TÜRK-İŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK-İŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 25

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 25


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


4.6.5. 28 Şubat Kararlarının Analizi 

28 Şubat 1997 MGK Kararlarının açıklanması üzerine Refah-Yol Hükümeti bu 
süreç içerisinde iktidarda kalma mücadelesi gösterirken Genelkurmay Başkanlığı ise, işi artık “Silahsız Kuvvetler Halletsin” şeklinde açıklamalar yaparak Refah-Yol Hükümeti’ni iktidardan uzaklaştırma çabası içerisine girmiştir. Tarihi MGK Toplantısı gündeminde irtica tehdidi ele alınmış ve hedef Başbakan Erbakan olarak gösterilmiştir. 
Bu gündem sonrasında ise artık Başbakan Erbakan ve asker arasında sürecek olan uzun süreli bir tartışma gündeme gelmiş olmakla beraber Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ve kapatılmasına kadar uzanan geniş bir olgu gerçekleşecek idi. 28 Şubat Kararları, Başbakan Erbakan için sürpriz değildi. Kararlar öncesinde de YAŞ’ta emekliye sevk edilen askerler konusunda da komutanlarla bir çatışma yaşamış Başbakan Erbakan sonrasında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber askeri kanat tarihi MGK Toplantısında Başbakan Erbakan’ı adeta Cumhurbaşkanı Demirel’e şikâyet ediyorlardı (Ilıcak, 2013, s.117). 

28 Şubat MGK Kararı sonrasında ülkede siyasi tansiyon daha da yükselmiştir. 
28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısından sonra Başbakan Erbakan’ın MGK kararına tepkisi sert olmuştur. Başbakan Erbakan, “Dinle uğraşan çarpılır, her MGK kararı uygulanmaz, MGK kararları emir değildir” şeklinde açıklamalar yapmış (TBMM, 2012, s.1047) ve ülkedeki yüksek olan siyasi tansiyon bu açıklama ile beraber daha da yükselmiştir. Başbakanın bu sözleri üzerine, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 8 Mart 1997 tarihinde yapılan resmi açıklamada; MGK’ya yapılan eleştirileri sert bir şekilde cevaplandırılmıştır. Basında “İmza Krizi” şeklinde değerlendirilen bu olay sonrasında koalisyon ortağı DYP’li milletvekillerinden bazıları partilerinden istifa etmiş, erken seçim yapılmasını ve hükümetten çekilmeyi önermişlerdir (Birand-Yıldız, 2012, s.217). 

Başbakan Erbakan, ilerleyen günlerde bu sert üslubunu terk etmiş; MGK’nın 64’üncü Kuruluş Yıldönümü kutlaması için 31 Mayıs 1997 tarihinde MGK Genel Sekreterliği hizmet binasında düzenlenen törene katılarak, askerlere ılımlı mesajlar vermiştir. 

Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ise 28 Mart 1997 tarihinde Genelkurmay 
Başkanlığını ziyaret ederek, TSK’ya irtica tehdidi hakkında yapılan görüşmelerde güven telkin eden görüşler bildirmiştir. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, ziyaret sonrası yaptığı basın açıklamasında; 

“8 yıllık eğitimle ilgili çalışmalar hassasiyetle sürmektedir. Kimileri MGK 
Kararlarını İmam Hatip Okullarının, Kuran Kurslarının ve camilerin kapatılması gibi yorumlamaktadır. MGK Kararlarının niteliği böyle değildir. MGK Anayasal bir 
kurumdur. Hükümetimiz de gereğini yapmakta kararlıdır” demiştir. 

TBMM içerisinde bulunan muhalefet partilerinden CHP ve DSP ise hükümeti 
istifaya davet etmiş; CHP lideri Deniz Baykal, “Hükümetin istifa etmemesi halinde 
ülkede çatışma çıkacağını” öne sürmüş ve DSP Lideri Bülent Ecevit ise “Hiçbir 
devletin ordusu, kendine ve devlete karşı silahlı ayaklanma kışkırtıcılığı karşısında 
sessiz, tepkisiz kalamaz” demiştir (Komisyon, 2012, s.170-171). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı sonrasında siyasi tepkiler genel olarak yukarıda 
ki gibi gerçekleşmiş olmakla beraber özellikle sivil toplum kuruluşlarından da çeşitli tepkiler gelmiştir. 
MGK kararları toplumun bir kesimi tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğer bir kesimi ise kararlara karşı büyük tepki göstermiştir. İş dünyasında, DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak; “Ya asker gelecek, ya irtica. Ne 12 Mart’ta, ne 12 Eylül’de bu kadar açık görünmüyordu. Daha ne duruyorlar… Bakın haftalardır hemen her gün asker medyada yer alıyor. 12 Eylül öncesinde bu kadar ses vermiyorlardı” demiştir. 
Sivil toplum örgütleri muhalefet partilerinden CHP ve DSP Milletvekillerinde desteğini alarak Refah-Yol Hükümeti’ne karşı muhalefet girişimlerine başlamışlar dı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa çıkar birliği yerine siyasi birlik için bir araya gelen TÜRK-İŞ, DİSK ve TESK 28 Şubat sürecinde yaşanan olayları kendi platformların da gündeme getiriyor ve Refah-Yol Hükümeti’ni protesto ediyorlardı. Sivil toplum örgütlerinin bu faaliyetlerinin yanında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile de görüşerek, içinde bulunulan siyasi atmosfer hakkında duygu ve düşüncelerini anlatıyorlardı. Bunun yanında mecliste bulunan milletvekillerine mektuplar yazarak Anayasa’ya, laikliğe, demokrasiye ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine 
olan bağlılıklarını ve yeminlerine sadık kalınmasını istiyorlardı. Bu gelişmelerin 
yanında özellikle Anadolu’nun çeşitli illerinde, özellikle Pazar günleri, İmam Hatipliler ve başörtülü kızlar tarafından 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları aleyhinde gösteriler düzenleniyordu (TBMM, 2012, s.1048). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı sonrası ülkenin girmiş olduğu süreç, sıkıntılı bir 
sürecin başlangıcı olmakla beraber uzun sürecek siyasi ve sosyal tartışmaları da 
beraberinde getirecektir. Bu tarihten sonra MGK'dan geçirilen kararların 
uygulanmaması olasılığı, siyaset yaşamında kriz yaratacak mahiyettedir. Kabinenin RP kanadının MGK kararlarını imzalamayı reddetmesi, ardından kamuoyunda tartışmaya açması tedirginliğe yol açmıştır. 28 Şubat sonrası, aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin de tepkilerini göstermeye başladıkları bir dönemdir. Odalar Birliği, DİSK, TÜRK-İŞ, TESK ve TİSK arasında hükümete karşı bir oluşum olarak bir dönüm noktasını ifade etmektedir (Özgan, 2008, s.85). 28 Şubat 1997 döneminde, İstanbul ve Ankara kulislerine yayılan hava, Refah-Yol Hükümeti’nin gitmesi yönündedir (Opçin, 2004, s.39). Bir başka ifade ile 28 Şubat 1997 MGK’sı; hükümetin gitmesini hedefleyen bir muhtıra şeklinde yorumlanmıştır. 

28 Şubat Kararlarının analizini iyi yapabilmek için, MGK Toplantısında anılan 
kararların ve kararlara ilişkin bildirinin gözden geçirilmesi ve tahlil edilmesi elbette yerinde olacaktır. MGK’nın 28 Şubat 1997 Toplantısı sonucunda alınan kararların kamuoyuyla paylaşıldığı bildiri, Cumhuriyet tarihinin son Askeri müdahalesi olarak anılmış ve 28 Şubat sürecini başlatan belge olarak önem kazanmaktadır. Tarihi bildirinin yayınlanmasından önce, MGK’nın olağan toplantısıyla ilgili basın yoluyla oluşan gündem, bildirinin sunulmasından sonra da beklendiği gibi ülkeyi oldukça uzun bir süre meşgul etmiştir (Komisyon, 2012, s.313). 28 Şubat süreci “post-modern darbe” olma özelliğiyle şüphesiz önceki darbelerden birçok yönden farklıydı ve bu nedenle 28 Şubat sürecinin anlaşılması daha zor olmuş ve uzun zaman almıştır. Türkiye’de daha önce üç siyasi darbe yapılmıştı ve darbe sonucunda mevcut hükümetler gönderilmiş, yerini askeri cunta yönetimleri almış, partiler kapatılmış ve sorumlu görülen siyasiler cezalandırılmış tır. Bu ceza siyasi yasaklı olmaktan asılmaya kadar gitmiştir ve her seferinde hükümet tekrar sivil yönetime devredilse de devleti koruma amaçlı yaptırımlar 
ve yasalar artmıştır. Darbe sonralarında kurulan askeri hükümetler ülkeyi uzun yıllar geri götürmüş olmakla beraber ülkede istikrarsızlık ise darbe sonrasında da devam etmiştir. Darbe öncesinde toplum ve siyasi yaşamda bulunan özgürlükler darbe sonrası ile uzun süreli olarak askıya alınmıştır. Batılı demokrasilerde düşünülemez olan darbeler Türkiye’nin eğitimli kesimlerinden destek almış olmakla beraber; basın ise çoğu zaman askerlere övgüler yağdırmıştı. Demokrasiye yapılan bir darbenin meşrulaştırılması ve yoğun destek almasını anlamak için şüphesiz Cumhuriyet tarihine bakmak gerekir, zira kuruluşundan itibaren bazı kırmızı çizgiler konmuş ve bu çizgiler iktidara sahip elit kesimden tarafından daima korunmuştur. Yaşanan askeri darbelere baktığımızda ise elit kesimin başını ordunun çektiği görülmektedir; ancak bürokrasi, akademik camia ve daha sonra bazı sivil toplum kuruluşları da buna dâhil olmuştur ve destek vermişlerdir (Akın, 2011, s.47). 

28 Şubat süreci içerisinde hazırlanan bildiri metni ve açıklanan 18 maddelik 
tedbirlerin esas itibariyle askerler tarafından öncesinde hazırlanmış olduğu ve 
toplantıdan önce hazırlanmış bu metne toplantı esnasında birkaç küçük revizyon dan sonra son şeklinin verildiği bilinmektedir. Zaten 28 Şubat 1997 tarihli MGK Toplantısı gündeminin, Anayasa’nın emrettiği gibi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından değil, günler önceden askerlerce hazırlanmış olduğunu medyaya yansıyan bilgilerle gösterilmiştir. Özellikle bildiride dikkat çeken bir husus anayasal açıdan kurulun üyesi olmayan MGK Genel Sekreteri’nin toplantıya katılmış olduğunun resmi bildiride özellikle belirtilmiş olması (Gürses, 2009, s.173) 28 Şubat süreci ve bu süreçte askerin rolünün ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

Bu dönem içerisinde özellikle Refah-Yol Hükümeti’ne adeta dayatırcasına verilen 18 maddelik bu kararlarda yer alan baskın dilin, demokratik seçimle gelen bir hükümete karşı kullanılması Türkiye’de çok büyük bir tepkiyle karşılanmamış tır. Bu tepkinin zayıf kalmasında, kararların ve taleplerin medya organları tarafından halka yansıtılmasında ki üslup da etkili olmuştur. Murat Yetkin’e göre; “O günkü konjonktür de askeri darbe ihtimali de düşünülmüştür”. Yetkin’in ifadesine göre; “MGK’da kararlar iletildikten sonraki hedef olan Başbakan Erbakan’ın anayasal zeminden çıkmadan hükümetten düşürülmesi amacına ulaşmak için, her aşamasında Cumhurbaşkanı Demirel’in kontrolünde olan, eşi benzeri görülmemiş, kitle örgütleri, yargı ve medya boyutunun olduğu bir operasyon yürütülmüştür” 

Genel hatlarıyla bakıldığında tarihi MGK bildirisi, Türkiye Cumhuriyeti’nde 
görülen askeri müdahaleleri başlatan bildirilere oranla daha yumuşak bir dille yazılmış ve ifade yönünden baskın ve daha özenli seçilmiş bir dil kullanılmış bir bildiridir. Yayınlanan bildirinin en önemli özelliklerinden biri de, toplantıda alınan 18 maddelik kararlardan 10’uncu maddenin Uluslararası ilişkilerde ortaya çıkarabileceği problemler dolayısıyla tam metninin yayınlanmamış olması, zaten bildirinin tamamı yerine toplantı görüşmesinin kısa bir özeti, basın yoluyla kamuoyuyla paylaşılmıştır (Komisyon, 2012, 313). 

Bu durum karşında özellikle 28 Şubat öncesinde yapılan açık müdahalelerin 
yerine, askeri müdahalelerin artık bundan sonra sessiz ve daha temkinli olacağının ve siyaset yaşamının hemen hemen her alanında etkili olunacağının sinyalini vermesi açısından oldukça önemlidir. Yukarıda bildirinin 10’uncu maddesi hakkında bilgi verilmekle beraber özellikle asker ülkenin uluslararası ilişkilerini düşünülüp maddenin kısa bir özetini vermiş olsa da aslında askerin uluslararası ilişkilerde kendini daha ön plana çıkarmayı açıkça hedeflediği ve kendini baş aktör olarak gördüğünün bir işaretidir yani kendini ülkenin iç ve dış siyasetinde de etkin ve muktedir güç olarak gördüğünün bir kanıtıdır. 

28 Şubat MGK Toplantısı sonucunda basınla paylaşılan bildiri dışında hükümete 
yönelik 18 maddelik uyarı ve yapılması gerekenler listesi, toplantı gündeminin asıl 
kısmını oluşturması açısından oldukça önemlidir. Basınla paylaşılan bildiriye 
bakıldığında “Çağdaş Medeniyet Yolu”, “Bölücü Terör”, “Devletin Bölünmez 
Bütünlüğü”, “Tedbir”, “Huzur ve Güvenlik”, “Hukuk Devleti”, “İstenmeyen 
Davranışların Yol Açacağı Yaptırım” kavramlarının sıkça kullanıldığı, üzerine vurgu 
yapıldığı ve tekrarlandığı görülmektedir. Bu kavramların yükleneceği asıl anlam 
kendini; kamuoyunun başlangıçta bilmediği 18 maddelik listede göstermektedir. Giriş bölümü olarak nitelendirilebilecek olan basın bildirisi; oldukça vakur bir dille yazılmış ve hatta askeri bir müdahale için gayet demokratik ve kibar sayılacak bir dilde ifadelerden oluşmuştur. 
Aslında toplantıda alınan kararlar, çok örtülü bir şekilde paylaşılmış olmasına rağmen, MGK’nin çok paylaşımcı bir hava içinde basına özel bir bildiri hazırlamış ve göndermiş olması da askerin yeni manevralarından biridir. 
Böylece; ulaştırılmak istenen mesaj kısıtlı bir alanda amaçlanan yere ulaşmış olmakla birlikte, basınla iyi ilişkiler kurulduğuna yönelik kanaat de güçlenmiş olacaktır. Devamında halkın endişelerinin giderilmesi ya da askerin müdahil tavrının aklanması işlevini medya zaten kendiliğinden üstlenecek tir (Komisyon, 2012, s.313). Başarılı bir şekilde uygulanan bu yöntem sonrasında Türkiye’de tarihin akışını ve seyrini değiştiren köklü değişimler de beraberinde gelmiştir. 
Türk demokrasisinde derin yaralar açan askeri müdahaleler sonrasında ülkeyi on yıllarca gerilere götürmekle beraber istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir. Özellikle 28 Şubat sonrasında, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal zemininde sonuçları uzun sürecek ve tartışılacak kalıcı problemler ortaya çıkmıştır. 

28 Şubat 1997 MGK kararlarının özünü oluşturan 18 maddede sıkça 
Cumhuriyetin Temel Nitelikleri” vurgusu yapılmış olmakla beraber; birkaç kez “Laiklik ilkesinin korunması” konusunda özel bir hassasiyet olduğu dile getirilmiştir. Ayrıca, İslami hareketlerin özellikle irtica tehdidi ve şeriat akımlarının toplumda ciddi boyutlarda yayıldığı ve denetlenmediği; “Millet” yerine “Ümmet” kavramının oturtulmaya çalışıldığı ve “Mezhep” ayrılıklarının körüklendiği ne dikkat çekilmiştir (TBMM, 2012, s.1185). 

Yayımlanan bildirinin genel havasını, söylem tarzını, üslubunu belirleyen temel 
kavramlarsa demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ve tedbir kavramlarıdır. Bu iki 
kavram üzerinden bakıldığında mesaj gayet açıktır: “Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti tehlike altındadır.” Öyleyse yapılması gereken şey “tedbir” almaktır. Bu tedbiri almak da bu toplantı vesilesiyle MGK ve ilgili birimlere düşmektedir. Buraya kadarki değerlendirmeleri kısa bir şekilde özetlemek gerekirse; toplumsal huzursuzluk, İslami örgütlenme ve irticai kadrolaşma askeri oldukça rahatsız etmekte ve kendini Cumhuriyetin temel değerlerini korumakla görevli gördüğünden bir müdahale yolu aramakta; buna karşın Cumhuriyet tarihi boyunca daha önce yaşanmış üç askeri darbenin yarattığı kötü imaj da daha fazla pekiştirilmek istenmemektedir. Belki de bu yüzden bildiride hukuk devleti vurgusu dikkatle ve diğer kavramlara oranla daha baskın bir şekilde dile getirilmiştir. Bildirinin belirli bir yöntem örgüsüyle hazırlandığını var sayarsak; ortaya koyulan bildirinin amacı, hukuk devletinin devamlılığı için uygun ortamın sağlanmasıdır. 

Bu vurgunun askerin imajına yönelik bir çekinceyle yapıldığı, amacın aslında bir müdahale değil, hukuk devleti ilkesinin ön plana çıkarılmaya çalışılıyor olduğu düşünülebilir olmakla birlikte; bildiride kullanılan, basında da önemli yer teşkil etmiş olan bir başka ifade, bu varsayımla çelişen bir durum yaratmaktadır. 
Basın bildirisinin 4. maddesinin son paragrafı ve kapanıştan önceki son cümlesinde geçen “açıklanan esaslar aksine davranışların toplumda huzur ve güveni bozarak yeni gerginlik ve yaptırımlara neden olacağı” cümlesindeki yaptırım sözcüğü, hukuk devletine yapılan vurgunun ve bu vesileyle verilen önemin samimiyeti konusunda MGK'yi sorgulanır bir duruma düşürmüştür. Zaten basında yer alan haberlerde bu bildirinin darbeye yönelik bir ihtar olduğuna dair söylemler de, kaynağını çoğunlukla yaptırım kelimesinden almaktadır (Öcal, 2009, s.24-25). 
28 Şubat MGK bildirisiyle ilgili değinilmesi gereken önemli noktalardan biri ise 
Avrupa Birliği’ne girme konusundaki kararlılığa değinilmiş olunmasıdır. Bu önemli 
konu aslında MGK'nın bazı kavram ve söylemleri sarf ederken gösterdiği çekincenin nereye dayandığını açıkça ortaya koymaktadır (Öcal, 2009, s.25). Demokratik sistemlerde ülkelerin hak ve menfaatlerini koruyacak dış politika tedbirlerinin takdiri tamamen halkın demokratik temsilcileri olan TBMM ve Hükümete aittir (TBMM, 2012, s.1186). Bildiri, 28 Şubat 1997 tarihli toplantıya yansıyan iradenin sistemin gerçek patronu olduğunu ve bu iradenin bir bakıma anayasal-kurucu iradeyi yansıttığını alenen ilan etmektedir. Söz konusu bildiri, adeta anayasal düzenin dışında olduğumuzun kanıtı gibidir. Bunun en belirgin göstergesi ise, bildirinin birçok yerinde çeşitli konularda gerekli tedbirlerin Kurulca “uygun bulunduğu” belirtilmek suretiyle, hükümete herhangi bir takdir yetkisinin bırakılmadığının ima edilmiş olmasıdır (Gürses, 2012, s.85) Tavsiye niteliğinde olması gereken MGK Kararları, bildiride ilk defa yaptırım 
kelimesinin geçmesi de bildirinin arkasındaki iradenin niyetini açıkça gözler önüne 
sermektedir. 
Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın “28 Şubat Süreci” adlı 
kitabında, tarihi MGK bildirisinin analizini yapmış ve bildirinin arkasındaki iradeye 
hâkim olan kaygının anayasallık ve demokrasi ile ilgili olmadığını ortaya koyan birçok ifade ve ibareye rastlandığını (Komisyon, 2012, s.315) aşağıdaki şekilde ifade etmiştir: 
Birincisi, bildirinin müelliflerinin temel kaygısı Atatürk Milliyetçiliği, Atatürk 
İlke ve İnkılapları, çağdaş medeniyet, rejim aleyhtarı, çağdışı uygulamalar, devleti güçsüzleştirmeye yeltenmek gibi ibarelerde yansıyan devletçi-ideolojik bir kaygıdır. 
Gerçi metinde demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları terimlerine de rastlanmakla beraber, bunların bildirinin genel felsefesiyle pek uyumlu olmadıkları ve onun için birer yama gibi durdukları söylenebilir. 
İkincisi, laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ‘de güvencesi olduğunu ve bazı ilkelerin Anayasamızın ve Devletimizin teminatı altında olduğunu belirten ifadelerden, rejim ve devletin anayasallık ve demokrasiden ayrı ve öncelikli birer değer olarak görüldükleri anlaşılmaktadır. 

Üçüncüsü, Çağdışılıktan ve çağdaş medeniyet ’ten ayrılma yönündeki eğilimleri yeren ibarelerle birlikte düşünüldüğünde, laikliğin bir yaşam tarzı olduğunun vurgulanması, devletin asıl kaygısının insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi olmayıp, belli bir dünya görüşü ve toplum projesini hâkim kılmak olduğunu göstermektedir. 
Dördüncüsü, bildirinin müelliflerine göre, herhangi bir çağdaş demokraside olduğu gibi rejim ’in tartışılması Türkiye'ye yarardan çok zarar vermektedir. Demek ki, MGK'nın temel güdüsü, insan haklarının özünü oluşturan düşünce ve ifade özgürlüğünü muzır addeden cari rejimin son derece kısıtlayıcı çevresini bile yeterli görmeyen bir ruh halinden doğmaktadır. Gerçi bu, demokrat yurttaşlar için yeni bir bilgi olmamakla beraber, 28 Şubat muhtırasının gerçek motivasyonları konusunda yararlı bir ipucu teşkil etmesi bakımından yararlıdır” şeklinde ifade etmiştir (Erdoğan, 1999, s.23-24). 

26. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 5

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 5


Komisyonumuz Üç alt komisyon halinde çalışmalarını yürütmüş ve sonlandırmıştır. Bunlar; 

• 27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası Alt Komisyonu, 
• 12 Eylül 1980 Darbesi Alt Komisyonu, 
• 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ve 27 Nisan 2007 E-Bildirisi Alt Komisyonu. 

Alt komisyonların ulaşmış olduğu sonuçlar ile milletvekillerinin görüşlerine bağlı olarak geliştirilen öneriler: 

1. Sivil Anayasa. Mevcut anayasa ile birlikte temel yasaların büyük çoğunluğu 
darbelerden miras kalmıştır. 12 Eylül rejiminin dolayısıyla militarist söylemin 
temel özelliklerini içinde barındıran anayasalar döneminin sona erdirilmesine 
ve milletin temsilcilerince hazırlanacak bir anayasaya her zamankinden daha 
çok ihtiyaç vardır. Halkı bir yığın düzeyine indiren hâli hazırdaki anayasayla 
çoğulcu demokratik bir sistem ve iç barış kurulamaz. Temel insan haklarının 
güvence altına alındığı; hükümetin yönetilenlerin rızasına dayandığı; 
çoğunluğun yönetiminde, lakin azınlık haklarının garanti altına alındığı; özgür 
ve adil seçimler, kanun önünde eşitliğin, bağımsız ve tarafsız mahkemelerin 
var olduğu; hükümetin anayasa ile sınırlandırıldığı; toplumsal, ekonomik ve 
siyasal çoğulculuğun, hoşgörü, işbirliği ve uzlaşma değerlerinin benimsendiği; 
tam demokrasi, çoğulculuk ve özgürlüğün esas alındığı bir kavrayışla halkın 
gerçek temsilcilerince, halkın önünde ve yüksek sesle tartışılmış yepyeni bir 
anayasa yapılmalıdır. 

2. Gerçekleri Araştırma Komisyonu. Komisyonumuzun ele almış olduğu 
konunun derinliği ve kapsamının genişliği sebebiyle detaylı araştırma fırsatı 
ve imkânı bulunamayan hususların olduğu ortaya çıkmıştır. Bu itibarla yasal 
düzenlemeler yapılmak suretiyle, Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulmalıdır. 
Bahse konu Komisyonun Genel Kurul’un takdir edeceği süreyle çalışması ve 
daha geniş yetkilerle donatılmasını teminen, devlet sırrı, ticari sır ve 
bankacılık sırrı niteliğindeki bilgilere erişme imkânını verecek hukuki 
düzenlemeler yapılmalıdır. Bunlara paralel olarak TBMM İç Tüzüğünde de 
gerekli değişikliklerin yapılması sağlanmalıdır. 

• Darbe mağdurları: Temel insan haklarının askıya alındığı darbe, 
muhtıra ve post modern darbe dönemlerinde mağdur olan, işkenceye 
uğrayan, hüküm giyen vatandaşların ve kamu görevlilerinin, 
durumlarının incelenmesi, gerektiğinde yargılamanın yenilenmesi, 
haklarının iadesi, ayrıca işkence, insan hakkı ihlalleri yapan ve 
insanlığa karşı suç işleyen kamu görevlilerinin araştırılması ve 
bunların kamuoyuna ifşa edilmeleri için; 

• Siyasi cinayetler: Tüm darbe dönemlerine uzanan süreçlerde 
yoğunlaşan ve büyük çoğunluğunun faili ya da azmettiricisi 
bulunamayan siyasi cinayetler ile toplumda infial yaratan ve özellikle 
Sivas Olayları, Başbağlar ve Yavi Katliamları ile benzeri olayları 
araştırmak üzere; 

• 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas katliamları: 12 Eylül 
darbesine giden yolda ülkeyi darbe ortamına hazır hale getirmek için 
tertiplenen olaylar ile 1990’lı yıllarda Kürt meselesini derinleştiren 
olaylar da dâhil, tüm cinayetlerin arka planında yer alan karanlık 
odakların ortaya çıkarılması maksadıyla; 

• Kamuoyunda hukuk dışı faaliyetler içinde bulunduklarına dair çok güçlü 
iddialar bulunan ve Özel Harp Dairesi, “Gladio”, “Kontrgerilla”, “JİTEM” 
adıyla bilinen oluşumlar: Kuruluşunda Seferberlik Tetkik Kurulu, sonra 
Özel Harp Dairesi ve ardından Özel Kuvvetler Komutanlığı ismini 
alan, doğrudan Genelkurmay Başkanlığına bağlı birim hakkında iddia 
edilen hukuk dışı faaliyetlerin incelenmesi ve buraya ait olduğu iddia 
edilen kozmik oda/odaların ve buradaki belgelerin araştırılması 
hususunda; Ayrı ayrı araştırma komisyonları kurulması Türkiye Büyük Millet 
Meclisi’ne önerilmiştir. 

3. Devlet ve darbe mağdurları: Darbe süreçlerini yaşamış ve demokrasilerini 
sağlamlaştırarak normalleşmelerini tamamlamış ülkelerdeki hukuki 
düzenlemeleri dikkate alarak, tüm askeri darbelerin ve muhtıraların, hukuku 
ve demokrasiyi ağır şekilde ihlal eden fiiller olduğunu ilan edecek, darbelerin 
asli faillerini kınayacak ve tüm mağdurlardan özür dilemeye olanak tanıyacak 
bir hukuksal çerçeve oluşturulmalıdır. 

4. Millî Güvenlik Kurulu: Askeri vesayeti kurumsallaştıran tüm mekanizmalar 
sivilleştirilmeli, hesap verebilen ve denetlenebilen bir yapı inşa edilmelidir. 
Militarist dili, devlet söyleminin ve aygıtlarının merkezine taşıyarak kendine 
“hükümetler ve siyaset üstü” rol biçen Millî Güvenlik Kurulunun normal bir 
demokraside yeri yoktur. Millî Güvenlik Kurulu uygulamalarının Türkiye’ye 
maliyeti; demokratik işleyişi engelleyerek siyasi, sosyal, ekonomik nitelikteki 
ulusal sorunların çözümünü güçleştirmiş olmasıdır. Siyasetin askeri 
vesayetten kurtarılması ve ülkenin her sorununun millî güvenlik kriterleri 
doğrultusunda tartışılmasının önüne geçilebilmesi için, Millî Güvenlik 
Kurulu Avrupa Birliği normlarında, sivil yapının kontrolünde ve tavsiye 
organı şeklinde yapılandırılmalıdır. 

5. Genelkurmay Başkanlığının hukuksal statüsü: Anayasada, 
“Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı 
sorumludur.” şeklindeki hükümde yer alan “sorumluluğun” mahiyeti ve 
sınırları net bir şekilde belirlenmemiştir. Hâlâ Genelkurmay Başkanı’nın 
sorumluluk sınırları ve yaptırımları ile kuvvet komutanlarının Millî Savunma 
Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na karşı görev ve sorumluluklarını 
belirleyen bir düzenleme yoktur. Bu itibarla, Genelkurmay Başkanlığının 
özerk, hesap vermeyen, her şeyin ve herkesin üstündeki statüsü artık son 
bulmalı, devlet teşkilatındaki konumu çağdaş demokratik ülke örneklerine 
uygun hale getirilmeli ve Genel Kurmay Başkanlığı, Millî Savunma 
Bakanlığına bağlanmalıdır. Ya da Başbakanlığa olan bağlılığının idari ve 
hukuki yönden açıklığa kavuşturularak bu yönde yasal düzenleme 
yapılmalıdır. 

6. İç güvenlik, asayiş ve ordu: Orduyu bir zabıta kuvveti olarak görmekten 
artık vazgeçilmelidir. Terörle mücadelenin yanında, kolluk kuvveti olarak 
görev yapan jandarma teşkilatının mevcut durumu, demokratik devletlerde 
olması gereken kriterlere uymamaktadır. AB ülkelerinde Jandarma, sadece 
Fransa ve İtalya’da vardır, ancak bunlar da Türkiye’nin Jandarma teşkilatı 
gibi değil tamamen sivil bir birim gibi İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Jandarma 
teşkilatının, iç güvenlik ve adli mekanizmadaki görevi sonlandırılmalıdır. 
Jandarma teşkilatı, sivil bir yapılanmaya dönüştürülmeli ve demokratik 
teamüllere uygun şekilde denetlenmesine olanak tanıyacak bir hukuksal 
çerçeveye kavuşturulmalıdır. 

7. Ordunun demokratik denetimi: Orduya yönelik denetim işlevi pratikte 
tam olarak yerine getirilememekte, bu noktada ikincil mevzuatın kanuna 
uygun olarak ve kanunda verilmiş yetkileri kısıtlamayacak şekilde 
hazırlanması ve uygulanması gerekmektedir. Bu alanda mevzuattan 
kaynaklanan tek istisna olan Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı 
(TSKGV) ve şirketleri yasal düzenlemeyle Sayıştay veya doğrudan TBMM 
denetimine açılmalıdır. 

8. Askeri yargı: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin benimsediği objektif 
ölçüte göre, Türkiye’de askeri yargı, askeri hiyerarşinin belirleyiciliği veri 
alındığında etki altında bir görünüm arz etmektedir. Silahlı Kuvvetlerin, iç 
disiplin açısından Almanya örneğindeki gibi disiplin yargılamasına sahip 
kılınması yeterlidir. Askeri mahkemelerin kaldırılıp adliye içerisinde uzmanlık 
mahkemeleri olarak yapılandırılması; “Askeri” mahkeme değil “asker” 
mahkemesi oluşturulması, bu mahkemede görülecek davaların temyiz 
incelemesi görevinin de Yargıtay’ın ceza dairelerinden birine verilmesi, 
yargılanacak sivil ve asker kişiler bakımından güvence sağlayacaktır. Bu 
itibarla, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kapatılmalı, 
yüksek yargı temyiz yeri, Yargıtay ve Danıştay’dan ibaret olmalıdır. 

9. Fişlemeler: Her türlü fişleme, hukuka aykırı dinleme, takip ve kayıt 
faaliyetlerine son verilmeli ve mevcut bütün fişleme kayıtları imha 
edilmelidir. Kendi vatandaşını iç tehdit ve iç düşman olarak görmek, 
demokratik toplum anlayışına ve insan haklarına aykırıdır. Batı Çalışma 
Grubu ve EMASYA örneklerinde yaşananların aksine, orduya Türkiye 
Cumhuriyeti vatandaşlarını fişleme yetkisi verilmemiştir. Genelde askeri 
istihbaratın özelde Jandarma’nın yaptığı bu tür istihbarat faaliyetleri; yetki ve 
görev tecavüzü niteliğindedir ve açıkça kanun dışıdır. Jandarma Genel 
Komutanlığı kendi sorumluluk sahasında olmak kaydıyla ancak ve ancak, 
suçu önleme amaçlı teknik istihbarat ve teknik takip yapabilir. Askerin 
Türkiye’de oluşturduğu fiili durum ve nüfuz, kanunlardaki açık hükümlere 
rağmen jandarma ve diğer askeri istihbarat birimlerinin fişleme 
yapabilmelerine imkân vermiştir. Bu fiili duruma göz yumulmamalıdır. 

10. Profesyonel ordu: Türkiye’de ordu profesyonelleştirilmeli; bu yönde 
ordunun harekât kabiliyetini artıracak bir düzenlemeye gidilerek, nicelikten 
ziyade niteliği öne çıkaracak bir askeri yapılanma egemen kılınmalıdır. 

11. Avrupa Birliği ve demokratik reformlar: Türkiye’de askeri müdahaleler 
kısa sürede sona ermiş ve demokrasiye geçilmiş gibi görünse de darbe 
dönemlerinde tüm devlet, baştan aşağı yeniden dizayn edilmiştir. Darbelerin 
kendisine zemin bulmasının gerçek sebebi demokrasinin zayıf olmasıdır. 
Güçlü bir demokrasi, muasır medeniyete ulaşmış ülkelerde uygulanan 
evrensel demokratik hukuk normlarının, insan hak ve hürriyetlerinin 
benimsenmesiyle mümkündür. Bu doğrultuda, Avrupa Birliği aday ülkesi 
olan Türkiye’nin, ilgili ve gerekli reformları hayata geçirme kararlılığı devam 
ettirilmelidir. 

12. Sıkıyönetim ve olağanüstü hâl: Sıkıyönetim ve olağanüstü hâl 
durumlarının sınırları, nedenleri, uygulanma biçimi açık ve net olarak 
belirlenmelidir. Mevcut Anayasa’da sıkıyönetimi gerektiren durumlar olarak 
düzenlenmiş hâllerde uygulanacak yönetim modeli, komutanlık şeklinde 
değil, sivil yönetim olarak düzenlenmelidir. İlgili kanun maddelerinde yer 
alan hükümler demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne uygun 
tarzda düzenlenmelidir. 

13. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK): Darbe dönemi sonrası kurulmuş 
olan ve kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan OYAK, sahip olduğu çok 
sayıda imtiyazla bugünlere gelmiştir. Bu kurumun haksız rekabet oluşturan 
tüm ayrıcalıkları ve tüm vergi muafiyetleri kaldırılmalıdır. Türk Ticaret 
Kanunu hükümlerine uygun hale getirilerek, orduyla ve devletle olan hukuki 
bağları, imtiyazlarıyla birlikte kesilmelidir. 

14. Devlet sırrı ve ticari sır: TBMM İçtüzüğü ile araştırma komisyonu 
çalışmalarının kapsamı dışında tutulan “devlet sırrı” ile “ticari sır” 
kavramlarının hukuksal düzeyde tanımlanarak muğlaklığın giderilmesi 
sağlanmalı; bu çerçevede parlamentonun denetim olanaklarını güçlendirecek 
düzenlemeler geliştirilmelidir. 

15. Siyasi partiler ve demokrasi: Demokrasinin olmazsa olmazı siyasi 
partilerdir. Siyasi partilerin ve siyasetin kurumsal kimliklerinin 
güçlendirilmesi için bunların önündeki hukuki engellerin kaldırılmasıyla ilgili 
yasal düzenlemeler yapılmalı, bu maksatla darbe dönemlerinden kalma Siyasi 
Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve Yüksek Seçim Kurulu Kanunu gibi 
mevzuat yeniden ele alınmalı ve demokratikleştirilmelidir. 

16. Sivil toplum: Tam demokrasiye sahip olamayan bir devlet sisteminin, 
kusursuz işleyen bir sivil toplum yapısına sahip olması beklenemez. Bazı sivil 
toplum örgütleri darbe dönemlerinde sivil siyaset yerine darbe ve 
darbecilerin yanında yer almışlardır. Olağanüstü dönemlerde vesayetçi 
oluşumlar, bu kuruluşlar yoluyla sivil toplum alanına müdahil olmakta ve 
buraları kontrol altında tutmaktadır. Bu kuruluşları özgürlükçü, çoğulcu ve 
demokratik bir yapıya kavuşturacak şekilde yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 

17. Darbe mevzuatı: Darbelere dayanak olarak gösterilen TSK İç Hizmet 
Kanununun 35’inci maddesi ve benzeri tüm yasal düzenlemeler ile darbe 
dönemlerinde çıkarılan bütün mevzuatın gözden geçirilmesi ve bu mevzuatta 
yer alan vesayetçi düzenlemelerin tespit edilip ayıklanması için bir araştırma 
komisyonu kurulmalıdır. 

18. Mal varlıklarına el konulan STK’lar: Darbe dönemlerinde mal varlıklarına 
el konulan ve/veya kamulaştırılan dernek, vakıf, sendika ve özel kişilerin 
mal varlıklarının iade edilmesi hususunda yapılabilecekler araştırılarak bu 
konuda gerekli adımlar atılmalıdır. 

19. Toplumsal hafıza: Tüm darbelerin-muhtıraların sorumlularının ve 
darbelere teşebbüs edenlerin; kamu kurumları, sokak, cadde, stat, park ve 
spor salonları gibi kamu alanlarına verilmiş isimleri derhal kaldırılmalıdır. 

20. Demokratik eğitim: Askeri ve diğer tüm eğitim kurumlarının müfredatı, 
eğitim bilimciler tarafından incelenmeli, günümüzün koşulları ve demokratik 
normlara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. 12 Eylül’ün bir kurumu 
olarak teşekkül eden YÖK, demokratik normlara uygun şekilde 
yapılandırılmalıdır. 


SAYFA 169
TBMM DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  

***

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 4

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 4


Hasan Cemal, darbeler karşısında, basın özgürlüğünün ve demokrasinin bayrağını sallamayan gazetecilere ve toplumun diğer kesimlerine hitapla: 

Asker karşısında sürekli boyun eğen bu Şark kurnazlığı, bu uysallık da Türkiye’nin ‘sivil sorunu’dur. Bu ‘Sivil Sorunu’nun bir boyutunda hiç kuşkusuz özellikle yargıdan başlayarak, üniversite, iş dünyası ve tabii medyadan çok önemli parçalar vardır. Bu durum, demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında Türkiye’nin Avrupa’dan, örneğin bir 
Yunanistan’dan, bir İspanya’dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır. Bu ülkede, yalnız siyasetçilerin darbelere meydan okumaları değil, hukukun üstünlüğünü gerçekten benimsemiş yargının da, bir Yunanistan örneğinde olduğu gibi, darbe yapmış ya da darbeye kalkışmış askerleri yakasından tutup adaletin karşısına çıkarması, hapse atması gerekirdi. Bu ülkede, akademik özgürlüğü gerçekten benimsemiş bir üniversitenin askeri darbe ve yönetimlere çanak tutmak ve destek vermek yerine, ‘Ne duruyorsunuz, elinizi çabuk tutun!’ demek yerine, üniversiteleri ‘asker partisi’nin akademik uzantısı yapmaya kalkışmak yerine, kışla düzenleri karşısında demokrasiyi sonuna kadar savunması gerekirdi. 

Bu ülkede, ekonomik büyümeyle kalkınma yolunun barış, demokrasi ve 
istikrardan geçtiğini gerçekten benimsemiş bir iş dünyasının, Kürt meselesi gibi, 
PKK ve şiddet gibi, Kıbrıs gibi sorunlar çözümsüz kaldığı sürece Türkiye’de 
ekonomik gelişmenin kilitleneceğini bilen bir iş dünyasının, askerin politikayla 
ilişkisinin Avrupa’daki kadar sınırlanmasına çok daha büyük katkılar yapması 
gerekirdi. Bu ülkede, kendi varlık nedeni olan basın özgürlüğünü gerçekten 
benimsemiş bir medyanın, generallerin sesine kulak vermek ve askeri 
müdahalelerin gönüllü gönülsüz destekçiliğini yapmak yerine demokrasi ve basın özgürlüğü bayrağını darbecilere karşı sallaması gerekirdi. Bugüne kadar bunlara çok az tanık oldu Türkiye. Türk basınının duayenlerinden, 1960’lar ve 1970’lerde Hürriyet ve Günaydın gazetelerini yönetmiş olan Necati Zincirkıran, “Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu” adını taşıyan anılarında, 1960’ların başındaki 22 Şubat darbe girişimi ile ilgili olarak şunları yazar: “22 Şubatçılar arasında 
üniversitelerden sivil akıl hocaları vardı. Ünlü profesörler, bilim adamlarımız, 
ünlü gazetecilerimiz cuntaya destek veriyorlar, onlara yol gösteriyorlardı. Çünkü 
Türkiye’yi birlikte kurtaracaklardı! Dünya gazetesi sahiplerinden Fatih Rıfkı Atay, 
bir yazısında, ‘Albay Talat Aydemir’in gözlerinde Mustafa Kemal’in pırıltılarını 
gördüm” diyebiliyordu.”278 

1986 yılında, medyanın apolitikleşme ve magazinleşmeye kaymasıyla oluşan sorunları ve ilkesiz yayıncılık anlayışını gidermek, basın alanında meslek ilkeleri teşkil ederek bir özdenetim kuruluşu oluşturmak gayesiyle kurulan Basın Konseyi’ne 1988'den 2011 yılına kadar başkanlık yapmış olan Oktay Ekşi, basının darbeler karşısındaki tutumuyla ilgili olarak komisyonumuza şunları ifade etmiştir: 

Darbeler konusunda basın iyi imtihan vermedi. Bu yeni bir şey de değil, sevgili 
basının tarihi boyunca değişmemiş bir gerçeğidir bu. O nedenle bugün bir darbe 
olacak olsa Türk basınının dünkünden farklı bir tavrı olacağını düşünmüyorum, 
Türk basınının değil adliyesinin, üniversitesinin, sokaktaki adamın, tüccarının, 
siyasetçisinin bir başka farkı var mı ki Türk basınından, öyle olmasın da böyle 
olsun diye ayrı bir tavır bekliyoruz. Onun için hamurun yarısını kesip öbür 
yarısını görmeden hüküm vermeye kalkmamız doğru olmaz. İçinde çalıştığım, 
kırk dört senemi verdim Hürriyet gazetesi. Hürriyet gazetesinin 26 Mayıs gecesi 
basılan gazetesi 27 Mayıs sabahı çıkan gazeteden farklıdır, niye? 
Çünkü 26 Mayıs gecesi merhum Adnan Menderes’in Eskişehir’de yaptığı konuşmanın ve o tarihteki dâhiliye vekili Namık Gedik’in sözlerini büyüten ve onu ön plana alan gazetedir, fakat gece yarısı üç buçukta filan darbe meselesi ortaya çıkınca bütün o sayılar yakılmış veya tahrip edilmiştir, ertesi gün okuyucunun önüne “Silahlı Kuvvetler idareye el koydu” diyen müjdeli bir başlık atılmıştır. Bu, sadece Hürriyet gazetesi için böyle değil.279 

Medyanın ve medya elitlerinin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’da yaşadıkları ve yaşattıkları sendromu, “Kendi kurduğumuz sistemi paylaşmak istemedik, tasfiye oluyoruz!” diyen Mehmet Ali Birand özetlemektedir: Bizim kuşak için devlet daima öncelikliydi. Devleti de asker temsil ederdi. Siyasetçi üçkâğıtçı, yalancı; asker namuslu, her şeyini vatana harcayan kahramandı. Üstelik Atamız laik-demokratik Cumhuriyeti koruyup kollama görevini ona bırakmıştı. Askerin politikacıyı denetleme hakkı vardı. İşler 
bozulduğunda da asker müdahale edebilirdi. Hatta tereddütlü bir davranışla 
karşılaştığımızda ‘komutan neredesiniz, devlet elden gidiyor…’ diye yazdık… 
Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi… Üniformaların 
pırıltısını yarı hayranlık, yarı korkuyla izlerdik. Bütün darbeleri anlayışla karşıladık. 

Yardımcı olduk… Genel algılama, sanki darbeler askerin kendi keyfiyle veya 
Washington’dan aldığı işaretlere göre gerçekleşiyordu. Hayır, işler o kadar basit 
değil. Askeri darbeye iten, zorlayan daima laik kesim olmuştur… Cumhuriyet’in 
kuruluşundan itibaren, iki geleneksel düşman olan dindarlar ve Kürtlere karşı 
sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. 
Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim 
ve Kürtlerle paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenmedik. Düşünmedik 
dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık. Ne Cumhuriyet'in siyasi 
sistemini, ne de lâik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık. Böyle 
bir baskı altında kaldıkça, bu iki düşman da radikalleşti. Başka bir cephe 
oluşturdular ve siyasi-ekonomik pastayı paylaşmak ister oldular. İşte o zaman da, hemen askere başvurduk. Demokrasi adına, darbelerle ince ayar yaptırdık. 

Bir gün, Türkiye’nin ve dünyanın değişebileceğini ve sürekli köşeye sıkıştırdığımız bu insanların güçleneceklerini ve bizleri azınlıkta bırakabileceklerini düşünemedik. 
Bugünlere gelmemizin başlıca nedeni, şimdiye kadar hazırladığımız anayasaları 
hep, tek taraflı düşünmemiz ve kendimize göre ayarlamamızdır. 

Uluslararası literatürde sivil toplum kuruluşları olarak isimlendirilen Türkiye’deki meslek örgütleri, darbe zamanlarında hükümetlerin düşmesi için ortak veya bağımsız deklarasyonlar yayımlarlar [28 Şubat için “beşli çete”: TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), TİSK (Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu), DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve TESK (Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu)]. Ağırlıklı olarak işçi temsilcisi olan bu siviller bunu 
yaparken işverenler ne yapıyor? TÜSİAD üyesi İshak Alaton’un anlatımıyla: “İş dünyası askere selam çakıyor.”280 

Sendikaların darbe karşısında aldıkları tutum incelendiğinde: 1960 darbesi döneminde, sendikacılar da iktidarın tercihlerine rıza göstermiş, onunla çalışmak yerine ona boyun eğip iktidarın yakınında olmanın avantajını kullanmak istemişlerdir. Sendikal hareketteki hâkim eğilim her zaman yüzünü üyelerine değil devlete ve onu yöneten kadrolara döndürmüştür. Ve bu sayede iktidarını koruyabileceğini düşünmüştür. Bu bağlamda sendikacılar, darbeleri de 
“büyük coşku ve heyecanla” karşılamışlardır. 1960 darbesini “Doğan inkılâp güneşi” olarak selamlayan Türk-İş, 1971 darbesini ise “Türk Silahlı Kuvvetlerinin duruma, ortada hiçbir sebep yokken müdahale ettiğini söylemek mümkün değildir… Türk Silahlı Kuvvetlerinin sesiz kalmasını beklemek O’nun var oluş nedenini temel felsefesini inkâr etmesini istemek demektir.” sözleriyle meşrulaştırmaya çalışır. DİSK ise Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında yer 
almaktan “kıvanç” duyduğunu ilan eden bildiriyle selamlar darbeyi. 

12 Eylül 1980’de ise DİSK açıklama yapma şansı bulamadan kapatılır. Ancak Türk-İş Genel Başkanı İbrahim Denizciler: “Milletin bağrından çıkan ordunun tam bir bütünlük içerisinde milletimize huzur veren davranışını” desteklediğini ve yanında yer aldığını ilan eder. Sonrasında toplanan Türk-İş Yönetim Kurulu yaptığı açıklamayla: “12 Eylülden sonra yurdumuzun en büyük işçi kuruluşu olarak Millî Güvenlik Konseyine yardımcı ve destek olmayı bir vatanperverlik sayacağını” belirtir ve darbeciler tarafından kurulan hükümette Genel Sekreterini, Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görevlendirir.281 

Buradan hareketle sendikacıların bu tavrına karşı işçilerin tutum alışlarına bakacak olursak, işçilerin gecikmeli de olsa darbe mağduru siyasi partileri desteklediğini görürüz. 

1960 Darbesinin DP’ye karşı yapıldığını hatırlarsak; onun devamı olan 
Adalet Partisi (AP) 1961 yılında yapılan seçimlerde yüzde 34.78, 
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi yüzde 13,95 ve 
Yeni Türkiye Partisi yüzde 13,72 oy almışlardır. 

Üç partinin oyu yüzde 62,45’tir. 

Seçmen tüm sessizliğinin ardından Yassıada’ya ve İmralı’ya tepkisini oylarıyla göstermişti. Süngüyle gidenler sandıkla geri dönüyordu.282 Bir sonraki genel seçim olan 1965 Seçimleri’nde ise Adalet Partisi yüzde 52.87 oranında rekor oy almıştır. 

1971 yılında yapılan darbenin sola karşı yapıldığını hatırlarsak, 
1973 yılında yapılan seçimlerde CHP’nin yüzde 33.29, 
1977 yılında ise yüzde 41.39 oranında oy almış olması dikkate değerdir. 

Darbeciler, süngüyle iktidara gelmişlerdi; ama onun üzerine oturmanın imkânsız olduğunu sandıktan çıkan sonuçlardan anlamışlardı. İşçiler, sınıfsal bir tavırdan çok ezilen kesimlerin bir parçası olarak, mağdurun yanında yer almışlardır. 

1980 yılında yapılan darbenin eskinin bütün siyasi unsurlarını silmeyi hedefleyen tavrını düşündüğümüzde, 
1983 seçimlerinde ANAP yüzde 45.14, 
Halkçı Parti yüzde 30.46 oranında oy almışken, darbelerin açıkça desteklediği MDP yüzde 23.27 oranında oy alabilmiştir. 

Siyasi yasakların kalktığı göreli rahatlama döneminin olduğu 1991 seçimlerine baktığımızda ise AP’nin devamı olan DYP, CHP’nin devamı olan SHP ve CHP’nin eski genel başkanının partisi olan DSP’nin aldığı toplam oylar yüzde 59’lar civarındadır. Bu bütün tutum alışlar yakın dönemde yaşanan adına “örtülü darbe” ya da “Postmodern darbe” de denilen 28 Şubat’ta da benzer biçimde olmuştur. Dönemin Türk-İş ve DİSK Genel Başkanları açıkça darbenin yanında yer almışlar, hatta darbenin bir parçası olmuşlardır. Darbenin mağduru Refah Partisi çizgisindeki partiler olmuş, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 yılında yapılan seçimlerde, yüzde 34.28 oy almış ve tek başına iktidar olmuştur (2007 genel seçimlerinde yüzde 46.58 ve 2011 seçimlerinde yüzde 49,8 oy oranıyla). Sonuç olarak darbelere ve darbecilere karşı işçilerin ve sendikacıların yaklaşımları birbirinden farklı olmuştur. 
Sendikacılar darbe yapanların yanında yer alıp onlara destek olurken, işçiler daha çok darbeyle sorunu olan partilere yönelmiş, en azından darbelere açıkça destek vermemişlerdir.283 

Tam demokrasiye sahip olamayan bir devlet sisteminin kusursuz işleyen bir sivil toplum yapısına sahip olması da beklenemez. Bu anlamda, “Türkiye’nin kayıp halkası sivil toplumdur” önermesi yanlış değildir. Sivil toplumun gelişemeyişinin tarihi, sosyal ve kültürel gerekçelerinden çok önce peşinen ifade edilmesi gereken somut bir sebebi vardır. Ekonominin yüzde 70’e yakın bölümünün devlete ait olduğu bir ülkede sivil toplumdan ancak düşünce alanının bir nesnesi olarak söz edilebilir. Devlet iktidarının siyasetçi ve bürokrat tarafından suistimal edilmesini önleyecek tek güç sivil toplumdur. Sivil toplumun denetlemediği ve hizaya çekmediği devlet iktidarı rasyonellikten uzaklaşır ve sonunda yozlaşır. 284 

Darbeler karşısında kendilerinden beklenen sivilliği gösteremeyen işçi ve işveren örgütlerinin statüleri ve fonksiyonları yenilenmeye, elden geçirilmeye muhtaçtır. Bu kuruluşlar özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir yapıya sahip değildirler. Otoriteryen ve korporatist bir durum arz eden mevcut yapıları vasıtasıyla devlet, sivil görünümlü olan ama aslında sivil olmayan bu kuruluşlar yoluyla sivil toplum alanına müdahil olmakta ve buraları 
kontrol altında tutmaktadır. 

Sonuç ve Öneriler 

Demokrasilerde esas olan millî iradenin dokunulmazlığıdır. Türkiye’de her on yılda bir gerçekleştirilen darbeler, ‘milli iradeyi’ yok ederek, demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmış; Türkiye’nin kanun devletinden hukuk devletine dönüşmesine engel olmuştur. Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahale demokrasi, hukuk ve insan hakları ile evrensel değerleri çiğnemek manasına gelir. Millet iradesinin sürekliliğinin sağlanması ve aksamaya uğratılmaması, temsili demokrasinin temelidir. Bu yüzden demokrasi, her koşulda korunması gereken ve kültür benliğimize nakşedilmesi gereken bir değerdir. Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana atanmışlar ile seçilmişler arasında var olan ve zaman zaman gün yüzüne çıkan çekişmenin adı: Devlet - hükümet kamplaşmasıdır. Bunun arka planında, Türkiye’de kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören bazı bürokratların, toplumun içinden çıkan seçilmişlere yönelik derin güvensizlikleri yatmaktadır. Bu hastalıklı düşünceye göre, Türkiye’de seçilmişler, bir başka deyişle siyasiler, nihai tahlilde “kendi 
menfaatlerini millî menfaatlerin üzerinde gören, güvenilmez kişilerden oluşmaktadır.” Bu nedenle siyasilerin, devlet tarafından her zaman ve her şart altında gözetlenmesi zaruridir. 

Bu anlayış, 1982 Anayasası’nda vücut bulan kuşkucu, kendisinden başka kimseye güvenmeyen aynı zamanda statükocu bürokratik vesayetin de temel dayanağıdır. Türkiye’de meydana gelen darbeler görünürde bazen sağa, bazen sola, kimi zaman hem sola hem sağa bazen de dindarlara karşı yapılmıştır. 

Darbeler gerekçelendirilirken bu tür ideolojik argümanlar kullanılmış olmakla ve değişik dönemlerdeki askeri müdahalelerde, bazı kesimler 
diğerlerinden daha fazla diyet ödemekle birlikte aslında fatura tüm toplum tarafından ödenmiştir. Dünya ve Türkiye örneklerinin öğrettiği; darbelerin tüm halka karşı yapılmış olduğu, darbe süreçlerinin hak ve hukuk kavramlarının askıya alındığı talihsiz dönemler olduğudur. Toplumun tüm kesimleri ve bunların siyasi temsilcilerinin her çeşit darbe, muhtıra ve demokrasiye müdahale süreçlerine karşı ortak tepki göstermesini sağlayacak, demokratik bilinç düzeyini yükseltecek bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Hiçbir kesim diğerinin acılarına kayıtsız kalmamalıdır. Yalnızca mağdur olunduktan sonra evrensel haklar 
hatırlanmamalıdır. Herkesin asgari bir ilkesel duruş göstermesi ve empati kurması insanlığın ve vicdanın bir gereğidir. 

Askeri müdahaleler Türkiye’nin yakın tarihinin karanlıkta kalmış dönemleridir. Sözde millet ve milletin huzuru bahanesiyle yapılanlar; yüz binlerce insanın sorgusuz sualsiz cezaevlerine ve kışlalara kapatıldığı, işkencelerin yapıldığı, geleceklerin çalındığı, idamların yaşandığı karanlık dönemler olarak anılacaktır. Darbeler; sözde toplumsal huzuru tesis etmeye gelenlerin Edirne’den Ardahan’a tüm ülkeyi açık hava hapishanesine dönüştürdüğü, konuşmanın yasak olduğu, kitlelerin dilsizleştirildiği, susturulduğu, hatta kitapların suç sayıldığı, yakıldığı, korku imparatorluğunun inşa zamanlarıdır. 

“ Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan” komisyonumuz mecliste grubu bulunan tüm partilerin ortak girişimi ve uzlaşması ile teşekkül etmiş ve faaliyetlerini sürdürmüştür. Cumhuriyet tarihinde bir ilki başaran Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu adımla ülkedeki demokrasinin ve toplumsal barışın tesisinde önemli bir kazanım sağlamıştır. Bu Komisyonun varlığı aynı zamanda, siyasi kültürün demokratik olgunluğunun da tescili 
niteliğindedir. Türkiye bugün, dünle mukayese edilmeyecek bir noktadadır. Bundan sonrası demokrasi kültürünün, çoğulculuğun, hoşgörünün ve farklılıklara saygının yaygınlaştırılması ve silahlı bürokrasi ile işbirliği içine giren sivillerin bu tepeden inmeci anlayıştan bir sonuç alamayacaklarına inandırılmasıdır, ikna edilmesidir. Dünün darbe işbirlikçilerinin ve heveslilerinin, tümünün olmasa da, nedamet ifade edici açıklamaları Türkiye’nin yarınları için umut ışığıdır. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


278 Hasan Cemal (2010); s. 28, 29. 
279 Oktay Ekşi, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 30 Ekim 2012, s. 28, 29. 
280 Muhsin Öztürk (2012); s. 107, 108, 110, 118, 119. 
281 Haydar Çetinbaş; 27 Mayıs: İşçiler ve Sendika(cı)lar, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, 
Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 155, 156. 
282 Mehmet Ali Birand ve diğerleri; 12 Mart İhtilalin Pençesinde Demokrasi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2008, s. 20. 
283 Haydar Çetinbaş (2010); s. 157. 
284 Mümtaz’er Türköne (2005); Türkiye’nin Kayıp Halkası, Etkileşim Yayınları, İstanbul, s. 74, 75, 79.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***