Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2020 Perşembe

“Paket”ten çıksa çıksa yeni bir “31 Mart” çıkar

“Paket”ten çıksa çıksa yeni bir “31 Mart” çıkar

Selcan Taşçı

2023 Lider Ülke Türkiye Platformu’nun hukukçu üyeleri tarafından hazırlanan bir raporu özetleyeceğim bugün. Konuya geçmeden önce -malum  “2023”, sahipleri “yok mu arttıran” dedirtecek hızla çoğalan bir hedefin adı- oluşabilecek yanlış anlamaları, algı karışıklıklarını önlemek üzere bir tür kimlik tespiti yapmalı:
Her şeyden önce bu  “2023” ; AKP’nin “intihal eseri” olan “2023”  değil!
Adını, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yıllar önce ortaya koyduğu  “2023 Lider Ülke Türkiye”  vizyonundan alan platformun bütün üyeleri Türk Milliyetçisi. Resmi biraz daha netleştirmek gerekirse, hayatlarının çeşitli dönemlerinde  “ülkücü hareket”in çeşitli kademelerinde görev almış (halen görevde olanlar da var) isimler her biri. “Hayatlarının çeşitli dönemleri”  dediysem, bir aksakallılar grubu da değil karşımızdaki; genç, -hadi gençlere haksızlık olmasın- orta yaşa merdiven dayamışlar arasındaki bir tür “kuşak” buluşması/dayanışması aslında onlarınki. 

Ayda bir düzenledikleri toplantılarda gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçilerle bir araya geliyorlar. İlber Ortaylı’dan Yusuf Halaçoğlu’na, Ahmet Hakan’dan Alev Alatlı’ya, Rıza Zelyut’tan Cüppeli Ahmet Hoca’ya kadar geniş bir yelpazeden konukları oldu bugüne kadar. Ek olarak bir de dergi çalışmaları var.
Hoca’nın dediğini yap  yaptığını yapma durumu yok Girişte bahsettiğim raporun konusu 30 Eylül 2013 günü Tayyip Erdoğan tarafından açıklandıktan sonra hiç vakit kaybetmeden uygulamasına geçilen ve adına da  “Demokratikleşme” denilen  “paket”. İki haftadır bu konuda sayısız görüş beyan edildi. Benim, bunların içinden özellikle 2023 Lider Ülke Türkiye Platformu raporunu konu etmemin nedeni, seversiniz sevmezsiniz ayrı konu ama, mevzu bahis “demokratikleşme” ise, bu platform, bu konuda konuşmaya “hakkı” bulunan az sayıdaki oluşumdan biri. Çünkü özelliklerinden biri demokrasiyi önce, ısrarlı ve istikrarlı biçimde kendi içlerinde işletebilmeleri. Hocanın dediğini yap ama yaptığını asla durumu yok yani! Her üyenin eşit söz hakkına sahip olduğu platformun başkanı, her dönemde seçimle yenileniyor. 3-3,5 yıl içinde periyodik olarak 6 üye bu sorumluluğu üstlendi; şimdiki başkan olan Atilla Çakar yedincisi.
“Farklı dil ve alfabe”  AİHM kararlarına da aykırı

Gelelim Raporun içeriğine:

“Farklı Dil ve Lehçelerde Propaganda, Özel Okullarda Farklı Dil ve Lehçelerde Eğitim, Köy İsimlerindeki Yasal Engelin Kalkması, Q-X-W Harflerinin Kullanımının Serbestisi” ne “kamuda Türkçe dışındaki dillerin kullanımının önünü açacağı” gerekçesiyle itiraz eden platform üyelerinin  AİHM kararlarından verdiği örnekler çarpıcı.

Mesela, Hollanda,  Fryske dilini idari ve siyasi kurumlarda yasaklayınca, “düşünce özgürlüğünün”  ihlal edildiği iddiası ile AİHM’e başvuran Fryske Ulusal Partisi’nin talebi  “AİHS’nin 10. Maddesi (...) kamuda isteyenin istediği dili kullanma özgürlüğünü garanti altına almaz” denilerek reddediliyor.
Bir diğer örnek Fransa’dan. Çocuklarına koydukları  “Marti” adının, Katalan dilindeki telaffuzu ve harfleriyle nüfusa kaydedilmesini isteyen, ancak nüfus memurunun bunu kabul etmemesi üzerine ayrımcılık ve çocuğun psikolojisini olumsuz etkileyebilecek bir uygulama olduğu gerekçesiyle AİHM’e başvuran Alain Baylac Ferrer ve Natalie Suarez çiftine verilen cevap şöyle:
“Devletlerin dil birliği amacıyla belli bir dil politikasını uygulamaları mantıklı ve o devletlerin egemenlik sahaları içerisinde kendi tasarruflarıdır.” Yani “ Azınlıklara ait ya da etnik dillerin kamusal/resmi alanda kullanımı bir devletin egemenliğinden taviz verme anlamına gelir.” 

“Yeniçeri İsyanları” nı mı özlediler?

Rapordaki bir diğer dikkat çekici ayrıntı siyasi partilere üyelikle ilgili. Bunun, anayasanın eşit davranma ilkesine gölge düşüreceğini savunan platform üyeleri, özellikle TSK, Emniyet ve İstihbarat mensuplarının siyasi parti üyesi olmalarının  “Türk devlet tarihinde yaşanan Yeniçeri isyanları, Balkan Harbinde yaşanan ordu içerisindeki siyasi çekişmeler gibi büyük kaoslara kapı aralayacağı ve yeni 31 Mart Vakalarına yol açacağı” görüşünde.

Bu konudaki diğer çekince -özellikle terör eylemlerinden- devlete karşı suçlardan hüküm giymiş kişilerin siyasi partilere üyeliklerinin, siyasi partileri terör örgütlerinin şubesine dönüştüreceği ve terörü siyasallaştıracağı biçiminde.
“Andımız”ı kaldırmak  antidemokratik bir tavır “Andımız”ın kaldırılması konusunda Gezici Araştırma Şirketi’nin halkın yüzde 88.7’sinin buna  “Hayır” dediğini gösteren anketini ve çocuklarının  “Andımız”ı okumasından yana olan ailelerin durumunu hatırlatan platform üyeleri  “Andımızı okumak isteyen öğrencilerin bu haklarının ellerinden alınmalarını antidemokratik bulmaktayız” diyor.
“Kamuda başörtüsü serbestisi”ne dair değerlendirme, Türkiye’de bunu yasaklayan bir anayasal ya da yasal düzenlemenin zaten bulunmadığı hatırlatmasıyla başlıyor. Rapor paketin kendi içindeki bir çelişkinin de altını çiziyor:

Başörtüsünün hakim ve savcıların tarafsızlığına gölge düşüreceği söyleniyor ama aynı hakim ve savcıların siyasi partilere üye olmasının önü açılıyor!  
Ve  “şapkadan ne çıkacağı” muallak “nefret suçu” mevzusu.   “Bu konunun yargının yorum   ve takdir alanına bırakılmaması,   aksi halde nefret suçu adı altında düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanacağı” uyarısında buluyor 2023 mensupları.

Raporun tamamı hayli uzun ve detaylı. Merak edenler 2023 Lider Ülke Türkiye Platformu’nun internet sitesinden erişebilirler.


***

27 Aralık 2018 Perşembe

Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi,


Hüseyin Adıgüzel,
09.05.2005

Sayı:81

Dünü ve bugünü birlikte değerlendirmek

Ermenilerin 1915 tehcir olayını, sözde soykırıma döndürme çabaları, durmadan artarak sürüyor. Kiliselerde hazırlanan uydurma tarih kitapları ve uydurma belgeler, dünyanın dört bir yanına Diaspora tarafından dağıtılıyor ve Türklerin, Ermeni halkına sözde soykırım uyguladıkları ispat edilmeye çalışılıyor. Aslında, Ermeni halkı bile böyle bir soykırımın olmadığını biliyor. Fakat, devleti yönetenler ve diaspora, kendi çıkarları doğrultusunda bu iddiayı sürdürmek zorunda olduklarından, karşı görüş bildirenlerı, şiddet ve terör uygulayarak susturuyorlar.

Ermeni devlet yöneticilerinin ve diasporanın doğru yapıp yapmadığı elbette tartışılır. Çünkü, Ermeni halkını tedirgin edip kendilerine çıkar sağlamaları, Ermenilere de yapılan bir kötülük olarak ortaya çıkıyor. Bugün Ermenistan’ın içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece onların eseri.

Bu durumu sürdürmek zorunda oldukları bir gerçek... Yaşamak için bundan başka bir yollarının da olmadığı ayrı bir gerçek... Çünkü; Ermenistan denilen yapay devletin yaşaması, kendilerine göre, “Tehcir” olayının “Soykırıma” döndürülmesi şartına bağlı... Hiç olmazsa bu propagandanın sürdürülmesine bağlı. Soykırım propagandası, uluslararası arenada, Hıristiyan Ermeni devletinin, Müslümanlar tarafından zulme uğratıldığının göstergesi oluyor. Bu durum, Ermenistan’ın diğer Hıristiyan devletlerden külliyetli miktarda yardım almasını sağlıyor. Sadece ABD’de bir yılda toplanan para bir buçuk, iki milyar dolar civarındadır. Diğer Hıristiyan devletlerden toplananları da eklerseniz, Ermenistan’ın kolunu bile kıpırdatmadan, bir yıllık ihtiyacını karşıladığını görürsünüz.

Durum böyle olunca, Ermenistan’ın bu soykırım masalından vazgeçmesinin mümkün olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu noktayı gözden uzak tutmadan, yeni politikalar oluşturmak gereği, olmazsa olmaz bir şart olarak görünüyor.

Bir kere, yıllardır uygulamaya çalıştığımız pasif, savunmaya yönelik politikanın terk edilmesi gerekiyor. Ermeni; 70-80 yıldır zulme uğrayan, masum Hıristiyan halk, bis ise zalim, soykırım yapan bir halk durumundayız. Durmadan zalim olmadığımızı ispat etmeye çalışıyoruz. Bu durum ister istemez, bazı kesimlerde şüpheler yaratıyor. Ve bu yüzden de, haklılığımızı bir türlü anlatamıyoruz. Aslında yapmamız gereken şey, Ermeni’nin uyguladığı politikanın bir benzerini uygulamaktan ibarettir. Yani, Ermenistan’ı “Zalim, Terörist Bir Hıristiyan Devlet” olarak takdim etmektir. Bunu yapmak, zalim olmadığımızı ispat etmekten çok daha kolaydır. Çünkü; Ermenistan denilen bu yapay devletin tarihi, yerleştiği toprakların sakinleri olan Türklere yaptığı insanlık dışı soykırımlarla süslüdür. Tarih de çok yakındır. Hiç kimsenin bunları öğrenmesi için arşivlere falan girmesi gerekmez, her şey orta yerde duruyor. Ermenilerin 1988 yılından itibaren Azerbaycan Türklerine, Karabağ’da, Şuşa’da, Kelbecer’de, Hocalı’da, Ağdam’da yaptıklarını ortaya koymak, Ermenilerin gerçek yüzünün görünmesi açısından yeter de artar bile... Daha gerilere gitmeye gerek yok.

Ermeniler, Çarlık Rusya’sının ve Sovyet devletinin şımarık milletiydi. Çarlık döneminde başlayan Rus-Ermeni sevdası, her ne hikmetse, çarlığı devirerek Sovyet devleti kuran Bolşeviklerde de aynen devam etti. Halbuki, Bolşevikler “Halkların Dostluğu” sloğanı ile, çarlık dönemindeki düşmanlıkları güya ortadan kaldıracaktı. Ama beklenenin tam tersi oldu. Ermenilere milliyetçilik yapmak serbest bırakılırken Türklere kesinlikle yasaklandı.

Ermenilerin, Sovyetlerin ilk dönemlerdeki azgınlıklarına ve istediklerine ilk dikkati çeken, Sosyalist Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı Neriman Nerimanov oldu. Neriman Nerimanov, Lenin ve Merkezi Komite’ye yazdığı mektupta “ ... Merkezin bu Ermeni sevdasını anlamış değilim. Biz burada (Güney Kafkasya) canımız, kanımız pahasına Sovyet devletini kurmaya çalışırken onlar, Güney Kafkasya’daki Sovyet devletini yıkmak için “ Milli Komiteler” kuruyorlardı. Buna rağmen merkez hala onların görüş ve istekleri doğrultusunda hareket etmeye devam ediyor. Eğer Şaumyan’ın Güney Kafkasya hakkındaki planı uygulanırsa, burada ve doğu halkları arasında sükünet sağlamak imkansız hale gelir. Dişimiz ve tırnağımız ile kurduğumuz devleti, kendi ellerimizle yıkmış oluruz” diyor ve bu sevdanın kaynağını sorguluyor, başka halkların acıları üzerine bina edilen bu sevdanın artık bitmesi gerektiğini işaret ediyordu.

Bu sevda bütün uyarılara rağmen bitmedi. Hatta artarak devam etti. Sovyetlerin çatırdamaya başladığı ilk yıllarda, 1988 yılından itibaren Rusya destekli, kilisenin koruması altındaki Ermeni silahlı çeteleri Karabağ’a saldırıya başladılar. Silahsız, korumasız, masum insanlar öldürülüyor, yerlerinden yurtlarından çıkarılıyor, zorla Azerbaycan içlerine göç ettiriliyordu. Toprağını, evini, yurdunu terk etmek istemeyenler acımasızca öldürülüyordu. Birkaç sene içinde Karabağ’da tek bir Türk bırakmadılar.

Sovyetlerin yıkılması ile (1991) birlikte, Ermeni silahlı çeteleri Karabağ ile, Ermenistan arasında kalan bölgeye karşı saldırıya geçtiler. Amaıçları; Karabağ ile Ermenistan’ı birleştirmekti. Silahı ve ordusu olmayan Azerbaycan, bu alçakça saldırılara karşı koyamadı. Koridor Ermeniler tarafından tamamen işgal edildi.

26. Şubat.1992 günü, Azerbaycan’ın tarihi şehirlerinden biri olan Hocalı’ya saldıran Ermeniler, genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden on binden fazla Azerbaycan Türk’ünü katlettiler. Tam bir soykırım uyguladılar. Hocalı’dan kurtulan olmadı demek kesinlikle abartı değildir.

Henüz Hocalı’nın acıları dinmeden, 8. Mayıs, 1992 günü Ermeniler Şuşa’ya, Azerbaycan’ın yüzlerce yıllık tarihi, ana toprağına saldırdılar. Kartal yuvasını, biraz da ihanetlerin yardımı ile düşürdüler. Yüksek dağlardan inerek kaçmaya çalışanlar da dahil olmak üzere, buradan hiç kimse sağ çıkamadı. Yedi binden fazla Azerbaycan Türk’ü insanlık dışı vahşi metotlarla yok edildi. Şuşa’da da tek bir Türk bırakılmadı.

Son dönem dünya tarihinin en büyük vahşeti ve soykırımı Kelbecer’de yapıldı. Kelbecer, tarih boyunca Türklerin yaşadığı ve Türklerin idaresi altında olmuş bir şehirdi. Fakat, Ermeniler için bunlar bir şey ifade etmiyordu.Onların tek isteği Ermenistan ile Karabağ’ı birleştirmekti. Buna engel olabilecek her engeli acımadan ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Onlar için, insanlığın, uluslar arası hukukun, uluslar arası anlaşmaların hiçbir önemi yoktu.

1993 yılı Mart ayının sonlarında Kelbecer’e saldırıyı başlattılar. Yine ihanetler ve yine ordusuzluğun yarattığı avantaj ile, 2 Nisan 1993 günü Kelbecer’e girdiler. 25 bin nüfuslu şehirde tam bir facia yaşandı. Ev, ev arama yapılarak herkes dışarıya çıkarıldı. Kaçmaya çalışanlar, karlı ormana doğru gittiler. Büyük çoğunluğu karlı orman içerisinde donarak öldüler. Yakalananlar, Hitler faşizmine rağmet okutan işkencelere tabi tutuldular. Tırnakları sökülen, gözleri çıkarılan, bacaklarından asılarak ateşte kızartılanların yanında, süngülere takılan bebekler, yürüyemedikleri için kurşuna dizilen yaralılar ve evlerinden çıkamadıkları için evleri ile birlikte ateşe verilen yaşlılar ve hastalar... Bütün bunlar Ermeni kilisesinin insanlığı adına işlenen cinayetlerdi. Kelbecer’e inen Ermeni helikopterlerinin içine doldurularak Erivan’a götürülen kadın ve genç kızları bir daha gören olmadı. Bütün bunlar, Ermeni’nin “Soykırıma uğradım” çığlıkları altında işlediği cinayetlerin sadece bir bölümü...

Ermeni teröründen kaçarak hasbel kader Bakü’ye gelebilen milyonlarca insan hala çadırlarda yaşıyor. Evine, eşiğine, toprağına döneceği günü büyük bir sabırla bekleyen bu insanların talihini karartan Ermeni, bugün hala masum pozlarda merhamet dileniyor.

Daha gerilere gitmek, elbette tarihçilerin işi, ama bugünü tarihçilere bırakmak kadar büyük bir hata olamaz. Çünkü; bugün politikacıların işi, bugün yapılmış soy kırımları dünya milletlerinin gözünün içine sokma işi tamamen politikacıların işidir. Azerbaycan arşivleri binlerce soy kırım belgesi ile dolu... Hala çadırlarda yaşayan canlı tanıklar Bakü’de... İşkence görenler hala yaşıyor. Bu kadar tanığı bulunan bu olaylar neden gündeme getirilmez? Neden Türkiye ve Azerbaycan devlet adamları, ortak çalışmalarla ortak adımlar atmazlar? Neden, neden, neden? Bir sürü neden orta yerde dururken, hala tarihçilerden medet ummaya çalışmanın, aynen Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun başına gelenler gibi, yeni meseleler getireceği kesin gibi bir şey. Çünkü, karşındaki düşman mert değil, onun tarih ile, tarihçilerle bir ilgisi yok, onun derdi sadece politik... Artık bunu anlamak zorundayız. Düşmana da anlayacağı dille cevap vermeliyiz.

Osmanlı topraklarında yaşayan bir buçuk milyon Ermeni’yi soykırıma tabi tuttuğumuz yalanı beyinlere nasıl işleniyor? İngiliz, Osmanlı, Rus arşivleri o tarihlerde Osmanlı topraklarında bir milyon kadar Ermeni’nin yaşadığını açık olarak göstermelerine rağmen, dünya bir buçuk milyon Ermeni’nin katledildiğine nasıl inanıyor? İşte bunu anlamak ve araştırmak zorundayız. Görünen o ki, dünya, belgelere değil, yalanlara ve propagandaya bakıyor. Öyle ise, tüm doğruları Ermeniler kadar propaganda ederek kendimiz başarabiliriz. Yeter ki, yapacağımıza inanalım. Mesele burada.

1907 yılında Erivan nüfusunun yüzde yetmiş biri Türklerden oluşuyordu. Bugün Ermenistan denilen topraklar üzerinde, o tarihte, beş yüz yetmiş altı bin Azeri Türk’ü yaşıyordu. Gidin bugün bütün Ermenistan’ı dolaşın, bakalım ilaç için bir tane Türk bulabilecek misiniz? Dünyanın etnik açıdan, en homojen devleti biziz, diye övünen Ermeniler’in o kadar Türk’ü ne yaptıklarını sormak hakkımız değil mi? Aslında bu rakamlar Ermenilerin, dünyanın en büyük etnik temizliğini gerçekleştiren millet olduğunu göstermiyor mu?

Soykırımı yapan biziz güya, ama hala Türkiye’de yüz binlerce Ermeni yaşıyor. Onlar soy kırım yapmadılar güya, peki nerede orada yaşayan Türkler? Buhar olup uçtular mı? Ya da Ermeni terörizminin darbeleri altında yok mu edildiler? Eğer araştırılacak bir şey varsa, bu araştırılmalıdır? 1991 yılında Şuşa, Hocalı, Kelbecer, Fuzuli, Ağdam gibi Azerbaycan şehirlerinde kaç Türk yaşıyordu? Bugün kaç Türk yaşıyor? İşte esas araştırılması gerekenler bunlar. Ama, nerede bunları dünya kamuoyunun dikkatine sunacak yiğitler? Bunları tarihçiler değil, sivil toplum kuruluşları, siyasi kuruluşlar araştırmalı ve dünya kamuoyunun dikkatine sunmalıdır.

Ermenilerin, Kürtlerin Türkler tarafından ne kadarının yok edildiğini araştıran sivil toplum kuruluşları, kendilerine aydın diyen kara cahiller, bunlara dönüp bakmayı bile zillet kabul ederler. Çünkü, Ermeni ve Kürt insan sınıfına dahilken Türkler barbarlardır. Onların ölmesi bir şey ifade etmez. Bu sivil toplum kuruluşları, aydınlar bizim ülkemizde bize düşmanlık yapıyorlar. Onlara kimse bir şey demiyor, ama, benim insanım eline bayrağını alıp sokağa çıktı mı kıyamet kopuyor. Yani, artık kendimizi savunma hakkımızın bile kalmadığını söylemek istiyorum. Bırakın Ermeniyi, Avrupalıyı, bizden olduğunu söyleyenler(!) buna engel oluyorlar. Peki, bu milletin hakkını kim savunacak? Elbette milletin kendisi. Kurtuluş Savaşı günlerinde gibiyiz. Ne diyordu o günlerde Mustafa Kemal Atatürk “ Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

İşte şimdi de o günleri, hatta daha kötüsünü yaşıyoruz. Bu yüzden bütün yazılarımızda millete müracaat ediyoruz. Her şeyi milletin azim ve kararının kurtaracağına gönülden inandığımız için, milletimize güvendiğimiz için, milletimize müracaat ediyoruz.

Tutunacak başka dalın kalmadığını sizlerin de bilmesini istediğimiz için...

 http://www.turksolu.com.tr/81/huseyin81.htm

***