3 Mart 2015 Salı

Kürdistan Projesinin Küresel Dinamikleri



Kürdistan Projesinin Küresel Dinamikleri 


 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
02 Mart 2015 Pazartesi
Fazıl Esad Altay tarafından yazıldı.


Türk Milleti gerçekleri öğrenmelidir. Bugüne kadar büyük resmi oluşturan küçük parçalar üzerine çok yazılıp çizildi. Bu yazıda birbirinden ayrı düşündürülmeye 
çalışılan bu parçaları tekrar toplayacağız. Sonuçta gelinmek istenilen durum gayet nettir. Bu durumu değerlendirmeye davet etmekteyiz.

1.)    Çözüm Süreci:

PKK’nın Türkiye’den çekileceği, PKK’nın silah bırakacağı, artık şehit verilmeyeceği ve anaların ağlamayacağı söylemleri ile Türk Milletine “çözüm” adı altında bir süreç olacak denildi. PKK’ya nelerin vaat edildiği net olarak açıklanmadı. Bu süreci ABD destekledi. ABD, PKK’yı Irak'ın ve Suriye'nin 
Kuzeyi’nde bugün maşa gibi kullanırken, silah, mühimmat, ABD ordusundan subay desteği vererek taktik komuta desteği sağladı. Türk Ordusu'nun ise PKK’yı vurmasına elbette ki karşı çıktı.

Peki o zaman neden çözüm süreci var ve neden iyi şeyler olacak diye TÜRK Milleti'ne yalan söyleniyor? Tabi mevcut durumu TÜRK Milleti'ne söylemek yani 
"ABD PKK’nın Türkiye’de vurulmasına karşı çıkıyor o yüzden biz PKK ile askeri mücadele yapamayız" demenin, TÜRK Milleti'nden bir daha oy alamama anlamına geleceği çok iyi bilinmektedir. Bu gerçeği TÜRK Milleti'ne söylemek yerine TÜRK Milleti'ne “çözüm” süreci var denilmektedir. Hükümetin çözüm süreci bitti dediği gün, ABD Türkiye’de iktidarı değiştirecek eylemlerin düğmesine basacaktır. Bunlar ekonomik kriz çıkartma, uluslararası medya kampanyaları ile hükümeti yıpratma ve toplumsal olayları körükleme şeklinde tezahür edecektir.

Peki, “Çözüm” sürecinde aslında neler olmuştur ?:

-       PKK’nın Türkiye’den terörist yapmak için silah zoru ile eleman kazanması ve bu elemanları Irak-Suriye Kuzeyinde kullanması sağlanmıştır.

-       PKK’lı teröristler Irak-Suriye kuzeyinde IŞİD terör örgütü ile çatışma içinde iken Türkiye’de Türk askeri tarafından vurulmadan rahat bir dönem geçirecek ve bu sayede Irak-Suriye bölgesine yoğunlaşmalarının imkanı sağlanmıştır.

2.)    IŞİD Terör Örgütü Ne Yapıyor ve PYD Terör Örgütü Kimdir?:

ABD’nin 2011 sonunda Irak’tan çekilmesi ile önce Arap Baharı süreci diye Suriye’nin mezbahaya dönmesi ve IŞİD terör örgütünün piyasaya çıkması 
birbirinden bağımsız konular değildir.Suriye, Arap Baharı sürecinde parçalanma aşamasına getirilirken, Irak’ta mezhep farklılığını derinleştirerek, bölünmenin 
IŞİD terör örgütü kullanılarak hızlandırılmak istendiği çok belirgindir. ABD, IŞİD ve Arap Baharı fırtınaları eserken aniden en sıcak bölge olan Irak’tan askerini çekivermiştir. IŞİD’in üst düzey yönetiminin ABD tarafından yönlendirildiği bilgisi ABD’den kaçan ajan Snowden tarafından zaten açıklamıştır[1]. Amaç IŞİD’i kullanarak Irak Merkezi hükümetini Irak Kuzeyinden uzaklaştırmak bu sayede Barzani’ye oksijen vermek ve IŞİD terörünü bahane göstererek PKK/PYD’ye Irak-Suriye kuzeyinde genişleme sahası açarak bu bölgenin temel askeri unsuru olması sağlanmaktadır.

IŞİD ile savaşıyor bahanesi ile başta ABD olmak üzere batılı ülkeler PYD/PKK’ya açıkça ağır ve modern silahlar teslim etmekte ve PKK/PYD bir terör örgütü 
hüviyetinden çıkarılarak özgürlük savaşçısı hüviyeti kendilerine verilmekte dir.ABD, PKK’nın Suriye şubesini olan PYD’nin terör örgütü olmadığını 
söylemiştir [2].

IŞİD’e ne olacak diye soran olursa elbette ki PYD/PKK iyice güçlendirildikten sonra IŞİD tasfiye edilecektir.Yani ABD’nin kendi kurduğu ve tüm üst 
yöneticilerinin yerleri ABD tarafından bilinen IŞİD terör örgütünün yöneticilerinin sonu da uygun zaman geldiğinde aynen Pakistan’da vurulan El-Kaide lideri Usame Bin Ladin gibi olacaktır. Bilindiği gibi ABD, Usame Bin Ladin’i Sovyetler Afganistan’ı işgal ettiğinde kullanmak için bizzat yetiştirmiştir. Aynen bugün IŞİD’in de ABD tarafından kurulduğu gibi. ABD, PKK/PYD’ye uygun ortamı hazırlamak için IŞİD’i piyasaya sürerken, işi bittiğinde fişini çekecektir. O yüzden IŞİD ne zaman kademe atlasa ABD hemen hava saldırısı ile o kademeyi geriye çekerek IŞİD’in belirli sınırlarda kalmasını sağlamaktadır.



Foto1: PYD/PKK’lı Teröristlerin Kullandığı Güdümlü Tanksavar Milan Silahı 
(Fransız-Alman üretimidir) 



















Foto2: PYD/PKK’lı Teröristlere Yardıma Gelen ABD’li Eski! Asker: Jordan Matson


Foto3: PYD/PKK’lı Teröristlerle Birlikte Savaşan ABD’li Eski! Asker: Jeremy 
Woodard(ortada)


Foto4: PYD/PKK’lı Teröristlerle Birlikte Ayn El-Arap’ta Bulunan ve Bombardıman 
desteği veren ABD Uçaklarına Hava-Yer İrtibat Subaylığı Yapan ABD Hava 
Kuvvetlerinden Emekli! Asker:Brian Wilson

ABD Uçaklarının yer hedeflerine lazer işaretlemesi yaptığı değerlendirilmektedir.

Foto5: PKK/PYD’ye yardıma koşan İsrail’li Bayan Asker Gill Rosenberg İsrail Ordu Üniforması ile


Foto6: PKK/PYD’ye yardıma koşan İsrail’li Bayan Asker Gill Rosenberg Ayn El 
Arap’ta (İsrail Ordusunun Kullandığı Tipik Kahverengi Botlar Halen Ayağında!)

3.)    ABD PYD/PKK Terör Örgütünü Neden Türkiye’ye Tercih Etti? Aksi Olamaz!

ABD bu tercihi bugün yapmamıştır. 1984’den beri bugünler ve gelecekte PKK’yı kullanmayı planlamıştır.Bunun nedeni, adına BOP denilen proje için yani Nil’den 
Fırat’a kadar güvenli İsrail için bu tercihi yapmıştır. Irak'ın Kuzeyi'ni Barzani’ye 1. ve 2. Irak işgalinde yaptığı eylemler ile hediye eden ABD’nin, Barzani’yi Irak'ın Kuzeyi'ndeki yapının başına tesadüfen geçirdiğini düşünenler halen var mıdır? Barzani 1960’dan beri İsrail ile, Araplara karşı askeri ve siyasi ittifak içinde olan bir ailedir.[3]

Hiç merak ettiniz mi Barzani, İsrail Gazze’de bebekleri bile katlederken İsrail’i neden kınamadı? Bu şaşırtıcı olmamıştır. Esas dikkat çekici olan, AKP 
hükümetinden hiç kimsenin Barzani’ye sen neden İsrail’in Gazze katliamı karşısında sessizsin diye tek kelime hesap sormamasıdır. Peki Irak'ın Kuzeyi'nde 
Barzani yönetimi (Barzanistan), Suriye'nin Kuzeyi'nde PYD/PKK yönetimi ve bu 2 yapının askeri gücünün PKK olması neden önemlidir? Sadece Irak'ın Kuzeyi'nden 
çıkarılan petrolün Akdeniz’e akıtılmasına ihtiyaç olduğu için mi? Barzani petrolü bugün isterse Mersin’e taşıyacak imkana zaten sahiptir. Hayır. Tek sebep 
petrol değildir. Siyonist Barzani+Siyonist PKK yönetimlerindeki yapı, Suriye ve Irak kuzeyinde yer alarak Akdeniz’e ulaştığı gün, İsrail Türkiye ve İran ile 
kara sınırına sahip olacaktır. İsrail ile Barzani+PKK yapısı Akdeniz üzerinden birleşerek, Güvenli İsrail’i kurmuş olacaktır. Bu projeyi (yani adına BOP 
denilen proje) oluşturmak için ABD PKK’yı elbette Türkiye’ye rağmen destekler. 

İsrail Irak Kuzeyinde kurulacak bağımsız bir Barzani yönetimini hemen tanıyacağını bu sebeple ilan etmiştir. ABD ise Suriye Kuzeyinde PYD/PKK 
yönetiminin Barzanistan ile entegrasyonunun sağlanmadan zayıf bir Barzanistan’a karşıdır.

İsrail şuanda Gazze’den, Lübnan Güneyindeki Hizbullah tarafından, Suriye tarafından ve İran tarafından tehdit altındadır.Yani hem Araplar hem de İran’ın 
tehdidi Ortadoğu’daki yalnız kalmış İsrail’in karşısındadır. İsrail’e hem Arapların hem Acemlerin hem de Türklerin tehditlerini kendi üzerine çekecek ve 
İsrail’e müttefik bir yapı gereklidir. Aksi durumda en son 1973’de son anda ABD’nin yetişip Araplar’ın elinden Yom-Kippur savaşında kurtarılan İsrail; bugün 
Gazze, Lübnan Hizbullahı, Suriye ve İran ittifakına tek başına katılacağı bir savaştan asla galip çıkamaz. Tek başına Lübnan Hizbullahın’dan ciddi bir 
yenilgiyi daha 2006’da almış olan İsrail’in Arap ve İran ittifakı karşısında hiç şansı yoktur. Tek şansı PKK ve Barzani’nin kendisine müttefik kuracağı ve 
Araplarla, İran’ın düşmanlığını çekecek bir yapıdır. İsrail kendi güvenliğini sağlayan bir yapılanmayı yani Nil’den Fırat’a kadar kendine vaad edildiğine 
inandığı topraklara oturmayı planlamaktadır.




Harita: Barzanistan-Suriye Kuzeyi PKK/PYD ile Akdenizden Birleşmiş, Türkiye ve İran’a Genişletilmesi Düşünülen Nil’den Fırat’a Güvenli ve Büyük İsrail’in 
Sınırları 

SONUÇ:

Oynanan büyük oyunu görmeden, ABD PKK’yı neden destekliyor diye halen anlamayanlar ve PKK’ya Çözüm süreci totemi tutacak diye boş hayaller peşinde 
koşanlar Türk Milletine ve Tüm Müslümanlara karşı vebal altındadır.

Peki ne yapalım? diyenler…Dedelerimiz ne yaptı ise biz de aynısını yapacağız… Gerekir ise Çanakkale’de ne yaptı isek bugün de aynısını yapacağız. TÜRK Milleti bu oyunu bozacaktır. Türkiye ABD’ye karşı teslimiyetçi politikalardan vazgeçerek denge politikası kurmalıdır. ABD’nin Türkiye’deki menfaatlerini koz olarak kullanmalıyız. Malatya’da bulunan ve İran’ı gözetleyip ileriden İsrail’i koruyan radarın şalterini indirmeyi konuşmak bile ABD’nin BOP politikalarında tekrar düşünmesine neden olacaktır. Bu politikaları uygulamak için bazı bedelleri ödemeyi göze almak gerekir. 1974’de Kıbrıs Barış Harekatında da bedel ödendi. Gerekirse TÜRK Milletinin ve Türkiye’nin bekası için yine ödenir. Bu sefer ödenenden daha fazlasını biz ödettirmeliyiz. BOP’a ses çıkarmaz isek zaten bedel ödeyeceğiz, ülkemiz bölünecek. Artık her şey açık açık meydana çıkmaktadır. Önceden hareket edersek buna engel olabiliriz.


[1]ABD Ulusal Güvenlik Dairesi eski çalışanı Edward Snowden, Irak ve Suriye'de terör estiren IŞİD'in ABD, İsrail ve İngiltere istihbaratı tarafından 
eğitildiğini iddia etti.

http://www.milliyet.com.tr/edward-snowden-isid-in-arkasinda/dunya/detay/1926807/default.htm

[2]ABD Dışişleri BakanlığıSözcü Yardımcısı Marie Harf ABDkanunları altında PYD ile PKK'nın ayrı gruplar  olduğunu ifade ederek, "IŞİD ile savaşan PYD gibi Kürt 
grupların desteklenmesinin  çok önemli olduğuna inandığımızı Türklere açıkça belirttik" diye konuştu

http://www.milliyet.com.tr/abd-den-kritik-koridor-aciklamasi/dunya/detay/1957620/default.htm

[3] Konunun detayları için bknz:

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/israil/2014/06/30/7680/israil-neden-barzanistani-ilk-taniyacak-ulkedir



Fazıl Esad Altay
İş Geliştirme ve Stratejik Yönetim Araştırmaları Merkezi
fazilesadaltay@yahoo.com



Uzmanın Diğer Yazıları

  Kürdistan Projesinin Küresel Dinamikleri 
  Teknik Analiz: Malatya Kürecik’te Bulunan Radarın Görevi Nedir? 
  İsrail Neden Barzanistan’ı İlk Tanıyacak Ülkedir? 
  Jandarmanın Sivilleştirilmesi Ne Demektir? 
  Türk Subayları, Yunanistan'daki Türkiye Karşıtı Askeri Tatbikata Gözlemci Olarak Katıldı 
  Yunan Hava Kuvvetlerinin NATO Gözleminde Türk Hava Kuvvetlerine Saldırı Çalışması 
  Karadeniz Kıyılarımızda Rusların Uçuşları Su-24 Tipi Uçakla Devam Ediyor: 
  Alınabilecek Tedbirler Neler Olabilir? 
  Mınoan Star 2013: İsrail Ve Yunanistan’ın İran’a Karşı Kurguladıkları 
  Tamamlayıcı Askeri Tatbikat 
  Karadeniz Kıyılarımızda Uçan Davetsiz Misafir: Il-20 
  Çin'den Alınan Füzeler, Savunma Sistemimize Yarar Sağlar mı? 
  Türk Genelkurmayı İnternet Sitesinden Yunan Uçaklarının Ege’deki Taciz 
  Haberlerini Neden Artık Yayınlamıyor? 
  Suriye Saldırısının İran Saldırısına Etkileri 
  PAC-3 PATRIOT HAVA SAVUNMA SİSTEMİ TÜRKİYE’Yİ NE KADAR KORUYABİLİR? 
  Siirt’te Düşen Kara Kuvvetlerimizin Helikopteri Hakkında Değerlendirmeler 
  Başbakan Ecevit’in Bulamadığı Cevap: 1999’da Abdullah Öcalan Neden Türkiye’ye Teslim Edildi? 
  Yunanistan'ın Ege ve Akdeniz Hava Sahası İhlallerinde Değişen Karakter: 2 ½ 
  Savaş Doktrinin’ den Vazgeçilmesi Doğru muydu? 
  Türk Hava Kuvvetlerine Ait RF-4 Uçağının Suriye Açıklarında Akdeniz’e 
  Düşürülmesi Olayının Analizi Ve Değerlendirilmesi 
  Suriye’de Yaşanan Dram ve Türkiye’nin Hassasiyeti 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/03/02/8104/kurdistan-projesinin-kuresel-dinamikleri

..

4 SENEDEN BERİ ABD TÜRKİYE'Yİ, AKP DE TÜRK HALKINI KANDIRMAK ÜZERE KUZEY IRAK POLİTİKASI OLUŞTURULDU





Prof. Özdağ Gündemi Değerlendiriyor
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
14 Kasım 2007 Çarşamba
Prof. ÜMİT Özdağ Gündemi Değerlendiriyor


21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, haberset.com'a önemli açıklamalarda bulundu.

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ: " 4 SENEDEN BERİ ABD TÜRKİYE'Yİ, AKP DE TÜRK HALKINI KANDIRMAK ÜZERE KUZEY IRAK POLİTİKASI OLUŞTURULDU "

 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, Haber-Röportaj portalı Haberset'e yaptığı açıklamada, AKP Hükümeti"nin Türkiye'nin milli gücünü kullanmama konusunda ısrarcı olduğunu, bu çizgi nedeniyle Kuzey Irak'a büyük çaplı operasyon gerçekleşmeyeceğini söyledi. Prof. Ümit ÖZDAĞ, "PKK'nın lider kadrosu tüm dünyada ASALA'ya karşı verilen mücadele benzeri hedef alınmalıdır" dedi.

AYDOĞAN KILINÇ: HABERSET yayında ve ilk konuğumuz Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ. Haberset, ilkeli, doğru, tarafsız, güvenilir habere ulaşmak için yeni bir mecra, 
internet portalı. Burada hem haberleri hem de röportajları bulabileceksiniz. İlk röportajımızı Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ ile gerçekleştireceğiz. Elbette en sıcak konu 
Kuzey Irak, PKK ve ABD-Türkiye ilişkileri. Hatta bu çerçevede konuşmayı genişletecek anlaşılan hocamız. hoş geldiniz Sayın ÖZDAĞ. Haberset, haberin 
önüne kurulan setleri yıkmak için kuruldu. Söyleşimize en sıcak gündem maddesiyle başlayalım. ABD'de gerçekleşen Başbakan ERDOĞAN ve Başkan BUSH arasındaki görüşme. Kalabalık bir heyetle gidildi. İçerisinde Genelkurmay'ın en üst düzey görevlilerinden Orgeneral Saygun da vardı. Peki, sizce buradan çıkan sonuç tatmin edici mi? Hangi noktalarda eksikler gördünüz, ya da yine bir oyalama mı yürütülüyor?

PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ: Bu soruya ayrıntılı cevap vermek istiyorum ama, önce sizi tebrik ediyorum bu girişimden dolayı. Recep Tayyip ERDOĞAN iktidara geldiğinden beri Türk milleti içerisinde çok ciddi bir şüphe uyandırdı devletin kuruluş ilkelerine sadakati noktasında. Ve son seçimde bunu aşabilmek için tek bayrak, tek millet, tek devlet ilkesini sık sık vurguladı. Onun bu konuda hiç samimi olduğuna inanmıyorum. Ancak ifade etmediği, inanmadığı fakat uyguladığı bir husus var ise, o da tek medyadır. Tek medya, Avrupa Birliği faşizmini ve AKP'nin otoriter yaklaşımıyla bütün muhalif görüşlerin susturulması üzerine kuruludur. 
Medya üzerinde oluşturulan AKP baskısı ve diktatörlüğüne sesini en ufak bir şekilde geri kalan kanallarda çıkartanlara karşı da Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 
nasıl saldırgan bir tavır aldığını muvazzafıyla, emeklisiyle generalleri nasıl eleştirdiğini, sadece bununla da kalmayıp devlet kurumlarını karşısına aldığını, 
yargıyı karşısına aldığını mesela Danıştay'ı çok sert bir şekilde eleştirdiğini gördük. Ancak, teknolojinin ilerlemesi Recep Tayyip ERDOĞAN'a tahayyül ve arzu ettiği şekilde tek kanalı engelliyor. Türk Devletinin kuruluş ilkelerine sadık olanlar Türk halkıyla değişik düzlemleri kullanarak bir araya gelmeyi ve 
görüşlerini paylaşmaya devam edecekler. Siz de yeni bir girişimi temsil ediyorsunuz bu noktada. Doğrusu seneler sonra tekrar bir araya gelmekten büyük keyif aldığımı ifade etmek istiyorum.

Recep Tayyip ERDOĞAN'ın ABD gezisi öncesinde ve PKK terör örgütünün yaptığı saldırının akşamında bir televizyon kanalında "peki bundan sonra ne olacak" 
sorusu sorulduğunda şöyle bir cevap vermiştim. "Şırnak'taki muhabirinizi saat 12.00'de arayın. Eğer Dohuk'un elektrikleri kesilmişse bu iş ciddi ama, Dohuk'un elektrikleri yanmaya devam ediyorsa, unutun bundan hiçbirşey çıkmaz" demiştim. Ne yazık ki, aradan geçen günler ve Başbakanın kalabalık bir heyetle ABD'ye yaptığı ziyaret bende bu kanımda yanılmadığımı aksine, doğru olduğunu gösterdi. Yanılmayı tercih ederdim. Türk milletinin ve Türk devletinin menfaatleri açısından. Şunu ifade etmem lazım. Türkiye, BARZANİ ve TALABANİ karşısında, PKK terör örgütü karşısında acz içinde mi. Böyle bir milli gücü temsil etmiyor mu bunları ezecek ve dize getirecek. Hayır acz içinde olan Türkiye değil, Türkiye'nin milli gücü Türkiye'ye yönelik tehditler de dahil olmak üzere birçok 
tehditin üstesinden kolaylıkla gelebilecek ölçüde. Ancak, AKP hükümeti ve Recep Tayyip ERDOĞAN, Türkiye'nin bu milli gücünü kullanmamak konusunda ısrarcılar ve Türkiye bu milli gücünü kullanmadığı için hükümet tarafından bilinçli politikalar neticesinde savunmasız bırakılıyor ve evlatlarını yitiriyor.

Recep Tayyip ERDOĞAN'ın ABD gezisi heyeti umumiyesi incelendiğinde esasen onur kırıcı bir şekilde gelişmiştir. Eğer, bu geziye, böyle bir gezi yapılabilirdi. 
Konular da görüşülebilirdi. Ancak, Türkiye'ye yönelik alçakça bir PKK saldırısı gerçekleştikten sonra PKK'yı destekleyen BARZANİ, TALABANİ zeminine karşı 
gereken cevap verildikten sonra Başbakan Washington'u ziyaret etseydi ve Amerikalılarla görüşseydi çok daha sağlıklı ve inandırıcı olurdu.

AYDOĞAN KILINÇ: Türkiye şehitler verdikten sonra artık 7'sinden 77'sine herkes sokaklara döküldükten sonra müthiş bir baskı içine alındı hükümet. Dolayısıyla 
onlarda da bir harekete geçme ihtiyacı kendiliğinden doğdu. Bu baskının önünde durmak kolay değildi. Fakat bu arada Amerikan Dışişleri Bakanı Rice'dan gelen 
bir açıklama oldu. 72 saat bekleyin dedi. 72 saat geçti sokakların tansiyonu yine düşmedi. Bu sefer de işte malum ABD'deki ziyaret, görüşme gündeme getirildi, artık her şey orada konuşulur dendi. Ciddi bir süre kaybedildi. Tezkerenin çıkması, ondan önceki gelişmeler, ondan sonrası. Şimdi bakıyoruz sokaklar sakin. Medyanın bu ziyareti, görüşmeyi ele alış biçimi halk üzerinde hükümet elinden geleni yapıyor gibi bir etki yaratmak çabasında ama, acaba bu süreç giderek şiddetini düşüren bir çizgiye doğru gidip hafifleyecek mi? Yoksa bu görüşmeden sonra verilen mesajlar (istihbarat dışında bir şey çıkmadı. orada 
da ne aşamada gelişme kaydedileceği pek belli değil) bundan sonra büyük gerçekten kapsamlı bir harekat, PKK'ya ve Kuzey Irak'taki bu faaliyetlerini 
söndürmeye yönelik inandırıcı olabiliyor mu? Yoksa büyük harekat beklentisi tamamen gündemden kalktı mı sizce?

PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ: Son 4 seneden buyana ABD Türkiye'yi, AKP de Türk halkını kandırmak üzere bir Kuzey Irak politikası oluşturulmuş durumda. Sizin de ifade ettiğiniz gibi son haince saldırıdan sonra Türk halkı, terörün başladığı 1984'den buyana en büyük tepkiyi gösterdi. Sadece Türkiye'deki Türk halkı tepki göstermedi. Biliyorsunuz Makedonya'da da, Azerbaycan'da da Türkler yürüdüler. Hatta Afganistan'dan General DOSTUM biz de Türkiye'nin yanındayız diye Afganistan'dan bir çağrıda bulundu. Kamuoyunun olağanüstü baskısına rağmen basının bir bölümü ve AKP Türk halkını maniple etmek, tansiyonu düşürmek için ABD'ye olağanüstü yardımcı oldu. Şunu görelim. AKP, BARZANİ'ye karşı bir eylemlilik içinde olmak istemiyor. AKP ve Recep Tayyip ERDOĞAN BARZANİ ve TALABANİ ile ticaret yapmayı, ticaretlerini devam ettirmeyi tercih ediyorlar. Sadece Habur sınır kapısından BARZANİ'ye yılda aktarılan haraç 400 milyon dolar. 
BARZANİ'nin Türkiye'de yapmasına müsaade edilen kaçakçılıklardan hiç bahsetmiyorum.

AYDOĞAN KILINÇ: Türkiye'de şirketleri olduğundan sözediliyor.

PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ: Evet. Yani, Kuzey Irak'ta bir kürt devletini AKP iktidarı finanse ettiriyor ve bunun bedelini de Türk askeri kanıyla ödemek zorunda 
kalıyor. Ancak, Türk halkının bugünkü tepkisi örgüte karşı ama, eğer Recep Tayyip ERDOĞAN ve AKP Türkiye'yi, Türk halkını maniple etmeye devam ederler ise, bugün BARZANİ, TALABANİ ve PKK'ya karşı olan tepki yarın iktidarın kendisine dönebilir.

AYDOĞAN KILINÇ: Peki, buradan Başkan BUSH'un yaptığı açıklamalara tekrar dönersek, samimi bir görüşme gibi sunulan ama, içinde Türk halkını gerçekten 
tatmin etmeyen sadece birlikte istihbarat yapalım, nokta operasyonlar için. Zaten nokta operasyonlar herhalde geniş çaplı operasyonların tam tersi. Bu 
arada, aylardır zaten bu konu konuşulduğuna göre PKK'nın kampları boşaltıp boşaltmadığı belli değil, bir taraftan da dezenformasyon devam ediyor. PKK'nın 
İran'a doğru kaçtığından sözediliyor.

Oysa İran'ın PKK'ya karşı tavrını biliyoruz. Bu haberlerin de neden çıktığını ortaya koyan bir çerçeve çizmek lazım. Peki, bundan sonra Türkiye ABD ekseninde mi bu işi götürecek? ABD ne derse, nereye kadar müsaade ederse o mu olacak? Türkiye kendisini koruma gücüne hiçbir zaman sahip olamayacak mı?

PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ: İsterseniz Türkiye demeyelim de AKP bu çizgiyi sürdürmeye devam edecek ve büyük çaplı bir operasyon gerçekleşmeyecek. Büyük çaplı operasyondan önce yapılacak şeyler de var. Mesela Kuzey Irak'a yönelik geniş çaplı bir ekonomik ambargo, Kuzey Irak'a satılan elektriğin kesilmesi. Oysa bakıyoruz bugün Enerji Bakanı'nın açıklaması da biz yıl sonuna kadar verdiğimiz elektriği daha da artıracağız. Bu elektrik PKK'ya gitmiyor ki, biz Irak'a satıyoruz. Enerji Bakanı Türk halkıyla adeta alay ediyor. Ekonomik tedbirlerin dışında alınması gereken politik tedbirler var. Kuzey Irak'taki BARZANİ ve TALABANİ karşıtı muhalefeti desteklemek, mali olarak desteklemek, politik olarak desteklemek, moral olarak desteklemek. BARZANİ ve TALABANİ'yi dünya üzerinde gerçek yüzlerini ortaya koyması gereken diplomatik tedbirler var. Ama, bütün bunların ötesinde PKK'nın lider kadrosunu sadece Ortadoğu'da değil dünyanın her yerinde alınması gereken çok ciddi eliminasyon tedbirleri var. Daha altını çizerek ifade edeyim. ASALA'ya karşı verilen mücadele bir benzeri PKK'nın lider kadrosu hedef alınarak gerçekleştirilmeli.

AYDOĞAN KILINÇ: Ama, belki ortada Kuzey Irak olmasa, TALABANİ, BARZANİ olmasa öyle değil mi?

PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ: Şimdi bütün bunları yapmayan hükümet üstüne üstlük Türkiye'nin elindeki en son milli güç unsuru olan Türk Silahlı Kuvvetlerini de 
Kuzey Irak'a karşı kullanmamak, elini kolunu bağlamak konusunda ısrarcı ve biliyorsunuz, Adalet Bakanı açıklama yapıyor. "Ben Türk askerinin bu duruma 
düşmesini istemezdim" diyor. Sekiz rehin alınan askerden bahsederek. Sayın Bakan şunu gayet iyi bilmeli ki, eğer o askerler bu üzücü duruma düştüler ise, bu Silahlı Kuvvetlerin, oradaki komutanın yanlış emir komuta yaklaşımı sonucunda değil, hükümetin Kuzey Irak'ta izlediği yanlış terör politikalarının sonucunda gerçekleşmiştir.

AYDOĞAN KILINÇ: Çünkü 2002'ye 3 Kasım seçimlerine gelinceye kadar neredeyse terör sıfır noktasına inmişti.

PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ: Şöyle ifade edelim. 1989'un arkasına düşmüştü terör eylemleri. Bunlar da PKK'nın inisiyatifiyle çıkan eylemler değildi. Silahlı 
Kuvvetlerin ve güvenlik güçlerinin yaptığı aramalar sırasında onlardan kaçmaya çalışan PKK'lılarla girilen çatışmalardı. Oysa, AKP iktidara geldikten sonra PKK 
tekrar saldıran taraf olmaya başlamıştır ve son hadiselerde 100 kişilik, 200 kişilik gruplarla ki, biz bunu 1991'den 92'den buyana görmüyoruz tekrar PKK 
eylemlere başlamıştır. Bu AKP'nin izlediği politikanın sonucudur.

..

Rusya’da Muhalif Liderin Öldürülmesi Ne Anlama Geliyor?




  Rusya’da Muhalif Liderin Öldürülmesi Ne Anlama Geliyor?

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                     
Rusya Slav Araştırmaları Merkezi
02 Mart 2015 Pazartesi
Sabir Askeroğlu tarafından yazıldı.


Rusya’nın başkenti Moskova’da 27 Şubat'ı 28’e bağlayan gece, Rus muhalif liderlerden Boris Nemtsov Kremlin yakınlarında öldürülmesi, Rusya’da olduğu gibi dünya medyasında ve siyaset çevrelerinde büyük bir yankı buldu. Bu cinayetin provakatif nitelik taşıdığı, Moskova yönetimine yakın isimler tarafından olduğu gibi, liberal kesimler tarafından da kesin olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla cinayetin asıl hedefi Putin iktidarına karşı muhalif grupları harekete 
geçirmektir.

Kurban olarak Nemtsov’un seçilmesi iki özellik taşımaktadır. Birincisi,sempatizan ları tarafından popülerliği ve renkli kişiliğe sahip olmasıydı. Bu da halkı harekete geçirmek için önemli özellik olarak görünmektedir. İkincisi ise, Batı tarafından yeterince öneme sahip olmamasıydı. Örneğin, diğer bir liberal muhalif liderler den Aleksey Navalnıy, Rus siyasetinde daha fazla ön planda olan bir isimdir. Nemtsov, Putin karşısında liderlik yapma iddiasında da değildi. Bu da Nemtsov’u gözden çıkarmak için yeterliydi.

Boris Nemtsov’un 1 Mart (2015) öncesi öldürülmesi, bu eylemin amacının ne olduğuna ilişkin ipuçları veriyor. 1 Mart'ta muhalefetin planladığı  “Kriz 
Karşıtı “Bahar” yürüyüşünde, 
1) Rusya’da muhalefetin iktidarda katılımının sağlanması; 
2) Rusya iktidarının âdem-i merkeziyetçi olması; 
3) Siyasi mahkûmların serbest bırakılması ve 
4) Ukrayna krizinin sona erdirilmesi gibi siyasi talepleri dile getirilmesi öngörülüyordu.

Ancak böyle bir önemli konuları içeren gösterilerin, Moskova’nın şehir dışı semtlerinden Marino’da gerçekleşecek olmasını pek tercih edilir durum değildi. 
Bu gösterilen siyasi etkisinin çok az olacağından dolayı, beklenilen halk hareketini Moskova’nın merkezine taşınması gerekiyordu. Nemtsov’un ölümünün Moskova’nın merkezinde gerçekleşmiş olmasıyla beraber, Muhalefet Marino’da planlanan gösteriyi iptal ederek, cinayetin gerçekleştiği Kremlin yakınlarına anma yürüyüşü yapacağına karar verdi. Liberal liderlerden biri olan Nemtsov’un ölümü aynı zamanda “Kutsal kurban” niteliği taşıyacağı bekleniyordu. Bunu fırsat bilen liberal kanadı temsil eden ve Batı yanlı yayın olarak bilinen “Eko Moskvıy” radyo kanalı, Nemtzov’un ölümün nedeninin, Ukrayna’da Rus askerlerinin bulunduğuna dair rapor yayınlanmaya hazırlanması olduğunu söyleyerek Putin iktidarını suçladı. Yine Putin karşıtı görüşleriyle bilinen dünyaca ünlü satranç şampiyonu Garri Kasparov ise, Nemtsov bizzat Putin tarafından öldürüldüğünü öne sürdü. Batı tarafından Rusya’ya karşı uygulanan ekonomik yaptırımlar ve rublenin değer kaybetmesi sonucunda bile Putin iktidarına karşı beklenilen toplumsal tepkinin olmaması ve halk tarafından Putin’e karşı muhalefetin azalması, Nemtsov’un ölümüyle birlikte telafi edilmeye amaçlanıyordu. Ancak 1 Martta gerçekleşen yürüyüşe 50 bin kişinin katılması beklenirken, bu sayı, Rusya İçişleri Bakanlığı’nın rakamlarına göre 21 bin, bağımsız araştırmalara göre ise 27 bin düzeyinde kalabilmiştir.

Boris Nemtsov’un öldürülmesi, aynı zamanda Ukrayna krizinin çözüm sürecine girmesine de denk gelmiş olması dikkate değer bir durumdur. Avrupa ile tekrar 
yakın ilişkiler kurmaya çalışan Rusya için Ukrayna’nın doğusundaki çatışmaların sona erdirilmesi önemli dış politika amaçlarından biridir. Ukrayna konusunda 
Avrupa Birliği’yle hem fikir olması ve Kiev yönetimine baskı yapılması sonucu Donbass bölgesinde ağır silahların geri çekilmeye başlaması Moskova’nın 
diplomatik başarısı olarak görülmeye başlamıştı. Donetsk vilayeti %90, Lugansk vilayeti ise % 75 ağır silahlarını AGİT gözetimiyle geçi çekmiş olması Minsk 
Sözleşmesi'nin en sorunlu maddelerinden birinin yerine getirilmesi anlamına geliyordu. Ancak Minsk Sözleşmelerinin uygulanmaya başlaması, Washington 
tarafından son zamanlarda olumsuz olarak görülmüştür. Donbass bölgesi, Kiev yönetimiyle barış sağlamaya özenirken, diğer taraftan Kiev’e olan enerji 
bağımlılığını da azaltarak Rusya’yla olan entegrasyonunu artırıyordu. Bu ise, Moskova’nın Donbass bölgesi üzerinde siyasi ve askeri etkisinin yanında ekonomik etkisinin daha da artması anlamına geliyor. Nemtsov cinayetinin Ukrayna ile en belirgin bağlantı kurulmaya çalışılması ise ABD’nin Moskova Büyükelçisinin Nemtsov’un cenazesine çiçeklerle birlikte Ukrayna bayrağını getirmesi olmuştur.

Sonuçta Rusya’da siyasi muhalif liderlerden Boris Nemtsov’un öldürülmesi, ekonomik olarak sıkıştırılan Rusya halkının Putin’e karşı tepkisinin artırmaktı. 
Ukrayna konusunda yakınlaşma sürecine giren Putin’i, Batı karşısında muhaliflere karşı anti-demokratik politikalar uyguladığı gerekçesiyle suçlayarak ilişkilerin gergin kalmasını sağlamaktı. Nemtsov’un ölümünün faillerinin kim olabileceğine dair ilk başta üç olasılık üzerine duruluyordu. Cinayeti, Rus milliyetçiler tarafından gerçekleştirildiği, Nemtsov’un Fransa’da gerçekleşen Charlie Hebdo eylemini eleştirmesi nedeniyle İslami gruplar tarafından öldürülmesi ve son olarak ise Putin iktidarına karşı düzenlenmesi planlanan 1 Mart mitingini provake etmek içi yabancı istihbarat tarafından yapıldığıydı. Amerikan siyaset bilimci ve “reaganekonomi”nin babası olarak bilinen Paul Craig Roberts, Nemtsov’un öldürülmesi, cinayeti Putin’e yüklemek için CIA tarafından 
gerçekleştirilmiş olabileceğini öne sürmektedir.[1]


[1] “Smert Borisa Nentsova”, Komsomolskaya Pravda, 2 Mart 2015, 

http://www.kp.ru/daily/26348.7/3230482/


Uzmanın Diğer Yazıları

  Rusya’da Muhalif Liderin Öldürülmesi Ne Anlama Geliyor? 
  Batı’nın Rusya’yı Bitirme Stratejisi 
  Kuzey Kafkasya'da Terör Sorunu: Çeçenistan Saldırıları 
  Rusya'nın IŞİD Politikası 
  Ukrayna Krizine Diplomatik Çözüm Arayışları 
  Ukrayna'nın Yeni Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko Kimdir? 
  Nihai Parçalanmaya Giden Ukrayna 
  Ukrayna Krizi’nde Son Durum ve Rusya’nın Müdahale Olasılığı 
  Yeni Ukrayna Yönetimindeki Faşist Unsurlar 
  Kırım’ın Rusya Tarafından İlhakının Arkasındaki Beyin: Vladislav Surkov 
  SSCB Yeniden Mi Doğuyor? 
  Ukrayna Neden Karıştı? Rusya-Batı Arasında Jeopolitik Çekişme 
  Kırgızistan’da Rusya ve ABD’nin Üsler Mücadelesi 
  İran-ABD Yakınlaşmasının Rus Dış Politikasına Etkileri 
  Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor? 
  Putin’in Azerbaycan ile Jeopolitik Pazarlığı 
  Rus Kaynaklarında Mısır Darbesinin Perde Arkası 
  Rus Kaynaklarına Göre Türkiye’nin Suriye Politikasını Belirleyen Faktörler 
  Rus Kaynaklarının İddiası: Türk Ordusu Suriye Sınırını Geçti 
  Rusya Suriye’de Neden Direniyor? 
  Türkiye’nin Kafkasya Politikasına Moskova’nın Bakışı 
  Rusya’nın Çin Politikasında Stratejik Araçlar 
  Berezovskiy’nin Ölümü Putin’in Zaferi mi? 
  Rusya’nın Milli Güvenlik Sorunu: Avrupa Füze Savunma Sistemleri 

 http://www.21yyte.org/

..

Suriye’de Toprak Kaybetmedik, Peki Ege’de




  Suriye’de Toprak Kaybetmedik, Peki Ege’de 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
25 Şubat 2015 Çarşamba
Ümit Özdağ tarafından yazıldı.



           AKP Hükümeti, Ortadoğu’dan ricat anlamına gelen Türk Mezarı resmi adı ile Süleyman Şah Saygı Karakolu’nun üzerinde olduğu toprağı IŞİD terör örgütüne terk ederek, Türkiye sınırına 180 metre uzaklıkta bir bölgeyi yeni mezar yeri olarak ilan etmenin toprak kaybetmek anlamına gelmediğini söylüyor. İlk bakışta öyle. Ne kadar toprak bıraktı isek o kadar aldık. 

Oysa Mesele öyle değil. 

Bıraktığımız topraklar devletler hukuku tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları. Aldığımızı ileri sürdüğümüz topraklar ise fiilen işgalci konumda 
olduğumuz topraklar. Hiçbir uluslararası anlaşmaya dayanmadığı gibi Suriye Hükümeti'nin itiraz ettiği bir yer değiştirme söz konusu. Ancak bir an için  AKP 
Hükümeti'nin gerekçesini doğru ve haklı kabul edelim. Bıraktığımız kadar toprak aldık. Tehlike geçince geri gideceğiz. (Tabii bu husus vatan topraklarının 
tehlike anında terk ve taşınabilirliğini kabul etmektedir.)

         Peki, Suriye’de vatan topraklarını bırakıp yerine yenisini aldık Ege’de bıraktığımız adaların ve kayalığın yerine ne aldık? Konuyu bilmeyen okuyucu 
kendi kendisine bu da nereden çıktı diyebilir. Yunanistan, 2004 ve sonrasında Ege’de Kanuni ve IV. Mehmet döneminde fethedilen, Atatürk’ün Lozan’da vermediği ve 1936 yılında Şükrü Kaya’nın T.C. envanterine kaydettiği, İngiliz ve Amerikan haritalarında Türk Adası olarak gösterilen 16 ada ve bir kayalığı AKP Döneminde Ekim-Kasım 2004’den başlayarak işgal ve fethetmiştir.

         31 Aralık 2008’de Yunan helikopterinin Bulamaç Adası'nda Türk hava sahasını ihlali üzerine Genelkurmay Başkanlığı ihlali sitesine koymuştur. Türk 
Dışişleri Bakanlığı ihlal haberinin siteden çıkarılmasını Genelkurmay Başkanlığı ’ndan istemiştir. Bunu üzerine Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı’ndan toplantı istemiştir. Bu toplantıda Dışişleri Bakanlığı’ndan katılan diplomatlar işgali kabul ederek, işgalin sonlandırılması için siyasi karara ihtiyaç olduğunu belirtmişlerdir. Toplantı arasında “Türk” diplomatlar Türk subaylarına “işgalin hükümetin bilgisi dahilinde” yapıldığını açıklamışlardır. Yapılan araştırmada Yunanistan’ın Lozan Anlaşmasında (12. Ve 15. Maddeler) verilmeyen  11 ada 1 kayalık ile 17-30 Mayıs 1913 Londra Anlaşmasında verilmeyen 5 ada olmak üzere 16 ada ve 1 kayalığı işgal ve ilhak ettiği ortaya çıkmıştır. AKP Hükümeti bu işgale AB tam üyeliği sürecini rahatsız etmesin diyerek göz yummuştur.   

          İşgal altındaki adalar şunlardır: Ege Denizi’nde; Koyun, Hurşit, Fornoz, Eşek, Nergizçik, Bulamaç, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba ve 
Ardacık adaları ile İzmir ilimizin sınırları içinde olan Venedik Kayalıkları… Akdeniz’de, Girit Adası etrafındaki Yunan işgali altında olan Türk adaları; 
Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları…Adaların bazılarına işgalden sonra Yunan Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri 
Komutanı ziyaret etmişlerdir.

           Bazıları Aydın il sınırları içinde kabul edilen ve resmen sit alanı olan Yunan işgali altında olan adalara hızlı bir biçimde kilise inşa edilmiştir. 
Anılan kiliseler Fener Rum Patriği Bartholomeos’un doğrudan yetkisi altında, ruhani / dini otorite alanı içindedir. Yani, Patrik Bartholomeos, Türk 
adalarındaki Yunan işgaline ortak olmuş ve kendi nüfuz alanını genişleterek adalarımızı kendi ruhani otorite alanına katmıştır.

           TRT, 26 Aralık 2012 tarihinde “16 Ada Yunanistan’a geçti” haberini vermiştir.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na, işgal edilen adalar ile ilgili olarak MHP ve CHP milletvekilleri tarafından soru önergesi verilmiştir. Davutoğlu, bazıları 
Büyükada’dan daha büyük adalar için “adacık” demiş, Dışişleri Bakanlığı TBMM’ne verdiği cevapta “Görüşmeler devam ediyor” diyerek TBMM’ni yanıltmıştır. Çünkü Yunan Dışişleri Bakanlığı iki gün sonra bu cevaba atıfta bulunarak, “Herhangi bir görüşme yok. Adalar Yunan adasıdır” cevabını vermiştir. MGK Üyesi Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’a, CHP Milletvekili Nurettin Demir tarafından soru önergesi veriliyor. Önerge’deki 4 sorudan birinci soru işgal edilen adalar ile ilgili. Yılmaz, 24 Eylül 2012 tarihinde verdiği yazılı cevapta, birinci soruyu pas geçip diğer üç soruya cevap veriyor. Ne de olsa işin ucunda TCK 302’den yan, ‘Vatana İhanet’ suçundan yargılanmak var.

       Bu konuyu Türkiye’nin gündemine taşıyan ve mücadelesini en ön safta yapan kişi ise Emekli Kurmay Albay Ümit Yalım. Ümit Yalım, 2008’den itibaren işin içinde toplantılara katılan heyetin bir üyesi. Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri.

      Şimdi Davutoğlu’nun cevaplaması gereken soru, Ege’de Yunanistan’a teslim ettiğiniz adalar karşılığında hangi toprakları aldınız? 


..

Terörle Mücadelede ABD Politikaları ve Sayın Genelkurmay Başkanına Bir Çağrı




  Terörle Mücadelede ABD Politikaları ve Sayın Genelkurmay Başkanına Bir Çağrı 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Amerika Araştırmaları Merkezi
16 Mayıs 2007 Çarşamba
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.




Geçen yazımda Kara Kuvvetleri Komutanı’nın terörle mücadele de ki kararlılığını gündeme getirerek ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde ki haritalar karşısında
bizimde Türk Silahlı Kuvvetler Dergisinde ABD ile ilgili aleyhte yazılar yazmamızı teklif etmiştim.
 Bu günkü yazımda ABD'nin PKK politikalarını ve PKK'yı nasıl koruduğunu anlatacaktım. Ancak ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson'un terörle mücadele konusunda ki açıklamaları planladığım konunun gelecek yazıya bırakılması gereğini ortaya çıkardı.
Sayın Wilson Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi ve George Marshall Vakfının ortak olarak düzenlediği konferansta diyor ki; 
"Türkiye'nin Müttefiklerinin hiçbirinin PKK ile mücadele konusunda üzerine düşeni yapmadığını,
PKK'nın Kuzey Irakta ki varlığının sona erdirilmesi için Türkiye ile ortak çalıştıklarını,
Türk Güvenlik Kuvvetleri geçtiğimiz haftalarda PKK ya karşı başlattıkları savaşı desteklediklerini" açıklıyor
Sayın Wilson Türkiye'nin müttefiklerin hiçbirinin PKK konusunda üzerine düşeni yapmadığını söylüyor bu kesinlikle doğrudur. Ama burada Amerika açısından bir 
başka doğru daha var oda şu. Kendileri de müttefik olarak üzerlerine düşenleri yapmamanın yanında PKK terör örgütünü korumaya almış durumda.

Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer konu ise Sayın Büyükelçinin ikinci cümlesi. Yani PKK'nın Kuzey Irakta'ki varlığının sona erdirilmesi için ortak 
çalıştıkları, bu en hafif tabiriyle Türk insanı ile dalga geçmek bizim hafızamızla veya zekâmızla alay etmektir. Sayın Büyükelçi artık siz şunu anlayın 
Türk halkının karnı sizin oyalamaya yönelik beyanlarınıza tok.

Siz AKP hükümetini stratejik müttefik sözleri ile oyalayabilirsiniz ama millet nezdinde inandırıcılığınızı kaybettiniz.

Sizin Irakta'ki PKK varlığına nasıl baktığınızı, bunu nasıl sonlandırmak istediğinizi sahibinin sesi olarak Barzani Avrupa Parlamentosunda dillendirdi. 
Sizin tek farkınız biraz daha politik davranmanız.Artık, AKP hükümeti bu oyalamalara inansa da millet inanmıyor ve gerekli cevabı 22 Temmuzda onlarla 
birlikte sizler de alacaksınız.

Milletin gündemi takip etmekten başı döndü ve bu arada unutuldu. Biz terör konusunda ve Barzani'nin konuşmaları karşısında Irak Hükümetine bir nota 
vermiştik. Ne olduğunu hatırlayan var mı? Hatta Sayın Gül çok ciddi tedbirler alındığını ve bunun sonuçlarını herkesin göreceğini açıklamıştı. Şimdiye kadar 
görünen sonuç Barzani'nin PKK sorununu Avrupa Parlamentosunda siyasi bir sorun ilan etmesidir. Sayın Gül siz de bu oyalama taktiklerinin sonuna geldiniz. 

Sayın Büyükelçi üçüncü cümleniz daha da vahim eğer orjınal metninizi görmedim tercüme hatası yoksa Türk güvenlik güçlerinin PKK'ya karşı başlattığı savaşı desteklediğinizi söylüyorsunuz. Savaş kimlerle olur sayın büyükelçi, PKK'lıların istediği terminolojiyi kullandığınızın farkında mısınız? Kendi topraklarımızda ne yaptığımızı size mi soracağız? Sizi diplomatik nezakete uymaya çağırıyorum. Gerçi bu konudaki siciliniz pek temiz değil ama ben yine de çağrımı yapıyorum. 

Şimdi konunun can alıcı noktasına geliyorum ve bu çağrımı Sayın Genelkurmay Başkanı'na yapıyorum. Eğer biz bu sorunu çözeceksek-ki Kara Kuvvetleri Komutanı Silahlı Kuvvetlerin bu konudaki kararlılığını açıkladı-Tehdit sıralamamıza uygun olarak müttefiklik sıralaması yapalım. Hem Sayın Cumhurbaşkanı hem de siz  bölücülük sorununun cumhuriyet tarihinde karşılaştığımız en önemli tehditlerden biri olduğunu açıkladınız. Öyleyse bu tehdidin arkasında duran onu bize karşı  koruyup kollayan yaşaması için bizim bölgeye girmemizi-daha doğrusu hükümetin siyasi karar almasını-önleyen ABD dost mu? Düşman mı? Müttefik mi? Onu  belirleyelim ve kamuoyumuza da açıklayalım.

Uzun meslek hayatınızda stratejinin temel kurallarından en önemlisinin dost kim? Düşman kim? Belirlenmesi olduğunu elbette benden iyi bilirsiniz. O zaman daha  önceki açıklamalarınızı göz önünde tutarak Kuzey Irak'taki oluşumla bağlantılı olarak PKK sorunun aldığı boyutu birinci öncelikli tehdit sayıyorsak, bu 
tehdidin arkasındaki ABD dost mu? Müttefik mi bunu belirleyerek işe başlayalım. Bu belirlenmeden ve ona uygun politikalar üretilmeden hep beraber şehitlerimizin  arkasından daha çok ağıtlar yakarız. Unutmayın tarihi günler yaşıyoruz, tarihi sorumluluklar yerine getiriyorsunuz Türk Milleti sizin yanınızda.

Dost kim? 
Müttefik kim? 
..


TERÖRLE MÜCADELEDE HÜKÜMET POLİTİKALARI ve SAHİPSİZ MİLLET



TERÖRLE  MÜCADELEDE  HÜKÜMET POLİTİKALARI  ve  SAHİPSİZ MİLLET



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
09 Ekim 2007 Salı
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.



İki hafta içinde 12 sivil 15 asker olmak üzere 27 vatandaşımızı kaybettik. Ulusumuza başsağlığı ve sabır diliyorum.


Aslında terörle mücadele konusu hükümetlere bırakılamayacak kadar önemli bir konu olmasına rağmen, bırakın hükümeti sadece güvenlik kuvvetlerine havale 
edilmiş bir konudur. 


23 yıldır yürütülen mücadele sadece dağdaki teröristlerle yürütülmüş ovadakilere diğer bir ifadeyle Ankara'dakilere karşı bu konu da Silahlı Kuvvetlerin birçok açıklamalarına rağmen siyasi iktidarlar gerekli adımları tam olarak atmamış ve AKP de bu konuyu Amerika'ya havale etmiştir.

Ortaya çıkan durum yine milleti derin üzüntüye sokmasına derhal bazı şeyler yapılmasına gerek olmasına rağmen Sayın Başbakan aynen 2006, 26 Temmuz da Ağrı Doğubeyazıt'ta gibi demeçler vermekte, malum o zaman da iki gün içinde 13 şehidimiz vardı ve Başbakan geceler çok şeye gebe yarın bakanlar kurulunu toplayacağım yarın neler yapılacağını göreceksiniz demişti. Olaylar üzerine sayın Başbakan yine benzer açıklamaların ardından ilave etti gelecek ay Amerika seyahatim var bu konuyu Başkanla etraflıca görüşeceğiz dedi. Bu demektir ki yine havanda su dövülecek. Çünkü ben bu yazıyı yazarken adı CNN olan ancak Türkçe yayın yapan televizyon kanalında ABD Ankara Büyükelçisi ile söyleşi yapılıyordu,yine bildiğimiz açıklamalar yapıldı. Irakla daha çok işbirliği vs. Aslında haklı o Amerikan politikalarını uygulamakla görevli bir kişi ancak biz aynı masalları sürekli dinleyecek kadar mankafa mıyız? Burası bir sömürge ülkesi mi?

Bu hükümetin terörle mücadele konusunda laf üretmekten ABD nin icazetini beklemekten başka yaptığı ve yapacağı bir şey de yok. Olayın sıcaklığı geçinceye kadar sıcak demeçlerle millet biraz daha avutulacak çünkü anlaşıldı ki bu millet sahipsiz bu hükümet Ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edemiyor.

Hükümet artık istese de ulusal çıkarlar doğrultusunda hareket edemez çünkü uyguladığı ekonomik politikalar sonucu ekonomik bağımsızlık kaybedilmiştir. 
Ekonomik bağımsızlığını kaybeden bir ülkenin siyasi bağımsızlığı olmaz. Diğer bir ifade ile dilencinin tercih hakkı yoktur ne verilirse onu almak ne denirse 
onu yapmak zorundadır.

Demokrasi söylemi ile demokrasinin katledildiği bir ülkede yaşıyoruz. Dünyada tek bir ülke yoktur ki siyasal amaçlı bir terör örgütün siyasi kanadı parlamento ya girsin. Türkiye hariç. Dünyanın hiçbir demokrasisinde seçildiğini ve halkın temsilcisi olduğunu iddia edenler ülkenin dağlarında silahla eylem yapanlarla mücadele eden silahlı kuvvetler bölücü diyemez. Dünyanın hiçbir demokrasisisin de teröristlere onlar bizin başkanımız terörist başına bizim önderimiz diyen birileri demokrasi adına parlamentoya giremez Türkiye hariç.

Sonuç olarak ağlayacağız gözyaşlarımız yanaklarımızdan süzülecek çünkü 22 Temmuzda öyle istedik.

Daha çok bebeler babasız genç anneler kocasız kalacak, çünkü 22 Temmuzda öyle istedik.

Daha çok şehit cenazelerinin arkasından "Şehitler ölmez vatan bölünmez" diye hançeremiz yırtılıncaya kadar bağıracağız, şehit namazlarını kılarken gözlerimide yaş kalmayıncaya kadar ağlayacağız. Analar babalar vatan sağ olsun diyecek ama şehitler ölmeye devam edecek çünkü 22 Temmuzda öyle istedik. 

"Kendi düşen ağlamaz" derler biz 22 Temmuzda kendimiz düştük ama ağlamaya devam edeceğiz çünkü millet sahipsiz ağlamaktan başka da bir şey yapmıyor. Tepkisiz toplum etkisiz toplumdur. Etkisiz toplumun kaderi ağlamaktır. Daha çok ağlayacak günler gelmedi gözyaşlarınız lazım olacak

..

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 2


TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 2



Komuta kademesi yok ediliyor

Davalar bu şekilde sağlı sollu saldırılar şeklinde gelirken ve özel yetiştirilmiş genç ve dinamik birlikler (Özel Kuvvetler, SAT/SAS) ve onun personeli hukuk dışı yapılanmalar ve faaliyetler içinde ama "onların komutanları ve ileride komutan olacaklar da aynı yapı içinde aynı düşüncede" savını vurgulamaya yönelik olarak bu sefer irticayla mücadele eylem planı, internet andıcı ve TSK'ya en büyük darbeyi vuracak olan dijital Balyoz saldırıları gerçekleştirildi.

Bu davaların önemi TSK'nin komuta kademesinde yer almış, o sırada yer alan ve gelecekte yer alması beklenen personelin hedef alınmış olmasıdır. Balyoz 
davasına kullanılacak sözde delillerin parça parça sızdırılması, davaya sokulacak personeli değişik dalgalar halinde tutuklanması bunun kontrollü ve konjontüre uygun olarak dijital verilerin hazırlanıp piyasa sürüldüğünü ve tutuklanacak subayların isimlerinin anlık olarak güncellendiğini göstermektedir. 


Bu güncellemede de komuta kademesinin ve subayların terfi zamanı ve sırasının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Balyoz davasının ilk dalgasında davanın 
içine sokulanların önemli bir bölümünün 2010 Ağustos askeri şurasında terfisi beklenen subaylar olması, daha sonraki davalarda tutuklananların ise 2011, 2012 ve hatta 2013, 2014'de terfi etmesi beklenen o an itibariyle gemi ve kritik birlik komutanı olan subaylar olduğu görülmektedir.

Balyoz davasının belki de en dikkat çekici özelliği sözde bir darbe girişimi yani hükümeti devirip Ankara'da yönetimi üstlenileceğinin iddia edilmesine rağmen yargılananların ve tutuklananların yarısından fazlasının Deniz Kuvvetleri personeli olmasıdır. Hal böyle olunca Deniz Kuvvetlerinin komuta kademesinde 
amirallerin yarısından fazlası tutuklanmış, geride kalanların bir kısmı tutuksuz olmak üzere davalara dahil edilmiş, Deniz Kuvvetlerinin teamülleri ile sicil ve 
görevdeki başarı durumuna göre amiral olması beklenen subayların tutuklanma sı Deniz Kuvvetlerinde komuta zafiyeti yaşamasına yol açmıştır.

Peki Balyoz davasıyla neden Deniz Kuvvetleri ve personeli ağırlıklı olarak hedef alınmıştır? Şöyle açıklayabiliriz. Calusewitz'in "Savaş politikanın başka araçlarla (yani orduyla) devamıdır" tanımı vardır ancak yüzyıllardır bilinen başka bir uygulama daha vardır ki o da Deniz Kuvvetlerinin barış zamanında da 
bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Deniz Kuvvetleriyle sizin münhasır ekonomik bölgenizde arama yapılmasını engelleyebilirsiniz ya da arama 
araştırma yapan kendi gemilerinizi personelinizi desteklersiniz, korursunuz, yabancı ülkelere liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterirsiniz, ülkenizi 
tanıtırsınız ve bir nevi propaganda yaparsınız, kriz durumunda o ülkenin açıklarına gemi gönderirsiniz kararlılık mesajı verirsiniz,  topraklarınızı yani 
anavatanınıza ileriden koruma sağlarsınız, denizde yani karasuları ve münhasır ekonomik bölgelerinizde ülkenin hak ve menfaatlerini korursunuz, dünyanın bütün denizlerinde ve limanlarında varlık ve bayrak gösterebilirsiniz, denizdeki varlığınızla devletinizin egemenliğini ve bağımsızlığı teyit edersiniz. 

İnsanlığın gelecekte ihtiyaç duyacağı kaynaklar denizlerdedir ayrıca denizler karadaki kaynakların ticaret ve ulaştırma yollarıdır. Bu nedenle çevre 
denizlerinizde kontrolü elde bulundurmak ve bölge dışı güçlerin müdahalesine izin vermemek,  Dz.K.K.lığının internet sayfasında da vurgulandığı gibi 
"anavatanınızda güvende olmak için denizde güçlü olmak, dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak" gerekmektedir. Aslında bu durum sadece Türkiye için değil denize kıyısı olan bütün ülkeler için geçerlidir. Kaynaklara sahip olma ve denizde hakimiyet yarışı dünya genelinde devam etmektedir. Örneğin Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizinde bölge ülkeleri kaynak mücadelesi nedeniyle her an çatışma riski içindedir.

Bütün bu söylediklerimizi Atatürk'ün 1924 yılında Hamidiye kruvazörüyle çıktığı Karadeniz seyahatinde söylediği şu sözler özetlemektedir: “

...Donanmasız Anadolu olmaz. 

Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği  olacaktır..........
Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir......”. Bu sözler Türk Deniz Kuvvetlerinin ve onun komuta kademesinin neden hedef alındığını çok net olarak göstermektedir.

TSK Nasıl Bertaraf Edildi?

TSK'nın hedef alındığını, TSK kolayca bertaraf edilebilmek için neler yapıldığını ve TSK'nın hangi noktalarına saldırıldığını ortaya koyduk. Peki bu nasıl oldu?

Etkisi, sonuçları, kapsamı, seviyesi dikkate alındığında TSK'nın maruz kaldığı bu saldırı stratejik bir saldırıdır nihai hedefi Türkiye'dir ama ağırlık merkezi 
Türkiye'nin bel kemiği olan TSK'dır. Uygulanan yöntem (bilgi harbi), saldırının seviyesi ile seçilen hedef nedeniyle bunun arakasındaki esas gücün bir yabancı 
aktör olduğunu ancak yurt içinde ve TSK içinde taşeronlar ve işbirlikçiler kullanmadan gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.

Bu davaların yukarıda özet olarak anlatıldığı gibi bir matriks formatında hazırlanmış düzmece bilgi ve belgelerin zamanı ve sırası geldiğinde kamuoyundaki tepkiler ve algılara paralel olarak piyasa sürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böyle kapsamlı bir operasyonun dış desteği veren aktörün ve taşeronların temsilcilerinden oluşan bir karargahtan yönetildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu karargahtaki dış aktörün rolü muhtemelen bilgi harbinin uygulanmasını bu kapsamda ihtiyaç duyulacak bilgilerin neler olabileceğini koordine etmek, eğitmek, ses/dinleme kayıtlarını sağlamak şeklinde gerçekleşmiştir. Taşeronlar ise kurum olarak TSK ve kişiler hakkındaki bilgileri sağlamak, düzmece delilleri hazırlayıp yerleştirerek kumpası hazırlamak işlerini yapmışlardır.  

Yabancı bir gücün, küresel ve bölgesel hedefleri olan bir gücün Türkiye'ye yönelik böyle bir operasyonu olabilir, peki yerli taşeronlar ve işbirlikçiler bu 
işe nasıl dahil oldu? Taşeron ve işbirlikçilerin yanında bu operasyon için uygun ortam nasıl hazırlandı? Burada ilk akla gelen doğal olarak hükümet oluyor. 
Hükümetin bu işin içinde olduğunu söylemek için somut belge ve bilgi zaten yok ama bilgi harbinin özelliği gereği bu operasyonu planlayan dış aktörler kendi 
çıkarlarını muhtemelen Türkiye'deki iç politik ortamla örtüştürerek hükümet açısından masum gözüken düzenlemelerin yapılmasını gizli ve açık yollardan 
telkin etmiştir. TSK'yı bertaraf etmek isteyen dış aktörler için Türkiye'de "askeri vesayetin ortadan kaldırılması, darbelerle hesaplaşılması, askerin yarattığı mağduriyetlerin giderilmesi" söylemi kolayca örtüştürülebilecektir.

Bu söylem hükümet açısından kullanılabilecek bir argümandır ancak önünü sonu düşünmeden alınan hesapsız kararlar ve uygulanan politikaların Türkiye'nin 
bekasını tehdit eden konuma geldiğini görmekteyiz. Nitekim de öyle olmuştur ve MGK'nın yapısı değiştirilmiş, askerlerin özel mahkemelerde kolayca yargılanması nı sağlayacak düzenlemeler yapılmıştır. Hatta "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı'nda" da açık ve net bir şekilde yazmasına rağmen 
TSK'nın iç tehdit ve Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi yasadan çıkarılarak sadece dış tehditle sınırlandırıldı. Atatürk'ün bizzat verdiği bu görev yani 
"Türk vatanını ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumak" vazifesiyle TSK dünyada kendine has bir özelliğe 
sahip oluyor, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne işaret ediyordu. İşte yapılan değişiklikle bu birlik ve bütünlük anlayışının ortadan kaldırılması, TSK 
ile milletin ayrılması hedefleniyordu. İşte operasyonu planlayan dış aktörlerin hangi taşeron ve işbirlikçilerle çalışacakları ile hükümetin ve TSK'nın yapısını 
iyi çalıştıkları gözükmektedir. Buradaki taşeron hükümet yetkililerinin de itiraf ettikleri gibi cemaattir. ABD'nin kendi topraklarında yaşayan bir kişinin 
kontrolündeki cemaatin faaliyetlerini, ilişkilerini, insan gücünün, üyelerinin Türkiye'deki kurumlardaki durumunu bilmemesi ve izlemiyor olması mümkün 
değildir. Türk kamuoyuna 2013'ün sonlarında açıklanmış olmasına rağmen cemaatin hükümet içindeki durumunu/etkisini ABD muhtemelen en başından buyana biliyordu. 

Ve yine muhtemelen cemaat liderinin mensuplarına verdiği direktifleri (2000 yılında açılan davanın iddianamesinde bunların hepsi zaten açıkça yazmaktadır) 
yani mensuplarının devletin bütün kurumlarına sızıp, sorumlu ve etkili pozisyonlara yükselip zamanı geldiğinde verilecek işaretle ortaya çıkacaklarını 
izliyordu. Türkiye'ye yönelik stratejik saldırıların planlayıcıları Türk hükümetinin politikalarıyla kendi çıkarlarını örtüştürdükleri gibi muhtemelen cemaatin Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına destek olunacağına ilişkin vaatlerde bulunarak onların arkasında olduğu izlenimi vermişler ve operasyona dahil etmişlerdir.  Cemaat için bu hiç de yabana atılır bir vaat değildir. Zaten TSK dahil  önemli kurumlara sızmış adamları bu davalarla tasfiye edileceklerin yerlerine kolayca yükselebilecektir. Bu durum TSK içindeki işbirlikçilerini de motive edecek bir unsurdur.

Her şey zamanlama meselesiydi. 2003'teki çuval olayı bu operasyonun işaret fişeğiydi 2007'lere gelindiğinde cemaatin kurumlara ve tabii ki TSK'ya sızması 
tamamlanmıştı. Hükümet yasal düzenlemeler ve özellikle yargı ile emniyetteki atamalarla cemaat üyelerinin TSK'ya karşı yürütülecek operasyonu yapacak 
kişilerin önünü açıyor, cemaat mensubu olan TSK'dan atılmış ve halen görevde olan askerlerin sağladığı bilgi ve belgelerden istifadeyle düzmece dijital 
deliller hazırlanıyordu. Psikolojik harekatın ana kuralı (halk televizyonlarda verilen ilk bilgileri haberleri doğru/gerçek olarak kabul eder) uygulamaya 
geçirilmiş, aramalar, gözaltılar, kazılar, subayları suçlayan haberler, TSK'nın suç ve terör örgütü olduğunu vurgulayan görüntüler teyitsiz ve sınırsız bir 
şekilde televizyonlardan anında kamuoyuna pompalanıyor, subaylar kafileler halinde tutuklanıyor, davalar açılıyordu. Bu haliyle etki odaklı bir harekatın 
da yürütüldüğünü görüyoruz. Bu davalarda dikkat çekici diğer bir konuda bazı kişilerin bir kaç davada yer almasıyla genelde bakıldığında bu davalar arasında 
organik bağların da kurulmaya çalışıldığıdır. Böylece bütün bunların başında TSK var ve bu girişimler örgütlü ve tek bir merkezden idare ediliyor algısı 
yaratılıyordu.

Bu davalarda tutuklanan tek Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ aslında bunu görmüş ve TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını söylemişti ama görünen o ki hükümeti ikna edememişti. Başbuğ bir şey daha yapmıştı o da "Güçlü Ordu Güçlü Türkiye" sloganını belirlemişti. TSK'nın Türkiye'nin ağırlık merkezi olduğunu vurgulayan, Türkiye'nin ordusu güçlü olmazsa Türkiye'nin bir güç olamayacağını ifşa eden bu slogan o zamanlar bazı hükümet üyelerini bile rahatsız etmiş hatta kaldırılması istenmişti.  İlker Başbuğ'un tutuklanmasında belki de bu uyarıcı tespitleri ve sloganları da etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan.

2012 yılı ortalarına gelindiğinde planlayıcılar maksadına ulaşmıştı. TSK tatbikat, seminer yapamaz, savaş gemilerine ve filolarına komuta edecek subay 
bulamaz, terörle mücadele ettirilmez konuma gelmişti. Diğer davalar devam ederken TSK'ya en büyük darbeyi vuran ve en çok sayıda askeri içeren Balyoz 
davasına bakan mahkeme kararını vermişti. 2013 yılı sonlarına doğru ise başka gelişmeler oldu. Yargıtay'ın kararı onaylamasına rağmen mağdurların en başından bu yana söyledikleri delillerin düzmece olduğu, bu olayların yalan, iftira ve kumpas olduğu devletin kurumlarının raporları ve hükümet üyelerinin 
açıklamalarıyla ortaya çıktı. Çıktı ancak bütün gerçeklere rağmen Balyoz mağduru Türk subayları beton duvarlar arasından çıkamadı. Şimdi aradıkları adalet için AYM önünde adalet nöbetindeler.

Belki de bu vesileyle Balyoz'un ne olduğunu anlatan herkesin Balyoz'un nasıl bir kumpas olduğunu hemen anlayabileceği kısa bir analojiyi hemen burada anlatmakta fayda var.  Bu analoji halen Mamak'ta tutsak olan arkadaşımız Dz.Kur.Alb. Bayram Ali Tavlayan'a aittir. İşte bir başka deyişle BALYOZ:

- Bir akşam eve geldim ve posta kutumda trafik cezası ihbarnamesini buldum.

- Ankara’da şu gün şu tarihte şu caddede kırmızı ışık ihlali yaptığım yazıyordu.

- Kısa bir incelemeden sonra, ihlal tarihinde resmi görevli olarak İstanbul’da olduğumu anladım ve bunu bir otel faturası ve otopark fişiyle kanıtladım.

- Hemen Emniyete gittim ve durumu açıkladım. İhbarnamede cezayı yazan polisin kimlik bilgilerin ve imzasının olmadığını, bu belgenin gerçek olup olmadığını sordum. Cevaben "vatansever gönüllü bir trafik müfettişinin" olayı ihbar ettiğini ancak kimliğini açıklayamayacaklarını, benim cezayı ödemem gerektiğini, sonra mahkemeye başvurabileceğimi ve yargıya güvenmemi söylediler.

- Bunun üzerine ben de şöyle dedim; “Cezayı öderim, yargıya da güveniyorum. Ancak ortada küçük ama kritik bir detay var: İhlal ettiğimi iddia ettiğiniz cadde üzerinde hiç trafik ışığı yani ihlal edilecek KIRMIZI ışık yok!!!”


İşte Balyoz da böyle. Davadaki tek gerçek "her yönüyle mağdur edilen ve beton duvarlar arasına atılan masum TSK personeli", bunun dışında davada öne sürülen olaylar, belgeler, bilgiler hepsi düzmece ve yalan.


Sonuç

Türkiye 2007'den itibaren stratejik bir saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırının hedefinde Türkiye'nin ağırlık merkezi olan, Türkiye deyince devlet deyince ona eşit olarak algılanan Türk Silahlı Kuvvetleri var. Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan ana güç olan TSK belki de en zayıf noktasından vuruldu. Evet Türkiye TSK ile güçlüydü ancak klasik ve düzenli savaşlar için hazır olan TSK en zayıf olduğu siber alanda düzmece dijital belge saldırılarından kurtulamadı ve ağır hasar gördü. TSK'nın düzmece kumpas davalarıyla saldırıya uğramasıyla Türkiye de canevinden vurulmuş oldu. Zayıflamış bir TSK'nın sonucu zayıflamış bir Türkiye olacaktır.

Bu davalarla yapılacak nokta atışlarla TSK'nın bertaraf edilmesi içinGenelkurmay Özel Kuvvetleri, SAT/SAS Timleri, mevcut ve gelecekti komuta kademesi, özellikle Balyoz davasıyla barış dönemlerinde de politik bir araç olarak kullanılabilen Deniz Kuvvetleri operasyonel ağırlık merkezleri olarak seçilmiştir. TSK'ya karşı bu bilgi harbini planlayanların Türkiye'yi, hükümeti ve TSK'yı çok iyi tanıdıkları, takip ettikleri ve analiz ettikleri ve sonuçta amaçlarına ulaştıkları aşikardır. Çünkü TSK terörle savaşı kazan bir orduyken terörist olmakla suçlandı ve mahkum edildi, Türkiye'nin en disiplinli, en çalışkan, canını vatanına emanet etmiş personelden oluştuğu kabul edilen TSK casusluk, fuhuş, organize faili meçhul cinayetlerle suçlandı, mahkum edildi ve halk bunlara sessiz kalabildi.  Hayatın olağan akışına ters bu durumların gerçekleşmiş olması TSK'ya yönelik operasyonun maalesef başarılı olduğunu göstermektedir.

TSK'nın bertaraf edilmesiyle Türkiye içindeki, çevresindeki, etki ve ilgi alanındaki askeri-politik olaylara, güvenlik sorunlarında zor durumlar yaşamaktadır. TSK artık terörle mücadele ettirilmemektedir, PKK karşı kazanılmış zaferler ve psikolojik üstünlük terk edilmiş, güneydoğuda PKK hareket serbestisi 
kazanmış devlet uygulamaları yaparken askerler birliklerin içine hapsedilmiş, PKK Suriye'nin kuzeyinde devletçikler kurmuştur, Suriye sorununda TSK'nın 
izleyeceği strateji belli değildir, Karadeniz hiç olmadığı kadar ABD'nin kontrolündedir, Ege'de Yunanlıların işgal ettiği adacıklara karşı hiçbir uygulama mevcut değildir, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ve denizaltından gaz/petrol çıkarılması faaliyetlerinde inisiyatif Güney Kıbrıs ve İsrail'e geçmiştir. En trajik olanı da Türkiye'nin güvenliği ve geleceğiyle ilgili bu konularda bile TSK'nın komuta kademesi konuşamamakta, görüşlerini değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaşamamaktadır.

Evet, TSK bilgi harbi ile vurulmuştur, algı yönetimiyle suç ve terör örgütü kötülüklerin odak noktası haline getirilmiştir, asimetrik psikolojik bir harekata maruz kalmıştır, etki odaklı harekatla sarsılmıştır, siber saldırıyla bertaraf edilmiştir. TSK büyük hasar görmüştür, TSK'nın hasar görmesi 
Türkiye'nin geleceğinin tehdit altında olduğunu göstermektedir. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Hükümet ve devlet bir an önce bu gerçekleri 
görmeli, çöküşü durdurup tersine çevirecek adımları mutlaka atmalıdır. Bu bağlamda AYM'nın Balyoz mağdurlarının bireysel başvurularına yönelik vereceği 
karar artık hayati önem kazanmıştır. Balyoz davası mağdurlarının yakınlarının başlattığı Vardiya Bizde, Sessiz Çığlık ve son olarak Adalet Nöbeti adındaki hak 
ve adalet arayışları artık sınırlarını aşmış (söz konusu etkinliklere katılan, destek veren ya da kendi sorunlarını o ortamlarda anlatmak isteyenlere bakıldığında) sadece Balyoz değil diğer alanlarda ve konulardaki mağdurlar için de bir umut ışığına dönüşmüştür. Bu durum Türkiye'nin bekasına yöneltilen dış destekli bilgi harbiyle her türlü kötülüğün kaynağı gösterilen TSK'nın Türkiye'deki bütün mağdurların hatta  kendisine karşı saldırılara/operasyonlara katılanların da sığınacağı güvenli bir liman olacağını göstermektedir.

Bunun ilk adımı Balyoz davasının mağduru subayların derhal özgürlüğüne kavuşturulması, davanın adil ve evrensel hukuk kuralları içinde görülmesidir, 
böyle olduğunda Balyoz'un kumpas olduğunu mahkemeler de teyit edecektir. Bununla birlikte mağdur olan insanların (kaybedilen hayatların ve hapishanede geçen yılların geri verilmesi mümkün olmamakla birlikte) yaralarının sarılması belki mümkün olabilecek, devlet yönetiminde / karar mekanizmalarında / yasalarda / kurumlardaki erozyonların ve bozulmaların düzeltilmesi uzun dönemde gerçekleşebilecektir. Bu nedenle bu konuda atılacak adımdaki bir saniyelik bile gecikmeye hem Türkiye'nin hem de davalarla mağdur edilen askerlerin tahammülü yoktur.

..