreceğiz bakalım; Ankara sokaklarında Amerikan, İngiliz, Fransız askerleri devriye gezerken, kimler işgal kuvvetleri komutanlıklarının önünde kuyruğa giriyor...

Çünkü şu andaki işbirlikçileri, hainleri, benim muhterem milli iradem düşman saymıyor. Canım önünde sonunda bizim oğlanlar, diyip geçiyor. Görelim bakalım hakikaten düşman girerse ne yapar muhterem milli irade... Varsayın ki işgalciler de kömür, bulgur dağıtıyor...

Bu da olmazsa zaten.... Belki haritalarda bir «Türkiye» olmaya devam edecektir (Olmaması ihtimali de hiç yabana atılmaz...). Ama o Türkiye, artık bizim Türkiye'miz değildir.

Ali TARTANOĞLU -
09 Ekim 2010 - Heddam
http://www.heddam.com/

http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/2682-ali-tartanoglu-sozun-bittigi-yer-iskence-yaparsan-suc-degil-iskence-yaptiginla-dost-olursan-suc

Kapitalizm ve Din! «Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin»!



Kapitalizm ve Din! «Allahümme «ADAM SMITH» Veleddalin»!

Ali TARTANOĞLU 
13 Nisan 2012 
Heddam


«Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Sağ olsun Celil Denktaş. 2 Nisan 2012 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında kadın sorununa din, sınıf, emek, sömürü açısının yanında mülkiyet açısından, ya da dine kadın ve kapitalizm açısından bakmak gerektiğini bir kez daha hatırlatmış ama ilginç bir yöntemle... Avrupa Batısı'nın (Batı'nın Amerika'sı da var) vahşi Ortaçağına, Engizisyon, «cadı avı» dönemine gitmiş. 250 yıl içinde büyük çoğunluğu kadın olan 9 (dokuz) milyon insanın Katolik Kilisesi = Papalık tarafından işkencelerle, çoğu yakılarak öldürüldüğünü; yüz binlercesinin sakat bırakıldığının, evinden, yurdundan, toprağından sürüldüğünü aktarıyor.

İşkence görenlerin çok büyük kısmını oluşturan kadınlar, çok kaba kestirme bir ifadeyle «kafir» olduklarını itirafa zorlanmışlar. İtiraf edince kurtulmuşlar mı? Hayır. Yine yakılmışlar veya başka şekilde öldürülmüşler.

Ancak bazıları kurtulmuş. Hem de itiraf ettikleri halde kurtulmuş. Nasıl olmuş bu?

Ezici çoğunluğu kadın olan bu insanların bir kısmının bir miktar tarlaları tapanları, evleri, bağları bahçeleri var. Belki o günün koşullarına uygun küçük imalat atölyeleri, ticarethaneleri var. İşte bu mal ve mülklerini KİLİSE'ye, hem de noter senediyle bağışlamışlar; sürgüne razı olmuşlar. Bu engizisyon işkencelerinde bir de noter hazır bulunduruluyormuş, böylesi durumlar için!..

Ama genel manzaraya bakıldığında kadın daha çok evde tutulmuş. Dışarı çıkarılmamış. Ev dışında çalıştırılmamış, sosyalleştirilmemiş, hele hiç siyasileştirilmemiş. Çünkü onlar öncelikle seks objesi olarak, çocuk bakıcısı olarak, mutfak, tarla, ahır, saray hizmetçisi olarak lazım. Onlar, erkeklere göre daha az ölmüş, öldürülmüş, ama anca evde oturarak, mülk, servet sahibi olmayarak... Bir de odalık, cariye, köle adı altında cinsel köleliğe katlanarak...

Bugün de «üç çocuk» diye tutturulmasının, imam hatiple kimlik verilmek istenmesinin nedeni bu. Üç çocuk, «evde otur» demek. İmam hatip, türban doktor, avukat, mühendis, siyasetçi olacaksan bile, türbanla ol; evde oturandan farkın olmasın demek.

Ne zaman engizisyon işkencelerine uğramış kadın? Bu sınırların dışına çıktığı, iş güç, mal mülk, nihayet söz ve kimlik sahibi olduğu zaman... Kendileri parayı adeta tanrılaştıranların, rakip kabul etmemesinde şaşılacak yan yok.

Kadın dediğiniz de, önünde sonunda dünya nüfusunun yarısı... Nominal, aritmetiksel olarak üç buçuk milyar!!!... Kalan üç buçuk milyar, erkek... Ama tepedeki birkaç bin kişi ve kurum bu üç buçuk milyara bile, pastayı daha fazla paylaşmamak için etmediğini koymuyor; bir de yeni üç buçuk milyar rakip ister mi?..

Peki Kilise; bugün resmen BM üyesi, dünyanın hemen her ülkesinde, bu arada Türkiye'de de büyükelçiliğe sahip, sembolik de olsa bir devlet olan PAPALIK, Vatikan bu vahşeti niye uygular, niye uygulamıştır?..

Birinci amaç yönetmek... Çünkü o dönemde koca Avrupa'nın en güçlü ve «total» iktidar sahibi, senyörler, prensler, dükler, kontlar, krallar değil KİLİSE... Senyörlerin, prenslerin vb., en çok kendi alanlarında sözü geçiyor; ki bu bile Kilise'nin sözünden sonra geliyor. Onların boynu bile Kilise karşısında kıldan ince. Ama Kilise'nin otoritesi sınır tanımıyor. Bütün Avrupa'da etkin... Ve bu iktidar dehşet verici faşist ve bağnaz bir terörle yürütülüyor.

İkinci amaç ise çok açık... Mülk edinmek... Mülklerini çoğaltmak...

Vatikan, hala dünyanın en büyük taşınmaz mal zenginlerinden biri... Vatikan'ın dünyanın her yerinde, buraya dikkat, sayısız şirketi, gazetesi, televizyonu, hatta belki bankası da var. Ünlü p2 Mason locasının kirli paralarını aklayan Vatikan Merkez Bankası bile yeter. Aynı zamanda Vatikan devlet Başkanı olan, bundan önceki Papa II. Paul, bu kirli para aklama operasyonu ayyuka çıkıp, gizlenemez hale geldiğinde, İtalyan mali polisince uyarılıp, merkez bankası başkanını görevden almaya kalkınca vurulmuştu Mehmet Ali Ağca tarafından.

Ağca demişken, Türkiye'ye gelelim. 1999 Marmara depremi sırasında ABD Başkanı Clinton resmi ziyaret için Türkiye'ye gelirken uğradığı bir Avrupa zemininde «Hıristiyan camiaya mesaj iletmek istediği zaman karşısında Papalık gibi bir muhatap bulabildiği halde Müslüman dünyada böyle bir muhatap bulamadığından» yakınmıştı.

Sonra, Fetullah Gülen'in Vatikan'ı ziyaret edip Papa ile görüştüğünü öğrendik. Daha sonra, sadece bizim değil ABD dahil Batı'nın pek çok gazetesinde dergisinde Gülen cemaatinin muazzam servetinden, okullarından, gazetelerinden, televizyonlarından söz eden yazılar okuduk, önemli kısmını da biliyoruz.

Hıristiyanlığıyla, Müslümanlığıyla, Museviliğiyle, Budizmiyle, Şintoizmiyle, Hinduizmiyle dinin bu servet-mal-mülk manzarasındaki rolü hiç değişmiyor. Denebilir ki, «Kapitalizmin en büyük silahlarından biri, belki birincisi dindir, din olmuştur...»

Napoléon Bonaparte ne güzel itiraf etmiş: «Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir, askerler nasıl ölüme gidebilir? Toplumların yönetimi eşitsizlik temelinde işler; Oysa din olmadan servet eşitsizliğini sürdürmek de mümkün değil. Açlıktan ölmekte olan birine bile, bu durumu kabullenebilmesi için, bir makamın «ne yapalım Tanrı'nın isteği böyle» demesi gerekiyor...»

Karşılaştırıldığında kadim Hıristiyan Vatikan'ı ile taze Müslüman Vatikan'ı arasında hemen hiçbir fark yok. Çok genç olmasına rağmen Müslüman Vatikan'ı, ağabeysini neredeyse birebir taklitte hiç vakit kaybetmemiş, hele ondan çok geri de kalmamış.

Fetullah Cemaati kurumsal olarak müthiş zenginleşti; onun da bankalarda bolca nakit parası, muhtemeldir ki dudak uçuklatacak miktarda gayrimenkulü, belki fabrikaları; bu arada çokça televizyonu, gazetesi var. Buyurun size Müslüman Vatikan'ı...

Ancak Hıristiyan Vatikancılarında da bu böyle mi bilinmez, ama Müslüman Vatikancılar aynı zamanda bireysel olarak da çok sayıda Karun yarattılar; tayyip erdoğan'ın «hamdolsun kendi sermayemizi yarattık» demesinde görüldüğü üzere.

Hem de ürkütücü, hatta iğrendirici bir görgüsüzlükle...

Gelelim yazının başlığına: «Allahümme «Adam Smith» Veleddalin...»

Yıllar önce, dediysek de altı yedi yıl kadar önce Cumhuriyet'in ikinci sayfasının ortasında okuduğumuz bir yazının başlığıydı bu. Adam Smith, biliyorsunuz, kapitalizmin fikir babası sayılan İngiliz iktisatçı ve düşünürdür. İmzasına daha önce ve bir daha hiç rastlamadığımız, şimdi de hatırlayamadığımız değerli yazar, yazısında öz itibariyle şunu söylemek istiyordu: «Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Bütün göksel dinler zayıfı, ezileni, sömürüleni korumak, eşitlik ve adaleti sağlamak üzere geliştirilmiş. Çünkü o dinlerin geliştirildiği o dönemin toplumlarında zayıf çok zayıf, ezilen çok, sömürülen daha da çok; ama adalet ve eşitlik neredeyse hiç yok. Bu nedenle bu dinlerin hepsini birer toplumsal devrim saymak lazım... Üçü de orta veya orta-alt sınıf mensubu olan peygamberlerini de devrimci... Bu peygamberlerin bu eşitliği sağlamadaki önemli yöntemlerinden biri kamuculuk, diğeri mülkiyetsizlik değilse bile sınırlı, hatta hayli sınırlı mülkiyet... Elbette işin hukuk boyutu da var.

Tabi, üç bin yıl önce Musa, iki bin yıl Önce İsa, bin beş yüz yıl önce Muhammed döneminde sandık demokrasisi, parlamento yok ki bu peygamberler bugünkü sahte peygamber taklidi diktatörler gibi, kendilerini, kararlarını, uygulamalarını «milli irade... bizi halk seçti» şımarıklığıyla meşrulaştırsınlar... Ancak «Tanrı böyle istiyor» diyebiliyorlardı. Tek meşruiyet kaynakları din ve Tanrı idi.

Bakın İsa'ya... Bir garip derviş desek yeridir. Aslında bir Yahudi Haham... O sırada Filistin, Roma İmparatorluğunun bir eyaleti. Başında bir Romalı vali var. Ama iç yönetim tamamen Yahudi önde gelenlerden oluşan bir Meclise bırakılmış. Bu meclis bir takım yolsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler yapıyor; eşeği üzerinde köy köy dolaşıp vaaz veren İsa da bu olumsuzlukları eleştiriyor. Bu eleştiriler Meclisin kulağına gidince, önce uyarılıyor. İsa vazgeçmeyince homurdanmalar artıyor. Sonunda İsa hakkında ölüm cezası veriyor bu Meclis. Romalı Valiye gidip durumu anlatınca, umurunda mı bir gariban İsa, «iyi öldürün öyleyse» diyor.

İsa'nın aklında ne bir yeni din yaratmak, ne papazlar, kiliseler, ne bir Papalık kurmak... hiç biri yok. Ortada bir İncil filan da yok. O, bir Musevi olarak çarmıha gerilmiş. Kuvvetle muhtemel, hatta kesin ki anası da, babası da belli.

Ama onun ölümünden sonra, sağlığında İsa'ya etmediği bırakmamışlardan bir uyanık Sen Pol çıkıyor ve arkası geliyor. Pagan Roma'dan çok çekseler de kiliseler oluşuyor, manastırlar oluşuyor, keşişler, papazlar, piskoposlar, başpiskoposlar, kardinaller peydah oluyor. Yüzlerce, belki binlerce İncil yazılıyor, bildiğimiz, bizim gibi insanlar tarafından «Tanrı buyruğudur» diye...

Son nokta bugünkü gayrimenkul trilyoneri, sayısız şirket, gazete, televizyon sahibi Vatikan...

Musa'ya, Museviliğe geçelim... Bulundukları toplumun rejimince ağır zulme uğrayan halkını göç ettirerek kurtaran bir Musa var. Ama bu halkın da bir takım yozlukları, ahlak dışılıkları var. Kişisel öğütlerle bunları aşamayınca, bir gün «Tanrıyla görüşmeye gidiyorum» diye bir dağa çıkıyor. Elinde «on emir» dediği, on tane Tanrı buyruğuyla geliyor. «Bunlara uymazsanız Allah sizi taş yapar» mealinde kestirip atıyor. On emir dediği, öldürmeyin, çalmayın, çırpmayın gibi gayet akli, insani gereklilikler... Al sana Musevilik...

On tane akli uyarı, nerden baksanız A4 kağıtla anca bir sayfa tutar. Ama bugün ortada Tevrat diye yüzlerce sayfalık koca bir kitap var. Ama daha önemlisi bir de Yahudilik var. Siyonizm diye bir şey var. Daha ileri giderseniz Illuminati var, tapınak şövalyeleri var... Ve nihayet muazzam bir para tutkusu ve servet birikimi var; müthiş bir hükmetme hırsı var. İsrail'den söz etmiyorum. Çünkü o bile sadece bir tetikçi, bir koçbaşı... Çünkü o servet birikimi öyle ustaca bütün dünyayı sarmış, özellikle Amerika'yı öyle bir tahakküm altına almış ki, sadece para ve servet tekelini elinde tutmak amacıyla siyasi, toplumsal, ekonomik, hatta kültürel düzenleri, sistemleri bile, gerekirse öldürmek, kan dökmek, savaşlar, dünya savaşları çıkarmak pahasına alt üst edebiliyor. Darbeler ve hükümetler devirmek artık basit oyunlar...

Gelelim Muhammed Peygambere ve Müslümanlığa... Müslümanlık ve Hazreti Muhammed öncesi Arap toplumu tam bir «altta kalanın canı çıksın» toplumu. Koçları, Sabancıları, Şahenkleri, yahut Rockefellerleri var, dolayısıyla hukuk, adalet filan da hak getire olduğu için, birinci sınıf(!) bir sömürü vahşeti var. Tarım ve sanayi yok derecesinde. Gelir kaynağı neredeyse sadece ticaret, bir de savaş ganimeti... Ama bunlar da zamanın sömürgeni olan Ebu Süfyan ve benzerlerinin elinde toplanıyor.

İşte Peygamber, aynı zamanda devlet ve hükümet başkanı, hatta kurucusu olarak (çünkü öncesinde belki bir iktidar grubu var ama, devlet mevlet yok, hukuk, adalet hiç yok) Hazreti Muhammed'in ilk yaptığı iş, bu gelirlerin Beytülmal adını verdiği bir ortak havuzda, yani devlet hazinesinde toplanmasını, sonra da ihtiyaçlara göre, çalışma, emek ve yararlılığın dikkate alındığı bir eşitlik içerisinde dağıtılmasını sağlamak oluyor.

Kız çocukların doğar doğmaz, diri diri gömülmesini yasaklıyor; üstüne de mirastan erkeklere göre yarı eksik de olsa pay almalarını sağlıyor. Bunlara, hele 1500 yıl öncenin koşullarında devrim denmezse ne denir? Kız çocuklarına sağlanan yaşam ve kadınlara sağlanan miras hakkı, Atatürk'ün Cumhuriyet devrimlerinin odağına «kadını» ve laikliği yerleştirmesini hatırlatmaz mı? Çünkü cahiliye dönemi pagan Arap egemenleri de, kadına layık gördükleri muameleyi «din» le açıklıyordu.

Müslüman Peygamberi de ölür ölmez, en yakınındakilerin can acıtıcı alçaklığına maruz kalmış. Cenazesi, kızı, damadı, torunları ve azad ettiği eski bir kölesinden oluşan beş kişi tarafından yıkanıp defnedilmiş. «En yakınındaki diğerleri» ise Ömer'in evinde «kim Halife olacak» kavgası için toplanmışlar...

Peygamber, damadı Ali'yi sağlığında halefi olarak işaret ettiği halde Ebubekir halife «seçilmiş» (!)... Ali, en son dördüncü halife. Çünkü Ali en baştan, Peygamber'in vasiyeti gereği Halife olsaydı, Peygamberin devlet ve toplum düzenini aynen devam ettirecekti; Peygamber de bu nedenle onu halife olarak işaret etmişti. Bu da zamanın sömürgenleri Ebu Süfyanların hiç işine gelmiyordu. Zaten Ali'yi de, oğullarını da (ki aynı zamanda Peygamberin torunları idiler) çok yaşatmayıp öldürdüler.

Neden?.. Mülk ve servet birikimi için, bunları kitlelerle paylaşmamak için, nihayet iktidarlarını korumak için...

Yani bu üç peygamberin kurmak istediği adil, eşitlikçi, kamucu, toplumcu düzenler, onların ölümünden hemen sonra, en yakınında bulunup, «en yakını» görünen insanlar tarafından iğdiş edilmeye başlandı. Onlara, bizim açımızdan özellikle Muhammed Peygamber'in devrimci düzenine karşı bir karşı devrim süreci başlatıldı, tıpkı Atatürk'e ve Cumhuriyet'e olduğu gibi...

Yeter ki mülk ve servet birikiminde, dolayısıyla iktidar sahipliğinde eksen kaymasın...

Siz, bizim yeni Müslüman Vatikancıların ağzından Müslüman Peygamber'inin adını duyuyor musunuz? Hangi sıklıkta duyuyorsunuz? Kurumsal (cemaatsal) ve bireysel olarak bu kadar hırsla ve Beytülmalı hırsızlayarak kısa sürede büyük servetler edinmiş bir güruhun Muhammed'e içten bir sevgi ve saygı duyması beklenebilir mi?

Onlar sadece Atatürk'e ve Cumhuriyet'e karşı değil, Hazreti Muhammed'e ve onun devrimci, eşitlikçi, kamucu, mülkiyeti sınırlayan İslamiyet'ine karşı da bir «karşı devrim» yürütmektedir. Hazreti Muhammed Devrimcidir, İlericidir; ama onlar ilkel ve gericidir, zalimdir, hırsızdır.

İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin casusu A. Ryan 1919'da :"Amacımız bölmek ve hükmetmek olmalıdır. Biz gerçek ideali «din'miş gibi davranacak çıkarcı bir grubu, idareci olarak takdim etmeye çalışacağız» diyordu. 2012'de durum hiç farklı değildir, emperyalizm o gün temenni olarak dile getirdiğini bugün açıkça ve önemli ölçüde gerçekleştirmiştir, «ideali «din» miş gibi davranacak, çıkarcı bir grubu idareci diye takdim» ederek!..

Bilmem, başlıktaki «Allahümme ADAM SMITH Veleddalin» i yeterince izah edebildik mi?

Tanrı hepimizi, başta Müslüman'ın «Allah'tan korkmayanından», sonra şeriatçı Hıristiyan'dan, mürteci Yahudi'den, kısaca parayı tanrılaştıran «Kapitalizm dininden» ve onun para babası peygamberlerinden korusun!..

Ali TARTANOĞLU - 13 Nisan 2012 - Heddam
http://www.heddam.com/

http://www.dunya48.com/yilmaz-ozdil/84-yazarlar/ali-tartanoglu/12809-ali-tartanoglu-kapitalizm-ve-din-allahumme-adam-smith-veleddalin

8 Kasım 2017 Çarşamba

İmamın Kötüsü, Demokrasi ve Sistem


İmamın Kötüsü, Demokrasi ve Sistem 


Ali Tartanoğlu,
Mayıs 09, 2014

Muhafazakarlık, neyi muhafaza etmek istediğinizle açıklanıp, tartışılmalı. Neyi muhafaza etmek istediğiniz bilinirse, anca o zaman «demokratlık» iddianız inandırıcı olabilir. 

    «İmamın (hocanın) kötüsü, adamı dinden imandan eder.» (Türk atasözü)

    « Demokrasi Berbat bir rejim... Ama daha iyisini bulamadığımız için.., Şimdilik idare ediyoruz.» 

(Winston Churchill, Eski İngiltere Başbakanı)

    «Her insan topluluğunda iktidarın yapısı, iki karşıt gücün sonucudur: Bir yanda inançlar, öte yanda pratik zorunluluklar. Dolayısıyla, siyasal partilerin liderliği, günümüzde sosyal grupların (sendikalar, dernekler, şirketler, v.b.) gibi ikili bir özellik gösterir; görünüşte demokratik, gerçekte oligarşiktir. Sadece birkaç Faşist parti, ... diğerlerinin gizlice uyguladığını açıkça itiraf edecek cesareti gösterirler.» (Maurice Duverger, Fransız siyaset bilimci)

Tek tek bireyleri, bireylerden oluşan toplumları, kısaca «insanı» ayakta tutan doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin bir takım değerler var. Yanlış, kötü, çirkin değerleri doğruya, iyiye, güzele dönüştürmek, dönüştürme çabası veya tam tersine yanlış, kötü, çirkin olanı koruma çabası başka şey. Yanlışı, kötüyü, çirkini, artık işe yaramayanı, eskiyeni doğruya, iyiye, güzele, işe yarayana, yeniye dönüştürme çabasına ıslahat (iyileştirme), reform, nihayet devrim denmiş. Yanlışı, kötüyü, çirkini, artık işe yaramayanı, eskiyeni olduğu gibi koruma çabasına da en masum deyimle muhafazakarlık, daha serti tutuculuk, hatta gericilik...

Elbette, burada «kime göre» sorusu büyük önem kazanıyor. Mesela yüzde 57'ye göre yanlış, kötü, çirkin, işe yaramaz, eski olan, öteki yüzde 43'ye veya yüzde 10'a göre tam tersi olabilir. Çok ilginçtir; «muhafazakar», hatta «tutucu», hatta hatta «gerici» olarak tanımlananlar, bunlara çok da fazla kırılıp, gücenip itiraz etmez. AKP, en azından başlangıçta, kendisini «muhafazakar» demokrat olarak tanımlamıştır.

Muhafazakarlık, neyi muhafaza etmek istediğinizle açıklanıp, tartışılmalı. Neyi muhafaza etmek istediğiniz bilinirse, anca o zaman «demokratlık» iddianız inandırıcı olabilir.

Muhafaza etmek istediğiniz, «taş devri», «ilkel feodal» düzen ise, demokratlık iddianızın bir kıymeti harbiyesi yoktur, olamaz. Bırakın bizim inanmamızı, siz bile inanmıyorsunuz demektir. Sadece, ağır bir faşizmle, yani zorbalıkla, istibdatla, «taş devri» rejiminiz için, bilboardlara «ileri demokrasi» yazarsınız o kadar.

Ama bunların, bu tartışmaların hepsi, doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin, yararlı yararsız v.b. denilebilecek bir şeylerin bizzat «var olması» ile, bu bir şeyler «var ise» mümkün.

Yoksa?.. Yok edilmişse?.. Hiç kalmamışsa?..

«İmamın kötüsü» sadece dinden, imandan değil, bireyi, toplumu = insanı, insanlığı ayakta tutan bütün değerlerden ederse?..

«Kötü» ayrıca tartışılabilir. «İmam» kim?

Sadece Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve bilcümle adamları, hayranları, müritleri, tapınıcıları mı?

Hayır. «İmam» sadece namaz kıldıran değil. Sadece şeyh, evliya, nebi (peygamber) v.b. değil. Sadece din konusunda danışılan, din konusunda yol gösteren, sadece din konusunda önderlik eden veya sadece din konusunda ahkam kesen değil.

İmam, hangi mezhep, tarikat v.b. olursa olsun Müslümanlığın genelinde, aynı zamanda İngilizcedeki «leader» ın karşılığı olarak her alanda yol gösteren, giderek yöneten, talimat veren, kural koyan... Kısaca devlet başkanı demek...

Aslında bütün dinler için geçerlidir bu. İsa, biraz ayrıksı dursa da, onun adını kullanarak Hıristiyanlığı, kelimenin tam anlamıyla «icat» edenlerin oluşturduğu Kilise ve Papalık, Hıristiyan Batı'ya yüzyıllarca hükmetmiş, papalar, kardinaller, başpiskoposlar, patrikler, piskoposlar, papazlar sadece kiliseleri, dini değil, yetki alanları içindeki toplulukları hemen her anlamda yönetmiştir. Evet, senyörler, lordlar, baronlar, dükler, krallar, hatta zamanla imparatorlar v.b. de olmuştur ama asıl söz sahibi kilise ve din büyükleridir.

İngilizcede «lord» sadece bir soyluluk unvanı değil, bir yandan toprak sahibi senyör (bizde «ağa» ), ama aynı zamanda peygambere (İsa'ya), hatta Tanrıya hitap sözcüğüdür, hatta bizzat İsa demektir, Tanrı demektir.

Museviliğin tarihi incelendiğinde çok daha ilginç bir durum görülür.

Musa da, sadece bir din önderi peygamber değil, aynı zamanda bir toplumun lideridir, yol göstericisidir, önderidir. Sadece Tanrıyla nasıl ilişki kurulacağını, sadece nasıl ibadet edileceğini öğretmez. İnsanın kendisiyle, insanın insanla, insanın otoriteyle, insanın yanlış ve doğruyla, iyi ve güzelle ilişkisini de öğretir. Yetmez kurallar koyar. Yetmez kurallara uymayanlara verilecek cezaları düzenler.

Bu, bütün dinler, bütün peygamberler için geçerlidir. İsa'nınki çok belirsizdir; Tanrı tarafından değil, kendisinden sonra İsa'nın adını kullananlar tarafından (yani düpedüz sizin benim gibi ölümlü insanlarca) yüzlerce İncil yazılarak (bugün bile resmen 4 tane var) sözüm ona sistematikleştirilmeye çalışılmıştır.

Musa'nın, sadece bir «on emir» i vardır; ama ne Tevrat'ı, ne Havra'sı, ne hahamı vardı. İsa, Musa'dan iki bin yıl sonra veya tersine, Musa İsa'dan iki bin yıl önce yaşadı. Öldürüldüğünde İsa'nın da İncil'i, Kilisesi, papazları yoktu. Buna karşılık çok daha önemlisi İsa bir Hıristiyan değil, Musevi'ydi, hatta Musevi din adamıydı, yani hahamdı. Onun derdi, modern dünyanın Milat diye bilip kabul ettiği -0- tarihinin hemen sonrasında Roma İmparatorluğunun bir eyaleti olan Filistin'de, Romalı imparatorluğunun Filistin'in iç işlerini yönetmesi için yetkili kıldığı Musevi hahamlar konseyinin adaletsizliklerine, zulmüne karşı çıkmaktı. Musevi ahaliyi bu adaletsizliklere, bu zulme karşı uyarmak, uyandırmak, hatta bir yandan da Romalı Filistin Valisinin dikkatini bu adaletsizlik ve zulme çekmekti.

Lütfen dikkat!.. Musevi hahamlar konseyi, Roma İmparatorluğu Filistin Eyaleti'nin yerel yönetim organı... İsa da bu yerel yönetimin adaletsizliklerine, usulsüzlüklerine karşı çıkıyor. Eşeğine binip köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Musevi halkı, Roma'ya değil bu Musevi yerel yönetime karşı direnişe çağırıyor. Yani düpedüz siyaset yapıyor. Ama elinde o sırada Tevrat'tan, yani dinden başka bir araç yok. Günümüz Türkiye'sinde, hatta tüm İslam dünyasında, emperyalist Batı kapitalizmi tarafından, üstelik halkı zulme karşı uyandırmak için değil, tam tersine istibdada itaat için, baskı ve zulüm karşısında uyuşturmak için bayıla kullanılan seçim, siyasi parti, parlamento hele ordu, polis gibi bir güç yok...

Neredeyse tıpatıp aynı durum Musa'dan sonraki İsa ve Muhammed için de geçerli. İsa da Muhammed de içinde yaşadıkları toplumun siyasetine yani yönetimine başkaldıran insanlar. Elbette üçünün de amacı başkaldırdıkları siyasetin, yönetimin, sistemin yerine kendilerince uygun olanı koymak. Yani siyaset!... Yönetmek.

Musa yönetendir, Muhammed yönetendir. İsa yöneten olmamıştır, ama mevcut yönetime başkaldırmış, bu nedenle öldürülmüştür. Ancak İsa'dan hareket edenler, onun izinden giderek Filistin'deki Musevi yerel yönetim konseyine değil, Roma İmparatorluğu Filistin Valiliğine de değil, Hıristiyanlığı «icat» edip, ne hikmetse, doğrudan Roma İmparatorluğuna kafa tutmuştur. Roma pagandır (çok tanrılıdır), tek tanrılı Musevi İsa'nın mirasından doğan Hıristiyanlar ise tek tanrılıdır. Ama Hıristiyanlığın-Hıristiyanların pagan Roma'ya karşı mücadeleleri sadece kendi dini inançları, ibadetleri açısından bağımsız olmak, özgür olmak olmamış, sonunda koca Roma İmparatorluğunu, hatta İmparatorunu, yani devleti Hıristiyanlaştırmaya kadar uzanmıştır.

Bizzat Batılı Hıristiyanların «Karanlık Çağ» dedikleri Ortaçağ'da, Papalıkla simgelenen Kilise bizzat devlet olmuş, krallarıyla birlikte devlet dahil her şeyi çok vahşi bir şekilde yönetmiştir. Cadı Avları, Engizisyon Mahkemeleri, başta kadınlar olmak üzere bilim insanları, düşünürler, aydınlar başta yakma olmak üzere akla gelmedik yollarla kent meydanlarında işkenceyle öldürmeler, bu döneme bizzat Batılıların «Karanlık Çağ» demesinin gerekçesidir.

Batı, Aydınlanma Devrimi ile Hıristiyanlığı ve Papayı kiliseye hapsetmeyi başarmıştır. Ama bu da yüzyıllar süren savaşlardan sonra mümkün olmuştur. Batının kendi iç tarihi, 19'uncu, en azından 17'inci yüzyıla kadar, tam anlamıyla bir dinler savaşı tarihidir. (Aslında insanlık tarihindeki hemen bütün savaşların arkasında, önünde, sağında, solunda, altında, üstünde, ama bir yerinde mutlaka din unsuru vardır. Her dinin kendi içindeki mezhep savaşlarını, dinlerin birbiriyle savaşları tamamlar. Yüz yıl savaşları, Otuz Yol Savaşları, Gül Savaşları Hıristiyanlar arası savaşlarsa, Haçlı Seferleri de Müslümanlara karşı Hıristiyan savaşlarıdır. Müslümanlık artık bin beş yüz-bin yıl önceki Emevilerin, yedi yüz yıl önceki Osmanlıların cihatlarına, gazalarına devam edecek güçte değil, artık Müslümanlar, habire Hıristiyan-emperyalist Batı'nın (dinin önde görünmediği, daha ziyade sömürü amaçlı görünen) cihatlarına maruz. Ama Arap dünyasında Sünni-Şii çatışmaları, Türkiye'de akıl almaz Alevi düşmanlığı, Hindistan'da Hindu-Müslüman kavgaları, Afganistan'da Müslüman Taliban'ın Müslüman'a, Suriye'de Müslüman El Kaide'nin, Müslüman El Nusra'nın Müslüman'a ettikleri hala devam ediyor bütün dünyanın gözleri önünde.

Tamam... Emperyalizm... Ama emperyalizmin çok rahat, keyifle kullanacağı malzemeyi de Müslümanlar veriyor. «Kim daha iyi Müslüman» kavgası... Veya kendini Allah sanıp, öteki dünyanın mahkemesine bile gerek kalmadan bütün Müslümanları daha bu dünyada en iyi, cennetlik Müslüman yapma anomalisi...

Devleti ele geçirip, Türkiye İslam Cumhuriyeti kurmaya soyunmanın, bilumum mektepleri imam hatipleştirmenin tek amacı, uğradıklarını iddia ettikleri sözüm ona bir takım mağduriyetin, hele zulmün ortadan kaldırılması veya intikamı olabilir mi?

Senin derdin sadece kendinin istediği yerde istediğin gibi türbanla dolaşmak ise, bunun engellenmemesi ise, bununla yetinmen gerekmez mi? Öyleyse seçilmiş (yani sözde, demokrasi söz konusu!) AKP'li belediye başkanının «başı açık kadın satılıktır» sözü nasıl izah edilir? Apaçık «bizim derdimiz bütün kadınları türbanlamaktır» dan başka?!..

O Belediye başkanı seçilmiş mi? Seçilmiş.

Sandık ve seçim, demokrasi için gerekli ve yeterli tek koşul sayıldığına göre Demokrasi uygulanmış mı? Uygulanmış.

E o zaman hepimiz imam hatiplileşecek, hepimiz türbana mı dolanacağız?

İşte «imamın kötüsü» bu nedenle adamı dinden imandan çıkarır. Demokrasiye bulaşmasına bile gerek yok.

Ama bir de demokrasiye bulaşır, yani maalesef seçilirse... Seçilmişse...

«İmam», yukarıda izah edildi, Müslümanlık lügatine göre, yöneten, komut veren, kural koyan, ödül ve ceza verip uygulayan, devlet, devlet başkanı demek.

Seçilmemişse, kerameti kendinden menkul veya babadan oğula veya zorla «imam» laşmışsa, bir şekilde devrilebilir. Başarırsanız mesele yok. Başaramazsanız bedel ödersiniz. Yine mesele yok.

Ya seçilmişse?.. Hele parlamentoda büyük çoğunluğu varsa?..

Ve hele kendinde keramet görüp kendine göre bir demokrasi tanımı yapıyorsa?..

Mahkemeye, hakime, savcıya, yargıya... Meclise, muhalefete, kendi partisinin milletvekillerine, hatta bakanlarına... Üniversiteye, profesöre... Basına, gazeteciye, gazete patronuna... Özel sektöre, özel sektör patronuna «sen kimsin! Haddini bil!...» diyorsa?

Bütün bunları, daha doğrusu «sen kimsin, haddini bil» i hayata geçirmek için sandıktan çıkmışlığını, seçilmişliğini, parlamentodaki sandalye üstünlüğünü, yani bizatihi demokrasiyi kullanarak her an, her dakika kanun çıkarıyor, kanun değiştiriyorsa?..

Hukuk, kuru kuru kanun demek değildir. Evrensel, değişmez kuralları vardır. Bu kurallar, ille de kanunlara yazılı maddeler değildir. İşin özüdür, vicdanıdır.

Mesela... Kanunlar genel ve eşittir. Unvanı, makamı, serveti, dini, milliyeti, cinsi, rengi ne olursa olsun herkese aynı şekilde uygulanır. Başbakan, bakanlar ve oğulları hırsızlıktan bile görmezden gelinip, hele bir müsteşar hakkında başlatılan bir soruşturmanın, sırf başbakana da bulaşabileceği endişesiyle, müsteşarı değil esasen başbakanı kollamak kaygısıyla engellenmesi için kanun değiştirilirken, başkaları, ne idüğü belirsiz darbe-terör suçlamasıyla hapishanede öldürülmez. Hukuk güvenliği açısından bunun, Kanuni Sultan Süleyman'ın esasen kendi tahtı, görünürde ise devlet güvenliği kaygılarıyla oğlunu boğdurmasından farkı yoktur.

Yani padişaha kayıtsız şartsız itaatten başka meziyeti olmayan ciğeri beş para etmez müsteşar unvanlı paspasların, bırakın can güvenliğini, yargı karşısına çıkarılmaktan korunması için bile MİT Yasası yeniden düzenlenirken, padişahın oğlunun bile can güvenliğinin olmaması zihniyeti aynıyla devam etmektedir.

Mesela... Kanunlar geriye yürümez (eski ve çok ünlü söyleyişle, kanunlar «makable şamil» değildir). Yayınlanıp yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geçerlidir. Aksi, yani kanunların geriye yürüyebilmesi tam bir kaos demektir. Dün suç olmayanın bugün suç olmasıdır. Dün serbest olanın bugün yasak olması ve insanların dün serbestçe yapabildiklerinden dolayı bugün sanık olmalarıdır.

Dün dünde kalır. Bugünden (yasanın yayınlanıp yürürlüğe girmesinden) sonra yaptıklarınız için suçlanmanız, yargılanmanız gerekir. Dün suç olmayan eyleminizden dolayı, bugün çıkarılan kanundan dolayı sanık sandalyesine oturtulursanız, oturtulmuşsanız; orada güvenilecek hukuk yok demektir.

İrticayı, toplumsal yapıyı devlet yapısıyla birlikte din esasına dayandırmayı dün suç sayıyorken, bugün aynı şeyi özgürlük haline getirip dün suç sayılan irticayla mücadele edeni bugün çıkardığınız yasayla sanık yapamazsınız.

2003'te irtica, şeriatçılık, din esasına dayalı toplum ve devlet kurmak suçtu. Birtakım insanlar görevi gereği bu suçla ilgili işler yaptı. O zaman, yani 2003'te bu, maaş karşılığı yapılan olağan bir görevdi. Taltif edilmezdi, ama cezalandırılmazdı da...

2008'e, 9'a, 10'a geldik; bu basit, taltif de tecziye de edilmeyen görev, mevcut siyasi iktidarın inisiyatifiyle, ceza yasasına girmese de suç haline getirildi.

Tamam. Ceza kanununa işlersiniz bunu. «Şeriatçılığa karşı mücadele eden kamu görevlisi 5 yıldan on beş yıla kadar hapse mahkum edilir» dersiniz. Kanunun yürürlük tarihi ne? 10 Kasım, veya 29 Ekim, ya da 23 Nisan 2010 mesela... Bu tarihlerden sonra şeriatçılığa karşı mücadele eden olursa bu kanununu uygularsınız.

Böyle bir kanun, kanun maddesi hala yok. Sadece Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde, «daha önce» tehdit (dolayısıyla suç, dolayısıyla önlemek için mücadele görev) sayılan söylem ve eylemler, tehdit ve suç olmaktan çıkarıldı. Ama aynı «daha önce» de, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tehdit sayılan eylem ve söylemler, ilgili yasalara da suç olarak kaydedilmişti. Oysa şimdi, irtica Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tehdit değil, ama yasalarda hala suç.

AKP'nin, yüzde yüz de oy alsa çuvallayıp durmasının nedeni bu hukuk beceriksizliği, bu hukuk cehaleti, bu hukuk dangalaklığıdır. Çünkü devlet günümüzde çok ciddi olarak hukukla yönetilir. Tayyip Erdoğan'ın günde beş vakit kanun çıkarmasının, otuz beş vakit kanun değiştirmesinin nedeni budur. O da biliyor, devlet bu çağda ancak «hukukla yönetilir.»

Demek istiyor ki «benim her yaptığım yasaya, hukuka uygundur. Ben bunun için, Meclisi haftada 1879 bin milyon sekiz saat çalıştırıp üç bin milyon bir milyar dolar kanun çıkarttım. Gerekirse hırsızlığı, ahlaksızlığı, cinayeti bile, beni seçen milli iradenin mecliste oluşturduğu çoğunluğu kullanarak yapacağım kanunlarla suç olmaktan çıkarırım. Dolayısıyla kimse beni hukuk çiğneyip suç işlemekle suçlayamaz.»

Oysa hukukun kitaplarda yazmayan genel ve evrensel kurallarından biri de «süreklilik» tir. Hayatın normal akışı içinde kendiliğinden meydana gelen oluşumlar yeni yasalar veya yasalarda değişiklik gerektirebilir (Kaldı ki İngiltere'nin yazılı bir anayasası bile hiç olmamıştır; dolayısıyla İngilizler «anayasayı nasıl değiştirelim» tartışması hiç yapmamıştır. İngiltere'de toplum hiç mi değişmedi?!)

Ama toplum kendiliğinden değişince yasayı topluma uygun hale getirmek değil bugün Türkiye'de yapılan. «Avrupa Birliği'ne üyelik başvurusu yaptık, öyleyse idam cezasını kaldıralım; internet geldi, internet yasası çıkaralım» değil yapılan. 4&4&4 yasası, kentsel dönüşüm yasası, MİT yasasında yapılan değişiklik, böyle bir toplumsal ihtiyacın ürünü değil.

Belli bir siyasi gücün, belli başka güçleri de arkasına alarak, kendi düşünceleri ve çıkarları doğrultusunda toplumu dönüştürmek için hukuku, dolayısıyla demokrasiyi basit, ucuz bir araç olarak kullanması söz konusu. Hukuk, burada, yazı yazmak için kullanılan kalem, işe gitmek için binilen dolmuş sadece.

Gelece, uzun vadeye dönük hiçbir toplumsal plan olmadan, sadece o belli siyasi gücün düşünce ve çıkarları doğrultusunda, sadece o gücün günlük ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, sorunlarını gidermek için durmadan yasa çıkarmak, hukukla çok tehlikeli biçimde oynamaktır, kaosun ta kendisidir. Hukuk güvenliğinin ortadan kalkması, akşam masum yatıp, sabaha sanık olarak uyanmak demektir. «Ankara'da yargıçların yok olması» dır.

Üstelik bütün bunlar yapılırken demokrasi de kullanılmaktadır. Çünkü hukuku oluşturan yasalar siyasi partilerin seçilmiş üyelerinin oluşturduğu parlamentodan çıkmaktadır.

Dolayısıyla hukuk gibi demokrasi de oyuncaklaşmakta, kötü niyetlerin gerçekleşmesinin basit aracı haline gelmektedir. «Demokrasi bizim için ineceğimiz durağa kadar bindiğimiz trendir. O durağa gelince ineriz» sözü bu nedenle bir meydan okuma değilse, bir itiraftır.

İşte Churchill'in «Demokrasi aslında berbat bir rejimdir. Ama daha iyisini henüz bulamadığımız için şimdilik idare ediyoruz» sözünün veya Duverger'nin sözlerinin akla geldiği yer de burasıdır.

Veya «peki hata nerede? Hukukta ya da sistemde yani demokrasi de mi insanda mı?» sorusunun akla geldiği yer...

Bu ülkenin anayasasında, 1960'tan itibaren «siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır» yazar.

Dikkat ediniz: parlamento... seçimler... hukuk, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılı ve bu kuvvetler arasında denge ve denetim mekanizması... değil. Siyasi partiler.

Diğerleri demokrasinin unsuru değil mi?. Ya da vazgeçilebilir unsurlar mı? Hem de demokrasinin «sandığa» indirgendiği 2014 Türkiye'sinde?

Niye? Ne işe yarar siyasi partiler? Siyasi partiler olmasa ne olur? Milletvekilleri tek tek aday olsa, kampanyalarını tek tek düzenlese, halkın karşısına sadece milletvekili adayı olarak kendi adlarına çıksalar ne olur? Genel başkanlar, parti meclisleri, MYK'lar, parti disiplini, parti disiplin kurulları, ülke çapında parti birimleri, şubeleri olmasa demokrasi, demokrasi olmaz mı o zaman? Diktatörlük mü olur?

Evet, siyasi partilerin pratik yararı var kuşkusuz. Seçimleri sistematize ediyor. Seçmen belki kime, niye, neye göre oy vereceğini daha derli toplu görüyor. Ama galiba o kadar...

Önemli olan veya bütün bunların içinde en önemli olan parlamento değil mi? Yani milletvekilleri?.. Peki bugün bütün dünyada, ama hadi konuyu sınırlandıralım, Türkiye'de milletvekillerini kim belirliyor?

Seçmenler mi?
Hayır!

Genel başkan dahil partileri yönetecek insanları kim belirliyor? Delegeleri kim belirliyor?

Seçmenler mi? Hayır.

Dar bir oligark grubu. Hatta çoğu zaman, bizde olduğu gibi tek bir adam.

Seçmen milletvekilini, milletvekillerini seçmiyor. Seçmen siyasi partiyi, hatta sadece genel başkanı, dolayısıyle genel başkanı seçiyor. İşte Duverger'nin taa 1960larda söylediği, sonra başka siyaset bilimcilerin de benimseyip vurguladığı «oligarşi» bu. Komünizm, açıkça «madem ille oligarşi olacak, bu, işçi sınıfı olsun, işçi sınıfının partisi, onun önde gelenleri olsun» demiş. Kapitalizm ise «hayır, oligarşi sermaye sınıfının temsilcileri, hatta fedaileridir» diyor aslında. Ama bunu demokrasi diye yutturuyor. Yoksa siyaset bilimi, kapitalizmin demokrasi yavesinin aslında bir oligarşi, yani bir kandırmaca olduğunu en az elli yıl önce ortaya koymuş. Esasen, bugüne kadar buna, buna şapkadan oligarşi, giderek otokrasi, nihayet diktatorya yerine sözde demokrasi çıkaran demokrasi hokus pokusçusu oligarklar dahil kimse de itiraz etmiş değil.

İşte bu oligarşinin temsilcileriyle doldurulan parlamentolardır, otokratların, oligarkların, diktatörlerin günlük çıkarlarına göre yasa çıkaran, yasa değiştiren, yani her türlü herzeyi hukukileştiren, meşrulaştıran, bir başka anlatımla suç olmaktan çıkaran kurum.

Siyasi partiler işte bu yapının ve işte bu nedenle vazgeçilmez unsurudur; yoksa demokrasinin değil.

    «Partiler, doğrudan doğruya, demokratik doktrinlerin daima söz konusu olduğu siyaset alanında faaliyet gösterdikleri için bu hususu daha çok dikkate almak zorundadırlar. Meşruluğa ilişkin genel inançlar, genel nitelikte ve bütün sosyal gruplar için geçerlidir; ancak bunlar, devlete, devlet organlarına ve devlet mekanizmasına daha titizlikle uygulanır. Bir ticari şirketin veya bir balıkçılık derneğinin, otoriteyi üyelerinin tümü tarafından seçilmemiş birkaç kişiye vermek suretiyle oligarşik bir yapıyı kabul etmesi, demokrasiye olan genel inancı sarsar kuşkusuz; ama aynı yapı, demokratik bir devlet çerçevesinde faaliyet gösteren ve tek meşru iktidar şeklinin demokratik iktidar olduğu inancındaki kitlelerin desteğini kazanmaya çalışan bir siyasi parti tarafından kabul edilecek olursa, sarsıntı çok daha derin olur. Dolayısıyla partiler, kendilerine demokratik görünüşte bir liderlik sağlama konusunda son derece dikkatli olmak zorundadır.

    Oysa (...) demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. Böyle örgütlenmiş bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değil demektir. Eğer bütün partiler aynı yapıyı kabul etselerdi savaş koşulları hepsi için aynı olacağından, bunun bir zararı dokunmazdı. Fakat içlerinden biri, otoriter ve otokratik bir şekilde örgütlenmişse, diğerleri ondan aşağı kalmış olur. (Düşününüz: CHP'nin konumu!..) ... Diktatoryal bir devletle savaş içerisinde bulunan demokratik bir devlet, eğer rakibini yenmek istiyorsa, gitgide onun metotlarını benimsemek zorunluluğunu duyar. Ayın şey, siyaset savaşında ve partiler düzeyinde de görülür. Demokratik yapıdaki partiler, varlıklarını koruyabilmek için diğerlerini kopya etmek zorunda kalır. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise bu eğilimi engellemek bir yana, liderleri putlaştırmak suretiyle onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha da kolaylaşmış olur. ... Yine de, partiler demokratik görünüşü sürdürmeye de gayret ederler; otoriter ve oligarşik metotlar genellikle tüzüğün izni olmadığı halde birtakım dolambaçlı ama etkili yollardan gerçekleştirilir. ... Amaç, demokratik formüllerin ve dekorların gerisinde, otokratik bir iktidarın kurulmasıdır.

    Bu eğilimin derecesi partiye göre değişir. Yaygınlık derecesi, birçok etkene bağlıdır. (...) Bütün insan grupları gibi partiler de muhafazakardır; evrim, kendilerini değişmeye zorlasa bile kolay kolay yapılarını değiştirmezler. Bazı partilerin daha demokratik karakterde olmaları, bunların daha otoriter nitelikteki örgütlenme usullerinin geliştirilmesinden önce doğmuş bulunmalarından kaynaklanmaktadır.

    Resmen, yani dış görünüş açısından, parti liderleri hemen daima demokratik kurallar uyarınca üyeler tarafından ve oldukça kısa bir görev süresi için seçilir. Sadece Faşist partiler bu yöntemi açıkça reddederek yerine atam yöntemini geçirir. İkinci derece liderler, yüksek şef tarafından seçilir. Yüksek şef ise kendi kendince atanmıştır, yaşadığı sürece görevde kalır, halefi kooptasyonla belirlenir. Yani uygulamada demokratik seçimlerin yerini kooptasyon, merkez ataması, aday gösterme gibi devşirme yöntemleri almaktadır.

    (...) Açık otokrasiye kısmen başvurulması, örtülü otokrasi yöntemlerinin uygulanmasına engel değildir; bu yöntemler, resmen, görünüşte demokratik yapıya sahip BÜTÜN partiler tarafından kullanılır. Otokrasinin ölçüsü az ya da çok olabilir, ama otokratik unsur daima vardır. Otokratik maskelemede iki yöntemden yararlanılmaktadır: Seçimlere hile karıştırılması ve gerçek liderle görünürdeki liderin ayrılması...

    Burada dolaylı temsilin yaygın şekilde kullanıldığı görülür. Parti liderleri doğrudan üyeler tarafından değil, kendileri de seçilmiş delegeler tarafından seçilirler.

    Bütün partiler, dolaylı temsili sıkı sıkıya uygulamaz, ama hepsi kullanır. Dolaylı temsil, bir yandan demokrasiyi uyguladığını ileri sürerken, öte yandan onu ortadan kaldırmanın mükemmel bir yoludur. Rousseau, egemenliğin vekaletinin olmayacağını çok iyi anlamıştı; müvekkilin vekilce temsiline dair hiçbir hukuk oyunu, şu temel gerçeği gizlemez: Delegelerin zihniyeti, hiçbir zaman kendilerine vekalet verenlerinkiyle aynı değildir; dolayısıyla her ek delegasyon aşamasında, tabanın iradesiyle tepenin kararı arasındaki uçurum biraz daha derinleşir. Bir parti liderinin küçük bir delege grubu tarafından seçilmesi, doğrudan doğruya üye kitlesi tarafından seçilmesiyle aynı şey değildir. Bu durumda seçmen sayısının azlığı nedeniyle, başka seçim hilelerinin daha kolay uygulanabileceğini de ayrıca hesaba katmak gerekir. Art arda oylamalar sırasında bu hileler de birbirine eklenir. Oyla piramidi içinde yükseldikçe, seçim gerçekten uzaklaşır. (...)

    Üst kademelerde, özellikle Ulusal Kongrelerde zaman zaman ortaya çıkan muhalefetler, üye kitlesinin demokratik bir direnişinden ziyade, hepsi de kendi mevkilerini otokrasiye borçlu bulunan çeşitli liderler arasındaki bir iktidar kavgası niteliğindedir.(...)

    Demokrasi kurallarının her yerden daha çok saygı gördüğü çağdaş Sosyalist partilerde bile, temsilci sayısının hesaplanmasındaki yöntemler, bir <> imkan verebilmektedir. (...) Böylece, mali yardım sağlayabilen bir milletvekili veya nüfuzlu bir militan, dolaylı olarak kendisine Kongre delegeleri satın alabilir.» (Duverger, Siyasi Partiler, s. 188-200, Bilgi Yayınevi, İkinci Bası 1974 Ankara.)

Böyle diyor Duverger Hoca. Biraz uzun oldu, ama bin yıllık demokrasi yavesini de bir buçuk sayfada özetlemiş olduk.

Isıtılıp ısıtılıp masaya konan demokrasi yemeği, sahte doktorun aspirin misali her hastaya yazdığı demokrasi reçetesi, her derde deva diye kültleştirilen, kutsallaştırılan, hatta mutlaklaştırılıp dinleştirilen demokrasi ve ondan üretilen hukuk ve yasalar maalesef bu işte.

Kaldı ki demokrasinin vazgeçilmez unsuru saydığımız siyasi partiler ilk seçimlerden ve parlamentoların oluşumundan epeyce sonra ortaya çıkmış.

Yine Duverger'nin çok önemli bir saptaması var. «1850'de, Amerika dışında dünyanın hiçbir ülkesi, kelimenin bugünkü anlamında siyasi partileri tanımıyordu. Fikir akımları, halk kulüpleri, felsefi dernekler ve parlamento grupları vardı; ama gerçek partiler yoktu.»

Siyasi partiler oluşmadan önce demokrasi yoktu demek için ya seçimli parlamentolarla siyasi partilerin aynı anda doğmuş olması gerekir ki tarihi gerçek bu değil; ya da hakikaten seçimli parlamentoları demokrasi saymamak gerekir. Bu da imkansız. Hele seçim ve sandığın demokrasi ile özdeşleştirildiği günümüzde...

Sandığı da, seçimi de, parlamentoyu da, siyasi partiyi de, demokrasiyi de, devleti de icat eden İnsan. Bazı şeyler, birçok şey, hatta her şey daha iyi olsun diye icat etmiş İnsan bunları. Çünkü bunlar icat edilmeden önce her şey, en azından bazı şeyler çok kötü imiş.

Ama, hem de demokrasinin içinden oligarşiyi, otokrasiyi, diktatörlüğü çıkaran da İnsan.

Yani şöyle demek mi gerekiyor acaba? Sistemi ne kadar iyi kurarsanız kurun; ne kadar iyi, doğru kurallar koyarsanız koyun. Neticede her şeyi belirleyen, o sistemi, o kuralları uygulayacak olan hep İnsan.

İnsan'ın bir takım, hatta pek çok zaafı var. Kötü yanı var. Bazı sistemler bunları özellikle teşvik ediyor. Bunları aşmak için geliştirilen başka yeni sistemler de kısa sürede bu zaaf ve kötü yanların kurbanı olup yozlaşıyor.

Kapitalizm zaten parayı egemen kılarak, insan doğasında baştan var olan bu yozlaşmayı neredeyse kaçınılmaz kılıyor. Demokrasi ve hukuk böylece, kötü polisi oligarşi, otokrasi, diktatörlük ve nihayet emperyalizm olan kapitalizmin sadece iyi polisi olabiliyor.

O zaman bir kere şunu herhalde vurgulamak lazım: Kapitalizm var olduğu yerde, hele kapitalizmin, her yolun mubah sayılıp talan ve vurgunculuktan ibaret görüldüğü ve insan zaaflarının köpürdüğü Türkiye gibi ülkelerde demokrasi ve hukuktan hiçbir şey değilse bile çok şey beklemek sadece safdilliktir.

Demokrasi ve hukuk, ancak insan zaaflarının en aza indirilebildiği, en çok etkisizleştirilebildiği bir sistemde işe yarayacaktır. O zaman zaten demokrasiyi bugünkü gibi kültleştirmeye, kutsallaştırmaya, mutlaklaştırmaya, dinleştirmeye gerek kalmaz.

Ancak öyle bir sistem, en başta karnı doymuş, çok iyi eğitilmiş, paraya, mevkiye, makama, itibara tok, üstün niteliklere sahip ve bu nitelikleri layıkıyla değerlendirilen insanlar ve kitleler oluşturabilir. Ötekiler belki yine var olacaktır. Ama kötü paranın iyi parayı değil, iyi paranın kötü parayı kovduğu bir sistem olacaktır bu.

İnsanların özellikle aç, işsiz, yoksul, çaresiz, bir de cahil bırakıldığı, ancak bireysel kurtuluşa izin verilen bir toplumda, uygulanan sistemin bunu gerektirdiği, bu sonucu kaçınılmaz kıldığı bir toplumda demokrasi ve hukuk ancak Tayyip Erdoğanlara, AKP'lere yol açmaktadır. Böyle bir toplumda en azından bir CHP'ye kavuşmak bile imkansızdır. Çünkü adam gibi demokrasi ve hukuk mümkün olmamaktadır.

Yapıyı aynen muhafaza edip, demokrasi ve hukuk özlemek de; yapıyı aynen muhafaza edip demokrasi ve hukuk üzerinden daha iyiye ulaşmak da imkansızdır. Bataklıkta ancak sivri sinek ve mikrop ürer.
«Bir» CHP'nin hatası da bu yapıdan demokrasi ve hukuk beklemek, bu yapıya yapışıp kalarak, habire o yapıya kur yaparak, bu yapıya şirin görünmeye çalışarak, daha iyiyi başarmak için iktidar olmayı ummasıdır. Bu yapıya yapışıp kalarak iktidar olsa bile daha iyiyi başarabileceğini hiç ummamalıdır CHP. 

Ali Tartanoğlu 
HEDDAM,

https://haberguncel.blogspot.com.tr/2014/05/imamin-kotusu-demokrasi-ve-sistem-ali-tartanoglu.html

***




29 Nisan 2015 Çarşamba

Tahrir…Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu




Tahrir…Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu 


 Ali TARTANOĞLU,



caglayan_cumhuriyet
Tahrir…Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu!?!?

“Tahrir”i artık hepimiz öğrendik: Mısır’ın başkenti Kahire’deki “Kurtuluş” Meydanı…
Diğerleri?…

Galiba unuttuyduk. Onlar da bizim Ankara, İstanbul ve İzmir’deki meydanlarımız. Dı…

Tahrir’dekiler kimdi? Halk… Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu’dakiler kimdi? Onlar da “halk”tı.

Ne istemişti Tahrir halkı? Mübarek gitsin, demokrasi gelsin, düzen değişsin… Bizim Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu halkı ne istemişti? AKP gitsin, laik cumhuriyet kalsın…

Tahrir halkının istediği oldu. “Halk ne isterse o olur” dendi. “Yaşasın devrim” dendi. Tahrir’dekilerin yaptığı “kutsal devrim” oldu. Bizim Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu halkı ise “darbeci” oldu. Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu’dan beri Ergenekon cehennemini ateşi sönmüyor.

Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu halkının istediği olursa askerler gelir diye mi korkmuştu bizim demokrasi tarikatı müridleri? E, Tahrir halkının istediği olup Mübarek gidince ne oldu? Askeri konsey yönetime el koydu!…

Tandoğan-Çağlayan-Gündoğdu ahalisi nerede hata yaptı acaba? Bizimkiler yaklaşık birer arayla gerçekleştirilmişti; Tahrir’deki ise 18 gün kesintisiz devam etti. Ondan mıdır ki?

Biz de Tandoğan, Çağlayan ve Gündoğdu’da aynı gün başlayıp AKP gidene kadar devam etseydik, biz de “halk” olur muyduk, yaptığımız da “devrim” olur muydu; cümle alem, yedi düvel de bizi çılgınca alkışlar, “aferim” diye zılgıt çeker miydi acep?

Yahut soruyu başka türlü soralım. Hüsnü Mübarek nerede hata yaptı acaba?

Yok Mübarek’in hatası yok. Gösteriler 18 gün kesintisiz sürdü; birazcık ara vermediler ki adamcağız bir Ergenekon davası başlatsın… Böyle bir ara verilseydi, zaten Recep hemen Mübarek’i arar, Lübnan başbakanına yaptığı gibi gerekli nasihatleri verirdi.

Tahrir’deki halkla, Tandoğan’daki halkın, Mübarek’le Erdoğan’ın farkı ne?

Tahrir’dekilerin siyasal programı, ideolojik alt yapısı, talepleri yokmuş; e Tandoğan’dakilerin pek mi vardı? “Ne şeriat ne darbe”den siyasi program, ideolojik alt yapı mı olur?

Mübarek diktatörmüş… Bizim ki ne peki?!!.. Mübarek 30 yıl içinde giderek demokratlaşmaya bile çalışmış; bizimki tam tersine giderek diktatörleşmiyor mu?..

Sonra Amerika’sı, Avrupa’sı, ne oldu da otuz yıldır kesintisiz destekledikleri Mübarek’i 18 günde satıverdiler?

Daha ilginç bir nokta var. Mübarek’in devrilmesini veya Tahrir devrimini hadi Amerika Avrupa alkışlıyor, hadi onların hınk deyicisi Erdoğan da alkışlıyor; ama İran da alkışlıyor.

Tesadüfün bu kadarı fazla değil mi?, Tahrir ahalisini tam siz de her şeye rağmen kutlayacakken, kendinizden şüphe etmez misiniz? Sormaz mısınız:

“- O zaman Tandoğan ahalisinin günahı ne?..”

Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı desteklemekte birbiriyle yarışan Erdoğan’la Ahmedinejad’ın Tahrir ahalisini alkışlamasını anlamak belki mümkün. Onlar “halk” denince, “milli irade” denince kendi ülkelerinde kendilerini, Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı kast ediyorlar. Mısır’da da Müslüman Kardeşler’i kast etmelerinde şaşılacak yan yok.

Peki Batı? Bir yandan “Müslüman Kardeşler bir de halk oyuyla gelirse?…” diye kabuslar görüyorlar. Bu nedenle Tunus’u Tunus ordusuna, Mısır’ı Mısır ordusuna emanet etmekte hiç pervaları yok? Her iki ülkede de Ordu ile İslamcıları karıştır-barıştır yapmaya dünden razılar.

Öte yandan İran’da Ahmedinejad’a karşılar; oysa o da düpedüz seçimle iktidara geldi. İran’da da seçilmiş parlamento var. Ama İran kötü; Ahmedinejad kötü, antidemokrat, diktatör. Mısır’a İran örnek gösterilmiyor.

Mısır’a Türkiye örnek gösteriliyor. Niye? Türkiye’de iktidar seçimle göreve geliyor, seçilmiş bir parlamento var. Ama Erdoğan çok mu demokrat? Erdoğan niye diktatör sayılmıyor? Türkiye’de demokrasi tahribatındaki, tek adamlaşmadaki, tek adam baskısındaki, muhalefeti sindirmedeki hız, kamusal, sivil, özel bütün kurumların, kuruluşların, örgütlerin ve nihayet bireylerin AKP’lileştirilmesindeki hız niye Batı’nın gözüne hiç çarpmıyor? Niye Tunus’ta, Mısır’da Ordu ile İslamcıları karıştır barıştır yapıyorlar da Türkiye’de Ordu’yu İslamcıların şamar oğlanı haline getirtiyorlar? Daha düne kadar Amerika’nın “bizim oğlanları” olan Ordu, şimdi niye tu kaka?

Sorun, bizdeki medeniyet, laiklik, çağdaşlık, ulusal bilinç, ulus olma bilinci, bağımsızlık bilinci, hatta demokrasi katsayısının Mısır’a, Tunus’a göre hayli yüksek olması mı? Bu ülkeler söz konusu olunca laiklik, modernite, medeniyet, akıl, bilim, demokrasi, kalkınmışlık Batı için yok mesabesinde, hatta hiç de istenmeyen şeyler de bu ülkelerin halkları mı yanlış biliyor? Batı’nın bu ülkeler için tek istediği, Batı’ya itiraz etmeyecek, ülkelerinin, halklarının Batı tarafından sömürülmesine, güdülmesine itiraz etmeyecek, hele halklarının bu bilince erişmesine asla izin vermeyecek yönetimler de, halklar mı yanılıyor?Bunları sağlayan yönetimlerin halklarına karşı diledikleri kadar despot, diledikleri kadar diktatör olmaları Batı’nın hiç umurunda değil mi?

Yoksa bizdeki de, Ordu ile İslamcıları karıştır-barıştır tiyatrosu da, biz mi fark edemiyoruz? Yoksa GOP, BOP dedikleri bundan mı ibaret? Demokrasi, insan hakları zikirleri fasa fisodan mı ibaret?

Yani iki yüzlülük…

Hatta belki “binbir surat”lık!

Yahut yüzsüzlük!!!…

Keşke donanmalarıyla, ordularıyla gelselerdi…

Çanakkale’deki gibi!!!…

Ali TARTANOĞLU - 

15 Şubat 2011

..

İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!





İşkence Yaparsan Suç Değil, İşkence Yaptığınla Dost Olursan Suç!


Ali Tartanoğlu,


Devrimci Karargah diye bir örgüt var mı yok mu? Öyle görünüyor ki bu örgüt polisin uydurduğu, joker olarak kullandığı hayalet bir örgüt. Birisine kafayı taktılar mı yamayıveriyorlar. Tıpkı «Ergenekon Darbe Örgütü»gibi...

Ama «velev ki» var.
«- «Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe «liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)


Adam işkenceci. İşkenceci bir polis. 1 – Bunu kendisi söylüyor; hem de yazıyla, ıslak imzalı. 2 – Mağduruna soruyorlar, «tanır mısın» diye; «Tanırım. İşkencecim olur!..» diyor.

4 – Adam kendisini, «O dönem, işkence devlet politikasıydı, genel uygulamaydı. Hala işkenceci diye anılmaktan hoşnut değilim» diyerek savunuyor.

5 – Adam, sağcı, milliyetçi, muhafazakar; işkence yaptıkları ise solcu. O günlerin deyimiyle söylenirse, adam için işkence yaptıkları«komünist, vatan düşmanı, Rus uşağı» ; ondan işkence görenler içinse adam «Amerikan uşağı faşist!..»

6 – Adam yıllarla birlikte yaşlandıkça olgunlaşıyor, okuyor, kendisini olabildiğince geliştiriyor ve bir gün karşılaştığı mağdurlarından, pişmanlık makamında özür diliyor. Sonra, oturuyorlar bir masaya yiyorlar, içiyorlar; hatıra fotoğraflar bile çekiliyor. Sonra, bu iş giderek dostluğa, arkadaşlığa bile dönüşüyor. 7 – Gel zaman git zaman, adam bir kitap yazıyor; «Küpleri göğe kadar üst üste dizmişler, sonra en alttakini çekmişler; seyreyle gümbürtüyü» misali kıyamet kopuyor. Adamı tutukluyor meslektaşları. (Evet«meslektaşları» .. Hele yargıçlar burada tamamen misafir sanatçı. Malum Silivri Divanı'nın başından beri işleyiş bu.) Niye tutukluyorlar adamı? Vaktiyle işkence yaptığı solcuların, «komünist, vatan düşmanı, Rus uşaklarının» örgütüne yardım ve yataklık yaptığı için!!!.. Devrimci Karargah diye bir örgüt var mı yok mu? Öyle görünüyor ki bu örgüt polisin uydurduğu, joker olarak kullandığı hayalet bir örgüt. Birisine kafayı taktılar mı yamayıveriyorlar. Tıpkı «Ergenekon Darbe Örgütü» gibi...

Ama «velev ki» var.

Adam bu örgüte gerçekten yardım ve yataklık mı yapmış? Polis rüşvet alabilir, başka her türlü suçu da işleyebilir. İnsandır nihayet. İcra ettiği meslek de suçluyla uğraşmak... Olur böyle şeyler. Ama artık «faşist» olmasa bile hala «milliyetçi muhafazakar» olan, hatta gazetelere gönderdiği mektupta «ben cemaate karşı değilim» diyen bir insanın, hele bir polis şefinin solcu örgüte yardım ve yataklık yapması da akıllara ziyan bir iş, bir iddia... Ama velev ki adam o örgüte yardım ve yataklık yaptı... Geldiğimiz nokta öyle bir nokta ki; bunların hiiiiiiiç birinin hiiiiiiiç bir kıymeti harbiyesi yok!... Çünkü... Adam, kendini yetiştirip, olgunlaşıp, durmuş oturmuş bir insanı kamil oluncaya kadar, otuz yıl öncesinden belki yirmi yıl öncesine kadar işkence yapmış. Ama ne o gün ne de bugün, başta kendisini tutuklayanlar olmak üzere bu ülkede bir Allahın sorumlu kulu «hooop Kandıralı sen de dur! Gel bakalım. Sen nasıl işkence yaparsın...» diye sormamış, incelememiş, soruşturmamış, hele hele tutuklamamış... Ama ne zaman, işkence yaptıklarıyla dost olmuş, işte o zaman «gel bakalım; sen bu komünistlere yardım ve yataklık yapıyormuşsun» diye tıkıvermişler kodese!.. (Tabi, işkenceci ile mağdurunun dost olması da çok ilginç; ama bizim konumuzla hiç ilgisi yok.) Elbette, «niye bizi teşhir eden kitap yazdın? Niye bizi bakanlara, başbakana, genel müdüre şikayet ettin» diye tutuklayamazlardı. Elbette «Devrimci Karargah Örgütüne yardım ve yataklık»«suyumu niye bulandırıyorsun» kabilinden, çocukların bile yutmayacağı, insan aklıyla alay eden, kaba saba bir bahanedir sadece. Ama olsun; kullanılıyor ya!.. Bu kadar zekadan yoksun bir bahaneyi üretip kullanmakta hiç pervaları yok ya... Sözün, umudun, güvenin bittiği yer, karanlık bir çaresizlik ve yalnızlık çukurunun ağzı, işte burası!!.. Ben dahil, tutuklanmasındaki akıl dışılık nedeniyle adama destek verenler; Vermeyenler; 30 yıldır bu ülkenin hükümranlık koltuklarından gelip geçmiş cümle siyasi, idari, sivil kodamanlar; Cümle münevveran, feylosof, çok bilmiş, türban yasağını bile «zulüm» sayan insan hakları-cı, fanatik demokrasi-ci taifesi; Hiçbirisi, hiçbirimiz bu noktaya dair tek kelimelere kadir olamıyoruz. Hükümran-hükümdar goygoycuları olamıyor... E hadi anlaşılır.... Çünkü onlar tutuklamadaki akıl dışılığı görecek durumda değil; onlar tutuklamanın ne kadar da isabetli olduğunu izah ve ispat peşindeler cansiperane. Fakat ya ötekiler?.. Yani ille tutuklanacaksa, tutuklamak için de«kitap yazdın bizi şikayet ettin» dışında mutlaka bir bahane gerekiyorsa, bu bahane niye «işkencecilik» değil?!.. Yani niye işkence yaptıydın diye değil de, adeta niye işkence yaptıklarınla dost oluyorsun dercesine bir gerekçeyle tutuklandı bu adam? Tutuklanmaya karşı çıkanlar bile, tutuklamadaki acıtıcı küstahlık karşısında bu konuya değinmeyi, bu noktaya ulaşmayı dahi beceremez hale gelmişiz. İşte bu yüzden «sözün bittiği yer...» burası. Yani artık işkence olağan, işkence artık meşru demektir bu. Bu meşrulaştırmaya bizim de katılmaya mecbur edilmemiz demektir bu. Bu nokta, bu nedenle, aynı zamanda «umutsuzluk»noktasıdır. Şeytan ayrıntıda gizlidir. Medeniyet, cep telefonu, bilgisayar ve saire, yani teknoloji değildir; hiçbir zaman olmamıştır. Saddam'ın Irak'ı da bu açıdan Fransa'dan, İngiltere'den, hatta Amerika'dan çok farklı değildi. Bağdat kentleşme, şehir planlaması açısından mükemmel denilebilecek bir başkentti. En azından Ankara'dan çok daha düzgündü. Orada da herkesin bilgisayarı, cep telefonu vardı. Bunca badireden sonra hala var. Ammaaa ve lakin... Devlet başkanları dahil bütün bunların hükümranı konumunda olanların neredeyse tamamı, bir zamanlar hizmet ettikleri işgalci efendileri tarafından tavuk gibi boğazlandılar, asıldılar. Ülke param parça, halk perişan, sokaklar ölüm pazarı, çöl kan kusuyor. Peki işgalci-efendi Amerika, eğer medeniyet eşittir teknolojisi ise, bunun ana rahmi konumundaki Amerika medeni mi? Onun yardakçısı İngiltere, Avrupa medeni mi? Kendi ülkelerinin içindeki, kendi insanlarına karşı medenilikleri bile tartışmalıdır ya, hele dışarıya karşı, medeni oldukları söylenebilir mi? Sırf kendi petrol, pazar, yatırım, sermaye çıkarları için başkalarına karşı her türlü şenaati, cinayeti mubah saymak, medenilik olabilir mi? Batı'nın meşru sayılan Saddamları, doğunun meşru sayılmayan Saddamlarını, hem de medeniyet adına asar. Oysa yoktur aslında birbirlerinden farkları. Bizim gibi ülkelerin bir takım uyanıkları da Doğu'nun Saddam'ına tükürür, Batı'nın Saddam'ını da, iğrenç bir histeriyle, salya sümük alkışlar. Medeniyet; işkencecilikten yargılayamadığın, yargılamadığın, sorgulamadığın, tutuklamadığın, hatta bunları düşünmek dahi istemediğin adamı, asıl gerekçeyi söyleyemediğin için işkence yaptıklarıyla dost oldu diye, dost olduktan sonra, ama söyleyemediğin asıl gerekçe nedeniyle sorgulayıp tutuklamayı kafanda olağanlaştırıp meşrulaştırmak ve daha kötüsü herkesi buna mecbur etmek, aksini yapamaz derecede felç etmek değildir. Böyle bir düşünce ikliminin oluşturduğu temelin üstüne sağlam bina çıkmak ise mümkün değildir. Olamaz. Kitlelerin mücadeleye niyeti, takati yok. Bakıyor koca koca adamlara, adı büyük Kozanoğlulara... Ya fiilen, fizik olarak yok edilmişler; ya mapusanelerdeler, ya tasfiye edilip köşelerine çekilmeye mecbur edilmişler, ya üç kuruş beş kuruş kazançla hayatın kıyısında tutunmaya, aşağı düşmemeye uğraşıyorlar. Ya da yanaşmışlar hükümdar limanlarına, iyiden iyiye çöpleniyorlar. «Ben kimim ki! Etim ne budum ne! Ateş olsam cürmüm kadar yer yakarım. Ben de çöplenmeme bakayım...»

Artık kömür torbası mı olur, ramazan çadırı mı olur, oğlana kıza küçücük bir iş mi olur, petrol ofis bayiliği mi olur, Allah... düzeltelim; hükümdar ne verdiyse... Bahşişini alıyor, oyunu veriyor, bitiriyor kendince işi. Biat etmek, söylenene inanıvermek, hatta inanıp inanmamayı dahi düşünmeden biat etmek kolay. Hem belki biraz nemalanıyor; hem de en azından kafası yorulmuyor, işsizlik filan biraz geride kalıyor, hele Silivri milivri... Allah düşürmesin... Bana ne Cumhuriyet'ten mumhuriyetten, laiklikten maiklikten. Hükümdar öyle mi istiyor; takarım kızın başına, karının başına türbanı: bitti. Oğlan nasıl olsa askerden geldi. Terör merör de bulaşmaz bana... Hem canım adamlar «Allah» diyor; «Allah» dedikçe gözlerinden yaş geliyor. Öteki zındıklardansa... Yani iktidar sahipleriyle milli irade, karşılıklı ensest halindeler demeyelim hadi ama, düpedüz karşılıklı rüşvetleşiyor. Milli irade oy veriyor, hükümdar bozuntuları milli iradenin gecekondusuna imarlı tapu veriyor. Hükümdar yol geçirip milli iradenin dağ başındaki arsasını kıymetlendiriyor, milli irade de hükümdara oy veriyor. Ha tabi demokrasi canım! Hem de ileri demokrasi!.. Bu, 1950'en beri böyle. Hani Tevfik Fikret«Kanun diye, kanun diye kanun tepeliyorlar...» demiş ya; demokrasi diye, demokrasi diye demokrasi tepeliyoruz. Becerebilenlerin karşılıklı rüşvetleşmesi demokrasi oluyor. Hani yine Fikret üstat demişleyin «Körolası hanede evlad-ü ayal var»ya!... İşte hep birlikte «milli irade» oluyoruz. Allah selamet versin...

Bu manzaranın altında yatandır, işkenceci diye değil işkence yaptığınla neden dost oluyorsun tutuklamasının meşrulaşması. Aşağıdaki temel bu olunca, ne yapsanız boş. Siz de rüşvetleşebiliyor musunuz?... Rüşvetleşemiyorsanız, en çok % 42 ile yetinip duracaksınız. Hepten «berhava» edilmediğinize dua edin. Kılıçdaroğlu rüzgar estirmiş; türbanı da çözecekmiş, terörü de... Af çıkaracakmış... Niye söylüyor bunları Kemal Bey? Hükümdarla rüşvetleşen milli iradeden oy almak için... Tekrar edelim: rüşvetleşebiliyor musunuz rüşvetleşemiyor musunuz? Yani, siz de aynı silahlarla dövüşebilecek misiniz dövüşemeyecek misiniz? Siz de onlar kadar gözü kara, şirret, saldırgan olabilecek misiniz, olamayacak mısınız? Çok büyük olasılıkla bunları yapamazsınız; bu soruların cevabı olumsuz. Gerisi, yani toplaşmak, örgütlenmek, birleşmek, mitingler, yazılar, gazeteler ve saire, artık naif, hatta pek mıymıntı görünüyor. Hele hükümdarın dümen suyunda yumuşakça çözümler üretip, daha doğrusu üretemeyip durmak... «Laiklik»in tehdit altında olduğunu söyleyemezmiş. «Zaman gazetesi» ni her gün dikkatle okuyormuş. Elbette okuyacaksın. Hükümdar bozuntusu da Cumhuriyet okuyordur. Ama hangi işkenceciyi getirirsen getir, bunu ona söyletebilir misin?!.. Hükümdar bozuntusunun dümen suyunda çözüm üretiyormuş görünmekten başka anlamı var mı bunların?!.. CHP 1945'ten, Milli Şef'ten bu yana sürekli, bıkmadan, yorulmadan, inatla sağı taklit etmeye uğraşır. Ama rüşvetleşmeyi de (isabetli olarak) yapmaz. Geriye lafıgüzaf kalır, Kutlu Doğum gününde nutuk atmak kalır, çarşafa rozet kalır, ılımlı laiklik kalır, açılan tekkeler zaviyeler kalır, din dersleri kalır, imam hatipler kalır. Ama CHP de iktidar yüzü göremez... CHP-Milli Şef mekteplere din dersleri koyar, tekkeleri, zaviyeleri yeniden açar, imam okulları açar... İktidara DP gelir. CHP Köy Enstitülerini kapatır, toprak reformunu öldürür, NATO'ya, IMF'ye, Dünya Bankasına başvurur, Amerika ile ilk ikili anlaşmaları imzalar... İktidara DP gelir. Milli Şef, paraların üzerinden Atatürk'ün resmini siler, yerine kendisininkini koyar... İktidara DP gelir. İnönü, «DP'lilere af» der, iktidara AP gelir.

Çünkü CHP, kendisi olamamakta, kendisi olmaktan kaçınmakta; kendisi olursa iktidara gelemeyeceğinden korkmaktadır. Oysa«kendisinden başkası» olmaya kalkınca da gelemez. Çünkü o arazinin tapusu «sağ» ındır; CHP ise bu tapulu araziye gecekondu kurmaya çalışmakta, ona da kimse, en başta da muhterem milli irade izin vermemektedir. Oysa CHP'nin kendi tapulu arazisi var; başkasına ağzının suyunu akıtıp durmanın anlamı da, yararı da yok. «Kaz büyük yumurtlar; ama tavuk, onun kadar büyük yumurtlamaya kalkıp kıçını yırtmaz!..» Kendi kıçının müsaade ettiği kadar yumurtlar. Tavuk bile!.. CHP'den beklenen, kendisi olması. Nedir peki CHP'nin kendisi? Sosyalizm, komünizm mi? Hayır efendim. CHP'nin kendisi, adam gibi «burjuvazi» dir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, bir burjuva devrimidir. Amacı feodaliteyi yıkıp burjuva düzenini kurmaktır. Çünkü o günün koşullarında bu bile çok ileri, çok önemli bir adımdır. Ama bu devrim girişimi, Atatürk'ün ömrüyle sınırlı kalmış, ondan sonra gelenlerse ne geriye dönebilmiş, ne de ileriye gitmişlerdir. Ortaya böyle hilkat garibesi bir ucube çıkmıştır: Burjuvazisi, aradan 90 yıl geçmiş olmasına rağmen, akıtılan onca devlet, kamu, bütçe kaynağına rağmen kendisi üretip, kendisi kazanan bir «sınıf değil, hala «devlet bana bütçeden para versin, ben de zengin olayım» diyen, sıkışınca asker darbe yapsın da işçiyi, emekçiyi sustursun diye dua eden bir ülke... Burjuvazisi böyle diyince işçisi işçi, sendikası sendika olamayan bir ülke... Yani sanayileşmiş, gelişmiş sanayisinin gümbür gümbür burjuvazisi olan bir ülke değil... Tarımı öldürüldüğü için çiftçisi de işsiz kalıp şehirlere akın etmiş, gecekonduları doldurup, köylü kalamamış, ama şehirli de olamamış, kentleri görgüsüzleşmiş bir ülke. Yani deve desen deve değil, kuş desen kuş değil, devekuşu hiç değil... AKP (de), öncülleri gibi özünde bir köylü partisidir; din, feodalizmin, tarım toplumunun ideolojisidir çünkü. Burjuvazisi adam gibi burjuvalaşmış bir ülkede din siyasette bu kadar gür öttüremez borusunu; çünkü sermayedarları adam gibi burjuvalaşmış bir ülkenin işçisi de adam gibi proleterleşmiştir. Laiklik, cumhuriyet ve demokrasi ise adam gibi sanayileşmiş, sanayicisi, zengini burjuvalaşmış, işçisi, köylüsü örgütlü, sendikalı, kooperatifli, sendikası, kooperatifi etkisiz, işlevsiz, göstermelik olmayan toplumların, sınıflı toplumların ideolojisidir. 2010 Türkiye'sinde, evet IMF (yani emperyalizm) emirleriyle tarım öldürülmüştür; ama sanayi de, yine IMF emirleriyle hala küvezdedir. İşçi proleterleşemediği gibi, işsiz kalan, üretimden topraktan kopan köylü de feodal de olsa vakarını, ağırbaşlılığını, kişiliğini yitirip şehir varoşlarının serserisi, lümpeni, kapkaççısı, tinercisi olmuştur. Bir başka ifadeyle, Türkiye her şeye rağmen hala sınıfsız, sınıfların bilerek, bilinçli, oya gibi işlenmiş bir program gereği oluşmadığı, oluşmasına izin verilmemiş bir toplumdur. Diğerlerine göre azınlığı oluşturan bir kesim, sınıf olarak değil, ama iyi kötü üretmekte, bir kaynak oluşturmakta, çoğunluğu oluşturan kesim ise bu azınlığın ürettiğinin, bunun yetmediği yerde, ormanıyla, kıyısıyla, toprağıyla, deniziyle, suyuyla doğanın talanıyla yaşamaktadır. Sınıfsız, burjuvazisi, proletaryası oluşmamış, örgütsüz, talana, bahşişe dayalı bir toplumda insan hakları, demokrasinin, öyle, bir anayasa, iki kanun, üç tüzük beş yönetmelik, on kararname ile oluşup gelişeceğini dayatıp durmak da, adamı işkencecilikten değil işkence ettikleriyle dost olmak gerekçesiyle tutuklamak kadar, tutuklamak gibi bir«sözün bittiği nokta» dır. Bu tablodan, işkenceciyi işkencecilikten değil, işkence ettikleriyle dost olmaktan (yardım ve yataklık zaten yok, öyle bir örgüt de yok...) tutuklama noktasına gelmek; gelmek yetmez, bu amansız çelişkiyi göremeyecek, yakalayamayacak, görse bile öteki abukluklardan buna söz sırasının gelmediği bir noktaya gelmek ancak bu tabloda mümkündür. Burjuva adam gibi burjuva, işçi adam gibi işçi, köylü adam gibi köylü, memur adam gibi memur (cemaatin, hükümdarın değil devletin memuru), dinci adam gibi dinci, milliyetçi adam gibi milliyetçi, solcu adam gibi solcu, sağcı adam gibi sağcı, hatta orospu adam gibi orospu, katil adam gibi katil olabilse, bu noktaya gelinmezdi. Sevgili Uğur Mumcu'nun, tam 27 yıl önceki şu sözleri buraya, bakın nasıl cuk oturur:
««Liberal sağ» diye ortaya çıkanların hiç birinin «liberal» olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız Türkiye'de liberal demokrasiyi kurmaya «mevzuat müsait değil'dir. Çünkü Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin vermemektedir. Türkiye'de bugüne dek hiç «liberal sağ» parti olmadı ki bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe«liberal» adını takanlar, «liberal demokrasi» yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler... Aynı biçimde, «sosyal demokrat» nitelikli parti kurulmasına da mevzuat müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı'da görülen bir «sosyal demokrat parti» kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye'de sosyal demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların (kurduk)ları parti sosyal demokrat partilerin Batı'daki örneklerine hiç benzeme(z). Batı'daki sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ile beraber ve bu sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür örgütlenmelere «mevzuat izin vermemektedir.» ... O zaman ... liberal olmayan ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına asla izin verilmeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin ise, toplumun bütün kesimleri için uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan, olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. ... sağ partiler liberal olamadıkları için Batı'daki liberal partilerin işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir.» (Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983)

Adamcağız boşuna öldürülmemiş, değil mi? Hatta, öldürenler açısından, hak etmiş bile. Yav» sen nasıl 23 yıl öncesinden 2010'u görürsün be kardeşim!!.. Yuh!.. 27 yıl önce 1983'te yazdığından hareketle 17 yıl önce 1993'te Uğur Mumcu'yu öldürenlerin, 27 yıl sonrasını bu kadar incelikle, titizlikle nasıl planladıklarını da kabul ve haklarını, zekalarını teslim etmek lazım. Ayrıca, biz yazılarını kuru kuru okumuş belki anlamamış, fark etmemişiz, hala da etmiyoruz, ama adamlar, 27 yıl sonrası için planladıklarını Uğur'un fark ettiğini, arı kovanına çomak soktuğunu taa 17 yıl önce, kendi planlarından hemen sonra fark etmişler ve icabını yapmışlar. Kabul etmek lazım, yiğidin hakkı yiğide... Bir türlü kendisi olamayan, olamamış CHP'li bir Türkiye'yi kontrol etmek mi kolay, kendisinden başka hiçbir şey olmamış Uğur'lu bir Türkiye'yi kontrol etmek mi?!.. Üstelik sadece CHP de değil, hiç kimse kendisi değil. Herkes oynuyor. Herkes olduğundan farklı davranıyor, ya da öyle gösteriliyor, öyle reklam ediliyor. Tiyatro oyuncuları bile çok daha sahih. Bazen oyuncu mu, rol mü yapıyor karıştırıyorum.
Hırsız, oğlancı, katil = Beyefendi... Sayın... Orospu = Hanımefendi... Sayın... Sağcı= demokrat, asker karşıtı, darbe karşıtı Solcu= özelleştirmeci, işçi düşmanı İşçi= cukkacı İşveren= devlet talancısı Sporcu= açıkça pazarlama yapan tüccar Dinci= Amerikancı, Batıcı Milliyetçi= hem Amerikancı, hem çaktırmadan dinci. Amerika, Batı= Müslümancı Devlet= özelleştirmeci, özel sektör tapınıcısı Özel sektör= devletsiz yapamayan

Bütün kavramların, değerlerin içi boşaltılmış, hiçbirinin aslı ortada yok. Üstünü kazıyorsunuz altından başka, onu da kazırsanız daha başka bir şey çıkıyor. Günümüz kapitalizminin, çağdaş kapitalizmin en büyük başarısı bu. Tarihi boyunca hiç bu kadar başarılı olamamıştı. Ordularla, tanklarla, toplarla, öldürerek, kan dökerek, işgal ederek, insanları birbirine kırdırarak, kapitalizmi, faşizmi icat ederek yapamadığını böyle, bütün değerleri alt üst edip, bütün değerlerin içini boşaltarak, değersizleştirerek, hatta hiçleştirerek başardı. Paranın, kapitalizmin tanrısı paranın bile değeri kalmadı. Mevcut ekonomik krizin açıklaması özünde bu. Domates «beş milyon» lira. Değersiz olan domates değil, beş milyon lira. Gazeteci, aydın etiketli adam 25 milyar lira... Burada para, sadece miktar olarak ifade ettiği anlamla değerli. Ama özünde yine değersiz; çünkü bir aydın bu kadar para ediyorsa para da adam da değersiz demektir. Çünkü bu bir «satış»«satılma»«satın alınma» demektir. Oysa aydın, gazeteci, düşünce, inanç (din dahil), alım satım konusu bir ticari meta değildir; eğer meta ise, aydının, gazetecinin, düşüncenin, inancın da, bunları satın alan paranın da değeri kalmamış demektir; bir insanı, işkencecilikten değil, işkence yaptıklarıyla dost olmaktan ancak böyle bir ortamda tutuklayabilirsiniz. Sosyalist filan olmaya gerek yok; adam gibi kapitalistseniz, ince bir burjuva iseniz, «adam» a fiyatı, uşaklığına «evet» çiliğine göre değil, kalitesine göre biçersiniz. Ne kadar iyi evet derse desin, bu evet kalitesiz ise, sadece uşaklıktan kaynaklanıyorsa, adam gibi kapitalistin gözünde fazlaca kıymeti harbiyesi yoktur. Ticari mal, ağzı var dili yok, evet-hayır demesi imkansız ticari mal bile mecburen kalitesine göre fiyatlanır. Elbette ne bir kapitalist, yüzüne karşı «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalisti istihdam eder; ne de bütün içtenliğiyle, hayatıyla, düşüncesiyle, eylemiyle «kahrolsun kapitalizm» diyen bir sosyalist kapitalistle iş tutar. Ama ne kadar çok «evet efendim, çok haklısınız» diyorsanız o kadar çok para kazandığınız bir düzen değildir kapitalizm. Çünkü her şeye«evet, haklısınız» diyip dururken, adamın zarar etmesine, ihale kaybetmesine yol açarsanız, kendinizi kapı önünde bulursunuz. Akıllı kapitalist, «efendim, bu yatırım isabetli bir karar değil» diyebilecek adama da iş verir. Kapitalist akıllıdır. Ama «kapitalist»akıllıdır. Devlet kesesinden, yani halkın kesesinden zengin olmak, olma çabası kapitalist olmak değildir. Batı'nın kapitalistleri de elbette devletleri tarafından desteklenmiştir. Ama onların desteği, düpedüz devlet bütçesinden, kendi halkının vergisinden zengin edilmek değildir. Btı devletlerinin, Batı kapitalistine desteği, gidip ordularıyla Afrika'yı, Hindistan'ı, Çin'i işgal edip, kapitalistlerinin oraları sömürmesine olarak sağlamaktır. Türkiye gibi ülkelerde işbirlikçi hükümetler oluşturup, onlar aracılığıyla bu ülkeleri sömürmesini sağlamaktır. Oysa Türkiye'nin, çok muhterem kapitalistleri uğruna ordularını Çinlere, Hindistanlara sömürgeci işgale göndermesi zaten mümkün değil. Türk kapitalisti ancak kendi halkını sömürür. Ama bizim kapitalistimiz onu da beceremiyor. Kapitalist bile denemez, zengin olmak isteyenler, büyük çoğunlukla devletten ihale kapmaktan başka şey düşünmedikleri için, bu anlamda akıllı olmalarına gerek yoktur. Patrona «Evet efendim, haklısınız» diyip, Bakanlık koridorlarında, DPT kulislerinde koşuşturup iş takip edecek adam yeter onlara. Bu adamın fiyatını da, kalitesi değil, devletten koparılmasını devlet koridorlarında koşuşturup iş takip ederek sağladığı ihalenin büyüklüğü belirler. Bütün bunların üstüne rejim tartışması, düzen tartışması yapılmaz; sorunlara çözüm filan üretilmez, bulunmaz. Ya kendin olacaksın... Ya da... Bir dünya savaşı daha çıkacak, bu sefer Amerikan donanması Çanakkale'ye gelecek, yani önce bir bozulacağız adam akıllı, öyle morfinle değil ayıkken kesilecek kolumuz bacağımız; sonra bir düzeleceğiz. Ve göreceğiz bakalım; Ankara sokaklarında Amerikan, İngiliz, Fransız askerleri devriye gezerken, kimler işgal kuvvetleri komutanlıklarının önünde kuyruğa giriyor... Çünkü şu andaki işbirlikçileri, hainleri, benim muhterem milli iradem düşman saymıyor. Canım önünde sonunda bizim oğlanlar, diyip geçiyor. Görelim bakalım hakikaten düşman girerse ne yapar muhterem milli irade... Varsayın ki işgalciler de kömür, bulgur dağıtıyor... Bu da olmazsa zaten.... Belki haritalarda bir «Türkiye» olmaya devam edecektir (Olmaması ihtimali de hiç yabana atılmaz...). Ama o Türkiye, artık bizim Türkiye'miz değildir.

..
..