Osman Bölükbaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osman Bölükbaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2019 Cumartesi

ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞTEN 27 MAYISA TÜRKİYE'DE SİYASET VE ÜNİVERSİTELER BÖLÜM 5

ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞTEN 27 MAYISA TÜRKİYE'DE SİYASET VE ÜNİVERSİTELER  BÖLÜM 5


4- Muhtariyet Tartışmalarının Tekrar Alevlenmesi 

Kubalı'nın 14.5.1958'de üniversitede derslerine başlaması ile hükümet ile üniversiteler arasında olumlu bir hava meydana gelmiş ve bu durum 1959 
sonlarında tekrar alevlenmeye başlamıştır. Bu olumlu dönemde de bazı öğretim üyeleri muhtariyetle ilgili açıklamalar yazmışlardır. Mesela; İ.Ü. Hukuk 
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ragıp Sarıca, "ferdi hak ve hürriyetlere en büyük tehlikelerin iktidardan" gördüklerini ve öğrencilerin günlük hayatın siyasi 
ve iktisadi meselelerinden uzak kalamayacaklarını söylemişti 118. Sarıca, üniversitenin en başta gelen vasfının muhtar teşekkül olmaları olduğunu, 
hocaların "laik birer peygambere benzediklerini" onların patronlarının sadece ilim olduğunu açıklamıştır 119. 

İ.Ü. Rektörü Sıddık Sami Onar, üniversite çatısı altında politika yapılmamasını istemiş ve şunları söylemişti: "Ben fert olarak her gencin siyasetle uğraşacağına kaniim. Fakat üniversite teşekküllerinin teşekkül olarak siyasetle uğraşmalarına şahsen taraftar değilim. Şimdiye kadar üniversite için hedef ve gaye bakımından fiili politika yapıldığını ne gördüm ve ne işittim. Herkesin fikrine hürmet ederiz ve öğrencinin bundan böyle de bu çatı altında fiili politika yapmamalarını temenni ederim"120. 

1959-1960 öğretim yılı açılışı çok değişik bir atmosfer içerisinde geçmişti. 7 yıldan beri söz hakkı verilmediği için ayrı açılış programı yapan öğrenciler, Rektör Sıddık Sami Onar'a duydukları "sonsuz saygı" dolayısıyla, kendilerine resmi açılış töreninde söz verilmemesine rağmen büyük çoğunlukla 
açılışa katılmışlardı. İ.Ü. Talebe Birliği'ne bağlı dokuz cemiyetten sekizi açılış günü Rektörle beraber Atatürk heykeline çelenk koymuş ve resmi açılışta bu 
cemiyetler tarafından Rektör'e buket sunulmuş, binlerce öğrenci resmi açılışa iştirak etmişti. Bu atmosfer içerisinde konuşan Rektör Onar, "ilmin, siyasetin 
emir ve direktifi altında olmadığı"nı belirtmişti 121. 

1959 yılı sonlarında üniversiteler ile DP Hükümeti'nin ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen olay DP Trabzon Milletvekili Mustafa Reşit Tarakçıoğlu'nun 
üniversitelerin idari muhtariyetini sınırlayan bir kanun teklifini TBMM'ye vermesidir 122. Bu teklif üniversite camiasında üzüntü ile karşılanmıştı 123. 

5- Öğrencilerin Siyasetle Uğraşması 

Üniversiteler Kanunu'nda, üniversite dışında öğrencilerin siyasetle uğraşmalarını engelleyen bir kanun mevcut değildi. 8 Ocak 1953'te İÜ Edebiyat Fakültesi'nde bir konuşma yapan Başbakan Menderes, bazı öğrenci derneklerinin "fiili ve gündelik" politika ile meşgul olduklarını, ancak üniversite muhtariyetini "rencide etmemek" ve zamanla tabii mecrasına gireceklerini ümid ederek kuruluş maksatları dışında faaliyet gösteren öğrenci teşkilatlarına dokunmadıklarını belirtmişti 124. 

Ancak, 4 Kasım 1954'teki Ankara Üniversitesi açılışında CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek'e öğrencilerin büyük tezahüratta bulunması, üniversitede kanunla kaldırılan politikanın fiilen yapıldığı yolunda DP'lilerin tenkitlerini mucip olmuştu. Öğrencilerin siyasetle uğraşmamaları konusu daha ciddi olarak tartışılmaya başlanmıştı. TBMM'de, Burdur Milletvekili Mehmet Özbey, Gülek'e yapılan tezahüratı tenkit etmiş ve hükümetten öğrencilerin siyasetle uğraşıp uğraşamayacaklarını sormuştu 125. 

Üniversiteli gençlerin siyasetle uğraşmasına engel olunması çalışmalarına, kanunlarla verilen bir hakkın geri alınmaması gerektiğini belirterek karşı çıkan MTTF Başkanı Mesut Ülkü, üniversite içinde de olsa kendi fikirlerini temsil edenleri alkışlamasının ferdin en tabii hakkı olduğunu, talebenin üniversite dışında siyasetle uğraşması hakkının alınması halinde daima arzu edilen siyasi olgunluğa erişmiş vatandaşları yetiştirilemeyeceğini söylemişti. MTTF adına konuşan Ülkü, öğrencilerin siyasi haklarının geri alınmasına karşı olduklarını açıklamıştı 126. 

26.1.1956'da TBMM Bütçe Komisyonu'nda üniversitelerin muhtariyeti etrafında yapılan konuşmalarda DP'liler üniversitelerin günlük politika ile uğraşmamasını savunurken, CHP üniversite muhtariyetinin genişletilmesini istemiş, Hürriyet Partisi'nden Muhlis Efe, öğrencilerin de ilmin ışığı altında siyasi mevzuları ele almalarının tabii olduğunu söylemişti 127. 

Bunun üzerine bir açıklama yapan Î.Ü. Hukuk Fakültesi Doçenti Tarık Zafer Tunaya, öğrencilerin siyasetle uğraşmalarını, memleketin geleceği emanet 
edilecek gençlerin cereyan eden olayları anlayıp açıklayabilmeleri için bir vasıta olarak değerlendirmiş ve öğrencilerin siyasetle meşgul olmalarının faydalı 
olacağını iddia etmişti 128. 

1959 yılında Î.Ü. Rektörlüğü'ne seçilen Sıddık Sami Onar, üniversite çatısı altında öğrenci kuruluşlarının siyaset yapmalarına karşı olduğunu, ancak 
fert olarak her gencin siyasetle uğraşabileceğine kani olduğunu belirtmiştir 129. 

6- Öğretim Üyelerinin Siyasetle Uğraşması 

Üniversite hocalarının siyasi partilere üye olması veya faal olarak görev yapması konusu özerklik dönemlerinde devamlı olarak tartışılan bir konudur. 

1946 sonrasında Akıl Hastalıkları Profesörü Fahrettin Kerim CHP İstanbul il başkanı olduğu zaman, Üniversite buna itiraz etmiş, "aza olabilir, başkan 
olamaz" hükmünü vermişti. Bunun üzerine Fahrettin Kerim il başkanlığından istifa ederek Üniversitedeki kürsüsünü koruyabilmişti. 1950 yılında da Tıp 
Fakültesi Profesörlerinden Nihad Reşad, DP İstanbul il başkanı olmuştu. 
O zamanki CHP iktidarı itiraz sesini yükseltmiş, ancak Nihad Reşad'ın milletvekili 
ve bakan olması ile mesele kapanmıştı130. 

Üniversiteler Kanunu'nda öğretim üyelerinin siyasetle uğraşmalarını yasaklayan bir hükmün bulunmaması dolayısıyla tartışma konusu olan bu husus özellikle 1953'ten itibaren sıkça tartışılmaya başlanmıştır. 8 Ocak 1953'te İÜ Edebiyat Fakültesi'nde bir konuşma yapan Başbakan Menderes, bazı öğretim üyelerinin "fiili ve gündelik politikaya karışanların" olduğu halde "muhtariyeti rencide eder endişesi ile ve zamanla tabii mecrasına gireceği ümidi ile" bunları hoş gördüklerini açıklamıştı. Aynı şekilde hürriyeti rencide etmemek için maksatları dışında faaliyet gösteren öğrenci teşkilatlarına da dokunulmadığını ilan etmişti 131

Öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmaları ve faaliyet göstermeleri hakkında kanuni hiçbir hükmün bulunmadığını, öğretim üyelerinin gündelik siyasetle uğraşmalarına karşı olan DP hükümeti 3936 sayılı Üniversiteler Kanunu'nun 46 maddesinin D bendini değiştirerek, hocaların fiili politikadan uzaklaştırılmalarını kararlaştırdı. Hükümet tarafından BMM'ye sevk edilen değişiklik ile; "siyasi teşekküllerde fiili vazife alanlar ve 3936 Sayılı Üniversiteler Kanunu'nun üçüncü maddesinin E fıkrasının 132 cevaz verdiği hududlar dışında neşriyatta veya beyanatta bulunanların üniversite üyeliğinden çıkarılmasını hedeflemişti. 

TBMM Milli Eğitim Komisyonu'nda kabul edilen bu değişiklik muhalefet ve özellikle CHP tarafından şiddetle tenkit edilmişti. Öğretim üyelerinin siyasetle meşgul olmalarını önleyen kanun tasarısının bir ihtiyaç için değil, "bir gayeyi istihdaf ettiği" hakkındaki iddialara cevap veren ME Bakanı Rıfkı Salim Burçak, bu iddiaları yalanlamıştır. 

Burçak'a göre, üniversite öğretim üyelerinin siyasetle meşgul olmalarını önlemek üzere hazırlanan tasarı bir ihtiyacı karşılamaktadır, "Bizzat Üniversite Senatosu bu ihtiyacı duymuş ve hatta bu hususta bir karara varmıştır. Fakat alınan karar, müeyyideden mahrum olduğu için tatbik edilememiştir 133. 

2.7.1953'te Meclis'te yapılan uzun müzakereler neticesinde tasarı kanunlaştı ve üniversite öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmaları, aktif olarak faaliyette bulunmaları ve günlük politika ile yazı ve beyanlarda bulunmaları yasaklandı. Bu yasağa uymayanların öğretim üyeliğinden çıkarılması kanuni hale getirildi ve bu halde olan hocaların üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılması için yetki üniversite senatolarına verildi 134. 

1956 yılına gelindiğinde, DP, üniversitelerin günlük siyasetle uğraştıklarını ve bunun zararlı olduğunu ileri sürerken CHP ve Hürriyet Partisi üniversitelerin politika ile uğraşmaları gerektiğini savunuyorlardı. 

DPTilerin aksine CHP'liler ilim adamlarının politikaya karışabileceklerini savunuyorlardı. CHP Milletvekili Turhan Feyzioğlu, hür ve demokratik ülkelerde ilim adamlarının kaderlerinin siyaset adamlarının eline verilemeyeceğini ve hürriyeti sevenin ilim ışığından korkmayacağını söylüyordu. Yine CHP'li Emin Soysal, ilmî ve idarî muhtariyetin üniversitelerde icapları ile verilmesini savunurken, CHP'nin diğer bir milletvekili Muammer Akpınar, üniversitenin politikaya karışmaya mecbur olduğunu savunuyordu 135. 

İ.Ü. öğretim üyelerinden Tarık Zafer Tunaya'ya göre; sosyal bilimleri öğreten bir üniversite hocasının laboratuarı sosyal ve siyasi hayattır. Eğer o hoca etrafında cereyan eden olaylara eğilmezse, onları ilmî bir metodla incelemezse, onları objektif bir açıdan yorumlamazsa vazifesini yapmıyor demektir. Tunaya'ya göre, bir öğretim üyesi pratik siyaset yaptığı zaman ise, bir ilim değil, sanat icra  ediyor demektir. Siyaset sanatının icra edileceği yer, elbette ilim kürsüsü değildir, 136. 
Böylece, Tunaya, öğretim üyesinin ilmi olarak siyasetle uğraşabileceğini, ancak pratik olarak siyaset sanatıyla meşgul olamıyacağını ifade etmektedir. 

7- DPTilerin Üniversite ve Muhtariyete Bakışları 

DP iktidarı döneminde, CHP ve İsmet İnönü devamlı olarak üniversite muhtariyetini savunmakla ülke aydınlarının minnettarlığını kazanmıştı. 
Muhtariyetten ne kastettiğini açıklanmasa da, CHP'nin anlayışı "sadece üniversite mensuplarının siyasi iktidar karşısında bağımsızlığı manasına 
geliyordu"137. DP, CHP'nin üniversitenin muhtariyeti hususundaki hassasiyeti ve tavırlarından rahatsız oluyordu. DP'li Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu'nun ifadesiyle, "Muhalefet Partisi (CHP) üniversitelerin koruyucu meleği halinde gürültüler" çıkarmakta ve "muhtariyetin zedelendiği" hususunda iddialar ortaya atmaktadırlar. Benderlioğlu'na göre; muhtariyet CHP tarafından suiistimal edilerek devamlı tartışma konusu yapılmaktadır. Muhtariyetle ilgili münakaşalar, dedikodular, muhtariyete el atıldığından değil, böyle bir hareket varmış hissini meydana getirmek ve telkin etmek kasdıyla ortaya atılmaktadır. Partizan ilim adamları ilmin haysiyetini yıkmakta, üniversitenin muhtariyet ve ilmi hüviyetine zarar vermektedir 138. 

Üniversitelerin kendisine bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanı'nın bu ifadelerinden DP iktidarının üniversite muhtariyetine karşı olmadığı, ancak muhtariyetin ve üniversitelerin kendilerine karşı kullanılmasından rahatsız olduğu anlaşılmakta dır. 

V- 27 MAYIS AREFESİNDE ÜNİVERSİTELERİN DEMOKRAT PARTİ'YE KARŞI TAVRI VE 27 MAYIS DÖNEMİ 

Bazı öğretim üyelerinin bakanlık emrine alınması ile tırmanan gerginlik, 1960'a doğru üniversitelerin topyekün DP iktidarına muhalefet etmeye başlamasıyla zirveye çıkmıştır. 1960 Yılında üniversitede öğrenci olaylarının patlak vermesi ve polisin üniversiteye girmesi tartışmalar meydana getirmiştir. 
Mesela, 12 Nisan 1960'ta İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin irticayı tel'in maksadıyla miting düzenlemek istemesine, irticaın olmadığı gerekçesiyle 
İstanbul Valiliği'nin izin vermemesi üzerine, öğrenciler üniversite bahçesinde sessiz bir yürüyüş yapmak istemişlerdir. Valilik yürüyüşe engel olmak için 
polisleri üniversite bahçesine göndermiş ve öğrencileri dağıttırmıştır. 

Bu hadiseler üzerine üniversite muhtariyetine müdahale edildiği hususunda tartışmalar meydana gelmiş ve DP'li İstanbul Valisi Ethem Yetkiner göre, 'memlekette irtica yoktur, irticanın olduğunu söyleyenler onu siyasete alet yapmak istemektedirler. İzinsiz yürüyüş yaparak, her ne pahasına olursa olsun, 
hükümete karşı gelmek isteyenler üniversite bahçesinde de olsa derhal dağıtılırlar. Bu bir ülkedeki kanun hakimiyetinin göstergesidir. Kanunun ihlal 
edildiği her yerde polis vazifesini serbestçe yapar. Mülki ve adli amirlerden gayrı hiç kimseden izin almaya mecbur değildir. Kanunsuz toplantı herkesin 
serbestçe girip çıktığı üniversite bahçesi değil de binanın içi de olsa polis oraya da girer ve vazifesini yapar. Bunun hükümetin "hürmet ettiği" üniversite 
muhtariyeti ile ilgisi yoktur. Üniversite muhtariyeti suçluların üniversite içine sığınabilmeleri demek" değildir 139. 

Üniversitelerden iktidarı hedef alarak "hürriyet" istekleri karşısında en sert konuşmayı yapan ve üniversitelerin muhtariyetlerini kötüye kullanarak 
DP'ye muhalefet yaptıklarını söyleyen Başbakan Adnan Menderes'tir. Menderes'in 18 Mayıs 1960'ta Manisa Turgutlu'da yaptığı bu konuşma aynen 
şöyledir 140: 

"Üniversite hocaları 1946'da nerede idiler? O zaman çocuk muydular? 

Onlar o zamanlarda hürriyet ve demokrasi hakkında talebelerine ve halka aydınlatıcı malumat verdiklerini isbat etsinler, ben şimdi hürriyet bağıran o 
hocalar önünde özür dileyeyim. 

Onlar üniversiteyi kin setleriyle çevrilmiş bir papalık zannediyorlar. Hayır, sırası gelince onların kürsülerinin dibine kadar gelerek ne yapıyorsunuz 
diye sorarlar. Bunlar, cübbelerini bir zırh gibi sırtlarına geçirirler ve devletin işlerine karışırlar. 

Ne imiş? Muhtariyet varmış. Olur mu bu? 

Ben onlara hatırlatırım. Bugün hürriyet, hürriyet diye bağıranlara, eski devirde tek parti hakimiyetinin nazariyelerini okuturlarken nerede idi bu hocalar? 
Onlar benim bu sözlerimi dinleyince mahcup olacaklardır. Şimdi ise fırsatçılık, kaptıkaçtılık yaparlar. Hürriyet kahramanı geçinirler. Yağma yok. 

Nedir o Üniversite Senatosu? Bir sürü genç elemanını nefes aldırmaz hale gelmiştir. Onlar evvela üniversite içinde hürriyeti kaldırmışlardır. Şimdi bana 
kızarlar. Ama onların bu teşebbüsleri hüsrana uğrayacaktır. Unutmasınlar ki bu hareketleriyle Adnan Menderes'i değil, DP iktidarını değil, bütün Türk milletini 
tek vücut halinde karşılarında bulacaklardır." 

Menderes bu konuşmasıyla üniversitenin muhtariyetine değil, tarafgirlik olarak kullanılmasına karşı çıkmakta, DP iktidarına karşı hürriyet isteyen üniversitelileri iki yüzlü ve fırsatçı olarak vasıflandırmakta dır. Menderes üniversitenin muhtariyetinin elinden alındığı 1946'ya kadar olan dönemde neden hürriyet ve muhtariyet istemediklerini nazara vererek, muhtar üniversite hocalarını sahte hürriyet kahramanı ilan etmektedir. 

27 Mayıs 1960'a DP iktidarı devrilerek yönetim Milli Birlik Komitesi tarafından ele alınmıştı. Milli Birlik Komitesi ile üniversitelerin iyi diyalogu, üniversitelerde en geniş muhtariyeti verilmesi ile neticelenmiştir. Üniversiteler Milli Eğitim Bakanlığı'na bağımlılıktan kurtarılmış ve sadece üniversite temsilcilerinden oluşan Üniversitelerarası Kurul'a bağımlı hale getirilmiştir. Üniversitelerdeki her türlü denetim senatolarla Üniversitelerarası Kurul'a verilmiştir. Ancak, üniversite muhtariyeti bu kadar geniş bir şekilde ta'mim edilirken, bu kanunla aynı günde çıkarılan 114 sayılı Tasfiye Kanunu ile 27 Mayıs hareketinde etkin rol alanlar da dahil 147 öğretim üyesinin üniversitelerden uzaklaştırılması bir çelişki meydana getirmiş ve özerkliğin ihlal edildiği tartışmalarına yol açmıştır. Üniversitelerin büyük tepki göstermesi üzerine MBK, kararın tekrar gözden geçirileceğini söylemiş ancak somut adımlar atılmadığından bu konu uzun süre gündemde kalmıştır. Başbakan olarak ülkenin yönetimini eline alan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, DP iktidarı dönemindeki uygulamalarının tersine olarak 147'liklerin problemini çözmekle pek ilgilenmemiştir. 27 Mayıs hareketi sırasında öğrencilerin hareketlerini destekleyen MBK'nın, daha sonra öğrenci teşkilatlarını kontrol altına almak istemesi de tepki ele karşılanmıştır. 

SONUÇ 

Avrupai bir tarzda Osmanlı döneminde kurulan Darülfünun ilmî ve idarî özerkliğe sahip bir kurum olarak Cumhuriyet dönemine intikal etmiştir. 

Cumhuriyet döneminde, 1924 tarihinde ilmî ve idarî özerkliği haiz olarak yeniden örgütlenen Darülfünun, 1933 yılına kadar öğretim üyelerinin siyasi partilerde faaliyet göstermesi 141 dahil geniş bir özerklik anlayışı ile idare edilmişti 1933-1946 yılları arasında özerklikten mahrum olarak yönetilen yüksek öğretim, çok partili hayata yeniden geçilmesine paralel özerkliğine yeniden kavuşmuştu. 

1950 yılına kadar, üniversitelere özerkliği veren CHP iktidarları tarafından yönetilen Türkiye'de, üniversitelere müdahaleden vazgeçilmemiş, 
üniversitelere öğrenci alınmasından solcu öğretim üyelerinin üniversitelerden uzaklaştırılmasına kadar pek çok konuda üniversitelere baskı yapılmıştır. CHP, 
özellikle, sadece sol görüşlü oldukları için, TBMM'de bu öğretim üyelerinin kadrolarını iptali ile üniversiteden uzaklaştırarak Türkiye'de-belki de dünyada-
bir ilki gerçekleştirmişti. CHP'nin iktidarı döneminde DP üniversitelerin özerkliğinden yana tavır koymuş ve üniversitelilerin muhabbetini celb etmişti. 

Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında üniversitelerle DP'li hükümetler arasında iyi ilişkiler varken, 1953 yılında öğretim üyelerinin günlük politikaya 
karışmalarını engelleyen kanunun yasalaşmasıyla ilişkiler sarsılmaya başlamış, ancak, 1956 yılına kadar ciddi bir problem meydana gelmemişti. Bu arada 
muhalefetteki CHP'nin özerkliğe aykırı olarak DP'nin üniversitelere müdahale ettiğini özellikle vurguladığı bir dönemde, Turhan Feyzioğlu'nun Milli Eğitim 
Bakanlığı emrine alınması, DP ile üniversiteler arasındaki ilişkileri bozmuştur. Prof. Kubalı'nın da bakanlık emrine alınmasıyla başlayan olaylar, 1960 
yılındaki öğrenci olaylarına kadar aralıklarla devam etmişti. Üniversitelerdeki gerginlik DP iktidarına son verilen 27 Mayıs 1960'ta MBK'nin askeri idaresinin 
kurulmasına kadar sürmüştü. 27 Mayıs sürecinde DP karşısında CHP ve MBK yanında yer alan üniversiteler, içlerinde DP iktidarına karşı mücadele verenler 
de dahil 147 öğretim üyesinin üniversiteden uzaklaştırılmasıyla şok olmuşlardı. İsmet İnönü başkanlığında kurulan hükümetten de pek bir yardım görememişler di. 

ÖZET 

Batı üniversiteleri örnek alınarak Osmanlı döneminde kurulan Darülfünun, 1933 yılında düzenlemeye tabi tutularak üniversite adını almıştı. 

II. Dünya Savaşı sonunda, 1933 öncesinde olduğu gibi özerkliğini yeniden kazanmıştı. Ancak , özerkliği veren CHP yönetimi, 1946-1950 yılları arasında, 
özerkliğin aksine hareket ederek üniversitelere müdahale etmiş ve sadece sol görüşlü oldukları için bazı öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştırmıştı. 
Muhalefet döneminde üniversitelerde özerklik lehine tavır koyan Demokrat Parti, iktidarının ilk üç yılında üniversitelerle iyi ilişkiler kurarken, 1953'ten 
itibaren özerkliği kısıtlayıcı uygulamalar ortaya koymaya başlamıştı. 1956-1960 arası dönemde Demokrat Parti yönetimi ürfiversitelerde kendisine karşı tavır 
koyan öğretim üyelerini Milli Eğitim Bakanlığı emrine alarak üniversiteler müdahale etmişti. Üniversiteler de 27 Mayıs hareketine destek vererek 
Demokrat Parti iktidarının düşmesine yardımcı olmuşlardı. Fakat iktidara gelen MBK iktidarı da üniversitelerden 147 kişiyi atarak özerkliği büyük darbe 
indirmişti. 

DİPNOTLAR;

1. Ali Arslan, Darülfünun'dan Üniversite'ye, İstanbul 1995 , s. 20-80 ; Ali Arslan, "Osmanlı 
Darülfünunu", Osmanlı, C.V, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, S.297-305 ; Ali Arslan, 
"Türkiye'de Üniversitenin Kuruluş ve Yönetimindeki Değişiklikleri869-1946), 
Yeni Türkiye, sayı 23 -24, Ankara 1998, s. 408-431. 
2. 1946 Tarihli Üniversiteler Kanunu (ÜK), m(madde). 14. 
3. ÜK, m. 13. 
4. ÜK, m. 1. 
5. ÜK, m. 10. 
6. ÜK, m. 11. 
7. ÜK, m. 12. 
8. ÜK, m. 1.
9. ÜK, m. 5.
10. ÜK, m. 7.
11. ÜK, m. 8.
12. Cumhuriyet gazetesi(C), 15.VIII.1946. 
13. ÜK, m. 7,10. 
14. C, 17.VIII.1946. 
15. İ.Ü. Rektörü Sıddık Sami Onar'ın açıklamaları için bakınız; C, 28.XI. 1946. 
16. C, İ2.XI1.1946. 
17. Nadir Nadi, "Üniversite ve İdeoloji", C, 13.XII.1946. 
18. Prof. Hirsh'in bu konuda anlattıkları için bakınız; C, 1 IV. 1949. 
19. C, 15.V.1947. 
20. A.Ü Rektörlüğü'nün tebliği için bakınız; C, 18.V.1947. 
21. Son Posta gazetesi(SP), 14.XI.1947. 
22. SP,18.XH.1947. 
23. SP, 23.XII. 1947; Ayrıca bakınız; Selim Ragıp Emeç, "Solcu Profesörlerin Durumu", SP, 9.1.1948. 
24. CV.1948. 
25. SP, 12X1948. 
26. SP, 24.1.1948. 
27. SP, 23.11.1948. 
28. SP, 24.11.1948. 
29. C3.III.1948. 
30. Niyazi Berkes'in yazdığı mektup için bkz; C, 1.V.1948. 
31. " SP, 7.VII. 1948. 
32. C.5.II. 1949. 
33. Feroz Ahmed-Bedia Turgay, Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945 - 1971, Ankara 1976, s. 61. 
34. C, 15.V.1947. 
35.  SP, 12.X.1947. 
36.  SP, 15.X. 1947. 
37.  Selim Ragıp Emeç, "Üniversitenin Solcu Hocaları", SP, 25.X.1947. 
38.  C, 16. VII. 1948. 
39.  SP, 27.VII. 1948. 
40.  C7.III.1947. 
41.  C, 15.XII.1947. 
42.  C, 12.IV. 1949. 
43.  SP, 16.VI.1949. 
44.  C, 25.X. 1949. 
45.  C, 6.IV.İ950. 
46.  DP'nin Parti Programı (C, 8.1.1946), m. 38-39. 
47.  SP, 26.11.1947; C, 26.11.1947. 
48.  C, 11.III. 1947. 
49.  SP, 5.X. 1947. 
50.  C, 5 Ağustos 1950. 
51. SP, 22 Mart 1951. 
52. SP, 25 Mart 1951. 
53. C, 18.XI.1952. 
54. C, 9.1.1953. 
55. Vatan, 20.7.1953. 
56. H.V. Velidedeoğlu, "Üniversitelerimizin Muhtariyetine Dikkat!", C, 19 Şubat 1954. 
57. C, 21 Ekim 1954. 
58. Zafer, 5.111954; C, 6.11.1954; Vatan, 6-7.11.1954. 
59. Lütfi Duran, "Üniversite Hocaları Memur Değildi, Oldu!", Vatan, 17.1.1955. 
60. C, 21 Ekim 1955. 
61. Vatan, 2.IL 1055; C, 2.II.1955. 
62. Vatan, 25.11.1955; C, 25.11.1955. 
63. C, 22.11.1955. 
64. C, 17.1.1956. 
65. Ankara Üniversitesi Senatosu'nun karan için bakınız; C, 18.1.1956. 
66. İ Ü. Senatosu'nun tebliği; C, 20.1. 1956. 
67. C, 22.1.1956. 
68. Vatan, 22.1.1956; C, 22.1.1956. 
69. Dr. İsmet Giritli, "Üniversite Muhtariyeti Sağlanmalıdır", Vatan, 22.1.1956. 
70. Hüseyin Nail Kubalı'nın bu beyanı için bakınız; C, 23.1.1956. 
71. Vatan, 25.1.1956; C. 25.1.1956 
72. C, 26.1.1956. 
73. C, 2.12.1956. 
74. C, 28.11.1956. 
75. C, 2.12.1956; Vatan, 30.11.1956. 
76. Vatan, 4.12.1956. 
77. Zafer, 4.12.1956. 
78. Vatan, 5.12.1956. 
79. Vatan, 7.12.1956. 
80. C, 7.12.1956. 
81. C, 7.12.1956; Vatan, 7.12.1956. 
82. C, 22.12.1956. 
83. C, 22.12.1956.
84. C, 25.12.1956.
85. C, 23.1.1957.
86. C, 8.6.1957.
87. C, 2.11.1957.
88. C, 5.11.1957.
89. C; 2.1.1958. 
90. Vatan, 7.4.1958. 
91. Bu husustaki değişiklik önerileri ve hazırlıkları için bkz; C, 23.1.1958. 
92. Vatan, 14.1.1958; C, 14.1.1958. 
93. Zafer, 5, 7.1.1958. 
94. Prof.Dr. Hüseyin Nail Kübalı, "Üniversite ve Siyaset", C, 21.1.1958. 
95. C, 31.1.1958; C, 1.2.1958. 
96. C; 1.2.1958; Orhan Köprülü, ilim ve fikir adamlarının, ilim ve fikir müdafaalarını yaparlarken maruz kalabilecekleri maişet güçlüklerini çözecek bir yardım 
teşekkülünün kurulmasını teklif etmişti. C, 8.2.1958. 
97. Vatan, 7.4.1958. 
98.  C, 3.2.1958. 
99.  C, 4.2.1958. 
100. C, 6.2.1958. 
101. Vatan, 7.2.1958. 
102. Vatan, 10.2.1958; 7.4.1958. 
103. C, 8.2.1958. 
104. Vatan, 12.3.1958. 
105. Vatan, 13.3.1958. 
106. C, 18.2.1958. 
107. C, 15.3.1958;Vatan, 7.4.1958. 
108. Vatan, 22.3.1958; C,22.3.1958. 
109. C,10. 4.1958; Vatan 10.4.1958. 
110. Kubalı'nın geniş açıklaması için bakınız; Vatan, C, 11.4.1958 
111. C, 12.4.1958. 
112. C, 13.4.1958; Vatan, 13.4.1958. 
113. Vatan, 13.4.1958. 
114. C, 14.4.1958. 
115. C, 15.4.1958. 
116. Vatan, 16.4.1958; C, 16.4.1958. 
117. C, 14.5.1958. 
118. Vatan, 15.11.1958. 
119. C, 28.4.1959. 
120. C, 3.7.1959. 
121. C; 3.11.1959. 
122. C, 29.12.1959, 
123. C, 30.12.1959. 
124. C, 9.1.1953. 
125. C, 6.XL1954; V, 6.XI.1954; Zafer, 5.XI.1954. 
126. C,7.XI.1954. 
127. C, 27.1.1956. 
128. C, 29.1.1956. 
129. C, 3.VII. 1959. 
130. Eski Bir Öğretmen (Hasan Ali Yücel), "Üniversite ve Politika", C, 19.1.1953. 
131. C, 9.1.1953. 
132. Ü.K. 3/E aynen şu şekildeydi: "Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici bilim verilerini sözle ve yazı ile ile halka yaymak." 
133. V, 20.7.1953. 
134. V, 22.7.1953; C, 22.7.1953. 
135. C, 15.1.1960. 
136. T. Zafer Tunaya, "Üniversite ve Siyaset", C, 28.1.1960. 
137. Cahit Tanyol, "Demokrasi ve Partizanlık", C, 22.VII.1960. 
138. Benderlioğlu'nım bu beyanatı için bakınız; C, 15.1.1960. 
139. Vali Ethem Yetkiner'in bu fikirleri için bakınız; C, 13.1:1960 
140. Menderes'in bu konuşması için bakınız; C, 19.VI.1960. 
141. Ali Arslan, - "İstanbul Darülfünunu'nda Öğretim Üyelerinin Siyasetle Uğraşmaları", İ.Ü. İnkılap Tarihi Enstitüsü Yıllığı, X (1999), İstanbul 2001, s. 56-70. 


***

ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞTEN 27 MAYISA TÜRKİYE'DE SİYASET VE ÜNİVERSİTELER BÖLÜM 4

ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞTEN 27 MAYISA TÜRKİYE'DE SİYASET VE ÜNİVERSİTELER  BÖLÜM 4


CMP'nin Başkanı Osman Bölükbaşı'nın İsmet Paşa'nın yolunu tuttuğunu, Bölükbaşı'nın tenkitlerinde İsmet Paşa'nın da hissesi olduğunu belirten 
Menderes, CHP iktidarda ve muhalefette iken farklı tavır sergilediğini belirten Menderes şöyle demişti: "Siz muhtariyeti de hürriyeti de işinize geldiği gibi 
anlarsınız. Bizim vaktiyle söylediklerimizi bavul bavul gazetecilerle memleketi dolaşıp tekrar edenler var. Bunu yapan Osman Bölükbaşı, İsmet Paşa'nın 
vaktiyle neler söylediğini çok iyi bildiği halde, biz iktidara geçtikten sonra onlardan bahsetmiyor... 

Hangi açılış töreninde talebe temyiz heyetimiz gibi, Bakan'ın takdir hakkı için sözler söylüyor. Hadiseler İstanbul'a aksettirilerek mesele büyütülmek isteniyor. Birbiri ardından sual takrirleri veriliyor. Bu sual takrirleri de bir nevi nümayiş vesilesidir. 

Bir profesör kendi namına siyaset yapabilir, fakat vatan evladına kendi siyasi kanaatini açıklayamaz. Onlar günlük politikanın oyuncağı haline getirilemez. Getirilirse bunu yapanlar Vekâlet emrine alınır. 

Üniversite içinde faal politikaya girdikleri, çocukları tahrik etmeye çalıştıkları için takdir hakkımızı kullandık vekâlet emrine aldık. 

Profesörün hakkı olmayan şey talebenin arasına siyaset sokmaktadır" 82. 

Başbakan ile Maarif Bakanı'nın yönelttiği suçlamalara karşı Feyzioğlu bir beyanatta bulunarak hakkındaki iddiaları reddetmiştir. Milli Eğitim Bakanı'nın 
SBF'nin açılışında yaptığı konuşmanın metnini görmeden kendisini görevden aldığını açıklayan Feyzioğlunun yaptığı açıklama şöyledir: 

1- ) SBF'de bu tören her yıl yapılır. Hatta bu müessese üniversiteye katılmadan yani muhtariyete kavuşmadan önce de yapılırdı. 
2- ) Açılış töreni yapılması ve hatta bu törende hangi öğretim üyesinin açılış dersi vereceği, her yıl olduğu gibi bu yıl da profesörler kurulunca karara 
bağlanmıştır. Karar sureti dosyalardadır. 
3- ) Profesörler Kurulu kararı ile yapılan bir törenden dolayı Dekanı muaheze etmedeki isabetsizlik bir yana, sayın Vekil ders yılı başında böyle bir 
tören tertipleyen tek fakültenin SBF olmadığını da bilecek durumdadır. 
4- ) Kaldı ki böyle bir açılış töreni yapıldığı bütün ilgili makamlara vaktinden çok önce resmen bildirildiği halde hiç ses çıkarılmamıştır. 
5- ) Resmen davet edilen üniversite rektörü bu törene akademik kıyafetiyle katılmış hatta töreni kısa bir konuşmayla bizzat açmış ve tören 
programını kürsüden okumuştur. Dekan olarak yaptığım konuşmadan dolayı beni hararetle tebrik etmiş: " Güzel bir başlangıç oldu" demiştir. 
6- ) 4936 sayılı kanunun birinci maddesine göre üniversitenin hükmi şahsiyetinden ayrı olarak her fakültenin hükmi şahsiyeti vardır ve bu gibi 
hususlarda kendi organlarıyla kararlar verebilir. Bir fakültenin çok uzun yıllardan beri devam eden bir geleneğe uyarak ders yılını törenle açması Vekil 
tarafından verilen kararı haklı gösterecek bir kusur teşkil etmek şöyle dursun tamamen meşru bir hadisedir. 
7- ) Kaldı ki 6435 kanuna göre, bir husus hakkında senato mütalaası sorulmadan, o husustan dolayı vekâlet emrine almak kararı verilemez. Vekil 
senatoya gönderdiği tezkerede fakülte açılış töreni yapılmasından dolayı mütalaa istenmediğine ve bu husus hakkında mütalaa verilmediğine göre, Meclis'te ileri sürdüğü bu yeni sebep karşısında vekâlet emrine alma kararının 6435 sayılı kanundaki şekil şartlarına dahi riayet edilmeden verilmesi 
bulunduğu neticesine varmamız tabiidir. 
8- ) Maarif Vekili konuşması sırasında rektörün beni iki defa istifaya davet ettiğini söylemektedir. Bu tamamen hakikate aykırıdır. Rektörle istifam 
konusunda bir kelime bile konuşmadığımı kesin bildiririm. Bugün kendisinden izahat rica ettim. Rektör Birand ikimiz arasında böyle bir konuşma cerayan 
etmediğini teyid eylemiş ve hadisede bir yanlış anlama bahis konusu olduğunu söylemiştir. 
9- ) Başvekil'in müzakerelerin sonuna doğru öne sürdüğü "üniversite içinde ve tedrisatta partizanlık talebelere siyasi telkin" ve saire gibi ithamların benimle hiç bir ilgisi olmadığına bütün öğrencilerim şahittir. 1950'den önce de sonra da iktidarda bulunanların ne düşüneceğine bakmaksızın, sadece hak bildiğini söylemiş, derslerinde bir devri veya bir partiyi değil bu memleketin hayrına olduğuna inandığı fikri hakikatleri savunmuş bir öğretim üyesine partizanlık izafe edilemez. Maarrif Vekili'nin resmi yazısında temas edilmeyen ve 6435 sayılı kanun gereğince senatodan sorulmayan bir husus vekâlet emrine alma kararının sebebi olarak gösterilemez. 
10- ) Bu günkü Maarif Vekili'nin profesör iken bir DP ocağına kaydının olması bir çok üniversite mensupların DP'de üye ve delege olarak çalışmalarını, 
DP listelerinde mahalli seçimlere girebilmelerini tabii sayan Başvekil partizanlıkla neyi kasdetmektedir. Meselâ bir Amme Hukuku profesörünün 
basın rejimini tenkit etmesi, hakim teminatını zedeleyen kanun hükümlerini tahlil etmesi ve ilim ve objektif kanaatlerini savunması partizanlık mıdır? 
11- ) Başvekil bir taraftan üniversitenin ilmi faaliyetini asla takip ve tavassut edilmediğini söylemekte, diğer taraftan ise tedrisatta partizanlıktan 
bahsetmektedir. Fakülte içinde siyasi parti propagandası yaptığımıza dair ithamları şiddetle reddederiz. Bu hususta tek delil gösterilemez. Fakat istenirse 
ilmi konferanslara polis gönderildiğini ve ilim araştırmalar yapan Türk ve Amerikan meslektaşlarıma dair gülünç iddialarla dolu (mahrem rapor) tanzim 
olunduğunu delillerle isbat edebiliriz. 
12- ) Sayın Vekil'in yalnız bir cümlesi üzerinde ısrarla durduğu senato kararına gelince: 28.11.1956 tarih ve 1328 sayılı bu kararın hüküm fıkrasının 
aynen şöyle olduğunu hatırlatmakta fayda vardır: "Bu itibarla Profesör Feyzioğlu hakkında 6435 sayılı kanunun ikinci maddesinin tatbikine mahal bulunmadığı nın, senato mütalaası olarak arzına oy birliği ile karar verildi. Kim ne derse desin (Forum) da aynen neşredilen açış nutkunda söylediğim sözlerden dolayı bir fakülte dekanın muahaze edilmeyeceğine inanıyorum. Mesleki vazifesini yapmış bir insanın huzuru içindeyim. 
13- ) Maarif Vekili'nin Aydın Yalçınla ilgili uzun izahlarından çıkan başlıca netice şudur ki; sayın Vekil, Yalçın'm profesörlük kararnamesinin bir türlü imza edilmemesini hangi sebeple izah edeceği hususunda kesin bir karara varmamış görünüyor. 1945'te doçent olan bu arkadaşım Üniversiteler Kanunu'ndaki müddet şartlarını doldurduğu, mevzuat komisyonu tarafından iki defa karara bağlanmış ve Senato bu görüşe ittifakla katılmıştır. Yalçm'ın ilmi yetkisi Senato ve meslektaşları tarafından ittifakla kabul edildikten sonra, bambaşka bir sahadan gelen Maarif Vekili'nin kendisine ayrıca kıymet biçmeğe teşebbüs etmesi, ne Üniversiteler Kanunu'nun ruhuna, ne de mantığa uygun düşer. Nitekim vekâlet 1955 Ağustos'unda inha tezkeresini cevaplandırırken ehliyet bahsine hiç dokunmamış, sadece müddete dair bazı mütalaalar ileri sürmüştür. Senatonu'nu ikinci kararı üzerine ise ne müddet ne de ilmi ehliyete dair en ufak bir itirazda bulunmamıştır. 

Yalçm'ın (kabahat)ı, az eser vermesi değil, belki bazı kimseleri rahatsız edecek derecede çok yazı yazmasıdır. Birçok ilmi ve mesleki mecmualarda, iddia edildiği gibi iki üç sayfalık değil, kitap uzunluğunda müteaddid makaleler ve teksir makinesi ile basılmış iki ders kitabı yazmış olan Yalçm'ın ilmi yetkisi hem Türkiye'de hem de Türkiye dışında bilinmektedir. Kendisi 1954'te İktisadi Yardım Heyeti'nde müşavir olarak çalışmış, geçen yıl Birleşmiş Milletler'e iktisadi uzman olarak davet edilmiş, bu yıl da Kolombiya Üniversitesi'ne profesör olarak çağrılmıştır 83. 

T. Feyzioğlu'nun bu beyanatına yalanlama, İçişleri Bakanlığından gelmiştir. İçişleri Bakanlığı, "ilmi konuşmalara polis gönderildiği ve ilim adamları hakkında rapor tanzim edildiği" yolundaki neşriyatın tamamıyla asılsız ve mesnetsiz olduğunu açıklamıştır 84. Bu tartışmalar arasında SBF'nin tam bir fakülte olamadığı gerekçesiyle dağıtılması yönünde fikirler telaffuz edilmeye başlanmıştır. Mesela, 22.1.1957'de bütçe komisyonunda bir konuşma yapan 
Gümüşhane DP Milletvekili Halid Tokdemir SBF'nin müfredat programının "yamalı bohça halinde" olduğunu; yüksek okul olarak kurulan SBF'nin bu halde 
devamında bir mânâ olmadığını söylemiştir 85. 

DP'lilerin üniversiteleri CHP'nin karıştırdığı ve olaylara sebep olanların herhangi bir şekilde CHP'li olduğu yolundaki iddialarını haklı çıkarırcasına Bakanlık emrine alındıktan sonra istifa eden Profesör Turhan Feyzioğlu, 7 Haziran 1957'de CHP'ye kaydolmuştur. Yapılan törende Feyzioğlu'nun üyelik kartını imzalayan İsmet İnönü, yeni üyeyi tebrik ederek,"siyasi hayatımın şerefli vazifelerinden birini yerine getiriyorum. Çok şerefli bir arkadaşımızı partiye kazanıyoruz" demişti 86. 

3- Kübalı Olayı ve Tartışmalar 

1957-58 açılış merasiminde konuşan İ.Ü. Rektörü Ali Tevfik Tanoğlu demokrasi nin ruhunu ve esasını teşkil eden noktanın son sözünün seçmenlere, 
millete ait olması keyfiyeti şeklinde tarif etmiş ve son seçimlerde de son sözün milletçe söylendiğini belirtmişti. Tanoğlu muhtariyetle ilgili de şunları 
söylemiştir; "Üniversitemiz muhtar olmakla beraber nihayet bir devlet müessesidir. Bu itibarla dün olduğu gibi bugün de İstanbul Üniversitesi normal 
faaliyetini teşkil eden tedris ve ilmi araştırma dışında hükümete çok güç, çok çetin olan işlerde; her türlü politik temayül, mülahaza, tesir ve endişelerden 
âzâde kalmak ve bırakılmak kayıd ve şartı ile memleket dâvâlarının halinde yardıma âmâdedir. Bu kayıt ve şartla müessesemiz bütün elemanları ile 
hükümetin emrinde ve yanı başındadır." 

Rektörün konuşmasının seçimlerle ilgili kısmı öğrenciler tarafından alkışlarla protesto edilmişti 87. Daha sonra bir açıklama yapan İÜ Tıp Fakültesi Anatomi profesörü Zeki Zeren ülke menfaatleri için hükümetlerin yanı başında olduklarını, ancak emrinde olmadıklarını söylemiştir. 

Zeren ilmin emir altında  yaşayamayacağını; hocaların ilim aydınlığında hükümete yol göstereceklerini, hükümet icraatları ilme uygun değilse tenkid edeceklerini belirtmiş ve rektörün sözlerine katılmadığını ifade etmiştir 88. 

DP iktidarını üniversitelerin muhtariyetini zedelediği pek çok defa dile getiren İ.Ü. Hukuk Fakültesi hocası Prof. Dr. Nail Kubalı'nın Meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklikleri89 antidemokratik olarak vasıflandırması DP iktidarını çok kızdırmış ve Kubalı'nın vekâlet emrine alınacağı haberleri ortaya çıkmıştı. 
6 Ocak 1958'de DP İdare Kurulu adına Devlet Bakanı TBMM Dahili Nizam namesindeki değişikliklerin Anayasaya aykırı olmadığını açıklamış ve devlet radyosundan tekzibi yayınlanmıştı 90. 

13 Ocak 1958'de TBMM Bütçe Komisyonu'nda üniversitelerin muhtariyeti tartışılmış ve Kübalı hadisesi gündeme gelmişti. DP'liler üniversite muhtariyeti ne bir müdahalenin söz konusu olmadığını söylemişlerdi. M.E. Bakanı da üniversitelerde devlet murakabesini getiren bir reforma ihtiyaç olduğunu 91 ve bu amaçla yeni bir üniversiteler kanunun hazırlandığını söylemişti. CHP'liler DP'nin üniversitenin muhtariyetini hiçe saydığını belirtirken, daha önce bakanlık emrine alındığı için CHP'ye katılan ve Sivas Milletvekili seçilen Prof. Turhan Feyzioğlu, DP'nin muhalefet ve iktidarda iken farklı muhtariyet anlayışında olduğuna dikkat çekerek Kübalı hadisesine temasla "doğru söyleyeni kovmak ancak felakete yol açar" demiş ve Kubalı'yı desteklemişti 92. 

Hakkındaki açıklamalar ve üniversiteler üzerindeki murakebenin daha da artırılacağı yolundaki açıklamalar üzerine DP'lilerin şiddetle tenkit ettikleri, 
hatta gizli komünistlikle suçladıkları 93.  Prof. Hüseyin Naili Kübalı bir makale yazarak şu açıklamaları yapmıştı: "1954 seçimlerinden bu yana bir taraftan 
üniversite muhtariyeti ne 5.7.1954 tarihli ve 5364 sayılı kanunla ve onun tatbikatı ile indirilen yeni bir darbe ile diğer taraftan esas teşkilat  müesseselerimiz de ve onların manevi temellerinde muhtelif şekiller altında birbiri ardına açılan derin rahnelerle tamamen makûs bir istikamette vukua 
gelen gelişmelerin yürekleri sızlayan şahitleri olduk... İlmi ve idari mahiyette olan bu dertlerin devası üniversite üzerindeki devlet murakabesinin 
genişletilmesi değildir. Bilakis üniversite muhtariyetine asla el uzatmamak ve bu kanuni muhtariyetin gerçek muhtariyet haline gelebilmesi için gereken manevi şartları ve imkânları takviye etmek lazımdır. 

Günlük partizan politikanın çok üstünde yer alan milli ve hayati bir mahiyet taşıyan her mesele ilmin ve siyasetin müşterek meseleleridir. Cemiyetin 
hukuki, iktisadi ve mali ana meseleleri aynı zamanda ilmi ve siyasi olan problemlerdir... ilme omuz silken yüksem manas ile siyaset olamayacağı gibi 
yüksem manas ile siyaseti adım adım takip etmeyen ilim de olamaz. İlim, aklın, faziletin ve adaletin değişmez hasbi ve objektif ölçüleri ile siyasetin tarafsız ve 
objektif bir tahlilcisi ve tenkitçisi olmak hakkına ve mükellefiyetine daima sahiptir. Onu bunlardan kimse men edemez. Bunu müdrik olmayarak ya günlük 
politikanın mütehavvil ve mütehalif tesirlerine kendini kaptıran yahut ilmin sesini duyurmak milli ve vicdani bir borç olduğu zaman susan ilim adamı ilme 
ihanet eden ve memleketine kötülük işleyen adamdır... 

Politikacının sözde ilim yapmasını ve ilim adamına dil uzatmasını ilim adamının ilim vakarına yaraşmayan politikacılık yapmasından daha geniş ve büyük bir tehlike telakki etmek lazım gelir. Zira ilim adamının günlük politikacılığı nihayet meslek şiarına aykırı bir hareket teşkil etmesine mukabil politikacının ilim adamı üzerindeki müsbet veya menfi baskısı fikir hürriyeti için en vahim bir tehlike teşkil eder...Politikacıyı ilim ve fikir hürriyetini takyid edici müdahalelerden sindirme teşebbüslerinden men edecek ve demokratik ahlâk prensiplerini destekleyecek diğer bir kanunun ilavesi muhali temenni de olsa, insana makul görünüyor. 

İlmi hakikatlerin, Batılı hak ve hürriyet prensiplerinin ve milli menfaatlerin her zaman ve her şeye rağmen cesaretle müdafaasını emreden bir azim ve imanla doluyum"94. 

DP İktidarına karşı fikirlerini açıklamaktan çekinmeyen Kübalı için Maarif Vekili Celal Yardımcı İ.Ü. Senatosu'ndan mütalâa talep etmiş ve bunun bir an önce gerçekleşmesini istemişti. 30 Ocak 1958'de toplanan İÜ Senatosu 21 üyenin ittifakıyla "Kubalı'nın beyanlarının siyasi sayılamayacağına" karar vermişti 95. 

İÜ Senatosu'nun bu kararını Hürriyet Partisi İstanbul İl Başkanı Orhan Köprülü "Cesaretle alınmış bir karar "olarak değerlendirirken 96 Maarif Vekili Celal Yardımcı, Kubalı'nın Vekâlet emrine alındığını radyo vasıtasıyla açıklamıştı. 

Bu karar Kubalı'ya 6.2.1958 tarihinde tebliğ edilmişti 97. 

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, ilmi mevzuatlarda hususi efkârı aydınlatıcı vazifesi olduğuna inanan bir öğretim üyesinin Bakanlık emrine alınışını yanlış olarak değerlendirirken CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ile Hürriyet Partisi yetkilileri Kubalı'nın Bakanlık emrine alınışını üniversitelere müdahale olarak 
görmüşler ve karşı çıkmışlardı 98. 

İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencileri 3.2.1958'de Kubalı'yı alkışlayarak onu destekledikleri ni gösteren bir tezahürat yapmışlardı. Hukuk Fakültesi'nden 318 
öğrencinin imzaladığı bir telgraf Milli Eğitim Bakanı'na çekilerek teessür bildirilmişti. Tıp Fakültesi Öğrenci Cemiyeti de Kubalı'ya hayranlıklarını 
bildiren bir yazı göndermişlerdi. 

İ.Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyelerinden Sıddık Sami Onar Bakanlık emrine alınmayı kanunlara aykırı olduğunu söylemişti. Doç. Dr. İsmet Giritli bu 
haksız uygulamanın idari mahkeme tarafından iptal edilmesi gerektiğini bildirmişti 99. A.Ü. Hukuk Fakültesi'nden Doç. Dr. Yaşar Karayalçın 
üzüntülerini belirtirken aynı fakülteden Prof. Dr. Yavuz Abadan yetkinin üniversitelerde olması gerektiğini belirterek Bakanlık emrine alınmanın "daha 
ziyade kifayetsizlik ve aciz hallerde" alınması gerektiğini söylemişti 100. 

Kubalı'nın bakanlık emrine alındığının kendisine resmen tebliğ edildiği 6 Şubat günü İ.Ü. Senato üyeleri ile görüşen M.E. Bakanı Celal Yardımcı, üniversiteler ile hükümet arasında bir diyalog başlatmaya çalışmıştı. Başbakan Menderes, İstanbul Üniversitesi'nden Rektör Prof. Ali Tanoğlu, Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Hıfzı Timur, Tıp Fakültesi Dekanı E. Şerif Egeli, Eski Rektör Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan'ı Ankara'ya davet etmiş ve 6.2.1958'de onlarla iki buçuk saat görüşmüştür 101. Bu yumuşama etrafında Kubalı'nın üniversitedeki vazifesine döneceğini, Başbakan ile görüşen öğretim üyeleri açıklamışlardı 102. Ayrıca DP'nin Üniversiteler Kanunu'ndan yapmayı düşündüğü değişikliklerden vazgeçtiği yönünde haberler basında çıkmıştı 103. 

Bu yumuşama ortamında da Üniversiteden DP'ye tepkilerin devam ettiğini görüyoruz. 11 Mart'ta Kubalı'nın yerine Anayasa dersine giren Doç. Dr. 
Tarık Zafer Tunaya, "Demokraside halk hakimiyeti kâfi değildir. Halkın hürriyeti de lazımdır. Halkın hakimiyeti halkın hürriyetini ezmemelidir. Halkın otoritesi ile, hürriyeti bir muvazene kurmalıdır" demişti 104. 12 Mart'taki dersinde konuşan Prof. Sıddık Sami Onar, üniversitelerin muhtelif fikirlerin hürriyet havası içinde çarpıştığı yerler olduğunu, üniversitelerin önderliği kabul edilmezse bu müesseselerin bir mektep haline geleceğini söyleyerek "Üniversite günlük hadiseleri ilmi gözle inceleyerek nakl edecektir. Böylelikle, politikaya rehber olacak ona ışık tutacaktır" demişti 105. 

Başbakan'ın üniversiteden bazı öğretim üyelerini davetine, Üniversite de Başbakan'ı davet ederek karşılık vermişti 106. 

14 Mart'ta Üniversiteye gelen Menderes Profesörler Evi'ne geliş ve gidişinde iki yüzden fazla bir öğrenci topluluğu tarafından karşılanmış ve uğurlanmıştır. Ziyafet ve sonra yapılan görüşmelerde "iktidarla üniversite arasında bir kırgınlığın olmadığı" hususunun teyidine gayret sarf edilmişti 107. Buna mukabil Başbakan Menderes 21 Mart'ta öğretim üyelerine bir ziyafet vermişti. Prof. ve Doçent 60 kişilik ziyafete Cumhurbaşkanı Celal Bayar da katılmıştı. Başbakan öğretim üyelerine son derece samimi davranmıştı. Başbakan'ın öğretim üyeleri ile sık sık görüşmesi Kübalı olayı yüzünden Üniversite ile hükümet arasında baş gösteren fikir ayrılığının giderildiği şeklinde yorumlanmış ve Kubalı'nın yakında üniversiteye döneceği kanaati hasıl olmuştu 108. 

DP iktidarı ile üniversiteler arasında ilişkilerin belli ölçülerde düzelmesinin bir meyvesi olarak 8 Nisan 1958'de Kubalı'nın Vekâlet emrine alınması kararı iptal edilerek İ.Ü.'deki kürsüsüne iadesi gerçekleştirildi. 

Bu durum üniversite ve muhalefet tarafından da memnuniyetle karşılandı ve hükümetin hatadan dönüşü olarak kabul edildi ve 10 Nisan'da karar Kubalı'ya resmen tebliğ edildi109. 
Bakanlık emrine alınmasından sonra konuşmayan Kübalı gazetecileri evinde kabul ederek görüşlerini açıklamıştır. 

Vazifeye dönüşünü bir yanlışlığın düzeltilmesinden ve bir hakkın iadesinden başka manası olmadığı şeklinde değerlendiren ve en ufak bir yılgınlık eseri 
göstermeden vazifesini ifaya devam edeceğinin tabii olduğunu söyleyen H.N. Kubalı'nın açıklamasının bazı kısımları şöyledir: 

"...150 senelik bir maziye sahip ve Kubalı'nın da hareketlerinde yegâne saik olan ve hukuk devleti, tefekkür hürriyeti ilim muhtariyeti gibi ana meseleleri kavrayan hedefi her şeyden evvel manevi ve ahlâki Batılı bir kültür ve medeniyet davasıdır... Atatürk İnkılaplarıyla mana ve hedefi değişmez 
surette tesbit edilmiş olan bu kültür ve medeniyet davası, bilhassa manevi ve ahlâki problemleriyle karşımızda durmaktadır... İmanlı müdafilerden biri 
olduğum asıl dava uğruna her türlü mihnet ve mağduriyeti göze alarak mütehavvil politika cereyanlarının daima dışında kalmak suretiyle davranışta 
zerrece bir değişikliğe sebep olmayacaktır. Hatta kanaatlerimi kürsüde ve kürsü dışında açıklamamın değiştirmeyeceği ilmi ve ahlâki ölçülerim yalnız ilmi 
hakikatlerin, batılı ve milli menfaatlerin hizmetinde bir kimse olduğunu unutmamayı nefsime karşı bir vecibe biliyorum.110 

Kubalı'nm bu demeci Kübalı meselesinin yeniden alevlenmesine sebebiyet verdi. İyileşen DP-üniversite ilişkilerinde kuşkuların artmasına neden 
oldu. İadeye karşı olan DP'liler mesuliyeti M.E.. Bakanı'na yüklemişlerdi. Kısacası Kubalı'nın demeci pek memnuniyet uyandırmamıştı 111. 

12 Nisan 1958'de İÜ Senatosu toplanarak Kubalı'nın beyanatını incelemiş, kusur bildirme cezası vermeyi kararlaştırarak, yaptığı konuşmasının "üniversite öğretim mesleğine ve vakarı ile kabil-i telif olmadığı" sonucuna varmıştı ve Kubalı'nın derslerine bir ay müddetle girmemesi ittifakla karar altına  almıştır 112. 

İ.Ü. Senatosu'nun bu kararını "üniversitenin kendine darbesi" olarak değerlendirirken113, muhalefet çevreleri İÜ Senatosu'nun tutumundan dolayı 
büyük hayal kırıklığına sebeb olmuştu. Üsküdar CHP Gençlik Kolu bir tebliğ yayınlayarak olayı kınarken CHP İstanbul İl İdare Kurulu Üyesi Oğuz Oran 
"üniversiteler ilim adamı yetiştirmekten ziyade, ideal adamı yetiştirir, biz onlar için mücadele ediyoruz, onlar kendi davalarını müdafaa edemiyorlar" diyerek 
İ.Ü. Senatosu'na tepkisini ortaya koymuştu. 

İktidar kanadı, yani DP'liler hükümet ve ME Bakanı Kübalı meselesinde en uygun hareket tarzını takip ettiklerini ve hadiselerin de Bakan'ı haklı 
çıkardığını belirtiyorlardı. DP'liler, partiyi yıpratan bir meselenin üniversite senatosu tarafından halledildiğini düşünmektedir 114. 

İ.Ü. Hukuk Fakültesi'nden 14 Nisan'da 456 öğrenci bir tebliğ yayınlayarak Kubalı'yı aralarında görmeyi metanetle beklediklerini açıklamışlardı.115 

15 Nisan'da Kubalı'nın gelmeyeceğini bilen öğrenciler sınıfı hıncahınç doldurmuş ve daha sonra rektörlük koridorlarında 1000 kişilik Hukuk öğrencisi sessiz bir yürüyüş yapmıştı. Bahçede ıslıkla " Dağbaşını duman almış " marşını çalmışlardı. Rektör Ali Tanoğlu ve Hukuk Fakültesi Dekanı Hıfzı Timur ve Sulhi Dönmezer aleyhine tezahürat yapan öğrenciler "ya ya ya şa şa şa Sıddık Sami Onar çok yaşa" bağırmışlar ve Ragıb Sarıca lehinde de tezahüratta  bulunmuşlardı. Daha sonra dağılan öğrencilere polis müdahele etmemişti. Olayların bittiği bir sırada üniversite bahçesine askeri kuvvetler gelmişti. Ancak 
olay bittiği için bir süre üniversite dışında tertibata devam edilmişti. İTÜ'deki Üniversiteler arası Kurul toplantısında olan Rektör Ali Tanoğlu üniversiteye 
gelmiş ve " Taleb olmaksızın " Üniversiteyi Emniyet Güçlerinin sokulmasına neden olan valiyi protesto etmişti. Bu olaylar üzerine bir açıklama yapan Kübalı, gösterilen sevgiden dolayı memnuniyet gösterirken, "bu tarzdaki tezahüratı gerek üniversite ve gerek talebe menfaatleri bakımından asla uygun bulmadığını ve gençlerin derslere vakar ve sükûnetle devam etmelerini" tavsiye etmişti116. 

Üniversitedeki olayların tansiyonu gittikçe düşmüş ve 13 Mayıs 1958'de Kübalı derslerine yeniden başlamıştır. İlk dersinde bir konuşma yapan Kübalı, 
"Atatürk inkılapları, yorulmaz yolcuları olacağınız uğurlu yol bu inkılâpların işaret ettiği bilhassa manevi ve ahlâki değerleri Batılı medeniyet yoludur?" 
ifadelerini kullanmıştı 117 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

22 Şubat 2017 Çarşamba

MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ.., NEREYE? BÖLÜM 3




MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ..,  NEREYE?  BÖLÜM 3







Anastasiadis,  bakınız Neler söylemiştir bu konuda:

"Belirtmek isterim ki, egemenliğin, geçmişte kabul etmiş olduğumuz iki toplumdan kaynaklaması yerine bu defa Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklanacağının kabul edilmiş olması bizim için bir başarıdır (kazançtır); çünkü 1960 Anayasasının tanımladığı şekilde toplumlara değil; Kıbrıs halkının oluşturucu unsurlarına (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) atıf yapılmıştır. Böylece, ülkenin halkını oluşturan vatandaşlara ayrı ayrı egemenlik hakkı verilmiş değildir.”
[…I would like to mention that the fact that sovereignty stems equally from the Greek Cypriots and the Turkish Cypriots and not by the two communities like we have accepted in the past, in my view, must be considered an achievement since it refers to the constituent elements that make up the Cypriot people and not to the communities the way they are recognized by the Constitution of 1960. Therefore, no sovereignty is given separately to citizens that make up the people of a country…]
Anastasiadis'in bu yorum hakkında KKTC'den ve Türkiye'den bir itiraz sesi yükselmiş veya karşı bir yorum gelmiş değildir.
Diğer taraftan, 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde yer alan  “egemenlik” hakkındaki hüküm Rum tarafının görüşünü yansıtır mahiyettedir.
Çünkü "egemenliğin, "BM üyesi her Devletin BM Yasası çerçevesinde sahip olduğu egemenlik şeklinde olacağı" belirtilmiştir.
BM Yasa’nın 2. maddesinde üye Devletlerin “egemen eşitliği” ilkesi zikredilmektedir. Böyle bir hükmü Ortak Bildiri'ye dahil ettirmekle Rum tarafının güttüğü amacın,  1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının “egemen eşitlik” ilkesine aykırı olduğunu öne sürerek Antlaşmaların geçerliğini ileride uygun bir fırsatta sorgulayabilmek için peşinen hukukî zemin hazırlamak olduğunda şüphe yoktur.
6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması:
MGK'nın 2008'de Kıbrıs sorununun çözümü için belirlediği ve KKTC tarafından da benimsenmiş parametreler çerçevesinde, çözüm ile "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yerine "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması parametresi veya hedefi de vardır. Bu hedefin gerçekleşemeyeceğini  söylemem gerekir.
Çünkü iki Lider'in kabul edip ortak olarak yayınladıkları Bildiri'nin 3. maddesinde açıkça "Birleşik Kıbrıs, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak..." ifade yer almaktadır.
Bu ifade, çözümün, halen kendisini "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak takdim eden "Kıbrıs'ın" temelinde yeniden birleşme suretiyle ortaya çıkacağını iki Lider'in önceden kabullenmiş olduklarının kanıtıdır. Liderlerde yeni bir ortaklık Devleti kurma iradesi olsaydı, bu takdirde kurulacak yeni devlet için peşinen "Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin üyesi olarak" şeklinde bir ifadeye Ortak Bildiri'de yer vermezlerdi. Yer verilse bile hukuken caiz olmazdı. Çünkü BM ve AB üyeliği ilgili Devlet ortaya çıktıktan sonra gerçekleşebilecek bir durumdur.
Diğer taraftan, bilindiği üzere, Kıbrıs Türk halkının bağımsız devlet kurma yolundaki iradesini içeren 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirisi'nin 22. Maddesi'nde "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesi yer almıştır. Böylece, Kıbrıs Türk halkı kapıyı federal çözüme açık bırakmıştır. Bununla beraber, kurulabilecek federasyonu da "gerçek bir federasyon" olarak nitelemiştir.
Bu niteleme rastgele yapılmış değildir. Üzerinde düşünülerek, kavramlar ve deyimler bakımından seçici davranılarak Bağımsızlık Demeci'ne dercedilmiş kararlı bir ifadedir. KKTC'nin kuruluş günlerini Ankara'da Kıbrıs dosyasını elinde tutan kişi olarak yaşamış bulunduğum için biliyorum.
Gerçek federasyon”, BMGS'nin, 1990 yılında tarifini yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi'nin de benimsediği  “eşitlik” kavramı esas alınarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı değildir.  “Gerçek federasyon”, Ada'da var olan iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine eşit statüde katıldıkları; kurulmasına halklarının egemen iradeleriyle karar verdikleri ve içinde, egemenliğin kaynağı ve eşit ortağı federe devletler olarak yer aldıkları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri yeni bir ortak devlet yapısıdır; yeni bir ortaklık devletidir.
Yani, Bağımsızlık Bildirisi'ndeki ifadeyle, esasen yok hükmünde sayılmış olması gereken 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" lağvedilerek, ortak Federal Devlet çatısının altında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin "Kıbrıs Türk Federe Devleti"; "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" de  "Kıbrıs Rum Federe Devleti" statüsü kazanması; gerektiği düşünülmüş ve öngörülmüştür.
Bu çerçevede Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'nin KKTC Anayasası'nın hükmünde olduğunu vurgulamak gerekir. Anayasa'nın "Başlangıç" bölümünde Kıbrıs Türk Halkı'nın "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisi'nin yaptığı .... Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Anayasası olarak kabul ve ilân ederken" güttüğü amaçlardan birinin de "Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek" olduğu ifade edilmiştir.
Sürdürülmekte olan müzakerelerde, Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'ndeki "gerçek federasyon" anlayışına ve güdülen hedefe uygun bir federal devlet kurma egzersizi cereyan etmemektedir. Çünkü müzakereler için esas alınan BM parametreleri ve çözümün çerçevesi olarak alınan 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri "gerçek federasyon" hedefi doğrultusunda çalışma yapmağa müsait değildir.
11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasını müteakip Anastasiadis'in tertip ettiği basın toplantısında bu konuda ifade ettiği görüşler de, müzakerelerde "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması hedefinin güdülmediği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Anastasiadis şunları söylemiştir:
"Ortak Bildiri'nin sanki Kıbrıs'ın iki ortak kurucu devletin (two co-founding states) temelinde yeniden birleşmesine yol açacakmış gibi kaygılı tavır takınanlar var.
Ortak Bildiri'de önceden var olan veya kurucu (founding) veya ortak kurucu (co-founder) olan devletlerden söz ediliyor değildir.  Aksine görüşmelerin iki toplumun liderleri arasında cereyan ettiği açıkça ifade edilmiştir. İki oluşturucu eyaletin (constituent states) Federal Anayasa'ya göre kurulacağına ve federasyonun iki oluşturucu eyaletten müteşekkil olacağına dair sarih bir hüküm vardır. Başka bir deyişle, oluşturucu eyaletler, önceden var olan ve federasyona katılmak için (anlaşmayı) ortaklaşa imzalayan ve (federasyonu) ortaklaşa kuran devletler değillerdir.
Bundan başka, AB'ne Katılım Antlaşması katılımın Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ülkesinin tamamı bakımından gerçekleştiğini hükme bağlamıştır. Antlaşmaya göre hükûmetin kontrolü altında bulunmayan bölgesinde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.  Böylece işgalci rejimin gayrimeşruluğu açıkça kabul edilmiştir.
Ortak Bildiri'de, ayrıca, 'Birleşik Kıbrıs BM ve AB üyesi olarak...' diye başlayan bir hüküm vardır.
Bütün bunlar sadece 'kendiliğinden türemenin' (parthenogenesis) reddedildiğini ortaya koymakla kalmıyor, aksine, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin federal yapıya dönüşerek devam edeceğinin temin edildiğini gösteriyor.
Şayet bu söylediklerimin aksi varit olsaydı, BM üyeliği için yeniden müracaat etmemiz ve AB üyeliği için yeniden başvuruda bulunup katılım için meşakkatli bir süreci yeniden yaşamamız gerekirdi. Böyle bir mecburiyet öngörülmemiştir. Aksine Birleşik Kıbrıs'ın BM ve AB üyesi olduğu vurgulanmıştır."
The phobic position is being posed that supposedly, through the provisions of the Joint Declaration, the Turkish position is adopted, that the united Cyprus will result by the consolidation of two co-founding states.
There is no reference in the Joint Declaration on the preexisting or founding or co-founding states. On contrary, it is explicitly stated that the talks are being conducted between the leaders of two communities, that even the two constituent states are resulted by the Federal Constitution with an explicit provision, which provides that the federation will be constituted by two constituent states. Namely, the constituent states do not preexist in order to join or co-sign or co-establish a state that exists.
In addition to the above, I would add the following:
i. The EU Accession Treaty provides that the accession refers to the entire territory of the Republic of Cyprus, suspended the implementation of the acquis in the non government controlled area, clearly acknowledging the illegality of the occupying regime.
ii. In the Joint Declaration, it is also quoted that: “The united Cyprus, as a member of the United Nations and of the European Union, shall…”.
Of the aforementioned, it becomes clear that not only the parthenogenesis is not accepted, but on contrary, the continuation of the Republic of Cyprus is ensured in the evolving form of the new status quo, namely the federal structure.
If the contrary was occurred, new application would be required for the country to become a member of the UN, as well as a new application and arduous negotiation for EU accession. There is no such requirement, on the contrary, it foresees the United Cyprus as member of the United Nations and of the European Union. ]
Anastasiadis'inOrtak Bildiri'nin yayınlanmasından 48 saat sonra basın toplantısında dile getirdiği bu görüşler, KKTC Liderliği tarafından teker teker zikredilerek derhal reddedilmiş olması gerekirdi. Bu yapılmamıştır.
Anastasiadisaynı görüşlerini 11 Şubat 2016 tarihinde Kıbrıs Rum Parlâmentosu'nda yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır.
Anastasiadis'inbu beyanları Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmış da değildir.
Yunanistan Başbakanı Tsipras GKRY'ni ziyareti sırasında 3 Şubat 2015 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada "Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bağlamında iki kesimli, anayasal bağlamda ise iki toplumlu.....bir federasyona dönüşmesini hedefleyen müzakereleri desteklediklerini” ifade etmiştir.
Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesinde yürütülmekte olan müzakerelerin hedefi, BMGS Kofi Annan'ın döneminden itibaren BMGS'nin raporlarında, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin  "yeniden birleştirilmesi" (reunification) şeklinde belirtilmeye başlanmıştır. Yürütülen müzakereler için de "yeniden birleştirme görüşmeleri" (reunification talks) deyimi kullanılmıştır.   BMGS'nin Akıncı - Anastasiadis görüşmelerinin başlamasından sonra yayınladığı raporlara da göz attığımız zaman, çözümün temel hedefinin  "birleşik Kıbrıs" (united Cyprus) olarak zikredildiğini görüyoruz.
"Birleşik Kıbrıs" deyiminde geçen "Kıbrıs" uluslararası toplumun halen mevcut saydığı sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'dir".
Konu hakkında üçüncü ülkelerde verilen resmî demeçlerde ve yabancı basında çıkan yazılarda da Kıbrıs sorununu çözmek için yapılmakta olan müzakereler "yeniden birleşme görüşmeleri" (reunification talks) adlandırılmaktadır.
Öte yandan, Avrupa Parlâmentosu'nun 2015 yılına ait Türkiye Raporunda, Kıbrıs müzakere sürecine ilişkin olarak yer alan ifadeler arasında şöyle denilmektedir:
"Avrupa Parlâmentosu.....Kıbrıs Cumhuriyeti'nin iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyona.....dönüşmesini destekler....."
["European Parliament.....supports the evolvement of the Republic of Cyprus into a bi-communal, bi-zonal federation....."]
Bu ifade de, şimdiki müzakere sürecinde sorun çözüldüğü takdirde ortaya "yeni bir ortaklık devletinin" çıkmayacağı gerçeğinin bir başka kanıtıdır.
Kısaca bir kere daha ifade etmem gerekirse, cereyan etmekte olan müzakerelerde anlaşmaya varılırsa, çözüm sözde"Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" temelinde ve çatısı altında bir anayasa değişikliğiyle ortaya çıkacaktır. Yani, halen ikiye bölünmüş şekilde var olduğu Türkiye ve KKTC tarafından varsayılan "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeniden birleşecektir.  Böylece, "Kıbrıs Cumhuriyeti" yaşatılırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti lağvedilmiş olacaktır.
Gerçek budur. Bununla beraber bu gerçek KKTC'de ve Türkiye'de iktidarlar tarafından dile getirilmemektedir. Türk basınında da işin bu veçhesi üzerinde, sınırlı sayıdaki istisnalar dışında, hiç durulmamaktadır. Çözüm süreci sonunda anlaşmaya varılırsa ve bir referanduma gidilirse, Kıbrıs Türk halkının bu gerçeği dikkate almalıdır. Referandumun KKTC'nin varlığı üzerinde bir oylama olduğunu bilmelidir.
Halen müzakere sürecine KKTC müzakerecisi olarak katılan Özdil Nami, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde yurt dışı temaslarında “yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması” suretiyle bir çözüme ulaşılması arzusunu değil, “yeniden birleşme” isteğini muhataplarına ifade etmiştir. Özdil Nami 2014 Mart ayı içinde Almanya’nın Der Spiegel dergisinin muhabirinin sorularına verdiği cevaplar meyanında Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin"Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğini" dile getirmiştir. [xlii]

Bu mülâkatı bazı yorumlarla nakleden kaynaklar, Nami Özdil’in  “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğinden” söz ettiğine hayretle işaret etmişlerdir. Bugüne kadar "Kıbrıslı Rumlardan duyamaya alışık oldukları görüşleri bu defa bir Kıbrıslı Türk’den işitmenin kendileri için sürpriz teşkil ettiğini" vurgulamışlardır.

MGK’nın belirlediği yukarıda zikrettiğimiz parametreler dikkate alındığında,  Almanya’nın yeniden birleşmesinin Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şekline örnek olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Böyle düşünmek gaflet değil midir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin lağvedilerek Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya yamanması suretiyle gerçekleşen yeniden birleşme, ortaya yeni bir Devlet çıkarmış değildir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) varlığını sürdürmüştür. FAC’nin BM, NATO ve AB üyelikleri kesintisiz devam etmiştir.

Türkiye ve KKTC ve Kıbrıs Türk halkı böyle bir çözüm şekli mi öngörmektedirler? Almanya’da tek bir milletten oluşan Alman Devleti İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak dış güçler tarafından ikiye bölünmüştür. Kıbrıs’ta tek bir millet var mıdır? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık Devleti’nin yıkılması ve bugünkü durumun ortaya çıkması, Ada’da yaşayan ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından birbirinden farklı iki halktan nüfusça büyük olanın diğerini kaba kuvvet kullanarak yok etme emelinin ve giriştiği “etnik temizlik” eyleminin sonucu değil midir?

Ne yazık ki, aynı vahim hatayı, Türkiye'nin AB Bakanı Volkan Bozkır da Lefkoşa'daki "yeşil hattı" "Berlin duvarına" benzeterek yapmıştır. [xliii]

7. "Eşit statüde iki kurucu devlet:

MGK'nınNisan 2008'de belirlemiş olduğu parametrelerden biri de budur.

Peşinen bilinmelidir ki, şimdiki çerçevesinde yürütülen müzakereler sonucunda anlaşmaya varılırsa ortaya ne iki devlet, ne de kuruculuk statüsü çıkacaktır.
Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi'nde kullanılan "Constituent State" kavramı Türkçeye "Kurucu Devlet" olarak tercüme edilmek suretiyle, dilim varmıyor ama, bilerek veya bilmeyerek, Türk kamuoyuna yönelik bir aldatmaca yapılmaktadır. Doğrusu "oluşturucu eyalettir".
İngilizcede "kurmak" mastar  fiili için "to found" fiili kullanılır. "Kurucu Devlet" deyiminin İngilizce karşılığı "founding state" dir.
Biraz önce de işaret ettiğim üzere ANNAN Plânı'nın daha ilk cümlesinde "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
[....recalling that  we were co-founders of the Republic established in 1960 ]
Oysa, ANNAN Plânı'nda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ne atıf suretiyle zikredilmiş olan iki toplumun "ortak kuruculuk" (co-founder) statüsü şimdi yer almamaktadır. 
"Constituent" sıfatı İngilizcede öncelikle "oluşturucu" anlamına gelir. Her federasyonda federe birimler "oluşturucu" birimdir.
Bu çerçevede hatırlatmak isterim ki, Annan Plân’ının parçasını oluşturan “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, O’nun Federal Hükûmeti’nin ve  oluşturucu eyaletlerinin (constituent States) statüleri ve aralarındaki ilişkiler,  İsviçre’nin, O’nun federal hükûmetinin ve kantonlarının statüleri ve aralarındaki ilişkiler   model alınarak düzenlenmiştir” şeklinde bir hüküm yer almıştır.
[“The status and relationship of the United Cyprus Republic, its federal government, and its constituent states, is modeled on the status and relationship of Switzerland, its federal government and its cantons.”]
Yani, ANNAN Plânı'nda Türkçeye alında "oluşturucu eyalet" şeklinde tercüme edilmiş olması gerekirken kamuoyumuza "kurucu devlet" olarak takdim edilmiş bulunan "constituent state" gerçekte İsviçre'deki "kanton" statüsündedir.
İsviçre’de “kantonların” bağımsız ve egemen devlet statüsünde olmadıkları bilinmektedir.
Gerçek böyle olmakla beraber Annan Plânı halka “iki devletli” bir çözüm öngörüyormuş gibi takdim edilmiştir. Bugün de müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri ile ilgili olarak da “iki devletli” çözümden söz edildiği görülmektedir.
Kıbrıs Türk halkına referandumda sorulan soruda dahi bu yanıltıcı hata yapılmıştır.
Yanıltıcıdır, çünkü, Kıbrıslı soydaşlarımızla yaptığım görüşmelerde Annan Plânı çerçevesinde kullanılan "Kıbrıs Türk Devleti" kavramını "KKTC" olarak algılamış olduklarını samimiyetle ifade edenler olmuştur. Türkiye'de de bu algı ve anlayışın varlığına Annan Plânı döneminde  şahit olmuşumdur. 
Varılacak anlaşma kamuoyuna hangi kavramlar kullanılarak takdim edilirse edilsin, müzakereler İngilizce olarak yürütülmektedir. Anlaşmadaki kavramlar, terimler de Anlaşma'nın, Antlaşma'nın İngilizce metnine göre anlam kazanacak ve uygulanacaktır.
Bu konu ile ilgili olarak NTV'deki bir canlı haber yayını vasıtasıyla  şahit olduğum bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Çeşitli vesilelerle örneklerini gördüğümüz üzere, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan (Başbakanlığı döneminde de) Kıbrıs'a ilişkin demeçlerinde Kıbrıs'ta çözümün "iki kurucu devlet" esasına göre olabileceğini tekrarlaya gelmiştir. Rumlar Türkçedeki "kurucu devlet" deyiminin ne anlama geldiğini iyi bildikleri için Erdoğan'ın bu yoldaki demeçlerini Yunancaya ve İngilizceye doğru biçimde tercüme etmişlerdir. Cyprus Mail ve Famagusta Gazette haberlerinde okuduğum üzere Erdoğan'ın sözünü İngilizceye "founding state" olarak çevirmişler ve BMGS'ne ve AB'ne Türkiye'yi mutabakatlara aykırı kavramlar kullanıyor diye şikâyet etmişlerdir.

NTV'nin haberlerinde izlemiştim. Sayın Davutoğlu Başbakan olduktan sonra ilk dış seyahatini 16 Eylül 2014 tarihinde günübirliğine KKTC'ne yapmıştı. Bu ziyaret sırasında o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu ile birlikte basın toplantısı düzenlemişti. NTV basın toplantısını canlı olarak vermişti. Rum olduğunu tahmin ettiğim bir muhabir İngilizce olarak Davutoğlu'na 'Erdoğan Kıbrıs'ta iki "founding state" den (yani kurucu devletten)oluşan federal bir çözüm şeklinin Türkiye için değişmez bir hedef olduğunu söyledi. Bunu teyid eder misiniz" şeklinde bir soru yöneltmişti. Davutoğlu cevaben "Turkey supports a solution as defined in the joint statemet between the two leaders" (yani, iki liderin Ortak Bildirisi'nde tarif edilen bir çözümü desteklemektedir) mealinde cevap vermişti. Açıkça "yes Turkey is for a federal solution based on two founding states" (evet, Türkiye iki kurucu devlet temelinde bir federal çözümden yanadır) gibi bir  ifade kullanmaktan kaçınmıştı.

Bu millî davamız açısından son derece vahim bir durumdur. Türk kamuoyuna başka, yabancı kamuoyuna başka şey söylenmektedir.

Diğer taraftan, Başbakan Davutoğlu sözünü ettiğim ziyareti vesilesiyle verdiği bir demeçte "sembolik önemi çok yüksek olan bu ziyaretin, KKTC’nin bağımsızlığına, Kıbrıs halkının haklı davasına verilen desteğin bir ifadesi" olduğunu vurgulamıştır. [xliv]

Oysa, halen sürdürülmekte olan Akıncı - Anastasiadis müzakereleri anlaşma ile sonuçlanırsa KKTC'nin varlığının sona ermesi, ne yazık ki önceden kabullenilmiş hazin ve vahim bir netice olacaktır. 
8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları:
Bu parametreye gelince:
Ada'da 42 yıldır hüküm süren istikrarlı sükûnet ortamının devam edip etmeyeceğini; buna bağlı olarak da bulunacak çözüm şeklinin kalıcı olup olmayacağını; Kıbrıs'ın Türkiye'nin millî güvenliğine tehdit oluşturan ve tehlikeye düşüren hasım bir üs olarak kullanılıp kullanılmayacağını tayin edecek en temel parametre olduğunun bilincinde hareket edilmesi zorunludur. Bu niteliğiyle parametre, Doğu Akdeniz bölgesinde istikrarlı bir güvenlik ortamının yaratılmasında yüksek katkı payına sahiptir.
Çünkü Kıbrıs adası sadece bölgesel güçler dengesi açısından değil, küresel güçler dengesi bakımından da stratejik bir faktördür.
Türkiye'nin hem bölgesel plânda, hem küresel ölçekte Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrara katkı yapan roller ifa edebilmesi için, her şeyden evvel, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına Kıbrıs adasından yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin ortadan kaldırılmış olması gerekir.
Osmanlı Devleti bu temel düşünceyle, yani Osmanlı ülkesine Doğu Akdeniz'de yönelen ve yönelebilecek olan tehditleri ve tehlikeleri bertaraf etmek ve Devletin menfaatlerinin önüne çıkarılan engelleri kaldırmak maksadıyla 1571'de Kıbrıs'ı fethetmiştir.
1923'de Lozan Antlaşmasıyla Ada'nın Yunanistan'ın egemenliğine altına konulması teşebbüsleri engellenmiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs adası bakımından stratejik denge oluşturulması sağlanmıştır.
1960 Kıbrıs Antlaşmalarıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki Lozan Dengesi sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda da, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde küresel plânda oluşan siyasî ve askerî şartlar ve güç dengeleri karşısında, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz bölgesini Sovyetler Birliği'nin yayılmacı teşebbüslerinden, hamlelerinden koruyabilecek bir düzenin kurulması sağlanmıştır. Bu çerçevede 3 NATO üyesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye verilen "garantör" statüsü, 1960 Antlaşmalarıyla güdülen bu amaçların ifadesi olmuştur.
Özellikle, Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği etkin ve fiilî garanti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir. Diğer taraftan da, küresel plânda Doğu - Batı dengesi açısından, Sovyetler Birliği'nin/Rusya Federasyonu'nun Kıbrıs'taki komünist AKEL üzerinden Ada'da sahip olduğu nüfuz alanını genişletmesinin engellenmesinde Türkiye'nin rolünü kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği Kıbrıs sorununun gelişmeleri açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.
Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır. Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan; Kıbrıs bakımından Türkiye ve Yunanistan arasında tesis edilmiş olan hassas dengeyi koruyan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.
20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.
Ada sathında var olan sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel bir iddiam değildir. BMGS’nin raporları teker teker incelendiği zaman açık biçimde görülen bir olgudur.
Uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit unsurlarını içeren bir liste oluşturma egzersizi yaptığımız zaman günümüzde ilk sıraya uluslararası terörizmi koymamız kaçınılmazdır.
Türkiye maalesef uluslararası terörizmin hedef aldığı ülkelerden biridir. Türkiye bir taraftan PKK teröristlerini yok etmeğe çalışırken, diğer taraftan da kendisini dış terör odaklarından koruma mecburiyetinde kalmıştır.

Bu bağlamda da Kıbrıs Adası Türkiye bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Kıbrıs sorununun uluslararası camiayı meşgul etmesi Kıbrıslı Rumların "enosis" i sağlamak için önce Ada'daki İngiliz yönetimine, daha sonra da Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerine girişmesiyle başlamış olduğunu unutmamak lâzımdır. Özellikle, Rumların ve Yunanistan'ın konu kendileri için Türkiye olunca teröristlerle de işbirliği yapmaktan kaçınmadıklarını hatırlamalıyız ve kaçınmayacaklarını da varsaymalıyız.

Kıbrıs adasının Yunanistan'a bağlanması için mücadele etmek üzere Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından Yunan generali Grivas'ın komutasında 1955 yılında kurulan EOKA bir terör örgütüdür. Gerilla savaş yöntemlerini uygulamıştır.

Uluslararası olaylar kronolojisinde yer alan 1963 "kanlı Noel" Rum teröristlerin, EOKA'nın  eseridir. AKRİTAS plânı bir terörizm eylem plânıdır. Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik harekâtına girişenler EOKA teröristleridir.

Rum teröristler 19 Ağustos 1974'de ABD'nin Lefkoşa Büyükelçisi Rodeger Paul Davies'i Ada'da katletmişlerdir.

ASALA teröristlerinin Türk diplomatları hedef alan eylemleri, Rum yönetimi tarafından kınanmış değildir.

Kıbrıs Rum Yönetimi PKK teröristlerine destek vermekte ve onlarla işbirliği yapmakta beis görmemişlerdir.

Terörist başı Öcalan 1999'daki Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'tan himaye görmüştür. Pangalos, terörist başının Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'nde koruma altına alınmasını sağlamıştır. Öcalan orada yakalanıp Türk güvenlik güçlerince 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirildiği zaman üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportu çıkmıştır.

Terörist faaliyetlerin sınır tanımadan günümüzde yaygınlaştığı bir zamanda, Kıbrıs adasında özellikle KKTC toprakları, 1974'den bu yana terörist yuvalanmasından ve terörist eylemlerden korunabilmiştir. Bu da 1960 İttifak Antlaşması çerçevesinde Ada'da konuşlanmış bulunan Türk askerî varlığının ve 1960 Garanti Antlaşması'nın hükümlerini etkinleştirerek 1974'de Ada'da gerçek bir kuvvet dengesi sağlayan Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde olmuştur.

Güvenlik ve Garantiler konusunun bu tarihî hakikatlerin ışığında ele alınmasında Türkiye'nin millî güvenliğinin ve çıkarlarının korunması bakımından tartışılamaz bir ihtiyaç vardır.
"Güvenlik ve Garantiler" konusu irdelenirken şu tarihî gerçeğin de hatırlanması kaçınılmaz olmaktadır.
Kıbrıs'a ilişkin 1960 Antlaşmalarına esas teşkil eden mutabakat belgeleri 19 Şubat 1959'da Londra'da parafe edilirken o zamanki Rum Lider Makarios, öngörülen garanti ve ittifak sistemi başta olmak üzere, anlaşmanın çeşitli veçhelerine itirazda bulunmuştur. İngiltere'nin ve Yunanistan'ın ikna çabalarından sonra belgeleri gönülsüz parafe etmiştir. Ortaklık Devleti'nin kurulmasıyla birlikte Ada'daki 1960 düzenini yıkma amacını gütmüştür. Rumlar 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs Türk halkına yönelik "etnik temizlik" harekâtını başlattıktan kısa bir süre sonra Makarios, önce Garanti Antlaşması'nı, sonra da İttifak Antlaşması'nı feshettiklerini açıklamıştır. Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'den gelen sert tepkiler karşısında, Makarios, bu açıklamalarını kuvveden fiile çıkarma cesaretini o zaman kendisinde bulamamıştır.
BM Güvenlik Konseyi'nin, sadece Rumlardan oluşan bir yönetimi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kıbrıs Türk halkını da temsil eden "hükûmeti" olduğunu varsayarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı Kararı kabul etmesinden sonra demeç veren Makarios “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Adlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [xlv]
Kıbrıslı Rumları eski Liderlerinden Glafkos Klerides 1995'de verdiği bir demeçte "Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız" sözlerini dile getirmiştir.
Geçen 53 yıl içinde Rumların ve Yunanistan'ın amaçları ve hedefleri değişmemiştir. Bu gün de ittifak ve garanti sisteminden kurtulmak için çaba sarfetmektedirler.
Ada'daki iki taraf, görünüşte, müzakerelerde "güvenlik ve garantiler" konusunun belirlenmiş olan gündeminin en son maddesi olarak ele alınması hususunda mutabıktırlar.
Bununla beraber, Rum tarafında ve Yunanistan'da yetkililer müzakere sürecine ilişkin demeçlerinde garantiler konusuna ön plânda yer vermektedirler. 1960 Antlaşmalarının hükümlerine göre uygulanmakta olan garanti ve ittifak sistemine son verilmesi gerektiğini; bu sağlanmadan Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini her fırsatta ifade etmektedirler. Bu çerçevede AB üyesi olan bir Devlet'in egemenliğinin ve anayasa düzeninin üçüncü bir devletin veya devletlerin kıskacına alınamayacağından dem vurmaktadırlar. Yürürlükteki ittifak ve garanti sisteminin günümüzde bir anakronizm oluşturduğunu öne sürmektedirler.
GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, geçtiğimiz Ekim ayında verdiği bir demeçte “garantörlük antlaşmalarının kabul edilemeyeceğini"  söylemiş ve 1960 garanti Antlaşması yüzünden sadece Kıbrıslı Rumların değil ve "Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissetmedikleri” iddia etmiştir.
Rum Lider AnastasiadisEroğlu ile beraber yayınladıkları ve halen yürütülmekte olan müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri'nin 2. yıldönümüne tesadüf eden 11 Şubat 2016 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada Kıbrıs'a ilişkin garanti sistemine karşı çıkmış ve "bir AB üyesi devletin başka bir devletin garantisi altında bulunmasının kabul edilmez olduğunu" söylemiştir. [xlvi]
Rum Meclis Başkanı'nın, Savunma Bakanı'nın, Yunanistan Dışişleri ve Savunma Bakanlarının son bir yıl içinde bu yönde verdikleri müteaddit demeçler vardır.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz Ankara'yı ziyareti sırasında 12 Mayıs 2015 günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile beraber düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümünün "ortaya garantör güçlere ihtiyacı olmayan bir Kıbrıs" çıkarması gerektiğini söylemiştir. [xlvii]
Kotziaz, bir tören vesilesiyle de 15 Mayıs 2015'de yaptığı bir konuşmada da "bize Türk askerinin Ada sathında kıtalar halinde yürüyüşünü hatırlatan en son çizmenin Kıbrıs'tan çıkmasına değin Kıbrıs sorununun halledilmiş olmasından söz edemeyiz" demiştir.[xlviii]
Kotziaz, 20 Ocak 2016 tarihinde Rum Meclis Başkanı ile Atina'da yaptığı görüşme sırasında da "Yunan Hükûmeti, Kıbrıs sorunu için Türkiye'nin işgal kuvvetlerinin Ada'dan çekilmesini ve garanti sisteminin sona erdirilmesini öngören özlü ve âdil bir çözümü destekler. Kıbrıs AB ve BM içinde hem Ada'nın bütününü, hem iki toplumu koruyacak kendisine özgü bir güvenlik sistemiyle gerçek bir güvenlik ortamı içinde yaşayabilir" şeklinde konuşmuştur.[xlix]
Görüleceği üzere, Rum ve Yunan siyasîler 1960 garanti sisteminin kaldırılması yönünde ısrarlı ve kararlı bir tutum sergilemektedirler. Verdikleri demeçlerle kamuoyu önünde pozisyonlarını siyasî açıdan kilitlemektedirler.
Ne yazık ki, biz Türkiye ve KKTC'de aynı kararlı tutumu görememekteyiz. MGK'nın 2008 yılında vazgeçilmez parametrelerden biri olarak belirlemiş bulunmasına rağmen Türkiye'de yetkililerden "1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları'nın bulunacak çözüm çerçevesinde de geçerli olmaları bizim için vazgeçilmez parametredir" şeklinde kararlık ifadesi olan bir beyan işitilmemektedir.
Aksine, basında yer alan haberlerde, GKRY'de çıkan Fileleftheros gazetesine 18 Şubat 2016 tarihinde İstanbul'da bir mülâkat veren Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiş olduğunu kaygı içinde okuyoruz. [l]
Fileleftheros gazetesi; “Ankara’dan Mesajlar” başlığıyla manşete çektiği haberinde, söyleşiyi yapan muhabirin Çavuşoğlu'nun beyanları hakkında  şu değerlendirmeyi yaptığını yazmıştır: “…Bana Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki değişmeyen tezlerini yinelemesini bekliyordum. Belli bir ölçüde de bunu yaptı. Ancak, bir kez bile iki devletten söz etmedi, federasyon teriminde ısrar etti, ayrıca Kıbrıslı Rumların güvenliğinin de önemli olduğunu vurguladı."
Çavuşoğlu'nunverdiği mülâkatın Fileleftheros'ta çıkan Rumca soru-cevap metninin Türkçe tercümesi Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesinde yer almaktadır. [li]
Metni okuduğumuz zaman Hükûmetimizin Kıbrıs konusundaki duruşu ve politikası hakkında kaygılarım daha da derinleşmiştir.
Çünkü Sayın Bakan Kıbrıs müzakere sürecinde ele alınan konular hakkında kendisine tevcih edilen soruların hiçbirisine "bu tutumumuz kesindir" veya "bu konuda kırmızı çizgimiz vardır ve şöyledir..." veya "bunun KKTC için aşındırılamaz bir parametre olduğunu biliyoruz" şeklinde veya mealinde bir ifade kullanmış değildir.
Özellikle, Bakan'ın Fileleftheros gazetesinin muhabirinin garantiler konusundaki sorusuna verdiği yanıt, konunun Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye bakımından taşıdığı ehemmiyetle mütenasip olmayan gevşek ve esnek ifadeler taşımaktadır.
Rum muhabirin sorusu şöyledir:
"Bu defa işleri değiştirebilecek en önemli meselelerden biri de güvenlik ve garantiler boyutudur. Her ne kadar endişelerini farklı meseleler üzerinde yoğunlaştırsa da her iki toplum da güvenlikleri konusunda endişe duyuyor. Çözümden sonra garantiler konusunda Türkiye’nin rolü ne olabilir? Bu konu hâlâ kırmızıçizgi mi yoksa Türkiye meseleyi tartışmaya hazır mı?"
Bakan Çavuşoğlu bu soruyu bakınız nasıl cevaplandırmış:
"Bu meselenin garantör güçler olarak ve Ada’daki iki tarafla birlikte ortaklaşa tartışılması gerektiğini vurgulamıştık. Elbette ki iki tarafın da endişeleri önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenlik meselesindeki endişelerinin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kalıcı bir çözüm olması için Kıbrıslı Rumların da endişelerinin bertaraf edilmesi gerektiğinin farkındayız. Geçmişte yaşananları unutmanın iki taraf için de kolay olmadığını anlamalıyız. 1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylara dair Kıbrıslı Türklerin anıları taze. Keza Kıbrıslı Rumların da 1974’te yaşananlara dair anıları taze. Bu nedenle iki tarafın da güvenlik konusundaki endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Garantör güç olarak bizim için Kıbrıslı Türklerin güvenliği çok önemli. Ancak bu aşamada diğer zor meselelere odaklanmalıyız..."
Sayın Bakan'ın bu sözleri karşısında sormaktan kendimi alamıyorum:
Kıbrıs Türk halkının tarihî olgularla da desteklenen güvenlikle ilgili gerçek endişeleri ile Kıbrıslı Rumların kendi sapık emelleri yüzünden yaşadıkları hakkında dile getirdikleri sözde endişeler arasında paralellik kurulabilir mi? Kurulursa diplomasi masasında sonuç ne olur?
1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylar ile 1974'de cereyan eden olayların failleri aynı değiller midir? 15 Temmuz 1974'u yaşatan Rumlar ve Yunanistan değil midir? 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Arşövek Makarios Türkiye'yi mi suçlamıştır? Yoksa Yunanistan'ı Kıbrıs'ı işgal ve istilâ etmekle; orada kan dökmekle mi suçlamıştır?  Makarios'un konuşmasında Ada'ya askerî müdahalede bulunması için Türkiye'ye âdeta çağrı yapmış olduğunu Sayın Bakan bilmiyor mudur? Yunan darbesinden kaçan Rumlar kaçarlarken Muratağa, Atlılar ve Sandallar'da soydaşlarımızı katledip toplu mezarlara gömmemişler midir?
Gelinen bu aşama durum Millî Kıbrıs davamız bakımından gerçekten vahimdir.
9. Çözüm şeklinin parametrelerinin aşınmasını önleyen, Ada'daki Türk varlığını koruyan ve yaşatan, Türkiye'nin garantörlük hak ve yetkilerini sulandırıp zayıflatmayan, iki kesimlilik ilkesinin aşınmasına yol açmayan ve çözümü sağlayan antlaşmanın hükümlerini AB'nin birincil hukuku durumuna getiren anlaşma.
Kıbrıs müzakere sürecinde nihai çözüm şekline ulaşılsa bile, Türkiye'de MGK tarafından çözüm şeklinin temel “parametrelerin korunması” yolunda izhar edilen iradeye uygun düşen bir sonucun ortaya çıkmayacağını, çıkamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. 
Bu yargımızın iki temel sebebi vardır:
Birincisi, çözüm şeklinin bu vakte kadar oluşturulmuş bulunan sakat alt yapısıdır.
Bu alt yapının ilk temel taşı on yıllar önce BM Güvenlik Konseyi tarafından yerleştirilmiştir. Bu temel taşı, BM Güvenlik Konseyi'nin, 4 Mart 1964 tarihinde kabul ettiği 186 sayılı Karardır. Bu Kararla Konsey, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türk halkına uygulamaya başladığı etnik temizlik harekâtını görmezden gelerek,  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasası'na tamamen aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan bir heyeti Devlet'in, Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olduğunu varsaymıştır.
İkincitemel taşını da AB koymuştur. AB, BM Güvenlik Konseyi'nin 186 sayılı Kararını esas almış; Kıbrıslı Rumların 1960 Anayasası'nın men edici sarih hükmüne rağmen AB üyeliği için yaptığı müracaatı işleme koymuş ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sanki bütün anayasal organlarıyla varlığını sürdürüyormuş gibi, "Kıbrıs'ı" 1960'daki ülke bütünlüğüyle AB üyesi olarak kabul etmiştir. AB'ne Katılım Antlaşması'nı da Rumlar 16 Nisan 2003'de, bu sahte "Kıbrıs Cumhuriyeti" hüviyetleriyle imzalamışlardır. AB bu sahte hüviyeti kabul etmiştir. Bilindiği üzere, Üye Devletlerin imzaladıkları AB Katılım Antlaşması AB'nin "birincil hukukunu" oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturan Antlaşma ise, kendiliğinden AB'nin "birincil hukukuna" dahil olmayacaktır.  Dahil edilebilmesi için önce Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanması, sonra da bu mutabakata uygun kararların AB üyelerinin parlamentolarında ayrı ayrı alınması gerekir. Aksi takdirde, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Antlaşma'nın hükümleri, AB'nin "birincil hukuku" olan Kıbrıs'ın AB'ne  Katılım Antlaşması'nın hükümlerinin aşındırıcı ve tâdil ettirici etkisine maruz kalır.
Annan Plânı sırasında ve sonrasında Rumların ve AB'nin takındığı tutum ve verilen demeçler de, esasen, Kıbrıs çözüm anlaşmasının AB'nin "birincil hukuku" niteliği kazanması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu göstermiş bulunmaktadır.  Bu olgunun da hatırda tutulması lâzımdır.
Çözüm şeklinin temel parametrelerinin korunamayacağına dair görüşümüzün ikinci temel sebebi de, Kıbrıs müzakere sürecinde çerçeve olarak kullanılan 11 Şubat 2014 tarihli Liderler Ortak Bildirisi'nin hükümleridir.
Ortak Bildiri'nin 1. Maddesi'nde Liderler "Avrupa Birliği bünyesindeki birleşik Kıbrıs'ı ortak geleceklerinin güvencesi olarak gördüklerini" ve 4. Maddesi'nde de "Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkelerin muhafaza edileceğini ve (bunlara) saygı gösterileceğini" beyan ve kabul etmişlerdir.
Kaldı ki, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti'nin" 16 Nisan 2003 günü Atina'da törenle imzaladığı Katılım Antlaşması da, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nde "muhafaza edileceği ve saygı gösterileceği" ifade edilen "ilkeleri" kabul eden bir belgedir.
Bu fevkalâde hayatî konuda KKTC Yüksek Mahkemesi'nin eski Başkanı değerli Hukukçu Taner Erginel'in uyarıcı ve yol gösterici fikirlerinden yararlanılmalıdır.
Görünüşe Göre Türkiye'nin Parametreleri Çözüm Şekline Yansıyamıyor
Görüleceği üzere, Türkiye'nin öngördüğü parametrelerin çoğunluğunun çözüm şekline yansıması şansı yok gibidir.
Yürütülmekte olan müzakerelerin en ağır sonuçlarından birinin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalması olacaktır.
Diğer taraftan, çözüme ulaşılması halinde bugün üzerinde bağımsız KKTC'nin bayrağının dalgalandığı topraklarda Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanarak AB'ne katılmış olacaktır. 
Türkiye'nin AB üyesi olmadığı ve ne zaman da olacağının tahmininin dahi giderek zorlaştığı durum ve şartlarda bu gelişme, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş ve 1960 Antlaşmalarıyla da takviye edilmiş olan stratejik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktır. Giderek Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki tarihî bağlar da gevşemeğe ve belki de kopmaya yüz tutacaktır.
Türkiye Ege'den sonra Akdeniz'de de kuşatılmış olacaktır.
Bütün bu sonuçların, Kıbrıs adasının Türkiye için olan önemi ve değeri hakkında Devletimizin kurucusu Atatürk'ten başlayarak, çok sayıda seçkin Devlet ve siyaset adamlarımızın, askerî şahsiyetlerin demeçlerinde ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ifadesini bulan değerlendirmelerle bağdaşır yanı var mıdır?
Bu tablo karşısında şu soruyu sormamız gerekiyor: KKTC'de ve Türkiye'de yetkililer hangi verilere dayanarak "görüşmeler olumlu ilerliyor; 6 başlıktan 4'ü halledildi, geriye 2 başlık kaldı" mealinde açıklamalar yapıyorlar?
Sayın Başbakan'ı 8 Mart'ta İzmir'de "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız" açıklamasını yapmaya sevkeden güvence nedir?
Başbakan Sayın Davutoğlu'nun İzmir'de ifade ettiği gibi gerçekten Kıbrıs sorununun çözümü "çok yakın" ise, Türkiye için son derece vahim bir sonuç ortaya çıkacak demektir.
Ortaya çıkabilecek çözüm şekli ve bu çerçevede yapılacak uygulamalar ve düzenlemeler sadece Kıbrıs'taki Türk varlığının ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bekasını değil, belki de ondan da daha büyük ölçüde, bizatihî Türkiye'nin çok boyutlu ve uzun vadeli yüksek çıkarlarını ve millî güvenliğini kalıcı biçimde etkileyen sonuçlar doğuracaktır. 
Türk Kamuoyu "Millî Davayı" Unuttu mu?
Hal böyleyken, Türk kamuoyunda, 1953'den itibaren "millî dava" anlayış ve ruhuyla benimsediği konuya karşı kahredici bir ilgisizliğin ve hattâ umursamazlığın varlığını müşahede etmekteyim.
Kıbrıs konusunun bütün aşamalarının Türk kamuoyunun ilgi odağında yaşanmış olduğunu; Kıbrıs'a ilişkin haberlerin manşetlerden verildiğini; TBMM'nin Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarında birçok kereler özel oturumlar ve olağanüstü toplantılar yapıp "millî dava" hakkında kararlılık ifade eden bildiriler yayınlamış veya kararlar almış olduğunu bilenlerdenim.  Bu defa Türkiye'nin ve özellikle kamuoyunun konu karşısında gösterdiği ilgisiz ve hattâ umursamaz duruşu 1950 ile 2000 arasındaki dönemlerle kıyaslayarak değerlendirme imkânına sahip bulunuyorum.
Çıkardığım sonucu Türkiye ve KKTC için hayra alâmet görmüyorum.
"Millî Dava" sözü, kavramı siyaset adamlarımızın dilinde sadece KKTC ile ilişkilerimizde törensel vesilelerle telâffuz edilir hale gelmiştir.
BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi denen bir çözüm plân taslağı üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM, yaz tatilinde olmasında rağmen,  25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmıştı.  O zaman New York'da cereyan eden müzakerelerin, günümüzdeki müzakereler kadar, Kıbrıs konusunun kaderini belirleyici bir mahiyeti yoktu. Yine de TBMM'nin olağanüstü toplantısına ihtiyaç duyulmuştu. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir. TBMM'nin "millî davaya" ve Denktaş'a arka çıkan duruşu, Türk tarafının müzakerelerdeki pozisyonu kuvvetlendirmişti.
Tarihî Kavşaktayız
Günümüzde ise Kıbrıs konusunda çık önemli ve hattâ tarihî bir kavşak noktasına yaklaşmış ve hattâ gelmiş bulunuyoruz. Medyada Kıbrıs konusunun TBMM'de ele alındığına dair haberlere rastlamıyoruz.
Her Salı günü TBMM'de grubu bulunan Siyasî partilerimizin Sayın Liderlerinin Gruplarında yaptıkları konuşmaları TV'de takip etmeğe çalışıyorum. Uzun zamandır Sayın Liderlerin Kıbrıs konusuna değinmediklerini kaygı içinde görüyorum.
Siyasetçilerimizin Kıbrıs konusunda yaptıkları konuşmalarda da, Türkiye'nin benimsediği âdil ve kalıcı çözüm şekline dair bir kavram birliği olmadığını da müşahede ediyorum. Ayrıca, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" yerine "Kıbrıs" diyen devlet adamlarımız var. "Kıbrıs" coğrafî olarak bir adanın ismi.  Aynı zamanda da Rumların Kıbrıslı Türkleri kapsayacak şekilde varlığını iddia ettikleri ve AB'de üye olan sözde devletin adı.
Rum ve Yunan Devlet adamlarının ve siyasetçilerinin ise, Kıbrıs konusunda ağız birliği, kavram birliği içinde konuştuklarını biliyorum ve görüyorum.
Türk Kamuoyu "Millî Dava'ya" Neden İlgisiz ?
Türkiye'de Kıbrıs konusuna olan ilgisizliğin, kayıtsızlığın, umursamazlığın kuşkusuz çeşitli sebepleri vardır.
Birinci temel sebepkanaatimce, Annan Plânı temelindeki çözüm süreci döneminden başlayarak, 2002 sonundan itibaren Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılmış olan beyanlar ve yazılan yazılardır.
O dönemdeki beyanları ve yazılanların çoğunu kaydetmiş bulunuyorum. Hemen hemen tamamında, Kıbrıs konusu Türkiye'ye külfet, ayak bağı ve AB üyeliğimiz önünde engel  olan  bir sorunmuş gibi  takdim edilmiştir. Çözümsüzlüğün gerçek sebepleri bilinerek kasden veya bilinmeden, sorunun çözümünün Türk tarafının tutumu yüzünden sürüncemede kaldığını iddia edenler olmuştur.
2008'den itibaren Kıbrıs konusunda çeşitli Üniversitelerimizde Konferanslar verdim. Öğrenciler arasında, hocalarının, benim Kıbrıs sorunu hakkındaki gerçeklere dair söylediklerimin tam tersini anlatmış olduklarını samimi biçimden itiraf edenlere rastladım. 
Diğer bir temel sebep de,  11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün de Mart 2014'de ve Şubat 2016'da ifade ettiği üzere Türkiye'nin "çalkantılı" ve "Cumhuriyet tarihinin en zor" döneminden geçmekte olmasıdır. Bu talihsiz durum aslında her sade vatandaşın dahi kolaylıkla müşahede edebileceği kadar belirgindir. Kamuoyumuzun dikkati Türkiye'nin iç ve dış vahim sorunlarına odaklanmış bulunmaktadır.
Toplum Mühendisliği - Algı Operasyonu
Öteyandan KKTC'de ve Türkiye'de toplum mühendisliğinin Kıbrıs konusunda ustaca uyguladığı iç ve dış kaynaklı bir algı operasyonun cereyan ettiği izlenimi altındayım. Bunun asıl başlangıç döneminin de Annan Plânı üzerindeki çözüm süreci olduğu kanaatindeyim.
Annan Plânı'nın merhum Rauf Denktaş'a kabul ettirmek ve Kıbrıs Türk halkına da benimsettirmek için Türkiye'nin ABD ve AB ile birlikte baskılar yaptığı zamanda, ABD ve AB 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koymuşlardır. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda  ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edilmiştir. Bu rapora internetten erişmek mümkündür.[lii]
Kıbrıs Rum kesiminde müzakere süreciyle ilgili olarak cereyan eden tartışmalar ve Rum - Yunan ortaklığının Kıbrıs sorununun çözümüyle güttükleri niyetlere, ortak amaçlara, hedeflere dair demeçler Türk medyasına gerektiği ölçüde yansımamaktadır.
Türk kamuoyunu çözüme odaklamak ve desteğini sağlamak için çözüm halinde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de varlığı söylenen hidrokarbon yataklarının işletilip değerlendirilmesinde pay ve rol sahibi olacağı; Türkiye'nin, enerji koridoru olma niteliğini güneyinden de elde edeceği gibi temalar işlenmektedir.
Kamuoyumuzda görüşme sürecinin suhulet içinde ilerlediği intibaını uyandıracak haberler ve yorumlar ön plâna çıkarılmaktadır. Bütün bunlar nasıl bir çözüm şekline doğru ilerlenmekte olduğundan söz edilmeden yapılmaktadır.
Oysa sorununun çözüme kavuşmasının Doğu Akdeniz bölgesinin istikrarına katkı yapabilmesi ve bu çerçevede başlıklar Türkiye'ye önemli çıkarlar sağlayabilmesi için her şeyden evvel kalıcı bir çözüm şeklinin ortaya çıkması lâzımdır. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından ihdas edilmiş olan dengenin bozulmaması gereklidir. Bunun için de Türkiye'nin de AB üyesi olması zorunludur.
1960 yılında ortaya çıkan ve o zaman Türkiye'de kalıcı olacağına inanılmış bulunan çözüm şeklinin 3 yıl 4 ay içinde Ada'yı ateş topuna döndürdüğü bir tarih dersi olarak hatırdan çıkartılmamalıdır.
Türk kamuoyuna yönelik algı operasyonunun en çarpıcı örneklerinden biri Rum Yönetimi'nin Türkçe'nin AB'nin resmî dilleri arasına dahil edilmesi için geçtiğimiz Ocak ayı içinde AB dönem başkanlığına yaptığı başvurunun medyada takdim şeklidir. Rumların bu hareketi gazetelerde Türk kamuoyuna "Anastasiadis'ten Türkiye'ye jest", "Anastasiadis'in büyük jesti" şeklindeki başlıklar altında ve baş sayfada duyurulmuştur.
Aslında Rumların bu girişiminin Türkiye'ye yönelik bir jest olma vasfı yoktur. Rum tarafı,  Kıbrıslı Türkleri de içerir şekilde Hükûmeti olduklarını iddia ettikleri 1960 Cumhuriyeti'nin Anayasası'ndan kaynaklanan bir vecibeyi yerine getirmek;  gecikmiş biçimde bu anayasal açıklarını kapatmak amacıyla bu girişimi yapmıştır. Esasen, Kıbrıs Rum Hükûmet sözcüsü de, Türk ve uluslararası basında Rum tarafının teşebbüsünü "Türkiye'ye jest" olarak takdim eden haberler çıkması üzerine açıklama yapmış ve Türkçe'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dillerinden biri olduğunu hatırlatarak AB üyesi olan Kıbrıs'ın bu girişimi yaptığını söylemiştir. Burada hatırlatmam gerekir: Daha önce 2015 yılı içinde Avrupa Parlâmentosu'nda bir İngiliz parlâmenter "madem ki Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bütününü temsil ettiklerini beyan ediyorlar ve bizler de bu beyanı kabul ediyoruz; o zaman neden Devlet'in anayasasına göre Türkçe de AB'nin resmî dili olmuyor" mealinde bir soru tevcih etmiştir.

Rum - Yunan Ortak Hedefi "Enosis" idi, ""Enosis" olmaya devam Ediyor
Kıbrıs konusunun BM Genel Kurulu'nun gündemine Yunanistan tarafından dâhil ettirildiği 1954 yılından bu yana Kıbrıs sorununun geçirdiği bütün aşamalarda Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan'ın güttüğü ortak hedef "enosis" olmuştur.
Kıbrıslı Rumlar, aldıkları acı derslerden sonra, şiddet yoluyla "enosis" hedefine ulaşamayacaklarının idraki içinde görünmektedirler. Bu idrakle 1994 yılında, Klerides'in liderliği altında, "enosis" i, içinde Türkiye'nin tam üye olarak yer almayacağı AB bünyesinde gerçekleştirme hedefine yönelmişlerdir. Bu hedefi, AB'nin yardımıyla, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nin aldığı kararla ve bu karara dayanarak 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da AB Katılım Antlaşmasını imzalamak suretiyle kısmen gerçekleştirmişlerdir. "Kısmen" diyorum; çünkü, onlar tam "enosis" için, içinde Türkiye'nin yer almayacağı bir AB'de, Ada'nın tümünün AB üyesi haline geleceği günü beklemektedirler.
ANNAN Plânı'nı da, "nasıl olsa AB üyesi olduk; bundan böyle Türkiye'nin AB üyeliğini önünü keserek, Kıbrıslı Türkleri sorunun çözümü çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanmasını sağlayalım; böylece içinde Türkiye'nin bulunmadığı AB'de Ada'nın bütününün AB'de yer almasını gerçekleştirelim ve enosis hedefine ulaşalım" gibi düşüncelerle reddettiklerine kaniim.
Burada bir parantez açarak ifade istiyorum. Tabiî, Rum tarafının Annan Plânı'nı reddetmesinde Rusya'nın tesirini de bir olgu olarak hatırda tutmalıyız. Çünkü Rusya (daha önceleri Sovyetler Birliği) Kıbrıs için Batının mutfağında pişirilip kotarılmış çözüm şekillerine karşıdır. Bununla beraber, şayet Suriye ile ilgili olarak ABD Rusya'yı yeterli ölçüde tatmin etmişse veya edebilirse, ve ayrıca yakın bir gelecekte Türkiye - Rusya münasebetlerinde hızlı bir düzelme meydana gelemezse, o zaman Rusya'nın da bu sefer Kıbrıs'ta çözüme AKEL vasıtasıyla yeşil ışık yakabileceğini ihtimal dışı tutmam.
Tekrar asıl konumuza dönüyorum: Türkiye ve Rauf Denktaş döneminde KKTC, Rumların "enosis" hedefini AB potasında gerçekleştirme stratejisinin zamanında farkında olmuştur. Bu farkındalıkladır ki, Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliği için yaptığı müracaatın işleme konulmaması ve daha sonra da, Türkiye de AB'ne tam üye olmadan Rum tarafının AB'ne üye olarak kabul edilmemesi için yoğun diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır.
Türkiye'nin 1995'deki Çekincesini Hatırlayan Var mı?
Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kuran kararın alındığı 6 Mart 1995'deki Türkiye - AB Ortaklık Konseyi toplantısında Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın Türkiye'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğine karşı olan itirazını kesin ifadelerle toplantının resmî zabıtlarına kaydettirmiştir.
Karayalçın, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Kıbrıs Türk tarafının, Kıbrıs Rum yönetiminin AB'ne vaki tek taraflı müracaatına dair ileri sürdüğü hukukî, siyasî ve ahlâkî savları paylaştığını; bu müracaatın Kıbrıs için öngörülen federal çözüm şekli bakımından esas olan karşılıklı rıza unsuru ile çeliştiğini vurgulamış; 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine de atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak  kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini beyan etmiştir. 
"Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Düsturuna Dönülmelidir
2002 yılının sonundan itibaren Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması olmuştur. Bu durum dış politikamızda hedef sapmaları meydana getirmiştir.  Büyük Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" düsturu Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının pusulası olmuşken "komşularla sıfır sorun" gibi hayalî hedefler yaratılmıştır. Söylemlerle hedeflerin birbirini tutmadığı dış politika uygulaması yapılmıştır. Bu yüzden ülkemiz uluslararası ilişkilerinde "değerli" olarak vasıflandırılan bir "yalnızlık" içine düşmüştür.  Suriye krizinin Türkiye'yi Ortadoğu'nun stratejik derinlikteki bataklığının içine çekmiş olması; "Stratejik Ortak" dediğimiz Rusya ile iki düşman Devlet haline gelmemiz, Türkiye'nin uluslararası sahnedeki "yalnızlığının" sözde değerini de sıfırlamış bulunmaktadır. Türkiye iç ve dış tehditlere ve tehlikelere maruz kalmıştır.
Türkiye halen iç ve dış terörle topyekûn bir mücadelenin içindedir.
Günümüzde Suriye'nin yeniden şekillendirilmesi yapılırken, Türkiye'nin güney hudutlarına bitişik olarak Suriye'nin kuzeyinden uzanan bir toprak şeridiyle Akdeniz'e çıkışı olan bir Kürt Devleti'nin meydana getirilmesi maksadıyla uluslararası plânda bir tezgâh faaliyet halindedir.
Ülkemiz Türkiye Suriye krizinde savaşan taraf olmadığı halde Ülkemizin topraklarına top mermileri düşmekte, vatandaşlarımız ölmektedirler.  Türkiye 2011 yılından bu yana 2,5 milyona varan sığınmacıyı barındırmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin 4 yılda sığınmacılar için harcadığı paranın yıllık ortalama 5.3 milyar liraya ulaştığı medyada kayıtlıdır. 
Türkiye dış politikada kaybettiği direksiyon hâkimiyetini ve bozulan dengesini NATO'nun ve AB'nin desteğiyle sağlamağa çalışmaktadır.
Bu tablonun, Türkiye'nin uluslararası diplomaside birçok açıdan pazarlık gücünü yitirmesine ve ağırlığını kaybetmesine sebep olması; Türkiye'yi diplomatik baskılara maruz ve bunlara karşı direnemez hale getirmesi  kaçınılmazdır.
Edindiğim izlenim odur ki, bu durumda, Türkiye "millî dava" olarak benimseyip on yıllardır bu anlayış ve ruhla yürüttüğü Kıbrıs konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek ihtiyacını, hattâ zaruretini hissetmektedir.
Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve o ihtilâfı kendi çıkarlarına uygun düşen şekilde halletmek için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır. Osmanlı Devleti böyle bir zamanında Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermek zorunda kalmıştır.
"Mutlaka Çözüm" İstemek; Çözüm Değil Çözülme Getirir
Kaygı içinde ifade ediyorum ki, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla 1968’den itibaren BMGS’nin iyi niyet görev çerçevesinde yürütülen  "çözüm süreci" son 14 yılda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, giderek hız kazanan bir "çözülme sarmalı" niteliği kazanmıştır. 
Çünkü, 2002 sonundan bu yana Türkiye Kıbrıs sorununun bir an önce çözümünün peşinde koşmaktadır.
Annan Plânı'nın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulmasından kısa bir süre sonra TBMM'de okunan 58. Hükûmet'in Programında Kıbrıs konusuna ilişkin paragrafın ilk cümlesinde "Hükümetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır"  ifadesi yer almıştır.
Bu ifade bizde, o zaman, Kıbrıs sorununun tarihî geçmişine ve gelişmelerine; sorunun neden ve nasıl ortaya çıktığına; hangi sebep ve saiklarla Kıbrıs konusunun Türkiye'de 1950'li yılların başlarından itibaren "millî dava" olarak benimsendiğine; sorunun hangi sebeplerle on yıllardır çözülemeden BM Güvenlik Konseyi'nin gündeminde kalmış olduğuna; Kıbrıs adasının önemine ve özellikle Türkiye için jeostratejik değerine dair gerçekler ve olgular sanki bilinmiyormuş, ya da dikkate alınmıyormuş izlenimini bırakmıştır. 
Annan Plânı, Türkiye tarafından "Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir" zihniyetiyle ve bu zihniyetin şekil verdiği siyaset ve diplomasiyle ele alınmıştır. Çözüm sürecinde Rumların "bir adım önünde yürüme" stratejisi uygulanmıştır. Sonuç malûmdur. Ne Kıbrıs sorunu çözülmüştür; ne AB ve ABD, Türkiye'nin yönlendirmesiyle referandumda Plân'a "evet" oyu veren KKTC halkını siyasî ve ekonomik bakımlardan ödüllendireceklerine dair verdikleri sözleri tutmuşlardır; ne de Türkiye'nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması sağlanmıştır. Aksine Plânı pervasızca yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafı, referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 günü tam üye olarak AB'de koltuğa oturmuştur. Böylece Kıbrıs Rum tarafına üyelik yolunda Türkiye'ye devamlı surette kırmızı kart göstermesi sağlanmıştır.
Olan Kıbrıs Türk halkına ve KKTC'ne olmuştur. Çünkü, BMGS yayınladığı ve Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda [liii] Kıbrıs Türk halkının çözüm Plân'ına "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir:
Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken, on yıllar boyunca sürdürdükleri, 1983'te yarattıklarını iddia  ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan politikaları da terk etmişlerdir."
Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etmek BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."
Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine, tabir caizse, faturayı Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirmişlerdir. Bırakınız Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlar ve kayıt altına almışlardır.
Bu sonuçlara rağmen, Kıbrıs'ta çözümün peşinde koşan yine Türkiye ve KKTC olmuştur. Annan Plânı'na ilişkin süreçte referandum sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve tarihî dersler; AB'nin Kıbrıs sorununun çeşitli aşamalarında Türkiye'ye vermiş olduğu sözlerin hiçbirisini tutmamış olduğu olgusu ve Kıbrıs konusuna ilişkin daha birçok olgu ve gerçekler de göz ardı edilmiş ve bugün de edilmektedir.
Kıbrıs Konusuyla AB Üyelik Sürecimiz Arasında Bağ Kurmak Yanlıştır
14 yıldır Türkiye'de Kıbrıs konusu Türkiye'nin AB süreciyle bağlantılı ve çözüme odaklı olarak yürütülmektedir.
Başbakan Sayın Davutoğlu 29 Kasım 2015 tarihinde gerçekleşen Türkiye - AB Zirvesi'nden sonra yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında "Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Türkiye'nin AB üyeliğinin bir rüya olmayacağını" ifade etmiştir. [liv]
Zirve'nin ertesinde açıklama yapan GKRY Hükûmet Sözcüsü Nikos Hristodulidis "dün Başbakan  Davutoğlu 'Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye’nin üyelik sürecinde gelişme olacak' demek suretiyle ülkesinin üyelik sürecini Kıbrıs sorununun çözüm çabalarına bağlamıştır" demekte gecikmemiştir.
Başbakan Davutoğlu geçen Aralık ayının başında KKTC'ne yaptığı ziyaret sırasında da "AB’ye adımı Kıbrıs’ta atabiliriz" şeklinde konuşmuştur.[lv]
Yine Davutoğlu bu yılın başlarında verdiği bir demeçte   "Eğer Kıbrıs sorunu bu yıl içinde çözülebilirse yılsonuna doğru gerçekten yeni bir dönem başlamış olacaktır AB-Türkiye ilişkilerinde" demiştir. [lvi]
Türkiye'de AB Bakanı'nın da Kıbrıs konusunu yakından takip ettiği görülmektedir.  AB Bakanı Sayın Bozkır, devam etmekte olan Kıbrıs müzakere sürecinin muhtemel sonuçları hakkında kamuoyuna umut dolu açıklamalar yapmaktadır. AB Bakanı bir konuşmasında Kıbrıssorununun "50 yıllık tarihinde çözüme en yakın noktada" olduğu öngörüsünde bulunmuştur.[lvii]
AB Bakanı verdiği demeçlerin birinde de Rum - Yunan iddialarına benzer şekilde " Kıbrıs sorununun çözülememesinin nedeni de rahmetli Denktaş'tır. Uzun yıllar hep çözülebilecek noktalara geldiğinde hep çözmemek yönünde bir tavır sergilemiştir" demek suretiyle tarihî bir yanılgıya düşmüştür. [lviii]
Özellikle, AB Bakanı'nın Kıbrıs konusunda demeçler vermesi, değerlendirmelerde bulunması, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun AB'nin etki ve yetki alanında olduğunu; Türkiye'nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs konusuyla irtibatlı ve süreçte ilerleme olabilmesinin de Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğunu kabul ettiğinin en bariz göstergesi olmaktadır.
Türkiye'nin Kıbrıs konusunu kendi AB üyelik süreciyle irtibatlandıran söylemleri AB çevrelerinin Kıbrıs konusunu yakından izlemelerine hız ve yoğunluk kazandırmıştır. BMGS son raporunda  "AB'nin barış sürecinde daha güçlü bir rol oynaması hususunda müzakere eden tarafların mutabakat halinde bulunmalarının Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiki döneminin en göze çarpan vasfını oluşturduğunu"  ifade etmiştir.[lix]
Diplomaside "Çözüme İhtiyaç Duyan Biziz" Sözü Teslimiyet İfadesidir
KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana Sayın Mustafa Akıncı'nın dile getirdiği bazı söylemleri kaygı verici bulduğumu ifade etmeliyim.
Rumların ve Yunanistan'ın, "Helenizim" den "Helenizmin ortak çıkarlarından" her vesileyle söz ettikleri bir dönemde, Sayın Akıncı'nın sebebiyet verdiği "anavatan - yavru vatan" polemiği beni ve benim gibi düşünenleri yaralamıştır. Sayın Akıncı'nın ortaya koyduğu anlayış belki bazı iç ve dış çevreler tarafından alkışlanmış olabilir, ama uzun vadede bu anlayışın Kıbrıs Türk halkı için de zararlı olduğu elbette anlaşılacaktır.
Diğer taraftan, Ada'da Sayın Akıncı'nın da sık sık "çözüme ihtiyaç duyan biziz" mealindeki sözleri dile getirmesi, Türk tarafının pozisyonu için ilâve bir  zafiyet oluşturduğunu söylememe lüzum yoktur.
Bu söz diplomaside "teslim olma" anlamına gelir. Bir taraf "çözüme ihtiyaç duyduğunu" tekrarlarsa, çözümün ortaya çıkm   ası için bütün esneklikleri göstermeğe, taviz vermeğe hazır olduğunu beyan ediyor demektir.
"Real" politikanın üstatlarından kabul edilen ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger'ın şöyle bir meşhur sözü vardır:
 “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”
(Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.)
Bu söz adeta Türkiye'nin günümüzdeki Kıbrıs politikası için söylenmiş gibidir.
Kıbrıs Türk Halkının "Hak Ettiği Yer" Rumlara Yamanarak AB'ne Girmek Değildir
Sayın Akıncı sürekli olarak çözümle birlikte "Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yeri alacağını" söylemektedir.
Bu ifade tarzı aslında  Türkiye'de 62. ve 64. Hükûmetlerin programlarında da yer almıştır. Örneğin, 64. Hükûmetin Programında şöyle denilmektedir: "Kıbrıs’ta müzakere edilmiş bir çözüm ve Kıbrıs Türk Halkının uluslara­rası toplum içerisindeki haklı yerini alabilmesi, temel önceliklerimizden biridir."
Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yer, şimdiki çözüm sürecinin sonucu olarak sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'ne" yamanarak AB üyesi olmak değildir. Kıbrıs Türk halkının hak ettiği şerefli yer, bağımsız KKTC'nin çatısı ve bayrağı altındaki yerdir. Hedef, Türkiye'den başka Devletler tarafından da tanınmasını sağlamak suretiyle KKTC'ne uluslararası camiada daha sağlam bir yer bulmak olmalıdır.
"Kıbrıslı Çözüm" Söylemi Türkiye'yi Dışlamak İçindir
Öte yandan Sayın Akıncı "Kıbrıs Türk halkının içine sindireceği çözümden" söz etmiştir. Çözüm sadece "Kıbrıs Türk halkının" değil, Türkiye'nin, Türk Milleti'nin içine sindireceği bir çözüm olması gerektiği unutulmamalıdır.
Talât - Hristofyas arasındaki müzakere sürecinden itibaren "Kıbrıslı çözüm" kavramı geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir. BMGS raporlarında "Kıbrıslıların yürüttüğü" (cypriot-led) ve "Kıbrıslıların sahiplendiği" (cypriot-owned) kavramları kullanır olmuştur. Bununla beraber, daha önceleri Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm bahsinde "Kıbrıs sorununun doğrudan ilgili dört tarafından" (four parties concerned) söz edilirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları ile Türkiye ve Yunanistan zikredilirdi.
"Kıbrıslı çözüm" anlayışını, Kıbrıs konusunu Türkiye'nin ilgi, etki ve yetki alanından uzaklaştırarak çözme tasavvur ve gayretinin bir belirtisi olarak görüyorum.
Öte taraftan, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın Kıbrıs konusu hakkında Türkiye'deki ilgisizlik ve sessizlikten memnun olduğu anlaşılmaktadır. Sayın Akıncı, geçtiğimiz Ocak ayında KKTC'ni ziyaret eden bir CHP heyetini kabulünde "Kıbrıs sorunun Türkiye'de artık iç politika malzemesi olarak kullanılmadığına" işaret etmiş ve " ....geçmişte, duruma ve yerine göre, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs konusunu Türkiye’nin gündemine taşıyarak, orada kaşınmasına yol açıyordu. Biz de bu konularda çok dikkatliyiz. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz. Kıbrıs üstünden Türkiye’deki siyasi partilerin birbirini vurmasını istemiyoruz. Kıbrıs’ı daha farklı bir noktada kucaklamak gerekiyor...” şeklinde konuşmuş. [lx]
Oysa hatırlanmalıdır ki 1940'lı yılların sonundan itibaren Kıbrıs'ta belirginleşen "enosis" niyet ve hareketlerinin hem Ada'daki Türk varlığı, hem Türkiye için arzettiği tehdit ve tehlikeler, o zamanlar, millî Kıbrıs davamızın kahraman önderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile arkadaşları tarafından "aman Kıbrıs Girit olmasın" gibi söylemlerle Ankara'nın dikkatine ve gündemine taşınmıştı. Bu sayede Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı kenetlenmiş ve "enosis" e karşı tarihî direnme başlatılmıştı. Bu direnme on yıllarca sürmüştür. Daha uzun yıllar sürmesi gerekecek gibi de görünmektedir.
Kıbrıs sorununun çözümü sadece Kıbrıs Türk halkının tercihine ve iradesine bırakılabilecek bir konu değildir. "Kıbrıs sorunu" denen konu Türkiye'nin "millî davasıdır".
Kıbrıs İngiltere İçin Önemlidir de Türkiye İçin Önemsiz midir?!
Konumu itibariyle Kıbrıs adası Türkiye'yi, Yunanistan'ı ve İngiltere'yi olduğundan daha fazla ilgilendirmektedir.  Bugün İngiltere kendi ülkesinden 8.000 km. uzaktaki Kıbrıs adasındaki egemen üslerini dikkat ve titizlikle muhafaza ediyorsa; bu üslerin muhafazası İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki tutumuna şekil ve yön veren temel etken oluyorsa, 80 km güneyindeki Kıbrıs adası Türkiye'yi neden ilgilendirmesin?
Türkiye de AB'ne Tam Üye Olmadan Kıbrıs Sorunu Tabiî  Çözümüne Kavuşamaz
Kıbrıs adasının Doğu Akdeniz'de kalıcı biçimde bir barış ve istikrar unsur olmasını elbette istiyoruz. Ada'ya kalıcı barış gelebilmesinin vazgeçilmez ön şartı, öncelikle Türkiye'nin kendi öz çıkarlarına ve millî güvenliğine uygun düşen bir çözüm şeklinin ortaya çıkabilmesidir.  Avrupa Birliği faktörü, Türkiye'nin tutumundan kaynaklanmayan sebeplerle Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli dengeleri bozmuştur. Bu dengeler İngiltere'nin, Yunanistan'ın, Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği üyesi olmaları olgusu yüzünden bozulmuştur. Halen sürdürülmekte olan müzakereler sonucunda çözüme ulaşılır ve Kıbrıs Türk halkı da bu çözüm çerçevesinde Avrupa Birliği'ne dahil olursa, Kıbrıs "sorunu" işte o andan itibaren Türkiye için daha büyük boyutlarda ortaya çıkacak demektir.
Kıbrıs adasına dengeli ve kalıcı barışın ancak Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin tam üyesi olması ile gelebileceğinin uluslararası plânda artık idrak edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Günümüzde Kıbrıs konusunda sakat ve dengesiz bir çözüme razı olanlar, Türk tarihinde Girit'i Yunanistan'a kaptıranlarla aynı safta yer alacaklarını bilmelidirler.
2004'de "Siz Kendi Yolunuza, Biz Kendi Yolumuza" Denilmeliydi
Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan vizenin kaldırılması için terörle mücadele yasamızın değiştirilmesini isteyen AB'ne "biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git" dediler.
Aynı sözün, Ada'daki gerçekler temelinde bir çözüme razı olmayacakları belli olan Kıbrıs Rum tarafına KKTC halkı tarafından ve uluslararası çevrelere de Türkiye tarafından kararlılıkla ifade edilmesinin zamanının çoktan geldiğine inanmaktayım. Aslında 24 Nisan 2004 gecesi bu söz getirilmiş olmalıydı. Ne yazık ki tarihî bir fırsat kaçırıldı.
Rauf Denktaş'tan Vasiyet Gibi Söz
Millî Kıbrıs Davamızın yılmaz savunucusu KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Millî Kahraman merhum Rauf R. Denktaş'ın hastalığa duçar olmasından kısa bir süre önce bana göndermiş oldukları bir mektuptan bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
“Kıbrıs’ta ‘biz Türküz; Türkiye Anavatanımızdır’ diyen insanlar var oldukça Rum-Yunan ikilisi bu davaya son noktayı kalıcı bir anlaşma yaparak koymayacaktır. Her yeni anlaşmayı, 1960’daki gibi esas millî hedefine bir sıçrama tahtası yapmak için uğraşacaktır. Yeni anlaşmanın temelinde bağımsız devletimiz yoksa 'sıçrama tahtası' maceralarından kurtulamayız. Annan Plânı ve benzeri bağımsızlık temelinden yoksun anlaşmalar Kıbrıs’ı Girit misali Türk’ten arındıracaktır. Kıbrıs’ın Türkiyesiz bir AB’ne girişine izin verilmiş olması Kıbrıs'tan yok oluşumuzun kapılarını açmıştır. Bu hatadan dönülmesi için sonuna kadar uğraşmak boynumuzun borcu olmuştur.”
Not: Bu yazı 2016 Mayıs ayı başında kaleme alınmıştır.

[i]CUMHURİYET Gazetesi, 17 Temmuz 1952, s. 1 - 7.
[ii]  Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s.41
   Ayrıca bknz.  HÜRRİYT Gazetesi, 3 Haziran 1953
[iii]  Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün çeşitli makaleleri için bknz:
Yar. Doç Dr. Osman YILDIZ ve Öğr. Gör. Güven ARIKLI, 40 Yıl Halkın Sesi Olarak Dr. Fazıl Küçük, Makaleler (1942 – 1981), 1. Cilt.
[iv]  Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs,  Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75
[v]CUMHURİYET GAZETESİ, 2 9 Ağustos 1954, s. 1 - 6.
[vi]CUMHURİYET GAZETESİ, 24 Eylül 1954, s. 1 - 9.
[vii]CUMHURİYET Gazetesi , 25 Ağustos 1955, s. 7.
[viii]CUMHURİYET GAZETESİ, 25 Ağustos 1955, s. 1 - 7
[ix]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, s. 7.
[x]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, S 1 - 7.
[xi]  AYIN TARİHİ, 1 Eylül 1955.
[xii]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP23.htm
[xiii] TBMM Zabıt Ceridesi, 28 Şubat 1959 Cumartesi,  Devre:  XI, Cilt: 7, İçtima: 2,
[xiv]  CUMHURİYET GAZETESİ, 13 Eylül 1967, s. 1 - 7; MİLLİYET Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1
[xv]  TBMM Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), 20 Temmuz 1974, s. 36 - 38
[xvi]  6. Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün bu sözlerini  Sayın Rauf Denktaş nakletmektedir. Örneğin, Sayın    Rauf Denktaş'ın 15 Nisan 2004 Perşembe günü TBMM'nin 74. Birleşimindeki nutku.
[xvii]TBMM Tutanak Dergisi, 25 Ağustos 1992 Salı, Dönem: 19, Yasama Yılı : 1, 94. Birleşim (Olağanüstü).
[xviii]Ibid
[xix]Ibid
[xx]TBMM Tutanak Dergisi, 10 Haziran 1993 Perşembe, Dönem: 19, Cilt: 36, Yasama Yılı: 2, 111. Birleşim.
[xxi]TBMM Tutanak Dergisi, 21 Ocak 1997 Salı,  Dönem: 2, Cilt: 19, Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim.
[xxii]Ibid
[xxiii]Ibid
[xxiv]Ibid
[xxv]Ibid
[xxvi]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP55.htm
[xxvii]http://www.milliyet.com.tr/2004/04/13/son/sonsiy24.html
[xxviii]https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm
[xxix] TBMM, 18 Haziran 2014 Çarşamba, 24. Dönem, 4. Yasama Yılı, 105. Birleşim, Genel Kurul Tutanağı, s.16-17.
[xxx]Doçent. Dr. Sevin TOLUNER, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No. 2309, Fakülteler Matbaası, İstanbul – 1977, s. 21.
      Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.
     Ayrıca bknz. Seha L. MERAY, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Devletler Hukuku Profesörü, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 - 58, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 300.
[xxxi] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 1. Kitap, 2001, s. 169 - 182.
[xxxii]  http://www.milliyet.com.tr/-kibris-ta-cozume-cok-yakiniz--kibris-2206533/
[xxxiii]  http://www.mgk.gov.tr/index.php/24-nisan-2008-tarihli-toplanti
[xxxiv] http://www.mgk.gov.tr/index.php/05-nisan-2004-tarihli-toplanti
       http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxviii] http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxix] BMGS'nin 8 Mart 1990 tarihli  ve S/21183 sayılı Raporu.
[xl] BMGS'nin 21 Ağustos 1992 tarihli ve 24472 saylı Raporu.
[xli] http://www.abhaber.com/yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kocaskibrisli-turkler-ile-rumlar-arasinda-osmosis-telkin-etti/
[xlii]http://www.spiegel.de/international/europe/turkish-cypriot-foreign-minister-says-reunification-close-a-961776-druck.html
[xliii]  http://www.haberler.com/ab-bakani-ve-basmuzakereci-bozkir-aciklamasi-7283086-haberi/
     http://www.kibrisgazetesi.com/?p=759689
[xliv]  http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-davutoglu-muzakereler-yeni-bir-ivme-kazandi/haber-339102
[xlv] John REDDAWAY, Burdened with Cprus, The British Connection, 1986, s. 159.
[xlvi]  http://cyprus-mail.com/2016/02/11/anastasiades-tells-cypriot-solution-will-be-an-honourable-compromise/
[xlvii]  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kotzias-ile-ortak-basin-toplantisi.tr.mfa
[xlix] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/joint-statements-of-foreign-minister-kotzias-and-the-president-of-the-cyprus-house-of-representatives-yiannakis-omirou-following-their-meeting-athens-20-january-2016.html
[l]  http://www.kibrisgenctv.com/güney/cavusoglu-fileleftheros-gazetesi-ne-konustu.html?tmpl=component&print=1
[li] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-rum-_fileleftheros_-gazetesine-verdigi-mulakat_-28-subat-2016_-istanbul.tr.mfa
[lii] (Carol Migdalowitz  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19.  
https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33497.pdf
[liii] BMGS'nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu.
[liv] http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=53510.
[lv] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1161288-davutoglu-abye-adimi-kibrista-atabiliriz.
[lvi]  http://www.trthaber.com/haber/gundem/ab-turkiye-iliskilerinde-yeni-bir-donem-baslayacak-230446.html.
[lvii] http://www.abhaber.com/bozkir-kibrista-cozumu-umut-ediyoruz-insallah-baharda/.
[lviii] http://www.detaykibris.com/belki-kibris-sorununun-cozulememesinin-nedeni-de-rahmetli-denktastir-video-72428h.htm
[lix]  BMGS'nin 7 Ocak 2016 tarihli ve S/2016/15 sayılı Raporu.
[lx]  http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=59957

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2016/06/22/8454/milli-kibris-davamiz-nereye

***