26 Şubat 2015 Perşembe

Irak’tan Sonra Hedef Ülke Hangisi?





Irak’tan Sonra Hedef Ülke Hangisi?




 
ABD Devlet Başkanı Obama’nın “Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirmekte aciz kalmakla” nitelendirmesine rağmen, Beyaz Saray’ın “Suriye’deki ılımlı muhalefetin” desteklenmesi amacıyla 500 milyon dolar tahsisat talebi Washington’un Suriye’ye yönelik gecikmiş bir taahhüdü olarak değerlendirildi. Ancak, analist Thierry Meyssan’a göre bu tahsisat talebi Suriye odaklı değil: ABD Irak çevresinde büyük kapsamlı askeri güç tesis ediyor ve üçüncü bir ülkeyi hedefliyor.
Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bayan Bouthaine   Chaabane’nın Moskova’da bulunduğu sırada, Norveç Dışişleri Bakanlığınca düzenlenen uluslararası bir foruma katılmak üzere davet edilmişti. 170’ ten fazla Sayıda Suriyeli yetkili gibi Bayan Chaabane’nın da, özellikle yurtdışına seyahat yasağı olup, Batılı güçler tarafından yaptırım uygulama tehdidi altında olan kişiler listesinde yer alıyor.
Bouthaine Chaaban, Şama uğramadan, Moskova’dan direkt olarak Oslo’ya gitti. Forum faaliyetleri mesaisi sırasında, 18 ve 19 Haziran günlerinde, ABD eski Devlet Başkanı Jimmy Carter, Birleşmiş Milletler (BM) mevcut iki numaralı yetkilisi, ABD’li diplomat Jeffrey Feltman ve de İran Cumhurbaşkanı Hassan Ruhani Başkanlık Kabinesi Direktörü ile görüşmeler yaptı.Akla gelen bazı sorular; NATO üyesi bir ülke olan Norveç neden böylesi bir inisiyatifi alma gereğini duyuyor? ABD hangi mesajları vermek istiyor? 

Suriye ile hangi konuları görüşmek istiyor?

Taraflardan birisi şimdiye kadar bu görüşmeler ile ilgili herhangi bir açıÎklama yapmadı. Ve Oslo Forumu internet sitesi de, ne yazık ki, bu konuda dilsiz kalıyor.

ABD’nin denizaşırı ülkelerde faaliyet bütçesi

Başkan Obama, Oslo forumundan birkaç gün sonra, 25 Haziranda, 2015 yıl ına ilişkin denizaşırı ülkelerde diplomatik ve askeri faaliyetler 
(Overseas ContingencyOperations- OCO) bütçesini Kongreye sundu. 65,8 milyar dolarlık bütçeden, 5 milyarlık kısmı, Başkan Obama’nın 28 Mayıs’ta West Point konuşmasında kamuoyuna açıkladığı gibi, terörizm karşıtı faaliyetlerde işbirliği 

(Counterterorism Partnerships Fund CTPF) Fonun kurulmasına tahsis edilecek [1].
Beyaz saray’dan yapılan açıklamaya göre 4 milyar dolarlık bir bütçe Pentagon’un emrine ve beşinci bir dilim de Dışişlerinin kullanımına verilecek. 
- 3 milyar dolarlık tahsisat yerine göre, radikal ideolojilere karşı, terörizme finansman sağlama faaliyetlerine karşı mücadelede göreve çağrılacak terörizm karşıtı yerele güçlerin kurulmasında ve “Demokratik Yollarla” yönetilebilmelerinde kullanılacak. 
 - 1,5 milyarlık tahsisat, göçmen kitlesine yardım ederken, sınırların korunması amacıyla güvenlik hizmetlerin sağlanmasında, Suriye’deki 
çatışmaların komşu ülkelere sıçramasını önlemede kullanılacak. 
- 0,5 milyar “Suriye halkını korumak, muhalefetin elinde bulun bölgelerde istikrarı sağlamak, temel hizmetlerin sağlanmasını kolaylaştırmak, terörist tehditlerin karşısında durmak ve siyasi bir anlaşma koşullarını teşvik etmede kullanılacak, 
- Ve 0,5 milyarlık aşka bir dilim de olası yeni kriz durumlarıyla başa çıkmada kullanılacak. Beyaz Saray’ın bildirisindeki “muhalefetin kontrolünde bulunan bölgelerde istikrarı sağlamak” ibaresi neyi ifade ediyor? Bu ifadeyle devlet nüvelerinin oluşturulması söz konusu değil herhalde. 

Çünkü bu bölgeler çok küçük alanlar olup, birbirlerinden ayrık vaziyetteler. Olasılıkla İsrail için güvenlik alanların oluşturulması söz konusu: 

İhtiyaç hâsıl olması durumunda, Şam yönetiminin kıskaca alınabilmesi amacıyla, ilki, İsrail-Suriye sınır boylarında, ikincisi ise, Türkiye-Suriye 
sınırında bir güvenlik alanı. Washington’un Suriye muhaliflerine verdiği desteğin aslında Suriye Yönetimini devirme amaçlı olmadığı fikrini 
pekiştirmek için Filistin’de ikamet eden Yahudi topluluğunu korumak üzere bu alanların güvenliği “Suriyeli silahlı muhalif elemanlarına” 
bırakılacaktır.
Bu taktiksel hareket, Başkan Obama’nın 20 Haziran’da CBS This Morning programında yaptığı konuşması içeriğine çok yakın. 

Konuşması şöyleydi; “ Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirebilecek kapasiteye sahip ılımlı bir Suriye muhalefet gücünün olduğu varsayılan 
kavramının doğru olmadığını düşünüyorum. Bildiğiniz gibi Suriye’de ılımlı bir muhalefet ile çalışmayı denemekle çok zaman harcadık .(….)  
“Bu ılımlı muhalefetin, bir miktar silah göndermemiz halinde, kısa bir sürede yalnızca Esad yönetimini değil, aynı zamanda, yüksek derecede 
kalifiye amansız cihatçıları da devirebileceği düşüncesi bir fanteziden ibaret. Amerikan halkı ve belki de Washington ve de basın kuruluşlarınca bu hususun anlaşılmasının önem arz ettiğini düşünüyorum” [2]

JPEG - 20.8 kb

Washington Uluslararası Adalet Divanı cezasıyla karşı karşıya
ABD Kongresi onay verirse, yönetim tarafından Suriye’deki cihatçılara verilen destek, CIA’nın gizli bir programı olmaktan çıkıp, Pentagonun kamuya yönelik bir programı şekline dönüştürülecek.
Bu dönüştürme işlemi, üçüncü bir ülkedeki muhalif hareketleri askeri açıdan örgütleme ve bu hareketlere gizli yollardan finansman sağlama ve bir ülkede farklı nitelikte bir devlet ortaya çıkmasına imkân vermeyi yasaklayan uluslararası hukuk ilkelerini ihlal eder niteliktedir. Kongre bu talebi geri çevirse bile, uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyen bu durumun, Suriye egemenliğine karşı bir tehdit olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Suriye bu hususu Uluslararası Adalet Divanına, yani Birleşmiş Miletler İç Mahkemesine taşırsa, ABD tarafından cezalandırmaya mahkûm edilir. Küçük bir devlet olan Nikaragua 1984’te, ülkesinde faaliyet gösteren Kontra’lara açıkça destek verdiği için ABD’yi mahkemeye vermişti. Mahkemenin bir karar verebilmesi için iki yıl beklemek gerekiyor. Birleşmiş Miletlerin utangaç Genel Sekreteri Ban-Ki Moon’un, Suriye’yi töhmet altında bırakan bir açıklama yapması şaşırtıcı değil. Bu anlamda, “yabancı güçlerin vahşi cinayetler işleyen ve İnsan Haklarını, Uluslararası Hukukun temel prensiplerini ihlal eden örgütleri askeri olarak desteklemeye devam etmede herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır” şeklinde dolambaçlı bir ifadeyle açıklamada bulunabilir [3]. Washington yönetimi, Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bouthaine Chaabane’den ülkesinin ABD’yi şikâyet etmeyeceği yönde bir güvence aldıktan sonra, kuşkusuz Suriye topraklarında herhangi bir girişimden bulunmayacak. Ancak, neye karşılık ABD’yi Uluslararası Adalet Divanına şikâyet etmeyecek? ABD yetkilerinin yaptıkları açıklamalarında çıkarılan kanıt niteliğindeki izlenimler, hedefin Suriye olduğu gösterir gibi. Oysa gerçek hedefin başka yerlerde olduğu anlaşılıyor; bu hedef yalnızca Irak olamaz.
Irak’ın istikrarsızlaştırılmasının sürdürülmesi,
Irak’ta IŞİD örgütü saldırıları devam ediyor. Washington yönetimi, olayların bu yönde gelişmesinden dolayı şaşkınlık içinde olduğunu ve Irak’ın toprak bütünlüğü korunması taraftarı olduğunu iddia ederek, Fransa ve Suudi Arabistan’ında desteğiyle, cihatçıları kontrolü altında bulunduruyor [4].Dış dünyaya bilgi vermekten aciz kalan büyük bir ülke topraklarının üçte biri iki günde ele geçiren küçük bir terörist grubun efsanesi yayılınca, NATO ve CCG Medya kuruluşları Sünni kesimi oluşturan halkın IŞİD örgünü desteklediği yönünde yayın yaptılar. Sünni kesim ve Hıristiyan nüfustan oluşan 1,2 milyon kişilik bir kitlenin evlerini terk ederek, IŞD saldırılarından kaçmasının pek önemi yok. Bu yöndeki bir açıklama, aynı zamanda, Washington tarafından işgal hazırlıklarını maskelemeye de yarar.  ABD, beklenildiği gibi, birliklerini Irak topraklarına göndermeyeceğini ve Nuri El-Maliki’nin başında bulunduğu Irak Federal Hükümetine yardıma gelecek ülkelere engel olamayacağını bildirdi. El-Maliki, IŞİD mevzilerini bombalamak üzere Irak topraklarına giren Suriye güçlerine teşekkür ederken, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry kaşlarını çatıyordu: “Öteden beri zaten yüksek olan mezhepsel tansiyonu daha da azdırmaya neden olacak başka girişimlere ihtiyaç olmadığını bölgedeki bütün aktörlere açık bir dille ifade ettik” [5].   Başkan Obama, Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’yi kendi kaderiyle baş başa bırakarak, büyük hoşgörü edasıyla, esas itibariyle ABD’ye ait binaların güvenliğini sağlamak üzere, 300 ABD askerinin Irak’a gönderilmesine onay verdi. Başbakan El-Maliki, perişan halde, yeni müttefik aramaya başladı. Nafile bir şekilde F-16 uçakları beklerken, Rusya yönetiminden ve Beyaz Rusya’dan bombardıman uçağı satın aldı.  İran yönetimi, Irak hükümetine silah ve danışman yardımı gönderdi. Ancak, IŞİD militanları saldırıları karşısında kaderleriyle baş başa kalan Şiilere yardım edecek savaşçı göndermedi. Washington ile Tahran arasında, en azında zımni olsa da, Irak’ın bölünmesi konusunda bir anlaşmanın olduğu anlaşılıyor. Büyükelçi Jeffrey Feltman, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Kabine Direktörü ve Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bouthaine Chaabane arasında bu husus ile ilgili olarak geçen konuşma mahiyetinin ne olduğunun bilinmesinde fayda var.  Aksi halde, en fazla, İran ve Suriye yönetimlerince, IŞİD saldırıları nedeniyle kesintiye uğramış, iki ülke arasındaki geçiş koridorunun sağlanması karşılığında ABD planına yardımlarının ve pasif kalmaları işinin bir şarta bağlandığı yönünde bir yorum yapılabilir.  Hangi şartlar altında olursa olsun, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu (Greater Middle East) projesinin yeniden düzenlenmesinin, 2003 ve 2007’deki başarısız girişimlere rağmen, bugün Irak’ta meydana gelen gelişmelerle daha da somutlaştırılmış bir başlangıcına tanık oluyoruz. Genel anlamda, bir devletin parçalanması hemen bir günde gerçekleşmez, ancak, bu aşamadan önce en azında on yıllık bir kaos dönemine ihtiyaç vardır.  İlk acı çeken taraf olacak Türkler, Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’yi Ankara’da ağırladılar. Barzani, Kerkük’ü tekrar Bağdat Federal Hükümetine vermeyeceğini taahhüt etti ve Türkiye’deki Kürtlerin ayaklanmasına yol açabilecek herhangi bir girişimde bulunmayacağı yönünde Ankara’ya güvence verdi. Gelişme gösteren olayların mantığı, gelecek yıllarda Türkiye’de de bazı olayların su yüzüne çıkması yönünde kaçınılmaz olarak patlak vermesine neden olacak nitelikte olsa da, Ankara’nın önünde daha yeterli zamanı var. Recep Tayyip Erdoğan virajı dönerken, üç yıldan beri geri planda üs yeri verdiği ve silah yardımı yaptığı yabancı paralı askerlere aniden desteğini keserek, Suriye ile olan sınırlarını kapattı. Bu politikayı izlemesindeki amaç, yalnızca, Türkiye Kürtlerin başkaldırmaya yeltenmemelerini engellemek değil, aynı zamanda, Ordusunun bu durumdan faydalanarak, hükümeti devirmeye kalkışmamasının önünü kesmek içindir.  Eski subayların ve Saddam Hüseyin dönemi muhafız alayı askerlerinin IŞİD örgütü bünyesinde toplanması Irak’taki durumda değişiklik olduğu anlamına geliyor. Bu askerler her şeyden önce, Irak Başbakanı El-Malikinin hükümet kurması sürecinde ABD’yi, Suudi Arabistan’ı ve İran rejimini yardım etmekle suçluyor. El-Maliki hükümetinin izlediği politikayla dışlandıkları için, Bağdat yönetiminden öç almayı bekliyorlardı. İranlıların emelli Şii nüfus kesimini kapsadığını ve günün birinde intikam almak üzere Suudi Arabistan’a döneceklerini biliyorlar

Suudi Arabistan hedefi                   Olayları bu açıdan dikkate alacak olursak, Washington yönetimi, strateji uzmanı Fransız Laurent Muraviec planına uygun olarak, Suudi Krallığına yeni bir şekil verme zamanının geldiğini düşünüyor. Strateji uzmanı Muraviec 2002’de üç cümleyle ifade edilen planını Pentagon’a sunmuştu: Irak taktik bir mihverdir; Suudi Arabistan stratejik bir eksendir; Mısır ise stratejik bir ödüldür [6]. Başka bir deyişle ifade edilecek olursa, Suudi Hanedanlığı, Mısır’ın kontrol altına alınmasıyla, (olasılıkla) düşmelerinin bir yolunu açabilecek nitelikteki Irak koşullardan hareketle devrilemez.  Bölgede izlenen stratejinin bir sonraki hamlesinde hedef olduklarının bilincinde olan Hanedanlık mensupları, ortak çıkarlarını savunmak üzere, aralarında süregelen iktidar mücadelesini bir tarafa bıraktılar. Fas’ta uzun bir dinlenme dönemi geçiren Kral Abdullah Riyad’a döndü. Dönüş güzergâhında, uçağı Kahire’ye indi. Kral Abdullah, hareket etmede zorluk çektiğinden dolayı, General El-Sissi’yi uçağında kabul etti [7].   ABD yönetiminin, yakın zamanlarda, ailesini iktidardan indirme yollarını aramayacağı teyidini aldı. Suudi Krallığı, niyetinin iyice anlaşılması için, IŞİD örgütünü kontrol ettiğini söyledi ve gelecekte de kontrol altına alacağı taahhüdünü verdi. Uçakta kendisine eşlik eden Prens Bander Bin Sultanı yeniden görev başına çağırma kararını vermişti.   Prens Bander, 2001’den ve Usame Bin Ladin’in ölümünden bu yana, uluslararası cihatçı hareketlerin başında bulunuyordu. Gizli savaşların büyük ustası Prens Bander, Beşar Esad’ı devirmede başarısızlık yaşadı. Suriye’de kullanılan kimyasal silah krizinde ABD’eyle anlaşmazlık yaşadı ve John Kerry’nin talebi üzerine görevden alındı. Görev başına dönüşü Suudilerin büyük kozudur: Prens Bander iş başında olduğu sürece, Washington yönetimi Suudi Krallığına karşı cihatçı saldırı düzenleyemez.   ABD Dışişleri Bakanı Kerry öfkeli bir şekilde, ve de beklenmedik bir zamanda, bütün yumurtaları aynı sepete koymaması için, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfetah El-Sissi’ye gerekli uyarılarda bulunmak üzere Kahire’ye gitti. Mısırdaki askeri rejimi artık Suudi bağışlarından tamamıyla bağımsız: John Kerry 572 milyon dolar tahsisatı (darbeden bu yana bloke edilen her zamanki yardımım üçte biri) serbest bıraktı ve Golan tepelerini istikrara kavuşturmak (aynı zamanda İsrail’in güvenliğini sağlamak) amacıyla taahhüt edilen 10 adet Apache helikopterin teslim edilebileceğini bildirdi.   Dışişleri Bakanı Kerry, Suudi Arabistan’da istikrarsızlık yaratma seyahatine devam ederek, 25 Haziran’da Brüksel’e giderek NATO zirvesine katıldı. Açıklamasında Irak’taki durumunun “stratejik açıdan istihbarat toplamaya, hazırlık çalışmalarına, bazı sorulara cevap bulunmasına, reaksiyon zamanlarına, karşılık verme doğasının düşünülmesine” evresine geçmesi gerektiğine vurgu yapıyordu: 4-5 Eylül’de Galler ülkesinde yapılacak zirve gündem maddesinden yer alabilecek “operasyonel kullanılabilirlik” konusu.  Bakan Kerry, ertesi gün, 26 Haziran’da, Paris’te, meslektaşları Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün Dışişleri Bakanlarıyla bir araya geldi. Birleşik Basından edinilen bilgilere göre, Washington yönetimi Suudi Arabistan ve Ürdün’ün, Irak’taki Sünnilere destek vermek üzere Bedevi kabilelerin sınırlarını geçerek silah aktarmasını ve parasal yardım yapmasını arzu ediyor (IŞİD’ı desteklemek) [8].                     Bakan Kerry, seyahatine devam ederek, 27 Haziran’da Suudi Arabistan’a gitti. Orada Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Ahmed El-Cerba ile görüştü. Yapılan açıklamada El-Cerba’nın (Kral Abdullah gibi) Bedevi Kabileleri Odasına üye olduğu ve Irak’a seyahat ettiğini ve “Suriye Ilımlı Muhalefetinin” Irak’ta istikrar sağlanması için yardım edebileceği vurgulandı [9]. Yapılan bütün yardımlarla Irak’ta askeri önemli bir rol oynayabilecekken, bazılarının Suriye’deki yönetimi devirmede nasıl oldu da “yetersiz” kaldıkları merak ediliyor ve IŞİD ile şahsi ilişkileri bulunan El-Cebra niye bu işi üstlensin.

Suudi resmigeçidi                              Suudi Kralı Abdullah, ABD Dışişleri Bakan Kerry’i ağırlamadan kısa bir süre önce,“terörist örgütler veya diğer yapıların ülkesinin güvenliğine zarar verebilecek duruma gelmesi haline karşılık, ulusunun kazanımlarını ve toprak bütünlüğünü, ülkesinin güvenliğini ve Suudi Arabistan halkının istikrarını (…) korumak amacıyla gerekli her türlü tedbirleri almaya karar verdi” [10].   Suudi Kralı Abdullah, Irak dosyası yönetimini, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın devrilmesinde başarısızlık yaşanması ve Obama yönetimine karşı husumet duyguları beslemesi nedeniyle Bakan Kerry’nin talebi üzerine, 15 Nisanda görevden el çektirdiği Prens Bander bin Sulatan’a emanet etti.  Riyad yönetimi, Washington’un Irak’ı bölme projesinde yardım etmeye hazırdır. Ancak, Suudi Arabistan sınırlarını aşmasına izin vermeyecek.  Ulusal Konsey tarafından iş başına getirilen Suriye “geçici hükümeti”, verilen mesajı alarak, General Abdullah El-Bashir’i görevden alıp, bütün askeri ekibini lağvetti. Artık ne askeri birliği ve ne de subayları bulunan Suriye Ulusal Konseyi kesin olarak söyleyebilir ki, taahhüt edilen 500 milyon dolar, ilgili ellerce teslim alınır alınmaz, doğrudan IŞİD’e aktarılacak.                 Thierry Meyssan                                Çeviren; Nizamettin Karabenk            Kaynak   El-Vatan (Suriye)
[1] «Discours à l’académie militaire de West Point», Barack Obama, Réseau Voltaire, 28 maggio 2014.
[2] “Obama: Notion that Syrian opposition could have overthrown Assad with U.S. arms a "fantasy"”, CBS, 20 juin 2014.
[3] «Crisis in Syria: Civil War, Global Threat», Ban Ki-Moon, Huffington Post, June 25, 2014. Version française : «Syrie: mettre fin à l’horrible guerre», Le Temps, 27 juin 2014.
[4] “Washington Irak’ı bölme planını uygulamaya koyuyor”, yazanThierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Voltaire Sitesine , 16 Haziran 2014.
[5] “Kerry issues warning after Syria bombs Iraq”, by Hamza Hendawi and Lara Jakes, Associated Press, June 25, 2014.
[6] Le lecteur téléchargera ici le texte de l’exposé Powerpoint que m’avait alors transmis un informateur états-unien. Malheureusement, j’ai perdu les images. Taking Saudis out of Arabia, Laurent Murawiec, Defense Policy Board, 10 juillet 2002.
[7] “Saudi king makes landmark visit to Egypt”, Al-Arabiya, June 20, 2014.
[8] “US, Sunni States Meet on Mideast Insurgent Crisis”, Lara Jakes, Associated Press, June 26, 2014.
[9] «Kerry, Syrian Coalition Leader During Their Meeting in Jeddah», Department of State, June 27, 2014.
[10] « Décret de la Cour royale : le serviteur des Deux Saintes Mosquées ordonne de prendre toutes les mesures nécessaires pour préserver la sécurité du royaume », Agence de presse saoudienne, 26 juin 2014.
http://www.voltairenet.org/article184508.html

..

Suriye’de Ankara - Paris İttifakı mı?




Suriye’de Ankara - Paris İttifakı mı?




Fransa ve Türkiye yönetimleri arasındaki ittifak, tümüyle politik bir yapılanma olan Avrupa Birliğini dikkate alacak olursak, acaba sadece ekonomik konulara mı dayalı? Ankara-Paris arasındaki ittifak şayet bu çerçeve’de ise, Paris yönetimi, izlediği strateji ne olursa olsun, Ankara hükümeti politikasının gereği olan icraatları da yerine getirecek mi? Ankara politikasına destek verme, gerektiğinde soykırım bile yapmaya kadar gidebilecek mi?

JPEG - 20.9 kb

Obama yönetimi ikinci defadır İslam Emirliği örgütü IŞİD’a (Daesh-Daiş) verdiği destekten dolayı Türkiye’nin tutumunu tartışmaya açıyor. İlki, 02 Ekim’de ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın, Harvard Kennedy School’da [1] yaptığı bir konuşmada, ikincisi ise Hazine Müsteşarı David S.Cohen’ın 23 Ekim’de Carnegie Foundation’de yaptığı bir açıklama sırasında [2]. Her iki şahsiyet de, Ankara hükümetinin aslında cihatçı organizasyonlara destek verdiği, bu örgütlerin Suriye ve Irak halklarından çaldıkları petrolü Türkiye üzerinden piyasaya sürdükleri yönde suçlama getiriyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarlı inkârı karşısında Joe Biden özür dilemişti. Türkiye hükümeti, Türkiye Kürtleri örgütü PKK güçlerinin, IŞİD/DAİŞ örgütünün kuşatmaya aldığı Kobanê Kürtlerinin imdadına gitmek üzere kendi toprakları üzerinde gitmesine izin verdi. Ankara hükümetinin bu tutumu, kamuoyunun ikna olması için yeterli görülmedi ve Washington yönetimi yine suçlamalarına devam etti.

Türkiye ve etnik temizlik konuları

Gündeme gelen konu, cihatçılara destek olarak dikkate alınacağını sanmıyorum. Türkiye hükümeti, en azından Ekim ayının ortasına kadar, ABD’nin bölge planına ters düşmeyecek şekilde, kendi devlet çıkarına göre bir strateji izliyor. Ancak, Washington yönetimi, NATO üyesi sıfatıyla Türkiye’nin Kobanê halkının karşı karşıya bulunduğu katliama aleni olarak dâhil olmasına onay vermeyecek. Obama yönetiminin bölgeye yönelik izlediği politika gayet açık ve basit: IŞİD/DAİŞ örgütü, NATO güçlerinin yasal olarak yapamayacağı işleri yerine getirmek için var edildi; yani etnik temizlik yapmak. Çünkü NATO ittifakı üyesi devletler, başka bir ülkede etnik temizlik yapılmasına niçin katılmaları gerektiğini sorgulayabilirlerdi. Washington’un izlediği bölge politikası açısında, Suriye Kürtlerine katliam yapılması uygun bir strateji değil. Türkiye’nin de böylesi bir olaya katılması, insanlığa karşı işlenmiş suç olarak telaki edilecekti.
Türkiye hükümetinin bu konjonktürdeki tutumu, isteksiz olduğu anlaşılıyor. Ve bu tutum aynı zamanda sorunda barındıran bir özellikte. Türkiye devleti, devlet etme politikası geleneğinde yâdsıma politikasının var olduğu bir devlet. Geçmişte olan katliamları hiçbir zaman kabul etmedi; 1,4 milyon Ermeni, Ortodoks ayini yapan 200,000 Asurî, Farsça konuşan 50.000 Asuri (1914-1918) ve yine 800.000 Ermeni ve Rum (1919-1925) [3]. Erdoğan’ın Başbakanlık döneminde, geçtiğimiz Nisan ayının 23’ünde, yayınladığı taziye mesajı, geçmişteki bu acılı olayları teskin etmekten uzak, Jön Türklerin geçmişte işlediği suçları kabul etmeye yanaşmayan bir tavır, bu anlamda yetersiz kapasiteye sahip bir açıklama olduğu şeklinde algılandı [4].
Türkiye Devleti bugüne kadar PKK yanlısı Kürtleri tavsiye etmeye çalıştı. Birçoğu Suriye’ye kaçtı. Cumhurbaşkanı Esad onlara Suriye vatandaşlığı verdi. Türkiye açısında, Suriye’nin aksine, Suriye Kürtlerinin katliama uğraması iyi bir haber olabilirdi. Ve var edilen IŞİD/DAİŞ örgütü, kendisine havale edilen bu kirli işleri uygun bir şekilde yerine getirebilirdi….

Türkiye’nin son zamanlardaki etnik temizlik olaylarına katılması

Türkiye Ordusu, Bosna-Hersek savaşının (1992-1995) olduğu sıralarda, Sırp Ortodoks katliamı yapmak marifetiyle, ülkede enik temizlik yapan Usame bin Ladin’in başında bulunduğu “Arap Lejyonu”na destek verdi. Bu savaştan sağ kalan cihatçılar, Suriye’de organize edilen silahlı Arap gruplarına, yani IŞİD/DAİŞ örgütüne katıldılar.
Türkiye Ordusu 1998’de, dönemin Yugoslavya yönetimi tarafından baskı altına alınan, NATO’nun müdahalesi olduğunun göstergesi olan Kosova Kurtuluş Ordusunun (UÇK) oluşum sürecine dâhil olmuştu. Sürdürülen savaşın seyri sırasında, şimdiki MIT Müsteşarı Hakan Fidan Türkiye yönetimi ile NATO arasındaki irtibatı sağlıyordu. UÇK hareketi Ortodoks Sırpları defedip, ibadet yerlerine saygısızlık etti. Hakan Fidan 2011’de cihatçı örgüt üyelerini UÇK eliyle terörizm faaliyetleri eğitimine katılmaları için Kosova’ya gönderdi. Bu cihatçılar daha sonra Suriye’ye saldırı eylemlerinde seferber edildiler.
ABD güçlerinin Irak işgali sürecinde, ülkenin yeniden imar edilmesi faaliyetlerinde, Türkiye ve Suudi Arabistan yönetimlerini güveniyordu. Esas itibariyle Şiilerin ve Hıristiyanların sistematik katliama uğratılması üzerine kurulu izlenen politika, Irak’ta iç savaşın meydana gelmesine neden oldu. Beyaz Sarayın Milli Güvenlik Danışmanı Richard A. Falkenrath’ın ifade ettiği gibi, izlenen bu politika, sahada kullanılan ve ABD’ye girmesi mümkün olmayan cihatçılık hareketini dar bir alan içine almak üzere tasarlanmıştı [5].
Fransa’nın desteklediği ve kolonizasyon bayrağını andıran bir bayrağı taşıyan milis gücü Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) mensup yüzlerce cihatçı, Türkiye sınırından Suriye’ye giriş yaptılar, Suriye El-Kaidesi kolu El-Nusra Cephesi elemanlarının da desteğiyle, Eylül 2013’te Aramilerin bulunduğu Malula köyüne girdiler, kadınlara tecavüz ettiler, erkekleri öldürdüler ve Kiliseye saygısızlık ettiler. Oysa Malula köyünün askeri açıdan hiç bir stratejik özelliği bulunmuyor. Bu saldırı sadece, iki bin yıldan fazla bir zamandan beri Suriye sembolü olan Malula köyünün de aralarında bulunduğu, Hıristiyan kesime aleni olarak zulmetmenin bir aracı olarak düzenlendi.
El-Nusra Cephesi ve Suudi yanlısı İslam ordusu mensubu yüzlerce cihatçı Mart 2014’te, Türk Ordusu güçleri gözetiminde, Keseb kasabasını kuşatmak üzere Türkiye sınırından Suriye’ye girdiler. Haberi alan halk, katliama maruz kalmadan kaçtı. Suriye Arap Ordusu kasabayı almak için geldiğinde Türkiye güçleri karşı koydu ve uçaklarından birisini düşürdü. Çünkü Keseb kasabasının, İncirlik’te bulunan NATO üssünü gözetleyen Rusya radar üssüne yakın olması nedeniyle, NATO için stratejik bir hedef arz ediyor. Keseb kasabasında, Jön Türklerin zamanında ailelerine yaptığı katliamdan kaçan Ermeniler yaşıyor.

Bugünkü Türkiye yönetimi daha önce yapılan soykırımı kabul ediyor mu?

Şöyle bir soru sormamız elzem hale geliyor: Ermenilerin ve esas itibariyle Hıristiyan azınlıkların İttihat ve Terakki Komitesi tarafından 1915 ve 1925 yılları arasındaki dönemde katliama uğradıklarını inkâr etme politikası, soykırımın bir suç olmadığını, diğer faaliyetler gibi siyasi bir olay olduğunu göstermek için bugünkü Türkiye yönetiminin izlediği bir politika mı?
Türkiye’de iktidarda bulunan hükümetin izlediği politika, şimdiki Başbakanın adını taşıyan “Davutoğlu doktrini” üzerine inşa edilmiştir. Siyaset Bilimi Profesörü Davutoğlu’nun tezine göre Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu dönemi etki alanını restore etmesi ve Ortadoğu coğrafyasını Sünni İslam temeline göre birleştirmesi gerekiyor.
Erdoğan hükümeti, ilk başlarda, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından beri cevapsız kalan anlaşmazlık sorunlarına çözüm yolunu bulma stratejisini izledi ve bu stratejiye “komşularıyla sıfır problem” politikası adını verdi. İran ve Suriye yönetimleri, oyunda topu ele geçirdikleri zaman, üç ülkede ekonomik patlama yaratacak serbest bölge ticareti görüşmelerine başlama önerisinde bulundular. Türkiye hükümeti, Mayıs 2011’de, NATO güçlerinin Libya’ya karşı savaş yaptığı dönemde, adeta savaş çıkartan bir güç olma rolüne soyunarak, uzlaştırıcı muharip güç olma sıfatını terk etti. Tam da bu aşamadan sonra, Azerbaycan hariç, bütün komşu ülkelerine karşı yeniden hiddetlenmeye başladı.

Fransa’nın Türkiye’ye desteği

Türkiye ve Fransa yönetimleri, Libya ve Suriye’ye karşı yürütülen savaşlar sırasında, adeta Fransa Kralı Birinci François ve Osmanlı Padişahı Muhteşem Süleyman döneminde istenen Fransa-Osmanlı ittifakı çizgisinde bir anlaşma yapacak kadar yakın işbirliğine gittiler. Bu ittifakın en muhteşem yanı, Mayıs 2011’de NATO’nun Libya’ya karşı savaşı sürecinde, Türkiye yönetimi uzlaştırıcı muharip güç olma sıfatını terk ederek, adeta savaş açan bir güç olarak ortaya çıktı. Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu aradaki ittifak iki buçuk asır sürdü, Napoléon Bonaparte döneminde sona erdi ve daha sonra Kırım savaşı sırasında kısa bir süre deha devam etti.
İki ülke arasındaki bu yeni ittifak, Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) katılımı önünde Fransa vetosunu Şubat 2013’te kaldıran ve Türkiye’nin AB’ye üyeliğini teşvik eden Fransa Dış İşleri Bakanı Laurent Fabius tarafından onaylandı.
François Hollande ve Laurent Fabius, Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu, Sarayda temizlik görevini yapan personel üzerinden ortak bir operasyon düzenleyerek Cumhurbaşkanı Beşar Esat ve Dış İşleri Bakanı Velid Mualim’e bir Suikast düzenlediler. Ancak bu operasyon başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkiye, 2013 yılı yazında Şam kırsalı Doğu Guta’da kimyasal silah kullanılma organizasyonuna katıldı ve Suriye yönetimi yapmış gibi Şam’ı suçladı. Türkiye hükümeti, Fransa’nın da desteğiyle, ABD güçlerini Başkent Şam’ı bombardıman ve Suriye Arap Cumhuriyetini yıkmaya katılma işine dâhil etmenin yollarını aradı. Her iki ülke Washington’un, Suriye Arap Cumhuriyetini yıkılması yönünde olan ilk plana dönmesi çabasını gösterdi.
ABD Kongresinde Ocak 2014’te yapılan gizli bir oturum sırasında, bölgede etnik temizlik yapmak üzere, Suriyeli isyancıların silahlandırılması ve finansman sağlanması kararı alındığını kanıtlayan bir belge Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine sunuldu. Fransa ve Türkiye yönetimleri elbirliğiyle DAİŞ/IŞİD’e karşı savaşmak ezere El-Nusra Cephesini el altında silahlandırmaya devam ettiler. Çünkü Washington’un Şam yönetimini devirme şeklinde olan ilk plana dönmesi isteniyordu.
Bu arada yalnızca Türkiye değil, ama aynı zamanda Fransa’da Hıristiyan Malula ve Keseb kasabalarına saldıran, kadınlara tecavüz eden, erkekleri öldüren, Kiliselere hakaret eden cihatçıları silahlandırdığı konusunu bir kez daha not edelim.

Türkiye’nin Fransız yetkilileri ikna etmesi

Bazı basın organlarında Katar Emirliğinin Fransız yetkilileri ikna ettiği konusunda haberlere sık sık yer verilirken, Türkiye’nin Fransız politikacılarına yaptığı büyük yatırım konusunda hiçbir haber çıkmıyor.
Bu baştan çıkarmanın kanıtı: Türkiye’de meydana gelen iç politika gelişmeleri (gazetecilerin, avukatların ve yüksek rütbeli bazı subayların ceza evine konulması rekoru), Türkiye’nin uluslararası terörizme verdiği destek (Türkiye yargısında Erdoğan’ın 12 kez El-Kaide bankeriyle görüştüğü yönünde açıklama yapıldı) Türkiye’nin, El-Kaideye ait dört adet kampa ev sahipliği yaptığı (on bin kadar cihatçı militanların Suriye’ye geçişini organize ettiği), Suriye’nin yağmalanması (Halep dolaylarında fabrika tesisleri sökülüp, Türkiye’ye transfer edildi) ve Suriye’de yapılan katliamlar (Malula, Keseb ve şimdi de Kobanê’de) konusunda Fransa yetkili makamlarının sessiz kalması.
Erdoğan’ın sadık müttefiki Türkiye İşverenler örgütü 2009’da, her iki ülke arasında işbirliği temasını kurmakla görevli Bosfor Enstitüsü kurdu [6]. Eş Başkanlığını Anne Lauvergeon’un yaptığı [7] Bilimsel Komitesi; Halk Hareketi Birliği (UMP) politikacıları (Jean François Coppe [8] ve Alain Juppe [9]), Sosyalist Parti (Elisabeth Guigou [10] ve Pierre Moscovici [11]) gibi en üst tabaka politikacılardan meydana geliyor. Devlet Başkanı Hollande yakın çevresinden birçok kişi (Jean-Pierre Jouyet [12] ve Henri Casteries [13]) ve hatta eski komünistlerden bile birkaç isim verilebilir.
Aralarında bazılarının saygıdeğer olduğu bu şahsiyetlerin elbette ki, Ankara’nın işlediği katliamları onaylama gibi bir düşüncesi bulunmuyor. Ancak, izlenen politika, yapılan işlerin onaylandığı anlamına geliyor. Fransa’nın Türkiye ile bu konularda ittifaka girmesi, Fransa yönetimini yapılan katliamların aktif ortağı haline getirmiştir.
ÇevİRİ;

[1] “Remarks by Joe Biden at the John F. Kennedy Forum”, by Joseph R. Biden Jr., Voltaire Network, 2 October 2014.
[2] “Remarks by U.S. Treasury Under Secretary David S. Cohen on Attacking ISIL’s Financial Foundation”, David S. Cohen, Carnegie Endowment for Internationale Peace, 23 octobre 2014.
[3] Statistics of Democide : Genocide and Mass Murder Since 1900, R.J. Rummel, Transaction, 1998, p. 223-235.
[4] Jön Türkler; Osmanlı Dönemi Milliyetçi Devrimci ve Reformcu bir siyasi parti mensupları. Resmi olarak İttihat ve Teraki Partisi adıyla biliniyorlar. Azınlıklarla ittifak yaparak, Sultan Abdülhamidi iktidardan indirdiler. Parti iktidara gelince, başta Ermeniler olamak üzere, azınlıklara soykırım planlaması yapmaya sevkeden Türkleştirme politikasını uygulamaya koydu.
[5] In « If Democracy Fails, Try Civil War », Al Kamen, The Washington Post, 25 septembre 2005.
[6] Bosfor Enstitüsü internet Sitesi, Institut du Bosphore.
[7] François Mitterrand’ın eski bir mesai arkadaşı, 2001-2011 dönemi Areva Genel Müdürü. İnovasyon konularında Komisyon Başkanı.
[8] Milletvekili, eski Bakan, UMP eski Başkanı.
[9] Bordeaux Belediye Başkanı, eski Başbakan ve UMP eski Başkanı. Ibya ve Suriye’ye karşı savaşın ilk başlarında Dış İşleri Bakanı oldu.
[10] François Mitterrand’ın eski bir mesai arkadaşı ve eski bir Bakan, Millet Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı.
[11] Milletvekili, eski Bakan, Avrupa Komiseri olarak atandı.
[12] Üst kademe broktrat, François Hollande’ın uzun zamandan beri ahbabaı, Elysé sarayı genel sekreteri.
[13] François Hollande’ın uzun zamandan beri ahbabı, AXASigorta Genel Müdürü.


..


APO & DOĞU PERİNÇEK İŞÇİ & VATAN PARTİSİ , ERMENİSTAN DİYALOĞU - FRANSA


APO & DOĞU PERİNÇEK İŞÇİ & VATAN PARTİSİ DİYALOĞU - FRANSA






Ermenistan’a yaptığı ziyaret sonrası sözde soykırımdan yana tavır alan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Soykırımı inkar eden, 1 yıl hapis ve 45 bin euro para cezasına çarptırılır” ifadesine yer veren kanun taslağına da yeşil ışık yaktı.

Fransa’da Ermeni tasarısı yeniden gündemde

Fransa Meclisi Genel Kurulu, geçen hafta Yasalar Komisyonu’nda kabul edilen, iktidardaki Halk Hareketi Birliği Marsilya milletvekili tarafından hazırlanan yasa teklifini, 19 Aralık’ta genel kurulda oylayacak. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkzoy, tasarıya yeşil ışık yaktı. Yasalar Komisyonu’nda kabul edilen yasa teklifinde, “Fransız yasaları tarafından tanınan soykırımların inkarı, bir yıl ile 45 bin euro para cezasına çarptırılır” ifadesi yer alıyor. Fransa parlamentosu, 2001’de, “Fransa, 1915 yılındaki Ermeni soykırımını tanır” ifadesiyle kaleme alınan bir yasayı onaylamıştı. Daha önce Sosyalist Parti tarafından sunulan bu tarzdaki başka bir yasa teklifi mecliste kabul edilmiş, ancak senatoda oylanamadığı için yasalaşamamıştı. Hükümetin ve Sarkozy’nin karşı çıkması yüzünden söz konusu yasa teklifini senato gündemine getirilmesi engellenmişti. Uzun süre bu tür bir yasa teklifine karşı çıkan Sarkozy, son olarak Erivan’a yaptığı ziyaret sırasında önemli tavır değişikliği içine girmiş ve bu yönde bir yasa teklifine artık sıcak baktığı mesajını vermişti.

Sarkozy destekliyor

Fransız basında çıkan haberlerde, “Sarkozy’nin, kapalı kapılar ardından iktidar partisi milletvekili ve senatörlerine bu tür bir yasa teklifine artık olumlu baktığı yolunda konuşmalar yaptığı” bildirilmişti. Yasa teklifinin ardında Sarkozy’nin olduğu yorumu yapılıyor.
Mavi bandrollü yer Sarkozy'nin 2007 seçim merkezi 


Sarkozy nin kucaginda THY Fransa ve Star Alliance Genel müdiresi - Iliski 2003'te baslamistir.

 

Can Suyundan Damla Damla Demokrasiye




Can Suyundan Damla Damla Demokrasiye,



23 Ocak 2000 Pazar 

Bugün size bir kitap reklamı yapacağım. Bu kitap vitrinleri süsleyen rengarek boyalı kapakları içinde adeta al beni diye haykıran kitaplardan değil. Basit ve sade bir dizaynı var. Fakat içinde verilen bilgiler, yıllardır bu ülkeyi idare ettiğini sanan sözde aydın yöneticilerimize gerçek bir demokrasi dersi olacak cinsten. Ülkesini, milletini, şehit kanıyla sulanmış kutsal toprağını seven gerçek bir Türk milliyetçisinin dilinin döndüğü kadar bilgi ve tecrübelerini milletinin emrine sunduğu bir şaheser yapıt. Bir yönetim klasiği.

Neden yöneticilerimiz için "demokrasi dersi" dedim. Bunu ancak bu kitabı okuyanlar öğrenebilecek. Orada yöneticilerimizin ülkemizin en önemli gerçeklerinden uzaklaşarak nelerle uğraştıklarını, bu toprakların sahibi olan Anadolu Türk Toplumunu ne kadar ihmal ettiklerini görecekler. Fakat ben kendi kendime hayıflanıyorum. Biz zaten okumuyoruz. Kutsal kitabımız KURAN'da Allahın insanoğluna ilk emri OKU'
dur. İlk emir olarak OKU diyerek başlamasına rağmen okumuyoruz. Biz milletçe okumayı sevmiyoruz. Okuyanları dikkate almıyoruz. Ama inşallah okurlar. Devlet nedir, bayrak nedir, millet nedir, nasıl yönetilir, gibi asli görevlerini öğrenirler.

Bu güzel ve değerli eseri Emekli Tümgeneral Hüseyin Sezgin hazırlamış. Kendisini bundan 23 yıl önce Kurmay Binbaşı rütbesinde iken Genelkurmay Karargahında tanıdım. İyiki tanımışım. Türkiye ve Türklük için çarpan kalbinin ,düşünen beyninin hasılasını kalemiyle milletine ulaştırdığı için kendisini kutluyorum. İnşallah bununla kalmaz daha nice böyle yol gösterici, aydınlatıcı eserler meydana getirir ve milletine sunar. Kitaptan elde etmek isteyenler için aşağıya adres çıkartılmıştır. Temas kurulduğu takdirde elde etmek mümkün olabilecektir.

Şimdi size bu eseri tanıtmak istiyorum. Fakat ben tanıtmayacağım. Kitabın önsözünün bir bölümünü aynen aşağıya aldım. Hüseyin Sezgin Paşam size kendi üslubu ile kendi eserini tanıtacak. Birlikte okuyalım.

ÖNSÖZ

1991 yılında emekli oldum. Her asker gibi bende özellikle, ülkenin sosyal, siyasi ve güvenlik meselelerine ilgi duyardım. Sivil yaşamda herhangi bir görevim olmadı. Zamanım çoktu. Ama bu sahalarda derinlemesine bir kitap verecek birikimim yoktu.

Elbette bir uzman değildim ama, kırk yıla yakın bir süre toplumun, en dinamik erkek nüfusu ile haşır neşir oldum. Onlar hep tecrübesizdiler. Onlara birşeyler vermeye çalıştım. Eksikleri ve askerlikten sonraki yaşamlarında nelerle karşılaşacakları üzerinde kafa yordum. Onları VATANDAŞ boyutunda görevler bekliyordu. Onlar Türk Halkı idi. Demokrasi ile bir türlü buluşturulamayan HALK...

Bugüne kadar HALK için neler yapılmıştı ? Siyasi Partiler mi kurulmamış, Halk Evleri mi açılmamıştı. Ama demokrasi hala topallıyor. Sonunda fatura halka ödettiriliyor,elhak!...Örnek okadar çok ki saymakla bitmez.Öncelik sırası vermeksizin aklıma geliverenleri hemen sıralayayım: Bu halk;

- Tanımadığı insanlara iradesini yükler, sonra beş yıl takip bile etmez.
- Rüşvet, yolsuzluk, nüfuz suistimalinden şikayet eder, ama durumu da rahatlıkla kabüllenir. Düzen, bu der.
- Zamları ve haksız k azançları hemen benimser.
- Darbelere, müdahalelere sıcak bakar, düzenin kurtarıcısı diye nitelendirir.
- Çocuğunu deslerden geçer not almak için okula gönderir.
- Herşeyi devletten bekler.
- Şahit olmaz ama rahatça kefil olur... Dahası var....O kadar çok ki sıralamakla bitmez...
- İnsanlarımız hem tam özgürlükten yana, ama o özgürlüğü belirleyen esas ve yaklaşımları benimsemiyor. Bağımsızlıktan yanadır ama ,bağımsızlığa yönelik tehdidi önemsemiyor bile,
- Hem emniyet ister, hemde ona tahammül etmez,
- Hem tutumdan yana, hem israftan çekinmez,
- Hem barıştan yana, hem kavgayı bırakmaz,
- Hem olsun der, hem de nemelazımcıdır.

Tabir caiz ise, karanlığımız bile karmakarışık. Doğrular, yanlışlar içiçe; uygunlar bir türlü bulunamıyor. Herkes ayni şeyleri söylüyor ama , asgari müştereklerde bir türlü buluşamıyoruz. Bu kadar karışık , karmaşık bir yapıdan kim, nasıl çıkaracak bu yüce toplumu ? Düzlüğe, esenliğe ve !...çağdaşlığa

Oysa, EGEMENLİK VE TAM BAĞIMSIZLIK ancak, ne yaptığını bilen, ve geleceğini doğrudan tayin ve tesbit edebilen ve bu avantajı sürekli olarak elinde bulunduran milletlerin hakkıdır dememişmiydi O ? Ama ne yazık ki çok partili hayata geçmesinin üzerinden elli yıldan çok bir zaman geçmesine rağmen, bunu henüz başaramadığımız üzücü de olsa ortada !...

Demekki; yalnızca halka inanarak, ona güvenerek ve onun iradesinin en üst düzeye ulaştığını zannederek, bu nutuklarla beslenerek Demokratik Laik Cumhuriyet yönetimini gerçekleştirmek mümkün olamıyor. Demekki, demokrasi için bu ön şart yeterli değildir . Şu sıralarda, bütün gel-git 'lerden sonra ulusça bunun farkına vardığımızı pek söyleyemem ama kayıplarımızın çok fazla olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim:

- Halk,TBBM'nde kendi iradesinin temsil edilip edilemediğini tam olarak fark edemedi.
- Bu süre içinde kuruların yanında yaşlar da yandı. Suçsuzlar kaybetti
- İyilerle kötüler,haklılarla haksızlar ayni kefeye kondu.İyiler kaybetti,haklılar yok oldu.
- Toplum barışını kaybetti.
- Meclis, saygınlığını kaybetti.
- Dünya zamana karşı yarıştı, Türkiye zaman kaybetti.
- Siyasi partiler güvenilirliklerini kaybetti.
- Hazine kaynaklarını kaybetti
- İşçi işini, dürüst işveren iş yerini kaybetti.

Kısaca topyekün Millet kaybetti. 
Elbette bu kayıpları birileri  kazanacaktı.
Tarihin terazisi boş kalırmı hiç.?
- İşsizlik, enflasyon, ahlaksızlık kazandı.
- İç ve dış düşmanlar kazandı.
- Mafya ve çeteler kazandı.
- Siyaset cambazları kazandı, v.b. daha niceleri... 


Bugün bu kayıplara rağmen, psikolojik yılgınlığa rağmen bugün dahi bu olumsuzlukları giderip, ülkemiz ve insanlarımız için verimli çözümlere ulaşma imkanının var olduğunu ve toplumumuzun mevcut dinamiklerinin kullanılarak düze çıkacağımıza inancım sonsuzdur diyorum. Yeter ki artık; kalıplaşmış fikirler ve günübirlik çözümler yerine, toplumumuzu hür irade ve demokrasi olgusu ile besleyebilelim. Toplumu ve olayları, ATATÜRK'ün gözü ile gözlemleyip, onun gibi düşünerek, verimsiz kalmış bu tarlayı sulayacak çözümler üretelim. ANADOLU' nun gerçek sahiplerine ve Yurdun Efendilerine bir şeyler verelim ki, bu gübresiz bırakılmış ve "CAN SUYU " ile idare eden tarla verimli hale gelebilsin.

Hüseyin Sezgin Paşa'nın kitabı bu şekilde meselelerimize bir devlet adamı ciddiyeti içinde eğilerek ve alternatif çözümler üreterek devam ediyor. Bu kitabı her Türk aydını okusun diyorum. Bana düşen ise bu güzel eserin varlığını duyurmaktır. Kitabı isteme adresi aşağıya çıkartılmıştır. Bütün iyi insanlara duyurulur.(T.T.K.)

İSTEME ADRESİ :
ŞENESENEVLER, KOCAYOL CADDESİ
ATILIM SİTESİ, A BLOK,DAİRE 28
Bostancı/İSTANBUL
TEL: (0216) 384 834

Dr. Tahir Tamer Kumkale
23 Ocak 2000 Pazar


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=7

..

FABRİKATÖR & PROVAKATÖR, ( TÜRKİYENİN POL POT'U ) Doğu Perinçek



 FABRİKA TÖR & PROVAKA  TÖR,


Analiz 17 - Fabrikatör

1/8/1991 - 11:17 - Atin 
      


















 ( TÜRKİYENİN POL POT'U ) Doğu Perinçek


Aralık 1977'de Savaşman'a suçüstü yapılmasından hemen sonra Savaşman'a suçüstü yapanlara, karşı taarruz hazırlıkları başladı.

Hiram Bey'e göre “Covert Action Operation” için kullanılan Fabrikatör, başında Doğu Perinçek'in bulunduğu bir siyasi partinin yayın organı gazetesiydi.

1968 yılında bir siyasi örgütün Federasyonu Başkanlığına gelen Doğu Perinçek 1969 yılında Milli Demokratik Devrim konusunda Mihri Belli ile arasında görüş ayrılığı çıkması üzerine, bir sol grubun liderliğini üstlenmişti.

1978 yılında Perinçek Siyasi bir parti kurdu ve genel başkanlığını üstlendi. Parti taktikleri arasında, fırsat kollamak, uzun süreli bir çalışma ve mücadele yürütmek, düşmanı daraltmak, birleşebilinecek bütün güçlerle birleşmek gibi yöntemler vardı. Hedef legal olanakları sonuna kadar kullanarak güçlenmekti.

Silahlı eylemler ilerideki aşamada düşünülmeliydi.

12 Eylülden sonra Perinçek, partisine, yasalara dikkat edilmesini, yönetim aleyhine herhangi bir tavır alınmamasını, aleyhte söz söylenmemesine özen gösterilmesini tembih etmişti. Yönetim diğerleri gibi bu partiyi de kapattı.

Perinçek, 1988'de CP'yi kurdu. Parti, Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemekte ve sosyalist bir devlet biçimini amaçlamaktaydı. Parti aynı zamanda bir zamanlar en büyük düşmanı olan PKK'nın ve Abdullah Öcalan'ın da propagandasını yapıyordu. İşte, Hiram Bey'in Fabrikatör'ün başı olarak nitelendirdiği Doğu Perinçek, çizgileri sık sık değişen bu adamdı...

Fabrikatör, yani gazete yayımına 1978 Mart ayının ortalarında başladı. “Ne Amerika, Ne Sovyetler Birliği” sloganları ve sokak afişleri ile ortaya çıkan parti, proleter devrimci çizgide, ABD ve Sovyet aleyhtarı tutumda, Maoist düşüncede bir görüntü sergiliyordu.

Ara sıra usulen Batı devletlerine de çatmakça bitlikte esas hedefi Emperyalist Sovyetler ve sahte TKP idi. Hiram Bey, Fabrikatör'ün arkasındaki gücün, Savaşman'ın bilgi sattığı ülkelerden biri, yani ABD, İngiltere veya bu ülkelerle menfaat bağı bulunan ve Osmanlı devrinden beri Türkiye'nin iç işlerine karışmayı adet edinen Fransa gibi sömürgeci bir devlet olduğu kanaatindeydi. Zaten bu ülkeler ve diğer birkaç Avrupa ülkesi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri bazen hissettirerek, bazen hissettirmeden Türkiye'nin kader çizgilerini ellerinde tutuyorlardı.

Türkiye Cumhuriyetinin tarihe mal olmuş Başbakanı İsmet İnönü 1963 yılında Bakanlar kurulunda Kıbrıs bunalımı rahatsızlığını açık bir şekilde dile getirmişti. Ordular yönetmiş, savaşlar kazanmış, Cumhuriyetin kurulmasında rol almış olan İsmet Paşa bu konuda çaresiz kaldığını belirtiyor. “Daha bağımsız ve şahsiyetli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlerime havale edeceğim. Onlar etraflı çalışma yapacaklar, teklifler hazırlayacaklar, yapabilirler mi bunu? Hepsinin etrafında uzman denilen yabancılar dolu, iğfal etmeye çalışıyorlar, muvaffak olamazlarsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington'un haberi oluyor. Sonucu memurumdan önce sefirimden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti? Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış, derdimize deva bir rapor göstermediler Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak yine biz kendi elemanlarımız ile yapıyoruz. Peki bu binlerce adam,”avara kasnak” gibi dolaşmıyor. Elbette kendileri için önemli marifetleri var. İstiklal Harbinden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet biz aramızda hallederdik. Bütün mücadele, idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizler vermeye hazırdılar. Dayattık, biz onların niçin ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar , bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler,. Peygamber edası ile size dünyaları vaat ederler, imzayı attınız mı ertesi gün gelmişlerdir Personeli gelmiştir. Üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök, gitmezler. Ancak bu meselenin üzerine vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa bağımsız dış politika güdemeyiz. Fakat zannetmeyiniz ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire bunun yanında çok kolay kalır. Teşebbüs ettiğimiz zaman başımıza neler geleceğini kestiremem. “diyordu.

Dünya liderliği ve bütün dünyada yürüttüğü faaliyetler dolayısıyla haklı olarak en çok Amerika'nın ve CIA'nın adı çıkmıştı. Aşağı yukarı herkes birçok gizli faaliyetin arkasında onları arıyordu. Yurdumuzda sessiz sedasız önemli faaliyetler yürüten diğer batılı ülkelerden, birçok kimsenin fazla bilgisi olduğunu zannetmiyorum.

Fabrikatör gazetenin ilk günlerinde “Haber ve Makalelerden Sorumlu Müdürü” Aydoğan Büyüközden, eski bir örgüt üyesiydi. İstanbul'da Robert Kolejde görevli bir İngiliz'e ait lojmanda telsizlerle ve başında perukla yakalanmıştı. İngiliz'e ait bu ev, örgüt mensuplarının saklandığı bir barınak haline gelmişti.

Olayda İngiliz'in rolü pek irdelenmemişti. Kontrespiyonajla diğer ünitelerin arasındaki çalışma ve düşünce farkı bir kez daha ortaya çıkmıştı. Bir İngiliz'e ait lojmanda telsizlerle ve başında perukla yakalanan bu kişinin Fabrikatörün ilk yayınlarında sorumlu bir mevkide olması ilginçti... .

Hiram Bey'e göre Doğu Perinçek ve Fabrikatör'ün Türkiye'deki misyonu şöyleydi:

Türkiye'de hızla gelişen ve Batı dünyası için tehlikeli hale gelen Sovyet yanlısı aşırı solu, yeni bir doktrinle bölmek, birbirine düşürmek, parçalamak, etkisiz hale getirmek.

Devlet içinde, Orduda MİT'te, Poliste, Özel Harp'te kendi çizgilerinde olmayan, düşünce ve faaliyetleri ile organizatörü zor duruma düşürecek unsurları çeşitli yöntemlerle tasfiye etmek, bu kilit müesseselerde etkinliği arttırmak.

3. Türkiye'de politik ve ekonomik istikrarsızlığı pompalayan faaliyetleri devam ettirerek, ülkenin güçlenip organizatörün emelleri dışında tamamen bağımsız ve milli bir politika izlemesini engellemek. Fabrikatör 1980 yılına kadar misyonunu başarılı bir şekilde yerine getirdi.

1980'den sonra devamı olan dergiler göreve devam ettiler. Fabrikatör, 7 Ağustos 1978 günü “Kontrgerilla Şeflerini Açıklıyoruz” diye yayına başladı. İlk hedef İstanbul Bölge Daire Başkanlığı eski yardımcısıydı. Aynı gün, Fabrikatör'de Doğu Perinçek’in beyanatı da yer aldı.

Perinçek “Kıbrıs'taki Bayraktarlık Türk iyedeki tertip ve kışkırtmaların ocağıdır” diyor, “Bayraktarlığın Özel Harp Dairesinin Kıbrıs’taki Özel Şubesi olduğunu” söylüyordu. Demek ki Kıbrıs'taki Türk faaliyeti birilerini rahatsız etmiş, Özel Harp Dairesinin milli menfaatler doğrultusunda kullanılması bu birilerini kızdırmıştı. Aynı açıklamada Perinçek’e göre “Hiram Abas, 12 Marttan bu yana gerçekleştirilen bütün provokasyonlardan doğrudan doğruya sorumluydu. ,, 8 Ağustos 1978 tarihli gazetenin birinci sayfasında manşetten verilen haberi şöyleydi:"CIA'nın okullarında 4 yıl eğitilen Kontrgerilla şefi İstanbul'daki bütün provokasyon ve tertiplerin ardındaki beyin: .

M.HİRAM ABAS

* M. Hiram Abas, İstanbul'daki bütün provokasyon, tertip ve operasyonları planlayan Kontrgerilla şefiydi. CIA ve MİT adına Faik Türüne danışmanlık yapıyor. İstanbul Kontrgerilla Karargahı ile CIA ve MİT'in irtibatını sağlıyordu. * Gemi batırma olayları, Elrom olayı, Fırtına Tatbikatları gibi tertip ve saldırılar Hiram Abas'ın başı altından çıktı. * Hiram Abas, işkence ve operasyon hastası. Görevli olmadığı halde 12 Marttaki bütün baskınlara, operasyonlara en önde katıldı. Provokasyonları yönetti. Yeni işkence yöntemleri geliştirdi ve bu yöntemlerin uygulanmasına bizzat katıldı. ,, Fabrikatör, baş köşeye Hiram Bey'in 18x12 cm. ebadında bir fotoğrafını koymuştu. Fotoğrafın altında şunlar yazıyordu.

"Künyesi

Adı: Mustafa Hiram Abas

Doğum Y ılı ve Yeri: 1932- İstanbul

Ana Adı: Fatma

Baba Adı: Hilmi

Bitirdiği Okullar: 1952'de Saint Joseph Fransız Lisesi,

1957'de Siyasal Bilgiler Fakültesi.


12 Martta Görevi: CIA ve MİT adına Faik Türün'e danışmanlık Kontrgerillanın giriştiği bütün provokasyon, tertip ve saldırı harekatlarını planlamak, İstanbul Kontrgerilla Karargahı ile CIA ve MİT'in irtibatını sağlamak.

İstanbul'daki Adresi: Cemil Topuzlu Caddesi 32/2 Çiftehavuzlar Tlf.: 554170”
Bu adres Hiram Bey'in şehit edildiği tarihe kadar oturduğu evin adresi idi. Fabrikatör, Batılılara casusluk yapan bir kişinin yakalanmasında önemli rol üstlenen Hiram Abas'ı, CIA'nın adamı gibi göstererek, her şeyin arkasında CIA'yı arayan karşı güçlerin hedefi haline getirmişti. 12 yıl önce fotoğrafı, adresi, otomobilinin markası verilerek hedef gösterilen, CIA'nın değişik yerlerdeki okullarında 4 yıl eğitim gördüğü, provokasyon, sabotaj ve işkence yöntemleri öğrendiği, Mason olduğu, Marmara yolcu gemisi ile Eminönü araba vapurunun batırılması, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un öldürülmesi gibi provokasyon eylemler düzenlediği, insan öldürmeye düşkün olduğu, yeni işkence yöntemleri geliştirdiği ve sorgulananlara”cop soktuğu' iddia edilen Hiram Abas'ın bu kadar yaşaması bile mucizeydi.

Fabrikatör'ün esas gayesini bilmeyen ve oyun içinde ne gibi oyunlar olduğunu tahmin edemeyen normal bir yurttaş bile eline fırsat geçse Hiram Bey'i boğup öldürmek, böyle bir insan kasabını ortadan kaldırmak isterdi. Hiram Bey, bu yayınlardan 10 yıl kadar sonra, Müsteşar Yardımcısı olduğu zaman, ilk kez resmi temaslar için bir haftalığına Amerika'ya gitmişti. ABD'de 4 yıl sabotaj provokasyon ve işkence eğitimi gördüğü tamamen yalan ve maksatlıydı. Peki, Hiram Bey'in fotoğrafı ve biyografisi ile onun “Batum'a, Atina'ya ve 30.9.1968 ila 1.12.1970 arası Beyrut'a gönderildiği” gibi normal bir basın kuruluşunun ulaşması mümkün olmayan doğru ve gizli bilgiler Fabrikatör'ün eline nasıl geçmişti. Demek ki organizatör personelin biyografisine ve çeşitli gizli operasyonel bilgilere ulaşabilecek kadar Teşkilat'a sızabilmişti. Fabrikatör ertesi gün, yani 9 Ağustos 1978 günü yine Hiram Bey'i manşet etmişti. Hiram Bey'in evinin ve otomobilinin resimleri bulunan bu yayında şöyle deniliyordu. “Hükümet neden susuyor?

Halen Devlet Görevlisi olarak İşbaşında

M. Hiram Abas, Ankara MİT Merkezindeki MAH Başkanlığında görevli casusluk iddiası ile yakalanan MİT İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşmanı Hiram Abas ihbar etti. Hiram Abas Sabahattin Sava,ı-man olayında önemli rol oynadı.

Bilindiği gibi bu yılın başlarında MİT İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman Kıbrıs konusundaki bazı gizli karar ve haritaları CIA ve İngiliz entelijans ajanlarına verirken yakalandı ve tutuklandı. Yakalanma olayı, MİT'in Gaziosmanpaşa semtindeki “Misafir evi-Guesthouse'nde" meydana geldi. Savaşman burada, belgeleri CIA ajanı William Philips'e verirken üç MİT ajanı tarafından yakalandı. Aslında Savaşman MİT ajanlarının sürekli yaptığı işlerden birini yapıyordu. MİT ajanları gerektiği zamanlar, gelişmelerden CIA'yı haberdar eder, CIA'nın yardım ve tavsiyelerini alırlar: Ama bu seferki olayın bilinmeyen ilginç bir yönü de vardı. Savaşman'ı ihbar eden, CIA'nın okullarından yetişen ve 12 Mart sırasında bütün gelişmelerden CIA'yı haberdar eden Hiram Abas'tı. Hiram Abas, Savaşman'ı yalnızca ihbar etmekle kalmadı. Misafir Evine bizzat giderek onu yakaladı. CIA'nın adamı Hiram Abas, neden Savaşman'ı CIA ajanı diye ihbar ederek birdenbire “Vatansever” pozuna girmişti? İşin aslı şuydu: 12 Marttan sonra Hiram Abas'ın ve MİT içindeki bir kesimin itibarı sarsılmış ve bunlar tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Bir olay yaratarak tekrar itibar kazanmaları gerekiyordu. Bunun için Savaşman feda” edildi. Bu görevi de provokasyon ve baskın ustası Hiram Abas yerine getirdi. Hiram Abas, Savaşmanı yakalayarak MİT içindeki bu günkü itibarlı ve etkili yerine ulaştı. ve yerini sağlamlaştırdı. ,, Fabrikatör, Savaşman'ı müdafaa eden yazıları ile hata yapmış esas amacını belli etmişti. Fabrikatör bununla da kalmadı. 30 Temmuz 1979 tarihinde “Teşkilat, CIA'nın Orta Doğu Zinciri, Üçüncü Adamın Not Defteri” başlığı ile cezaevindeki Savaşman'ın kendi ağzından onun casusluk hikayesini yayınladı. Savaşman nedense bu ilginç hikayesini o kadar büyük ve tarafsız gazete varken belli okuyucusu olan sözde solcu, sıradan bir gazeteye vermişti... 7 gün süren casusluk hikayesi buram buram kokuyordu. CIA ve İngiliz Gizli Servisinin Ajanı Savaşman masum, tertibe, işkenceye maruz kalmış bir zavallı gibi gösteriliyordu. Esas hedef Hiram Bey ve bizlerdik. Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyordu. Savaşman'ın İstihbarat Başkanı NY'den sonra Fabrikatör'ün 24 Ağustos 1978 tarihli yayınında manşet bendim.

Benden sonra 26 Ağustosta YS Albay'la ekip tamamlanmıştı. Var olmayan bir “Kontrgerilla Örgütü ,, . içinde gösterdikleri diğer kişileri topluca teşhir ederken bizlere özel bir yer ayırmışlardı:”Erenköy İşkence Merkezindeki "Binbaşı “ MEHMET EYMÜR” Yayında benim fotoğrafım diye, oturduğum evin önünde Renault bir arabaya binen dazlak başlı bir şahsın resmini basmışlardı. Resmin altında “Mehmet Eymür (Cengiz Abaoğlu),.” başlığı altında hakkımda bilgiler vermişlerdi. Fabrikatör, Hiram Bey'le ilgili yayında hata yapmış, açıklar vermiş, kaynaklarını zor duruma sokmuştu. Bu sefer basit yanlışlıklar yaparak kaynakları kurtarmaya çalışıyordu. o tarihte, Bebek'te oturduğum evin adresine ulaşan, zemin katta oturduğuma kadar bilgi edinen Fabrikatör nedense yan apartmanın en üst katında oturan bir komşunun fotoğrafını çekmek yanlışlığını yapmıştı. Ayrıca benim takma ad olarak kullandığımı söylediği “Cengiz Abaoğlu ismi de teşkilatta çalışan bir arkadaşıma aitti. Fabrikatör benimle ilgili yayında şunları ilave etmişti. “Erenköy’deki işkence merkezinde "Binbaşı “ olarak çağrılırdı.

Buradaki bütün işkenceleri M Eymür yönetti ve uyguladı. Babası eski MİTçilerden Mazhar Eymür. Babasının himmetiyle M1T içinde hızla yükseldi. Halen MİT'te önemli bir mevkide bulunuyor: Eymür 35 yaşlarında, uzun boylu, kumral, soluk benizli ve dazlak. Beşiktaş'ta Resim ve Heykel Müzesinin yanındaki MİT merkezinde çalışıyor: Küçük Bebek'te oturuyor. Muhabirlerimiz, Eymür'ün yukarıdaki fotoğrafını evinden çıkarak turuncu renkli Renault arabasına binerken çektiler.

İstanbul Kontrgerilla Karargahındaki "Beşli Çete”

İstanbul Kontrgerillasında İşkence, Provokasyon ve İstihbaratı Yöneten “Beşli Çete”den Mehmet Eymür “Cengiz Abaoğlu” takma İsmini de Kullanıyor. Eymür, Eyüp Özalkuş’un Yardımcısı olarak Erenköy İşkence Merkezindeki Bütün İşkenceleri Yönetti ve Uyguladı. Eymür1şkence Merkezinde “Binbaşı ,, Diye Çağrılırdı.

Eymür MİT içindeki MC yanlısı Cuntadan. “

Fabrikatör’ün bizlerle ilgili Deception'ını çözmek bizim için zor değildi. Ancak bizim çözmemiz bir şey değiştirmedi. Fabrikatör görevini en iyi şekilde yerine getirmiş ve zamanın Başbakanı Bülent Ecevit bile etkilenerek “Kontrgerilla, işkence” edebiyatına katılmıştı. MİT, Polis pasifize edildi. MİT sorgulardan çekildi. Özel Harp Dairesi sıkı bir denetim altına alındı. Neticede 1979'da artan iç çatışma ve istikrarsızlık 12 Eylül 1980 ihtilalini getirdi. Türkiye yine ayağa kaldırılmamış, ölmemiş ama sürünen bir ülke statüsünü muhafaza etmesi sağlanmıştı. Savaşman olayından sonra CIA ve İngiliz MI6’in başkanları, Müsteşar Hamza Gürgüç'e bu tip olayların tekerrür etmeyeceğine dair teminat vermişti. Ancak bu söz tutulmadı. Fabrikatöre, el altından bilgi veren ve yazılar hazırlayan Emekli Hava Kurmay Albay Turan Çağlar 16 Mart 1983 tarihinde İstanbul'da CIA mensubu ile gizli bir buluşma sırasında suçüstü yakalandı. MİT İstanbul Bölgesi başarılı bir çalışma yapmış, olayı iyi bir şekilde delillendirilmiş ve ayrıca tenha bir yerde gerçekleşen gizli buluşma görüntülenmişti. Amerikalı John, 34 CA 200 plakalı aracı kullanıyordu.

İhtilal faaliyeti ile ilgili "Balon Operasyonu'nda" da ismi geçen Ordu'da, Teşkilat’da üst düzeyde ilişkileri bulunan Turan Çağlar sorgusunda bu güne kadar kamuoyuna yansımayan ilginç şeyler anlatmıştı. Turan Çağlar casusluk faaliyetini on yılı aşkın bir süredir devam ettiriyordu. İngiliz Haber alma Servisi SIS'den John, Amerikan Merkezi Haber alma Servisinden Nick, Billy, John ve ismini hatırlayamadığı, “sarhoş” adını taktığı kişiler ile ilişki kurmuştu. .”Devletin emniyeti ve dahili veya beynelmilel siyasi menfaatleri icabından olarak gizli kalması gereken bilgileri” bu kişilere yazılı olarak veriyordu. Suç sabitti. Ayrıca evinde yapılan aramada da yeni birçok delil elde edilmişti. Görüleceği üzere bu olayda da CIA ve İngiliz Gizli Servisi MI6 yan yanaydı. Turan Çağlar tevkif edildi, mahkemesi kamu güvenliği sebebiyle kapalı olarak yapıldı ve yayın yasağı konuldu! Belki bir gün bu yasak kalkar ve Turan Çağlar'ın anlattığı ilginç olaylar kamuoyuna yansır. Turan Çağlar tutuklu bulunduğu cezaevinden İstanbul Bölge Daire Başkanlığına bir mektup yazdı ve sorgusu sırasında kendisine gösterilen yumuşak ve nazik muameleye teşekkür etti. Bir müddet sonra gazeteler Turan Çağlar'ın cezaevinde kalp krizinden öldüğünü yazdılar. Em. Hava Kur. Alb. Turan Çağlar gazetelerde çıkan birkaç ufak haberle kaldı ve unutulup hafızalardan silindi. İlginç olan basın kuruluşlarının hiç birinin ulaşamadığı bilgilere her nasılsa ulaşabilen Fabrikatör'ün, bu sefer bu konuda suskun kalmasıydı. Hem de Turan Çağlar eski bir kaynakları ve yazarları olduğu halde...Fabrikatör tarafından bu kadar hırpalanan Hiram Bey, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya veya batılı diğer ülkelere düşman mıydı? Hayır. Bu büyük ülkelere ve onların dünya çapında operasyonlar yürüten kuvvetli istihbarat teşkilatlarına sempati ile baktığını ve onların Türkiye ile yakın işbirliğine inandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Suçu, yapması gerekeni yapmak, kendi devletinin menfaatlerini ön planda tutup, bu büyük ülkelerin Türkiye'deki haksız menfaatlerini engellemekti. Bu yüzden hiç affedilmedi. Fabrikatör ölümüne kadar ve hatta ölümünden sonra bile onunla uğraşmaya devam etti. Onu ölümünden sonra “Mafyanın adamı ,, “Silah Kaçakçısı ,, , , "Uyuşturucu Kaçakçısı “ olarak göstermeye gayret etti. Tanımayan, bilmeyen kişilere "layığını bulmuş " dedirtecek cinsten yayınlar yaptı. Adeta azmettirenin kendileri olduğunu belirtir ve devletin adaletine meydan okurcasına “Biz zaten gidici olduğunu çok önceden bildirmiştik” diye başlık attı. Burada, Fabrikatör’ün bütün faaliyetlerine yer verip Hiram Bey gibi vatanına bağlı, başarılı bir istihbaratçının yükselme ihtimali olduğu tüm devrelerde neler yaptığını anlatmak mümkün değil. Bunun için birçok belge ortaya koyarak ayrı bir kitap yazmak gerekir. üzücü olan ciddi haber vermesi ile tanınan birçok gazetenin Fabrikatör'ün yayınlarını kendilerine kaynak olarak kullanmasıdır. Ölümünden sonra yayınlanan ve Hiram Bey' in Amerika'da 4 yıl istihbarat eğitimi gördüğü " gibi.

Şimdi sözü Hiram Bey'e bırakalım:

“1978'de Fabrikatör gazetesinin yayınları mevcuttur. Bu gazetede benim evimin fotoğrafını çıkardılar: Benim talebelik fotoğrafımı çıkardılar. Ben işkenceci olarak gözüktüm. Ben ruhi bozuklukla köpeklerimi kurşuna dizen bir adam olarak gözüktüm, vs. Bu hemen Sabahattin Savaşmanın yakalanmasından sonradır Sabahattin Savaşman olayı güzel bir operasyondu ve ondan sonra bu yayın hemen başladı.

SORU.
Solcu Doğu Perinçek’in Amerika Hesabına Casusluk yapan bir adamı yakalayan kişiye Hasmane bir tutum alması Çelişki değil mi?


Evet.. Yalnız Perinçek’in çok iyi Etüt Edilmesi Lazımdır.

Başbakanla yaptığım Suriye seyahatinden sonra bu sefer MİT içerisinde bir sivilleşme hikayesi ortaya atıldı ve aday olarak gösterildim. Yine bir odak noktası haline geldiğim anda da, tekrar dergide, yayınlar başladı. Suriye seyahatinden sonra aleyhimde yapılan yayınlarda, bütün hikayeleri tekrarladılar. başka bir şey yok. Ve sonuçta da bu sivilleşme hikayesi herhalde kendilerini fevkalade rahatsız etti, tekrar üzerimize geldiler:Bunlar 1978ae MİT hakkındaki yayınlarla MİT'i pasif duruma sokabildiler:

SORU. Başardılar mı?

Evet.. Sadece kısa süre için başardılar: Bunu kabul edebilirsiniz, başardılar .. Şimdi 1978-88'deki benim aktivitemin, yönelmek istediğim yerler, kurduğum daire, çalışmalar, Güney Doğuda biraz terörün azalması. ve PKK faaliyetine bakarsanız, PKK faaliyeti Güney Doğuda bir eylemdir. Ama esas büyük faaliyet Avrupa'da Ermeniler gibi beynelmilel sahada muvaffak olacaklar. Para bütünüyle Avrupa’dan gelmektedir. Bu çapta bir faaliyetin tek başına bir Güney Doğu olarak düşünülmesi hatalıdır ve ben bunun için çok geniş çapta bir çalışma gerektiği kanısındayım. PKK sadece bir terör faaliyeti değildir. PKK Türkiye'yi bölme faaliyetidir. PKK Avrupa’daki Kürtleri, Kürt asıllı Türkleri bölme faaliyetidir. Bunun bir bütün halinde görülmesi lazım ve ona göre mücadeleyi Dışişleri Bakanlığı yapar ama, bize düşüyor yani eski bize. Ben bunu koruyorum. Yani neticede herhalde yine sıkıntılar başlamıştır malum yerlerde ve bunun neticesinde Doğu Perinçek yine üzerime üzerime geldi. Doğu Perinçek iyi bir kafa, kabul etmek lazım ve bunun yanında bazı başka şeyler de yapıyor Mesela benim hakkımda yazdıracağı, yazacağı bazı yazılar olursa, öğrendiklerime göre, dış ülkelerde yayınlattırıyor: Oradan iktibas ediyor, suça da girmiyor. Şimdiye kadar ben Doğu Perinçek’in yazdıkları üstüne hiç gitmedim. Benim hakkımda yaptığı en büyük suçlama, ağırıma çok giden bir suçlama benim CIA ajanı olduğum, CIA tarafından yetiştirildiğim, bunun yanında MOSSAD'la çok yakın ilişkiler içerisinde olduğum vs. Bu bir iddiaydı, üzerinde durmadım. Çünkü ben mesleğimde devletime karşı sorumluyum. Kendimi, müdafaa etmek için daha fazla afişe edemem. Aldırmadım da. ,,


Bu kitabın yazıldığı, 1990'ın son, 1991'in ilk aylarında, Fabrikatör'ün yeni tertip ve kışkırtmalar içine girdiğini, bazı düzmece telefon ihbarlarına dayanarak yayınlar yaptığını bir dönemde yayınlamış oldukları bir takım sansasyonel yalan haberleri aynı resim ve aşağı yukarı benzer laflar kullanarak yinelediklerini, ben de dahil olmak üzere bir takım insanların ağzından çıkmış gibi yorumlar vererek tüm dünyanın ve Türkiye'nin kritik günler yaşadığı şu günlerde, ülke zararına çabaya ve bitmeyen hastalıklı kampanyaya devam ettiklerini ilgi ile izliyorum. Başkalarına ajan yakıştırmasında bulunarak kendi durumlarını örtbas etme yöntemlerine de her zamanki gibi devam ediyorlar. Kanaatimce Fabrikatör basit bir yıkıcı yayın olarak düşünülmemeli, ilgililerce konu bir espiyonaj faaliyeti olarak ele alınıp, arkasındaki güçler her kimse, deşifre edilmeli, faaliyet tamamen bir casusluk faaliyeti olarak dikkate alınmalıdır. Ayrıca adli makamların da, Fabrikatör'ün sorumluları hakkında, Hiram Bey ve birçoğunun cinayeti ile ilgili olarak, cinayete azmettirmekten soruşturma açması gerekir düşüncesindeyim.



İnsan Mühendisliği




İnsan Mühendisliği



 22 Ocak 2000 Cumartesi 

Yeni bin yıla başlarken kitle iletişim araçlarının ulaştığı teknolojik seviye yaşamımızda çok hızlı bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Oysa daha yüz yıl önce 1900 lere girerken yapılan yüz yıllık değerlendirmede insan hayatında bu derece önemli ve köklü değişikliklerin olmadığı görülmüştür.

Bilim ve teknolojinin hakim olacağı yepyeni bir çağ ile hayatımızda yeni bir süreç başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak bu hızlı değişimin gereklerine ayak uyduracak yeterliliğe ulaştığımızı söyleyebiliriz. Yeni yetişen nesillerimiz daha şimdiden çağı yakalama gayreti ile birlikte kendilerini çağın ihtiyaçlarına uydurma yarışı içine girmişlerdir. Bu son derece olumlu ve hepimiz için sevindirici bir gelişmedir.

Gerçek olan şu ki; bilim ve teknoloji nekadar gelişirse gelişsin , bunların özünde insan vardır. İnsan daima öndedir. Çünkü kullanacağı teknolojiyi insan kendisi yaratır. Kendi yarattığı makinaların esiri olmadan onu geliştirmek yine kendi elindedir. Hiç bir gelişme insanın değerini azaltamaz. Yeni dünya düzenini iddia edildiği gibi makinalar değil, bilgili ve kendini yetiştirme gayreti içinde olan insanlar kuracaktır.

Yaratıcı vasfı ile ön planda insan vardır. Teknolojiyi yaratan ve kullanan 2000 yılı insanının yönetimi bugün eskisi kadar kolay olmayacaktır. Yönetim; tabiatı gereği olarak bilim ve teknolojiden azami derecede yararlanacaktır. Fakat bu o’nun temel kurallarında değişikliği gerektirmez. Yöneticiler; yönetecekleri insanlar kadar onları yönetmede kullanacakları teknolojiyi de iyi bilmeli , ona hakim olmalı ve bizzat kullanabilmelidir. Karizmatik liderlerin doğal karizmasının yönetimde artık kafi gelmeyeceği açıkça görülmektedir. Liderin karizması gelişen teknoloji ile takviye edilmediği takdirde başarı şansı azalacaktır.

Binlerce yıllık , çok gelişmiş bir kültür yapısına sahip ender toplumlardan biriyiz. Buna rağmen yeni nesillerimizi motive ederken; geçmişimizi, bugünümüzü ve muhtemel yarınlarımızı ayni kültür potası içinde bütünleştirdiğimiz ve teknolojiden de azami derecede yararlandığımızı söyleyemeyiz. Sınırların kalktığı, globalleşmenin hakim olduğu, bilim toplumu haline gelme çabalarının yoğunlaştığı çağımızda bunun gerçekleşmesinin çok zor olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Dünyamızın bilinen boyutları fiziki olarak sınırlanmıştır. Oysa bu boyutlarda yaşayan insanların ihtiyaçları ise sınırsız ve adeta sonsuzdur. İki taraf arasındaki dengenin kurulması ve muhafazası gerekmektedir. Zira yaşanılan çevrenin boyutları sabit kalırken, insan nüfusu ve ihtiyaçları teknolojinin gelişmesine paralel olarak artmaktadır. Bu doğal gelişme insanlığı sürekli tehdit etmektedir. Bu durumda izlenecek tek yol doğal varlıklarımızı daha etkin olarak kullanmak ve en küçük birimlerden elde edilecek üretimi arttırmaktır. Bu işi yaparken yararlanılacak üretim araçlarının başında “YÖNETİM” ve”YÖNETİCİLER” gelmektedir.

Teknolojinin hakim unsur olduğu YÖNETİM SİSTEMLERİ bilimsel olarak bugün okullarımızda okutulmaktadır. Sistemdeki tüm YÖNETİCİLER; kendilerine verilen hedeflere ulaşmak için “PLANLAMA”, ”TEŞKİLATLANMA”, ”YÖNETME” ile bu üç temel işlevi ”DENETLEME” teknik ve metotlarını çok iyi bilmek zorundadırlar.

Düşünen, fikir sahibi olan ve bu fikrini yayabilen yegane canlı olan insanın yönetiminde son yıllarda en çok kullanılan kavramlardan biride “ İNSAN MÜHENDİSLİĞİ ”dir.

30 yıllık fiili devlet memurluğum süresinde daha kendimi tanımadan emrime verilen ve yönetmek zorunda olduğum kişileri tanımaya çalıştım. Her biri başlıbaşına bir ayrı varlık olan, hiçbiri tarafımdan seçilmeyen ve daha önce hiç görmediğim binlerce insanla uğraştım. Onların eğitimi, yetiştirilmesi, yönetim ve yönlendirilmesi gibi dünyanın bilinen en ağır görevini başarmak için çaba harcadım. Tabiri yerinde kullanmak gerekirse otuz yıl “İNSAN MÜHENDİSLİĞİ” yapabilme gayreti içinde oldum. Benim neslim interneti yeni gördü. Bilgisayarla tanışması da çok yeni. Biz bunları kullanmadan yöneticilik devrimizi tamamladık. Fakat bugün görünen tablo; bu çağda insanları bu teknolojiyi sadece bilenlerin değil , bizzat kullanabilen yöneticilerin yöneteceğidir. En fazla 10 yıl içinde bu teknolojiyi yakalayamayanların yönetim sahasını terk etmeleri kaçınılmaz bir gerçektir.

Kanaatime göre; en ileri otomasyon,elektronik beyinler,gelişmiş bilgisayar sistemleri ile bunların geliştirilmesine yarayan düşünceler, metotlar, cihazlar insanın değeri yanında daima ikinci planda kalacaklardır.

İnsan için en kıymetli şey yine İNSAN’dır.

Her insanın mesleği ve karakteri ne olursa olsun tatmin edilmesini istediği arzuları, kırılabilecek gururu, bozulabilecek siniri, okşanabilecek duyguları, gerçekleşmesi ile haz duyacağı ümitleri vardır. Bu kutsal varlık; kendi yarattığı makinaların değil birarada yaşamak zorunda olduğu toplumun ayrılmaz bir parçasıdır.
Yöneteceğimiz işçinin, hizmetlinin , memurun birbirile uyumlu bir ekip halinde ve takım ruhu içerisinde çalışarak belirlenen hedefe yönlendirilmeleri ancak; onlara anlayış göstermekle, tahammül etmekle, onları dinlemekle ve insani problemlerine psikolojik-sosyolojik açıdan ciddi olarak yaklaşmakla başarılı olabilir.

21 nci asrın İnsan Mühendisleri olan her kademedeki yöneticilerin; birlikte çalıştıkları kişilerin insan olduklarını unutmamaları gerekir. İnsanları tanımakla ve hoşgörü ile onlara yaklaşmakla doğru orantılı olarak başarının artacağı kesindir . İşte bu yüzden her mesleğin gerektirdiği bilimsel mühendislik yanında “İNSAN MÜHENDİSLİĞİ” konusunun yöneticiler tarafından çok iyi bilinmesinde büyük yararlar vardır.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
22 Ocak 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=6
..

Avrupa bizi Alkışlamış. Sevinelim mi?





Avrupa bizi Alkışlamış. Sevinelim mi?




21 Ocak 2000 Cuma 

Türkiyede anlayamadığım ve hiç bir zaman da anlayamayacağım bir şeyler oluyor. Ülkeyi yöneten üç partinin sayın liderleri biraraya geliyorlar ve 7.5 saat görüşüyorlar. Sonunda Türk ve dünya kamuoyu tarafından 30 000 den fazla insanımızın ölümünün baş sorumlusu olarak kabul edilen eşkiyabaşı hakkında bağımsız yargı tarafından verilen ölüm cezasının infazi işleminin ertelenmesi için karar alıyorlar. Atatürkçü geçinenler, aydın olduğunu iddia edenler tarafından tebrik ediliyor ve alkışlanıyorlar. Devlet için yaptıkları bu büyük hizmet dolayısıyla kutlanıyorlar. Kamuoyunu yöneten ve yönlendiren muhterem basın organlarımız bu başarının büyüklüğünü ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Avrupa'da çok önemli kimselerin ve kuruluşların bu muhteşem ve tarihi karar için bize "AFERİN " dediklerini vurguluyorlar.

Beyefendiler; AFFEDERSİNİZ ! Bunun adına SÖMÜRGECİLİK denir. 20 nci asrın başında ulu önder ATATÜRK tarafından tarihi yenilgiye uğratılan ve artık tarihin tozlu sayfalarına gitmeye hazırlanan sömürge yönetimi sizin uğurlu ellerinizle diriltilmiştir. Dünyaya hayırlı olsun.

Evet böyle şeyler yetiştirilerek tayin edilmiş sömürge yönetimlerinde görülür. Ne yazıktır. Bugün sömürge yönetimi izlenimi verenler; dünyada sömürge ve sömürgeciye karşı başarılı bir mücadele vererek, başta kapitülasyonlar olmak üzere kendi varlık ve egemenliğine ortak olan bütün unsurları yurdundan kovup ve tam bağımsızlığını kazanmış olan Türkiye Cumhuriyetini temsil etmektedirler.

Heyhat ki ! Ne Heyhat ! Nereden Nereye ! Atatürk 'ten; Demirellere, Ecevitlere, Yılmazlara, adı bile milliyetçi olan bir partinin lideri Devlet Beylere. Bu kadarmı zayıfız ? Bu kadarmı iradesiziz? Bizi kim idare ediyor millet olarak bilmeye hakkımız var. Sizi biz seçtik. Bu halk seçti. Sizi bu halk yıllardır o mevkilerde tuttu. Siz ise bu halka düşman olanlara , daha birkaç gün önce 6 yetişmiş vatan evladını katleden devlet ve millet
düşmanlarına arka çıkıyorsunuz. Sizde çok iyi biliyorsunuz ki, bu insanları şehid edenlerin arkasında size bugün " aferin" diyenler var. Yani bu eli kanlı PKK örgütünü hazırlayıp Türkiye Cumhuriyetinin başına musallat edenler var. Bunlar tabiidir ki sizi alkışlayacaklar. Demek ki bunu istiyormudunuz? Alkışlarınız hayırlı olsun.

Bizi Avrupaya almayacaklar korkusu niye. Biz zaten Avrupalıyız. Bugün sadece birkaç devletin birarada bulunduğu bir örgüte yaranabilmek için egemenlik hakkımızdan taviz veriyoruz. Gerek yoktur. Biz bu avrupaya 1363 te girdik. Sadece girmekle kalmadık, bugün bizim alınmamız için karar verme durumunda olan ülkeleri de asırlarca yönettik. Onlara tarihlerindeki en uzun huzur ve güven ortamını yaşattık. Bunu unutmak gaflettir.
Atatürk'ün deyimiyle delalettir.

Türkiye başlıbaşına bir devlettir. Ve BAĞIMSIZDIR. Bu bağımsızlığın bedeli ise milyonlarca Türk canı ve şehit kanıdır. İcazet almasına gerek yoktur. Halk yönetime zaten destek vermiştir. Bu en büyük ve en geçerli destektir. Başka desteğe ihtiyaç yoktur.

Şimdi sizlere soruyorum. Ey bizim sayın yöneticilerimiz!
Sizler Türkiye Cumhuriyetinin kanunlarını bilmiyormuydunuz? PKK'nın başının bağımsız Türk mahkemelerinde idamdan başka ceza alamayacağını yeni mi öğrendiniz? Bu durumda onu ve örgütünü başımıza bela edenlerin bugünkü tutum ve davranışlarını daha önceden kestiremedinizmi ? Bunun için yüksek makamlar işgal etmeye ve üniversiteler bitirmeye hiç gerek yoktu. Sokaktan geçen herhangi bir Türk insanına
sorsanız bunu size söylerlerdi.

Cevap veremiyorsunuz değil mi? Neden getirdiniz bu cani başını ülkeye. Kalsaydı İtalya'da, kalsaydı Rusyada. Hiç değilse bu kutsal vatan topraklarını mevcudiyetleri ile kirletmezlerdi. Oralarda kalsaydı." Gücümüz yoktu .Hukukumuz yetersizdi. Veya Ne yapalım vermiyorlar" diyerek bugün galeyana gelmiş , acılarını haykıran ve milletle paylaşmaya çalışan şehit yakınlarının duygularını belki bastırabilirdiniz. Ancak bugün bu şansınızı kaybettiniz. Özürünüz yoktur. Eğer var diyorsanız, bu özürünüz kabahatinizden büyük olacaktır......

Anlamak istiyorum. Ne kazandık? Basınımız söz birliği etmişcesine büyük bir başarıdan ve büyük uzlaşmanın ülke için yararından bahsediyor. Aydın bellediğimiz koca koca lakaplı gravatlı beyefendiler "aman ne güzel yaptık" diyerek seviniyorlar. Anlayamıyorum. ÇÜNKÜ YAPILANLAR AKLIMA, FİKRİME, BİLGİME ve 30 YILLIK DEVLET TECRÜBEME uymuyor.

Keşke bu milletin yetiştirdiği bir aydın olarak anlayabilsem. Ve aynen benim gibi anlamakta zorlanan bu asil millete olanları anlatabilsem.

Anladığım kavrayabildiğim ve bilebildiğim kadarıyla bunun adına " SÖMÜRGE YÖNETİMİ" denir. Hani yüce önderimizin emir ve komutası altında tarihe gönderdiğimiz yönetim. Ankarada Anıttepede Atatürk; HAYRETLE VEDE İBRETLE BU ACI MANZARAYI SEYREDİYOR. Bilin ki yattığı yerden duruma bakarak acı duyuyor ve kemikleri sızlıyor.

Yüce önderimize bunu yapmaya hakkınız olmadığını ve bu milletin bunu haketmediğini düşünüyorum. Huzurlarınızda bu asil millete sabırlar diliyorum...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
21 Ocak 2000 Cuma

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=5

..