Siyasi Boyutları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi Boyutları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2017 Çarşamba

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları BÖLÜM 5





 Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları  BÖLÜM 5


3.4 Türkiye ve Sınır Ötesi Operasyonlar 



ABD’nin Körfez Savaşı hazırlıkları yaptığı tarihlerde Türkiye’de de PKK’nın bölgede güçlenmesine engel olabilmek için Kuzey Irak’ın işgal edilmesinin tartışılması Ankara ve Kuzey Irak arasında önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Bu tartışmaya Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerin tepkisi sert olmuş ve Talabani, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girdiği takdirde büyük bir Kürt direnişi ile karşılaşacağını açıklamıştır (Özdağ, 2008: 75-76). 

Fakat Mart 1991’de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifinde Celal Talabani ve Mesut Barzani’yi temsilen bir kişinin Ankara’ya gizli bir ziyaret gerçekleştirmesi Türkiye’nin o güne kadar izlediği Kuzey Irak Kürtleri ile bağlantı kurmama politikasını sona erdirmiştir. Mahmut Bali Aykan’a göre bu davetin arkasında yatan düşünce şu motivasyonlara dayanıyordu: Kuzey Irak’taki gelişmelere ilişkin ilk elden bilgi edinmek, bağımsız bir Kürt devleti kurulmaması 
için Kürtleri bir nevi ikna edecek şekilde buradaki gelişmelerde söz sahibi olmak ve Kuzey Irak’taki PKK üslerine düzenlenen operasyonları normalleştirmek için PKK’yı diğer Kürt guruplardan izole etmek (Aykan, 1996: 347). Körfez Savaşı sonrası koşulların şekillendirdiği Kuzey Irak’a yönelik bu yeni yaklaşım en açık ifadesini Turgut Özal’ın açıklamalarında bulmuştur: “ Açıkça ortaya konulmalıdır ki, Irak’ın Kürt bölgesinde yaşayanlar Türk vatandaş larının akrabalarıdır. Bu yüzden sınırlar bir ölçüde yapay olan sınırlar aynı halkı iki kesime bölmüştür ” (Gunter, 1993: 302). Özal bu ifadeleri Aralık 1991’de kullanmıştı ve bu yaklaşım Özal’ın ölümüne kadar geçen dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen temel dili oluşturmuştur. Özal cumhurbaşkanı olup başbakanlığa Süleyman Demirel geldiğinde de bu politika değişmemiş ve Demirel Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması 
tartışmaları sırasında Saddam Hüseyin’e karşı kuzeydeki Kürtleri korumanın Türkiye’nin sorumluluğunda olduğunu belirttikten sonra “Yeni bir Halepçe’yi göz yumamayız” ifadelerini kullanmıştır (Gunter, 1993: 303). 

Kuzey Irak’ta Kürt örgütlerin kendi arasında mücadelesi devam ederken Türkiye, 1988’de durdurduğu askeri operasyonlarına tekrar başlamış, Nisan 1991’de bir kere daha havadan ve karadan Kuzey Irak’a girmiş ve buradaki PKK kamplarını hedef almıştır. Bu operasyon Türk ordusunun Kuzey Irak’taki iktidar mücadelesinde kendini hatırlatması şeklinde yorumlanmıştır. Zira Kuzey Irak’ta iktidar boşluğu yaşanmaya başladığı andan itibaren Türkiye hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletine ya da Kürt örgütlerinin petrol bölgelerinde hakim konuma geçmelerine hiçbir şekilde müsamaha göstermeyeceğini ifade etmiştir (Özdağ, 2008: 77-79). Irak yönetimi ise Kürt Devleti iddialarını elçilikler aracılığıyla yalanlayarak Kuzey Irak’taki hareketlenmeyi, devlete karşı ayaklanma olarak nitelemiş ve ordu güçlerinin en kısa sürede ayaklanmayı bastıracağını belirtmiştir.9 

Körfez Savaşı ve ardından 36’ncı enlemin kuzeyindeki Kuzey Irak topraklarının uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi gelişmeler bölgede ciddi bir güç boşluğu doğurmuş ve bu güç boşluğundan yararlanan PKK’ya manevra kabiliyetini güçlendirmiştir. PKK yine Körfez Savaşı’ndan kalan ağır silahlarla elde ettiği silah gücünden de yararlanarak Türkiye-Irak sınırındaki Türk Jandarma karakollarına sayıları 500’e kadar yükselen gruplarla etkin saldırılar düzenlemeye başlamıştır. PKK’nın amacı, Türkiye sınırında kurtarılmış bölgeler oluşturmak için sınır karakollarındaki Türk askeri varlığını zayıf düşürmekti. 1930’larda inşa edilmiş ve daha çok vadi yolunu izleyerek kaçakçılık yapanları düzenli olarak gözetleme amacı taşıyan bu karakollarda ağır kayıplar verilmiştir. PKK’nın sınır karakolları na yaptığı saldırılardan en fazla ses getireni Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde bulunan Samanlı karakoluna yapılan ve 9 erin öldürüldüğü, 7 erin de PKK tarafından kaçırıldığı saldırı olmuştur. Saldırının ardından 5 Ağustos 1991’de Batman, Diyarbakır ve Malatya’dan havalanan savaş uçakları Durji Vadisi ve Hakurk kampını bombalamıştır. Bu operasyona paralel olarak karadan da 
komandolar Kuzey Irak’a girerek 14 gün süren bir operasyon yapmışlardır (Özdağ, 2008: 90). Bu operasyonlarda 24 PKK kampı hedef alınmış ve genelkurmay Başkanlığı’nın resmi açıklamasına göre operasyon derinliğinin 8-10 km olduğu belirtilmiştir (Kısacık, 2007: 57). 

1992’ye gelindiğinde PKK gerek Türkiye içlerinde gerekse de Kuzey Irak’ta ayaklanma hazırlığına başlamıştır. Öcalan’ın çerçevesini belirlediği ayaklanma stratejisine göre Türkiye içinde ve sınırda yoğun silahlı eylemler başlayacak, bir yandan da halk ayaklanması sağlanacak ve böylelikle de Türkiye içlerinde kurtarılmış bölgeler oluşturulacaktır (Öcalan, 2010). PKK’nın ayaklanma hazırlığında olduğu istihbaratını alan Türk ordusu 1 Mart 1992’de 

Kuzey Irak’ı bombalamıştır. Bu operasyonu 10 Mart’ta ikincisi 25 Mart’ta da üçüncüsü izlemiştir. Bu operasyonlardan etkin bir sonuç alamayan Ankara, özellikle Şam yönetimi ile diplomatik görüşmelere başlayarak Suriye’yi PKK’nın en büyük kamplarının yer aldığı Bekaa Vadisi’ndeki kamplarını boşaltması açıklamasını yapmaya ikna etmiştir (Oran, 2005: 556). Bu diplomatik hamlelerin ardından Türk ordusu 6 Mayıs 1992’de kapsamlı bir kara operasyonu başlatmıştır. Türk birliklerinin bir kısmı Metina ve Zap bölgelerine saldırırken 
diğer birlikler de Şemdinli’den Kuzey Irak’a girmişlerdir. PKK, bu operasyona 15 Mayıs’ta Taşdelen sınır karakoluna yaptığı saldırı ile yanıt vermiştir. Buradaki çatışmalara da kobra helikopterleri ile müdahale edilmiş ve 50 PKK’lı militan öldürülmüştür.10 

Öcalan’ın 1992 yılını isyan yılına çevirme politikası bu operasyonlara rağmen kaldığı yerden devam etmiştir. Bu amaçla Öcalan, Türk askeri varlığının daha az olduğunu düşündüğü Şırnak’ı işgal edip kurtarılmış bölge oluşturmayı hedeflemiştir (Öcalan, 2010). Bu amaçla 18 Ağustos’ta 1500 militanı ile Şırnak’ı ele geçirmeye çalışan örgüt iki gün süren çatışmaların ardından geri çekilmek zorunda kalmıştır. Şırnak baskınından hemen sonra Türk Ordusu Cudi ve Gabar’a karadan ve havadan operasyon düzenlemiştir.11 Türkiye-İran 
sınırını geçerek geldiği tespit edilen militanlarla ilgili olarak İran’a nota verilmiştir. İki ülke arasında karşılıklı sert açıklamaların ardından İçişleri Bakanı İsmet Sezgin İran’ı ziyaret etmiş ve iki ülke arasında 19 Eylül 1992’de Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Öte yandan Şırnak’ta ağır bir darbe alan PKK sınır karakollarına saldırılarına devam etmiş ve Alan karakoluna yapılan saldırı sonucunda 20 asker yaşamını yitirmiştir. Bu baskına cevap 
olarak Türk ordusu 1 Eylül’de Kuzey Irak’a Deştan’dan girmiş ve 10 km ilerleyerek PKK kamplarını bombalamıştır. Aynı gün Ankara da Barzani ve Talabani’den PKK’nın Kuzey Irak’ı üs olarak kullanmayacağına dair taahhüt almıştır (Özdağ, 2008: 108). 

Türkiye’nin gerek İran ve Suriye düzleminde yürüttüğü diplomatik girişimler gerekse KDP ve KYB’nin PKK’ya mesafe almaları ve gerekse Kuzey Irak’a yönelik düzenlenen küçük çaplı sınır ötesi operasyonlar PKK’nın Kuzey Irak’ta ciddi bir güç olmasının önüne geçememiştir. Bu durum daha sonra Emekli Korgeneral Hasan Kundakçı tarafından şu ifadelerle ortaya konmuştur: “Türk-Irak sınırının güneyinde, müthiş geniş, mükemmel bir kurtarılmış bölge yarattılar. İçinde rahat rahat eğitim yapma olanağı buldular, içinde rahat rahat lojistik tesislerini geliştirme olanağı buldular, içinde rahat rahat çalışma olanağı buldular. 
Her yönden çalışma olanağı buldular” (Bila, 2007: 134). Bu açmazdan çıkmak isteyen ve PKK’nın isyan politikası karşısında ciddi kayıplar veren Ankara çareyi kapsamlı bir sınır ötesi operasyon gerçekleştirmekte bulmuştur. Bu bağlamda PKK’nın Kürdistani Cephe ile savaş yürüttüğü bir sırada Türk ordusu 12 Ekim 1992’de ağır hava koşullarına rağmen 50 bin kişilik bir güçle Kuzey Irak’a girmiştir (Bila, 2007: 69). Bu operasyon sonucunda 1551 PKK militanı ölürken 1232 militan da yaralanmıştır. Türkiye tarafındaysa 1 subay, 3 astsubay, 22 erbaş ve er, 2 köy korucusu hayatını kaybetmiştir (Özdağ, 2008: 114-115). 
PKK’nın aldığı bu ağır yenilgiyi bir ileri aşamaya taşımak isteyen Ankara, Kürdistani Cephe ile görüşmelere başlamıştır. Bu çerçevede 12 Kasım 1992’de Jandarma Genel Komutanı, Barzani ve Talabani bir araya gelmiş ve sınır güvenliğinin sağlanması için ortak sınır karakolları oluşturulması kararı alarak Şemdinli Mutabakatları’nı imzalamışlardır. 

Buna göre 

Türkiye karakollar inşa edecek peşmergeler de bu karakollara yerleşecektir (Bila, 2007: 92). Bunun üzerine Abdullah Öcalan 20 Mart 1993’te bir basın toplantısı yaparak tek taraflı ateşkes ilan etmiş ancak bu ateşkesin siyasi değil taktik gereği olduğu iki ay sonra Bingöl’de 35 askerin öldürüldüğü saldırıyla anlaşılmıştır (Özdağ, 2008: 122-125). 

Kuzey Irak’taki manevra kabiliyetini yeniden restore etmek isteyen PKK, Kürdistani Cephe içinde yaşanan ayrışmayı fırsat olarak değerlendirmiştir. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşme çabalarını engellemek isteyen Türk Ordusu, Kuzey Irak’a 8 Haziran 1993’te küçük bir operasyon düzenlemiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırıların artmasıyla operasyonun kapsamı genişletilmiş, karadan ve havadan operasyon yapılmıştır. Bu operasyonlarda 250 PKK militanı öldürülmüştür. Yaz ayları boyunca başka operasyon olmazken sırasıyla 
1-8 Ekim’de, Kasım ayında ve 13 Aralık’ta PKK’nın Türkiye içindeki saldırılarına karşılık olarak çeşitli sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirilmiştir (Özdağ, 2008: 128-131). Fakat bu operasyonlar 1992’deki operasyon kadar etkili olmamış ve PKK Kuzey Irak’taki etkinliğini artırmaya devam etmiştir. Bu nedenle sınır ötesi operasyonlar 1994 yılında da sık aralıklarla devam etmiştir. İlk sınır ötesi operasyon 28 Ocak’ta gerçekleştirilmiş ve 3 PKK’lı öldürülmüştür. 
Bu operasyondan yaklaşık bir ay sonra 27-28 Ocak-3 Şubat 1994 tarihlerinde de Kuzey Irak’ın Alandüzü bölgesinde PKK kamplarına yönelik operasyon düzenlenmiştir. Bu operasyondan üç gün sonra 6 Şubat’ta ve 21 Mart’ta Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik hava operasyonları devam etmiş, bu operasyonlarda 31 PKK’lı öldürülmüş 38 PKK’lı de yaralı olarak ele geçirilmiştir (Özdağ, 2008: 145-146). 

Türk ordusunun Kuzey Irak’ta PKK kamplarına yönelik Mart ayında başlayan operasyonları Temmuz ayına kadar devam etmiş ve kapsamı da git gide genişlemiştir. Kaynaklara Çelik 1 Harekatı olarak geçen operasyonun sonucunda PKK “girilmez” ilan ettiği eylem alanlarını terk etmek zorunda kalmıştır (Özdağ, 2008: 148). 



Harita 6: Belli Başlı PKK Kampları 



Bu harekat kapsamında 20 Mart’ta 34 bin asker Kuzey Irak’a girmiştir. Operasyon Ejder Tepesi adı verilen bölgede gerçekleştiğinden operasyona da Ejder Operasyonu adı verilmiştir. Bu operasyon Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a yaptığı en kapsamlı operasyonlardan biri olarak gösterilebilir (Kısacık, 
2007: 104-105). Ayrıca Çelik 1 operasyonu ile hemen hemen aynı dönemde (11-12 Nisan 1994), Türk savaş uçakları Kuzey Irak’a girmiş ve bu harekât karadan da 5 bin kişilik bir birlikle desteklenmiştir. Kara birlikleri 160 km cephe 40 km derinlik ve 600 kilometrekarelik alana kadar girmiştir. Bu harekatta 4 PKK kampı vurulmuştur (Özdağ, 2008: 149-150). 

1995 yılına gelindiğinde ise PKK Türk ordusunun sınır ötesi operasyonlarına rağmen KYB-KDP arasındaki çatışmalardan yararlanarak Kuzey Irak’taki manevra alanını genişletmiştir. PKK buradaki iktidar boşluğundan çok iyi yararlanmış ve yıllar önceki nüfuzunu geri kazanmıştır. Öyle ki 5. Kongresini de Şırnak’tan 20 km uzaktaki Haftanin kampında gerçekleştirmiştir. PKK, bu kongrede Türkiye sınırının Irak tarafında iktidar boşluğundan yararlanarak yerleştiği bölgeleri kurtarılmış bölgeler olarak isimlendirerek devletleşme kararı 
almıştır (Özdağ, 2008: 155-156). PKK’nın Kuzey Irak’ta etkinliğini arttırmasıyla Türk ordusu tekrar sınır ötesi operasyon yapma gereği görmüştür. 20 Mart 1995 tarihinde kayıtlara Çelik Operasyonu olarak geçen ve iki ay süren operasyonla 35 bin asker ve üst düzey 13 generalle birlikte Kuzey Irak’a giriş yapılmış ve sınırın ötesinde 35-40 km kadar ilerlenmiştir. 
Türk ordusunun hedefi, başta Haftanin olmak üzere PKK’nın 13 kampı olmuştur (Bila, 2007: 115). Savaş sırasında PKK ağır kayıplar vermemiştir. Çünkü önceki operasyonlardan edindiği deneyimle Türk Ordusuyla cephe savaşına girmenin ağır bedeli olduğunu fark etmiş ve Irak içlerine doğru çekilmiştir (Özdağ, 2008: 157-159). Ancak Türk ordusunun geri çekilmesiyle birlikte PKK tekrardan Kuzey Irak’a yerleşmek için harekete geçmiştir. Bunun üzerine Türk ordusu bir kez daha 5-11 Temmuz tarihleri arasında Kuzey Irak’a girmiş ve PKK kamplarını bombalamıştır. 1995 yılında gerçekleşen bu iki operasyonla PKK her ne 
kadar Kuzey Irak’a her seferinde tekrardan yerleşse de örgütün önemli bir bölümü Irak içlerine kadar çekilmek zorunda kalmıştır (Özdağ, 2008: 161-162). Yine 1995 yılı içinde 8 Ekim ve 11-13 Ekim tarihlerinde de Türk Ordusu karadan ve havadan Kuzey Irak’a girmiş 114 PKK’lı öldürülmüştür (Özdağ, 2008: 174). 

1996 yılı sınır ötesi operasyonlar bağlamında Haziran ayına kadar göreli olarak sakin geçmiştir. Türk ordusu sınırı birkaç kez geçse de bunlar kapsamlı operasyonlar olmamıştır. Ancak uzun zamandan beri durgun olan Kuzey Irak-Türkiye sınırı 16 Haziran’da tekrardan hareketlenmiş ve sınırdan sızmaya çalışan 28 PKK militanının yakalanmasının ardından Türk Ordusu 5 bin askerle Kuzey Irak’a girmiştir. “Tokat Operasyonu” adı verilen bu operasyon sonucunda 31 PKK militanı öldürülmüştür. Türkiye, bu tür sızmaları engellemek için Temmuz ayı boyunca Kuzey Irak’ı bombalamaya devam etmiştir (Özdağ, 2008: 186187). 
1996 yılının son sınır ötesi operasyonu ise “Baklava Dilimi” adı altında gerçekleşmiştir. Türk ordusunun sınırda gördüğü PKK militanlarını takibiyle başlayıp 12 saat süren bu operasyonda 150 PKK militanı öldürülmüştür (Özdağ, 2008: 201-202). Fakat 1996 yılında Türk ordusu her ne kadar PKK’yı Kuzey Irak’tan atmak için yoğun askeri operasyonlar yapsa da bunda pek başarılı olamamıştır. Zira 1997 yılına girildiğinde Kuzey Irak’taki PKK varlığı açık bir şekilde ortadaydı. 

1997 yılına gelindiğinde PKK 1990’ların ilk yarısındaki etkinliğini önemli ölçüde kaybetmiş olsa da hala bölgede etkin bir güç olarak durmaktaydı ve Kuzey Irak’tan Türkiye içinde yaptığı saldırılarına devam ediyordu. Bu etkinliği ciddi ölçüde kırmak amacında olan Türk ordusunun Mayıs ayında başlattığı Çelik Operasyonu 7 Temmuz’a kadar devam etmiştir. Irak yönetimi saldırıyı kınarken ABD, İngiltere ve KDP Türkiye’ye destek vermiştir (Özdağ, 2008: 207). Operasyonun başlamasının ardından Kuzey Irak’taki KDP’ye bağlı peşmerge güçleri de harekata katılmışlardır. Harekat çerçevesinde birçok PKK kampı 
bombalanırken en önemli gelişme Zap kampında yaşanmıştır. Zap kampını işgal eden Türk ordusu ile PKK arasındaki çatışmalar 3 gün sürmüş ve 750 PKK’lı öldürülmüştür. Harekatın sadece 10 gününde 1445 PKK’lı ölmüş 184 PKK’lı de yaralı olarak ele geçirilmiştir. Ayrıca PKK’ya ait askeri mühimmatlar ele geçirilmiştir. Harekatın Haziran ayında ise 2730 PKK’lı daha öldürülmüştür (Bila, 2007: 185). Türk ordusunun operasyonları sonbaharda da devam etmiştir. 25 Eylül’de Türk birlikleri bir kez daha Kuzey Irak’a girmiş ve PKK kamplarını bombalayarak Şafak Operasyonu’nu gerçekleştirmişlerdir. 15 Ekim’e kadar devam eden bu harekata 25 bin zırhlı birlik destek vermiştir (Bila, 2007: 188-192). Şafak Operasyonu’nun sonucunda 865 PKK militanı öldürülmüş 37’si yaralı 902 PKK’lı ele geçirilmiştir. 7 Şubat’ta 7 bin Türk askeri karadan Kuzey Irak’a girerken 11 Şubat’ta da F-16’lar havadan PKK kamplarını bombalamışlardır (Özdağ, 2008: 215-216). 

Fakat 1997 yılında gerçekleşen bu kapsamlı sınır ötesi operasyonlara ve KDP ile de savaşmasına rağmen PKK’nın askeri olarak işlevsiz hale getirilemediği fark edilmiştir. Bunun da en önemli sebebi PKK’nın Suriye’den ciddi ölçüde destek almasıydı. 1992 yılında Türkiye ile Güvenlik Protokolü imzalayan Suriye, Türkiye’nin “su meselesi” ile ilgili protokole uymadığını gerekçe göstererek PKK konusunda Türkiye’ye verdiği sözü tutmamış ve Türkiye’nin iadesini talep ettiği Abdullah Öcalan’ı son ana kadar sınırları içinde tutmuştur (Oran, 2005: 554-557). Dolayısıyla 1997 deneyimi Ankara’yı PKK sorununu çözme konusunda Şam’a baskı yapmaya yönelten en önemli nedenlerden birisi olmuştur. 1998 
yılına gelindiğinde dikkatini Şam’a yönelten Ankara Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyonlarda ciddi bir kısıntıya gitmiştir. 7 Kasım’da Barzani ve Talabani’nin görüşme yapmak için Ankara’ya geldiği tarihlerde Türk Ordusu Kuzey Irak’a 350 km’lik bir hat boyunca, 10 farklı bölgeden Kuzey Irak’a girmiştir. KDP ise Haftanin bölgesinde PKK’ya karşı başka bir operasyon başlatmıştır. Türk birliklerinin operasyonu 9 Kasım’da Gare Dağı’na kadar 
genişletilmiştir. Baskı altında kalan PKK, İran’a doğru kaçmaya başlamıştır. Genelkurmay Başkanlığı, 14 Kasım’da operasyon kapsamında 53’ü ölü 54 PKK’lının ele geçirildiğini duyurmuştur (Özdağ, 2008: 247-248). Bu operasyon aynı zamanda 90’lı yılların kapsamlı son operasyonu olmuştur. 


4. 2000’ler: Kuzey Irak ve Türkiye 


4.1 İkinci Irak Savaşı ve Kuzey Irak 


2000’li yılların başında Kuzey Irak, PKK ve Türkiye denklemini etkileyen en önemli unsur ABD’nin Irak’ı işgali ve ardından Saddam Hüseyin rejimini devirmesi olmuştur. Irak’ın iç dinamikleri bağlamında düşünüldüğünde bu yeni durumdan en fazla kazançlı çıkan grup savaş boyunca ABD’nin yanında yer alan Irak Kürtleri olmuştur. Irak’ın yeniden yapılandırılması bağlamında Kürtler bir taraftan merkezi yönetim karşısında özerk konumlarını güçlendirirken, 
diğer taraftan da bu özerk yönetim içinde kalan toprakları genişletme imkanına 
kavuşmuşlardır. İşgal sırasında ABD askerleri ile işbirliği içinde çalışan Kürt peşmergeler Kerkük ve Musul’a kadar ilerleyerek ABD askerlerine büyük kolaylıklar sağlamıştır. Üstelik bu işbirliği sayesinde Irak’ın geri kalanına kıyasla Kürt Bölgesi savaşı çok daha az hasarla atlatmıştır. Savaştan hemen sonra Kürtler lobi çalışmalarına girişmiş ve Temmuz 2003’te Geçici Yönetim Konseyi’nin kurulmasından itibaren Irak’ın geleceğinde söz sahibi olmaya 
başlamışlardır. Bu politika sayesinde geçiş dönemi hükümetlerinde ve Irak seçimlerinde kilit bir konuma yükselen Kürtler bu dönemde yapılan Irak’ın geleceği ile ilgili müzakerelerden güçlenerek çıkmıştır (Galbraith, 2007: 149-151). 

Geçici Yönetim Konseyi’nde Irak Dış İlişkiler Bakanlığı’nı Kürt siyasetçi Hoşyar Zebari üstlenmiş ve Haziran 2004’te kurulan Irak Geçiş Hükümeti’nde de bu görevine devam etmiştir. Yine Irak Geçiş Hükümeti’nde Başbakanlığı Kürt siyasetçi Berham Salih yürütmüş ve ayrıca birçok Kürt de Irak yönetiminde üst düzey pozisyonlarda yer almaya başlamıştır. Geçiş döneminde yürürlüğe giren Geçici Yönetim Yasası da Kürtlerin, 1992’de elde ettikleri de facto yönetimi, Federal Irak Devleti’nin “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” olarak tanımıştır. 
Kürtçe Irak’ın ikinci resmi dili olmuş ve peşmerge güçleri de Kürdistan Bölgesi’nin yasal güvenlik gücü olarak kabul edilmiştir. Söz konusu yasa aynı zamanda Kürdistan Bölgesi’ne ulusal güvenlik ve ulusal dış politika haricindeki birçok konuda Irak’ta yürürlüğe giren yasaları reddetme veya değiştirme hakkı tanımıştır. Bölge ayrıca merkezi bütçeden %17’lik pay alma hakkına da kavuşmuştur. Bütün bu kazanımları, 15 Ekim 2005 tarihindeki referandumda 
kabul edilen Irak Anayasası’nda da koruyan Irak Kürtleri, Kerkük ve diğer tartışmalı bölgeler12 konusunu ise ileri bir tarihe ertelemişlerdir. Kerkük’ün ve tartışmalı bölgelerin Kürt Bölgesi’ne mi yoksa Irak’a mı dahil olacağı sorununa ise anayasanın 140. Maddesinde yer verilmiş ve en geç 2007 yılının sonuna kadar söz konusu yerlerde yapılacak referandumla buraların çözüme kavuşturulması hedeflenmiş tir (Galbraith, 2007: 153-159). 




Harita 7: 2003 İşgalinin Ardından Kürdistan Bölgesel Yönetimi 
Zaxo Semel Dihok Hewler Rewandiz Ranye  Silemani Helebce

Kabul edilen anayasaya göre ilk seçimler hem Irak genelinde hem de Kürdistan 
Bölgesi’nde 15 Aralık 2005 tarihinde yapılmıştır. Saddam sonrası Kürdistan Bölgesi’nde seçimler ilk kez yasal bir şekilde yapılmış ve seçimlerde birçok yenilik göze çarpmıştır. 1992’de kurulan parlamentonun ilk çıkardığı yasa olan seçim yasası seçimlerin 4 yılda bir tekrarlanmasını öngörmekteydi. Fakat 1992 yılından 2005 yılına kadar süren siyasi kriz ve iç savaş yüzünden seçimler yapılamamıştı. Ekim 2005’te kabul edilen yeni Irak Anayasası Kürdistan 
Bölgesel Yönetimi’ne yasal statü kazandırmış13 ve böylece seçimler de hukuksal zemine oturmuştur. Kürdistan Bölgesi seçim yasasını merkezi hükümetin seçim yasasıyla uyumlu hale getirmek için yapılan değişikliklerle parlamentodaki sandalye sayısı 111’e çıkarılmış ve bölge başkanlığı seçiminin yapılması kararlaştırılmıştır.14 Bölge başkanlığı konusunda KYB ve KDP kendi aralarında anlaşmış ve Irak cumhurbaşkanlığı için Celal Talabani’nin, Kürdistan 
Bölgesi Başkanlığı için ise Mesut Barzani’nin desteklenmesi kararı alınmıştır. 
Buna uygun olarak KYB ve KDP’nin Kürdistan Ulusal Demokratik Listesi adıyla ortak liste oluşturarak girdiği ve neredeyse bütün oyları aldıkları seçim sonucunda kurulan meclis Mesut Barzani’yi Kürdistan Bölgesi Başkanı olarak seçmiştir (Katzman,2010: 3).



Tablo 3: Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar 


Partiler Yüzde Oy Sayısı Milletvekili 


Kürdistan Ulusal Demokratik Listesi %89.55 1.570.663 104 

Irak Kürdistanı İslami Hareketi %4.86 85.237 6 
Emek Partisi ve Bağımsızlar %1.17 20.585 1 

Irak genelinde yapılan seçimlerle de etkin bir güç haline gelen Kürtler, seçimlerden sonra oluşturulan koalisyonda Cumhurbaşkanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı makamlarına sahip olmuşlardır. Seçim sonrasında geçiş döneminde elde ettikleri anayasal kazanımları da koruyan Kürdistan Bölgesi bu tarihten itibaren şiddet sarmalına teslim olan 
Irak’ın aksine güvenli ve tam da bu nedenle ekonomik gelişmeye açık bir görüntü ortaya koyabilmiştir. Fakat bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, merkezi hükümetle sorunlar da devam etmiş ve tartışmalı bölgeler ve Kerkük sorunu anayasanın öngördüğü şekilde çözüme kavuşturulamamıştır. Dolayısıyla bu tarihten sonra Iraklı Kürtler siyasi güçlerini ve bölgesel ittifak arayışlarını bu sorunlarını çözecek şekilde geliştirmeye çalışma stratejisi izlemeye başlamışlar dır. Kürt Bölgesi’ne Irak’ın geri kalanından daha otonom bir şekilde hareket etme imkanı sağlayan gelişme 2006 yılında yürürlüğe konulan petrol yasası olmuştur. Bu yasayla birlikte Kürt bölgesi petrol şirketlerinin dikkatini çekmiş ve bölgede hızlı bir petrol arama faaliyeti başlamıştır. Söz konusu yasa Erbil ile petrol şirketleri arasında imzalanan sözleşmelerin anayasaya aykırı olduğunu savunan merkezi hükümetle yeni bir çatışma alanı doğurmuş olsa da bu yasa ve beraberinde getirdiği petrol antlaşmaları Erbil’i hızla Bağdat’tan otonom bir 
yapıya doğru kaydırmıştır. Petrol anlaşması imzalama yetkisinin bulunduğunu ve bunun anayasal bir hak olduğunu savunan Erbil, yeni anlaşmalar imzalamaya devam etmiş ve bu anlaşmalar sayesinde ekonomik bir özerkliğin adımlarını atmıştır.15 

Petrol yasasının yanı sıra Bağdat ve Erbil arasındaki bir başka önemli sorun ise 2007 yılına gelindiğinde tartışmalı bölgeler ve Kerkük özelinde yeniden gündeme gelmiştir. Irak Anayasası’nın 140. maddesine göre Kerkük dahil tartışmalı bölgelerin Kürdistan Bölgesi’ne mi yoksa Irak merkezi hükümetine mi bağlanacağına karar verilmesi için 2007 yılı sonuna kadar referandum yapılması gerekmekteydi. Fakat söz konusu referandumun belirlenen tarihte yapılamayıp ertelenmesi Erbil ile Bağdat’ın arasının açılmasına neden olmuştur. Er-
bil önemli petrol rezervlerine sahip Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesinin önüne geçmek için Bağdat’ın bu durumu bilinçli olarak ortaya çıkardığını iddia ederek çözümsüzlükten Bağdat’ı sorumlu tutmuştur (Ferris ve Stoltz, 2008: 12). 

2009 yılına gelindiğinde Bölgesel Kürt Yönetimi için iki önemli dönüm noktasından bahsedilebilir. İlki Gulf Keystone’un Ağustos 2009 yılında kuzeyde Türkiye sınırına yakın Şekhan’da keşfettiği büyük petrol rezervinin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni enerji piyasasının en önemli aktörlerinden biri haline getirmiş olmasıydı (Balcı, 2014). Dolayısıyla bu tarihe kadar büyük enerji şirketleri ile bir antlaşma yapmayı başaramamış olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi, hızla enerji piyasasının güçlü aktörlerini bölgeye çekerek, Bağdat karşısında önemli bir koz elde etmeye başlayacaktır. 2009 yılının ikinci önemli gelişmesi ise yapılan seçimlerde KDP ve KYB dışında bir başka siyasal hareketin Kürt siyasetine güçlü bir aktör olarak dahil olmasıdır. Nisan 2009’da Celal Talabani’nin yakın çalışma arkadaşlarından Noşirvan Mustafa KYB’den ayrılıp Goran Hareketini (Değişim Hareketi) kurmuş ve bu parti temel siyasetini KYB’nin KDP ile olan ortaklığını eleştirmek ve ekonomik ve politik şeffaflık vaadi üzerine kurmuştur (Danly, 2009: 6-7). Parlamento seçimlerinin galibi KDP ve KYB’nin oluşturduğu Kürdistani Liste olmuştur. 1 milyondan fazla oy olan liste 
%57.34 oy oranıyla 59 sandalyeye sahip olmuştur. Böylece hükümet kurmak için gerekli olan 56 sandalyeyi kazanabilmiştir. Fakat seçimlere ilk kez katılan Goran Hareketi de %23.75 oy oranıyla 25 sandalye kazanmış16 ve böylece KDP-KYB ikilisi dışında yeni bir parti bölge siyasetine talip olmuştur. 



Tablo 4: Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar 


Partiler Yüzde Oy Sayısı Milletvekili 
Kürdistani Liste %57.34 1.076.370 59 
Goran Listesi %23.75 445.024 25 
Hizmet ve Reform Listesi %12.8 240.842 13 
Kürdistan İslami Hareketi %1.45 27.147 2 
Sosyal Adalet ve Özgürlük Listesi %0.82 15.028 


4.2 Türkiye’nin Bölgesel Kürt Yönetimi Politikası 



ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde Türkiye göreli olarak kolay bir işgal için Washington’un planlarında önemli bir yer tutmaktaydı ve bu bağlamda taraflar arasında bir pazarlık süreci yaşanmıştı. Olası bir işbirliğinde Ankara, Türk askerlerinin Irak’ın kuzeyine girmesi ve yaklaşık 30 km derinliğinde bir alanı kontrol altına almasını planlamaktaydı. Böylesi bir planlama PKK’ya yönelik sık sık sınır ötesi operasyon düzenleyen Türkiye’nin elini rahatlatacağı gibi diğer yandan da Ankara Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devlet yapılanmasını 
engelleyecek ve Irak’ın geleceği ile ilgili söz sahibi olabilecekti.17 
1 Mart 2003’de TBMM’de tezkerenin reddedilmesi Ankara’nın 1990’lar boyunca Kuzey Irak üzerinde elde ettiği stratejik kazanımları sona erdirmekle kalmamış aynı zamanda bu tarihe kadar sürdürdüğü kırmızı çizgilerinin de ihlal edilmesi ile sonuçlanmıştır. Irak Savaşı sırasında ABD’nin en önemli müttefiki olan kuzeydeki Kürtler, Amerikalılardan önce Kerkük’e girmiş ve savaştan kısa bir süre sonra Irak’ın merkeziyetçi devlet yapısı federal yapı olarak değiştirilmiştir (ICG, 2008: 2). 

Bu tarihe kadar Irak’a yönelik politikasını önemli ölçüde Kerkük’ün “Türk ağırlıklı” etnik yapısı üzerine kuran Ankara, savaş sonrası süreçte Kerkük’ün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne dahil olması karşısında etkisiz kalmıştır. Benzer bir şekilde Irak’ın bütünlüğünü koruma ve Kürtlerin gelecekte bir devlet oluşturacak şekilde otonom bir yapı kazanmasını engelleme politikaları da sekteye uğramıştır. 

Irak genlinde 30 Ocak 2005’te yapılması planlanan geçici parlamento seçimleri hızla Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkilerin en önemli gerginlik alanlarından birisine dönüşmüştür. Seçimden önce Baas rejimi döneminde yerlerinden edilen vatandaşların eski yerlerine dönmesini sağlayan yasanın onaylanmasıyla birlikte birçok eski Kerkük yerleşimcisi de Kerkük’e dönmeye başlamıştır. Türkiye Dışişleri Bakanlığı sözcüsü bu demografik hareketlilik karşısında Kerkük’ün demografik yapısının değiştirildiğini ve 
Kerkük’e Kerküklü olmayan yüzbinlerce yerleşimci kaydırıldığını bu yerleşimlerin de “belli siyasi parti ve oluşumlarca” madden ve siyasi olarak teşvik edilip ve desteklendiğini ifade ederek Kürtlerin şehrin demografisini kendi lehlerine değiştirdiklerini savunmuştur.18 Yine benzer bir şekilde dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ 26 Ocak 1995’te yaptığı bir açıklamada “Kerkük’teki durumun bir iç savaşı tetikleyebileceğini” ve “böyle bir durumda Türkiye’nin seyirci kalmayacağını” söylemiştir (İnat, 2006: 3). Türkiye’den gelen 
bu eleştirilere Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yapılan düzenlemelerin Saddam döneminde uygulanan Araplaştırma politikası nedeniyle Kerkük’ten zorla çıkarılanların geri getirilmesinden ibaret olduğu şeklinde cevap vermiştir. Bu açıklama Ankara’yı ikna etmediği gibi, Türkiye iddialarına özellikle Iraklı Türkmenlerden alınan bilgiler doğrultusunda yapılan seçimlere hile karıştırıldığı Kerkük’e kayıtlı olmayan Kürtlerin şehre getirilerek oy kullandırıldığı gibi suçlamalarla devam etmiştir (İnat, 2006: 7). 

Kerkük için yapılması gereken referandum tarihi yaklaştıkça Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilişkileri de gerilmeye başlamıştır. Türkiye şehirdeki Türkmen nüfusu üzerinden şehrin tarihsel kimliğinin Türk olduğunu ve bilinçli bir şekilde demografik yapısının değiştirildiğini bundan dolayı referandumun ertelenmesi gerektiğini savunmuştur. Türkiye ayrıca Kerkük’ün özel bir statüyle yönetilmesini önermiştir. Bunun üzerine Nisan 2007’de KDP lideri Mesut Barzani’nin “Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız”  açıklamasın da bulunması Ankara’nın sert tepkisine neden olmuş ve Türkiye Irak’a nota 
vermiştir (Özcan, 2009: 52). Fakat aynı yıl Kerkük üzerinde yaşanan gerilimle eş zamanlı olarak Ankara ve Erbil ilişkilerinde olumlu bir seyrin ilk işaretleri de verilmeye başlanmıştır. İlerleyen yıllarda Bağdat’ın gittikçe merkezileşen bir politika izlemeye başlaması ve İran’ın Irak üzerindeki etkisini artırması Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni Türkiye’ye yakınlaştırırken, PKK’nın şiddet eylemlerine yeniden ivme kazandırması da Ankara’yı Erbil ile yakınlaşarak PKK’nın Kandil’deki mevcudiyetini sınırlandırma yönünde motive etmiştir (Balcı, 
2014). Dolayısıyla, henüz 2007 yılının ilk aylarında Türkiye Başbakanı Erdoğan Kuzey Irak’taki Kürt liderlerle görüşebileceğini açıklamıştır.19 




Resim 2: Davutoğlu-Barzani Görüşmesi, Erbil 



2008 ve 2009 yılları ise Türkiye’nin Kürt Bölgesi ile ilişkilerinde yeni bir sayfanın açıldığı yıllar olmuştur. Türkiye iç siyasetinde güvenlikçi politikanın temel kaynağı olan askerin siyasi alandan tasfiyesi ile dış politikada hükümetin daha etkin hareket edip karar alabilmesi mümkün olmuş ve böylelikle taraflar arasında yakınlaşma ve diyalog imkanlı hale gelmiştir. Bu zamana kadar Irak Kürtleriyle inişli çıkışlı fakat sürekliliği olan gerilimler yaşayan Türkiye, 
artık Kürt Bölgesi’yle ilişkilerini ekonomik entegrasyon ve enerji ilişkileri üzerine tesis etmeye başlamıştır (Balcı, 2013b). 2008’den itibaren başlayan yakınlaşma ekonomik açıdan değerlendirildiğinde tablo daha da netleşmektedir. Örneğin 2004 yılında Irak ile olan ticaret hacmi 1,8 milyar dolar iken 2008 yılına gelindiğinde 3,9 milyar dolara ulaşmıştı.20 Hızlı bir biçimde yükselişe geçen ticaretin %75 gibi büyük bir payı Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile yapılmaktaydı. Fakat olumlu ekonomik göstergeler siyasi gerginlikler yüzünden yavaş 
ilerlemekteydi. Bundan dolayı siyasi gerginlikler de ekonomik yakınlaşmayla tezat oluşturmakta ve sürdürülebilir görünmemekteydi. 

Yakınlaşma resmi ziyaretlerle ilerletilmiş ve Mayıs 2008’de Ahmet Davutoğlu’nun da yer aldığı Türk heyeti Bağdat’a gitmiştir. Cumhurbaşkanı Talabani ile görüşmesinin ardından ilk kez Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile açıktan ve resmi temas gerçekleşmiştir.21 Bu tarihten itibaren karşılıklı ziyaretler daha da sıklaşmış, ekonomik ve siyasi ilişkiler derinleşmeye başlamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 1 Kasım 2009’da Erbil’e giderek Mesut Barzani ile görüşmüştür.22 Davutoğlu “daha iki sene önce Türk dışişleri ve ticaret bakanları Erbil’e gidecekler ve bu kadar kapsamlı görüşmeler yapacaklar denilseydi, kimse buna pek ihtimal vermezdi”23 ifadeleriyle ziyaretin önemini vurgulamıştır. Aynı gün Kürt Bölgesi’nde Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın da katıldığı Türkiye-Kürt Bölgesi 

İş Forumu gerçekleştirilmiştir. Forumda Bölgesel Yönetimin Ticaret Bakanı Sinan Çelebi bölgede kayıtlı bulunan 450 Türk şirketinin bulunduğunu teşvik ruhsatlarının ise %70’inin de Türk şirketlerine ait olduğunu açıklamıştır.24 

Yine Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde büyük enerji kaynaklarının keşfedilmesi de 
enerji bakımından dışarıya bağımlı olan Türkiye’yi Irak Kürtlerine yakınlaştıran bir diğer unsur olmuştur. Bu konuda siyasi adımlardan çok önce örneğin 2002 yılından beri Kürt Bölgesi’nde petrol sahaları bulunan Türkiye menşeili Genel Enerji, 2007 ve 2008’de Tawke ve Tak Tak alanlarında petrol üretimine başlamıştı.25 Haziran 2009’da ise Kürt bölgesi Kerkük-Yumurtalık petrol hattına petrol vermeye başlamış ve böylece Kürt Bölgesi’nden çıkan petrol ilk kez Türkiye üzerinden dünya pazarlarına ulaşmıştır. Boru hattına ilk petrolü 
de Çukurova holding bünyesindeki Genel enerji vermiştir. Barzani petrol ihracı için yapılan töreni Kürt tarihinde bir milat olarak nitelendirmiştir.26 Yeni keşifleri dışa bağımlılık karşısında kaynak çeşitliliğini sağlamak ve enerji transfer merkezi olmak gibi hedeflerine ulaşmak için bir fırsat olarak değerlendiren Türkiye Kürt bölgesi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. Böylece Kürt Bölgesi ile gelişen ekonomi ve enerji ilişkileri siyasi ilişkilerin de yumuşamasına yardımcı olmuştur. 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****


Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları BÖLÜM 4


Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları  BÖLÜM 4



3. 1990’lar: PKK, Kuzey Irak veTürkiye 


3.1 Körfez Savaşı Sonrası Kuzey Irak 



Körfez Savaşı’nın ardından Irak Kürtlerinin de facto bir devlet ve hükümet yapılanmasına gidebilmesi temelde “Huzuru Sağlama Operasyonu” ve “Uçuşa Yasak Bölge uygulaması” gibi iki dışsal gelişme ile mümkün olmuştur (Gunter, 1993: 295). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991 tarih ve 668 Sayılı Kararı Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Iraklı sivillere yönelik baskının derhal sonlandırılmasını öngörerek bu iki dışsal gelişmeye yasal bir zemin sağlamıştır. Dolayısıyla 1990’larda Kuzey Irak bölgesinde otonom bir Kürt yapılanmasının nasıl ortaya çıktığı sorusuna odaklanan herhangi bir çalışma bu üç dışsal gelişmeyi öncelikli olarak dikkate almak zorundadır. Fakat bu üç dışsal gelişmeyi birbirine bağlayan ve Kuzey Irak özelinde sorunsuz bir şekilde uygulanmalarına olanak sağlayan bir başka dışsal gelişme ise Türkiye’nin her üç konuda da benimsediği işbirlikçi tavır olmuştur. Bu gelişmelere bir de merkezi Irak yönetiminin 23 Ekim 1991’de aldığı ekonomik yaptırım kapsamında bu bölgeden devlet memurlarını çekmesi eklenmiş ve böylelikle Kuzey Irak’ta merkezi yönetimin hiçbir otoritesi kalmamıştır. Bu yeni koşullar altında Irak Kürt 
Cephesi ilk önce Mayıs 1992’de bölge çapında bir seçime gitmiş, ardından Haziran ayında bir parlamento kurulmuş ve son olarak da Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilan edilerek Kuzey Irak’taki Kürt hareketi merkezi Irak yönetimi karşısında otonom bir yapıya kavuşmuştur. Ekim 1992’de de Kürt hükümeti nihai hedefinin demokratik Irak içinde federal bir devlet olduğunu açıklamıştır (Gunter, 1996: 226). Kısacası, 1990’larda Kuzey Irak özelinde kurulan de facto Kürt devleti dört önemli dışsal gelişmenin ve Irak’ın ambargo politikasının 
oluşturduğu uygun koşullar altında buradaki Kürt siyasal hareketlerinin politikalarının sonucunda mümkün hale gelmiştir. 

Körfez Savaşı sırasında ayaklanan Kürtlerin Mart 1991’de başarısız olması ve Irak ordusunun kuzeye yönelmesiyle 1.500.000 civarında Iraklı Kürt, Türkiye ve İran sınırına dayanmıştır. Fakat 1988’de olduğu gibi Türkiye bu sefer Kürt mültecilerin sınırdan içeriye girmesi konusunda isteksizdi. Önceki deneyimin ekonomik maliyet ve içerideki Kürt bilincinin güçlenmesi gibi Türkiye politikacılarının gözündeki olumsuz sonuçları bu isteksizliğin temel nedeni olmuştur (Oran, 1998: 54-55). Fakat gelen uluslararası baskılar üzerine Türkiye bir kez daha Iraklı Kürtlere sınırlarını açmak zorunda kalmış ve on binlerce Iraklı Kürt 

Türkiye’deki kamplara yerleşmiştir. Bunun üzerine Iraklı Kürtlerin ülkede kalmasını istemeyen Ankara yönetimi mültecilerin tekrar Kuzey Irak’a güvenli bir şekilde dönebilmesinin yollarını aramaya başlamıştır. Bu doğrultuda ilk adım olarak ABD ile birlikte hareket eden Türkiye, 6 Nisan 1991’de İncirlik’te konuşlanacak Huzur Ortak Görev Gücü’nün Kuzey Irak’a düzenlenecek insani yardım operasyonlarını yürütmesini kabul etmiştir. Kısa süre sonra ABD yönetimi 10 Nisan 1991’de Kuzey Irak’ın önemli bir kısmının içinde bulunduğu 
36’ncı enlemin kuzeyinde uçuş yasağı getirince Kuzey Irak’ta Kürtler için “ Güvenli bölge ” oluşturulmuştur. Daha sonra Huzur Ortak Görev Gücü İngiltere ve Fransa askeri gücünün de katılmasıyla Birleşik Görev Gücü adını almış ve güvenli bölgeyi korumak amacıyla Kuzey Irak’a yönelik kapsamlı bir “Huzur Harekatı” düzenlemeye başlamıştır (Bölme, 2012: 344). Haziran 1991’e gelindiğinde Kuzey Irak’ta güvenli bir ortam sağlanmış ve Türkiye’deki 
mülteciler evlerine geri dönmüştür. 



Harita 4: Irak’ta Oluşturulan Uçuşa Yasak Bölge Duhok Erbil KerbelaNecef


Bütün bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda 1991 Körfez Savaşı’nın Türkiye -Kuzey Irak ilişkileri bağlamında iki önemli sonucunun olduğu söylenebilir. 

Birincisi, Yumurtalık-Kerkük Petrol Boru Hattı’nın kapatılması ile birlikte Türkiye, Irak’tan sağladığı enerji ihtiyacının bir kısmını Kuzey Irak üzerinden gelen petrol tankerleri ile karşılamaya başlamıştır. Bu yeni ekonomik bağlantı Kuzey Irak’taki Kürt hareketlerini Ankara düzleminde meşru bir zemine taşımış ve zamanla enerji üzerinden başlayan bu ilişkiler taraflar arasındaki ilişkinin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. İkinci ve daha da önemlisi Bağdat yönetiminin Kuzey Irak’tan çekilmesiyle birlikte Türkiye-Irak sınırı Kuzey Irak’taki Kürt hareketler ve Ankara arasındaki bir meseleye dönüşmüş ve bu sınırın işlevselliği kendisini 
yeni bir ilişki üzerinden kurmak zorunda kalmıştır. Örneğin bu sınırı kullanarak Türkiye içlerinde silahlı eylemler düzenleyen PKK konusunda Türkiye meşru müdafaa ilkesinden hareketle sınırın güvenliğini kendi imkanları ile sağlamaya çalışsa da bu konudaki temel ve nihai muhatabı Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması olmuştur. Dolayısıyla 1991 Körfez Savaşı ve sonrasındaki gelişmelerin beraberinde getirdiği bu iki önemli değişim Türkiye ve Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması arasındaki ilişkilerin zeminini oluşturan kurucu unsurlar olarak 
değerlendirilebilir. 

3.2 “Kürt Federe Devleti”ne Doğru 


Körfez Savaşı ve daha sonra yaşanan gerginliklerin ardından Kürdistan cephesi ile Saddam Hüseyin arasında görüşmeler başlasa da bu görüşmeler kısa süre içinde başarısızlıkla sonuçlanmış ve Saddam Yönetimi, 26 Ekim 1991 tarihinde devlet görevlilerini Irak’ın kuzeyinden çekmiş ve bölgeye ekonomik ambargo uygulamaya başlamıştır. Merkezi Irak yönetiminin bölgeden memurlarını çekmesiyle birlikte Kuzey Irak’ta ciddi bir yönetim krizi ortaya çıkmış ve gerek Barzani gerekse Talabani bu krizden çıkışın yolu olarak karar alma 
mekanizmalarının oluşturulmasını göstermişlerdir. Fakat her iki lider de komşu ülkeleri yeni ortaya çıkacak olan otonom yönetim bağlamında rahatsız etmemek için bağımsızlık peşinde olmadıklarını ısrarla belirtmişlerdir (Gunter, 1993: 297). Dolayısıyla merkezi Irak memurlarının yerini alacak olan yapılanma bağımsız bir devlet olmayacak aksine ayrı bir parlamentosu bulunan otonom bir yapı olarak işleyecekti. Bu doğrultuda 7 partiden oluşan Irak Kürdistan Cephesi tarafından parlamenter sisteme karar verilmesinin ardından seçimlerin yapılması ve yürütülmesi için hukukçulardan oluşan 15 kişilik özel bir komisyon 
oluşturulmuştur. Böylelikle seçimler yasal bir zemine oturtularak bir meşruluk sağlanmıştır (Stansfield, 2003: 124). 

19 Mayıs 1992’de yapılan fakat Türkmen partilerin yer almadığı4 seçimlerde yaklaşık 1 milyon seçmen 7 parti için oy kullanmıştır. Sadece iki partinin %7 olan seçim barajını geçebildiği seçimlerde Kürdistan Demokrat Partisi %45.05 ile parlamentoda 51 sandalye kazanırken, Kürdistan Yurtseverler Birliği %43.61 oy oranı ile 49 sandalyede kalmıştır. Fakat daha sonra iki parti aralarında anlaşarak sandalyeleri 50’ye 50 şeklinde paylaşmış ve yine bu anlaşma kapsamında parlamentonun başkanlığı KYB’ye bırakılırken, başkan yardımcısı KDP’den atanmıştır. Bu düzenlemeye paralel olarak Yürütme Kurulu’nun başkanlığı  KDP’ye başkan yardımcılığı da KYB’ye tahsis edilmiştir (Stansfield, 2003: 146-147). 105 kişilik parlamentoda kalan 5 kişilik kontenjan için de 4 parti yarışmış, Asuri Demokratik 

Hareketi 4, Kürdistan Hristiyanlar Birliği ise 1 sandalye kazanmıştır. Seçim sırasında ayrıca Kürdistan Bölgesi Başkanlığı seçimi de yapılmıştır. Kürdistan Bölge Başkanlığı seçimleri için yarışan Mesut Barzani ile Celal Talabani birbirine çok yakın oy almış ancak başkanlık için yeterli olacak üstünlüğü sağlayama mışlardır. Başkanlık seçimleri ikinci tura kalmasına rağmen ikinci tur yapılmamıştır (Stansfield, 2003: 130). Bunun yerine söz konusu iki partiden 
eşit sayıda üye ile temsil edilecek şekilde 8 kişiden oluşan bir başkanlık konseyi oluşturulmuştur. Celal Talabani ile Mesut Barzani yasal yönetim mekanizmalarına katılmamış fakat temel aktörler olmaya devam etmişlerdir (Katzman ve Prados: 2006, 6). 



Tablo 2: Irak Kürt Federe Devleti Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar 

Partiler Yüzde Oy Sayısı Milletvekili 
Kürdistan Demokratik Partisi %45.08 437.879 51 
Kürdistan Yurtseverler Birliği %43.61 423.833 49 
Kürdistan İslami Hareketi %5.05 49.108 0 
Kürdistan Sosyalist Partisi %2.56 24.882 0 
Irak Komünist Partisi %2.17 21.123 0 
Kürdistan Demokratik Halk Partisi %1.02 9.903 0 
Bağımsız Demokratlar %0.05 501 0 

Seçim sonucuna göre oluşan yeni meclis 4 Ekim 1992 tarihinde Kürt Federe Devleti’ni ilan etmiş ve Meclis, Kuzey Irak’ı kendi içinde özerk fakat Irak merkezi yönetimine bağlı bir yapı olarak tanımlamıştır (Kakayi: 1994, 121). Bölgeden gelen yumuşatıcı söylemlere rağmen Türkiye seçimlere kuşkuyla yaklaşmış ve bağımsız bir Kürt devletinin temellerinin atılmakta olduğu şüphesini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Örneğin, dönemin CHP İzmir milletvekili, Dışişleri Bakanı’nın yanıtlaması istemiyle soru önergesi vermiş ve Türkiye’nin 
Kürt bölgesindeki seçimlere yönelik tavrını sormuştur. Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin seçimlerin takip edildiğini ifade etmiş fakat Türkiye’nin bu durumda nasıl pozisyon alacağı sorusuna cevap vermemiştir.5 Türkiye’nin yanı sıra bölgedeki bu siyasal değişimlerden rahatsız olan komşu devletler de Türkiye ile ortak bir tutum benimsemişlerdir. Seçimlerden hemen sonra Türkiye, İran ve Suriye yetkilileri Ankara’da bir araya gelerek bir konferans düzenlemişlerdir. Konferansın sonuç belgesinde üç ülke de Irak’ın toprak bütünlüğünün 
korunmasından yana olduklarını ve bölgede olası bir Kürt devletine müsaade etmeyeceklerini ilan etmişlerdir (Kakayi: 1994, 122). 

Kürt Federe Devleti’nin kuruluş aşamasında etkin bir işbirliği geliştiren KDP ve KYB seçimlerden sonra beklenen işbirliğini gösterememiş ve giderek zıt kutuplara yerleşmişlerdir. İki parti arasındaki ilk gerilim KYB’nin kabinede kendisine tahsis edilen bakanlıklara daha önce atamış olduğu ılımlı ve uzlaşmacı görüşleriyle öne çıkan bakanların yerine radikal görüşleriyle öne çıkan bakanları görevlendirmesiyle başlamıştır. KYB’ye verilen başbakanlık koltuğunda oturan ve bir teknokrat olan Fuad Masum yerine partide sert muhalif görüşleriyle öne çıkan Kosret Resul’ün atanması gerginliği daha da artırmıştır (Gunter, 1996: 232). 

Fakat asıl gerginlik 1993 yazında, Molla Mustafa Barzani döneminde KDP’li olan 
daha sonra KDP’den ayrılıp Kürdistan Birlik Partisi’ni kuran ve bölgenin deneyimli diplomatlarından olan Sami Abdurrahman’ın KDP’ye tekrar katılması ile yaşanmıştır. Sami Abdurrahman’ın partisi 1992 seçimlerinde %1 oy oranıyla küçük bir kitleye sahip olsa da birbirine çok yakın oy alan iki büyük partinin geleceği için etkileyici bir güce sahipti. Bu katılımla birlikte iki parti arasındaki güç dengesinin KDP lehine değişmesi KYB’yi endişelendirmiştir. 


Yine, siyasi gerilimlerin Kürdistan İslami Hareketi ile KYB arasında patlak veren sıcak çatışmalarla had safhaya ulaşması KDP ve KYB’yi işbirliğinden giderek uzaklaştırmıştır. 20 Aralık 1993’te İslami Hareket bölgedeki yozlaşmanın sebebi olarak gördüğü KYB ile geniş çaplı silahlı çatışmaya girişmiş ve en az 200 kişi hayatını kaybetmiştir. Talabani’nin yurtdışında olduğu bir zamanda gerçekleşen bu olayda KYB’li Peşmerge Bakanı Cebbar Farman’ın Mesut Barzani’nin olayları yatıştırması yönündeki uyarılarını dikkate almaması, aksine olaylara daha sert uygulamalarla karşılık vermesi yönetimdeki iki büyük parti arasında var olan partizanlık krizini gün yüzüne çıkarmıştır. Böylece bölgenin yönetimi meclis 
düzleminde değil, parti merkez yönetimlerinin kararları etrafında şekillenmeye başlamıştır (Gunter, 1996: 232). Bunun üzerine Barzani yeni oluşmaya başlayan Kürt yönetimine zarar verdiği gerekçesiyle saldırıyı mahkûm etmiş ve KYB’yi açık bir şekilde eleştirmiştir. 

Bu gerilim ikliminde 1 Mayıs 1994’te sıradan bir toprak anlaşmazlığı hızlıca iki parti arasındaki silahlı mücadeleye dönüşmüş ve koalisyon hükümeti işleyemez bir hal almıştır. Mayıs’ın sonunda KYB güçleri Kürdistan Ulusal Meclisi’ni ele geçirmiş, Aralık’ta otonom bölge kendi içinde iki ayrı alt bölgeye bölünmüştür. KDP güçlü olduğu kuzeyi, KYB ise güneyi fiili olarak denetim altına almıştır. KYB ve KDP arasındaki iç savaştan en fazla rahatsız olan ülkelerin başında Türkiye geliyordu ve Ankara’daki politika yapımcılarına göre böylesi bir savaşın Kuzey Irak’ta oluşturacağı otorite boşluğu en fazla PKK’ya yarayacaktı. Bu nedenle 
harekete geçen Ankara çatışan tarafları ilk olarak 30 Mayıs 1994’de ve ardından Barzani ile Talabani’yi de 13 Haziran’da Şırnak’ın Silopi ilçesinde bir araya getirmiştir (Gunter, 1996: 233). Çatışmaları sona erdirme girişimleri sadece Türkiye ile sınırlı değildi ve özellikle Fransa’daki Kürt Enstitüsü, KYB ve KDP arasındaki savaşın sona ermesi için yoğun bir çaba harcamıştır. Bu çabaların sonucunda 22 Temmuz 1994’te Paris Antlaşması imzalanmış ve anlaşma metni Kürt yönetiminin sınırlarından Türkiye’ye yapılan saldırıların engellenmesini 
de içermekteydi. Bu madde görüşmeler sırasında Türkiye’nin isteklerinin göz ardı edilmediğini gösterse de Ankara’nın kaygılarını gidermemiştir. Çünkü varılan mutabakat aynı zamanda bölgede seçimlerin yapılmasını, kurumsallaşmanın ve dış yardımların devam etmesini, devlet kurumlarına partilerin müdahalelerin engellenmesini ve uluslararası desteğin sağlanması gibi çalışmaların devam etmesini belirtmekteydi. Türkiye yönetim ile ilgili maddeleri içeren söz konusu mutabakatın bölgede bağımsız bir Kürdistan devletine neden olacağından endişelenmiş ve Paris’e anlaşmayı imzalamaya Türkiye üzerinden gidecek olan 
Barzani ve Talabani’ye geçiş izni vermemiştir. Böylece Kürt Bölgesi’nin dışa açılan kapısının Türkiye olduğu bir kez daha görülmüştür (Gunter, 1996: 234). Mutabakata rağmen nihai barış elde edilememiş ve durulan çatışmalar bir süre sonra yeniden şiddetlenmiştir. 

Yeniden başlayan çatışma ortamında KYB Erbil’i ve bu şehirdeki Kürdistan Parlamento’sunu ele geçirmiştir. KDP, KYB güçlerini tek başına Erbil’den çıkaramayınca, Saddam ile anlaşıp Irak ordusuyla birlikte Erbil’e girmiş ve KYB güçlerini Erbil’den çıkarmıştır. Bunun sonucunda iki parti güçleri arasında bir ateşkes hattı oluşturulmuş ve oluşan iki bölgede partiler kendi hükümetlerini kurmuşlardır (Stansfield, 2003: 99). ABD’nin yardımıyla ateşkes hattının kurulduğu nispeten sakin geçen bu dönemde barış görüşmeleri Türkiye’nin 
girişimleriyle Ankara’da başlamıştır. Ekim 1996’da sona eren Ankara Görüşmeleri’nde taraflar ateşkes konusunda anlaşmış, Türkmenlerin de içinde yer aldığı bir barış izleme gücünün ateşkes hattında konuşlandırılmasını kabul etmişlerdir. Anlaşma metninde Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapılmış ve PKK’nın bölgedeki faaliyetlerinin de engellenmesi istenmiştir (Özdağ, 1999: 148-149). Ankara görüşmelerinin sonucunda Türkiye kaygılarını anlaşma metnine yansıtmış ve taraflara kabul ettirmiştir. Fakat bu görüşmeler de nihai bir anlaşmaya dönüşmemiştir. 

Daha sonra ABD’de ve birçok Avrupa ülkesinde görüşme yapılmış ve son olarak 1998’de Washington Anlaşması ile taraflar, vatandaşların bölgeler arası seyahati, gelir dağılımı gibi birçok konu üzerinde anlaşmaya varmış ve iki yönetimin birleştirilmesi amacıyla geçiş hükümeti kurma çalışmaları konusunda da hemfikir olmuşlardır. Türkiye’nin güvenlik kaygılarını da hesaba katacak şekilde PKK’nın Türkiye sınırındaki faaliyetlerinin engellenmesi maddesi tekrar anlaşma metninde yer almıştır (Stansfield, 2003: 101). Fakat Türkiye’nin Washington görüşmelerinin dışında tutulması ve anlaşma metninde Irak için federatif bir 
yönetim modeli öngörülmesi Ankara’yı rahatsız etmiştir. Bunun üzerine Barzani ve Talabani Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş ve bu ziyaret sırasında Ankara’nın sürecin dışında bırakılmadığı mesajı verilmiş ve federasyon konusunda Türkiye’nin kaygılarının paylaşıldığı dile getirilmiştir.6 


3.3 PKK, Irak Kürtleri ve Türkiye 


KDP 1987’de KYB de Körfez Savaşı ile birlikte PKK’ya verdikleri desteği çekmiş ve Türkiye’nin yanında yeni bir politik çizgi izlemeye başlamışlardı. 1992’ye gelindiğinde ise Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerinin PKK ile arası bir hayli açılırken, bu örgütler Ankara ile gelişen ilişkilerini derinleştirme yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda 9 Ocak 1992 tarihinde KDP’nin özel temsilcisi Sefin Dizayi Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile görüşmüştür. Dizayi, bu görüşme sırasında yeni Türk hükümeti ile ilişki içinde bulunmak istediklerini, PKK’ya karşı olduklarını ve topraklarında bu örgüte yer vermeyeceklerini belirtmiştir. 
Öte yandan Demirel’le görüşen Barzani ve Talabani de PKK’dan Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki eylemlerine son vermesini aksi takdirde Kuzey Irak’tan çıkarılacağı uyarısında bulunmuştur (Özdağ, 2008: 95). Bu gelişmelerin devamındaysa Ocak 1992’de Irak Kürt Cephesi’nin yayımladığı bir uyarıda PKK’nın “Türkiye’ye karşı eylemlerini durdurmaması halinde, bölgeden çıkarılacağını” ilan etmesi PKK ile Kuzey Irak’taki iki Kürt 
grup arasındaki ilişkileri bütünüyle sona erdirmiştir (Gunter, 1993: 306). 

Bunun üzerine PKK Kuzey Irak’ta Kürdistan Özgürlük Partisi’ni (Partiya Azadiya Kurdistan, PAK) kardeş örgüt ilan etmiş ve bu örgüt üzerinden KDP ve KYB’ye karşı mücadeleye başlamıştır. KDP’den ayrılan Sadık Ömer PAK’ın saflarına katılınca 1992 yazında Dohuk’ta bir suikast sonucu öldürülmüş ve suikastın faili olarak KDP’yi suçlayan PKK, KDP’den Mehmet Şefik ve 3 arkadaşını bir roket saldırısıyla öldürmüştür. 1992’nin Haziran ve Temmuz ayları boyunca KDP güçleri PKK’nın kuzeydeki kamplarını bombalamanın yanı sıra PAK’ın üst düzey isimlerini de tutuklamıştır. KDP’nin saldırılarına askeri temelde cevap veremeyen PKK, 24 Temmuz 1992’de Irak’ın Türkiye sınırında ticari geçişlere sınırlandırma 
getirerek Kuzey Irak üzerinde ekonomik bir ambargo uygulamaya başlamış ve 
bu ambargo Mesut Barzani’nin ifadeleriyle Kürdistan’daki mevcut durumu ve deneyimi tehlikeye atmaya başlamıştır (Gunter, 1993: 307). Bunun üzerine 4 Ekim 1992’de Irak Kürdistan’ına bağlı 6,000 peşmerge yaklaşık 5,000 civarındaki PKK militanlarına yönelik kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Türkiye’nin de kısa süre sonra çatışmaya dâhil olmasıyla PKK ağır kayıplar vermeye başlamış ve Irak Kürtlerine teslim olmuştur. Iraklı Kürtler kendilerine 
teslim olan PKK’lıları Türkiye’ye teslim etmeseler de PKK’nın Kuzey Irak’ı kendilerinin rızası dışında kullanması konusuna önemli sınırlandırmalar getirmiştir (Gunter, 1993: 308). 

Öte yandan aynı dönem Kuzey Irak’ta operasyonlar yapan Çekiç Güç’ün PKK ile iletişime geçmesi ve Irak’taki kargaşanın devam etmesi, Barzani’yi ve Talabani’yi Türkiye’ye yakınlaşmaya itmiştir. Talabani 8 Mart 1991’de MİT Müsteşarı Orgeneral Teoman Koman ve Dışişleri Müsteşarı Tugay Özçeri ile görüşmüştür. Bu görüşmeye paralel olarak Barzani ve Talabani, PKK’yı git gide daha sert bir dille eleştirmeye başlamışlardır. Talabani, Turgut Özal ile görüş ayrılıkları bulunmadığını, Özal’ın federatif yapıdan yana olduğunu ve bunun 
da Kürdistan’ın özerkliği anlamına geldiğini söylemiştir. Öte yandan 8 Haziran’daki Türkiye ziyaretinde de KDP’nin ve KYB’nin Türkiye’de temsilcilik açmak istediğini belirtmiştir (Özdağ, 2008: 87-88). Bölgede otonom bir yapı oluşturmak isteyen KDP ve KYB’nin Türkiye ile yakın ilişki kurması, Türkiye’yi bölgede önemli bir güç olarak gördükleri ve PKK’nın eylemlerini sınırlandırarak bu gücü arkalarına almak istedikleri şeklinde yorumlanmıştır (Oran, 2005: 554-558). Kürdistani Cephe’nin Türkiye ile yakın ilişki içinde olması Kürt Federe Devleti içinde kendine ait bir alan oluşturmaya çalışan PKK’yı rahatsız etmiş ve PKK, KDP’yi Türkiye ile işbirliği yaparak Büyük Kürdistan idealine ihanet etmekle suçlamıştır. Bu süreçte PKK lideri Abdullah Öcalan, KDP’yi Türkiye’nin çıkarları için çalışmakta olan bir örgüt ve yok edilmesi gereken bir iç sorun olarak tanımlamıştır (Gunter, 1996: 56). 

KDP’nin ve KYB’nin bu çabası Türkiye için de elverişliydi. Zira aynı dönemde PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılar ve asker ölümleri artmış ve Ankara, bir yandan Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yaparken diğer yandan da Kuzey Irak’taki diğer Kürt gruplarıyla birlikte hareket edecek bir istihbarat şebekesi kurmuştur. Bu dönemde KYB-KDP-Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinin en önemli göstergesi Ankara’nın, Kürdistani Cephe’nin kontrolüne giren Süleymaniye ve Erbil’e yönelik Saddam’ın uyguladığı ambargoyu desteklememesi olmuştur. Ankara’nın bu tavrı Kürdistani Cephe ile siyasi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini sağlamıştır. Bunun neticesinde de Kürdistani Cephe, 7 Ekim 1991’de, PKK’ya karşı silahlı bir mücadele başlatma niyetini açıkça dile getirmeye başlamıştır (Özdağ, 2008: 92-93). 

1992 yılına gelindiğinde ise PKK gerek kuzeyden gerekse güneyden ciddi bir kuşatma altında kalmış ve bir yandan Türk ordusunun operasyonları bir yandan da KDP ve bölge aşiretleri ile yaşadığı sorunlar PKK’yı zor durumda bırakmıştır. KDP ile PKK arasında uzun süredir devam eden propaganda savaşı 1992 yazında yerini gerçek bir çatışmaya bırakmıştır. İki örgüt birbirlerinin kamplarına saldırırken KDP’nin, PKK’nın Kuzey Irak kolu olarak bilinen PAK’ın bir merkezi üyesini tutuklaması gerilimi doruğa çıkartmıştır. Bu arada Türkiye’ye gelen Talabani, Orgeneral Eşref Bitlis ile görüşmüş ve bu görüşmeden KDP, KYB ve Türk ordusu işbirliğiyle PKK’ya karşı operasyon kararı çıkmıştır (Özdağ, 2008: 
105). Buna karşılık PKK da 17 Temmuz’da Kuzey Irak’a yönelik bir ticaret ambargosu uygulayacağını açıklamış ve köy basma eylemlerini arttırmıştır (Özdağ, 2007: 83). Bu dönemde KDP, KYB ve Ankara arasındaki ilişkiler o kadar düzelmiştir ki Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette “ Bizim için en iyi seçenek Türkiye’ye katılmaktır ”7 diyecek kadar ileri gitmiştir. 
Talabani’nin bu sözlerine ise Demirel “ Her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacağız ” diyerek yanıt vermiştir.8 

Kuzey Irak’ta adım adım devlet olmaya doğru giden Kürdistani Cephe, PKK’nın kendi hukuki durumlarını tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda PKK’nın başına buyruk davranması gerekçesiyle KYB ve KDP peşmergeleri birleşerek PKK kamplarına saldırmış ve bu saldırılarda cephe savaşı veren PKK ağır kayıplar vermiştir. Fakat söz konusu çatışmalar sırasında Barzani ve Talabani Türkiye’nin bölgeye operasyon düzenlemesine taraftar olmadıklarını açıklasalar da Türk ordusu 2 Ekim 1992’de sınırı geçerek karadan bir harekat düzenlemiştir. İki gün sonra 4 Ekim’de ise Erbil’de toplanan Kuzey Irak yönetimi, Kuzey Irak’ta federe bir devletin kurulması kararı almışlardır. Aynı toplantıda Barzani bir açıklama 
yaparak PKK’ya karşı olmadıklarını ancak PKK’nın kendi bölgesine çekilmesi gerektiğini söylemiştir (Özdağ, 2008: 110-111). 

Bu çatışmalar sırasında iyice yıpranan PKK, Kürdistani Cephe’den ateşkes istemiş ve 30 Ekim’de Kuzey Irak hükümeti ile PKK arasında anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma kapsamında PKK, Kuzey Irak’taki tüm elemanlarının Kuzey Irak hükümetine bağlı olduğunu kabul etmiştir. Anlaşma ile birlikte Kuzey Irak’taki PKK militanlarının kamplarına giriş çıkışları Kuzey Iraklı peşmerge güçleri tarafından denetlenir olmuştur (Özdağ, 2008: 114115). 

Fakat bu anlaşma çok uzun sürmemiş Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasındaki anlaşmazlık Kürdistani Cephe’yi zayıflatınca Ağustos 1995’te PKK Kuzey Irak’taki manevra alanını daralttığını düşündüğü KDP’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırı Suriye ve İran’ın yanı sıra KYB tarafından da desteklenmiştir. Talabani’ye göre, Türkiye KDP’yi silahlandırmaktaydı ve bu nedenle PKK Türkiye’nin Barzani’ye yönelik desteğini engelleyebilecek önemli bir araçtı (Gunter, 1996: 239). KDP ve KYB arasındaki iç savaşın bölgede yol açtığı güç boşluğunun PKK’ya yarayacağını düşünen Ankara ise, yukarıda da değinildiği 
gibi KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılması için diplomatik çabalarını hızlandırmıştır. 

Türkiye’nin KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılmasına yönelik diplomatik girişimleri devam ederken, KDP ile savaşında ağır kayıplar veren PKK 1996 yılına KDP ile ateşkes imzalamış bir şekilde girmiştir. KDP açısından böyle bir anlaşmayı imzalamasının en önemli sebebi Türkiye’den istediği ağır silahları alamamasıydı. Üstelik KDP de tıpkı PKK gibi bu çatışmalarda çok ağır kayıplar vermiş ve neticesinde 10 Aralık 1995’te taraflar arasında ateşkes imzalanmıştır (Özdağ, 2008: 177-178). KDP’nin güç kaybetmesini gerekçe göstererek 1995 yılında bölgeye yönelik askeri bir müdahalede bulunması (Charountaki, 2012: 188-9) 




Harita 5: Kuzey Irak’taki PKK Kampları Kandil Erbil



PKK açısından iki cephede birden savaşmak anlamına geliyordu. Bunun yanı sıra Türkiye’nin diplomatik görüşmeler yoluyla KYB’yi ikna etme çabaları kısmi bir sonuç vermiş ve Kuzey Irak’ta kendi tabanının yavaş yavaş PKK’ya kaymaya başladığını fark eden KYB, PKK’ya mesafe koymaya başlamıştı (Özdağ, 2008: 218). Bu gelişmeler de PKK’yı KDP ile ateşkese götüren temel motivasyonlar olmuştur. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


*****