Göktuğ SÖNMEZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Göktuğ SÖNMEZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2017 Cuma

BÖLGEDE YENI DÖNEMIN HABERCISI: TÜRKIYE-İSRAIL İLIŞKILERINDE UZLAŞMA,

BÖLGEDE YENI DÖNEMIN HABERCISI: TÜRKIYE-İSRAIL İLIŞKILERINDE UZLAŞMA, 


BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Göktuğ SÖNMEZ
ORSAM 
NO.44, TEMMUZ 2016 



Göktuğ Sönmez, Lisans derecesini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden ve yüksek lisans derecesini London School of Economics (LSE) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden almıştır. 

Hâlihazırda Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu (School of Oriental and African Studies -SOAS)’nda doktorasını yapmaktadır. Akademik 
araştırma alanları arasında Uluslararası İlişkiler Teorisi, Türk Dış Politikası, Enerji Politikaları ve Uluslararası İlişkilerde Din bulunmaktadır. Bu alanlarda 
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) gibi çeşitli düşünce 
kuruluşlarında araştırmalarda bulunmuştur. Halihazırda ORSAM’da misafir araştırmacı olarak bulunmaktadır. 

2003’teki Irak Savaşı’nın ardından iniş çıkışları, genel itibariyle negatifleşen seyri ve aşılabilen/aşılamayan kritik eşikleriyle dikkat çeken yakın dönem Türkiye-İsrail ilişkilerinde Haziran 2016 itibariyle önemli bir dönüm noktası yaşanmıştır. Ayrışma, gerilim ve krizler döneminden sonra gelen uzlaşma, yalnız Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir dönüşümü işaret etmemektedir. Bu gelişme, aynı zamanda Türkiye’nin daha bütüncül anlamda dış politikasında takip edeceği anlayışın önemli parçalarından biri olarak da değerlendirilmelidir. İsrail ile uzlaşmanın hemen akabinde Rusya ile ilişkilerde de hızla toparlanma sinyalleri görülmesi bu bütüncül yaklaşıma işaret etmektedir. Türkiye’nin bu Reelpolitik odaklı dönüşümle öncelikli hedeflerinin bölgesel ve uluslararası manevra alanını artırma ve bölge istikrarsızlığından doğan güvenlik endişelerini giderme olduğu değerlen dirilebilir. 

Özellikle 2003’teki Irak Savaşı’nın akabinde kademeli olarak ve bazı temel dönüm noktaları neticesinde gerilen Türkiye-İsrail ilişkilerinde 27 Haziran 2016’da duyurulan anlaşmayla önemli bir değişim gerçekleşmiştir. İki ülkenin özellikle 2013 sonrasında sürdürdüğü farklı düzeylerdeki görüşmeler nihai bir uzlaşı metni halini almış, ilişkilerin onarımına dair ortak irade ortaya konmuştur. Bu çalışmada öncelikle Türkiye-İsrail ilişkilerindeki ayrışma süreci ve buna neden olan gelişmeler ve önemli dönüm noktaları irdelenecektir. Sonrasında uzlaşmayı ortaya çıkaran bölgesel ve küresel dönüşümler ve anlaşmanın içeriği ele alınacaktır. Son olarak da uzlaşmanın akabinde hem ikili ilişkiler hem de bölgesel siyaset adına öngörülere değinilecek, Türkiye’nin dış politikasında yeni bir dönemin sinyallerini veren uzlaşmanın muhtemel sonuçları üzerinde durulacaktır. 

Uzlaşmaya Kadar Türkiye-İsrail İlişkileri: Dönüm Noktalarına Kısa bir Bakış Türkiye ile İsrail ilişkilerinde Irak Savaşı sonrasında Kuzey Irak üzerindeki 
anlaşmazlıkla başlayan ayrışma süreci, Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmelerinde aracı rolü oynadığı dönemde gelen Dökme Kurşun Operasyonu’nu takiben yeni bir boyuta taşınmıştı. Bu iki temel dönüm noktası arasında iki ülke arasında ilişkiler belirli bir seviyede tutulmaya çalışılmıştır. Bu çabanın iki örneği İstanbul’daki sinagog saldırıları sonrasında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başhaham ile bu seviyede ilk kez gerçekleşen görüşmesi1 ve 2007’de Peres’in TBMM’ye hitap eden ilk İsrail 

Dökme Kurşun Operasyonu’nu takip eden dönemde hızla ve oldukça kısa dönemde vuku bulan “One Minute” gerilimi, “alçak koltuk krizi” ve Mavi Marmara meselesini takiben ilişkiler tarihinin dip noktasını tecrübe etmişti. 



Cumhurbaşkanı olmasıdır.2 Bu ara süreçte Halid Meşal’in Türkiye ziyareti gibi bazı gelişmeler ilişkilerin bir sonraki dönemde daha ciddi bir bozulma yaşayacağı zemini hazırlamıştır. Dökme Kurşun Operasyonu’nu takip eden dönemde hızla ve oldukça kısa dönemde vuku bulan “One Minute” gerilimi, “alçak koltuk krizi” ve 
Mavi Marmara trajedisini takiben ilişkiler tarihinin dip noktasını tecrübe etmişti.3 Her ne kadar bu süreçte ve akabinde 2010’da Türkiye’nin İsrail’in OECD üyeliğine karşı çıkmaması gibi yumuşatıcı adımlar atıldıysa da gelen krizi önlemek mümkün olmamıştı. Bu atmosferi müteakip askeri anlaşmalar askıya alınmış ve diplomatik temsil seviyesi de düşürülmüştür. 

Gerginliğin tırmanmasında Türkiye’nin İran’ın nükleer programının barışçıl amaçlı olduğuna dair inancı ve İsrail’in nükleer silahlara sahip olmasını bu inancını 
dillendirdiği platformlarda dile getirerek sorunsallaştırması da ciddi bir negatif rol oynamıştı.4 Özellikle bu dönemde, Türkiye-İsrail ilişkilerinin temel taşlarından olan ortak askeri manevraların (Anadolu Kartalı ve Güvenilir Denizkızı) da iptali ve/ veya İsrail’in bu manevralardan çıkarılması oldukça sembolik 
bir önem arz etmişti. 

Öte yandan bakıldığında bu krizlerin tecrübe edildiği dönemden ekonomik ilişkiler nispeten etkilenmeden çıkabilmiş, 2003 yılında yaklaşık 
2 milyar dolar olan ticaret hacminde iki kattan fazla bir artış yaşanmıştır. Türkiye-İsrail Uzlaşması: 

Zamanlaması ve İçeriği Kısaca gözden geçirilen bu iniş ve çıkışlar Türkiye-İsrail ilişkilerinde 2003 sonrası dönemin ne denli fırtınalı geçtiğinin bir göstergesidir. 
Ancak özellikle 2013 sonrasında Suriye iç savaşının uluslararası hüviyet kazanması ve bölgede 

DAEŞ terörünün etkinliğini artırmasıyla beraber bölge ülkeleri bölgesel ve küresel politikalarında revizyona gitme ihtiyacı duymuştur. Türkiye de bu açıdan bir istisna teşkil etmemektedir. 

Özellikle Suriye iç savaşı dolayısıyla Suriye rejimiyle ve ilerleyen dönemde dolaylı olarak Irak ve İran yönetimiyle ilişkilerinde Arap Baharı öncesi yıllarda 
oluşan pozitif iklim ciddi manada hasar almıştır. Yine bu atmosferin dolaylı etkisiyle Türkiye-Rusya uçak krizi yaşanmış, Türkiye’nin enerji güvenliğine dair endişeler ortaya çıkmıştır.5 

2016 Haziranının son haftasında İsrail’le normalleşmeyi hemen takiben bu ilişkide de normalleşme süreci işletilmeye başlamıştır. Buna karşın Rusya ile yaşanan gerilimden Türkiye’nin çıkardığı en önemli derslerden biri enerji güvenliği açısından bağımlılık oranının oluşturduğu tehdittir. Bu tehlike algısı politika yapıcıları ve uzmanlarca sıkça dile getirilmiş olmakla beraber, sahadaki tecrübenin etkisinin daha kalıcı ve somut olacağını öngörmek mümkündür. 
Rusya ile yaşanan kriz döneminde hızla alternatif kaynaklar üzerinde durulmasını da bu değişim açıklamaktadır. Dolayısıyla bir yandan bölgesel entegrasyon projesinde tıkanmalar yaşayan diğer yandan enerji güvenliğinin önemini yeniden idrak etmek durumunda kalan Türkiye için bu ortamda yakınlaşmanın gerçekleşeceği aktörün iki temel özelliği olması gerekmektedir; bölgede etkin ve Türkiye’nin bölgesel kayıplarını telafi etmesini sağlama potansiyeli ve enerji bakımından zengin ve Türkiye’nin transit rolüne ihtiyaç duyması. Bu iki temel ihtiyacı da karşılayacak ideal aday İsrail olarak görünmektedir. İşte bu temel ihtiyaçlardan yola çıkılarak yapılan analiz Türkiye-İsrail ilişkilerindeki yakınlaşmada temeli teşkil 



Anlaşmaya göre İsrail, Mavi Marmara’da hayatını kaybedenler ve aileleri için 20 milyon dolar tazminat ödeyecek ve Türkiye Filistin’e Aşdod Limanı 
üzerinden yardım ulaştırabilecek, Filistin’de insani projeler sürdürebilecektir. eden bir Reelpolitik dönüşümün anahtarıdır. Öte yandan, İsrail, 2003 
sonrası dönemde tehdit algıladığı iki tehlikeli bölgesel aktörden birinin Irak Savaşı sonrası düşüşü, diğerinin ise Suriye iç savaşı sürecinde 
gücünü ciddi manada kaybedişiyle kısmi bir rahatlama evresine girmiştir. Ancak bölgede başarısız devletlerin artışı ve DAEŞ gibi yapılanmaların sahada etkin 
rol oynar hale gelmeleri bir tahmin edilemezlik iklimi doğurmuştur. Bu durum güvenlik açısından yeni bir düşünce tarzı ve bulunulan konumun revizyonu ihtiyacını gündeme getirmiştir. 

İsrail’in kuruluşundan itibaren izlediği çevre ülkeler (ve halklar) doktrini6 de göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin hem bölgede revizyona ihtiyaç duyduğu 
hem enerji konusunda alternatif kaynakları değerlendirdiği bu dönemde İsrail’in normalleşme talebine dair adım atmasının oldukça pragmatik ve akılcı bir zamanlama olduğu da söylenebilir. 

İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin onarımına dönük çok kritik bir dönüm noktası olarak hatırlanacak anlaşmaya göre İsrail, Mavi Marmara’da hayatını kaybedenler ve aileleri için 20 milyon dolar tazminat ödeyecek ve Türkiye Filistin’e Aşdod Limanı üzerinden yardım ulaştırabilecek, Filistin’de insani projeler sürdürebilecektir. 

Buna karşın Hamas Türkiye’de yalnızca siyasi temsilcilik bulundurabilecektir. Türkiye tarafından Hamas’ın halihazırda Türkiye’de askeri büro bulundurmadığı, ilişkilerin yalnızca siyasi boyutta olduğu ve Hamas meselesinin uzlaşma kapsamında yer almadığı belirtilse de İsrail tarafı bu yönde açıklamada 
bulunmuştur. Mavi Marmara saldırısında görev alan İsrail güvenlik güçlerine dair Türkiye’nin yargı makamlarınca herhangi bir süreç işletilmeyecektir. 
Türkiye’nin bu kapsamda öncelikli olarak Gazze için su arıtma tesisi, enerji santrali ve 200 yataklı Türkiye-Filistin Dostluk Hastanesi inşası için 
gerekli malzemenin iletimine başlayacağı belirtilmiştir. 

Ayrıca iki ülke karşılıklı diplomatik temsillerini yeninde büyükelçilik seviyesine çıkaracak ve birbirlerine dair uyguladıkları yaptırımları kaldıracaklardır. Türkiye 
Cumhuriyeti Başbakanı Binali Yıldırım da konuya dair açıklamasında mevkidaşının da dillendirdiği bu temel noktalara ilaveten ilk insani yardım gemisinin, anlaşma dahilinde Türkiye’nin yapacağı yardımların ilk kısmı olarak 1 Temmuz, 2016’da Aşdod Limanına yola çıkacağını ifade etmiştir.7 Bu bağlamda 11 bin ton insani yardım Lady Leyla gemisiyle 1 Temmuz günü yola çıkmış, 3 Temmuz’da Aşdod Limanı’ndan karşılanmıştır. Uzlaşmanın Söyledikleri ve Bölge Geleceğine Dair Öngörüler 26 Haziran’da Roma’da varılan uzlaşı yalnızca 

Türkiye’nin dış politika yapımında daha bütüncül bir değişimin en önemli parçalarından birini teşkil etmemektedir. Bu uzlaşma aynı zamanda hem ikili ilişkiler hem bölgesel dinamikler açısından büyük önem arz etmektedir. İsrail ile varılan uzlaşı, Türkiye’nin “dostların sayısını artırma, düşmanların sayısını azaltma” biçiminde yeni dönemde formüle ettiği dış politik anlayışın önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır. İlişkilerin normalleşmesinde aşılacak eşiklerden birisi karşılıklı güvenin yeniden tesisidir. 

Öte yandan, Türkiye-İsrail ilişkilerinin 1990’lar seviyesine dönüşünün mümkün ve daha önemlisi iki ülke tarafından da dönemin dinamikleri göz önüne alındığında gerekli ve tercih sebebi olup olmadığı ancak devam edegelen normalleşme sürecinin ileriki dönemlerinde cevaplandırılabilecek sorulardır. 

Uzlaşma bağlamında Türkiye’yi dış siyasetinde yeniden konumlanmaya iten bazı temel sebepleri irdelemek gereklidir. Son yıllarda bölge ülkeleri ve nihayeten 
Rusya ile bozulan ilişkiler neticesinde Türkiye’nin ticari performansında önemli kayıplar yaşanmış, FED’in parasal genişlemeyi bitirmesi ve faiz artırımı politikasıyla gelişmekte olan pek çok ülkeye benzer şekilde, ancak daha yüksek oranlarda, parasının değer kaybettiği gözlenmiştir. Dış politikadaki bu revizyon 
öncesinde mevcut ortam yalnızca ekonomik açıdan değil, dış politika seçeneklerindeki daralma anlamında siyaseten de Türkiye’nin elinin görece zayıfladığı bir döneme işaret etmiştir. 

Arap Baharı’nın hemen akabinde oluşan Türkiye açısından olumlu havanın, özellikle Mısır’ın seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’nin pozisyonunu kaybetmesi ve Suriye İsrail ile varılan uzlaşı, Türkiye’nin “dostların sayısını artırma, düşmanların sayısını azaltma” biçiminde yeni dönemde formüle ettiği dış politik anlayışın önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır.

İç savaşının beklenenden uzun sürmesi sonrasında zaman içerisinde zayıfladığı görülmüştür. 

Uzlaşmanın getirmesi muhtemel kazanımlar birkaç ana başlık altında incelenebilir. Bunlardan biri olan Filistin meselesinde, bakıldığında birkaç önemli 
kazanımdan bahsedilebilir. 

Bunlardan birincisi anlaşma ile beraber Filistin’e Türkiye’nin yardım elinin uzatılması konusunda elde ettiği kazanımdır. Bu anlaşma sayesinde Türkiye Gazze’ye insani yardım sağlamak için somut bir adım atma imkanı elde edecektir. Öte yandan anlaşmanın bu boyutunun doğurduğu en önemli sonuçlardan biri de Filistin meselesinde Türkiye’nin istisnai konumunun altınının çizilmesidir. Türkiye böylece bölge ülkeleri arasındaki yumuşak gücüne de ciddi 
manada katkı yapma imkanı bulacaktır. 

Meselenin enerji boyutu da özellikle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlı profili ve bu bağımlılık içinde Rusya’nın rolü 
düşünüldüğünde enerji arz güvenliği Rusya ile krizi müteakip en önemli tartışma konularından biriydi. Türkiye’nin enerji politikaları açısından yalnızca kendi 
artan enerji talebini karşılamak değil, transit bir rol oynamak hedefinin de büyük önem arz ettiği açıktır. Bu hedefin hayata geçirilebilmesinde 
hem bölge ülkeleriyle hem de ana tedarikçi ülkelerle iyi ilişkiler hayati önem taşımaktadır. Türkiye, kendi doğalgaz üretiminin oldukça kısıtlı olduğu düşünüldüğünde, bu ihtiyacını karşılayabilmek için Rusya’dan Mısır’a, Irak’tan Azerbaycan’a, İran’dan Türkmenistan’a pek çok ülkeyle gerek kaynak gerek transit ülke olarak ilişki geliştirmek zorundadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin enerji politikalarında hem kendi talebini karşılama hem terminal ülke olma amacıyla ihtiyaç duyduğu doğalgaz kaynağı açısından İsrail giderek önem kazanmaktadır. 



Bir yandan Türkiye, enerji kaynakları zenginliği açısından yeni bir Hazar havzası potansiyeli taşıyan 1 trilyon milyar metreküpe yakın rezerve sahip olduğu değerlendirilen Doğu Akdeniz havzasındaki Tamar ve Laviathan sahasından çıkarılan doğalgazdan istifade edebilecek, diğer yandan bu gazın taşınmasında önemli rol oynayabilecektir. 
İsrail’in Türkiye’ye bu sahadan arz edebileceği doğalgazın 10 ila 15 milyar metreküp arasında değişebileceği tahmin edilmektedir. 

Bu miktar önemli bir ek kaynak olmakla beraber, İsrail’le normalleşmenin enerjide devrim niteliğinde bir atılımı mümkün kılmadığı görülmektedir. İsrail’le 
enerji alanında geliştirilecek ilişkilerde çıkarılacak kaynaklar ve bu kaynakların iletileceği boru hatları üzerinde egemenlik hakları ve hangi tarafların ekonomik kazanım sağlayacağı konusu üzerinde de durmak gerekmektedir. Bunun, Kıbrıs meselesinde hem kaynakların çıkarılması hem muhtemel boru hattının inşa edilmesi sürecinde masadaki en önemli sorulardan biri olacağını da unutmamak gerekir. Doğu Akdeniz’deki kaynakların çıkarımından ve Türkiye’nin enerji politikalarında hem kendi talebini karşılama hem terminal ülke olma amacıyla ihtiyaç duyduğu doğalgaz kaynağı açısından İsrail giderek önem kazanmaktadır. 

Doğu Akdeniz’de inşa edilecek olası bir boru hattından yalnız Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY)’nin kazanım sağlama ihtimali Türkiye için hassas bir konudur. 2010 ve 2011’de İsrail ile GKRY arasındaki anlaşmalara cevaben Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin TPAO’ya sondaj lisansı vermesi8 gibi sembolik adımlar Kıbrıs konusunda önümüzdeki günlerde gündeme daha sıkça gelebilecek tartışmaların habercisidir. Buna karşın Türkiye’nin Kıbrıs meselesindeki pozisyonu da dikkate alınarak sürdürülecek enerji odaklı çalışmalarla Türkiye için kazanım sağlamak mümkündür. Halihazırda İsrail için GKRY üzerinden ve Girit’e bir botu hattı fikriyle doğalgaz satışı önemli bir seçenek olarak görülmekteyken, Netanyahu’nun bu doğalgazın Türkiye üzerinden 

Avrupa’ya satışına dair isteğini dile getirmesi ve aynı günlerde Rusya ile ilişkilerin yumuşamasını hemen takiben Türk Akımı projesinin tekrar gündeme getirilmesi Türkiye’nin önemli bir transit ülke olma hedefine olumlu katkı sağlayabilecektir.9 İsrail ile anlaşmanın hemen akabinde atılan adımlarla Rusya ile ilişkilerde de yeni döneme girildiği görülmektedir. 

Burada en önemli gelişmelerden birisi, Haziran başında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Netenyahu’nun Moskova’ya gerçekleştirdiği ziyarettir. 
Bu ziyarette Putin’in yaptığı, İsrail-Türkiye ilişkilerinde uzlaşma olmasından memnuniyet duyacağına dair, açıklamanın zamanlaması tesadüf olmaktan oldukça uzak görünmektedir.10 

Rusya ile varılan uzlaşının da bu açıklamanın öncesi de düşünüldüğünde bir ayı aşkın bir süreyi kapsayan diplomatik çabanın ve yatırımın ürünü olduğunu tahmin etmek mümkündür. 

Türkiye’nin bu yeni dönemde takip edeceği bölgesel ve ikili ilişkilerdeki tavrın bütüncül olarak ele alınması gerekmektedir. İsrail ve Rusya ile sınırlı kalmayan daha geniş kapsamlı bir gözden geçirme süreci olacağı tahmin edilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin “düşmanlarını azaltma” arayışında bir diğer önemli adayın da Mısır olduğu tahmin edilmektedir. 

Aynı zamanda Türkiye’nin ABD önderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyon içerisinde en önemli aktörlerden biri olduğu da düşünüldüğünde, önemli bölgesel güçlerle 
ilişkilerinde yeniden düzenlemelere giden Türkiye’nin elinin önümüzdeki dönemde güçleneceği öne sürülebilir. Türkiye’nin bulunduğu konum ve ölçülebilir güç unsurları değerlendirildiğinde, coğrafyasının birden fazla önemli aktörüyle aynı anda gerilim yaşaması önemli tehlikeler barındırmaktadır. 

< Uluslararası ilişkilerin temel unsuru her bir ülke için etki ve güç kazanımı yoluyla ileriye götürülebilecek ulusal çıkarlardır.>

Bu tehlikelerin yansımalarının hem dış politik manevra kabiliyetinde daralma, hem ekonomik gücün yansıtılmasında negatif etki, hem de güvenlik açısından etkileri değişen ölçülerde tecrübe edilmiştir. Bu yeni çerçevede, ilişkilerin revize edildiği aktörlerin ve Türkiye’nin Suriye politikalarını yeniden gözden geçirmeleri de beklenebilir. ABD’nin Türkiye-İsrail, İran’ın ise Türkiye-Rusya normalleşmesine en güçlü desteği veren taraflar olması bu konunun bir süre daha gündemi işgal edeceğini göstermektedir. 

Her ne kadar Türkiye, İsrail’le 1990’lardaki ilişkisinin temel dinamolarından olan savunma sanayiinde ciddi atılımlara imza atmışsa da iki ülkenin bilgi paylaşımının Türkiye’nin terörle mücadelesine olumlu katkı sağlaması mümkündür. Öte yandan, bahsi geçen şekilde Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı daha koordineli bir uluslararası cephe oluşması da Türkiye’nin vermekte olduğu “çoklu terör” mücadelesinin bir diğer ayağında da olumlu bir dönüşüm getirebilir. Türkiye’nin seçenek yelpazesini daraltan ve enerjisini istediği alanlara tam manasıyla aktaramamasına sebep olan düzlemi değiştirmeye dönük önemli kazanımlar elde ettiği görülmektedir. Uluslararası ilişkilerin temel unsuru her bir ülke için etki ve güç kazanımı yoluyla ileriye götürülebilecek ulusal çıkarlardır. 

Buradan hareketle Türkiye’nin hem İsrail hem de Rusya ile normalleşmesinin Reelpolitik anlayışı odağına alan stratejik bir okumanın ve bu doğrultuda genel bir dış politik değişimin öncüsü mahiyetinde değerlendirilmesi mümkündür. 

SONUÇ 

27 Haziran 2016 tarihinde ortaya konan uzlaşmanın yalnızca 2013’ten beri süregelen bir sürecin sonucu şeklinde değil, aynı zamanda Türkiye’nin 
genel dış politik değişiminin parçası olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. 

Türkiye, ekonomik ve siyasi pek çok sebep neticesinde dış politikasında bir revizyon ihtiyacı duymuş, yine bu yönde eğilim gösteren aktörlerle 
yeni bir ilişki zemini inşa etme yoluna gitmiştir. Bu eğilim İsrail ve Rusya ile ikili ilişkilerde yaşanan dönüşümle kendini göstermiştir. 

Türkiye’nin böylelikle kendi manevra kabiliyetini artırmayı amaçladığı düşünülebilir. Buna ilaveten Türkiye’nin, kendi iç güvenliğine de doğrudan 
etki eden, bölgesel güvenlik sıkıntılarının ortadan hızla kaldırılmasına dair de etki beklediği düşünülebilir. 

Bu pragmatist tavrın önümüzdeki dönemde de sürmesi ve başka aktörleri de kapsayacak şekilde genişlemesi muhtemel görünmektedir.

KAYNAKÇA 

1 Banu Eligür, “Crisis in Turkish-Israeli Relations (December 2008–June 2011): From Partnership to Enmity”, Middle Eastern Studies, 48, vol. 3 (2012), 429– 459, p. 430. 
2 Mark L. Haas, The Clash of Ideologies: Middle Eastern Politics and American Security, Oxford University Press: New York, 2012), p. 200–201 
3 İlker Aytürk, “The Coming of an Ice Age? Turkish-Israeli Relations since 2002”, Turkish Studies 12:4 (2011), pp. 675-687 
4 “Nuclear Israel is a ‘Threat’ to Middle East, Says Turkey’s Erdoğan”, The Telegraph, 5/11/2011, <
http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/israel/8809028/Nuclear-Israel-is-a-threat-to-Middle-East-says-Turkeys-Erdogan. html>, accessed 8/5/2013. 
5 Bkz. Göktuğ Sönmez, Energy Dependency and a Route Map Wthin the Context of the Recent Turkey-Russia Crisis, ORSAM Review of Regional Affiars, No. 36, 
December 2015 
6 Bkz. Yossi Alpher, Periphery: Israel’s Search for Middle East Allies (Maryland: Rowman & Littlefield, 2015); Charles D. Freilich, Zion’s Dilemmas: How Israel 
Makes National Security Policy (New York: Cornell University Press, 2012); Yehezkel Dror, Israeli Statecraft: National Security Challenges and Responses 
(New York: Routledge, 2011), 
7 “Israel and Turkey Officially Announce Rapprochement Deal, Ending Diplomatic Crisis”, 27/6/2016, Haaretz, <http://www.haaretz.com/israel-news/1.727369>, 
erişim 27/6/2016; “Türkiye-İsrail mutabakatının detayları”, 27/6/2016, Al Jazeera Türk, 
<http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/turkiye-israilmutabakatinin-detaylari> erişim 28/6/2016; “6 Must Reads on the Israel-Turkey Reconciliation Agreemen”, 
28/6/2016, Haaretz, <http://www.haaretz.com/israel-news/1.727500>, erişim 29/6/2016; “Israel and Turkey announce deal to repair relations after six-year split”, 27/6/2016, Washington Post, <https://www. 
washingtonpost.com/world/israel-turkey-announce-deal-to-repair-relationsafter-six-year-split/2016/06/27/aa2399ae-3bd5-11e6-9e16-4cf01a41decb_story.html>, erişim 28/6/2016; “Israel, Turkey strike deal to normalize ties”, 27/6/2016, CNN, 
<http://edition.cnn.com/2016/06/26/middleeast/israel-turkey-relations/>, erişim 28/6/2016. 
8 Hubert Faustmann, Ayla Gürel, Gregory M. Reichbeg (eds.), Cyprus Offshore 
Hydrocarbons: Regional Politics and Wealth Distribution Friedrich Ebert Stiftung 
& PRio Cyprus Centre, Report 1/2012. 
9 Bu hedefe dair transit ülke olma ve terminal ülke olma arasındaki farklar, Türkiye için hangisinin tercih sebebi olduğu ve Türkiye’nin enerji politikasının hangisini 
mümkün kılacağına dair tartışmalar başka bir çalışmanın konusu olabilecektir.
10 “Putin Signals He Won’t Block Move to Fix Israel-Turkey Ties”, 7/6/2016, Bloomberg, 
<http://www.bloomberg.com/news/articles/2016-06-07/russia-sputin-says-he-welcomes-improved-israel-turkey-ties>

Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 

ORSAM, Ortadoğu konusunda faaliyet gösteren tarafsız bir düşünce kuruluşudur. 
ORSAM Ortadoğu ile ilgili bilgi kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve bölge uzmanlarının düşüncelerini Türk akademik ve siyasi çevrelerine doğrudan yansıtabilmeyi 
hedeflemektedir. 
Bu amaçlar doğrultusunda ORSAM, Ortadoğu ülkelerindeki devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve 
sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, yerel perspektiflerin güçlü yayın yelpazesiyle gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. ORSAM yayın yelpazesi içinde kitap, rapor, bülten, politika notu, konferans tutanağı ve ORSAM dergileri Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri bulunmaktadır. 

©Bu metnin içeriğinin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir. ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 

***

4 Ocak 2017 Çarşamba

DÜNYA NÜKLEER ANLAŞMA TARİHİ ARKAPLANI, BÖLGE VE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN MUHTEMEL ETKİLER


DÜNYA NÜKLEER ANLAŞMA TARİHİ ARKAPLANI, BÖLGE VE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN MUHTEMEL ETKİLER 






ORSAM BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Göktuğ SÖNMEZ 
RAPOR; No.29, 
TEMMUZ 2015 




  <  Göktuğ Sönmez Lisans derecesini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden ve yüksek lisans derecesini London School of Economics (LSE) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden almıştır. Halihazırda Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu (School of Oriental and African Studies -SOAS)’ nda doktorasını yapmaktadır. Akademik araştırma alanları arasında Uluslararası İlişkiler Teorisi, Türk Dış Politikası, Enerji Politikaları ve Uluslararası İlişkilerde Din bulunmaktadır. Bu alanlarda Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ve Ortadoğu Stratejik 
Araştırmalar Merkezi (ORSAM) gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında araştırmalarda bulunmuştur. >


   14 Temmuz 2015 tarihinde imzalanan nükleer anlaşma ile P5+1 Ülkeleri ve İran Arasında yıllardır süren gerginlik sona yaklaşmış gibi görünmektedir. “ Anlaşma-Sonrası İran”ın, İran-Batı İlişkileri, İran’ın bölgesel pozisyonu ve Türkiye-İran ilişkileri açısından neler getireceği bu çalışmanın çerçevesini oluşturmaktadır. 

Bu bağlamda, “ Yaptırımlar Sonrası ” Atmosferde İran-Batı ilişkilerinde bu yeni dönemin ilişkileri düzeltmenin yanı sıra potansiyel olarak pek çok farklı fırsat sunduğu iddia edilmektedir. 

Ayrıca, İran-Batı ve İran-Türkiye arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulmasının daha istikrarlı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin oluşmasına ve Doğu-Batı enerji koridoru açısından daha güvenli enerji akışı sağlanabilmesine imkân verebilecek olduğu düşünülmektedir. Buna karşın, anlaşmanın uzun vadede sunabileceği bu potansiyelin hayata geçirilmesi; aktörlerin seçimleri, ortaya çıkacak atmosferi hem bölgesel hem küresel düzlemde değerlendirme noktasında imkânları ve bu imkânları değerlendirme iradeleri nispetinde olacaktır. 

İran, nükleer görüşmelerde Batı ile uzlaşmacı bir düzleme gelmiş görünüyor. Oluşması muhtemel yeni dinamikler, İran’ın sadece Batı ile ilişkileri açısından 
değil, bölgedeki pozisyonu ve komşularıyla olan ilişkileri üzerinde de yeni bir dönemin başlangıcına imkân verebilir. Bu yeni atmosferin yalnızca İran ekonomisi ve İran’ın bir uluslararası aktör olarak uluslararası sistemle “sosyalleşmesi” değil, aynı zamanda bölgesel güç politikaları üzerinde de muhtemel etkilerini irdelemek gerekmektedir. 

Zira Batı ile İran arasındaki yeni düzlem, hem bölge hem de dünya açısından ciddi sonuçlar doğuracaktır. Özellikle de Suudi Arabistan’ın liderliğini yaptığı 
Yemen operasyonu1 ve bunun İran’da sebep olduğu tepkiye ek olarak Batı’nın sık sık İran’a Esad rejimine olan desteği dolayısıyla eleştiriler getirdiği bir dönemde İran ile Batı arasında gerçekleşebilecek bir yakınlaşma, önemli siyasi sonuçlar doğurabilir. 

Bu makalede, bu manzaradan hareketle, ortaya çıkacak yeni aktörün -“anlaşma-sonrası İran”ın- İran-Batı ilişkileri, İran’ın bölgesel pozisyonu ve Türkiye-İran 
ilişkilerine olası etkileri analiz edilmektedir. Enerji güvenliğinden bölgesel çatışmalara bazı ana meseleler ele alınmakta ve geleceğe projeksiyonlar yapılmaktadır. 

Bundan önce, İran’ın nükleer programının tarihi arka planına değinilmekte, böylelikle en tartışmalı bölgesel meselelerden birinin bugünkü halini almasındaki 
dönüm noktaları görülebilecektir. Akabinde, nükleer anlaşmanın olası etkileri bölgesel manada ve İran-Batı ilişkileri düzleminde incelenmektedir. Son olarak da, bu olası anlaşmanın Türkiye-İran ilişkilerine etkisi, iki ülkenin enerji bağlarından bunların siyasi, ekonomik etkileşimine ve ikilinin bölgesel kimi konulardaki ortak duruşlarına kadar pek çok konuyu kapsayacak şekilde analiz edilmektedir. 


Bu çerçevede, bu çalışmanın ana argümanı, İran-Batı ilişkilerinde bu yeni dönemin sadece ilişkileri düzeltmek anlamında bir fırsat sunmadığı, aynı zamanda İran-Batı ve İran-Türkiye arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması yoluyla daha istikrarlı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin oluşmasına ve Doğu-Batı enerji koridoru açısından daha güvenli enerji akışı sağlanabilmesine de imkân verebilecek olmasıdır. Buna karşın, anlaşmanın uzun vadede sunabileceği bu potansiyelin hayata geçirilmesi; aktörlerin seçimleri, ortaya çıkacak atmosferi hem bölgesel hem küresel düzlemde değerlendirme noktasında imkânları ve bu imkânları değerlendirme iradeleri nispetinde olacaktır. 

Tarihi Arka Plan: “ Barış İçin Atom ” 



Programından Nükleer Krize Nükleer anlaşmanın muhtemel etkilerini analiz etmeden önce kısa bir tarihi arka plan aydınlatıcı mahiyette olacaktır. Şu nokta 
dikkati caliptir ki İran’ın nükleer programı, başlangıç noktasında bugün tam da bu programı –programın muhtemel askeri maksatları sebebiyle-en sert biçimde 
eleştirilen aktörler tarafından doğrudan desteklenmiştir. Eisenhower’ın 1953’te BM’deki “Barış İçin Atom” konuşmasını müteakip aynı isimle ABD tarafından ortaya konan programda nükleer enerjinin barışçıl maksatlarla kullanımının desteklenmesi amaçlandı. Şah döneminde, İran ‘79 Devrimi’ne kadar bu manada sadece ABD’den değil, dönemin Batı Almanyası’ndan ve Fransa’dan da ciddi bir destek aldı. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NSYÖA/NPT)’
nı imzalayan İran, hukuki olarak da askeri manada “nükleer devlet” mahiyetinde olmayacağına güvence vermiş oluyordu.2 Ancak devrimden hemen önce, 
1970’li yılların sonlarına doğru, özellikle ABD açısından İran’ın nükleer çalışmalarına dair şüpheler mevcuttu. 

 < İran’ın nükleer programı, başlangıç noktasında bugün tam da bu programı – programın muhtemel askeri maksatları sebebiyle en sert biçimde eleştirilen aktörler tarafından doğrudan desteklenmiştir. >

Bu şüphelere, İran’ın lazer zenginleştirme ve plütonyumu yeniden işleme çabaları ve İran Atom Enerjisi Kurumu’nın, İran’ın hâlihazırda edindiği nükleer konusundaki birikimiyle kısa sürede nükleer bomba yapabilecek noktaya gelebileceğine dikkat çeken raporu sebep olmuştu. Bu ortamda, ‘79 Devrimi şüphesiz ki tarafların tavır değişimleri açısından en önemli dönüm noktası oldu. 

Devrimi takip eden süreçte Şah’ın 20 nükleer tesis inşası gibi iddialı planları devrimin lider dini-siyasi figürü Humeyni tarafından rafa kaldırıldı. Almanya ve 
Fransa ile yapılan anlaşmalar iptal edildi. Kısaca İran’ın nükleer programı sonraki 8-9 sene için gündemden kalkmış görünüyordu, ta ki İran ile Irak arasındaki 
savaşa kadar. Savaş sonrası Tahran bu konudaki tavrını gözden geçirdi ve uranyum zenginleştirme çalışmalarının tekrar başlaması yönünde irade ortaya 
koydu. Bu karar, bizim bugün İran nükleer krizi olarak bildiğimiz meselenin devrim sonrasındaki süreç dikkate alındığında tohumlarını eken başlangıç noktası kabul edilebilir. Karar alınmış olmakla beraber, hayata geçirilmesinde artık ABD, Almanya ve Fransa ihtimalleri devre dışı olduğuna göre hem nükleer tesislerin inşası hem de nükleer konusundaki uzmanlığın transferi noktasında yeni destekleyici aktörler aranması ve işbirlikleri tesis edilmesi gerekmekteydi. Bu noktada Çin ve Rusya muhtemel aktörler olarak değerlendirildi. Sovyetler’in 1980’lerde İran ile bu minval üzere yaptığı anlaşmalar, dağılma süreci ve beraberinde gelen ekonomik ve siyasi sancılar sebebiyle askıda kaldı. Ancak 1995’te İran ve Rusya sadece Buşehr’de nükleer tesis inşası için değil3 – ki bu tesisin inşası Batı Almanya tarafından başlatılmış, ancak inşaat çalışmaları devrim sonrası kesintiye uğramış ve İran-Irak Savaşı’nda da ciddi hasar görmüştü - aynı zamanda nükleer teknik bilgi (knowhow) anlamında da Rusya’nın İran’a desteği üzerinde anlaştı. Devrim sonrası İranı açısından bu anlaşma, nükleer konusundaki en ciddi başarı olarak görülebilir. 



En az bu anlaşma nispetinde önem arz eden bir diğer kırılma noktası, 2002 yılında Natanz’daki gizli uranyum zenginleştirme tesisi ve Arak’taki ağır su reaktörü projesinin İran Ulusal Direniş Konseyi isimli muhalif grup tarafından dünyaya duyurulmasıydı.4 Bu kırılma noktası, nükleer krizi ve bununla nasıl baş edileceği sorusunu küresel düzeyde en ciddi manada önümüze koyan tarih olarak nitelenebilir. Bu tarihi takiben yaptırımlardan ambargolara, sert siyasi söylemlerden İran’ı “haydut devlet (rogue state)” ve “şer ekseninin (axis of evil) parçası” olarak nitelemeye varan ifadelere, İran-Batı ilişkileri uzun soluklu bir kriz tecrübe etti. 5 

Bu kapsamda bazı anahtar aktörlerin krize yaklaşımına oldukça kısa değinmek gerekirse, İsrail sık sık İran’ın nükleer programına dur denmesi noktasında 
askeri seçeneği gündeme getirirken ABD, bu seçeneği bir yandan her daim masada tuttuğu sinyalini verirken, bu seçeneği İsrail kadar sık dillendirmemeye özen gösterdi. 

  <  İran-Irak Savaşı sonrası Tahran uranyum zenginleştirme çalışmalarının tekrar başlaması yönünde irade ortaya koydu. Bu karar, bizim bugün İran nükleer krizi olarak bildiğimiz meselenin devrim sonrasındaki süreç dikkate alındığında başlangıç noktası kabul edilebilir. >

Almanya ve Fransa görüşmeler, pazarlıklar vesair yollarla diplomasi seçeneğine ağırlık veren bir duruş benimsediler. Rusya ve Çin, İran’ın nükleer programı konusunda olumlu tavır benimserken Türkiye de programın barışçıl maksadına olan inancına binaen her devletin NSYÖA’nın 4.maddesi6 dolayısıyla nükleer teknolojinin barışçıl kullanımına hakkı olduğunu ve dolayısıyla İran’da bu bağlamdaki hakkının elinden alınamayacağı yönünde bir siyaset benimsedi. Aynı zamanda Türkiye, yaptırımların artırılmasına dair de eleştirel bir tutum sergiledi. Bir yandan programın askeri amaçlara evrilmesine kati suretle karşıtlığını dillendirirken, diğer yandan da yaptırımlar ve ambargolar sonucundan İran’ın tamamen kaybedilmesi ve marjinalleşmesi ihtimalindeki risklere dikkat çeken Türkiye,7 bu argümandan hareketle diplomasinin kullanılacağı, kendinin de gerektiği takdirde arabulucu rolü üstlenebileceği bir çözümün altını çizdi ki 2010 yılında İran-Türkiye-Brezilya arasındaki nükleer takas anlaşması da bu konudaki en önemli somut adımlardan biriydi.8 

Nükleer Krizin Çözülmesi ve Muhtemel Etkileri 



P5+19 ülkeleri ve İran arasında yıllardır süren gerginliğin, Kasım 2013’teki çerçeve anlaşma ve Nisan 2015’te 2015 yazında nihai anlaşmanın yapılması üzerinde yapılan görüşmelerle beraber düşüşe geçtiği söylenebilir. Nisan’daki görüşmeler neticesinde İran’ın zenginleştirme seviyesi, kapasitesi ve depolama 
noktasında yakından takip edileceği ve bu alanlarda kısıtlamalara tabi olacağı üzerinde mutabakat sağlandı. 


Uranyum zenginleştirme ve ağır su reaktörleri de görüşmelerin önemli bir başlığıydı. Natanz tesisinin tek zenginleştirme tesisi olarak bırakılması, Arak’taki 
ağır su reaktörünün ise silah düzeyinde plütonyum zenginleştirmesi mümkün olmayacak şekilde yeniden yapılandırılması, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu 
(UAEK) görevlilerinin erişim imkânlarının artırılması, kullanılmış yakıtın tekrar işlenmesinin engellenmesi maksadıyla ihraç edilmesi ve NSYÖA’nın Ek Protokolü’nün uygulanması kararlaştırıldı. Bunların karşılığında, İran’ın en önemli talebi, ekonomisine ciddi manada toparlanma imkânı verecek olan yaptırımların 
kaldırılması noktasında olmuştur. 

Hem AB hem de ABD bu talebi makul karşılamış, BM de hâlihazırdaki tüm kararların gündemden kaldırılacağını belirtmiştir.10 

Temmuz 2015’teki anlaşmayla İran, Natanz tesisinde 10 yıl boyunca geçerli olacak şekilde uranyum zenginleştirme kapasitesini 20,000 santrifüj seviyesinden 6,000 santrifüj seviyesine indirmeyi, 15 yıl boyunca düşük ve orta düzeyde zenginleştirilmiş uranyum stoğunu yüzde 96 oranında azaltarak elindeki stoğun -yüzde 3.67’den daha fazla zenginleştirilmemiş olmak kaydıyla- 300 kg’dan fazlasını ülke dışına göndermeyi ya da seyreltmeyi, önümüzdeki 15 yılda yeni uranyum zenginleştirme ve ağır su tesisi inşa etmemeyi ve Arak tesisini silah düzeyinde plütonyum zenginleştirilmeyecek şekilde yeniden dizayn etmeyi kabul etti. 

Karşılığında ABD, BM ve AB ise yaptırımları kaldırma kararı aldı. Bunun istisnası ise sekiz yıl boyunca balistik füze teknolojisi transferi üzerindeki kısıtlamanın, 
5 yıl boyunca ise silah ambargosunun devam edecek olması şeklinde ortaya kondu.11 



< Anlaşmanın muhtemel etkileri kapsamında enerji arzı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bir diğer önemli etkinin Yemen odaklı gerginliğe olması beklenebilir. >

 < Türkiye, bir yandan programın askeri amaçlara evrilmesine kati suretle karşıtlığını dillendirirken, diğer yandan da yaptırımlar ve ambargolar sonucunda İran’ın tamamen kaybedilmesi ve marjinalleşmesi ihtimallerine dikkat çekti. >


Anlaşma, İran’ın bugüne kadar Suriye konusundaki tutumu göz önünde bulundurulduğunda Esad rejiminin geleceğine de etki edebilecektir. 

Dünyanın ikinci en büyük kanıtlanmış doğalgaz ve dördüncü en büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahip olan Iran, anlaşma sonrası dönemde bu enerji kaynaklarından çok daha etkili biçimde istifade edebilme imkânına kavuşabilecektir. Bunu yaparken de Batı’nın, şimdiye kadarki enerji anlaşmaları çabaları üzerinde nükleer program krizi dolayısıyla uyguladığı baskının ortadan kalkmasına ek olarak anlaşma sonrası oluşacak ekonomik toparlanma sayesinde yenilenebilecek enerji altyapısıyla enerji üretimi ve ihracında verimliliği artırabilecek ve ek olarak da yeni projelerle Avrupa’nın enerji talebiyle buluşma imkânı yakalayacaktır 
ki bunun da ekonomik getirisi açıktır. Böyle bir ihtimal, Avrasya’daki enerji satrancını ile güvenilir ve erişilebilir enerji arzının sağlanmasını doğrudan 
etkileyecektir. İran’ın özellikle doğalgaz noktasında Avrupa’nın “arzın çeşitlendirilmesi” ve böylelikle 

Rusya’ya aşırı bağımlılığın engellenebilmesi çalışmaları açısından olumlu bir katkı yapması mümkündür. Elbette bu ihtimal, nihai anlaşma sonrası Batı ile İran 
arasında yakın irtibatın sürdürülmesi ve arıttırılması ile mümkündür. Aksi takdirde, Rusya ile İran’ın enerji alanında ilişkilerini kuvvetlendirmesi durumunda AB’nin arzı çeşitlendirme çabaları ciddi sorunlarla karşılaşacak, “enerji kartı”nın gelecekte kendisine karşı stratejik kullanımını engelleme imkânı daha da azalacaktır. 

Dolayısıyla AB’nin, enerji arzının güvenliğini artırabilmesi için proaktif bir dış politik anlayışla İran’ı nihai anlaşmanın hemen akabinde “sosyalleştirme” ve 
böylelikle enerji alanında İran’la ilişkilerde Rusya’nın bir adım önüne geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde uzun vadede şimdikinden daha tehlikeli ikili bir bağımlılık manzarası ortaya çıkabilir. AB, İran’ı Avrasya’daki enerji mücadelesine dâhil edebilirse, Rusya’nın pozisyonunun önemini azaltma şansına ilaveten Rus fiyat politikası üzerinde de baskı kurma imkânı elde edebilir ve Rusya’nın enerji hegemonu statüsünü siyasi ve ekonomik olarak sorgulanır kılabilir. Bu bağlamda Rusya-İran ilişkilerindeki yakın temasın limitlerinin S-300’lerle ilgili anlaşma, nükleer işbirliğinin devamı ve Esad rejimine yaklaşım gibi noktalarda sınanmakta olduğunu ve sınanacağını 
gözden kaçırmamak gerekir. 

Kısaca, İran’ın Batı için, Rusya’nın hâlihazırdaki konumunu yeniden gözden geçirtebilecek bir potansiyel arz noktası olması hasebiyle enerji konusu, anlaşma sonrası düzlemin en önemli meselelerinden biri olacaktır. 

Güncel bölgesel gelişmeler ve gerginlikler bağlamında da nihai anlaşmanın oldukça önemli etkileri olabilecektir. Yemen’deki iç savaşın bölgeselleşen bir 
sorun haline gelmesi, bu süreçte mezhep odaklı bir ayrışmanın Suudi Arabistan’ın Anlaşmanın muhtemel etkileri kapsamında enerji arzı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bir diğer önemli etkinin Yemen odaklı gerginliğe olması beklenebilir. 



Şii ve İran karşıtı nosyonları dolayısıyla gündeme gelmesi ve cevaben İran’ın oldukça sert açıklamalarla duruma tepki göstermesi düşünüldüğünde, bu ahval içerisinde nihai anlaşma önem arz ediyor. İran ve Batı arasında yakın temas, Yemen meselesinde çözümü işaret edebilir. 

Zira günden güne bir “savaş makinesi”ne dönüşen Suudi Arabistan, ABD ile olan sıcak ilişkileri dolayısıyla krizde daha yapıcı bir tutum sergilemesi yönünde 
ikna edilebilir,12 tabi İran’ın Yemen konusunda sessizliği kapalı kapılar ardında anlaşma için bir bedel olarak hâlihazırda gözden çıkarılmamışsa. 

Zamanlama dikkate alındığında, Suudi Arabistan’ın, öngörüyü doğrular nitelikte, Yemen’e kapsamlı askeri operasyonlarını oldukça kısa sürede durdurmuş olması dikkat çekicidir. Yemen’deki krizin uzun vadeli çözümü açısından bakıldığında ise İran ile Batı arasında daha yakın bir ilişki, İran ile Suudi Arabistan arasında saldırgan tavrın terki ve İran ile Türkiye arasında işbirliği önemli noktalardır. 13 

<   Türkiye ile İran arasındaki işbirliği aynı zamanda Şii-Sünni ortak hareket kabiliyetini sembolize etmesi ve mezhep odaklı olmayan bir bölgesel duruş ortaya konabilmesi adına da mühimdir. >


Bölge, Arap Baharı ve sonrasında her ne kadar çakışan siyasetler izlemiş olsalar da İran ve Türkiye arasındaki işbirliğinden fayda sağlayabilir. 

Mezhepsel farklılıkların altını çizen ve şiddet yanlısı bir tutum benimseyen hareketlere karşı da bu siyasi irade önemli bir denge unsuru olabilir. Bölgesel 
istikrara tehdit oluşturan ve dolayısıyla bölgesel hatta küresel işbirliğiyle mücadele edilmesi gereken IŞİD’le mücadele noktasında böyle bir bölgesel temas fayda sağlayabilir. Zira hâlihazırda Irak’tan Suriye’ye ve Yemen’e istikrarsız bölgesel dinamikler, bu grupların yükselişine ve benzer yeni oluşumların ortaya çıkmasına uygun ortam sunmaktadır. 

Türkiye’nin Balkanlarla ve Avrupa Komşuluk Politikası kapsamındaki ülkelerle ilişkilerinde olduğu gibi ortak “Batı bağlantısı” İran ile Türkiye arasındaki 
diyaloga da ek bir güçlendirici etki yapacaktır. Siyaset yapımında Batı’ya daha yakın eğilimler gösteren ve Türkiye, Mısır hatta Suudi Arabistan’la ekonomik ve 
siyasi irtibatı kuvvetli bir İran, bölgede zayıf devlet mekanizmalarının güçlendirilmesine ve bölgesel ekonomik ilerlemeye ciddi katkı sunabilir. 

Arap Baharı’nı takip eden süreçte hükümetler birbiri ardına değişmektedir. Mısır örneği bu trendin en belirgin sembolü olarak karşımızda durmaktadır. Suriye’deki Esad rejimi İran tarafından büyük destek görmektedir. Kendisinin en önemli bölgesel rakiplerinden Türkiye, 2011’den bu yana 250 binden fazla insanın hayatını kaybetmesinden sorumlu olan ve demokratikleşme ile reform konusundaki vaatlerini yerine getirmeyen Esad yönetiminin fotoğraftan çıkması gerektiği yönünde ısrarını sürdürüyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika genelinde ve Suriye özelindeki bu gelişmeler, artçı sarsıntılarıyla bölgesel istikrarı tehdit etmekle ve İran ile Türkiye gibi bölgenin önemli aktörleri arasında gerginliğe sebep olmakla kalmıyor, aynı zamanda bölgeye dış müdahale ihtimalinin de mütemadi olarak masada kalmasına yol açıyor. 

Türkiye ile İran arasındaki işbirliği aynı zamanda Şii-Sünni ortak hareket kabiliyetini sembolize etmesi ve mezhep odaklı olmayan bir bölgesel duruş ortaya konabilmesi adına mühimdir. 

Irak Savaşı ve sonrası süreç, bu ihtimalin olası sonuçları hakkında önemli bir referans olarak önümüzde durmaktadır. Bu referansa bakarak savaş sonrası 
Irak’ın yeniden yapılandırılması ve bölge dışından gelen aktörlerin bölgede uzun soluklu bulunmasının engellenmesi gibi konularda Türkiye ile ortak noktalarda 
buluşabilen İran’ın konumunu gözden geçirmesi gerekebilir. İran ve Batı arasında daha makul bir düzlem aynı zamanda Türkiye ile İran arasında birbirini suçlayıcı tavrın bir kenara bırakılması ve ortak bir noktada buluşulması iradesine katkı sağlayabilir. İran’ın uluslararası toplumla sosyalleşmesi, enerji kaynaklarının artan miktarlarda sisteme eklenmesine ilaveten gereken yasal ve bürokratik uyumun hayata geçirilmesi ve ekonomisinin Batı’yla çok daha entegre hale gelmesi çok daha anlaşılabilir ve işbirliğine açık bir İran ortaya çıkarabilir. Bu imkân değerlendirilemediği takdirde ise ekonomik anlamda güçlenen ve enerji kaynaklarının ihracında ve komşularıyla ilişkilerinde çok daha az maniyle karşılaşan bir İran’ın artan bir özgüvenle beraber artan materyal kaynakları sayesinde kendisine yakın gruplara çok daha etkin destek sağlaması da mümkün. Bu ihtimalin sadece Yemen ve Suriye üzerinde değil Şii nüfusa sahip ve Necef ve Kerbela’nın gibi iki sembol şehrin de içerisinde bulunduğu bir Irak’a da etkisi olabilir. IŞİD Irak’ta ilerlerken diğer tarafta daha fazla siyasi ve ekonomik güç talep eden bir Şii yükselişi, Irak’ta orta/uzun vadeli bir krize sebep olabilir. Bu da IŞİD’le mücadeleden önemli bir gelir kaynağı olarak bölgenin hidrokarbon kaynaklarının Batı’ya güvenli ve sürdürülebilir ihracına ve mezhep odaklı bölgesel gerilimlerin kontrol altına alınmasına dair çabalara kadar pek çok bölgesel çabanın geleceğini tehdit edecektir. 

Görülüyor ki bölgedeki enerji siyaseti örneğinde olduğu gibi bölgesel siyasi yansımalar noktasında da nihai anlaşmanın sonuçları, hem Batı’nın tavrına ve 
hızlı davranmasına hem de İran’ın agresif bir tutum ile halihazırdaki ılımlı tutumu arasında yapacağı seçime bağlı gözüküyor. İran’ın önümüzdeki dönemde siyasi ikliminin de bu seçimde muhtemel etkisi göz önüne alındığında uzun vadeli ve kurumsallaşmış bir ilişki düzlemi kurulmasının Batı için önemi anlaşılmaktadır. 

Nihai Anlaşma Sonrası Türkiye-İran İlişkilerine Dair Beklentiler 

İki önemli bölgesel güç, İran ve Türkiye, ‘79 Devrimi’nden sonra ve özellikle 1990’larda zirveye çıkan bir şekilde güvensizlik ve şüphe ile dolu, büyük ölçüde 
güvenlikleştirilmiş ( Securitised ) bir ilişki yaşadı. Geçtiğimiz on yılda ise, özellikle savaş sonrası Irak konusunda ortak siyasi tavırlar ve Türkiye’nin İran’ın 
nükleer programına dair tutumu, iki ülkeyi birbirine yaklaştırdı. İki tarafın Arap Baharı süresince ve sonrasında kendi “etki alanları”nı oluşturma çabaları, ilişkileri zedelediyse de 1980’ler ve 1990’lara kıyasla çok daha olumlu, ekonomik anlamda istisnai ve enerji alanında beklentilerin her zamankinden daha yüksek olduğu bir ikili atmosferden bahsetmek mümkün. 

<  Geçtiğimiz on yılda, özellikle savaş sonrası Irak konusunda ortak siyasi tavırlar ve Türkiye’nin İran’ın nükleer programına dair tutumu, İran ve Türkiye’yi birbirine yaklaştırdı. >

14 Temmuz 2015’te imzalanan nihai anlaşma ve akabinde yaptırımlardan arınmış bir İran’ın ortaya çıkışı şüphesiz ki bu ilişkiye de ciddi manada etki edecektir. 

Ekonomik boyuta bakıldığında, iki ülke, ekonomik etkileşimleri açısından son on yılda oldukça etkileyici bir performans ortaya koydu. 
Bunun gerçekleşmesinde, ilişkinin özellikle Irak Savaşı sonrası ortak iradelerin fark edilmesiyle beraber güvenlik temelinden kaydırılması kadar Türkiye’nin 
eskiye kıyasla dışarıda ve yakın çevresi özelinde çok daha aktif bir ekonomik profile sahip bir “tüccar devlet”e dönüşümü de rol oynadı. 

Türk İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre 2000’de 1 milyar dolar civarı olan ticaret hacmi, 2014’te 13 milyar dolar seviyesine çıktı ve böylece İran Türkiye’nin altıncı, Türkiye ise İran’ın beşinci en büyük ticaret ortağı konumuna geldi. Nihai anlaşma sonrası Batı’dan ve özellikle de ABD’den gelecek itirazların ortadan kalkacağı düşünülürse geleceğe dair enerji anlaşmalarıyla da beslenecek ticaret hacminde ciddi bir sıçrayış beklenebilir. Cumhurbaşkanları Recep Tayyip Erdoğan ve Hasan Ruhani, sıkça ekonomik bağlantının daha da kuvvet lendirilmesi ve 30 milyar dolar hedefine ulaşılması yönünde söylemlerde bulunmakta, işadamlarını da bu maksat çerçevesinde desteklemektedirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerdeki İran ziyaretinde de bu konuların altı çizilmiş, ilaveten Yemen konusunda işbirliğinin önemine vurgu yapılmıştır. 

Türkiye’nin, Doğu-Batı enerji koridoru kapsamında enerji merkezi (hub) rolü açısından İran gazını Avrupa’ya taşıma isteği göz önünde bulundurulduğunda 
İran ile Batı arasındaki ilişkinin yeni dinamikleri büyük önem arz ediyor. Özellikle ABD’nin Türkiye’nin bu alandaki işbirliği çabalarına karşı şimdiye kadarki negatif yaklaşımı ve nihai anlaşma sonrası bu tutumun yumuşamasıyla oluşacak yeni ortamın muhtemel sonuçları düşünülmeye değer bir nokta. 

TANAP’ta öngörülen nihai kapasite 60 bcma düzeylerinde ki bu miktar hâlihazırdaki şemaya ek olarak Azerbaycan’a ilaveten yeni arz merkezleri gerektirebilir.14 

Bu noktada İran, ileriki dönemde, nükleer krizin de çözülmesiyle önemli bir aday olabilir. İlaveten, iki ülke yeni boru hattı projeleri üzerinde de çalışabilir. 
Türk Akımı’nın 63 bcma planlanan kapasitesine ek olarak 

TANAP’ın taşıdığı doğalgaz kapasitesindeki planlanan artış Türkiye’nin transit rolüne ciddi katkı sunacaktır. 15 Zira, TANAP’ın 2030 civarında ulaşması öngörülen 60 bcma doğalgaz taşıma kapasitesi ve Türk Akımı’nın 63 bcma kapasitesi toplam düşünüldüğünde Türkiye üzerinden taşınan bu 123 bcma doğal gaz, Avrupa talebinin beşte birinden fazlasını oluşturmakta. 

İran açısından bakıldığında ise İran böyle bir durumdan sadece ekonomik olarak kazançlı çıkmayacak, aynı zamanda küresel enerji oyununda önemli bir arz 
Merkezi olarak profilini güçlendirecek ve dolayısıyla ekonomik toparlanmanın yansıra uluslararası toplum içinde daha yüksek bir pazarlık gücüne kavuşabilecektir. 

Güvenlik açısından değerlendirildiğinde ise, anlaşma ile beraber öngörülebilir yakın gelecekte askeri manada bir “nükleer İran” ihtimalinin ortadan kalkması 
Türkiye adına ciddi bir kazanım olacaktır. Her ne kadar Türkiye’nin resmi söylemi programın askeri amaçları olmadığına dair inancın altının çizilmesi yönünde 
ve programı barışçıl maksatlarına binaen destekler nitelikte olsa da bu ihtimalin kesin biçimde ortadan kaldırılması, Türkiye’nin orta ve uzun vadede tehdit 
algılamasında muhtemel başlıkları revize etmesini sağlayacaktır. 

 <  Türkiye’nin, DoğuBatı enerji koridoru kapsamında enerji merkezi (hub) rolü açısından İran gazını Avrupa’ya taşıma isteği göz önünde bulundurulduğunda 
İran ile Batı arasındaki ilişkinin yeni dinamikleri büyük önem arz ediyor. >

İran’ın bölgesel bir gerginlik neticesinde görece kısa sürede bu vakte kadar elde ettiği nükleer teknoloji ve uzmanlık sayesinde programı askeri bir mahiyete 
büründürmesi, her ne kadar güncel İran liderliği bu eğilimi göstermekten uzak olsa da ilerisi adına bir ihtimaldir. Bölgede de istikrarsızlığın istisna değil 
norm olduğu düşünüldüğünde yalnız rekabetlerin değil yakınlaşmaların geleceği de öngörülebilir değildir. Bu da böyle bir ihtimalin köklü biçimde ortadan kalkmasının faydasını ortaya koymaktadır. 

Özellikle Balistik Füze Savunma sistemi ve Arap Baharı üzerinden iki gücün yaşadığı dönemsel gerginliklerin ilişkiyi yeniden kısmen güvenlik boyutuna 
taşıdığı düşünüldüğünde bu nokta daha önemli hale gelmektedir. Güvenlik boyutundan ilişkiyi tekrar uzaklaştırmada (desecuritisation) da İran’ın sisteme 
entegrasyonu ve nihai anlaşma sonrası Batı’yla ilişkilerini kuvvetlendirmesi ile beraber ılımlı bölgesel tutumları ön plana alan daha makul bir aktör haline gelmesi de fayda sağlama potansiyeline sahiptir. 

Netice itibariyle Batı ile İran arasında oluşabilecek yeni dinamikler, Suriye’deki çatışma ortamından enerji güvenliğine kadar pek çok alanda değişim fırsatı doğurabilir. 
Eğer yaptırımlar sonrası dinamikler doğru analiz edilir ve Batı hızlı hareket edebilirse İran’ın hem bölgesel ve küresel konumu hem de Batı’yla ilişkileri 
açısından oldukça farklı bir resim görebiliriz. Bu değişimin ölçüsü ise tekraren, öncelikle P5+1 ülkelerinin ve İran’ın nihai anlaşmanın uygulanması konusundaki kararlılığından ve samimiyetinden, ikincil olarak Rusya ve Çin gibi diğer aktörlerin bu süreci engelleme noktasındaki çabalarından ve son olarak da Ahmedinecad’ın İran siyasetine tekrar dönme olasılığından (ki Ruhani’nin anlaşma dolayısıyla kazanacağı ekonomik ve siyasi Batı desteği bu ihtimalin ortadan kaldırabilmesinde büyük rol oynayacaktır) veya benzer bir siyasi figürün ortaya çıkıp çıkmamasından büyük oranda etkilenecektir. Son olarak, Türkiye’nin kendi güç ve menfaat merkezli hesaplarıyla uyumlu şekilde bölgedeki genel duruşunu ve günlük dış politikasını gelişmelere göre konumlandırma kabiliyeti, Türkiye’nin bu yeni oluşan atmosferden ne denli faydalanabileceğini belirleyecek tir. Türkiye ve İran daha yakın bir ekonomik ilişki, ekonomik etkileşimlerinde ciddi bir artış ve daha istikrarlı bir bölgesel denklem tecrübe edebilirler. Öte yandan iki ülke bölgenin küresel ölçekte yankı bulan bu en tartışmalı konularından birinin normalleşmesinden doğan fırsatları kaçırabilir, 
yukarıdaki olumlu tabloyu tersine de çevirebilirler. 

<   Anlaşma ile beraber öngörülebilir yakın gelecekte askeri manada bir “nükleer İran” ihtimalinin ortadan kalkması, Türkiye adına ciddi bir kazanım olacaktır. >


Notlar 

1 Bkz. “Saudi Arabia launches air strikes in Yemen”, BBC, 26/3/2015, 
http://www.bbc.com/news/world-us-canada-32061632>, erişim 2/4/2015. 
2 Daha detaylı bir tarihi arka plan için, bkz. Mustafa Kibaroğlu, “Iran’s Nuclear Ambitions from a Historical Perspective and the Attitude of the 
West”, Middle Eastern Studies 43:2 (2007), pp. 223-245 
3 Anton Khlopkov and Anna Lutkova, “The Bushehr NPP: Why Did It Take So Long?”, Center for Energy and Security Studies, 
http://ceness-russia.org/data/doc/TheBushehrNPP-WhyDidItTakeSoLong.pdf,   Erişim 27/05/2012. 
4 Amin Saikal, “The Iran Nuclear Dispute”, Australian Journal of International Affairs 60:2 (2006), pp. 193-199, at p. 193. Also, see Aylin G. Gürzel and 
Eyüp Ersoy, “Turkey and Iran’s Nuclear Program”, Middle East Policy, 19:1 (Spring 2012), pp. 37-50, at p. 38. 
5 For a more detailed analysis of sanctions, see Andrew Parasiliti, “After Sanctions, Deter and Engage Iran”, Survival: Global Politics and Strategy 
52:5 (2010), pp. 13-20, at p. 17 
6 Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasının 4. Maddesi şöyledir: 
(1) Bu antlaşmanın hiçbir hükmü, ayrıcalık gözetmeksizin ve I Ve II nci maddelere uygun olarak, antlaşmaya taraf olan bütün devletlerin, nükleer 
enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılmasının, üretiminin ve kullanılmasının geliştirilmesi ile ilgili vazgeçilmez haklarını olumsuz biçimde etkiler şekilde 
yorumlanmayacaktır. 
(2) Bu antlaşmaya taraf bütün devletler, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının, sağlayacak cihaz, madde, bilimsel ve teknolojik bilgilerin 
mümkün olan en geniş ölçüde alışverişini kolaylaştırmayı üstlenirler ve bu alışverişe katılma hakkına sahiptirler. Bunu gerçekleştirebilecek antlaşmaya taraf devletler, 
dünyanın kalkınmakta olan bölgelerinin ihtiyaçlarını gereğince göz önünde tutarak, özellikle işbu antlaşmaya taraf nükleer silahlara sahip olmayan devletlerin 
topraklarında, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla uygulanmasının daha da geliştirilmesine, tek başlarına veya diğer devletlerle veya uluslararası örgütlerle birlikte, 
katkıda bulunmak üzere işbirliği de yapacaklardır. NSYÖA/NPT maddeleri konusunda daha detaylı bilgi için bkz. “The Treaty on the Non-Proliferation 
of Nuclear Weapons”, 
http://www.un.org/en/conf/npt/2005/npttreaty. html. 
7 Türkiye’nin konuya yaklaşımına dair bkz. Mustafa Kibaroğlu and Barış Çağlar, “Implications of a Nuclear Iran for Turkey”, Middle East Policy 15, 
no. 4 (2008), pp. 59-80; Aylin Gürzel and Eyüp Ersoy, “Turkey and Iran’s Nuclear Program”, Middle East Policy, 19:1 (Spring 2012), pp. 37-50; 
Aylin Gürzel, “Turkey’s Role in Defusing the Iranian Nuclear Issue”, The Washington Quarterly, 35:3 (2012), pp. 141-152. 
8 Bkz. Mehmet Özkan, “Turkey–Brazil Involvement in Iranian Nuclear Issue: What Is the Big Deal?”, Strategic Analysis, 35:1(2010), pp.26-30 and 
Aylin Gürzel, “Turkey’s Role in Defusing the Iranian Nuclear Issue”, The Washington Quarterly, 35:3 (2012), pp. 141-152. 
9 Terim, 2006’dan itibaren konuyla ilgili ortak diplomasi yürütme maksadıyla hareket eden Çin, Fransa, ABD, Birleşik Krallık ve Almanya’yı ifade eder. 
10 Bkz. “Iran nuclear deal: negotiators announce ‘framework’ agreement”, The Guardian, 3/4/2015, 
http://www. t h e g u a r d i a n . com/world/2015/apr/02/iran-nuclear-deal-negotiators announce-framework-agreement>, erişim 16/4/2015. 
11 Bkz. “Full text of the Iran nuclear deal”, The Washington Post, 
http://apps.washingtonpost.com/g/documents/world/full-text-of-the-iran-nucleardeal/1651/ , 
Erişim 20/7/2015 ve “Iran nuclear deal gets UN endorsement, paving way for sanctions relief”, Reuters, 20/7/2015, 
http://www.rt.com/news/310276-un-resolution-iran-deal/, Erişim 21/7/2015. 
12 Yazının yazıldığı günlerde Suudi Arabistan’ın tutumu -Yemen’deki Husi güçlerine karşı mücadelesini sürdüreceği yönündeki söylemine 
karşın- kapsamlı operasyonunun sona erdiğini ilan etmelerinin akabinde hâlihazırda yumuşamış görünmektedir. Bkz “Saudi-led coalition announces 
end to Yemen operation”, Reuters, 21/4/2015, 
http://www.reuters.com/article/2015/04/21/us-yemen-security-saudi-idUSKBN0NC24T20150421
Erişim 21/4/2015. 
13 “Iran and Turkey back political solution to Yemen crisis”, Al Jazeera, 8/4/2015, 
http://www.aljazeera.com/news/2015/04/rouhani-iran-turkey-agree-stop-yemenwar-150407192559290.html>, erişim 15/4/2015. 
14 Bkz. Lada Evgrashina, “Azeri oil fund to help finance TANAP gas pipeline”, Reuters, 6/11/2012, 
http://www.reuters.com/article/2012/11/06/azerbaijanenergy-idUSL5E8M6C1P20121106
Erişim 17/11/2013 ve Gulmira Rzayeva, “TANAP – Hazar Gazını Avrupa’ya Taşıyan Atılım Projesi”, 
http://www.hazar.org/UserFiles/yayinlar/MakaleAnalizler/Gulmira_ Rzayeva.pdf,  Erişim 16/11/2014. 
15 Bkz. “Russia drops South Stream gas pipeline plan”, BBC, 1/12/2014, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-30283571   Erişim 2/12/2014; “ Putin Blames EU as Russia abandons plans for South Stream gas pipeline”, The 
Guardian, 1/12/2014, 
http://www.theguardian.com/business/2014/dec/01/russia-blames-eu-as-it-abandons-plans-for-south-stream-gas-pipeline 
Erişim 2/12/2014; “In Diplomatic Defeat, Putin Diverts Pipeline to Turkey”, The New York Times, 1/12/2014, 
http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?_r=0  Erişim 2/12/2014. 


ORSAM, Ortadoğu Konusunda faaliyet gösteren tarafsız bir düşünce kuruluşu dur. 

ORSAM Ortadoğu ile ilgili bilgi kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve bölge uzmanlarının düşüncelerini Türk akademik ve siyasi çevrelerine doğrudan yansıtabilmeyi 
hedeflemektedir. 
Bu amaçlar doğrultusunda ORSAM, Ortadoğu ülkelerindeki devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve 
sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, yerel perspektiflerin güçlü yayın yelpazesiyle gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. ORSAM yayın yelpazesi içinde kitap, rapor, bülten, politika notu, konferans tutanağı ve ORSAM dergileri Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri bulunmaktadır. 

©Bu metnin içeriğinin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir. ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 

Göktuğ SÖNMEZ 
RAPOR; No.29, 
TEMMUZ 2015 
ORSAM BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 



****