DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 5

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 5


Komisyonumuz Üç alt komisyon halinde çalışmalarını yürütmüş ve sonlandırmıştır. Bunlar; 

• 27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası Alt Komisyonu, 
• 12 Eylül 1980 Darbesi Alt Komisyonu, 
• 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ve 27 Nisan 2007 E-Bildirisi Alt Komisyonu. 

Alt komisyonların ulaşmış olduğu sonuçlar ile milletvekillerinin görüşlerine bağlı olarak geliştirilen öneriler: 

1. Sivil Anayasa. Mevcut anayasa ile birlikte temel yasaların büyük çoğunluğu 
darbelerden miras kalmıştır. 12 Eylül rejiminin dolayısıyla militarist söylemin 
temel özelliklerini içinde barındıran anayasalar döneminin sona erdirilmesine 
ve milletin temsilcilerince hazırlanacak bir anayasaya her zamankinden daha 
çok ihtiyaç vardır. Halkı bir yığın düzeyine indiren hâli hazırdaki anayasayla 
çoğulcu demokratik bir sistem ve iç barış kurulamaz. Temel insan haklarının 
güvence altına alındığı; hükümetin yönetilenlerin rızasına dayandığı; 
çoğunluğun yönetiminde, lakin azınlık haklarının garanti altına alındığı; özgür 
ve adil seçimler, kanun önünde eşitliğin, bağımsız ve tarafsız mahkemelerin 
var olduğu; hükümetin anayasa ile sınırlandırıldığı; toplumsal, ekonomik ve 
siyasal çoğulculuğun, hoşgörü, işbirliği ve uzlaşma değerlerinin benimsendiği; 
tam demokrasi, çoğulculuk ve özgürlüğün esas alındığı bir kavrayışla halkın 
gerçek temsilcilerince, halkın önünde ve yüksek sesle tartışılmış yepyeni bir 
anayasa yapılmalıdır. 

2. Gerçekleri Araştırma Komisyonu. Komisyonumuzun ele almış olduğu 
konunun derinliği ve kapsamının genişliği sebebiyle detaylı araştırma fırsatı 
ve imkânı bulunamayan hususların olduğu ortaya çıkmıştır. Bu itibarla yasal 
düzenlemeler yapılmak suretiyle, Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulmalıdır. 
Bahse konu Komisyonun Genel Kurul’un takdir edeceği süreyle çalışması ve 
daha geniş yetkilerle donatılmasını teminen, devlet sırrı, ticari sır ve 
bankacılık sırrı niteliğindeki bilgilere erişme imkânını verecek hukuki 
düzenlemeler yapılmalıdır. Bunlara paralel olarak TBMM İç Tüzüğünde de 
gerekli değişikliklerin yapılması sağlanmalıdır. 

• Darbe mağdurları: Temel insan haklarının askıya alındığı darbe, 
muhtıra ve post modern darbe dönemlerinde mağdur olan, işkenceye 
uğrayan, hüküm giyen vatandaşların ve kamu görevlilerinin, 
durumlarının incelenmesi, gerektiğinde yargılamanın yenilenmesi, 
haklarının iadesi, ayrıca işkence, insan hakkı ihlalleri yapan ve 
insanlığa karşı suç işleyen kamu görevlilerinin araştırılması ve 
bunların kamuoyuna ifşa edilmeleri için; 

• Siyasi cinayetler: Tüm darbe dönemlerine uzanan süreçlerde 
yoğunlaşan ve büyük çoğunluğunun faili ya da azmettiricisi 
bulunamayan siyasi cinayetler ile toplumda infial yaratan ve özellikle 
Sivas Olayları, Başbağlar ve Yavi Katliamları ile benzeri olayları 
araştırmak üzere; 

• 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas katliamları: 12 Eylül 
darbesine giden yolda ülkeyi darbe ortamına hazır hale getirmek için 
tertiplenen olaylar ile 1990’lı yıllarda Kürt meselesini derinleştiren 
olaylar da dâhil, tüm cinayetlerin arka planında yer alan karanlık 
odakların ortaya çıkarılması maksadıyla; 

• Kamuoyunda hukuk dışı faaliyetler içinde bulunduklarına dair çok güçlü 
iddialar bulunan ve Özel Harp Dairesi, “Gladio”, “Kontrgerilla”, “JİTEM” 
adıyla bilinen oluşumlar: Kuruluşunda Seferberlik Tetkik Kurulu, sonra 
Özel Harp Dairesi ve ardından Özel Kuvvetler Komutanlığı ismini 
alan, doğrudan Genelkurmay Başkanlığına bağlı birim hakkında iddia 
edilen hukuk dışı faaliyetlerin incelenmesi ve buraya ait olduğu iddia 
edilen kozmik oda/odaların ve buradaki belgelerin araştırılması 
hususunda; Ayrı ayrı araştırma komisyonları kurulması Türkiye Büyük Millet 
Meclisi’ne önerilmiştir. 

3. Devlet ve darbe mağdurları: Darbe süreçlerini yaşamış ve demokrasilerini 
sağlamlaştırarak normalleşmelerini tamamlamış ülkelerdeki hukuki 
düzenlemeleri dikkate alarak, tüm askeri darbelerin ve muhtıraların, hukuku 
ve demokrasiyi ağır şekilde ihlal eden fiiller olduğunu ilan edecek, darbelerin 
asli faillerini kınayacak ve tüm mağdurlardan özür dilemeye olanak tanıyacak 
bir hukuksal çerçeve oluşturulmalıdır. 

4. Millî Güvenlik Kurulu: Askeri vesayeti kurumsallaştıran tüm mekanizmalar 
sivilleştirilmeli, hesap verebilen ve denetlenebilen bir yapı inşa edilmelidir. 
Militarist dili, devlet söyleminin ve aygıtlarının merkezine taşıyarak kendine 
“hükümetler ve siyaset üstü” rol biçen Millî Güvenlik Kurulunun normal bir 
demokraside yeri yoktur. Millî Güvenlik Kurulu uygulamalarının Türkiye’ye 
maliyeti; demokratik işleyişi engelleyerek siyasi, sosyal, ekonomik nitelikteki 
ulusal sorunların çözümünü güçleştirmiş olmasıdır. Siyasetin askeri 
vesayetten kurtarılması ve ülkenin her sorununun millî güvenlik kriterleri 
doğrultusunda tartışılmasının önüne geçilebilmesi için, Millî Güvenlik 
Kurulu Avrupa Birliği normlarında, sivil yapının kontrolünde ve tavsiye 
organı şeklinde yapılandırılmalıdır. 

5. Genelkurmay Başkanlığının hukuksal statüsü: Anayasada, 
“Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı 
sorumludur.” şeklindeki hükümde yer alan “sorumluluğun” mahiyeti ve 
sınırları net bir şekilde belirlenmemiştir. Hâlâ Genelkurmay Başkanı’nın 
sorumluluk sınırları ve yaptırımları ile kuvvet komutanlarının Millî Savunma 
Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na karşı görev ve sorumluluklarını 
belirleyen bir düzenleme yoktur. Bu itibarla, Genelkurmay Başkanlığının 
özerk, hesap vermeyen, her şeyin ve herkesin üstündeki statüsü artık son 
bulmalı, devlet teşkilatındaki konumu çağdaş demokratik ülke örneklerine 
uygun hale getirilmeli ve Genel Kurmay Başkanlığı, Millî Savunma 
Bakanlığına bağlanmalıdır. Ya da Başbakanlığa olan bağlılığının idari ve 
hukuki yönden açıklığa kavuşturularak bu yönde yasal düzenleme 
yapılmalıdır. 

6. İç güvenlik, asayiş ve ordu: Orduyu bir zabıta kuvveti olarak görmekten 
artık vazgeçilmelidir. Terörle mücadelenin yanında, kolluk kuvveti olarak 
görev yapan jandarma teşkilatının mevcut durumu, demokratik devletlerde 
olması gereken kriterlere uymamaktadır. AB ülkelerinde Jandarma, sadece 
Fransa ve İtalya’da vardır, ancak bunlar da Türkiye’nin Jandarma teşkilatı 
gibi değil tamamen sivil bir birim gibi İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Jandarma 
teşkilatının, iç güvenlik ve adli mekanizmadaki görevi sonlandırılmalıdır. 
Jandarma teşkilatı, sivil bir yapılanmaya dönüştürülmeli ve demokratik 
teamüllere uygun şekilde denetlenmesine olanak tanıyacak bir hukuksal 
çerçeveye kavuşturulmalıdır. 

7. Ordunun demokratik denetimi: Orduya yönelik denetim işlevi pratikte 
tam olarak yerine getirilememekte, bu noktada ikincil mevzuatın kanuna 
uygun olarak ve kanunda verilmiş yetkileri kısıtlamayacak şekilde 
hazırlanması ve uygulanması gerekmektedir. Bu alanda mevzuattan 
kaynaklanan tek istisna olan Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı 
(TSKGV) ve şirketleri yasal düzenlemeyle Sayıştay veya doğrudan TBMM 
denetimine açılmalıdır. 

8. Askeri yargı: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin benimsediği objektif 
ölçüte göre, Türkiye’de askeri yargı, askeri hiyerarşinin belirleyiciliği veri 
alındığında etki altında bir görünüm arz etmektedir. Silahlı Kuvvetlerin, iç 
disiplin açısından Almanya örneğindeki gibi disiplin yargılamasına sahip 
kılınması yeterlidir. Askeri mahkemelerin kaldırılıp adliye içerisinde uzmanlık 
mahkemeleri olarak yapılandırılması; “Askeri” mahkeme değil “asker” 
mahkemesi oluşturulması, bu mahkemede görülecek davaların temyiz 
incelemesi görevinin de Yargıtay’ın ceza dairelerinden birine verilmesi, 
yargılanacak sivil ve asker kişiler bakımından güvence sağlayacaktır. Bu 
itibarla, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kapatılmalı, 
yüksek yargı temyiz yeri, Yargıtay ve Danıştay’dan ibaret olmalıdır. 

9. Fişlemeler: Her türlü fişleme, hukuka aykırı dinleme, takip ve kayıt 
faaliyetlerine son verilmeli ve mevcut bütün fişleme kayıtları imha 
edilmelidir. Kendi vatandaşını iç tehdit ve iç düşman olarak görmek, 
demokratik toplum anlayışına ve insan haklarına aykırıdır. Batı Çalışma 
Grubu ve EMASYA örneklerinde yaşananların aksine, orduya Türkiye 
Cumhuriyeti vatandaşlarını fişleme yetkisi verilmemiştir. Genelde askeri 
istihbaratın özelde Jandarma’nın yaptığı bu tür istihbarat faaliyetleri; yetki ve 
görev tecavüzü niteliğindedir ve açıkça kanun dışıdır. Jandarma Genel 
Komutanlığı kendi sorumluluk sahasında olmak kaydıyla ancak ve ancak, 
suçu önleme amaçlı teknik istihbarat ve teknik takip yapabilir. Askerin 
Türkiye’de oluşturduğu fiili durum ve nüfuz, kanunlardaki açık hükümlere 
rağmen jandarma ve diğer askeri istihbarat birimlerinin fişleme 
yapabilmelerine imkân vermiştir. Bu fiili duruma göz yumulmamalıdır. 

10. Profesyonel ordu: Türkiye’de ordu profesyonelleştirilmeli; bu yönde 
ordunun harekât kabiliyetini artıracak bir düzenlemeye gidilerek, nicelikten 
ziyade niteliği öne çıkaracak bir askeri yapılanma egemen kılınmalıdır. 

11. Avrupa Birliği ve demokratik reformlar: Türkiye’de askeri müdahaleler 
kısa sürede sona ermiş ve demokrasiye geçilmiş gibi görünse de darbe 
dönemlerinde tüm devlet, baştan aşağı yeniden dizayn edilmiştir. Darbelerin 
kendisine zemin bulmasının gerçek sebebi demokrasinin zayıf olmasıdır. 
Güçlü bir demokrasi, muasır medeniyete ulaşmış ülkelerde uygulanan 
evrensel demokratik hukuk normlarının, insan hak ve hürriyetlerinin 
benimsenmesiyle mümkündür. Bu doğrultuda, Avrupa Birliği aday ülkesi 
olan Türkiye’nin, ilgili ve gerekli reformları hayata geçirme kararlılığı devam 
ettirilmelidir. 

12. Sıkıyönetim ve olağanüstü hâl: Sıkıyönetim ve olağanüstü hâl 
durumlarının sınırları, nedenleri, uygulanma biçimi açık ve net olarak 
belirlenmelidir. Mevcut Anayasa’da sıkıyönetimi gerektiren durumlar olarak 
düzenlenmiş hâllerde uygulanacak yönetim modeli, komutanlık şeklinde 
değil, sivil yönetim olarak düzenlenmelidir. İlgili kanun maddelerinde yer 
alan hükümler demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne uygun 
tarzda düzenlenmelidir. 

13. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK): Darbe dönemi sonrası kurulmuş 
olan ve kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan OYAK, sahip olduğu çok 
sayıda imtiyazla bugünlere gelmiştir. Bu kurumun haksız rekabet oluşturan 
tüm ayrıcalıkları ve tüm vergi muafiyetleri kaldırılmalıdır. Türk Ticaret 
Kanunu hükümlerine uygun hale getirilerek, orduyla ve devletle olan hukuki 
bağları, imtiyazlarıyla birlikte kesilmelidir. 

14. Devlet sırrı ve ticari sır: TBMM İçtüzüğü ile araştırma komisyonu 
çalışmalarının kapsamı dışında tutulan “devlet sırrı” ile “ticari sır” 
kavramlarının hukuksal düzeyde tanımlanarak muğlaklığın giderilmesi 
sağlanmalı; bu çerçevede parlamentonun denetim olanaklarını güçlendirecek 
düzenlemeler geliştirilmelidir. 

15. Siyasi partiler ve demokrasi: Demokrasinin olmazsa olmazı siyasi 
partilerdir. Siyasi partilerin ve siyasetin kurumsal kimliklerinin 
güçlendirilmesi için bunların önündeki hukuki engellerin kaldırılmasıyla ilgili 
yasal düzenlemeler yapılmalı, bu maksatla darbe dönemlerinden kalma Siyasi 
Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve Yüksek Seçim Kurulu Kanunu gibi 
mevzuat yeniden ele alınmalı ve demokratikleştirilmelidir. 

16. Sivil toplum: Tam demokrasiye sahip olamayan bir devlet sisteminin, 
kusursuz işleyen bir sivil toplum yapısına sahip olması beklenemez. Bazı sivil 
toplum örgütleri darbe dönemlerinde sivil siyaset yerine darbe ve 
darbecilerin yanında yer almışlardır. Olağanüstü dönemlerde vesayetçi 
oluşumlar, bu kuruluşlar yoluyla sivil toplum alanına müdahil olmakta ve 
buraları kontrol altında tutmaktadır. Bu kuruluşları özgürlükçü, çoğulcu ve 
demokratik bir yapıya kavuşturacak şekilde yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 

17. Darbe mevzuatı: Darbelere dayanak olarak gösterilen TSK İç Hizmet 
Kanununun 35’inci maddesi ve benzeri tüm yasal düzenlemeler ile darbe 
dönemlerinde çıkarılan bütün mevzuatın gözden geçirilmesi ve bu mevzuatta 
yer alan vesayetçi düzenlemelerin tespit edilip ayıklanması için bir araştırma 
komisyonu kurulmalıdır. 

18. Mal varlıklarına el konulan STK’lar: Darbe dönemlerinde mal varlıklarına 
el konulan ve/veya kamulaştırılan dernek, vakıf, sendika ve özel kişilerin 
mal varlıklarının iade edilmesi hususunda yapılabilecekler araştırılarak bu 
konuda gerekli adımlar atılmalıdır. 

19. Toplumsal hafıza: Tüm darbelerin-muhtıraların sorumlularının ve 
darbelere teşebbüs edenlerin; kamu kurumları, sokak, cadde, stat, park ve 
spor salonları gibi kamu alanlarına verilmiş isimleri derhal kaldırılmalıdır. 

20. Demokratik eğitim: Askeri ve diğer tüm eğitim kurumlarının müfredatı, 
eğitim bilimciler tarafından incelenmeli, günümüzün koşulları ve demokratik 
normlara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. 12 Eylül’ün bir kurumu 
olarak teşekkül eden YÖK, demokratik normlara uygun şekilde 
yapılandırılmalıdır. 


SAYFA 169
TBMM DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  

***

ULUSAL İSTİHBARAT VE DARBELER,

ULUSAL İSTİHBARAT VE DARBELER,

Ulusal İstihbarat ve Darbeler 
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 
 Ulusal İstihbarat ve Darbeler 


MİT kısa adıyla Millî İstihbarat Teşkilatı’nın bir yasaya kavuşması eski değildir. Türkiye Cumhuriyeti istihbarat örgütü ile ilgili ilk yasa 1965’de çıkarılmıştır. Oysa örgütün geçmişi 1920’lere uzanmaktadır. Kurtuluş savaşında farklı merkezlerden ve bir kısmı da kendiliğinden yönetilen istihbarat grupları tasfiye edilerek TBMM Reisi ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın ve yakın arkadaşlarının denetiminde faaliyetleri kontrol altına alınmıştır. Türk istihbarat mevzuatı açısından ilk hukuki girişim, istihbarat hizmetinin sürekliliğini sağlamak 
için, 1926’da Atatürk’ün emri ile görev, yetki ve ödeneği Başvekâlet tarafından takdir edilecek şekilde, fakat özel bir yasaya dayanmadan ‘ Millî Emniyet Hizmetleri Riyaseti’nin oluşturulmasıdır. Bu örgütün eski alfabedeki kısa adı olan MAH yeni alfabede de kaldığından, Türk istihbarat örgütü 1965’te yasası çıkana kadar bu adla adlandırılmıştır. 
1963’te istihbarat örgütü ile ilgili bir tasarı koalisyon hükümetince Millet Meclisine sunulmuştur. Gerekçenin aktarılan kısımlarında dikkati çeken iki nokta vardır. Birincisi, kurulacak istihbarat örgütünün Millî Güvenlik Kurulunun bir organı şeklinde düşünülmüş olması ki, böyle bir ihtiyaç Millî Güvenlik Kurulunun görevleri açısından bakılırsa kaçınılmazdı; ikincisi, o zamana kadar istihbarat faaliyetinde bulunan örgütlerin MAH’ın beynini ve iskeletini oluşturmasıdır. Tasarı ile yapılmak istenilenin MAH’ın tüm sorunlarıyla birlikte Türk hukuk sistemine dahil edilmesi anlamına geldiğini söylemek gerekmektedir. Böyle bir tutum, 1960’lardaki adıyla Millî İstihbarat Teşkilatını kuranların ilk yanlışını  oluşturmuş tur. MAH’ın hastalıkları nereden geliyordu? Veya MAH hangi geleneğin temsilcisi idi? Burada MAH’ın üç esaslı miras devraldığını belirtmekte yarar var: 

• İkinci Abdülhamid’in jurnalciliğe dayalı hafiye ( Gizli Polis ) politikası, 
• 1908’den sonraki İttihat ve Terakki terörü, 
• Millî Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde işgalcilere karşı bütün sınıf ve tabakalarda gelişen mücadele bilinci. 

1922 sonbaharı sonrası dönem özetlenecek olursa; MAH, sözü edilen üç miras üzerine, tek parti rejimi istihbarat örgütü olarak faaliyet göstermiştir. Bir diğer anlatımla MAH, partinin istihbarat örgütü konumundadır. Bu ise örgütün, parti üst yönetimi emrinde olmasıdır. Valilerin aynı anda tek partinin il başkanlığı görevini üstlendikleri 1930’lu yıllarda MAH’ın parti muhaliflerini (ki burada parti muhalifleri sözünden ‘rejim düşmanı’ ve ‘vatan haini’ anlamı çıkartmak gerekir) fişlemek işinde kullanılmasından doğal ne olabilirdi? Tek parti rejimlerinde istihbarat örgütü, partinin yeraltındaki vurucu gücüdür. 225 

MİT’te Daire Başkanlığı da yapan Mahir Kaynak: Bizim istihbaratımızı hiç tutmuyorum. Şu ana kadar hangi yabancı operasyonu ortaya çıkardı? Hiçbirini. Bir sürü oyun oynandı, hiçbirisi engellenmedi. Bizim istihbaratçılar gidiyor orada, şu adam solcu, şu adam sağcı, şu adam dinci. Bu, Türkiye’nin büyük bir zaafıdır. Türkiye’nin dört düşmanı vardır: Solcu, dinci, komünist, faşist. Bunlar düşmanıdır, öyleyse bunları ararlar.226 1950’lerde Türk istihbaratçılığı açısından gözlemlenebilen en önemli gelişme MAH’ın CIA ile ilişkilerinin dostluk ötesi platforma taşırılmasıdır. Bu ilişkinin dayatmasıyladır ki MAH, adeta CIA’nın yerel birimi gibi çalışmak, iç politika istihbaratına ağırlık vermek durumunda 
kalmıştır. CIA ile girilen böyle bir ilişkinin Türk istihbarat birimlerine bazı bakımlardan olumlu katkıları da olmamıştır denilemez; CIA’dan sağlanan mali fonlar, ABD’de eğitim imkânları, istihbarat teknolojisindeki ilerlemenin hissedilmesi… Fakat bunların ne pahasına olduğunu da düşünmek gerekir. Bu nedenle uzun yıllar tek parti rejiminin istihbarat örgütü olarak iç politika alanında faaliyet gösteren MAH’ın sırtındaki CIA bağlantısı ile 1963’te, hukuki bir düzenleme sonucu kurulacak MİT’e dönüştürme kararını, çok partili sistem 
açısından yapılan ciddi bir yanlış şeklinde değerlendirmek doğru ve yerinde bir tespit olmaktadır. 

1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Yasası’na göre yasa koyucu MİT’e, yürütme görevinde bulunan Bakanlar Kurulu dışında ayrı bir organ konumunda bulunan Millî Güvenlik Kurulunun bilgi toplama merkezi görevi vermektedir. Daha ilginci, MİT’in isteklerini karşılamak durumunda olduğu kişilerin sıralanmasıdır. MİT’in 
görevlerini düzenleyen 4. Maddenin (a) ve (b) bentlerinde iki kez sayılan bu kişiler; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri ve ilgili Bakanlıklar olarak belirlenmiştir. Buradan yola çıkarak, Türkiye’de Millî Güvenlik Protokolü’nün aşağıdaki şekilde olduğunu iddia etmek mümkündür: 

• Cumhurbaşkanı, 
• Başbakan, 
• Genelkurmay Başkanı, 
• Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, 
• Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı. 

Millî Güvenlik Kurulunun siyasi sistem içindeki konumu, bileşimi, görev ve yetkileri ile birlikte düşünüldüğünde, bir istihbarat örgütü olarak Millî İstihbarat Teşkilatının yasasından kaynaklanan, Türkiye’ye özgü bir olgu gündeme gelmektedir. 28 Haziran 1983 gün ve KKTD 18/101-1528/05467 sayılı, Başbakan Bülent Ulusu imzası ile Danışma Meclisi Başkanlığına gönderilen, Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Yasa Tasarısının Gerekçesinde söz konusu olgu veya başka bir anlatımla Türk istihbaratçılık 
tarihinin bir paradoksu şöyle itiraf edilmektedir. 

Millî istihbarat Teşkilatı, emsali birçok yabancı devletler gizli servislerinden farklı olarak iki ana görevi birden deruhte etmiş (üstlenmiş) bulunmaktadır. Bunlardan birincisi iç istihbarat (güvenlik istihbaratı) diğeri de yabancı devletler istihbaratıdır ( Stratejik İstihbarat). (Danışma Meclisi Tutanak Dergisi. Cilt 22, 1983, 585 sevk sayılı belge) MİT’in siyasi sistem açısından yarattığı bunalımların bir nedeni iç ve dış istihbarat görevini birlikte yapmasıdır. 1965’teki tasarı Cumhuriyet Senatosunda görüşülürken Haydar Tunçkanat bu olguyu eleştirerek şunları söylemiştir: 

Cumhuriyet rejimi yeni kurulduğu zaman düşmanları çok olduğundan İçişleri Bakanlığının aslı vazifelerinden olan rejimin güvenliği görevi istihbarata ilaveten 
Millî Emniyet Başkanlığına da verilmiş bulunmaktadır. Fakat aradan geçen uzun zaman içerisinde jandarma ve polis teşkilatımız genişlemiş ve kuvvetlenmiştir. 
Rejim oturmuştur. Şayet bu rejimin ve Anayasa düzeninin güvenliği İçişleri Bakanlığının yüz bine yaklaşan polis ve jandarma kuvvetleri, yüzlerce milyonluk 
bütçeleri ile yapamayacaklarsa, 3-5 milyonluk bütçesi ve beş-altı yüz personeli ile hem istihbarat, istihbarata karşı koyma ve hem de rejimin güvenliğinin temini görevini Millî Emniyet Teşkilatının nasıl başarabildiğinin sırrını bilmek elbette faydalı olacaktır. 

Başlangıçta rejimin güvenliği görevini üzerine alan bu teşkilat, zamanla benzeri teşkilatlar gibi değişen şartlar karşısında genişleyip inkişaf edeceği (gelişeceği) yerde rejimin güvenliği konusuna daha fazla önem vererek teşkilatın büyük kısmını yurt içine yaymış ve iktidarın güvenliği bir reis veya başkanın emri altında ordu ve emniyet kadrolarında ödünç alınan personelle kendisine verilen gizli tahsisatla ayakta zor kalabilmiş ve dışta teşkilatlanma ise asgari ölçüde tutulmuştur. (Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, Birleşim 86, 1965, s.29). 
MİT Müsteşarlığı gibi, uygulamada ülke genelinde siyaseti gözetleyen bir gizli örgütün başı olan generalin Genelkurmay Başkanlığı ile ilişkisi ordunun kendi hiyerarşisi açısından düzenlenmiştir. Genelkurmay Başkanlığında olduğu gibi yasa koyucu MİT Müsteşarını da Başbakana karşı ‘sorumlu’ tutmaktadır, ‘bağlı’ değil. Acaba MİT Müsteşarı kime veya kimlere bağlıdır? 

Bu sorunun yanıtını Müsteşarın göreve atanma sürecini inceledikten sonra vermek doğru olacaktır.

• 1965/644 Sayılı yasa: MİT Müsteşarı, Millî Güvenlik Kurulunda görüşüldükten sonra Başbakanın inhası ve Cumhurbaşkanının onaması ile atanır; Müsteşarlığa bir askeri şahıs atandığı takdirde, bu şahıs görev süresince Silahlı Kuvvetler makamları tarafından bir denetim ve teftişe tabi tutulamaz. (Md.12). 

• 1983/2937 Sayılı yasa: Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı, Millî Güvenlik Kurulunda görüşüldükten sonra Başbakanın inhası ve Cumhurbaşkanının 
onayı ile atanır (Md. 13).

Buna göre, MİT Müsteşarının kim olacağına karar veren makam Millî Güvenlik Kurulu olmaktadır. Başbakan inha yetkisini ancak “Millî Güvenlik Kurulunda görüşüldükten sonra” kullanabilmektedir. MİT Müsteşarı için inha yetkisini kullanırken Başbakana kısıtlama getirilmesi, bu makamdaki kişiye güvenil mediğini değil, Millî Güvenlik Kuruluna daha çok güvenildiğini gösterir. Başbakan bu modelde kendisi katılmamış bile olsa, Millî Güvenlik Kurulu kararını (veya görüşünü) uygulayan bir ‘yüksek memur’ durumuna düşürülmektedir.227 

MİT’in başına kimin geçeceğine karar verenler, doğal olarak ulusal istihbaratın da efendisi olmaktadırlar. 12 Mart’a giden yolda, 32. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başbakanı Süleyman Demirel MİT konusunda sitemkârdır: 

İstihbarat Teşkilatı aslında büyük meselelerde Hükümet’e en son olacak işi söyleyememiştir. Mesela Angola’daki iki kabile birbiriyle çarpışmış, şu kadar 
Zululu, bu kadar da Mululu ölmüş. Onu size her gün sabah verir. Ama Ankara’da sizin altınızı oymuşlar onu vermez. 

11 Mart 1971 gece yarısı darbe yapılacağını dört general dışında iki kişi daha biliyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve MİT Müsteşarı Fuat Doğu. Sunay’ı köşke Demirel çıkarmıştı ama o, ne olursa olsun eski bir askerdi. MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya gelince, o da bir asker olsa da, yasal olarak Başbakan’a bağlı bir kurumun başındaydı ve derhal durumu Demirel’e bildirse belki de ülkenin kaderini değiştirecekti.228 

Millî Güvenlik Kuruluna bağlı bir istihbarat merkezi olarak düşünülen MİT’e yasa ile verilen ‘rapor hazırlama’ görevi ile parlamenter demokratik sistemin özüne aykırı hükümler taşıyabilmektedir. Her ne kadar rapor sunulacak ‘Devlet Organları’ arasında Başbakanlık da var denilebilirse de, hükümet tasarısını hazırlayanların, Millî Güvenlik kurulu belirtirken Başbakanlığı neden ayrıca belirtmediklerini sormak, onlara haksızlık etmek anlamına gelmez. Başbakanlık ile MİT ilişkisinde sorun kaynağı şuradan geliyor: Başbakan, MİT müsteşarlığı 
gerçekten kendisine bağlı ise, MİT’çe hazırlanan bir raporu yürütmenin başı ve aynı zamanda Millî Güvenlik Kuruluna başkanlık yapan Cumhurbaşkanına neden kendi eliyle sunmasın? 

Aynı biçimde, Millî Güvenlik Kurulunun öteki üyelerine Genelkurmay başkanı, Kuvvet komutanları ve ilgili bakanlara neden vermesin? Yasa koyucu Başbakanın atlanarak, üst makama ve altındaki makamlara (isim belirterek) MİT raporlarının aracısız iletilmesini hükme bağlamaktadır. MİT üzerine yapılacak değerlendirmede yalnızca yasadan hareket etmek, bu kurum ile ilgili hukuki tabloyu verecektir. Türkiye gibi bir ülkede MİT’in faaliyetleri hakkında söylenebilecek çok şey bulunmaktadır. Gerçekçi bir değerlendirme bu örgütün faaliyetleri incelendikten sonra yapılabilir. Madalyonunu görünen yüzünde (kimi çevreler kabul etmek istemeseler de) zor ve baskıya dayalı bir sorgu yöntemi ile işkence ve bazen ölüme giden uygulamaların olduğu bilinmektedir.229 

1996’da yaşanan Susurluk skandalında, devletin içine kapanmasının, ser verip sır vermemesinin birinci dereceden sorumlusu Millî İstihbarat Teşkilatı’dır. 48, 53 ve 55. 

Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin Başbakanı Mesut Yılmaz; Ben (Refahyol’dan sonra) hükümetin başına geldikten sonra bu konuda yeni bir araştırma başlattım. Başbakanlık Teftiş Kurulu’ndan bu konuda neler yapılabileceğine ilişkin bir rapor istedim. Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş bizzat kendisi bu çalışmayı yürüttü. Bir gün bana MİT’ten gerekli bilgileri alamadığını ifade etti. Kendisiyle beraber MİT’e gittik. MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’la bir toplantı yaptık. Orada gayet iyi hatırlıyorum, MİT müsteşarı, bu olayın çok fazla üstüne gitmenin doğru olmadığını bize ifade etti.230 Başbakan’ın kendisine bağlı bir memur olan MİT Müsteşarı’nın telkinine bağlı kalması; millet iradesini temsil edenlerin Susurluk Skandalı gibi karanlık odaklara uzanan bir olayı çözme konusundaki isteksizliğinin delili niteliğindedir. 

Türkiye’nin tek bir ulusal istihbarat örgütü vardır o da MİT’tir. Kaos ve istikrarsızlaştırma operasyonlarının maşası olan çeteleri deşifre etmek, gerçek yüzlerini millete göstermek Millî İstihbarat Teşkilatı’nın temel görevleri arasındadır. “Millî” bir istihbarat biriminin asli vazifesi, karanlıkları aydınlığa çıkarmak ve ülke insanının huzur ve güven içinde yaşamasına katkıda bulunmaktır. MİT, Türkiye’nin dış istihbaratının yanında iç istihbaratından da sorumludur, bu sorumluluğun bir gereği olarak MİT’in aydınlatmak zorunda olduğu belli başlı olaylar şunlardır: 

6-7 Eylül 1955 Olayları; 
27 Kasım 1970 Kültür Sarayı yangını; 
5 Mart 1972 Marmara Yolcu Gemisi yangını; 
28 Haziran 1972 Eminönü Araba Vapuru’nun batırılması; 
1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı; 
17 Nisan 1978 Hamit Fendoğlu suikastı; 
19-26 Aralık 1978 Maraş Katliamı; 
1980 Mayıs - Temmuz  Çorum Olayları; 
18 Haziran 1988 Turgut Özal’a suikast girişimi; 
31 Ocak 1990 Muammer Aksoy suikastı; 
7 Mart 1990 Çetin Emeç suikastı; 
4 Eylül 1990 Turan Dursun suikastı; 
6 Ekim 1990 Bahriye Üçok suikastı; 
30 Ocak 1991 Emekli Korgeneral Hulusi Sayın suikastı; 
23 Mayıs 1991 Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz suikastı; 
7 Temmuz 1991 HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın suikastı; 
29 Temmuz 1992 Emekli Oramiral Kemal Kayacan suikastı; 
20 Eylül 1992 Musa Anter suikastı; 
24 Ocak 1993 Uğur Mumcu suikastı; 
17 Şubat 1993 Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in şüpheli ölümü; 
4 Eylül 1993 DEP milletvekili Mehmet Sincar suikastı; 
22 Ekim 1993 Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastı; 
2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Olayı; 
4 Kasım 1993 Emekli Binbaşı Ahmet Cem Ersever suikastı; 
3 Şubat 1994 Tunceli Jandarma Alay Komutanı Kazım Çillioğlu cinayeti; 
1994 Bolu Düzce Sapanca üçgeninde işlenen Kürt işadamları suikastları; 12 Mart 1995 Gazi Mahallesi Olayları; 
12 Ağustos 1995 Mardin Jandarma Alay Komutanı Rıdvan Özden suikastı; 
9 Ocak 1996 Özdemir Sabancı suikastı; 
24 Ekim 1999 Ahmet Taner Kışlalı suikastı; 
18 Aralık 2002 Necip Hablemitoğlu suikastı; 
19 Ocak 2007 Hrant Dink suikastı; 
18 Nisan 2007 Zirve Yayınevi Katliamı. 


Türkiye’de “istihbarat birimi” enflasyonu vardır. Bu istihbarat dağınıklığının, şişkinliğinin ve görev örtüşmelerinin temel sebebi, yasal bir boşluk veya yasal 
yetersizlikler değildir; tek cümleyle ‘silahlı kuvvetlerin fiili durumdan kendisine vazife çıkarmasıdır.’ Batı Çalışma Grubu ve EMASYA örneklerinde; Jandarma’ya 
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını fişleme yetkisi, ‘Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’nda ve diğer kanunlarda verilmemişken, Jandarma Genel 
Komutanlığı bu alanda istihbarat faaliyetlerinde bulunmuştur. 

1985 yılında ‘Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’na 7. madde eklendi: Polis devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Anayasa düzenine ve 
genel güvenliğine dair önleyici ve koruyucu tedbirleri almak, emniyet ve asayişi sağlamak üzere, ülke seviyesinde istihbarat faaliyetlerinde bulunur, bu amaçla 
bilgi toplar, değerlendirir, yetkili mercilere veya kullanma alanına ulaştırır. Devletin diğer istihbarat kuruluşlarıyla işbirliği yapar.

Uzun süre Jandarma İstihbarat Teşkilatının (JİTEM) varlığının inkâr edilmesinin altında yatan sebep; prensip olarak jandarmanın istihbarat üretme yetkisinin 
olmayışı ve bu yetkinin belirtilen kanun maddesiyle ülke içinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na verilmiş olmasıdır. 

1985 yılında yapılan değişikliğin anlamı şuydu: “Sivil iktidarların darbelerden hiç haberi olmuyordu, ama artık olacak.” Nitekim 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu denilen mekanizmanın faaliyetleri polisin topladığı istihbaratla ortaya çıkmıştı. Jandarma, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 25. maddesine dayanarak, polisin bulunmadığı bölgelerde istihbarat toplama hakkına sahip olduğunu ileri sürüyor. Bu maddede: “Polis teşkilatı bulunmayan yerlerde il, ilçe ve bucak jandarma komutanları ile jandarma karakol komutanları bu kanunda yazılı vazifeleri yapar ve yetkileri kullanırlar.” denilmektedir. Hâlbuki Jandarma Genel Komutanlığı unsurları kendi sorumluluk sahasında olmak kaydıyla ancak ve ancak, suçu önleme amaçlı teknik istihbarat ve teknik takip yapabilir. Peki, kanundaki açık maddeye rağmen jandarma bunu nasıl yapabiliyor? Askerin Türkiye’de oluşturduğu fiili durum ve nüfuzundan yararlanarak komutanlarının emriyle yapabiliyor.231 

Genelde askeri istihbaratın özelde Jandarma’nın yaptığı bu istihbarat faaliyetleri; yetki ve görev tecavüzü niteliğindedir ve açıkça kanun dışıdır ve suçtur. 
Jandarma’nın tüm ülke genelinde yaptığı fişlemeler gibi, 9 Kasım 2005’te Şemdinli’de yaşanan olayda 232 da iki Jandarma Astsubayının, polis sorumluluk 
bölgesinde, habersiz ve izinsiz olarak yaptıkları eylem bu kapsamdadır. 

Türkiye’deki askeri otoritenin devlet içindeki özerk alanının zemini iki katmanlıdır. İlki yasalar katmanıdır. Sivilleşme süreci bu birinci katmanı bir ölçüde kırmıştır. İkincisi, özellikle 28 Şubat döneminde tahkim edilmiş olan yönetmelik ve protokoller katmanıdır. Sivilleşme süreci bu ikinci kademeye hemen hiç ulaşmamıştır. Denebilir ki bugün askeri vesayet rejiminin değişmeyen unsurlarının en önemlileri, millî güvenlik düzenine 28 Şubat’ta dâhil olan girdilerdir. 28 Şubat’ın bu açıdan kalıcı etkisi 2000’li yıllarda fark edilmiştir. Bu etkinin, daha doğrusu devletin iç işleyişinin, mülki, istihbari ve asayiş alanının görece askerileştirilmesinin kökeninde EMASYA233 protokolü yatar. Bu protokole göre, illerdeki askeri otorite, valilerden izin almadan da (daha sonra bilgi vermek ve izin prosedürünü yerine getirmek koşuluyla) acil durumlarda asayiş olaylarına müdahale edebilmektedir. Bu çerçevede her ilde askeri garnizonda düzenli faaliyet gösterecek, yani kurumlaşacak bir güvenlik birimi kurulmuştur. Bu birim askeri ve sivil istihbarat ve operasyon planlamasının, tehdit ve tehlike 
değerlendirmelerinin merkezi olarak faaliyet göstermektedir. Şu açıktır: Her ilde askeri bir birim içinde oluşturulan “Asayiş Güvenlik Merkezleri” sivil emniyeti ve mülki amiri istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askere bağımlı kılmıştır. Tüm toplumsal ve istihbari bilgiler askerin elinde birikmekte, fişleme234 doğal bir işlem haline gelmektedir. MİT, emniyet istihbaratı açısından bir anlamda iller düzeyinde bu askeri birimlerin bağımlı değişkeni haline gelmiştir. Bu durum yaygın, tehlikeli ve “sıradan” bir askerileşme sürecine 
işaret etmektedir. En önemli noktalardan birisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç güvenlik doktrinini bu protokole göre yapılandırmış olmasıdır. Tedbir alma gerekçesiyle askeri merkezli fişleme, istihbarat ve operasyonlar böyle yaygınlaşmıştır.235 

28 Şubat sürecinin ardından yaklaşık 6 milyon kişinin fişlenmesine neden olan bu protokol 2010 yılında kaldırılmıştır.236 Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı 
Bülent Orakoğlu’na göre de, EMASYA faaliyetleri kapsamında komutanlıklar, Türkiye’de 11 milyon insanı fişlemiştir. 

Bu fişler de halen Millî İstihbarat Teşkilatı’nda tutulmaktadır.237 

İç güvenlik istihbaratı, bu konuda rüştünü sahip olduğu teknoloji ve çalışmalarıyla ispatlamış olan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığına bırakılmalıdır. Bu saha esasen 
bir suç istihbaratı mahiyetini taşımaktadır. MİT, ana istihbarat servisi olarak hasseten dış istihbarata yönelmelidir. ABD modeli CIA-FBI ayrımına gidilmeli. FBI (Federal Bureau of Investigation- Federal soruşturma bürosu) iç güvenlik istihbaratı yapmakta olup aynı zamanda adli polis olarak görev yapmakta ve ABD Federal Savcıları’na fevkalade yardımcı bir istihbarat birimi durumundadır. MİT, kanuna göre dört makama bilgi vermekle görevlidir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve MGK Genel Sekreterliği. Bu dörtlüden Genelkurmay Başkanı ve MGK Genel Sekreterliği çıkarılmalı, ulusal istihbaratın öncelikle sivil otorite elinde toplanması temin edilmelidir. Diğer ikisine istihbarat akışı gerektiğinde bu iki sivil otorite tarafından sağlanmalıdır. Çünkü Genelkurmay istihbarat Başkanlığı (J2) ve Kuvvet Komutanlıkları istihbarat Başkanlıkları geniş bir yelpaze olarak zaten Genelkurmay Başkanının nüfuz ve kontrolü altında olup, bu birimlerin faaliyetinden hiçbir sivil otorite ve mercii haberdar değildir. Askeri istihbarat yelpazesinin hiçbir sivil makam ve kişiye bağlılığı, kontrolü, denetimi, bilgi verme mükellefiyeti söz konusu olmadığından (Cumhurbaşkanına bile), demokratik hukuk devleti mekanizmaları dikkate 
alındığında ülkemiz açısından paranormal bir konumda olduğu bir vakadır. Bu cihetle askeri istihbarat birimlerinin üst seviyede Millî Savunma Bakanına ve dolaylı olarak Başbakanlığa bağlılığının temin edilmesi kaçınılmaz bir mecburiyettir. İstihbarat, bilhassa günümüzde entelektüel ve stratejik vizyon gerektiriyor, bu itibarla MİT askeri kadrolardan arındırılmalı ve sivil hüviyetine kavuşturulmalıdır.238 

Sivil siyasi otorite, teşkil ettiği tamamen kendine bağlı sivil bir istihbarat servisi kanalıyla orduyu izletmeli ve ordu içindeki antidemokratik filizlenmeleri derhal durdurmalı ve böylelerini ve bunlara ön ayak olanları ordudan derhal kovmalıdır. Türkiye 21. asırda gerçekten demokrasi oyununu kuralına göre oynamak istiyorsa, demokrasi istiyorsa, bunun asker ile değil siviller ile gerçekleşeceği idrakinde olmalıdır. Evet, yıllar boyu ulusal güvenliğe tehdit olarak Komünizm, Kürtçülük, Türkçülük İrtica görülmüş ve istihbarat servislerimiz de bu tehditlere göre konumlandırılmıştır. Dikkat edilirse bu tehditler arasında bir tek dış tehdit vardı o da Sovyet Rusya’nın çökmesiyle bitti. Artık maalesef hiçbir dış odaklanma ve hedef kalmamış ve tamamen içe dönük bir güvenlik kaygısıyla KGB sendromlu paranoya toplumuna dönülmüş durumda. Zaten dış istihbarat odaklarının istediği de buydu ve başardılar. Vakit kaybedilmemeli ve kendi toplumunu takip eden bir ‘büyük birader’ devleti anlayışı terk edilerek, devletlerarası denge ve stratejik menfaatlere dayalı operasyonları 
mercek altına alan bir istihbarat odaklanmasına gidilmelidir. 239 

BÖLÜM DİPNOTLARI ,

225 Hikmet Özdemir (1993); s. 179, 181, 182, 183, 184. 
226 Mahir Kaynak, İktisat Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 14 Ekim 2012, s. 16.
227 Hikmet Özdemir (1993); s. 187, 191, 192, 197, 199, 200. 
228 Mehmet Ali Birand ve diğerleri (2008); s. 213, 246. 
229 Hikmet Özdemir (1993); s. 209 
230 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız; Son Darbe: 28 Şubat, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 175. 
231 Gültekin Avcı; Karanlık İlişkiler Susurluk Şemdinli ve Danıştay Olaylarının Şifresi, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 201-203. 
232 Jandarma Astsubay Ali Kaya için, “Tanırım, iyi çocuktur” diyen dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı halen emekli Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, konuyla ilgili olarak komisyonumuza şunları ifade etmiştir: “97 baharında Kuzey 
Irak’a operasyon yaptık. 2 tane yardımcım vardı. 1 tane Türk Silahlı Kuvvetlerinden tümgeneral, 1 tane de peşmergelerden yardımcım vardı, “peşmerge komutanı” diyorlardı onlar. Onlarla konuşmam lazım. Ali Kaya çok iyi Kürtçe konuşurdu, 
Jandarmada görevli. Yanıma verdiler ki tercümanlık yapsın diye. Oradan tanıyorum yani iki üç ay Kuzey Irak’ta bana tercümanlık yaptı. “Ben onu tanırım, şöyle çocuktur.” dedikten sonra o cümlenin devamı o: “Bir kusuru varsa cezasını çeker.” 
Maalesef bizim insanımız böyle. Hani “Abdestsiz namaz kılmak günahtır.” dersiniz abdestsizi atarsanız “Namaz kılmak günahtır.” olur. Ona benziyor. Yani o cümlenin ikinci paragrafını bazısı yazdı, bazısı hiç yazmadı.” (Yaşar Büyükanıt, 
TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 8 Kasım 2012, s. 12, 13) 
233 EMASYA Protokolü (Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma): İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu “11/d maddesi” gereğince alınması gereken müşterek tedbirlere ilişkin 7 Temmuz 1997’de imzalanan 
protokoldür. Dönemin İçişleri Bakanı ise Murat Başesgioğlu’dur. 
234 Yaşayan boyutlarıyla 28 Şubat (2): EMASYA üç ‘şey’ ifade etmiştir: (1) Asayiş alanının askerileştirilmesi ve bu çerçevede tüm illerde ön tedbir adı altında toplumun tasnif edilmesi ve fişlemeler yapılması, (2) Gerektiğinde siyasete ve kamusal alana 
tümüyle koyacak darbe planlarının EMASYA planlarına enjekte edilmesi, (3) Askere toplumsal olaylara doğrudan el koyma, kendi başına hareket etme imkânının verilmesi. Askeri yapının iç güvenlik alanına sürekli ve denetleyici bir biçimde 
yerleşmesi olarak tek cümleyle tanımlanabilecek 'EMASYA düzeni' faaliyetlerini bundan iki yıl öncesine, 2010 yılına kadar, protokol ilga edilene kadar sürdürmüştü. Sorular şudur: Bu 10 yılın bilançosu nedir ve topluma dair fişler nerededir? (Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak Gazetesi, http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AliBayramoglu/yasayan-boyutlariyla-28-subat-2/34429 Erişim: 16 Ekim 2012). 
235 Ali Bayramoğlu; 28 Şubat Postmodern Bir Darbenin Sosyal ve Siyasal Analizi, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 91, 92. 
236 Mehmet Baransu; Karargâh, Karakutu Yayınları, İstanbul, 2010, s. 485. 
237 Bülent Orakoğlu, Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 108. 
238 Gültekin Avcı (2008); s. 232. 
239 Gültekin Avcı; Genelkurmay Cumhuriyeti, Ordunun Devleti mi Devletin Ordusu mu? Metropol Yayınları, İstanbul, 2008, s. 186, 230. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

***