mücadelesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mücadelesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2017 Pazartesi

Orta Asya'da rekabet ve Güç Mücadelesi



Orta Asya'da rekabet ve Güç Mücadelesi



ŞÜKRÜ ELEKDAĞ

       " DOĞU Avrupa'ya hakim olan Kalbgah'ı kontrol eder;
        Kalbgah'a hakim olan, Dünya Adası'nı (Avrasya ve Afrika) kontrol eder;
        Dünya Adası'na hakim olan dünyayı kontrol eder."

        Bu sözler ünlü İngiliz jeopolitikçi Mackinder'e ait... "Kalbgah" (heartland) veya "dünyanın mihveri" olarak nitelediği bölge bugün Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bulunduğu coğrafyayı kapsıyor. Mackinder, "Kalbgah"ın denetiminin dünya hakimiyetine yol açacağı tezini, bu bölgenin savunma açısından "nüfuz edilemez" 

(impenetrable) doğal bir kale oluşturmasına ve çok zengin doğal kaynaklara sahip bulunmasına dayandırmıştı.
        Mackinder'in kuramının bir süre dünya politikasını şekillendirdiği bir gerçek. Hitler'in ve Alman stratejisine yön veren jeopolitikçi Karl Hausfer'in "Kalbgah" tezinden etkilendiği biliniyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, ABD'nin Sovyetler Birliği'ne karşı uyguladığı "çevreleme stratejisinin" (containment) temelinde de " Kalbgah"ı elinde tutan Sovyetler Birliği'nin, "Dünya Adası"na hakimiyetinin önlenmesi yaklaşımı yatıyor.
        Soğuk savaş sonrasında Avrupa ve Asya'nın bölünmüşlüğünün kalkması ve aralarındaki ilişkilerin gelişmesi, Avrasya'nın uluslararası sistemdeki önemini artırırken, Orta Asya'nın zengin enerji kaynaklarının işletilmesi ve boru hatları projeleri dikkatlerin Mackinder'in "dünyanın mihveri" diye tanımladığı bölge üzerine çevrilmesine yol açtı.
        Ne var ki, bugünün koşullarında ve özellikle Orta Asya Türk cumhuriyetleri açısından, Mackinder kuramı bir fanteziden ibaret kalıyor. Denize doğru çıkışı olmaması Orta Asya'yı hapsedilmiş bir bölge yapıyor. Bu bölgede yaşayan dört Türk devleti (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan) bu nedenle Moskova'nın baskılarına son derece duyarlılar.
        Moskova'nın kontrolünü bertaraf etmek amacıyla zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarını Rusya topraklarından geçirmeden dünya piyasalarına sunmak bu devletlerin temel hedeflerini oluşturuyor. Moskova'ya karşı bağımsızlıklarını pekiştirmenin ve ekonomik kalkınmalarını sağlamanın yolu bu...

        Bu ülkelerin Üç önemli Dezavantajları daha var.

       * Bunlardan birincisi, 70 yıllık Komünist hakimiyetinde Türk cumhuriyetlerindeki üretim sisteminin "Sovyet üretim çarkının dişlileri gibi şekillendirilmiş" olmasının ,yarattığı bağımlılığın Moskova'ya sağladığı ilave kontrol imkanıdır.
       * İkincisi, bu ülkelerin hayli karışık etnik yapısıdır. Türk devletlerinde yaşayan hatırı sayılır büyüklükteki Rus azınlıklar iktisadi yaşamın kilit mevkilerinde rol almışlardır. Moskova bu azınlığın imtiyazlı konumunu muhafaza etmesinde ısrar etmekte ve Rusların hak ve güvenliklerini korumak için gereğinde müdahale edebileceğini söylemektedir.
       * Üçüncüsü, bu ülkelerin dış güvenliklerinin tamamen Rusya tarafından üstlenilmiş olmasıdır. Dört Türk devletinin sınırları Rus sınır muhafızları tarafından korunmaktadır.

Orta Asya: Rusya'nın Öz Toprağı

       Dünya, Moskova'ya, son sömürge imparatorluğunu tasfiye etmesi nedeniyle 1991'de alkış tutmuştu. Ancak, bugün Rusya, hortlayan Slav milliyetçiliğinin etkisiyle, Sovyetler Birliği'nden kopan cumhuriyetleri yeniden Moskova'nın boyunduruğuna alma peşinde koşuyor. Nitekim, Yeltsin'in, 14 Eylül 1995'te uygulamaya koyduğu kararname, BDT ülkelerinin, Moskova önderliğinde siyasal ve ekonomik bütünleşmeye gitmeleri ve Rus komutası altında bir kolektif savunma sistemi oluşturmalarını öngörüyor.
       BDT içindeki direniş nedeniyle şu sıralarda Yeltsin planı askıya alınmış durumda... Ancak, Moskova, Orta Asya'yı kendi öz toprakları gibi görüyor. Rus yetkililer, "Rusya'yı güneyden ve doğudan gelecek tehditlere ve İslam köktenciliğine karşı koruyan bir tampon bölge oluşturması nedeniyle, Orta Asya'nın tam kontrolünün Moskova için yaşamsal önem taşıdığını" belirtiyorlar.
       Türk alemi ile ilişkilerini geliştiren devletler arasında Moskova'nın en fazla kuşkuyla baktığı ülke Türkiye'dir. Bunun önde gelen nedeni, ülkemizle Türk devletleri arasındaki tarihsel, etnik ve kültürel bağların yarattığı yakınlıktır. Moskova'nın korkusu, Türkiye'nin Orta Asya Türkleri ile ilişkilerini geliştirmesinin bu ülkelerin bağımsız devlet oluşturma süreçlerini ve milliyetçilik duygularını güçlendirmesi ve bunun eski Türkistan birliğinin kurulmasına yol açmasıdır. Moskova, Türkistan birliğinin kurulması halinde bölge üzerindeki kontrolünün zayıflayacağından kaygılanmaktadır.

İran: Rusya'nın Stratejik Ortağı

       Bu nedenle Türkiye'nin Orta Asya üzerindeki etkinliğini zayıflatmak isteyen Moskova, bu yöndeki politikasının uygulanmasında, "stratejik ortak" olarak nitelediği İran'la işbirliği yapmaktadır. Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerinde Türkiye'yi kendisine en kuvvetli rakip olarak gören İran, Rusya ile işbirliği sayesinde ABD'nin de bölgeye girişini zorlaştırabileceğini umut etmektedir. Zira, İran'ın kabusu, Körfez'de olduğu gibi Hazar petrollerinin de Amerikan kontrolü altına girmesidir.
       İran'ın, Orta Asya cumhuriyetlerindeki faaliyetleri Türkiye'ye kıyasla daha mütevazi bir düzeydedir. Ancak, İran'ın aynı coğrafi bölgede bulunduğu cumhuriyetlerle sınırdaş olması ve onlara açık denizlere çıkmak için en kısa ve kolay yolu sağlaması bu ülkeler üzerinde nüfuzunu geliştirmek açısından Tahran'a çok güçlü bir avantaj sağlamaktadır.
       Gelecek yazımızda iki önemli stratejik aktör olarak Çin Halk Cumhuriyeti ile ABD'nin Orta Asya'daki rollerini ve bölgenin tekrar Rus hakimiyetine girmemesi için nasıl bir politika izlenebileceğini ele alacağız.

http://www.milliyet.com.tr/1998/04/27/yazar/elekdag.html

***

15 Ocak 2017 Pazar

IŞİD’in Türkiye’deki saldırılarının analizi ve Türkiye’nin mücadelesi



IŞİD’in Türkiye’deki saldırılarının analizi ve Türkiye’nin mücadelesi



2016-03-22
















19 Mart 2016’da Taksim’de 4 kişinin ölümüne neden olan terör eylemi, Türkiye’de son iki yıldır IŞİD tarafından gerçekleştirilen 12 saldırının sonuncusuydu. 20 Mart 2014 ile 19 Mart 2016 arasında geçen iki yıl boyunca IŞİD bağlantılı eylemlerde toplamda 163 kişi hayatını kaybetti ve 766’dan fazla kişi yaralandı.
Haddizatında eylemleri rakamlara indirgemek, o eylemlerde yaşanan dramları yansıtmakta yetersiz kalıyor. Ancak, bu bir dizi eylemi analiz etmek bize IŞİD’in Türkiye’ye karşı tutumunu yansıtması açısından oldukça önemli. Bu eylemlerin bir tanesi yol kontrolü esnasında yaşanan çatışma, beşi sınır ötesinden Türkiye’ye karşı yapılan saldırılar ve altı tanesi de intihar bombacılarının gerçekleştirdiği eylemler.
Bu çerçevede IŞİD’in Türkiye’ye karşı saldırılarını incelediğimizde karşımıza dört farklı kategori çıkıyor. Birincisi, Türkiye üzerinden transit seyahat eden IŞİD mensuplarının yarattığı tehdit. İkincisi, Türkiye’nin Suriye topraklarında IŞİD’e karşı savaşan unsurlara IŞİD Karşıtı Koalisyon çerçevesinde yaptığı ateş desteğe karşılık niteliğinde saldırılar. Üçüncüsü, Türkiye sınırları içerisinde seçilmiş hedeflere yönelik intihar bombalaması eylemleri. Ve son olarak Irak topraklarındaki Türk hedeflerine karşı eylemler. Türk askerlerinin eğitim verdiği Başika’da bulunan kışlaya yapılan saldırılar bu kategoride ve bu analizin kapsamının dışında. Kuşkusuz Türkiye’nin, Suriye topraklarının iç kesimlerinde bulunan Süleyman Şah Türbesi’ni kendi sınırına yakın bir bölgeye çekmesi Suriye topraklarında bir karşı karşıya gelmeyi engellemiş oldu.

Bu eylemler incelendiğinde hiç şüphesiz 156 kişinin hayatını kaybetmesine ve 755’den fazla kişinin yaralanmasına yol açan intihar bombalamaları en kanlı saldırı türü olarak öne çıkıyor. İntihar bombalamaları ile transit geçiş esnasındaki eylemler IŞİD mensubu yabancı terörist savaşçılar tarafından gerçekleştirilmişti. Sınırdaki ve Irak’taki eylemler ise görece daha az şiddet içeren ve Türk tarafının silahlı güç kullanarak hemen tepki verdiği eylemler olarak tanımlanabilir.
Henüz hedefsiz terör saldırıları aşamasına gelinmedi
IŞİD’in Türkiye’ye karşı eylemleri değerlendirildiğinde IŞİD’in yabancı terörist savaşçılarının oluşturduğu tehdit ön plana çıkıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2178 sayılı kararının getirdiği tanıma göre, Suriye ve Irak topraklarında terörist örgütlerce devşirilen herkes yabancı terörist savaşçı sayılıyor.
Başka bir ifadeyle, Türkiye’den gidenler ile üçüncü ülkelerden buraya gidenler aynı biçimde yabancı terörist savaşçı statüsündeler. Bu tanım önemli çünkü yabancı savaşçıların çatışma alanından döndüklerinde edindikleri çatışma tecrübeleri onları gittiklerinden daha tehlikeli hale getiriyor. Ez cümle, IŞİD tarafından devşirilmiş kişiler Türkiye’ye döndüklerinde ister Türk vatandaşı olsunlar, ister olmasınlar Türkiye’ye yüksek düzeyde tehdit yaratıyorlar.
IŞİD’in yabancı terörist savaşçılarının intihar eylemlerinin üçü Sultanahmet ve Taksim bölgesinde, diğer üçü ise Diyarbakır, Suruç ve Ankara’da gerçekleşti. Eylemlerin yaşandığı dönemler ayrı ayrı değerlendirildiğinde, IŞİD’in hedef tespit etme ve o dönemin hassasiyetlerine uygun hedef seçme yeteneğinin yüksek olduğu görülüyor. Şüphesiz bunda Türkiye’nin nüfusunun yüksek oranda Müslüman olması bir etken. Zira IŞİD, Türkiye’den istediği seviyede insanı devşiremediği için henüz Türkiye’deki eylemlerini hedef seçmeksizin yapma aşamasına geçmedi. Maalesef bu aşamaya geçmeyeceğinin de bir garantisi yok.

Ayrıca medyada yer aldığı kadarıyla intihar eylemlerini gerçekleştirenlerin IŞİD’in Suriye ve Irak topraklarındaki faaliyetlerine katılmış olduğunu görüyoruz. Öte yandan, güvenlik güçlerinin engelledikleri tüm eylemleri anlaşılabilir nedenlerle kamuoyuyla paylaşmadıkları bilinen bir gerçek. Dolayısıyla eldeki veri çerçevesinde çatışma alanı tecrübesine sahip eylemcilerin sonuca gitme konusundaki yeterliliği hakkında bir analiz yapmak mümkün değil.

Ancak, IŞİD’in Türkiye’deki intihar eylemleri incelendiğinde, her eylemde ortalama 26 can kaybı ve 126 civarında yaralı sayısı gibi bir dehşet rakam ortaya çıkıyor. Bu oran, tecrübeli yabancı terörist savaşçıların ölümcül etkisini gözler önüne seriyor.
Esasen Türkiye’nin çatışma alanına sınır olması nedeniyle bu saldırıların şu anda Türkiye’de görüldüğünü ve ileride dünyanın geri kalan coğrafyalarına yayılma potansiyeli olduğunu da vurgulamak gerekir. Başka bir ifade ile Türkiye’de son iki yılda yaşanan eylemler, IŞİD terörünün dünyaya yayılmaya başladığının belki de ilk göstergesi sayılabilir.

Türkiye’nin IŞİD Stratejisinin 4 ayağı

Türkiye’nin IŞİD’e karşı stratejisini anlamak için ise şu noktayı öncelikle ele almak gerekir. 

2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı sonrası yaşanan gelişmeler sonucunda şu anda Türkiye devlet dışı aktörlerle sınırdaş oldu. 

Hâlihazırda, bahse konu sınırda Türkiye’nin karşısında PYD, IŞİD ve ÖSO başta olmak üzere muhalifler bulunuyor. Açıkçası devlet dışı aktörlerle sınırdaş olmak ve dahası bunların birbiri ile çatışma içinde olması güvenlik endişelerini artırıyor. Tabii buna ek olarak Türkiye’nin diplomatik platformlarda karşı olduğunu sürekli dile getirdiği Suriye Rejimi ile de komşu olduğunu ve Rusya’nın rejime desteğini de düşündüğümüzde durum daha da karmaşıklaşıyor.

Velhasılıkelam, Türkiye bu Coğrafyada güvenlik yükünü önemli oranda omuzlarında hissediyor. 
Türkiye otuz yıldan fazla bir süredir PKK terör örgütü ile mücadele ediyor.

Ancak IŞİD, PKK’ya kıyasla Türkiye için bilinmeyenleri daha fazla olan bir örgüt. Bu çerçevede Türkiye’nin IŞİD’e karşı stratejisi dört farklı aşamayı içeriyor. Öncelikle Türkiye uluslararası kamuoyu ile işbirliği içinde 2014’ün başından itibaren yabancı terörist savaşçıların transit seyahatlerinin engellenmesine yoğunlaştı. Günümüzde bu konuda önemli bir gelişme sağlandı. İkinci aşamada ise 2015’in yaz aylarından itibaren bunların sınırdan geçişlerini engellemek için Suriye sınırını tahkim etmeye ve bunların olumlu yansımalarını da almaya başladı.
Üçüncü olarak Türkiye’ye dönen yabancı terörist savaşçıların eylemlerini engellemek şu anda en önemli aşama sayılabilir. Görülen o ki bu oldukça meşakkatli bir süreç olacak. Ama iş bununla da bitmeyecek, zira son aşamada bu kişilerin radikalleşme lerini tersine çevirmek gerekir ki henüz dünyada bununla ilgili ne tür yöntemlerin etkili olacağına dair bir görüş birliği yok. 
İlk üç aşamada yapılacaklar belli olmasına rağmen, son aşamanın nasıl olması gerektiğine dair bir yol haritası dahi bulunmuyor.


..