HEDDAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HEDDAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2015 Çarşamba

ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ? 100 Yaşında ?





ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ?
100 Yaşında ? 





ARAPÇASIZ AMA İNGİLİZCELİ İMAM HATİP KOLEJLERİ?
100 Yaşında ? Toplantısı Yapıldı...TV Haberler.. 
DÜŞÜNMEMİZ GEREKEN ŞUDUR..= 


( İMAM HATİPLER AÇILALI 100 SENE OLDUMU? _ CUMHURİYET KURULALI 100 SENE OLDU MU? )

YAZIYI OKUYALIM;


TOPUZ
Ali TARTANOĞLU


alitartanoglu@gmail.com
22 Ağustos 2013 Perşembe


Recep Tayyip Erdoğan, imam hatip mezunu. 60-70'lerde imam hatipler "Arapça'nın koleji" sanılırdı Erdoğan, Libya'dan gelen güya kahraman(!) katilleri hastanede ziyaret ettiğinde tercüman kullandı.

Son Fas, Cezayir, Tunus gezisinde adı Emine olan Tunuslu bir kızla eşini tanıştırırken de el işaretleriyle, tarzanca konuşabiliyordu çaresizce. Yaralı katile « nasılsın, iyi misin, geçmiş olsun » diyecek kadar dahi Arapça bilmiyor anlaşılan. Bu sadece Erdoğan'ın futbolcu haylaz talebeliğinden mi kaynaklanıyor? 4&4&4 yasası tartışmaları sırasında, Kuran ve Arapça dersleriyle ilgili olarak zamanın Milli Eğitim Bakanı Ömer Çelik, bu derslerde yalnızca Kuran ayet ve surelerinin okunmasının öğretileceğini, ezberletileceğini, bir dil olarak Arapça öğretilmeyeceğini açıkça söylemişti. İmam hatiplerin ilk resmi ve açık amacı aydın din adamı, imam yetiştirmekti. Bu imamlar halkı medrese mollalarının hurafelerinden kurtaracaktı. 1946'dan sonra halka özellikle benimsetilen amaç, çocuklarının dinini diyanetini bilmesi, dahası dinini diyanetini bilen doktor, mühendis vb. olması idi. «Aydın din adamı» yetiştirme (ki bu da tartışmalı!..), milleti Osmanlının akıl dışı hurafelerinden kurtarma amacı Atatürk'ten sonra buharlaştırıldı. Dinini iyi bilen mühendis, doktor, avukat öğretmen yetiştirme palavrası ise adı üstünde palavraydı. Gizli amaç, oy avcılığıydı. Siyasetçi, halkın nasıl kandırılmak istediğini biliyor; halk da kanmak istediği gibi kandırıldığı için, karşılığı olan oyu veriyordu. Özellikle 1960'ların ikinci yarısından sonra ise oy avcılığına ek olarak düzene, sisteme hele Amerika'ya, emperyalizme karşı çıkmayacak, asla solcu olmayacak, mührü ve koltuğu elinde tutana tapan, itaatkar, ne verilirse razı olan bir koyun sürüsü yaratmak bir devlet politikası oldu. Bu da ancak laik olmayan eğitimle mümkündü. Bir başka ifadeyle İmam Hatipler, gerici, şeriatçı İslamcılar tarafından değil, İsmet İnönüCHP'sinden itibaren anti sosyalist, sağcı Kemalist (Atatürkçü değil) siyasetçiler tarafından, Ordu'nun da ciddi desteğiyle anti sol, itaatkar insan tipi yaratacak bir devlet politikası olarak geliştirildi. Siyaset sahnesinde Erbakan ve onun Milli Nizam Partisinin peyda olduğu 1969, 1970'te bu politika çoktan meyve vermişti; Erbakan bu meyvelerden biriydi. Demokrat Parti daha kurulur kurulmaz din sömürüsüne el atmış, bu sayede ilk katıldığı 1946 seçimlerinde 80 kadar sandalye kazanmıştı. CHPde bundan korktu, buna öykündü, bugün ceremesini çektiğimiz birçok belanın temeline ilk çimentoyu attı. Tekke ve zaviyeleri açtı, imam hatipleri gündeme aldı, okullara din dersi koydu. Bunların temel amacı «Madem DP «din» dedikçe oy alıyor; biz de diyelim, oyları biz alalım...» idi. CHP, 1950'den sonra DP'nin ezanı yeniden Arapçalaştırmacasına, yeni imam hatiplere, Köy Enstitülerinin kapatılmasına ses çıkarmazken, DP oy adına bilumum şeriatçı akımlarla, Ticanilerle, Kemal Pilavoğlular, Saidi Nursilerle kanka oldu. Ve en tuhafı, ordu, MİT, hükümet, siyaset dahil tüm devlet teşkilatı birden bire korkutucu birer Amerikanofil ve anti komünist oldular. Gerekçesi, SSCB'nin Türkiye'yi işgal edebileceğiydi.Amerika da Türkiye'ye kredi ve hibe şeklinde para yardımı yapmaya başladı. Türkiye NATO'ya alındı, IMF'ye, Dünya Bankasına alındı; Avrupa Konseyine alındı; Amerika'yla gizli-açık ekonomik, askeri ve siyasi anlaşmalar imzaladı. Bütün bunların karşılığı ise Halk Evlerinin, Köy Enstitülerinin kapatılması, toprak reformundan vazgeçilmesi, ekonomide devletçiliğe son verilmesi, ülke ekonomisinin, siyasetinin-yönetiminin, ordusunun, topraklarının, madenlerinin, hatta insanlarının beyinlerinin, hayatlarının, sonuna kadar Amerika'ya açılması oldu. E tabi bir de çok partili sisteme geçilmesi... Ancak Amerika'yla bunca yoğun ilişki için gerekli sayıda, nitelikte, yeterince İngilizce bilen yetişmiş eleman neredeyse «yok»tu. Amerika sever,«emperyalizm», hele «anti emperyalizm» demeyecek, ülke çıkarları demeyecek, hem de iyi İngilizce bilen kadrolar yetiştirmek için 1955'ten itibaren, yedi yıllık ve yatılı İstanbul Kadıköy, İzmir Bornova, Eskişehir, Konya, Samsun,Diyarbakır Maarif Kolejleri ile ODTÜ, Ege ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri kuruldu Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu okullar, iktidarın istediği Amerika sever, emperyalizme karşı çıkmayan değil, tam tersine çok iyi İngilizce bildiği için bu dilde yayınları gazetesinden edebiyatına kadar takip edebilen, dünyaya geniş pencereden bakabilen, solcu olmasa da modern, yurtsever, laik, Cumhuriyet'e, devrimlere, Atatürk'e saygılı genç kentsoylular, küçük burjuvalar mezun etti. Çünkü bu okullar laikti. Bu hesap tutmayınca, egemenlerin aklına, imam hatip okulları geldi. Ama Arapçayı hiç düşünmeyip İngilizceyi ise hiç akıllarından çıkarmadan... Zaman içinde yabancı dil olarak Arapça değil İngilizce öğreten ama laik olmayan, Amerika sever, en azından asla Amerika düşmanı olmayan insanlar imal edecek imam hatipler üretildi. Milli Şef İsmet İnönü CHP'si döneminde de, Demokrat Parti iktidarında dadin dersleri, imam hatipler esas olarak oy temelliydi; bir toplum mühendisliği, bir devlet politikası söz konusu değildi.Doymuyor faşist İslamcı...
Ama 60'lara gelince manzara değişti:

«... Türkiye nüfusunun yüzde 42'si 15 ve daha aşağı yaşlardadır. ... bu gençleri yetiştiren öğretmenler Amerika'ya karşı oldukları taktirde, yarının kuşaklarının Amerika'ndan nefret edeceği tabiidir. Onun için çok geç olmadan probleme bir çözüm yolu aranmalıdır.»

Zamanın başbakanı Süleyman Demirel'in, The New York Times ve International Herald Tribüne gazeteleri ile yaptığı görüşmedeki sözleriydi bunlar. Görüşmenin çevirisi, 13 Ağustos 1968 tarihli Cumhuriyet'te yayınlandı. Hemen hemen aynı tarihlerde, bu kez genelkurmay başkanlığından layık olmadığı halde bu makama zıplayıveren dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Demirel'in sözlerini, yani çözüm yolunun ne olduğunu çok net bir ifadeyle açıkladı.

«Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz» (Işık Kansu, Cumhuriyet, 14.11.2009)

1968'den 20 yıl sonra 1987'de Demirel hiç değişmemişti. Eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanı aday adaylarından Süleyman Demirel, Nurcuların yayın organı «Köprü» dergisinin Mart sayısında, bakın ne inciler diziyor: - 1924 Anayasası'nda «Türk devletinin dini İslam'dır» dediğine göre, 1923'te ...Atatürk'ün kurduğu devlet laik devlet değil; İslam devletidir. (...) Tevhidi Tedrisat Kanunu, tek başına bir muta (boyun eğilen) değildir. Eğer din eğitimini dışında bırakan bir Tevhidi Tedrisat kanunu varsa orta yerde, doğru olmayan o zaten... Tevhidi Tedrisat Kanunu'na ters düşüyor diye, din eğitiminden vaz mı geçilecek? Şayet Kuran kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur.» (Uğur Mumcu, Köprüyü Geçen, Cumhuriyet, 14 Haziran 1987)Görüldüğü üzere, ister Necmettin Erbakan'ın siyasi İslam'ın sahibi aslisi olarak ortaya çıktığı, Milli Nizam Partisini kurduğu, Konya'dan milletvekili seçildiği 1960'ların sonları, ister AKP'nin iktidar, Erdoğan'ın başbakan olduğu 2000'lerin başları esas alınsın, siyasi İslamcılar bu noktaya tamamen kendi çabalarıyla gelmiş değil. Kendi çabaları yüzde 20'yi geçmez. Gerisi, askeriyle siviliyle, içerisiyle dışarısıyla, sermayesiyle entelijansiyasıyla tamamen kendi dışlarındaki güçlerin teşviki, desteği. Başarı ve iktidar koltuğu onlara adeta gümüş tepside ikram edildi; hatta tepsiyi tutan ellerAtatürk'ün ordusundaki 12 Eylül generallerinin, önemli ölçüde de Atatürk'ün partisinin İnönülerinin, Ecevitlerinin, Baykallarınındı. Fetullah Gülen sadece ilkokul mezunu. Erbakan laik «lycee» ve kökü Osmanlı'nın derinliklerine dayanmasına rağmen laik İTÜ mezunu. Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi... Hukukçu Adnan Menderes de, İTÜ'lü mühendis Demirel ve Özal da, Harbiyeli asker Türkeş de, Mülkiyeli Yılmaz da, Boğaziçili Tansu da ciddi antikomünistti, bu yolda sığınacak yerin Amerika olduğuna hepsi iman etmişti. Ama hiçbiri yeterince iyi, sadık Amerika-Batı çocuğu, isteseler de olamadı. Çünkü hiçbiri imam hatipli değildi; Türkiye'yi İslam Cumhuriyeti haline getirmek amacında olmadılar. Dine sadece oy aracı olarak baktılar; siyasetin kendisi olarak değil. Amerika'ya da «biz sana bağlı oluruz. Kapitalizme bağlı oluruz. Sosyalizmi, hele komünizmi asla sevmeyiz. Ahaliyi bu yönde eğitiriz. Dini hem antikomünist olarak, hem oy avcılığı için kullanırız. Ama Müslüman Kardeşler, El Kaide olmayız... Sen bilirsin...»demişlerdi bir bakıma... Aslında Tayyip Erdoğan'ın temel özelliği de, imam hatipli, şeriatçı olması, ama tam da şeriatçı olduğu için çok iyi antikomünist, çok iyi Amerika sever olması. İmam hatipli-şeriatçı olunca kendisinden öncekileri çok geride bıraktı, o kadar. Bugün SSCB yok. Sosyalist Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Polonya, Doğu Almanya vb yok. Çin kapitalist sosyalist... Rusya kapitalist. Sol yok, sendika yok. Ama hem de «Anadolu», hem de «Anadolu KIZ» dahil en az 800 imam hatip okulu, 400 binin üzerinde imam hatip öğrencisi, 150'nin üstündeki üniversitenin hemen her birinde ilahiyat fakültesi var. Doymuyor faşist İslamcı... İstiyor ki 5 yaşındaki bebelerden itibaren, ortaokul-liseden sonra bakkal da olsa 76-82 milyonun tamamının, en azından «ayakta işenmez, kahrolsun pisuarlar...», «tesettür bisikleti...», «erkek, karısının ölümünden sonraki ilk altı saat içinde onunla cinsel ilişki kurabilmeli», «müzik, bir sopanın bir yere ahenkli vurması bile, ama kadın sesi zinhar, günahtır...», «şeriatçı başbakan dinin kurallarına göre hareket eder, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Öyleyse onu eleştirmek, ona karşı çıkmak, onun istifasını istemek kafirliktir», «savaş ancak kafirlere karşı yapılırsa İslami'dir. Müslümanları karşı (Müslüman Kürtlere karşı) savaş bu kapsama girmez. PKK'nın öldürdüğü asker bu nedenle şehit değildir!..», «Türkiye bir İslam ülkesi değildir; laiklik küfürdür. Türkiye, İslam'a dahil edilmek üzere «cihad» ile fethedilmesi gereken bir kafir ülkedir. Halen savaş sürdüğüne göre, bu ülkenin malı mülkü, zenginlikleri, hatta can'ı savaş ganimeti'dir, bunlara el koymak mubahtır, helaldir. Bunlara el koyan, hırsız, yolsuz değildir. Canı helaldir, PKK'ya karşı savaştığı sürece şehit sayılmaz; çünkü PKK'lı Kürtler de Müslüman'dır, dolayısıyla bu, kafire karşı bir cihad değildir. Nedir o «şehitler ölmez, vatan bölünmez» sloganları!.. Gezi protestolarında insan öldürmek mübahtır. Ölürlerse ölsünler.» zihniyetine sahip olmasını istiyor. Halka «çocuklarınız hem dinini, diyanetini iyi bilecek hem de vali, kaymakam, subay, avukat, öğretmen, doktor olacak» dendi. Bu hem halkı kandırmak içindi; hem de devlet masasının ve kasasının arkasına oturmak yani iktidar içindi. Ama iktidar için ayrıca emperyalizmin, başta ABD'nin gönlünü yapmak, hatta hiç kırmamak gerekiyordu. Türkiye'de solun egemen olmamasını Amerika da istiyordu. Laik okullarsa, asla kusursuz, kesintisiz Amerika sever yetiştirmiyordu. İşin içine mutlaka din girmeliydi. Çünkü din, Tayyip'e de, Fetullah'a da, Obama'lara da kayıtsız şartsız itaati öğretiyordu.


Sonuç…


İyi İngilizce bilen, Amerika sever ama yurtsever olmayan gençler yetiştirmek üzere kurulup bu hesabın tutmadığı Maarif Kolejleri mezunları (Eskişehir Maarif Koleji mezunu Nabi Avcı gibi hesabın tuttuğu nadir istisnalar da dahil), Bernard Shaw'u, Charles Dickens'ı, New York Times'ı rahatça okuyup anlayabilirlerdi. (Bugünün mebzul miktardaki Anadolu liselerinin, 1955'in o altı tanecik Maarif Kolejleriyle zerre alakası yoktur; kuşa çevrilmiştir.) 

_ Recep Tayyip Erdoğan, bırakınız İbni Sina'yı, İbni Haldun'u, Eşşark el Evsat'ı veya El Ahram'ı Arapça'sından okuyup anlayabilir mi? Kendi çabasıyla Arapça öğrenmemişse kaç imam hatip mezunu okur, anlar?... İmam hatip okumayanlar kötü Müslüman ya da, hele kafir mi? Kuran'da mı yazıyor imam hatip? Erbakan peydah olmadan önce bu millet kötü Müslüman mıydı, kafir miydi? Bunun kararını siz mi veriyorsunuz? Bunlar zaten asıl soru. Ama ortalık, Amerikalılar Süleymaniye'de Türk subaylarının kafasına çuval geçirdiklerinde, «Amerika'ya nota mı verilir», «ne notası, müzik notası mı» diyen yüksek unvanlı«Ankara'da Türk polisinden dayak yiyeceğime Brüksel'de Belçika polisi tarafından aşağılanmayı yeğlerim» diyen unvansız iyi Amerika sever, iyiİngiltere sever, iyi İsrail sever, iyi Batı sever, kısaca iyi emperyalist severler imam hatip kafalılarla dolu. Maksat da buydu. Dinini iyi bilen iyi Müslüman, iyi Müslüman-doktor yetiştirmek değil... Amerika severlik için de epeyce saçmalama, epeyce zekasızlaşma kaçınılmaz idi. O zaman saçmalama ve zekasızlaşma, devlet politikası oldu.

Zekasızlaşma ve saçmalamanın en güzel yansıması da Arapça bilmeyen, ama iyi İngilizce bilen kolejli imam hatipli... Türkçe okunmasına bile ciyak ciyak karşı çıktıkları Kuran, ezan İngilizce okunmayacağına göre... Yoksa okunacak mı? İmamınız Obama mı? Ondan da önce de Bush muydu?.. Ya da besmeleniz Buş-millahirrahmanirrahim miydi? Fetullah Gülen, bunun için mi Suudi Arabistan'da veya Mısırda değil de Pensilvanya'da? Davutoğlu Ahmet'iniz bunun için mi afili«stratejik derinlik, büyük güce dayanarak güç yansıtma, Osmanlı'yı böylece ihya etme» edebiyatıyla Amerika severlik yapıyor? Bu ülkede isteyen imam hatip lisesine veya ilahiyat fakültesine 90 senedir gidiyor; çocuğunu gönderiyor. Hiçbir engel yok. Ama herkes, yani 76-82 milyon imam hatip eğitimi alsın, 76-82 milyon(*)hep İslam Cumhuriyeti özlesin, müzik, baş açıklık, ayakta çiş günah, ille de dini nikah ve saire desin; istisnasız tüm nüfus Amerikancı sağcı olsun; böyle düşünenler, yani BİZ devleti ve ülkeyi sonsuza kadar yönetelim derseniz, bu nokta o ünlü«kanlı mı kansız mı» noktasıdır. Bunu sizin Erbakan'ınız dedi. Madem siz kan dökmeye hazırsınız... Gezi direnişçileri de kan vermeye hazırsa yapacak mısınız? Değer mi?.. Hem de ileri demokrasi diye diye?.. İleri demokrasi ileri şeriat mı? İleri demokrasi ille de ve sonsuza da bir şeriatçının başbakan-cumhurbaşkanı-başkan-diktatör olması mı? Siz namazınızı kılsanız, başkaları da rakısını içse de ileri olmayan demokrasi olsa olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz? Kalan yüzde 50'yi toptan kesecek misiniz?.. Terörist diye, darbeci diye tamamına müebbet hapis mi vereceksiniz? İmam hatip kafalı olmak, kahrolsun pisuar Müslümanlığı istemiyorlar işte!.. Siz 76-82 milyonu imam hatip kafalı yapmaktan vaz geçiverseniz ne olur? 2023'ü zaten görmezdiniz ya, böyle böyle hiç göremezsiniz. Kendi ayağınıza kendiniz kurşun sıkıyorsunuz. Amerika bile, bütün dünyayı, en çok da Müslümanları bombalaya öldüre, döve söve, birbirine kırdıra kırda bir hal oldu. Sonunda onun da dermanı takati kesildi. Niye ders almıyor, kargadan kılavuzda ısrar ediyorsunuz? Niye Amerikan zekasıyla gerdeğe girmekten kurtulmamakta inatla ısrar ediyorsunuz? Her şeyi bu yüzden ağzınıza yüzünüze bulaştırdığınızı niye fark etmek istemiyorsunuz? En azından öteki yüzde ellinin, Müslümanlığı bile Amerikan Müslümanlığı haline getirdiğinizi bilmediğini, görmediğini hiç sanmayın. En azından saygı ve güveni sıfırladığınızı kabul edin artık.
* Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarının resmi nüfus rakamı 74-75 milyon iken, CIA'nın 82 milyondan söz ettiği hatırlatılıyor.


H E D D A M


http://www.Heddam.com/index.asp?M=5827


27 Şubat 2015 Cuma

TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR




TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR




 (Ali TARTANOĞLU)
«Hain’in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt’ün de haini vardır, Türk’ün de…»(Uğur Mumcu)
Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...
Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»

CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş...Küreselleşmenin postmodernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk. Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiyeyi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip.

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!
****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta, kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer. Halkı Alevi-Bektaşi. Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz. Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hakim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükumeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı.

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle.

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargahlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza. Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ltimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar:
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.
Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkum edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkum edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra,

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.

İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz. Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargahı, askeri karakol basıyor, subay şehit ediyor, asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet. Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.

Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.

İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere sevdanın yolları, Türkler niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «salak» mı demek istiyorsunuz?!..
* * *
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı...
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)

«Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.»

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili

DAMAT FERİD
        (NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın         yaptığı mahkemedir A:T)

 Ali TARTANOĞLU

http://www.hadd.nl/lees_nieuws/58/emperyalist_yalanlarin_arkasindaki_dersim_ayaklanmasi_gercegi

.