Hüsamettin Cindoruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüsamettin Cindoruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 39

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 39


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,




RP’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerindeki 
bu başarısının ardından toplumda ve kamuoyunda “İslami kesimin neden bu kadar teveccüh gördüğü” tartışılıyordu. Bu bağlamda 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra İslami kesime tavizler verildiği gibi görüşler dile getiriliyor ve bunun yanında RP’nin, İmam-Hatip Liselerinin ve Kuran Kurslarının faaliyetleri desteklemesi ve bu kurumların arkasında olduğu imajını yansıtması bu büyümenin ve teveccühün en önemli perde arkasıydı. Bu büyüme bazı kesimlerin daha da endişelenmesine neden olmuş ve “Buna önlem alınmalı ve siyasal İslam’ın önüne geçilmeliydi” şeklinde kamuoyunda bir algı oluşturulmak istenmiştir. 
RP artık Birinci parti olmuştu; ama kesinlikle hükümet olmamalıydı (Çetinkaya, 
2005, s.83). Basın ve medya organları başta olmak üzere kamuoyunda İslami kesim ve RP adına büyük bir psikolojik hareket başlatılmış, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan “Hükümet Kurmamalı” söylemleri günlerce TV kanallarında ve gazetelerde yer edinmişti. Böylece ülkede ki siyasi tansiyon iyice yükselmiş ve sonunda ANAP ve DYP koalisyon hükümeti kurulmuş ve siyasetin yüksek olan tansiyonu düşürülmeye çalışılmıştır. Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümeti döneminde MEB Turan Tayan’a verilmiş olması bazı kesimler tarafından “Askerin Sevdiği Bakan” şeklinde yorumların yapılmasına sebebiyet vermiştir (Akpınar, 2001, s.146). Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan bu dönem içerisinde hemen “restorasyon” faaliyetleri ile örtüşen çalışmalara başlamış ve 13 Mayıs 1996’da XV. Milli Eğitim Şurası toplanmıştı. Şuranın en önemli konusu 2000’li yıllarda ki Türk Eğitim Sisteminin nasıl olması gerektiği konusu idi. Ancak toplantının günler öncesinde 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi gündeme gelmiş ve tartışmalar şura öncesinde başlamıştı. Şura hakkında kamuoyunda hâkim olan ortak kanı İmam-Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatmak olduğu yönündeydi. Aslında kimse 8 yıllık zorunlu eğitime karşı değildi. Çünkü 8 yıllık zorunlu eğitim 1946’dan beri uygulanmak istenen projeydi. 1946 yılında ki III. Milli Eğitim Şurası’nda ele alınan bu konu I. Nihat Erim Hükümeti programında da yer almıştır. Sonraki dönemlerde de toplanan eğitim şuralarında da bu konu ele alınmış ve hükümet programlarında yer almıştır. Toplanan şuralarda eğitim konuları 
görüşülmüş ve 8 yıllık eğitimin “Kesintili mi ya da kesintisiz mi” uygulanacağı tartışma konusu olmuştur. Çünkü XV. Milli Eğitim Şurasına kadar işleyen süreçte 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” olacağı söylenmiyordu. Aksine ilköğretimin ikinci kademesi olan 6. , 7. ve 8. sınıflarda öğrencilere yönlendirilme yapılması arzu ediliyor, yani 5+3 modeli uygulanmak isteniyordu. Bakanlığın Şura öncesinde de yapmış olduğu çalışmalar bu yöndeydi (Çetinkaya, 2005, s.84). Bu bağlamda geniş katılımlı ve oldukça geniş alanı kapsayacak çalışmalar neticesinde, 13 ayrı bölgeden gelen raporlar neticesinde 8 yıl mecburi eğitimin kesintisiz olmasına karşı çıkıyor, 5+3 modelinin pedagojik olarak daha uygun olacağı yönünde görüşler bildiriliyordu. Şura, “Parasız Eğitim” talebiyle MEB önünde toplanan sol görüşlü bir grubun gösterisi ile başlamış olmakla beraber şura da; İlköğretim ve Yönlendirme, Ortaöğretim Yeniden Yapılanma, Yükseköğretime Geçişin Yeniden Yapılandırılması, Eğitimin Finansmanı ve Toplumun Eğitim İhtiyacının Yeniden Karşılanması adı altında beş ayrı komisyon kurulmuştur (Çetinkaya, 2005, s.84). 
Özellikle yapılan bu çalışmalar ve kurulan komisyonlar sonrasında 8 yıllık 
eğitim konusunda çalışmalara başlanmış ve özellikle dikkat çeken noktalardan biri, Bakanlık tarafından üyeleri belirlenen 117 kişilik komisyonda çoğunlukla “Kesintisiz eğitimi” savunan isimler dikkat çekmekteydi. Yani komisyon genelde “Kesintisiz eğitimi” savunanlardan meydana geliyordu. 

Türk Eğitim Sendikası, zorunlu eğitimin kesintisiz olmasına karşı iken Eğitim 
Sendikası ise; zorunlu eğitimin kesintisiz olmasını savunuyordu. Bununla beraber 
eğitim konusunda yine siyasilerin, askerlerin ve bürokratların görüşlerinin yanı sıra eğitime pedagojik olarak yaklaşanlar “kesintisiz” kararının çıkması çabası 
içerisindeydiler. ÖNDER (İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği) 
gazetelere ilanlar vermekle beraber bu ilanlarda “8 yıllık zorunlu eğitimin ülkemiz için faydalı olacağı, eğitim seviyesinin yükselmesi ile beraber daha ileri seviyelere 
yükseleceği inancını taşıyorlardı. Bunun yanında 8 yıllık eğitime karşı olmak bir tarafa ülkemiz şartları elverir ise eğitimin 11 yıl olması ülkemiz için daha faydalı olacağı kanısındayız” şeklinde açıklamalar yapıyorlardı. Ancak zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasının İmam Hatip Liselerinin kapanmasına vesile kılınmak istenmesi kabul edilmez bir durumdur. 8 Yıllık zorunlu eğitimde Başbakan Tansu Çiller’in de ifade ettiği gibi “5+3 yıl uygulanmalı, 5. yıldan sonra öğrenciye diploma verilerek, öğrenci zorunlu eğitimini istediği yerde (klasik lise, kolej, meslek lisesi, çıraklık okulu, Kur’an Kursları mesleki kurslar, imam hatip liseleri vb.) eğitimini tamamlayabilmelidir. 5. Yıldan sonra diploma verilmeyerek 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına gidilmesi tamamen İmam Hatip Liselerinin kapanmasına yönelik bir harekettir ve ülkemiz düşmanlarının bir oyunudur” (Çetinkaya, 2005, s.86-87) şeklindeki görüş bildirmeleri oldukça anlamlıdır. 

Eğitim konusu artık sadece toplanan şuranın en önemli gündemi olmakla 
kalmamış ülkenin gündemi haline gelmişti. Özellikle toplanan Milli Eğitim Şurasına 8 yıllık kesintisiz eğitim damgasını vurmuştu. Eğitim konusunda ülkede 14 Şura toplantısı yapılmış ancak hiçbiri bu kadar ülke gündemine oturmamıştı. Ülke ve gündem adeta 8 yıllık kesintisiz eğitim konusuna kilitlenmişti. TV Kanalları ve gazeteler yorumlar yapıyor, bazı gazeteler eğitime önem veriyor, eğitim hakkında görüşler açıklanıyor ve şura üyeleri üzerinde adeta baskı kurmaya çalışılıyordu. 
Eğitim konusu ülke gündemi meşgul ederken, Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM 
Başkanı Mustafa Kalemli ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel toplanan şuraya 
katılmış ve hiçbir şuraya katılmayan ve şura gündemlerinden adeta habersiz olan devlet erkânının şuraya bu kadar ilgi göstermesi oldukça dikkat çekiciydi. 
İlköğretim ve Yönlendirme Komisyonu’nda beklenen gerçekleşmiş ve İmam 
Hatip Lisesi, Anadolu lisesi ve bazı meslek liselerinin 3 yıllık orta kısımlarının 
kapatılarak ilköğretimin kesintisiz yapılması kararı 28’e karşı 58 oy ile karara 
bağlanmıştı. Bütün bu yaşanan gelişmeler ile beraber gerçeği aslında kimse görmemişti. 
Önceden planlanmış olan sistem işletilmeye konulmuş ve Şura’dan “Kesintisiz Eğitim” kararı çıkmıştı. XV. Milli Eğitim Şurası’nda konu ile ilgili olarak resmi karara baktığımızda: “Yakın bir gelecekte 5-6 yaş okul öncesi eğitim ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, 8 yılın sonunda tek tip diploma verilmeli, 9. sınıf liseye ya da mesleki teknik eğitime yönlendirme yılı olmalı; böylece ilköğretim zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır. 
Çocukluğun tam yaşandığı, çocukların kendilerini, ailelerinde çocuklarını tanıdığı bu dönemde bulunanlar çırak yapılmamalıdır. Uzun vadede zorunlu eğitim 18 yaşını kapsayacak şekilde düzenlenmelidir” (Çetinkaya, 2005, s.88-89). 
İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatacak bu karar nihayetinde tavsiye 
kararı mahiyeti taşımaktaydı. Çünkü Milli Eğitim Şuraları Bakanlığın danışma organı niteliğinde olup verdiği kararların herhangi bir bağlayıcılığı yoktu. Bunun en önemli göstergesi ise şuralarda alınan yüzlerce kararın gerçekleşmemiş olmasıydı. 
Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı bir anlamda hükümet krizine dönüşmüştü. Bu karar sonrasında ANAP ve DYP Koalisyonu  ortaklığında kurulan hükümet içerisinde gerilimler yaşanmıştır. Şuranın toplanmasından 15 gün önce basın ve medya organlarına, ANAP yönetiminin yaklaşmakta olan kongre öncesinde muhafazakâr kanada daha şirin gözükmek amacıyla 53. Hükümet programında 8 yıllık eğitim ile ilgili ilkelerin saptırıldığı haberi yansımış ve buna göre ANAP grubuna korsan bir programın dağıtılmış olması temel eğitimin 3 yıllık ikinci kademesinde “din, teknik ve sanat gibi alanlarda” yönlendirilmeye işlerlik kazandırılacağı ifade edilmiştir. Bu atılan adımlar DYP kanadından tepki ile karşılanmış ve hükümete destek veren CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tarafından da tepki ile karşılanmış olmakla beraber eğitimin 8 yıla çıkarılmasının sulandırıldığını ifade etmiştir (1 Nisan 1996), Sabah, s.1. Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan çok geçmeden çalışmalara başlamış ve 8 yıllık kesintisiz eğitim kapsamında İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılacağını ifade etmiştir. Ancak yapılması gereken hala önemli işler bulunuyor du. Bu işler içerisinde önemli bir nokta dikkat çekiyor ve bazı kesimler imam hatip lisesi mezunlarının devlet bürokrasisi içerisinde yer almasını istemiyorlardı. Çünkü üniversite sınavlarında beklenenin üzerinde başarılı olan bu öğrenciler kendilerine biçilen “imamlık” rolünün dışına çıkıyor ve çeşitli meslek dallarına yöneliyorlardı. Öncelik olarak bu konuda çalışmaların yapılması gerekiyordu. Talim ve Terbiye Kurulu toplanan XV. Milli Eğitim Şurası sonrasında Mayıs ayı içerisinde bir toplantı daha yapmış, toplantıda lise öğrencilerine çeşitli alanlar verilmesi ve bu alanlara göre üniversitelere girilmesi istenmiştir. Toplanan bu kurul orta öğretimde alan belirleme işlemini gerçekleştirerek İmam Hatip Liselilerinin üniversiteye giriş sürecinde alansız bırakmıştı. Yani bu karar bağlamında imam hatip liseli öğrencilerin alanı olmayacak hukuk, siyasal, uluslararası gibi bölümlere girmeleri engellenecekti. Netice itibariyle de beklenen oldu ve imam hatip liseleri, başlayan yeni süreçle beraber sadece İlahiyat Fakültelerine öğrenci gönderecek düzeye getirildi. Bu yeni uygulama ile beraber 1999 yılında YÖK tarafından üniversiteye giriş sisteminin değiştirilmesi ve meslek lisesi öğrencilerine düşük kat sayı uygulaması ile imam hatip liselerinin sınavda bu tür alanlara girmesinin tamamen engelleneceği süreçte böylece başlamış oldu (Çetinkaya, 2005, s.90-91). 

Eğitim sisteminde yapılan bu köklü değişim ülke gündemini adeta etkisi altına 
almış olmakla beraber siyasi yaşam literatüründe “Zoraki Nikâh” diye ifade edilen Ana-Yol Hükümeti’nde de işler pekiyi gitmiyordu. Hükümet kendi içerisinde ki 
hesaplaşmaların içine düşmüş ve DSP’nin desteği ile yoluna devam ederken büyük bir darbe de Anayasa Mahkemesinden gelmiştir. RP’nin eylemleri sonrasında hükümetin güvenoyu iptal edilmiş ve bununla beraber RP 27 Mayıs 1996’da Başbakan Mesut Yılmaz hakkında gensoru önergesi vermiştir. Bu eylem karşısında Başbakan Mesut Yılmaz, gensorunun görüşülmesini beklemeden 6 Haziran 1996’da istifa ederek hükümetten çekişmiştir. Bu bağlamda doğal olarak dönemin MEB Turan Tayan’ın da görevi sona ermiştir. 

Mesut Yılmaz Hükümetin düşmesinden sonra dönemin MEB Turan Tayan ile 
başlamış olan 8 Yıllık kesintisiz eğitimin ne olacağı da tartışma konusu olmuştur. 
Bilindiği üzere siyaset boşluk kaldırmazdı. Mesut Yılmaz Hükümetinin istifası üzerine RP lideri Necmettin Erbakan Başbakanlığında ve DYP lideri Tansu Çiller ortaklığında kurulacak olan Refah-Yol Hükümeti’nin temelleri atılmaya başlanmıştı. RP kanadı 8 yıllık eğitim konusunda Ana-Yol Hükümeti’nin MEB olan Turan Tayan’a karşı tavır almıştı. Turan Tayan kurulacak kabinede yer almış olsa bile kesinlikle Milli Eğitim Bakanı olmayacağı görüşü parti kanadında hâkim olmuştur. Beklenen olmuş, Turan Tayan kabinede yer almıştı. Ancak asker tarafından sevildiğini ifade eden Turan Tayan, Milli Eğitim Bakanlığına değil de Milli Savunma Bakanlığına getirilmiştir. Yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti protokolünde eğitimle ilgili 4 maddeye yer verilmiş ancak şu iki madde oldukça dikkat çekici olmuştur: 
1. Zorunlu eğitim, 8 yıla çıkarılacak, öğrencilerin ilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli meslek alanlarında eğitim görebilmeleri için ilköğretimin 
ikinci kademesinde yönlendirme sistemine işlerlik kazandırılacaktır. 
2. YÖK yeniden düzenlenecek ve sadece koordinasyonun sağlanmasında sorumlu bir yapıya kavuşturulacaktır. 
Yukarıda ki ifade edilen maddelerden 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” uygulanmayacağı sonucu ortaya çıkıyordu. Ancak askeri kanadın bu anlamda hassas 
olduğu hem 8 yıllık kesintisiz eğitim hem de üniversiteleri 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden bu yana elinde tutan YÖK ile ilgili kararı oldukça tepki çekeceği 
anlaşılıyordu. 
Refah-Yol Hükümeti’nin koalisyon ortağı olan DYP, 8 yıllık kesintisiz eğitim konusunda ortağı olan RP’nin tepkisini çekmek istemiyordu. Dönemin DYP’li Milli 
Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’da kesintisiz eğitim modelini zaten benimsemiyor du. Kesintisiz eğitim konusunda ki görüşünü, TBMM’de 1 yıl sonrasında vermiş olduğu ret oyu ile de ispat etmiştir. Ana-Yol Hükümeti döneminde Milli Eğitim Bakanı olan ve askeri kanat tarafından sevildiğini ifade eden Turan Tayan ise XV. Milli Eğitim Şurası’ndan itibaren kesintisiz eğitim modelinin mimarıydı (Çetinkaya, 2005, s.92). Türkiye’de eğitimin kesintili mi kesintisiz mi olacağı tartışmaları devam ederken RP’nin iktidara gelmesi ile ülkede ki gerilim ortamı daha da artmıştı. Bütün bu yaşanan olaylar laik kesim tarafından dikkatle izlenmekle beraber ülkede ki laiklik tartışmaları başlamış, toplumda adeta bir kutuplaşma ortamı yaratılmış ve askeri kanat basın ve medya organlarını kullanarak çeşitli açıklamalar yapmaya başlamıştı. Özellikle bu dönem içerisinde RP lideri Necmettin Erbakan’ın yurt dışı gezileri özellikle, olay yaratan ve ülke gündemini derinden etkileyen Libya gezisi ve sonrasında yaşananlar başta olmak üzere İran gezisi, Taksim’e cami projesi, Kudüs gecesi, başbakanlık resmi konutta verilen iftar yemeği, kurban derilerinin toplanması, karayolu ile hacca gitme, imam hatip liseleri, başörtüsü sorunu ve Susurluk olayı ile yaşananlar ülkede bulunan 
gerilim atmosferini daha da yükseltmekle beraber siyasetin tansiyonunu da etkilemiştir. 

Bütün bu yaşanan olaylar kamuoyunda dikkatle izlenmekle beraber basın ve 
medya organları tarafından da her geçen gün yaşanan olaylar manşetlerde yer alıyor ve toplumda bir kutuplaşma ortamı yaratılmak isteniyordu. Siyasetin bu yüksek tansiyonu 28 Şubat 1997 günü adeta tavan yapmış ve kamuoyunda “post-modern darbe” olarak bilinen ülkenin geleceğine yön verecek olan 18 maddelik tarihi MGK kararları alınmıştır. Alınan bu kararların 3 maddesi doğrudan MEB ilgilendiriyordu; Bu kararlara baktığımızda; 
. “ 8 yıllık kesintisiz Eğitim uygulanmaya konulmalı, Kur’an kursları MEB’e devredilmelidir. 
. Tarikatlara bağlı özel yurt ve okullar Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devredilmelidir. 
. Atatürk inkılaplarına sadık din adamları yetiştirmek için, eğitim kurumları 
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.” 

28 Şubat MGK Kararlarının açıklanması sonrasında RP dışında, ANAP, DYP, 
DSP ve CHP temsilcileri hükümeti beklemeden bir araya gelerek 5 yıllık temel eğitimin 8 yıla çıkarılması için 5 Mart 1997 hazırlamış oldukları ortak yasa teklifini TBMM Başkanlığına sunmuşlardır (Çetinkaya, 2005, s.93). 
Yaşanan bu gelişmelere başta askeri kesimler olmak üzere diğer birçok kurum 
ve kuruluşlar destek veriyor, 1994 yerel seçimleri ve 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkan RP’nin gücünün her geçen gün artığını, siyasal İslam’ın yaygın bir güç haline geldiğini sayıları her geçen gün artan İmam Hatip liseleri ve Kur’an kursları hakkında acilen bir önlem alınması gerektiğini düşünüyorlardı. Korku ve endişe içerisinde bulunan kamuoyunda artık bir restorasyon dönemi başlamalı, imam hatip liselerinin orta kısımları kapatılmalı, bütün bireyler 8 yıllık tek tip eğitim sürecinden geçtikten sonra isteyenler Kur’an kurslarına gidebilmeli, imam hatip liselileri sadece imamlık mesleğine yönelmek dışında başka mesleklere yönelimleri engellenmeli, tarikat okulları ve yurtları kapatılmalıydı. 
28 Şubat tarihi MGK sonrasında eğitim ilgili kararlar alınmış ve sıra bu kararların uygulanmasına gelmişti. Refah-Yol Hükümeti’nin bu kararları uygulamaya hiç niyeti olmamakla beraber alınan bu MGK kararlarının bir tavsiye niteliği hükmünde olduğunu ifade ediyordu. 
Yaklaşık 1 ay boyunca bu kararların uygulanmalı-uygulanmamalı tartışmaları yapılmış olmakla beraber uygulanmadığında ortaya çıkacak sorunlar üzerinde durulmuş ve netice itibariyle kararların uygulanacağı bir atmosfer oluşturulmuştu. 
28 Şubat sürecinin askeri kadrosu alınan kararlardan memnun olmakla beraber 
bu kararların uygulanması konusunda ısrarcıydı. Asker, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi sonrasında da 8 yıllık temel eğitimi istemiş ve bu yönde çalışmalar başlatılmıştı. Başlatılan bu çalışmaların ANAP dönemi içerisinde rafa kaldırıldığı bilinmekle beraber son 28 Şubat MGK toplantısında alınan bu kararların ülkede ki siyasal İslam’ın ve dinsel yükselişin önünü keseceği tahmin ediliyordu (10 Mart 1997), Yeni Yüzyıl, s.1. 28 Şubat sürecinin askeri kadrosu alınan kararlardan memnun olmakla beraber bu kararların uygulanacağından yana tavır almıştır. 8 yıllık kesintisiz eğitim ile ilgili haberler askeri harekete geçirmiş ve MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç hükümetin uygulamaları ile ilgili ziyaretler düzenlemeye başlamıştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’ı ziyaret eden MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç; 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” olması yönündeki düşüncelerini ifade etmiş ve sonrasında Diyanet işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Nevzat Ercan’a giderek “Atatürk’ün din düşmanı ve vatan haini olarak gösterildiği ve Kur’an Kursları’ndan duyulan rahatsızlığı” ifade etmiştir (8 Mart 1997), Hürriyet, s.1. Askeri kanat, Kur’an Kursları ile ilgili hazırlamış olduğu raporu daha öncesinde de MGK’nın sivil üyelerine sunmuş ve bu kurslarda eğitim gören öğrencilerin nasıl yemin ettiklerine ilişkin videokasetlerini göstermiştir. 
Bu yeminlerin içeriğine baktığımızda öğrencilerin “Şeriat Devleti” için savaş andı içtikleri ve Atatürk hakkında ağır ifadelerin kullanıldığı bilinmektedir (5 Mart 1997), Milliyet, s.1. Yaşanan bütün bu gelişmeler adeta hükümet üzerinde psikolojik bir baskıyı ifade etmekle beraber asker, 31 Mart 1997 MGK toplantısında hükümete süre tanımaya karar vermiş ve yapılan toplantıda 28 Şubat 1997 MGK karaları gündeme alınmamıştır. 

Askeri kanat 28 Şubat kararları ile ilgili değerlendirmeyi Nisan ayı sonunda ki 
yapılacak olan toplantıya bırakmış ve askeri komutanlar kararların uygulanması 
konusunda gelişmeleri izlemek üzere MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç’ı 
görevlendirmişlerdir. Org. İlhan Kılıç; MGK adına uygulamaları izleyecek ve 
komutanlara raporlar hazırlayacak ve bu hazırlanan raporlar MGK toplantılarında 
açıklanacaktı (Akpınar, 2001, s.230). 
28 Şubat karalarının uygulanmasındaki bu gecikmeler koalisyon ortağı DYP 
içerisinde de karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştur. Darbe söylentilerinin ortaya çıkması, kuvvet komutanlarının Başbakan Erbakan hakkındaki sözleri yüksek olan siyasetin tansiyonunu her geçen gün daha da yükseltiyordu. Askeri kanat, RP’nin hükümet olmasından dolayı hükümetin koalisyon ortağı olan DYP lideri Tansu Çiller’e adeta kızıyorlardı. Bütün bu yaşanan olumsuz gelişmeler Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez ve Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın istifası ile alevlenmiş ve DYP içerisinde ki çözülmeler böylece başlamıştı. 
Bu gelişmeler sonrasında 26 Nisan 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısında 
asker, hükümetin irtica ile olan mücadelesini samimi bulmadığını açıklamış ve yeni bir süreci başlatmıştır. Kamuoyunda askerin darbe yapmak niyetinde olmadığını; ancak bu kez görevin “Silahsız Kuvvetlere” düştüğünü ifade eden askeri kanat, işlerin sivil toplum örgütlerinin eli ile yapılacağını vurgulamış ve Genelkurmay karargâhında verilen brifinglerle bu süreç başlatılmıştır. Asker, işçi-işveren kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, medya ve yargı mensupları ile açıktan temas kuruluyor, MASK’ın değiştiğini, irticayla mücadele için gerekirse silah bile kullanılabileceğini ifade etmişlerdir (Çetinkaya, 2005, s.95-96). 
26 Nisan 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısından sonra asker, “Silahsız 
Kuvvetler Devrede” diyerek artık yeni bir sürecin başladığını ifade etmiştir. 28 Şubat kararları ve sonrasındaki eğitim ile ilgili olan konulara özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim tartışmaları damgasını vurmuş ve herkesin ortak paydası haline gelmiştir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Deneğinden, Türk Kadınlar Birliğine; TOBB’dan Ziraat Odaları Birliğine kadar herkes 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması ve Kur’an Kurslarını kapatılmasını istiyorlardı (Çetinkaya, 2005, s.96). Bu yaşanan gelişmeler ülkede ki İmam Hatip lsiselerinin ve Kur’an kurslarının varlığını artık tartışma konusu haline getirmiştir. 11 Mayıs 1997’de İmam Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmaması için İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen miting gösterisi adeta bir provokasyona dönüşmüştür. Özellikle İmam Hatip liselerinin ve Kur’an kurslarının geleceği için toplanan göstericiler arasında Cumhuriyet ve laiklik ilkelerini savunan kişilerin çıkması ile olaylar daha da artmış ve koalisyon ortağı RP milletvekili Yasin Hatipoğlu’nun 8 
yıllık eğitimle ilgili olarak MGK’ya göndermeler yapması ve 160 milletvekili adına 
sine-i millete döneriz çağrısı daha büyük tepkilerin artmasına neden olmuştur 
(Çetinkaya, 2005, s.97). Meydana gelen bu olaylar kamuoyunda büyük bir 
huzursuzluğun doğmasına neden olmuştur. İmam hatip ve Kur’an kurslarının geleceği hakkında yapılmak istenenler toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmüyordu. 
Bununla beraber “Silahsız Kuvvetler” olarak nitelendirilen sivil toplum kuruluşları artık her alanda varlığını hissettirmeye başlamış idi. 
19 Mayıs 1997’de ki kutlama törenlerinde Başbakan Erbakan adeta yuhalanmış ve RP’li bazı kimselerin kasetleri elden ele dolaşır hale gelmiştir. Bütün bu yaşananlar hükümet üzerinde kurgulanmaya çalışılan psikolojik hareketlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmış ve darbesöylentileri arasında DYP’den yine istifa sesleri ve kopmalar başlamış ve Hüsamettin  Cindoruk  başkanlığında kurulan DTP çatısı altında birleşmişlerdir. 
Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmeler sonrasında, Türk siyasal hayatında ve 
Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası olan, tarihe “28 Şubat Süreci” olarak geçen bir dönemin RP ve DYP ortaklığında kurulan, yaklaşık 11 ay görevde kalan Refah- Yol Hükümeti’nin dağılması ile sonuçlanmış gibi gözükse de aslında bu süreç sonrasında askerlerin; Refah-Yol Hükümeti’nin dağılması sonrasında Genelkurmay Karargâhında ki subaylara verilen brifinglerde bazı üst düzey komutanların şu sözleri söylediği ve daha sonrasında ise kamuoyuna yansıtıldığı bilinmektedir; “Arkadaşlar! Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa silahlı kuvvetler öncülüğünde, sivil toplum örgütleri ve halkın desteğiyle Türkiye’yi laiklikten uzaklaştırmaya çalışan güçler engellenmiştir. Bu, silah kullanılmadan rejimin öz gücü ve sivil inisiyatif ile yapılan post-modern bir darbedir” (Akpınar, 2001, s.329) şeklinde ifade edilmiştir. 

40. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 20

 28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 20


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,Refah-Yol Hükümeti, Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Refah-Yol Hükümeti ,



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

4. 28 ŞUBAT 1997 MİLLİ GÜVENLİK KURULU KARARLARI ve SONUÇLARI 

Refah-Yol Hükümeti’nin, kurulduğu günden itibaren iç ve dış politikada göstermiş olduğu siyasi tavırlar, şeriat ve irtica olaylarının hep gündemde olduğu, irticai tutum hareketleri ve davranışları, laik ve demokratik siyasi kesim, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları basın-yayın organları, medya ve TSK başta olmak üzere, ülkenin tüm kesimlerinde giderek artan olaylar ve bunların sonucunda ortaya çıkan tepkiler çeşitli olayları da beraberinde getirmiş idi. 
27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 
28 Şubat tarihli MGK toplantısı gündemine “İrticai Faaliyetler” konusu da ele alınmıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Genel olarak ülkede çeşitli kesimler büyük bir huzursuzluk içeresinde idi. 
Şeriatçılar başta olmak üzere bütün dini kesimler adeta huzursuzdu, ne zaman laik ve demokratik Cumhuriyet’i yıkıp da yerine şeriatçı bir yönetim kurulacak düşüncesi içerisinde bekliyorlardı. Bunun yanında laik demokratik kesim de tıpkı dini kesim gibi huzursuz bir atmosfer içeresinde idi. Çünkü şeriatçıların laik ve demokratik düzeni yıkacaklarından endişe ederlerken bunları kimin durduracağı zihinlerde yer etmişti. 

Bunların yanı sıra asker ise içten içe huzursuzluğunu dile getirmeye başlamış idi. Asker tamamen hükümet üzerinden faaliyetlerini yürütmekle beraber bu hükümetin irticai faaliyetlerini önlemek için gerekli olan önlemlerin bir an önce alınması yolunda önemli adımların atılması gerektiğine inanıyordu (Bölügiray, 1999, s.23-24). 28 Şubat Kararları öncesi artık düğmeye basılmıştı, bazı çevreler ve güç odakları Refah-Yol Hükümetine karşı harekete geçmek için girişimlerde bulunulmaya başlamıştı (Özer, 2011, s.79). Bu durum başta kamuoyu ve medyayı etkisi altına almış olmakla beraber durum hükümet cephesinden tamamen farklı bir tutum içerisinde izlenmekte idi. 
Bununla beraber yetkili makamlardaki durum ve en önemli unsur olan TSK’da ki durum tamamen farklı olmakla beraber; kamuoyu, medya, hükümet, yetkili makamlar ve TSK 28 Şubat öncesi tavırlarını ortaya koymuş ve 28 Şubat MGK Kararları öncesi durumu şöyle özetlemişlerdir. 

4.1. Kamuoyu ve Medyadaki Durum 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devlet içerisinde zaman zaman 
yolsuzluk, rüşvet ve iltimas olayları gündeme gelmiş olmakla beraber çoğu zaman bu olaylar karşısında devlet ve hükümetler hiçbir faaliyette bulunmamışlardır. Refah-Yol iktidarı döneminde kadar çoğu yolsuzluk, hırsızlık, çürümüşlük ve yozlaşmışlık karşısında sessiz kalan çoğunluk Refah-Yol iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısının her geçen gün biraz daha yıkılması karşısında nihayet harekete geçmiş ve artık sesini çıkarmaya başlamıştı (Bölügiray, 1999, s.24). Bu yaşanan olaylar “Susurluk Olayı” ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış “yolsuzluk, çete, irtica” faaliyetleri ile bu dönem içerisinde mücadele edilmeye başlanmış idi. 
Kamuoyu içerisinde o dönem oldukça etkili olan şeriat ve irtica konuları 
toplumda büyük bir panik ve endişe yaratmış olmakla beraber, belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından çeşitli eylemler başlatılmıştı. 
Bu eylemler içerisinde en dikkat çekeni ise “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adı verilen eylemler ön plana çıkmış ve kendilerine “Yurttaş Girişimi” adı verilen gruplar tarafından yapılmıştır. 1-29 Şubat günleri süresince her gece saat 21.00’de evlerin büyük çoğunluğu elektriklerini 1 dakika süre ile yakıp söndürürmüşlerdir. Bu eylemler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmiştir, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Bu eylem planlarının yanında kimi insanlarda sokaklarda küme küme toplanmaya şarkılar ve türküler söyleyerek, düdük çalarak, alkış tutarak, tencere ve tavalara vurarak yapılan bu eylemi sesli bir protestoya dönüştürüyorlardı. “Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” dalga dalga yayılırken, ilk kez böyle bir protesto eylemi olduğu için dünyanın da ilgisini 
çekmiş olmakla beraber olay uluslararası medyanın da gündemine girmiştir (Bölügiray, 1999, s.24). 
   Bu eylemcilerin amacı “Temiz Devlet-Temiz Toplum” sloganı ile Türkiye 
Cumhuriyeti’nin tarafsız yurttaşları olarak yaşanan bu olaylara tepkileri göstermek idi. 
Sessiz Çoğunluk” taraftarları; “Bir yandan konuşmaya değer hiçbir haklı sözü 
olmadığı halde konuşanlar, öte yanda konuşulacak çok şeyi olduğu halde susan, 
susturulan toplum, toplum olarak yaşamda bize sunulan sessiz çoğunluk rolünü bu sefer reddediyoruz” (Bölügiray, 1999, s.25) vb. açıklamaları ile düzen, adalet, hak, hukuk, laiklik ve demokrasi vurgusu yapmışlardır. Bu eylemler gün geçtikçe Refah-Yol Hükümeti aleyhine bir krize dönüşmekle beraber özellikle Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın eylemciler için “Mum Söndü” oyununu ile benzerlik göstermesi şeklindeki açıklamaları ile olaylar daha da ateşlenmiş ve başta kamuoyu olmak üzere Alevi vatandaşların tepkisini çekmiştir. Kuşkusuz bu olay ilk ve en büyük sivil hareket olması açısından dikkat çekmiş ve etkileri uzun yıllar sürmüştür. 

Belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından 
ortaya konulan bu eylemlerin yanında işçi, işveren, sağ ve sol gruplar, esnaf, doktor, avukat vb. tüm demokratik ve laik kitle örgütlerinin bir araya gelmesi ile oluşan “Sivil Toplum Örgütleri’nin” oluşturduğu TÜRK İŞ, DİSK, TÜSİAD, KESK, TOBB vb. örgütlü grupların yöneticileri parti liderlerini ziyaret ediyor ve isteklerini anlatıyorlardı. 
Bu gruplar genel olarak “siyasi partilerin ve parlamentonun kamuoyunun beklenti ve isteklerine cevap veremediği, halkın gerisinde kaldığı, Atatürk’ün şahsına ve temsil ettiği çağdaşlaşma anlayışına yönelik saldırıların olduğu, laik Cumhuriyet düzenini şeriat tehlikesi altına girdiği, çetelerin ve mafyanın devleti ve kurumlarını ele geçirmeye çalıştığı, meclisin halktan kopuk olduğu” (Bölügiray, 1999, s.26) vb. söylemleri kamuoyunun rahatsızlığını dile getirmiş olmakla beraber Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in bu durum karşısında sessiz kalmış olmaları olayların daha da rahatsız verici bir hala gelmesine sebep olmuştur. 
Kamuoyundaki gelişmeler ve huzursuzluk ortamı genel olarak böyle olmakla 
beraber özellikle o dönemde toplumda büyük bir etkisi olan ve yaşanan olaylara yön verebilen medya organları açısından ise durum tüm detayları ile ele alınıyor ve kamuoyuna yansıtılıyordu. 

28 Şubat Süreci MGK Kararları öncesi durum medya açısından ele alınacak olur 
ise; laik, demokratik ve bağımsız medya her geçen gün rejim, laiklik ve demokrasi kavramalarını yıkmak isteyen RP’nin yaptığı her irticai olayı, her yanlış olayı ve her yolsuzluğu sonuna kadar araştırıyor, buluyor ve kamuoyunda gözler önüne seriyordu. Bu nedenlerden ötürü medya ve hükümet arasında şiddetli bir kavga sürüp gidiyordu (Bölügiray, 1999, s.26). 

4.2. Hükümet Cephesindeki Durum 

28 Şubat süreci MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu ve medyada 
geniş bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet Cephesi’nden de yakından takip edilmekte idi. Refah Partisi; 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkmış olmasının yanında özellikle yerel yönetimlerin çoğunu ele geçirmiş olması, kamuoyunda büyük bir yankı oluşturmuştur. 

Bununla beraber özellikle RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı ve çoğunluğu ele geçirmiş olması ve RP öncesi bazı belediye başkanlarının yolsuzluk ve rüşvet iddiaları halk nezdinde sindirilmeye çalışılmış olmakla beraber Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri etrafında çalışan başkanlar ise halk tarafından takdir ile karşılanmıştır. 

RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı 24 Aralık 1995 genel seçimleri ile 
devam etmiş ve RP’ni iktidara getirmiştir. Gelişen bu olaylar ile beraber özellikle yerel ve genel idarede ki RP’nin laik ve demokratik düzeni yıkma girişimleri ve bu yönde faaliyetler düzenlemeleri toplumun laik ve demokratik çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve giderek bu durum daha da yoğunlaşmıştır. 
Refah-Yol Hükümeti, kendi dönemi içerisinde yararlı işler yapmış olsa da 
yaratılan rejim bunalımından ötürü kamuoyunun bu yapılan yararlı işleri hiç kimsenin görmesi beklenemezdi, çünkü bütün ülkenin tartıştığı tek konu “Rejim Bunalımı” idi. 
Bu siyasi atmosferin mimarı ise Refah-Yol Hükümeti’nin kendisiydi. RP toplumda 
yükselen bu gergin atmosferi daha da tırmandırıyor, Adnan Menderes iktidarı gibi, “Ben iktidarım istediğimi yaparım” mantığı ile hareket ediyordu (Bölügiray, 1999, s.29-30). 
Bu gergin siyasi atmosfer karşında RP kendisini ikazda bulunanlara karşı ise tamamen umursamaz bir tavır sergiliyor ve ortağı DYP ise aynı tavrı takınıyordu. 
Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde her gün Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve 
demokratik düzenin sarsan bir başka olay gündeme geliyordu. Bu olayların en 
önemlileri irtica eylemleri, şeriat isteği yönünde ki bazı siyasilerin konuşmaları, 
medyayı ve yerel yönetimleri baskı altına almak, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünü değiştirerek TSK’yı MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) gibi kendi hâkimiyeti altına sokmak istenmesi gibi çabaları gösteren Refah-Yol Hükümeti ayrıca irticanın siyasi simgesi olan türbanın yasallaşması ve bu konuda ki Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamaya çalışması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami projeleri, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması vb. gibi konuları gündemine alan Refah-Yol Hükümeti yeni yeni tartışmalara ve bunalımlara sebep oluyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Refah Partisi, “Bürokrasiye hâkim olamazsanız hükümete de hâkim olamazsınız” kuralından hareketle uzun yıllar öncesi önemli görevler için hazırladıkları kişileri günümüzde devletin ve yerel yönetimlerin en etkin kadrolarına getirme 
girişimini sürdürmekle beraber RP, Türkiye Cumhuriyeti’ne uygun gördüğü şeriat 
rejiminin önünü açmak ve gerekli zemini oluşturmak için, bir yandan inkılap 
kanunlarını, özellikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kıyafet kanunu, medeni kanun ve 
toplum yaşamını düzenleyen diğer kanunları delmeye çalışmakta, yönerge, genelge ve şifahi talimatlarla bu kanunları savsaklayıp ihlal ederken bir yandan da hazırladıkları önerge ve kanun teklifleriyle muhalefete ve kamuoyuna hissettirme den bu kanunları değiştirmeye çalışmaktadır (TBMM, 2012, s.987). 

Necmettin Erbakan, lideri olduğu Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde dış 
politikada 28 Şubat sürecinin siyasi nedenlerini hazırlamış olmakla beraber adeta 
Batı’yı arka plana atmış ve dışlamış idi. Batı karşısında sergilemiş olduğu bu olumsuz tutumun aksine Doğu ile daima yakınlaşma politikaları sergilemiştir. Özellikle Orta Doğu ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiş, çeşitli İslam ülkelerine resmi ziyaretler gerçekleştirmiş ve bu ziyaretler sonucunda büyük bir tepki ile karşı karşıya kalan Refah-Yol Hükümeti âdete 28 Şubat öncesi siyasi nedenleri hazırlamış gibiydi. Başbakan Erbakan, …“Bugün Türkiye’de demokrasi var, devlet-millet kaynaşması var. Bu uyum sadece iki parti arasında değil; hükümetin, Cumhurbaşkanı ve ordu ile arasında da tam bir işbirliği ve uyum var” diyorsa da bunun tam tersine RP ve DYP dışında, hükümetin hiç kimse ile ne işbirliği ne de uyumu söz konusuydu. Cumhurbaşkanının ikazlarını dinlemeyen, kulak arkası eden, kamuoyunun tepkilerini “fesatlar” diye niteleyen, medyanın eleştiri ve uyarıları için ise “Bir kısım medyanın uydurması” şeklinde itham ediyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Birçok Refahlı milletvekili ve yöneticisi, Genel Merkez’in “Faaliyet alanınıza 
girmeyen işlere karışmayın, partimizi güç durumda bırakacak tutum ve davranışlardan sakının” diye uyarı genelgelerine karşın, irtica yanlısı tutum ve davranışları daha da hızlanarak ilerliyordu. RP’si ile DYP arasında bu bakımdan gerginlik yaşanıyor, Tansu Çiller sık sık “Ben Laikliğin Garantisiyim” şeklinde açıklamalar yapıyordu. DYP lideri Tansu Çiller bu durum karşısında bir şey yapmıyor sadece seyretmekle kalıyordu (Bölügiray, 1999, s.30-31). 

4.3. Yetkili Makamlardaki Durum 

28 Şubat süreci içerisinde MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu 
ve medyada büyük bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet içinde de ayrı bir tutumun sergilenmesini beraberinde getirmiştir. Özellikle yetkili makamların başında TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamları gelmekte idi. 
TBMM içerisinde ki atmosfer ve gergin hava siyaset yaşamına da yansımıştır. 
Meclis, tamamen kilitlenmiş, çalışamaz duruma gelmiş, ülkenin yığınla yaşamsal 
sorunu ve halkın umutla beklediği konulara çözüm bulmaktan uzak, sürekli boş 
tartışmalarla ya da kulis sohbetleri ile vakit öldüren bir görüntü içerisinde idi 
(Bölügiray, 1999, s.26). TBMM’nin bu tutumu ülkede tırmanan şeriat tehlikesi ve irtica eylemleri ile artan olaylar karşısında tamamen pasif bir konumda olmakla beraber, artan bunalımlar karşısında tedbir almaktan uzaktı. 
DYP’nin RP’ye bağımlılığı gözlenirken, mecliste ki diğer partiler ise kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Meclis’in bu dağınık hali 12 Eylül dönemlerini hatırlatmakla beraber, ülkede her kesim ve insanlar her gün ayağa kalkarken, hemen hemen bütün partilerin milletvekillerinde de derin bir karamsarlık ve bıkkınlık gözlemleni yordu (Bölügiray, 1999, s.26-27). 
Oysaki ortada bulunan bu sıkıntılı durumu meclis ve milletvekilleri oluşturmakla beraber yine çözüm yolunu da kendilerinin bulması gerekmekteydi. Ancak tek sorun ise milletvekillerinin kendi istek ve sağduyularına uymak yerine liderlerinin hâkimiyeti dışına çıkmamaları ve kendi özgür düşüncelerini ifade edememeleri idi. 
28 Şubat süreci içerisinde yine yetkili makamların başında Cumhurbaşkanlığı 
makamı da gelmekte idi. Özellikle TSK’nın şeriat ve irtica konusunda ki kaygıları nın iletildiği Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı ikili görüşmelerde konuya değinmekle beraber ayrıca mektuplar yazarak da görüşlerini açıklıyordu. Başbakan Erbakan’a, Haziran 1997 ye kadar toplamda 64 mektup gönderilmiş, hiç kuşkusuz mektupların içeriği ülkede yaşanan şeriat ve irtica konuları olmakla beraber, laik Cumhuriyet yönetiminin geleceği, laiklik ve Cumhuriyet’in temel ilkelerinin korunması vb. gibi konular yer almıştır. Bunun yanında ayrıca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yolu ile Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına da irtica ile ilgili mektuplar gönderiliyordu (Bölügiray, 1999, s.27). 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu görüşlerinin ardından yakın çevresi ile 
olan diyaloglarında; “Yaşanan sorunların kaynağını hem hükümet hem de TSK 
açısından ele aldım ve anlattım” diyordu. “Ortada ciddi bir sıkıntı ve huzursuzluk 
ortamı var. Bu durum ve uyarılarım karşısında Başbakan Erbakan ve Çiller’in beni 
anladığını sanmıyorum…” şeklinde ki açıklamaları oldukça dikkat çekmekteydi. Bu 
açıklamalarının yanında yine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Yaşanan bunca 
olaya kayıtsız kalmalarını anlamıyorum” şeklinde yine açıklama yaparak bunun 
yanında meclisteki gruplardan da şikâyetçi idi. Muhalefet gruplarında ki bu kilitlenme ortada bulunan huzursuzluğa yeni kaygıları da beraberinde getiriyordu. Cumhurbaşkanı; hem hükümet hem de mecliste ki muhalefet partilerinin tutumlarından memnun olmamakla beraber adli makamlar ve mahkemelerden de hoşnut değildi. 
Cumhurbaşkanına göre; “Adalet çalışmıyor, laik ve demokratik düzene karşı işlenen suçlar var ama adalet mekanizması buna karşı yeterli ölçüde işlemiyor” şeklindeki açıklamaları ve bunun yanında irtica ve şeriat tehlikesinden RP’nin zararlı çıkacağını ancak bunları anlattığına rağmen iki cephenin de bunları anlamadığını söylüyordu (Bölügiray, 1999, s.28). 
Yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 
adeta bir denge unsuru teşkil ediyordu. Çünkü Refah-Yolcuları TSK’yı siyasete 
çekmemeleri için uyarırken, tırmanan irtica ve TSK’ya yönelik saldırılar karşısında 
kışkırtılan komutanlara soğukkanlılığı elden bırakmamalarını öğütlüyordu. Bu olumlu ikazlar TSK açısından anlaşılmış olmakla beraber, Refah cephesinde ise bu uyarıları dikkate alan yoktu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; 28 Şubat’tan birkaç gün önce Yalçın Doğan’la yapmış olduğu görüşmede “Bunların ayaklarının yere basmadığını” söylüyordu ve bunun yanında nitekim Cumhurbaşkanı Demirel’in hem Erbakan’a hem de Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu. Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almıştır (Komisyon, 2012, s.154). 
Tüm bu olumsuzluklara karşın Cumhurbaşkanı Demirel 28 Şubat öncesinde 
halkı yatıştırmaya çalışmakla beraber, Cumhuriyet’in temel niteliklerinin 
değiştirilmesinin söz konusu olmayacağını ifade ediyordu. Cumhurbaşkanı Demirel’e göre halk Cumhuriyet’i yıktırmaz, laik ve demokratik düzenden vazgeçmezdi. 
Cumhuriyet, laik ve demokratik rejimin güvence altında olduğunu izah etmeye 
çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.28-29). 

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 19

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 19


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


3.2.2.7. ABD basını ve 28 Şubat sürecinde yaşananlar 

Refah-Yol Koalisyonu döneminde ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası 
oldukça ilginç bir eğrilik izliyordu. DYP lideri Tansu Çiller’in Avrupa’ya ve ABD’ye 
vermiş olduğu güven, RP ile koalisyon kurması ile şok etkisi yaratmasına sebep 
olmuştur. Özellikle bu şok etki karşısında ABD “bekle-gör” politikası uygularken 
Refah-Yol Hükümeti’ne ve TSK’ya olan eleştirilerini sürdürüyordu (Bölügiray, 2000, s.163). ABD medyasında da durum aynı olmakla beraber RP’nin takip etmiş olduğu politikaları yakından izliyor, duyulan kuşku ve kaygıları ise yakından takip ediyordu. 
Washington Enstitüsü Türkiye uzmanı Alan Makovsky’nin “Başbakan Erbakan’ın 
Başbakanlık Kurumunu kısa sürede etkisi altına aldığı ve Türk Dış Politikasında 
öncelikle Libya, İran ve Irak gibi ülkeler ile işbirliği yapmasını oldukça önemli 
gelişmeler olmasının yanında döneme damgasını vuran gelişmeler olarak” 
değerlendirilmiştir. 
Başbakan Erbakan’ın olaylı Libya gezisi ve sonrasında yaşanan kriz hakkında 
açıklamalar yapan ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns “Biz PKK konusunda nasıl ki Türkiye’ye yardım ediyorsak, Türkiye’de Libya konusunda bize yardımcı olmalı” diyordu. Bu sözler siz Libya ile ilişki kurarsanız biz de PKK ile ilişki kurarız şeklinde yorumlanmış ve gündeme ABD Türkiye’yi tehdit ediyor (Bölügiray, 2000, s.164) düşüncelerini getirmişti. Bu gelişmelerle beraber New York Times ise; “Erbakan’ın dış politikasını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmak yerine işbirliği yapması gerektiğini ve bu işbirliğinin Türkiye siyaseti için önemli olduğunu” söylüyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesinde giderek tırmanan siyaset yaşamı; irtica 
ve Başbakan Erbakan’ın sürdürdüğü dış politika vb. gibi nedenler RP ve TSK arasında ki ilişkilerin bozulmasına sebep olmuş ve Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de “darbe” tartışmalarını beraberinde getirmiştir (Bölügiray, 2000, s.164). Buna karşın ABD Medyası Türkiye’de ki askerlerin büyük bir öfke içerisinde olduklarını ifade ediyor ve ayrıca askerin hükümeti ele geçirme girişimleri büyük bir facia doğuracağı görüşünü taşıyorlardı. 

Refah-Yol Hükümeti’nin Batı ile olan yakınlaşmasını dikkatle izleyen ABD ve 
ABD Medyası “işbirliği yapılabilir” olarak değerlendirmekle beraber, askerler dâhil 
diğer kurumlarda yakınlaşmayı olumlu buluyorlardı. Ancak Türkiye’nin iç politikası ve Refah-Yol Hükümeti’nin takip etmiş olduğu inişli çıkışlı politikalar, artan irtica 
söylemleri, hükümetin takip etmiş olduğu siyaset vb. gibi gelişmeler ülkenin dış 
politikası adına tam bir güven vermemekle beraber bu düşünce ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerini de etkiler düzeyde idi. Bu nedenlerden dolayı ABD’de birçok çevreler RP’ye tam olarak güvenmiyor, daha mesafeli ve dikkatli olunması gerektiğini ifade ediyorlardı (Bölügiray, 2000, s.165). 

Türkiye’de siyasetin nabzını tutmasını çok iyi bilen ABD yönetimi, özellikle  Genelkurmay Başkanlığı’nın brifingler vermeye başlamasının ardından, sık sık “darbe olasılığından” söz etmeye ve ABD’nin darbeye karşı olduğu yolunda mesajlar vermeye başlaması o dönem içinde oldukça anlamlı idi (Bölügiray, 2000, s.258). ABD’nin ve Avrupa’nın görüşleri aynı TSK ile örtüşmekle beraber, “parlamenter, laik ve demokratik düzenin bir kesintiye ve zarara uğramadan sürmesi ve bu yaşanan siyasi bunalıma TBMM’nin bir an önce çözüm bulması” görüşünde idi. “Bu çözümün anahtarı ise, ya Refah-Yol Hükümeti’nin istifa ederek iktidardan ayrılması ya da sağduyu sahibi milletvekillerinin çoğunluk sağlayarak, bu iktidarı düşürmesi olduğu yolunda önemli adımlar atılmalı idi” (Bölügiray, 2000, s.258). 

Genelkurmay Başkanlığı’nın bu süreç içersin de ki kaygı ve endişeleri gayet açık 
ve net olmakla beraber; Türkiye’nin İran gibi aynı yola gireceği, rejimin ve yönetimin tehlikeye uğrayacağı, şeriat tehlikesinin kapıda olduğu, tarikat ve dini liderlerin iktidarı ele geçireceği, laik devlet yönetiminin ve Anayasa’nın yerine şeriat kanunlarının getirileceği ve İslam’ın giderek her konuda toplumu etkisi altına alacağı görüşü hâkimdi. 

Bununla beraber kimi ABD medyası, generallerin, “devrim yasaları’nın” Atatürk gibi demir yumruklu yöntemlere başvurarak O’nun mirasını koruduklarını ileri sürüyorlardı. Başbakan Erbakan’ın daha İslamcı bir toplum oluşturma yolunda ki çabaları sadece askerleri değil, kendi ülkelerinde gittikçe büyüyen Müslüman nüfusla başa çıkmaya çalışan Avrupa ülkelerini arasında da huzursuzluk yaratmıştı (Bölügiray, 2000, s.258). Yaşanan bu gelişmeler ile beraber; türban krizi ve Taksim’e yapılacak olan cami projeleri ile olaylar daha da çığırından çıkılmaz bir hale dönüşmüş, Türkiye İslamcı bir devlete dönüşüyor imajını vermiştir. 1982 Anayasası’nda orduya özel bir görev tanınmış olmakla beraber, bu süreç içersin de TSK yönetime el koymak istemiyordu. İslami kesimin ve radikal İslamcıların önünün kesmek ve faaliyetlerine darbe vurmak amacı ile MGK 28 Şubat 1997 kararlarını alıyordu (Bölügiray, 2000, s.258). 
   ABD’li Analistler Refah-Yol Hükümeti’nin TSK’nın MGK Kararlarının 
uygulanması yönündeki baskıcı tavırlarına karşın daha fazla iktidarda kalamayacağını ve 12 Mart döneminde olduğu gibi bir hükümet kurulacağını düşünüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). Bu durum ABD tarafında yakından takip edilmekle beraber; 
Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımlı atmosferden dolayı, Türkiye’nin dış politikada gelişen olaylardan habersiz kalacağı ve yeterince takip edemeyeceğini, siyasi, ekonomik ve askeri projelerle ilgilenemeyeceği görüşündeydiler. 

Özellikle ABD ve Batı’nın, 28 Şubat Kararlarından sonra da müdahaleyi 
gerektirecek bir durum görmediği, yöneticilerin bir askeri müdahale halinde buna sert tepki gösterecekleri anlaşılıyordu. Laikliğin uzun vadede darbelerle korunması na olanak bulunmadığı, laikliğin ancak TBMM’nin ve laikliği koruyacak kurumların görevlerini tam yapmaları ile sağlanabileceğini söylüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). MGK’nın 28 Şubat 1997 tarihinde yaptığı toplantı Batı medyası tarafından  yakından izlenmiş olmakla beraber çok değişik yorumları da beraberinde getirmiştir. 

Özellikle, ABD Basını 28 Şubat sürecini büyük bir titizlikle takip etmiş olmakla 
beraber, kendi medya organlarında da geniş yer vermiştir. 
ABD: Associated Pres (Amerikan Haber Ajansı): “Etkin MGK, Türkiye’nin laik 
kimliğini savunma çağrısı yaptı.” 
ABD: Washington Post’un Ankara çıkışlı ve Kelly Couterlar imzalı haber; 
“Başbakan Erbakan’ın, toplantıdan sonra “Bu suni gidermek şimdi bizim işimiz” 
dediği ve ayrıca Tansu Çiller’in ise Refah-Yol Koalisyonunun bozması için 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve laik kurumların baskılarıyla karşılaştığı ileri 
sürüldü” (Komisyon, 2012, s.172). 
ABD: The New York Times “Türkiye’nin İşgüzar Generalleri (Turkey’s 
Meddlesome Generals)” başlıklı yazıda şunları yazıyordu: “Generallerin laiklik 
savunması pek çok Amerikalıya cazip gelse bile, ABD, yeni bir askeri idare düzeyinin Türkiye’ye zarar verebileceğini bilmelidir. Washington sivil bir yönetimden yana olduğunu, askerlerin hâkim olduğu bir rejime mesafe koyacağını açıkça belirtmelidir.” 
“Generallerin, 1960’dan bu yana, üç kez darbe sahnelediği bir ülkede, askeri yönetim tehdidi, ciddiye alınmak zorundadır. Laikliği savunmaktan endişe duyanlar, bu darbelerin, Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu hoş olmayan tercihlerin şekillenmesine yol açtığını dikkate almalıdır. Ordu tarafından desteklenen laik partiler, kökleri derinlere uzanan bir popülerlik yaratmakta başarısız kaldılar… Bunların aksine Başbakan Erbakan’ın RP’si Türkiye’nin çok büyük kentlerinde, nispeten temiz ve etkili belediye yönetimleri oluşturarak, tabandaki desteğini güçlendiriyor. Koalisyon, ilk başlarda İran ve Libya’ya yönelik izlediği kaygı verici politikalarından sonra, İsrail, ABD ile yakın askeri işbirliği de dahil pragmatik dış politikalar takip ediyor. Ancak kendi içinde, her bir partinin diğerini öbür tarafa itme şansı aradığı gergin bir ittifak oluşturuyor. Askeri bir müdahalenin, Refah’ı, DYP, ya da laik rakibi ANAP lehine görevden uzaklaştıracağı düşünülebilir. Bu, Washington için, suni olarak rahatlatıcı görünmekle birlikte, pek çok bakımdan da işlerin daha da kötüleşmesine yol açacaktır.” 

ABD: The Washington Post (Loli Waymouthe): “RP’nin, gerçek anlamda 
demokratlardan değil, Batı ve İsrail aleyhtarı radikallerden meydana geldiği ortaya çıkmıştır. Washington, Türkiye’de ki İslamcı akımları uysallaştırabileceği fikrinden vazgeçmelidir.” 

ABD: Washington Post (Wrustun Başkanı John Tisman): “Gerçek iç savaş, 
dinciler ile laikler arasında değil, demokratik haklarla, asker zihniyeti arasında oluyor. 
Tahakkümcü Türk ordusu, seçilmiş Başbakan’ı, dini görüşlerin serbestçe ifade 
edilmesini istediği için bu davranışlardan vazgeçirmeye çalışıyor.” 
ABD: Washington Post: “Erbakan’ın İran’a yaklaşma politikası, Türkiye’de ki 
laik düzen ve uluslararası dengeler açısından tehlike arz ediyor… Eğer Türkiye’de 
askerler bir darbe yapmaya karar verirler ise, bu anlayışla karşılanmalı.” 
Amos Perlmutter “Türkiye’de ki Krizin Getirecekleri” başlıklı yazısında; 
“Erbakan, Türkiye’de laik partilerin bölünmüşlüğünden ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in büyük olasılıkla doğru olan yolsuzluk iddiaları karşısında zayıflığından yararlanıp, kökten dinci politikaları, yavaş yavaş uygulamaya koymaya çalışıyor. Başbakan Erbakan’ın izlediği çizginin askerin sabrını taşıracağı gibi görülüyor… Türkiye’de ki laik düzenin zedelenmesi, hem Ortadoğu hem de Avrupa için büyük tehlike yaratabilir. Bu sebepten dolayı ABD’nin askere tam destek vererek Başbakan Erbakan’ı uyarması gerekir.” ABD Savunma Bakanı William Kohen ise: “Türk ordusunun demokrasiye katkılarını yakından izliyor, olumlu görüyor ve destekliyoruz.”(Kazan, 2013, s.309-311) şeklinde ki açıklamaları ABD basınının da kendine yer edinmiştir. 

Yukarıda ki yaşanan gelişmelere paralel olarak 28 Şubat 1997 MGK sonrasında 
yine Türk ve dünya basınında “28 Şubat süreci” geniş yer tutmuş ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’a göre; “28 Şubat sonrası ABD müdahaleleri tekrardan devam etmiş ve süreç sonrasında çeşitli açıklamalar yapılmıştır.” 
ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns, 28 Şubat sonrası ABD’nin ilk 
tepkisini şu sözlerle ifade etmiştir: “Türkiye’nin kökleri, güvenliği ve geleceği 
Avrupa’dadır. Türkiye stratejik açıdan bir Avrupa ülkesidir. Türkiye’de laikliğin, 
düzenin temeli olması bizim için çok önemlidir. Türkiye’de laik demokrasiyi korumanın yolu, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinden geçer.” 
Bu söylemlerinin üzerinden 2 ay geçtikten sonra ise yine ABD Dışişleri Bakanı 
Sözcüsü Nicholas Burns, “Modern Türkiye’de, Atatürk döneminden bu yana temel 
alınan laik demokrasinin ilerde de görevini sürdüreceğinden eminiz” diyor ve darbe söylemlerinin yoğunlaştığı günlerde ise; “ABD Türkiye’de sivil yönetimi 
desteklemektedir” şeklinde ki açıklamaları ile dikkat çekmekteydi. 
ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns’un bu dikkat çekici açıklamalarının ardından ise, ABD Dışişleri Bakanı Mandeleine Aibright organize muhalefet merkezine; “ Ne yaparsanız yapın, ama darbesiz yapın. Darbe yaparsanız kendiniz bilirsiniz, arkasında biz yokuz” diye mesaj gönderiyordu. 
28 Şubat süreci ülke gündeminde geniş yer tutmuş olmakla beraber ABD 
basınında da uzun süre yer edinmiştir. Bu önemli açıklamaların ardından bir müddet sonra Başbakan Erbakan 18 Haziran’da görevi DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e devretmek için istifa edince ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns; “Erbakan Hükümeti’nin istifa ettiğini öğrendik. Hükümetin, laik ve demokratik yapısının devan edeceğine inanıyoruz” sözleri ile ABD’nin Refah Partili yeni bir hükümetin kurulmasına artık sıcak bakmadığını ima ediyordu. 

Aslında 28 Şubat sürecinde ABD, Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasını ve 
kuruluş sonrası politikalarını açıktan desteklemediği gibi D-8 Grubu sonrası 
anlaşmaların imzalanması sonrasında ise Refah-Yol Hükümeti’nin yıpranması ve 
yıkılması için çaba gösterenlere yardımcı olmakla beraber adeta onlara yol göstermiştir. 
28 Şubat döneminde, Türkiye üzerinde ki siyasi oyunlar daha çok “Atatürkçülük” perdesi arkasında oynanmakla beraber, Amerika Dış İlişkileri Konseyi tarafından Çevik Bir’e “Liderlik ve irtica ile mücadele” ödülünün verilmesi de dönem içinde oldukça dikkat çekici idi. Bununla beraber ABD eski Başkanı Clinton, son 
Ankara ziyaretinde “Atatürk ve Devrimlerine” vurgu yapması Kemal Derviş’in “IMF Patentli” yeni programına “Ulusal” deyip “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak nitelemesi oldukça dikkat çekici idi. Bu gelişen etkenlerin başında bir başka sebep ise ABD Lobilerinin faaliyetleri olmuştur. Bilindiği üzere ABD lobileri federal yönetim alanında oldukça etkin bir rol üstlenmektedirler. Özellikle bu lobilerin başında Yahudi, Rum ve Ermeni Lobileri gelmektedir. Lobiler özellikle BM’de (Birleşmiş Milletler), ABD Kongresi’nde, IMF ve Dünya Bankasında oldukça etkin bir konumda rol oynuyorlardı. 

ABD Lobileri’nin bu faaliyetlerinin temel amacı ise, Türkiye’yi İslam dünyası ve 
Müslüman komşularından koparmak ve bu topraklar üzerinde yaşayan ve % 90’ı 
Müslüman olan milleti de -fundamentalist- uydurmaları ile İslam’dan soğutmaya 
çalışıyorlardı (Kazan, 2013, 319-323). 

Bu önemli gelişmelerle beraber 28 Şubat MGK Kararlarının, MGK öncesinde, 
medyada açıklanması ve MGK Karalarından sonrada Pentegon, CIA, Dışişleri 
Bakanlığı gibi resmi organlara bağlı olan kimi ABD basınında TSK ile ilgili olarak ağır eleştiriler olmakla beraber RP’ne yakınlık gösteren söylemlerde bulunmakta idi (Bölügiray, 2000, s.259). Haziran 1997’ye doğru ise ABD ve Batı’nın Türkiye’de gelişen durumlarla ilgili görüşü açıklık ve kesinlik kazanıyordu. “Ne şeriat ne darbe ve laiklikle demokrasi birbirine yeğlenemez, her ikisi de beraber sürmelidir”. Ancak bu görüş tamamen düşüncede kalıyor ve bazı kesimler tarafından ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleriyle özelliklede laikliğe öncelik verilmesi gerektiğine inanıyorlardı (Bölügiray, 2000, s.261). 

ABD için önemli olan ise, Türkiye’nin Batı’dan ve demokrasiden ayrılmaması 
idi. Türkiye’de demokrasi, Batı ölçülerine göre tam bir demokrasi sayılmazdı. 
Türkiye’nin laik ve demokratik tek ülke Müslüman ülke oluşu da göz ardı edilmemeli, askerlerin laikliğin bekçisi olması ve demokrasiye bağlı olmaları Batı için bir güvence unsuru teşkil etmekteydi (Bölügiray, 2000, s.262). 
28 Şubat süreci içerisinde özellikle RP ve koalisyon ortağı olan DYP’nin ABD 
ile olan ilişkileri zaman zaman darbe söylemleri, irtica ve şeriat konuları, Refah-Yol Hükümeti’nin takip etmiş olduğu politikalar ve bunun yanında Türkiye’de ki ordu ve muhalefet gruplarını tutumları ile 28 Şubat ve ABD ilişkileri oldukça dikkat çekmektedir. Bununla beraber Şükrü Elekdağ’ın 11 Kasım 1996 Milliyet Gazetesinde ki Türkiye-ABD İlişkileri üzerine kaleme almış olduğu yazısında Türk-ABD İlişkilerine “Katolik Nikâh” benzetmesi yaparak şöyle devam etmiştir; “Türk-ABD İlişkileri Katolik evliliği gibidir. Arada sevgi olsa da olmasa da, evlilik hayatı rahatta olsa zor da olsa ilişkiler bağlayıcı ve kalıcıdır. ABD’nin küresel ve bölgesel stratejileri ve çıkarları açısından, Türkiye’ye biçtiği rol ve beklentileri, Amerika’nın Türkiye’ye yönelik politikasını şekillendiren kilit bir unsur konumundadır. 
 AB’nin Türkiye’ye bakışı ise; böyle bir stratejiden yoksun olması ve AB’nin 
Türkiye’nin sorunları karşısında ABD’ye kıyasla çok daha duyarsız bir tutum 
sergilemesi ve Türkiye’yi Avrupa’nın siyasi ve askeri yapılanmasından dışlamayı 
öngören girişimlere kayıtsız kalınmasına yol açmıştır. 

ABD’nin Türkiye’yi kaybetmesi çıkarlarına büyük zararlar verebileceği gibi, 
Türkiye’nin ABD’yi kaybetmesi ise AB’nin Türkiye’yi Avrupa güvenlik ve siyasal 
yapılanmasından dışladığına göre Türkiye’nin yapayalnız kalmasına yol açar. Ulusal çıkarlar ve aklın gereği Türkiye’nin ABD’ye yönelik olan tutum ve politikasını bu gerçekler üzerine bina etmesi ve ortak çıkar alanlarını daraltmaya değil aksine 
olabildiğince genişletmeye çaba göstermek zorundadır.” (11 Kasım 1996) Milliyet, s.15. 

Etiketle: Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 

20. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***