Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarlı inkârı karşısında Joe Biden özür dilemişti. Türkiye hükümeti, Türkiye Kürtleri örgütü PKK güçlerinin, IŞİD/DAİŞ örgütünün kuşatmaya aldığı Kobanê Kürtlerinin imdadına gitmek üzere kendi toprakları üzerinde gitmesine izin verdi. Ankara hükümetinin bu tutumu, kamuoyunun ikna olması için yeterli görülmedi ve Washington yönetimi yine suçlamalarına devam etti.
Türkiye ve etnik temizlik konuları
Gündeme gelen konu, cihatçılara destek olarak dikkate alınacağını sanmıyorum. Türkiye hükümeti, en azından Ekim ayının ortasına kadar, ABD’nin bölge planına ters düşmeyecek şekilde, kendi devlet çıkarına göre bir strateji izliyor. Ancak, Washington yönetimi, NATO üyesi sıfatıyla Türkiye’nin Kobanê halkının karşı karşıya bulunduğu katliama aleni olarak dâhil olmasına onay vermeyecek. Obama yönetiminin bölgeye yönelik izlediği politika gayet açık ve basit: IŞİD/DAİŞ örgütü, NATO güçlerinin yasal olarak yapamayacağı işleri yerine getirmek için var edildi; yani etnik temizlik yapmak. Çünkü NATO ittifakı üyesi devletler, başka bir ülkede etnik temizlik yapılmasına niçin katılmaları gerektiğini sorgulayabilirlerdi. Washington’un izlediği bölge politikası açısında, Suriye Kürtlerine katliam yapılması uygun bir strateji değil. Türkiye’nin de böylesi bir olaya katılması, insanlığa karşı işlenmiş suç olarak telaki edilecekti.
Türkiye hükümetinin bu konjonktürdeki tutumu, isteksiz olduğu anlaşılıyor. Ve bu tutum aynı zamanda sorunda barındıran bir özellikte. Türkiye devleti, devlet etme politikası geleneğinde yâdsıma politikasının var olduğu bir devlet. Geçmişte olan katliamları hiçbir zaman kabul etmedi; 1,4 milyon Ermeni, Ortodoks ayini yapan 200,000 Asurî, Farsça konuşan 50.000 Asuri (1914-1918) ve yine 800.000 Ermeni ve Rum (1919-1925) [3]. Erdoğan’ın Başbakanlık döneminde, geçtiğimiz Nisan ayının 23’ünde, yayınladığı taziye mesajı, geçmişteki bu acılı olayları teskin etmekten uzak, Jön Türklerin geçmişte işlediği suçları kabul etmeye yanaşmayan bir tavır, bu anlamda yetersiz kapasiteye sahip bir açıklama olduğu şeklinde algılandı [4].
Türkiye Devleti bugüne kadar PKK yanlısı Kürtleri tavsiye etmeye çalıştı. Birçoğu Suriye’ye kaçtı. Cumhurbaşkanı Esad onlara Suriye vatandaşlığı verdi. Türkiye açısında, Suriye’nin aksine, Suriye Kürtlerinin katliama uğraması iyi bir haber olabilirdi. Ve var edilen IŞİD/DAİŞ örgütü, kendisine havale edilen bu kirli işleri uygun bir şekilde yerine getirebilirdi….
Türkiye’nin son zamanlardaki etnik temizlik olaylarına katılması
Türkiye Ordusu, Bosna-Hersek savaşının (1992-1995) olduğu sıralarda, Sırp Ortodoks katliamı yapmak marifetiyle, ülkede enik temizlik yapan Usame bin Ladin’in başında bulunduğu “Arap Lejyonu”na destek verdi. Bu savaştan sağ kalan cihatçılar, Suriye’de organize edilen silahlı Arap gruplarına, yani IŞİD/DAİŞ örgütüne katıldılar.
Türkiye Ordusu 1998’de, dönemin Yugoslavya yönetimi tarafından baskı altına alınan, NATO’nun müdahalesi olduğunun göstergesi olan Kosova Kurtuluş Ordusunun (UÇK) oluşum sürecine dâhil olmuştu. Sürdürülen savaşın seyri sırasında, şimdiki MIT Müsteşarı Hakan Fidan Türkiye yönetimi ile NATO arasındaki irtibatı sağlıyordu. UÇK hareketi Ortodoks Sırpları defedip, ibadet yerlerine saygısızlık etti. Hakan Fidan 2011’de cihatçı örgüt üyelerini UÇK eliyle terörizm faaliyetleri eğitimine katılmaları için Kosova’ya gönderdi. Bu cihatçılar daha sonra Suriye’ye saldırı eylemlerinde seferber edildiler.
ABD güçlerinin Irak işgali sürecinde, ülkenin yeniden imar edilmesi faaliyetlerinde, Türkiye ve Suudi Arabistan yönetimlerini güveniyordu. Esas itibariyle Şiilerin ve Hıristiyanların sistematik katliama uğratılması üzerine kurulu izlenen politika, Irak’ta iç savaşın meydana gelmesine neden oldu. Beyaz Sarayın Milli Güvenlik Danışmanı Richard A. Falkenrath’ın ifade ettiği gibi, izlenen bu politika, sahada kullanılan ve ABD’ye girmesi mümkün olmayan cihatçılık hareketini dar bir alan içine almak üzere tasarlanmıştı [5].
Fransa’nın desteklediği ve kolonizasyon bayrağını andıran bir bayrağı taşıyan milis gücü Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) mensup yüzlerce cihatçı, Türkiye sınırından Suriye’ye giriş yaptılar, Suriye El-Kaidesi kolu El-Nusra Cephesi elemanlarının da desteğiyle, Eylül 2013’te Aramilerin bulunduğu Malula köyüne girdiler, kadınlara tecavüz ettiler, erkekleri öldürdüler ve Kiliseye saygısızlık ettiler. Oysa Malula köyünün askeri açıdan hiç bir stratejik özelliği bulunmuyor. Bu saldırı sadece, iki bin yıldan fazla bir zamandan beri Suriye sembolü olan Malula köyünün de aralarında bulunduğu, Hıristiyan kesime aleni olarak zulmetmenin bir aracı olarak düzenlendi.
El-Nusra Cephesi ve Suudi yanlısı İslam ordusu mensubu yüzlerce cihatçı Mart 2014’te, Türk Ordusu güçleri gözetiminde, Keseb kasabasını kuşatmak üzere Türkiye sınırından Suriye’ye girdiler. Haberi alan halk, katliama maruz kalmadan kaçtı. Suriye Arap Ordusu kasabayı almak için geldiğinde Türkiye güçleri karşı koydu ve uçaklarından birisini düşürdü. Çünkü Keseb kasabasının, İncirlik’te bulunan NATO üssünü gözetleyen Rusya radar üssüne yakın olması nedeniyle, NATO için stratejik bir hedef arz ediyor. Keseb kasabasında, Jön Türklerin zamanında ailelerine yaptığı katliamdan kaçan Ermeniler yaşıyor.
Bugünkü Türkiye yönetimi daha önce yapılan soykırımı kabul ediyor mu?
Şöyle bir soru sormamız elzem hale geliyor: Ermenilerin ve esas itibariyle Hıristiyan azınlıkların İttihat ve Terakki Komitesi tarafından 1915 ve 1925 yılları arasındaki dönemde katliama uğradıklarını inkâr etme politikası, soykırımın bir suç olmadığını, diğer faaliyetler gibi siyasi bir olay olduğunu göstermek için bugünkü Türkiye yönetiminin izlediği bir politika mı?
Türkiye’de iktidarda bulunan hükümetin izlediği politika, şimdiki Başbakanın adını taşıyan “Davutoğlu doktrini” üzerine inşa edilmiştir. Siyaset Bilimi Profesörü Davutoğlu’nun tezine göre Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu dönemi etki alanını restore etmesi ve Ortadoğu coğrafyasını Sünni İslam temeline göre birleştirmesi gerekiyor.
Erdoğan hükümeti, ilk başlarda, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından beri cevapsız kalan anlaşmazlık sorunlarına çözüm yolunu bulma stratejisini izledi ve bu stratejiye “komşularıyla sıfır problem” politikası adını verdi. İran ve Suriye yönetimleri, oyunda topu ele geçirdikleri zaman, üç ülkede ekonomik patlama yaratacak serbest bölge ticareti görüşmelerine başlama önerisinde bulundular. Türkiye hükümeti, Mayıs 2011’de, NATO güçlerinin Libya’ya karşı savaş yaptığı dönemde, adeta savaş çıkartan bir güç olma rolüne soyunarak, uzlaştırıcı muharip güç olma sıfatını terk etti. Tam da bu aşamadan sonra, Azerbaycan hariç, bütün komşu ülkelerine karşı yeniden hiddetlenmeye başladı.
Fransa’nın Türkiye’ye desteği
Türkiye ve Fransa yönetimleri, Libya ve Suriye’ye karşı yürütülen savaşlar sırasında, adeta Fransa Kralı Birinci François ve Osmanlı Padişahı Muhteşem Süleyman döneminde istenen Fransa-Osmanlı ittifakı çizgisinde bir anlaşma yapacak kadar yakın işbirliğine gittiler. Bu ittifakın en muhteşem yanı, Mayıs 2011’de NATO’nun Libya’ya karşı savaşı sürecinde, Türkiye yönetimi uzlaştırıcı muharip güç olma sıfatını terk ederek, adeta savaş açan bir güç olarak ortaya çıktı. Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu aradaki ittifak iki buçuk asır sürdü, Napoléon Bonaparte döneminde sona erdi ve daha sonra Kırım savaşı sırasında kısa bir süre deha devam etti.
İki ülke arasındaki bu yeni ittifak, Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) katılımı önünde Fransa vetosunu Şubat 2013’te kaldıran ve Türkiye’nin AB’ye üyeliğini teşvik eden Fransa Dış İşleri Bakanı Laurent Fabius tarafından onaylandı.
François Hollande ve Laurent Fabius, Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu, Sarayda temizlik görevini yapan personel üzerinden ortak bir operasyon düzenleyerek Cumhurbaşkanı Beşar Esat ve Dış İşleri Bakanı Velid Mualim’e bir Suikast düzenlediler. Ancak bu operasyon başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkiye, 2013 yılı yazında Şam kırsalı Doğu Guta’da kimyasal silah kullanılma organizasyonuna katıldı ve Suriye yönetimi yapmış gibi Şam’ı suçladı. Türkiye hükümeti, Fransa’nın da desteğiyle, ABD güçlerini Başkent Şam’ı bombardıman ve Suriye Arap Cumhuriyetini yıkmaya katılma işine dâhil etmenin yollarını aradı. Her iki ülke Washington’un, Suriye Arap Cumhuriyetini yıkılması yönünde olan ilk plana dönmesi çabasını gösterdi.
ABD Kongresinde Ocak 2014’te yapılan gizli bir oturum sırasında, bölgede etnik temizlik yapmak üzere, Suriyeli isyancıların silahlandırılması ve finansman sağlanması kararı alındığını kanıtlayan bir belge Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine sunuldu. Fransa ve Türkiye yönetimleri elbirliğiyle DAİŞ/IŞİD’e karşı savaşmak ezere El-Nusra Cephesini el altında silahlandırmaya devam ettiler. Çünkü Washington’un Şam yönetimini devirme şeklinde olan ilk plana dönmesi isteniyordu.
Bu arada yalnızca Türkiye değil, ama aynı zamanda Fransa’da Hıristiyan Malula ve Keseb kasabalarına saldıran, kadınlara tecavüz eden, erkekleri öldüren, Kiliselere hakaret eden cihatçıları silahlandırdığı konusunu bir kez daha not edelim.
Türkiye’nin Fransız yetkilileri ikna etmesi
Bazı basın organlarında Katar Emirliğinin Fransız yetkilileri ikna ettiği konusunda haberlere sık sık yer verilirken, Türkiye’nin Fransız politikacılarına yaptığı büyük yatırım konusunda hiçbir haber çıkmıyor.
Bu baştan çıkarmanın kanıtı: Türkiye’de meydana gelen iç politika gelişmeleri (gazetecilerin, avukatların ve yüksek rütbeli bazı subayların ceza evine konulması rekoru), Türkiye’nin uluslararası terörizme verdiği destek (Türkiye yargısında Erdoğan’ın 12 kez El-Kaide bankeriyle görüştüğü yönünde açıklama yapıldı) Türkiye’nin, El-Kaideye ait dört adet kampa ev sahipliği yaptığı (on bin kadar cihatçı militanların Suriye’ye geçişini organize ettiği), Suriye’nin yağmalanması (Halep dolaylarında fabrika tesisleri sökülüp, Türkiye’ye transfer edildi) ve Suriye’de yapılan katliamlar (Malula, Keseb ve şimdi de Kobanê’de) konusunda Fransa yetkili makamlarının sessiz kalması.
Erdoğan’ın sadık müttefiki Türkiye İşverenler örgütü 2009’da, her iki ülke arasında işbirliği temasını kurmakla görevli Bosfor Enstitüsü kurdu [6]. Eş Başkanlığını Anne Lauvergeon’un yaptığı [7] Bilimsel Komitesi; Halk Hareketi Birliği (UMP) politikacıları (Jean François Coppe [8] ve Alain Juppe [9]), Sosyalist Parti (Elisabeth Guigou [10] ve Pierre Moscovici [11]) gibi en üst tabaka politikacılardan meydana geliyor. Devlet Başkanı Hollande yakın çevresinden birçok kişi (Jean-Pierre Jouyet [12] ve Henri Casteries [13]) ve hatta eski komünistlerden bile birkaç isim verilebilir.
Aralarında bazılarının saygıdeğer olduğu bu şahsiyetlerin elbette ki, Ankara’nın işlediği katliamları onaylama gibi bir düşüncesi bulunmuyor. Ancak, izlenen politika, yapılan işlerin onaylandığı anlamına geliyor. Fransa’nın Türkiye ile bu konularda ittifaka girmesi, Fransa yönetimini yapılan katliamların aktif ortağı haline getirmiştir.