DÜNYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DÜNYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2020 Çarşamba

DÜNYANIN SONU GELDİ.,

DÜNYANIN SONU GELDİ.,


Dünyanın Sonu Geliyor, Çünkü Ahlakın Sonu Geldi, Ergun Mengi,


Ergun Mengi 
16 Nisan 2020


   Dünyanın sonu geliyor mu bilmiyorum ama korkarım ahlakın sonu geldi. Herkes yalan söylüyor, aldatıyor, hem de hiç yalan söylememesi gereken, aldatmaması gereken kişiler bunu yapıyor. Hal böyle olunca alarm zilleri çalıyor.

Ahlakın sonuyla aslında dünyanın da sonunu biz getiriyoruz.

Hadi canım, adam sende, hangi devirdeyiz, beni ilgilendirmez, onlarda yapıyor, oda yapsın nidaları, aslında, sonu gelen ahlâkın can çekişme sesleri.

Sorun bunu nasıl anlamlandırdığımız, her mesele kişiler nasıl anlamlandırıyorsa öyle şekillenir. Akıl, anlam yüklerken çalışıyor, değerlendiriyor, kendine en uygun olanını yapıyor. Aslında öyle sanıyor. Ancak, akıl karar verirken, onun kararlarını süzgeçten geçiren gerektiğinde tasdik eden ve gerektiğinde, genellikle, itiraz eden bir ses vardır. İç sesimiz. Onu kandıramıyoruz. Aklımıza direniyor, ona kırılıyor, zaman zaman da küsüyor. Ama çok zeki, pratik akıl onun hemen üstesinden geliyor maalesef. “Sen sus görmüyor musun hayatta kalmaya çalışıyorum” diye kandırmaya çalışıyor. Kendisi dahi inanmasa da.

Zaman geçiyor, bir ay, bir yıl, bir ömür; sonra içses kendini yine hatırlatıyor, işte o zaman akıl pişman oluyor, özür diliyor, keşke diyor. Tanrı nerede diyorsunuz? Herkes göğe bakıyor, yıldızlara, galaksilere, beyaz bulutlara, acaba o bulutlardan birisinin üzerinde mi oturuyor. Ama tanrı yukarıda mı? Tanrı aslında tam karşımızda, nereye bakarsak orada; toprakta, ağaçta, canlılarda en önemlisi karşımızdaki insandadır.  Göğe bakmaya gerek yok. Ancak, tanrıyı gözle göremezsiniz, mümkün değil, o yürekle, vicdanla görülür. Görüleni de size iç sesiniz anlatır, işte tanrı sizin iç sesinizde dir. Onu dinlemek lazım.

Dinlemeyi bilmeyiz. Dinler gibi gözüküp, aslında ne cevap vereceğimizi düşünürüz. Anlamak için gayret sarf etmeyiz, cevabımızı hazırlamakla meşgul oluruz. Güzel bir söz var “anlamak için değil cevap vermek için dinleriz”.

Konfüçyüs da dinlemenin erdemini “ Hep konuşursan bildiklerini tekrar edersin, Ama dinlersen belki yeni bir şeyler öğrenirsin” sözleriyle ifade etmiş.

İnsanın iç sesini kaybettiği, arama ilanı dahi vermediği, bu günlerde dünyayı daha da yaşanmaz hale getirdi. Bu demektir ki dünyayı da kaybetmeye az kaldı.

Kazanma hırsı, daha fazla üretme, daha fazla satma, daha çok para, NE İÇİN, nereye “Qua vadis” insanoğlu “Qua vadis”.

Homo Sapiens dünyanın çivisini çıkardı. Yapılar, kurumlar, devletler, kavramlar sallanıyor, ayakta nasıl durabilirim diye sağa sola tutunmaya çalışıyor, her dal kırılıyor. Çünkü dünya yok oluyor. Hesap yapıyor kimileri, dünya 2050 de şöyle olacak, bu küresel ısınma, bu çevre kirliliği, bu virüslerle 2200 yılına kadar idare eder. Bencil insan, aklı, hemen “ben kurtardım” diye hesap yapıyor, akıllı ya. Ama içses soruyor “torunların ne olacak, onların çocukları ne olacak. Onlara böyle bir dünya mı miras bırakacaksın.” Akıl susuyor, cevap veremiyor.

Neden yalana başvuruyoruz, yalanı neden seviyoruz, üstelik tüm dinlerde yasaklı olmasına rağmen. Homo Sapiens insanı, yalanı bile bile, hatta hafifçe gülümseyerek, dinler. Genellikle arkasından alay eder ve ironik biçimde bunları yaparken mutlu olur. Bu insan, doğruları duymayı istemez, doğruları gerçekleri söyleyenlere tahammül bile edemez.

Karşıdakini dinlemeye tahammül edemiyoruz, okumuyoruz, karşıdakinin sözünü kesiyoruz, tam anlamadan fikirlerine karşı çıkıyoruz. Hâlbuki bilmemiz gereken husus, herkesin kendi doğrusu olabilir (Nazmi Çeşmeci). Ben buna “doğrunun elli tonu vardır” diye ekleme yapıyorum. Homo Sapiens, neden hep haklı çıkmak ister, ne var haklı çıkmakta. Bilge diyor ki “her zaman haklı çıkma ihtiyacı cahillere mahsustur”.

Yazı tura atsak kazanmak ister. Kazanan sevinir, çok normal, ama asıl önemli olan kaybedenin üzülmemesi dir. Eğer kaybeden üzülmeye başlarsa işte o zaman, kutuplaşma, ayrışma başlar. İnsanlar, devlet (halk)-devletin görevlisi, yöneten-yönetilen, kazanan-kaybeden, zengin-fakir, yaşlı-genç, kadın-erkek, arabası olan-olmayan, çiçek seven-sevmeyen vb şeklinde ayrışır. Kutuplaşmalar arttıkça insanlar birbirlerinden korkmaya, kaçmaya başlar (George Orwell). Hal böyle olunca, kutuplaşmanın ihtiyacı olan yakıt, “nefret” devreye girer.

Nefretle besleniyor kutuplaşma, sevgiyi yok ediyor. Güzel bir söz var, “Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir. Nefret nefreti uzaklaştıramaz; bunu ancak sevgi yapabilir”. Nefret söylemi, Müslüman-Hristiyan, Sünni-Şii, Budist-Hindu şeklinde ayrıştırıyor, aslında tek bir yaratana inanan insanları (Harari s.218-221), bakış açıları, ibadet şekilleri farklı olanları, benim ibadet şeklim daha doğru, benim gibi ibadet edeceksin diye öldürüyorlar.

Kutuplaşmanın diğer bir yakıtı da karşıdakini kirli göstermektir. Tarihe baktığımızda birçok kişi ve toplum, kadınları, Yahudileri, çingeneleri, siyahileri, eşcinselleri hatta diğer dine mensup olanları kirlilik kaynağı olarak göstermiştir (Harari, s.145). Bu kirletme günümüzde; aynı din, aynı millet, aynı ırktan olan kişiler ve hatta aynı anne-babadan doğanlar arasında da yapılıyor. Karşı fikirde, karşı takımda, karşı partide olanlar kirliliğin kaynağıdır. En temiz olan bizim görüşümüz, bizim partimiz, bizim takımız “mış” gibi.

Neden Hintliler toplumlarını kast sistemine göre, Osmanlı din gruplarına göre, Amerika ise ırklarına göre ayırmaya kalkıyor. Bunlar çok söylendiğinde, çok işlendiğinde inananlar inanıyor ve kalıcı oluyor.

“İnsanı bir şeye inandırmak, inandığı şeyin, yanlış olduğuna inandırmaktan çok daha zordur.”

Paranın rengi yok derler. Osmanlı bile zamanı geldiğinde üzerlerinde Meryem, İsa veya Haç bulunan paraları haraç-vergi olarak toplamaktan kaçınmamıştır. Burada kazanma ve para hırsı ön plana çıkıyor.

Bir ‘proteus’ (her kılığa girer, bazen görünen, gerektiğinde kaybolan) olan insan, “para” diye başka bir proteus yaratıyor. Bir kişi, fakirlere para yardımı yaptığında para sadakate, yargıca rüşvet verdiğinde hukuka, kiliseye-camiye bağış yaptığında sevaba dönüşüyor. Tarihte böyleydi, bugün de böyle.

“Para o kadar hızlı koşuyor ki, Ahlakın yetişmesi mümkün değil”

Para yokken, altın vardı, en saf en güzel maden. Saf olduğundan yıllar geçse de bozulmaz. Dostluklar da altın gibi ne kadar saf olursa o kadar uzun süre bozulmadan kalır. Ancak, altın en saf maden olarak insanlara güzellik, barış getireceğine, savaş, öfke, çatışma getirmiştir. En saf maddeler dahi kötülük üretebilmektedir. Altın gibi bir saflık dahi, insanın elinde, maalesef, en büyük silaha dönüşebiliyor.

Bir düşünür der ki “insanın kullandığı ilk silah diğer bir insandır”. Çok doğru insan hükmetmeyi çok sever. Bu nedenle ben insanı lokanta da tanırım. Garsona nasıl hitap ediyor bakarım. Çünkü her insan, lokanta da patrondur. Hizmet ister, ekmek ister, su ister, zamanında ister, sıcak ister, acele ister, hatta kendinden önce gelen müşteriden dahi önce gelmesini ister, olmazsa kızar. İnsanın rengi lokantada garsona hitabından belli olur.

Kutuplaştırdığımız bu dünya, hayatımıza o kadar işlemiş ki konuşmayı bile beceremiyoruz,  tartışmayı bilmiyoruz. Konuşurken tepkiseliz, yanlış anlamayın tepki vermek insanın en doğal hakkıdır. Demokrasinin olmazsa olmazı ”tenkit edebilmektir”. Fakat tepkisel olmak bir zihniyettir. Bu zihniyet, her fikre karşı çıkmak, her konuda bir fikri olmak, her şeyi bildiğini sanmak, kişilerle uğraşmak ve insanları kendisine inanmasını istemektir. İnandırmak birkaç şekilde olur, bilgi ve fikirlerle olanı en uygunudur. Ama silahla da, tehditle de karşı tarafı fikrimize yönlendirebiliriz. Adına ikna desek te, karşının ikna yerine itaat ettiğini biliriz, hatta bundan içten içe keyif de alırız. İşte bu tepkisellik olduğu sürece insanların bir arada bilgi üretebilmesi, ortak akla veya birleşik akla erişebilmesi çok zordur.

Okumuş, aydın, yeniliklere açık, araştırmasını seven, meraklı, dinlemesini, tartışmasını bilen, araştıran ve bilgi üreten insanlar ülkenin sosyal sermayesini oluşturur. “Zengin ülkeler, zengin oldukları için Sosyal Sermayeleri vardır” derler ben ise aksi fikirdeyim, “zengin ülkeler Sosyal Sermayeleri olduğu için zengindir (Francis Fukuyama).”

Homo Sapiens insanı, nankördür, kötüdür. Ancak tek başına iken masumdur. İki kişi bir araya gelince tartışma, kıskançlık başlar. İnsanoğlu eldeki mutlak kazancına bakmaz, baksa mutlu olacak, ama Göreceli Kazanca bakar, yani başkasının kazancıyla mukayese ederek ya daha mutlu olur veya daha mutsuz. İnsanı yarış atı gibi gören Kapitalizm bunu şöyle tanımlıyor, yarışırken arkaya bakmayın kendinizi ilerlemiş zannedersiniz, yanındakilere ve ilerdekilere bakın, daha hızlı koşasınız.

Doğayı kıskanıyoruz, güzelliklerini kıskanıyoruz, hatta kadınları kıskanıyoruz. Bunun için de doğaya düşmanız hayvanlarını öldürüyor, ağaçları kesiyor, kadınları kısıtlıyoruz, kapatıyoruz. Doğanın sakladığı çirkinlikleri, kömürü, uranyumu, petrolü, yeryüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan dünya üzerinde ne kadar güzellik varsa ormanlar, denizler, nehirler, göller, dağlar, çiçekler, vadiler, ağaçlar hepsine düşmanız, yok etmeye çalışıyoruz..

Aslında doğa ile birlikte kendimizi öldürüyoruz farkında (yız) değiliz.

Sonra bir virüs gelir dünyanın ne kadar küçük bir oda olduğunu hatırlatır bize, aslında birbirimizden farkımız olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, birimiz mutlu değilse, diğerinin de olamayacağını haykırır yüzümüze,

Bir virüs gelir, bu güne kadar “mış” gibi yaptıklarımızı, gerçekten yapmamamızı sağlar,

Bir virüs gelir, Zengin fakir ayırmaz, dün kapıdan sokmadıklarına muhtaç hale getirir,

Bir virüs gelir, Paranın forsu, önemi olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, Sevgiyi, bir arada olabilmenin mutluluğunu anlatır,

Virüs gider, Maalesef, Proteus insanı eski halini alır. Yeni bir virüs gelinceye kadar. 

Güzel bir hikâyeyle bitireyim. “Baba, pazar sabahı, haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini alır ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşünür.
Tam bunları düşünürken küçük tatlı kızı koşarak gelir ve “ Baba söz vermiştin, sinemaya gidecektik ” der. Ama dışarıya çıkmak istemeyen babanın bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin ek olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişir. Hemen dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve kızına “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim” der. “Ohh be kurtuldum, ben bile, bu haritayı akşama kadar düzeltemem” diye düşünürken, kızı koşarak gelir ve “Baba haritayı düzelttim, artık gidebiliriz” der..

Baba Gözlerine inanamaz ve bunu nasıl yaptığını sorar. 

Çocuk şu cevabı verir: 

“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttim, dünya da düzeldi.”


Kaynaklar;

Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Kitap, İstanbul, 39. Baskı, 2015

Friesrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Say Yayınları, İstanbul, 9. Baskı,2017

George Orwell, 1984, Can yayınları, İstanbul, 69. Baskı, 2019.

Francis Fukuyama, Social Capital and Civil Society, IMF Working paper, 2000, https://www.imf.org/external/pubs/ft/seminar/1999/reforms/fukuyama.htm , 11 Nisan 2020.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/dunyanin-sonu-geliyor-cunku-ahlakin-sonu-geldi


***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci,

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Sürecini Dayatan Tarih Algısı Üzerine Bazı Düşünceler, 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 


Globalizasyon ve/veya küreselleşme sürecinin etki ve yansımalarını derinden yaşadığımız gelişmelerin başlangıcı olarak Post-Sovyet süreç anlaşılmalıdır. Sovyetlerin çöküşünü beraberinde getiren küreselleşmeyle birlikte, bilgisayar teknolojisinin gündelik hayatımıza girmesiyle tüm dünyada eğitim sistemleri, programları, eğitim teknolojileri konusunda değişim ihtiyacı doğdu. Bütün 
eğitim ve bilim alanlarında olduğu gibi, bilgi küreselleşti. Ülkeler ve kurumlar, kendilerini yeni duruma ve gelişmelere adapte etme gereği duydular ve birbirine daha fazla yaklaşmanın kaçınılmazlığını fark ettiler. Tarih eğitimi ve yazımı da bu etkiden nasibini aldı. Ülkeler, eğitim teknolojilerindeki gelişim ve değişime uygun olarak tüm eğitim kurumlarında Tarih eğitimi ve öğretimi konusunda ciddi yenilenme ihtiyacı hissedildi. Devletin ve hükûmetlerin dışında sivil toplum örgütlerinin inisiyatif üstlenmeleri yanında, insan hakları, demokrasi ve kadın 
hareketlerindeki gelişmeler ve ihtiyaçlar, bireyi ve toplumu derinden etkiledi. Ders kitaplarındaki bilgilerin sıkı bir biçimde sorgulanması bu süreçte oldu. Birey ve toplum olarak ülkemizde ve dünyada bu gelişim, değişim ve dönüşümler devam etmektedir. Bu süreçte, ciddi tarihçilerin de uyarıları sonucu, tarihçinin, tarihin öznesi olduğunun bilinciyle eğitim sorununa yaklaşıldı. Yaklaşık 
son yirmi beş yıllık bir süreçte çok sayıda tarih eğitimi ve yazımı konusunda makaleler, kitaplar yazıldı. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla ve yazılı ve görsel basınla bu bilgiler, ilgililerin ve toplumun dikkatine sunuldu. Arayış devam etmektedir. 


Dünyada ve Türkiye’de modern tarih, kısmen geçmişte de böyleydi, bir bakıma çağımızda yaşayan tarihçinin eliyle inşa edilişin tarihidir. İnsanların eylemlerinin, yapıp etmelerinin daha bilinen şekliyle olay ve olguların bir sonucudur; ama bundan da öte aynı zamanda olay ve olgular hakkındaki söylemlerinin de bir sonucudur. Özne olan tarihçi, tarihin inşacısıdır ve aynı zamanda tarihçi zihniyet 
ve eylem olarak tarihin içinde sürekli gezinir. Tarihin bilgisi ile nesnesi bu bakımdan kategorik olarak birbirinden ayrılamaz. 

Tarih, aslında, tarihçinin eliyle gelecekten şimdiki zamana gönderilen bir uyarı olmuştur. Bu uyarı geçmişe kadar gidip tarihçiler üzerinde de etkisini hissettir miştir. Köklerini Eski çağa kadar götürdüğümüz tarih, özellikle Rönesans döneminde önemli bir gelişme gösterdi. Burada geçmiş taklit edildi ve Antik çağ, Hıristiyanlığı eleştirmek için kullanıldı. Nitekim Ortadoğu toplumlarından 
Araplar, Osmanlılar karşısında İslâm tarihinin erken dönemlerine yönelmeyi yeğlediler. Mısırlılar, Firavunlara sarıldılar. Lübnanlı Hristiyanlar da Fenikelilere... Bu destek arayışını abartılı bulsak bile, makûl de karşılamak gerekir. Zira uluslaşmak için geçmişi yeniden keşfetme içgüdüsüydü bu. Hem Batı Avrupa toplumları da Ortaçağ'a meydan okumaya soyunurken Eski Yunan ve Roma'ya 
yönelmemişler miydi?1 

19. Yüzyıl Avrupa’sında geliştirilen Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü hakkındaki tarih yorumu, bir diğer söylemle Oryantalist bakış açısı, gerçekte, aynı yüzyılda icat ve inşa edilmiş bir tarih projesiydi. Batı kendinin olanı Roma ve Helen kaynaklı Avrupa uygarlığını dünyanın öteki tarihi uygarlıklarına egemen kılmayı amaçlamıştı. Bu Avrupa merkezci tarih projesine kapsamlı bir tepki olarak Martin Bernal’in Kara Atena başlıklı bir kitabı en kapsamlı bir bilimsel çalışma niteliği taşımaktadır. Kitapta, Antik Yunan ve dolayısıyla Avrupa Uygarlığı’nın kültürel kökeninin Afro-Asyatik Antik Mısır ve Finike kültürlerine dayandığı tezi ağırlıklı olarak işlenmektedir. Batı medeniyetinin kökeninin Avrupa'daki 18 ve 19. yüzyıl ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak imal 
edildiğini ve özgün Avrupa medeniyetinin kaynağının Yunanistan olduğu tezine karşı bir karşı koyuş olarak Kara Atena kitabı değerlendirilebilir. İdeolojik ve ırkçı öğelere sahip tarih yazımına göre 

Avrupa, Yunanistan ve Ariler dışında kalan Afrika ve Asya köklerin Yunan kültüründeki büyük etkisinin Batılı akademisyenler tarafından bilinçli bir şekilde tekrar tekrar görmezden gelinip inkar edildiğini ve zamanla silindiği tezini savunmaktadır.2 

Bilindiği gibi modern zamanlar değerlendirilirken, genelde Rönesans'a mutlaka gönderme yapılır; çünkü Rönesans, geçmişin yeniden inşa edilmesiydi. Bir diğer etken de 19. yüzyıl genelde Ortadoğu toplumları için "modernleşme" yüzyılı oldu. 19. yüzyıl Avrupa’sında meydana gelen milliyetçilik hareketleri yaygınlık kazanarak tüm Ortadoğu toplumlarını etkiledi. Bu nedenle 19. yüzyıl ulus-
devletleri inşa yüzyılı oldu. Bir başka deyişle, "insanın, kendi sosyal dünyasını kurmak ve yeniden şekillenmek için özgür olmalı" anlayışına uygun inkılâpçı düşüncelerle harmanlanan uzak geçmiş kültü yeniden yorumlandı. 

Tarih geçmişin öyküsü olarak da bilinir. Bu tanım yanlış değildir; fakat eksik bir tanımdır. Sosyolojinin sadece hâlihazırı, yâni, bugünü olmadığı gibi tarihin de yalnızca geçmişi yoktur. Bu konu ister istemez tarih felsefesini ilgilendirir. Felsefenin, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yeni kurulan ulus-devlet eliyle yapılandırılmasından bahsettiğimizde bazı sorularla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu sorulardan biri ulus-devleti inşa edenlerin nasıl bir devlet-toplum modeliyle yetiştikleri, kısaca önder kadronun toplumun geçmişten geleceğe yönelik nasıl bir kültür mirasından beslendiğini bilmek gerekmektedir.3 

Modern Türkiye'yi inşa edenler de Osmanlı'dan önceki dönemlere Asya bozkırlarına yöneldiler. İranlılar, kendi emperyal geçmişlerine, Dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler ise Filistin'deki kadim tarihlerine döndüler. Toplumlar neden böyle bir düşünceye yöneldiler?4 

Türkiye'de tarih genel olarak bir "a priori/ön kabul" biçiminde yaklaşımı vurgulamak gerekirse, tarihsel bilinç/tarihi şuur oluşturmak adına yapılan vurgulama geçmişi geri kalınışlık olarak belirleyen ve geleceğe ileri gitmeyi hedef olarak koyan çizgisel bir tarih perspektifiyle yaklaşır. Bu yaklaşımda ileri gitmek Avrupa merkezci bir yeniliği çağrıştırmaktan çok geçmişe meydan okumayla yeni keşfedilmek istenir gözükmektedir. Batılı anlamda yeni, geçmişin yeniden inşası ile mümkün olduğu için modern Türk tarihi düşüncesindeki yeni geçmişi Türk uygarlığını en eski dönemlerinden günümüze ele almayı metodik olarak öngörmektedir. Böyle bir kurgulamada başlangıç noktası yani sıfır nokta, geçmişin geleceği değildir; bir başka deyişle bu geçmiş geleceğin geçmişidir. İster istemez bu yaklaşım dinamizmi içermesi yanında, dayatmacılığı ve indirgemeciliği de bünyesinde barındırma riski taşımış olabilir. 

Günümüzde, Türkiye’de modernleşme sürecini değerlendirirken, akademisyen lerimizin önemli bir kısmı AB'ye girmeyi, modernleşmenin ve hatta Atatürkçülüğün olmazsa olmaz bir sonucu olarak görmektedirler ki, söz konusu yaklaşımı paylaşmada ulusal devlet ve toplumun bekası adına ciddi sorunların yattığını gözden ırak tutmamaktadır; çünkü Türk modernleşmesinde öngörülen amaç, her ne pahasına olursa olsun AB'ye girişi değil, fakat, ulusal bir çağdaşlaşma projesiyle çağdaş uygarlığa katkı sağlamayı öngörür. 

Cumhuriyet Türkiye’si kuruluşu itibariyle, tarihin akışına ve geçmişin tarihsel algısına karşı bir makas değişimi süreci olarak da pekâla değerlendirilebilir. Tarihin inşası da Türk toplumuna yeni bir tarih perspektifi kazandırmak açısından 1930 başlarında kurgulanmaya başlanan Türk Tarih Tezi geleceğe göre geçmişi anlamlandırma kaygısı taşır. İnşayı gerçekleştirenler tarihi kurgularken aynı zamanda gelecek kuşaklara ağır sorumluluklar yükler. Çepeçevre kuşatılmış Türkiye ve Türk insanı, her zaman her yerde ve herkesle boğuşmak gibi bir misyon yüklenmiştir. Üstlenilen misyon Batıdan gelen ışıkla iyimserliği vaz eden gelecek; bastırılmış olan geçmişin geri döneceği tehdidine karşı uyanık olmayı dayatır.5 

Sosyal bilimler perspektifinden bakınca bu yaklaşımların elbette, mutlak doğruları yansıttığı iddia edilemez. Kabul edilmelidir ki geçmişin bilgisi ve bugünün bilimi olan tarihi inşa edenler tarihçilerdir? Öyleyse tarihçi, uçsuz bucaksız gezindiği tarih dünyasında, gençlerimizle ve toplumla ilgili olarak zamana, mekâna ve olaylara karşı adil bir mesafeyle yaklaşım becerisini nasıl 
kazandırmalıyız? sorusunu göz ardı etmemelidir. 

Çağımızı Nasıl Bir Tarih Perspektifiyle Yorumlamalıyız? 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir tür Yeni Dünya Düzeni oluşturulduğunda ana hatları Winston Churchill tarafından şöyle ortaya konuldu: 

"Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapısıurda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinde koşmak gibi bir nedeni yok. Barış kendi hâlinde yaşayan ve hırslı olmayan uluslar tarafından korunabilir. Gücümüz, bizi ötekilerin üzerine yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz."6 

Churchill'in tanımına uygun şekilde bir gelişim çizgisi gösteren yirminci yüzyıl, küstah ve tepeden bakan; ama hemen hemen tamamı da yalanlanan öngörülerin yüzyılı oldu. Yirmi birinci yüzyıl ise belirsizliğin, yâni bloklar arası dengenin sona ermesiyle etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların öne çıkarıldığı ve dolayısıyla sürekli çatışma ve savaş doktrinini egemen olduğu gelecekle ilgili 
öngörülerin kolaylıkla kestirilemediği bir yüzyıl olacak gibi görünmektedir. Sadece tarihi olay ve olgularla ilgili değil zaman algısı konusunda da ciddi farklılıklar yaşanmaktadır. Bu algıdan hareketle hangi zamanı yaşayacak olduğumuzu önceden kestirebilmemiz artık kesinlikle imkânsızdır. Zamanın bilimsel kavranışıyla çok önemli bir devrimin meydana geldiği doğrudur; zira Newton'un klasik teorisine göre zaman tek boyutluydu ve hep aynı hızda akıyordu; zaman evrensel, mutlak ve objektifti. Bu anlamda geçmiş ve gelecek özdeştı.7 

Günümüzde şimdiki zamanın tarihi tanımlamasıyla yeni bir zaman anlayışı gündeme gelmiştir. François Hartog, şimdiki zamanın tarihi konusunda 20. yüzyıldan Eski Mezopotamya'ya ve daha gerilere iki yönlü bir geziyi önermektedir: Yapılacak bu iki yönlü gezinin çok uzun ve çok kısa olacağını belirtir. O'na göre şu an yaptığımız benzer şeyleri, yolcular, hem de belirgin farklılıkları görsünler diye sadece birkaç yerde durmayı salık verir. Daha açık ifade etmek gerekirse, tarihi yazarken; şimdiki zamanı, geleceği ve geçmişi birbirine bağlama biçimlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmaktadır. Bu anlamda zaman tarihçinin her günkü hayatıdır. François Hartog’un, Tarih Başkalık Zamansallık, başlıklı kitabında yer alan bir değerlendirmeye göre, tarihçi artık, homojen ve boş bir doğrusal zamanla ilgilenmese de, zamanı basit bir araç olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.8 

Einstein'in formüle ettiği modern izafiyet teorisiyle birlikte zaman kavramının derin bir değişime uğradığını bilmekteyiz. Uzam-zaman kavramı kabul görmüş ve birbirlerinden ayrı olan uzam (bir nesnenin uzayda kapladığı yer) ve zaman kavramlarının yerine geçmiştir. Einstein'le birlikte zaman, Newton'cu ve fiziksel ideal1iğini yitirmiştir. Işık hızından daha hızlı gidilemeyeceğine göre, geçmişe 
yolculuk da yapılamayacaktır. 

Zamanın geleceği hakkında soru sorulan Uya Prigogine, zaman fikrine belirsizlik fikrini de dahil ederek daha öteye gitmeyi denedi.9 Bu belirsizlik, belki de, yirmi birinci yüzyılın belirleyici olgusudur. Uya Progogine, Newton'un tersinir yasalarının [doğa olaylarında sonsuz küçük bir değişikliğin etkisiyle anlık fiziksel, kimyasal ve mekanik dönüşüm] içinde yaşadığımız dünyanın küçük bir bölümün de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu yasaların, gezegenlerin hareketlerini tarif etmeyi sağladığı doğrudur; ama gezegende jeoloji, iklim ve yaşam gibi tersinmez fenomenlerle ilgili yasaların formüle edilmesini gerektirmektedir. 

Bu keşiflerle birlikte zaman kavramında yaşanan devrimin önemini yeterince ölçebiliyor muyuz? Günümüzde kesinliklere hiç yer yok artık; çünkü zamanın tek bir geleceği değil, birden çok geleceği vardır; çünkü doğa artık öngörülemezdir, doğa, tarihtir. Bu epistemolojik (bilgi teorisi) devrimde, zamanın geleceğine ve tarihe dair hangi kavrayış gün ışığına çıkmaktadır? 

Bu kavrayış elbette, özgürlük kavrayışı olacaktır. Robert Musil'e göre, tarihin yörüngesi, bir kez harekete geçtiğinde, belirli bir yolu kat eden bilardo topunun yörüngesine benzemez; tarihin hareketi daha ziyade, bulutların hareketine benzer; sokaklarda rasgele dolaşan bir insanın çıktığı gezintiye benzer. Kimi yerde o kişiyi bir karaltı yolundan saptırır. Başka bir yerde aylak aylak dolaşan başka insanlar ya da yolunu kesen ev cepheleri gibi tuhaf bileşenler onu yolundan alı koyar ve nihayet varmayı hayâl bile etmediği meçhul bir yerde kendini buluverir. Tarihin yolu. Çoğunlukla yanılgıya çıkar. Şimdiki zamana, bir şehrin son evinde rastlanılır daima; ev yığınlarının uzağında kalmış, ıssızlığın ortasındaki bir evdir bu. Tıpkı her yeni kuşağın, şaşkın bir hâlde, ben kimim?, benim seleflerim kimlerdi? diye kendi kendine sorması gibi.10 

O kişi şu soruyu da mutlaka sormalıdır kendine: Ben neredeyim?. Her yeni kuşak, seleflerinin de kendilerinden başka şey olmadıklarını, tek farklarının başka yerde ve zamanda olmak olduğunu 
varsaysa iyi ederdi. 

Bu devrimin kozları ve hedefleri hem müsbet bilimler hem de sosyal bilimler için çok önemlidir. Uya Progogine, bilgi alanındaki alt üst oluşun kapsamını şöyle belirler: “Yirmi birinci yüzyıl hangi branşa dahil olacaktır? Gelecek zaman için nasıl bir gelecek zaman vardır? (... ) Olasılık kavramıyla' birlikte mikroskobik dünyanın bilimine bile belirsizlik ve çoklu gelecek zaman fikri girer. (...) Bizler, kesinliklerin dünyasından olasılıkların dünyasına ilerliyoruz. Yabancılaştırıcı bir determinizm ile tesadüfün yönettiği ve bu nedenle de aklımızın ermediği bir evren arasındaki dar yolu bulmamız gerekir.” 

Zaman kavrayışımızdaki bu devasa alt üst oluş karşısında toplumsal ve kültürel zamanda da kriz yaşıyor olmamız şaşırtıcı mıdır? Bu soruya en doğru cevabı tarih verir; tarih, Benedetto Croke'nin dediği gibi her zaman çağdaştır. 

Bu nedenle zaman, büzüldükçe küreselleşir ve tarih şimdiki zamana indirgendikçe çağdaşlaşır. Zaman, ne kadar kornprime, sıkıştırılmış bir hâl alırsa rekabet de o ölçüde keskinleşir. Zaman giderek en yetkin stratejik koz hâlini alır. Aynı zamanda da insanlığın gecikmiş modernliğinin hayaleti olur. (...) küreselleşme ve yeni teknolojilerin ortaya çıkışı, kısa vade ufkunu ve gerçek zaman mantığını, yâni an bu an ve ne koparabilirsen kârdır misali mali ve medyatik mantığın hegemonyasını toplumlara dayatmaktadır. 

Mesela demokratik toplumlarda politik kararların bir sonraki seçim ufkuna göre uyarlanması gibi. Hükümdarlar ve krallar, benden sonra tufan diyerek tiranlıklarını meşrulaştırmak istemişlerdi. Günümüzde ise aciliyetin tiranlığı söz konusudur. Bu durum kollektif proje fikrine yapılan referansların hızla silinmesine yol açar. Bu durumda kendimizi, uzun zamana yayılmış bir perspektife yerleştirenleyiz. İşte böyle bir bakış açısında aciliyet, zamanın yapısını bozar ve ütopyayı gayr-ı meşru ilan eder. Sanki an zamanı ortadan kaldırmış gibidir. Bugünün insanı her yerde yarının insanının haklarını, haksız yere kendine mal etmektedir; onun mutluluğunu, dengesini, hattâ kimi zaman yaşamını bile tehdit etmektedir. Yazık ki aciliyet mantığı, geçici düzenleme olmak bir yana-belki öyle olsa maruz görülebilirdi-kalıcılaşmaktadır. Bu yaklaşımın özeti, amaç için her yol mubahtır. Birileri aciliyeti; inancı, ideolojiyi, siyasal eğilimleri, kurumu, çıkarı, aşireti için öngörmekte ve uygulamaktadırlar. Demokratik ve istikrarlı arayışlara, yazık ki, böyle bir zihniyette yer olmayacak tır. 

Maalesef bu mantık, toplumlara nüfuz etmektedir; gidişat dünyada da bu şekilde toplumların ilmiklerine kadar işlemektedir. 

ABD'nin, AB'nin, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın aciliyetten doğan dayatmalarına, herkesin gerekçeleri farklı olsa bile dünyanın dört bir köşesinden cılız tepkiler gelmektedir. Öyleyse küreselleşme çağında zamanı nasıl yeniden inşa edebiliriz? Uzun zamanı nasıl güçlendirebilir ve saygınlığına kavuşturabiliriz? Günümüz insanı, an bu an dediği ve geçmişle ilgili hafıza kaybına uğradığı için 
kendisini gelecekle bütünleştirememektedir.11 

Yanlışları önlemenin bir yolu, belki de en önemli yolu, öngörmektir. Bu bilinç ise insana ve toplumlara ancak ciddi bir tarih perspektifiyle kazandırılabilir. Geçmişten geleceğe, uygarlık yaratımı ve ütopya kazandırma bilinciyle olacaktır bu. Ulusal tarihimizi evrensel boyutta anlayarak ve anlamlandırarak. İşte en önemli soru da tam bu sırada geliyor; bunu kim yapacak? Tarihçiler elbette; ama hangi tarihçiler? sorusunu da buradan sormak gerekir! 

Tarihsel bir perspektif olarak günümüz Yeni Dünya Düzeni de eskisinden pek farklı görüntü vermemektedir; sadece eskisinin yeni bir kisvesidir. Özellikle ekonomi, artan bir şekilde uluslararası hâle geldi. Yoksul kesimlerle, zenginler arasındaki uçurum daha da keskinleşti. Zannedilmesin ki yaşananlar uluslararası rekabetin bir sonucudur: Uluslararası arenanın aktörleri artık uluslar değil, 
petrol ve silah üretim kontrol ve dağıtımını tekellerine geçiren-ayrıca diğer ekonomik alanlar da dalıil-çokuluslu şirketlerdir. Zengin toplumların zenginleri, onlara taşeronluk yapan yoksul ulusların zenginleriyle birlikte karşılarına çıkan her şeyi yerle bir ederek dünyayı yönetmek amacındadırlar. Kanaatimce olan biteni kavramak için yeni paradigmaalara ihtiyaç yoktur. Dünya düzeninin kuralları her zamanki gibi sürmektedir: Zayıflar için hukukun üstünlüğü. Güçlüler için kuvvetin üstünlüğü, zayıflar için ekonomik rasyonalite. Güçlüler için devlet erki ve müdahalesi.12 

Geçmişte de olduğu gibi, imtiyaz ve iktidar, halkın kontrolüne ya da piyasa disiplinine isteyerek boyun eğmez; bu nedenle anlamlı demokrasiyi baltalamak suretiyle piyasa ilkelerini kendi özel ihtiyaçları doğrultusunda eğip bükmeye uğraşır. Saygınlık kültürü içinde geriye sadece geleneksel ödevler kalır: Geçmişin ve bugünün tarihini -çok yönlü-iktidarların çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek. 

Tüm dünyada liderlerimizin ve bizim kendimizi adadığımız yüce ilkeleri göklere çıkarmak ve sicilimizdeki kusurları, yanlış yönlendirilmiş iyi niyetler, bazı kötü düşmanların bizi zorladığı güç seçimler ve bu işin eğitimini almış olanlara yabancı gelmeyecek bahanelerle geçiştirmek. 

Özellikle günümüzde, dünya devletleri ve toplumları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bilinen tüm paradigmaları değiştirecek yeni bir sürece sürükleniyorlar. Bunun başlıca nedeni gelişmiş ülkelerin aç gözlülüğü ve paylaşıma yanaşmamalarıdır. Ülkelerde de iktidarlar ister demokratik ister otokratik olsunlar yetkileri daha fazla merkezileştirme eğilimi taşımaktadırlar. Onaylamasak dahi bu durumu, dünyanın genel gidişatının, öncelikli olarak, ülkeleri daha fazla güvenliğe yöneltmesi, tüm dünyada genel kaotik bir sürecin başladığının habercisidir. Uzun dönemde bireyin ve toplumun sahip olduğu 
tarihsel düşüncenin ve tarih eğitiminin ne denli önemli olduğunu ve güncelden kopulmadan zamanı okumanın vazgeçilemez bir enstrümanı olarak değerlen dirmek mümkündür. Tüm bu zorlamalar, eğitim düzeyi yüksek ve sıkı bir tarih eğitimi ile donatılmış bireyi ve toplumu öngörmektedir. Uygarlığın akışı yönünde, başta ilgililer ve toplum kapsayıcı bir ilerlemeciliğin ve gelişmeciliğin 
arayışında olmalıdır. 

 Dipnotlar;

1 Bayram Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum ve Üniversite”, Baltam Türklük Bilgisi 3, Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Prizren 2005, s. 66-78. 
2 Martin Bernal, Kara Athena: Klasik Medeniyet'in Afro-Asyatik Kökleri/ Black Athena: The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 
   (Çev.; Özcan Buze), Kaynak yayınları, İstanbul 1998;Ayrıca Bkz., Samuel Noah Kramer, Tarih Sümerde Başlar,(Çev.;Hamide Koyukan) ,İstanbul 1999. 
3 Teorik arka plan için Bkz., Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, (Çev.; Mehmet Murat Şahin), Agora Kitaplığı, İstanbul 2006. 
4 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Ufuk Yayınları, İstanbul 2001, s. 93-94. 
5 Zeynep Direk, "Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu", Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul-Ankara 2001, s. 69. 
6 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd.; Noam Chomsky, 11 Eylül, (Türkçesi: Dost Körpe), OM Yayınevi, İstanbul 2002, s. 73-76. 
7 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd. 
8 François Hartog, Tarih Başkalık Zamansallık, Dost Kitabevı, Ankara 2000, s. 201 vd.; Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 72-73. 
9 Jerome Binde, "Zamanın Geleceği", Le Monde Diplomauque, (Çev.; Işık Ergüden), Nisan 2002, s. 24-25. 
10 Binde, "Zamanın Geleceği", s. 24. 
11 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 75. 
12 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 76. 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 

***

4 Ocak 2017 Çarşamba

DÜNYA NÜKLEER ANLAŞMA TARİHİ ARKAPLANI, BÖLGE VE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN MUHTEMEL ETKİLER


DÜNYA NÜKLEER ANLAŞMA TARİHİ ARKAPLANI, BÖLGE VE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN MUHTEMEL ETKİLER 






ORSAM BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Göktuğ SÖNMEZ 
RAPOR; No.29, 
TEMMUZ 2015 




  <  Göktuğ Sönmez Lisans derecesini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden ve yüksek lisans derecesini London School of Economics (LSE) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden almıştır. Halihazırda Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu (School of Oriental and African Studies -SOAS)’ nda doktorasını yapmaktadır. Akademik araştırma alanları arasında Uluslararası İlişkiler Teorisi, Türk Dış Politikası, Enerji Politikaları ve Uluslararası İlişkilerde Din bulunmaktadır. Bu alanlarda Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ve Ortadoğu Stratejik 
Araştırmalar Merkezi (ORSAM) gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında araştırmalarda bulunmuştur. >


   14 Temmuz 2015 tarihinde imzalanan nükleer anlaşma ile P5+1 Ülkeleri ve İran Arasında yıllardır süren gerginlik sona yaklaşmış gibi görünmektedir. “ Anlaşma-Sonrası İran”ın, İran-Batı İlişkileri, İran’ın bölgesel pozisyonu ve Türkiye-İran ilişkileri açısından neler getireceği bu çalışmanın çerçevesini oluşturmaktadır. 

Bu bağlamda, “ Yaptırımlar Sonrası ” Atmosferde İran-Batı ilişkilerinde bu yeni dönemin ilişkileri düzeltmenin yanı sıra potansiyel olarak pek çok farklı fırsat sunduğu iddia edilmektedir. 

Ayrıca, İran-Batı ve İran-Türkiye arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulmasının daha istikrarlı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin oluşmasına ve Doğu-Batı enerji koridoru açısından daha güvenli enerji akışı sağlanabilmesine imkân verebilecek olduğu düşünülmektedir. Buna karşın, anlaşmanın uzun vadede sunabileceği bu potansiyelin hayata geçirilmesi; aktörlerin seçimleri, ortaya çıkacak atmosferi hem bölgesel hem küresel düzlemde değerlendirme noktasında imkânları ve bu imkânları değerlendirme iradeleri nispetinde olacaktır. 

İran, nükleer görüşmelerde Batı ile uzlaşmacı bir düzleme gelmiş görünüyor. Oluşması muhtemel yeni dinamikler, İran’ın sadece Batı ile ilişkileri açısından 
değil, bölgedeki pozisyonu ve komşularıyla olan ilişkileri üzerinde de yeni bir dönemin başlangıcına imkân verebilir. Bu yeni atmosferin yalnızca İran ekonomisi ve İran’ın bir uluslararası aktör olarak uluslararası sistemle “sosyalleşmesi” değil, aynı zamanda bölgesel güç politikaları üzerinde de muhtemel etkilerini irdelemek gerekmektedir. 

Zira Batı ile İran arasındaki yeni düzlem, hem bölge hem de dünya açısından ciddi sonuçlar doğuracaktır. Özellikle de Suudi Arabistan’ın liderliğini yaptığı 
Yemen operasyonu1 ve bunun İran’da sebep olduğu tepkiye ek olarak Batı’nın sık sık İran’a Esad rejimine olan desteği dolayısıyla eleştiriler getirdiği bir dönemde İran ile Batı arasında gerçekleşebilecek bir yakınlaşma, önemli siyasi sonuçlar doğurabilir. 

Bu makalede, bu manzaradan hareketle, ortaya çıkacak yeni aktörün -“anlaşma-sonrası İran”ın- İran-Batı ilişkileri, İran’ın bölgesel pozisyonu ve Türkiye-İran 
ilişkilerine olası etkileri analiz edilmektedir. Enerji güvenliğinden bölgesel çatışmalara bazı ana meseleler ele alınmakta ve geleceğe projeksiyonlar yapılmaktadır. 

Bundan önce, İran’ın nükleer programının tarihi arka planına değinilmekte, böylelikle en tartışmalı bölgesel meselelerden birinin bugünkü halini almasındaki 
dönüm noktaları görülebilecektir. Akabinde, nükleer anlaşmanın olası etkileri bölgesel manada ve İran-Batı ilişkileri düzleminde incelenmektedir. Son olarak da, bu olası anlaşmanın Türkiye-İran ilişkilerine etkisi, iki ülkenin enerji bağlarından bunların siyasi, ekonomik etkileşimine ve ikilinin bölgesel kimi konulardaki ortak duruşlarına kadar pek çok konuyu kapsayacak şekilde analiz edilmektedir. 


Bu çerçevede, bu çalışmanın ana argümanı, İran-Batı ilişkilerinde bu yeni dönemin sadece ilişkileri düzeltmek anlamında bir fırsat sunmadığı, aynı zamanda İran-Batı ve İran-Türkiye arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması yoluyla daha istikrarlı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin oluşmasına ve Doğu-Batı enerji koridoru açısından daha güvenli enerji akışı sağlanabilmesine de imkân verebilecek olmasıdır. Buna karşın, anlaşmanın uzun vadede sunabileceği bu potansiyelin hayata geçirilmesi; aktörlerin seçimleri, ortaya çıkacak atmosferi hem bölgesel hem küresel düzlemde değerlendirme noktasında imkânları ve bu imkânları değerlendirme iradeleri nispetinde olacaktır. 

Tarihi Arka Plan: “ Barış İçin Atom ” 



Programından Nükleer Krize Nükleer anlaşmanın muhtemel etkilerini analiz etmeden önce kısa bir tarihi arka plan aydınlatıcı mahiyette olacaktır. Şu nokta 
dikkati caliptir ki İran’ın nükleer programı, başlangıç noktasında bugün tam da bu programı –programın muhtemel askeri maksatları sebebiyle-en sert biçimde 
eleştirilen aktörler tarafından doğrudan desteklenmiştir. Eisenhower’ın 1953’te BM’deki “Barış İçin Atom” konuşmasını müteakip aynı isimle ABD tarafından ortaya konan programda nükleer enerjinin barışçıl maksatlarla kullanımının desteklenmesi amaçlandı. Şah döneminde, İran ‘79 Devrimi’ne kadar bu manada sadece ABD’den değil, dönemin Batı Almanyası’ndan ve Fransa’dan da ciddi bir destek aldı. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NSYÖA/NPT)’
nı imzalayan İran, hukuki olarak da askeri manada “nükleer devlet” mahiyetinde olmayacağına güvence vermiş oluyordu.2 Ancak devrimden hemen önce, 
1970’li yılların sonlarına doğru, özellikle ABD açısından İran’ın nükleer çalışmalarına dair şüpheler mevcuttu. 

 < İran’ın nükleer programı, başlangıç noktasında bugün tam da bu programı – programın muhtemel askeri maksatları sebebiyle en sert biçimde eleştirilen aktörler tarafından doğrudan desteklenmiştir. >

Bu şüphelere, İran’ın lazer zenginleştirme ve plütonyumu yeniden işleme çabaları ve İran Atom Enerjisi Kurumu’nın, İran’ın hâlihazırda edindiği nükleer konusundaki birikimiyle kısa sürede nükleer bomba yapabilecek noktaya gelebileceğine dikkat çeken raporu sebep olmuştu. Bu ortamda, ‘79 Devrimi şüphesiz ki tarafların tavır değişimleri açısından en önemli dönüm noktası oldu. 

Devrimi takip eden süreçte Şah’ın 20 nükleer tesis inşası gibi iddialı planları devrimin lider dini-siyasi figürü Humeyni tarafından rafa kaldırıldı. Almanya ve 
Fransa ile yapılan anlaşmalar iptal edildi. Kısaca İran’ın nükleer programı sonraki 8-9 sene için gündemden kalkmış görünüyordu, ta ki İran ile Irak arasındaki 
savaşa kadar. Savaş sonrası Tahran bu konudaki tavrını gözden geçirdi ve uranyum zenginleştirme çalışmalarının tekrar başlaması yönünde irade ortaya 
koydu. Bu karar, bizim bugün İran nükleer krizi olarak bildiğimiz meselenin devrim sonrasındaki süreç dikkate alındığında tohumlarını eken başlangıç noktası kabul edilebilir. Karar alınmış olmakla beraber, hayata geçirilmesinde artık ABD, Almanya ve Fransa ihtimalleri devre dışı olduğuna göre hem nükleer tesislerin inşası hem de nükleer konusundaki uzmanlığın transferi noktasında yeni destekleyici aktörler aranması ve işbirlikleri tesis edilmesi gerekmekteydi. Bu noktada Çin ve Rusya muhtemel aktörler olarak değerlendirildi. Sovyetler’in 1980’lerde İran ile bu minval üzere yaptığı anlaşmalar, dağılma süreci ve beraberinde gelen ekonomik ve siyasi sancılar sebebiyle askıda kaldı. Ancak 1995’te İran ve Rusya sadece Buşehr’de nükleer tesis inşası için değil3 – ki bu tesisin inşası Batı Almanya tarafından başlatılmış, ancak inşaat çalışmaları devrim sonrası kesintiye uğramış ve İran-Irak Savaşı’nda da ciddi hasar görmüştü - aynı zamanda nükleer teknik bilgi (knowhow) anlamında da Rusya’nın İran’a desteği üzerinde anlaştı. Devrim sonrası İranı açısından bu anlaşma, nükleer konusundaki en ciddi başarı olarak görülebilir. 



En az bu anlaşma nispetinde önem arz eden bir diğer kırılma noktası, 2002 yılında Natanz’daki gizli uranyum zenginleştirme tesisi ve Arak’taki ağır su reaktörü projesinin İran Ulusal Direniş Konseyi isimli muhalif grup tarafından dünyaya duyurulmasıydı.4 Bu kırılma noktası, nükleer krizi ve bununla nasıl baş edileceği sorusunu küresel düzeyde en ciddi manada önümüze koyan tarih olarak nitelenebilir. Bu tarihi takiben yaptırımlardan ambargolara, sert siyasi söylemlerden İran’ı “haydut devlet (rogue state)” ve “şer ekseninin (axis of evil) parçası” olarak nitelemeye varan ifadelere, İran-Batı ilişkileri uzun soluklu bir kriz tecrübe etti. 5 

Bu kapsamda bazı anahtar aktörlerin krize yaklaşımına oldukça kısa değinmek gerekirse, İsrail sık sık İran’ın nükleer programına dur denmesi noktasında 
askeri seçeneği gündeme getirirken ABD, bu seçeneği bir yandan her daim masada tuttuğu sinyalini verirken, bu seçeneği İsrail kadar sık dillendirmemeye özen gösterdi. 

  <  İran-Irak Savaşı sonrası Tahran uranyum zenginleştirme çalışmalarının tekrar başlaması yönünde irade ortaya koydu. Bu karar, bizim bugün İran nükleer krizi olarak bildiğimiz meselenin devrim sonrasındaki süreç dikkate alındığında başlangıç noktası kabul edilebilir. >

Almanya ve Fransa görüşmeler, pazarlıklar vesair yollarla diplomasi seçeneğine ağırlık veren bir duruş benimsediler. Rusya ve Çin, İran’ın nükleer programı konusunda olumlu tavır benimserken Türkiye de programın barışçıl maksadına olan inancına binaen her devletin NSYÖA’nın 4.maddesi6 dolayısıyla nükleer teknolojinin barışçıl kullanımına hakkı olduğunu ve dolayısıyla İran’da bu bağlamdaki hakkının elinden alınamayacağı yönünde bir siyaset benimsedi. Aynı zamanda Türkiye, yaptırımların artırılmasına dair de eleştirel bir tutum sergiledi. Bir yandan programın askeri amaçlara evrilmesine kati suretle karşıtlığını dillendirirken, diğer yandan da yaptırımlar ve ambargolar sonucundan İran’ın tamamen kaybedilmesi ve marjinalleşmesi ihtimalindeki risklere dikkat çeken Türkiye,7 bu argümandan hareketle diplomasinin kullanılacağı, kendinin de gerektiği takdirde arabulucu rolü üstlenebileceği bir çözümün altını çizdi ki 2010 yılında İran-Türkiye-Brezilya arasındaki nükleer takas anlaşması da bu konudaki en önemli somut adımlardan biriydi.8 

Nükleer Krizin Çözülmesi ve Muhtemel Etkileri 



P5+19 ülkeleri ve İran arasında yıllardır süren gerginliğin, Kasım 2013’teki çerçeve anlaşma ve Nisan 2015’te 2015 yazında nihai anlaşmanın yapılması üzerinde yapılan görüşmelerle beraber düşüşe geçtiği söylenebilir. Nisan’daki görüşmeler neticesinde İran’ın zenginleştirme seviyesi, kapasitesi ve depolama 
noktasında yakından takip edileceği ve bu alanlarda kısıtlamalara tabi olacağı üzerinde mutabakat sağlandı. 


Uranyum zenginleştirme ve ağır su reaktörleri de görüşmelerin önemli bir başlığıydı. Natanz tesisinin tek zenginleştirme tesisi olarak bırakılması, Arak’taki 
ağır su reaktörünün ise silah düzeyinde plütonyum zenginleştirmesi mümkün olmayacak şekilde yeniden yapılandırılması, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu 
(UAEK) görevlilerinin erişim imkânlarının artırılması, kullanılmış yakıtın tekrar işlenmesinin engellenmesi maksadıyla ihraç edilmesi ve NSYÖA’nın Ek Protokolü’nün uygulanması kararlaştırıldı. Bunların karşılığında, İran’ın en önemli talebi, ekonomisine ciddi manada toparlanma imkânı verecek olan yaptırımların 
kaldırılması noktasında olmuştur. 

Hem AB hem de ABD bu talebi makul karşılamış, BM de hâlihazırdaki tüm kararların gündemden kaldırılacağını belirtmiştir.10 

Temmuz 2015’teki anlaşmayla İran, Natanz tesisinde 10 yıl boyunca geçerli olacak şekilde uranyum zenginleştirme kapasitesini 20,000 santrifüj seviyesinden 6,000 santrifüj seviyesine indirmeyi, 15 yıl boyunca düşük ve orta düzeyde zenginleştirilmiş uranyum stoğunu yüzde 96 oranında azaltarak elindeki stoğun -yüzde 3.67’den daha fazla zenginleştirilmemiş olmak kaydıyla- 300 kg’dan fazlasını ülke dışına göndermeyi ya da seyreltmeyi, önümüzdeki 15 yılda yeni uranyum zenginleştirme ve ağır su tesisi inşa etmemeyi ve Arak tesisini silah düzeyinde plütonyum zenginleştirilmeyecek şekilde yeniden dizayn etmeyi kabul etti. 

Karşılığında ABD, BM ve AB ise yaptırımları kaldırma kararı aldı. Bunun istisnası ise sekiz yıl boyunca balistik füze teknolojisi transferi üzerindeki kısıtlamanın, 
5 yıl boyunca ise silah ambargosunun devam edecek olması şeklinde ortaya kondu.11 



< Anlaşmanın muhtemel etkileri kapsamında enerji arzı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bir diğer önemli etkinin Yemen odaklı gerginliğe olması beklenebilir. >

 < Türkiye, bir yandan programın askeri amaçlara evrilmesine kati suretle karşıtlığını dillendirirken, diğer yandan da yaptırımlar ve ambargolar sonucunda İran’ın tamamen kaybedilmesi ve marjinalleşmesi ihtimallerine dikkat çekti. >


Anlaşma, İran’ın bugüne kadar Suriye konusundaki tutumu göz önünde bulundurulduğunda Esad rejiminin geleceğine de etki edebilecektir. 

Dünyanın ikinci en büyük kanıtlanmış doğalgaz ve dördüncü en büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahip olan Iran, anlaşma sonrası dönemde bu enerji kaynaklarından çok daha etkili biçimde istifade edebilme imkânına kavuşabilecektir. Bunu yaparken de Batı’nın, şimdiye kadarki enerji anlaşmaları çabaları üzerinde nükleer program krizi dolayısıyla uyguladığı baskının ortadan kalkmasına ek olarak anlaşma sonrası oluşacak ekonomik toparlanma sayesinde yenilenebilecek enerji altyapısıyla enerji üretimi ve ihracında verimliliği artırabilecek ve ek olarak da yeni projelerle Avrupa’nın enerji talebiyle buluşma imkânı yakalayacaktır 
ki bunun da ekonomik getirisi açıktır. Böyle bir ihtimal, Avrasya’daki enerji satrancını ile güvenilir ve erişilebilir enerji arzının sağlanmasını doğrudan 
etkileyecektir. İran’ın özellikle doğalgaz noktasında Avrupa’nın “arzın çeşitlendirilmesi” ve böylelikle 

Rusya’ya aşırı bağımlılığın engellenebilmesi çalışmaları açısından olumlu bir katkı yapması mümkündür. Elbette bu ihtimal, nihai anlaşma sonrası Batı ile İran 
arasında yakın irtibatın sürdürülmesi ve arıttırılması ile mümkündür. Aksi takdirde, Rusya ile İran’ın enerji alanında ilişkilerini kuvvetlendirmesi durumunda AB’nin arzı çeşitlendirme çabaları ciddi sorunlarla karşılaşacak, “enerji kartı”nın gelecekte kendisine karşı stratejik kullanımını engelleme imkânı daha da azalacaktır. 

Dolayısıyla AB’nin, enerji arzının güvenliğini artırabilmesi için proaktif bir dış politik anlayışla İran’ı nihai anlaşmanın hemen akabinde “sosyalleştirme” ve 
böylelikle enerji alanında İran’la ilişkilerde Rusya’nın bir adım önüne geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde uzun vadede şimdikinden daha tehlikeli ikili bir bağımlılık manzarası ortaya çıkabilir. AB, İran’ı Avrasya’daki enerji mücadelesine dâhil edebilirse, Rusya’nın pozisyonunun önemini azaltma şansına ilaveten Rus fiyat politikası üzerinde de baskı kurma imkânı elde edebilir ve Rusya’nın enerji hegemonu statüsünü siyasi ve ekonomik olarak sorgulanır kılabilir. Bu bağlamda Rusya-İran ilişkilerindeki yakın temasın limitlerinin S-300’lerle ilgili anlaşma, nükleer işbirliğinin devamı ve Esad rejimine yaklaşım gibi noktalarda sınanmakta olduğunu ve sınanacağını 
gözden kaçırmamak gerekir. 

Kısaca, İran’ın Batı için, Rusya’nın hâlihazırdaki konumunu yeniden gözden geçirtebilecek bir potansiyel arz noktası olması hasebiyle enerji konusu, anlaşma sonrası düzlemin en önemli meselelerinden biri olacaktır. 

Güncel bölgesel gelişmeler ve gerginlikler bağlamında da nihai anlaşmanın oldukça önemli etkileri olabilecektir. Yemen’deki iç savaşın bölgeselleşen bir 
sorun haline gelmesi, bu süreçte mezhep odaklı bir ayrışmanın Suudi Arabistan’ın Anlaşmanın muhtemel etkileri kapsamında enerji arzı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bir diğer önemli etkinin Yemen odaklı gerginliğe olması beklenebilir. 



Şii ve İran karşıtı nosyonları dolayısıyla gündeme gelmesi ve cevaben İran’ın oldukça sert açıklamalarla duruma tepki göstermesi düşünüldüğünde, bu ahval içerisinde nihai anlaşma önem arz ediyor. İran ve Batı arasında yakın temas, Yemen meselesinde çözümü işaret edebilir. 

Zira günden güne bir “savaş makinesi”ne dönüşen Suudi Arabistan, ABD ile olan sıcak ilişkileri dolayısıyla krizde daha yapıcı bir tutum sergilemesi yönünde 
ikna edilebilir,12 tabi İran’ın Yemen konusunda sessizliği kapalı kapılar ardında anlaşma için bir bedel olarak hâlihazırda gözden çıkarılmamışsa. 

Zamanlama dikkate alındığında, Suudi Arabistan’ın, öngörüyü doğrular nitelikte, Yemen’e kapsamlı askeri operasyonlarını oldukça kısa sürede durdurmuş olması dikkat çekicidir. Yemen’deki krizin uzun vadeli çözümü açısından bakıldığında ise İran ile Batı arasında daha yakın bir ilişki, İran ile Suudi Arabistan arasında saldırgan tavrın terki ve İran ile Türkiye arasında işbirliği önemli noktalardır. 13 

<   Türkiye ile İran arasındaki işbirliği aynı zamanda Şii-Sünni ortak hareket kabiliyetini sembolize etmesi ve mezhep odaklı olmayan bir bölgesel duruş ortaya konabilmesi adına da mühimdir. >


Bölge, Arap Baharı ve sonrasında her ne kadar çakışan siyasetler izlemiş olsalar da İran ve Türkiye arasındaki işbirliğinden fayda sağlayabilir. 

Mezhepsel farklılıkların altını çizen ve şiddet yanlısı bir tutum benimseyen hareketlere karşı da bu siyasi irade önemli bir denge unsuru olabilir. Bölgesel 
istikrara tehdit oluşturan ve dolayısıyla bölgesel hatta küresel işbirliğiyle mücadele edilmesi gereken IŞİD’le mücadele noktasında böyle bir bölgesel temas fayda sağlayabilir. Zira hâlihazırda Irak’tan Suriye’ye ve Yemen’e istikrarsız bölgesel dinamikler, bu grupların yükselişine ve benzer yeni oluşumların ortaya çıkmasına uygun ortam sunmaktadır. 

Türkiye’nin Balkanlarla ve Avrupa Komşuluk Politikası kapsamındaki ülkelerle ilişkilerinde olduğu gibi ortak “Batı bağlantısı” İran ile Türkiye arasındaki 
diyaloga da ek bir güçlendirici etki yapacaktır. Siyaset yapımında Batı’ya daha yakın eğilimler gösteren ve Türkiye, Mısır hatta Suudi Arabistan’la ekonomik ve 
siyasi irtibatı kuvvetli bir İran, bölgede zayıf devlet mekanizmalarının güçlendirilmesine ve bölgesel ekonomik ilerlemeye ciddi katkı sunabilir. 

Arap Baharı’nı takip eden süreçte hükümetler birbiri ardına değişmektedir. Mısır örneği bu trendin en belirgin sembolü olarak karşımızda durmaktadır. Suriye’deki Esad rejimi İran tarafından büyük destek görmektedir. Kendisinin en önemli bölgesel rakiplerinden Türkiye, 2011’den bu yana 250 binden fazla insanın hayatını kaybetmesinden sorumlu olan ve demokratikleşme ile reform konusundaki vaatlerini yerine getirmeyen Esad yönetiminin fotoğraftan çıkması gerektiği yönünde ısrarını sürdürüyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika genelinde ve Suriye özelindeki bu gelişmeler, artçı sarsıntılarıyla bölgesel istikrarı tehdit etmekle ve İran ile Türkiye gibi bölgenin önemli aktörleri arasında gerginliğe sebep olmakla kalmıyor, aynı zamanda bölgeye dış müdahale ihtimalinin de mütemadi olarak masada kalmasına yol açıyor. 

Türkiye ile İran arasındaki işbirliği aynı zamanda Şii-Sünni ortak hareket kabiliyetini sembolize etmesi ve mezhep odaklı olmayan bir bölgesel duruş ortaya konabilmesi adına mühimdir. 

Irak Savaşı ve sonrası süreç, bu ihtimalin olası sonuçları hakkında önemli bir referans olarak önümüzde durmaktadır. Bu referansa bakarak savaş sonrası 
Irak’ın yeniden yapılandırılması ve bölge dışından gelen aktörlerin bölgede uzun soluklu bulunmasının engellenmesi gibi konularda Türkiye ile ortak noktalarda 
buluşabilen İran’ın konumunu gözden geçirmesi gerekebilir. İran ve Batı arasında daha makul bir düzlem aynı zamanda Türkiye ile İran arasında birbirini suçlayıcı tavrın bir kenara bırakılması ve ortak bir noktada buluşulması iradesine katkı sağlayabilir. İran’ın uluslararası toplumla sosyalleşmesi, enerji kaynaklarının artan miktarlarda sisteme eklenmesine ilaveten gereken yasal ve bürokratik uyumun hayata geçirilmesi ve ekonomisinin Batı’yla çok daha entegre hale gelmesi çok daha anlaşılabilir ve işbirliğine açık bir İran ortaya çıkarabilir. Bu imkân değerlendirilemediği takdirde ise ekonomik anlamda güçlenen ve enerji kaynaklarının ihracında ve komşularıyla ilişkilerinde çok daha az maniyle karşılaşan bir İran’ın artan bir özgüvenle beraber artan materyal kaynakları sayesinde kendisine yakın gruplara çok daha etkin destek sağlaması da mümkün. Bu ihtimalin sadece Yemen ve Suriye üzerinde değil Şii nüfusa sahip ve Necef ve Kerbela’nın gibi iki sembol şehrin de içerisinde bulunduğu bir Irak’a da etkisi olabilir. IŞİD Irak’ta ilerlerken diğer tarafta daha fazla siyasi ve ekonomik güç talep eden bir Şii yükselişi, Irak’ta orta/uzun vadeli bir krize sebep olabilir. Bu da IŞİD’le mücadeleden önemli bir gelir kaynağı olarak bölgenin hidrokarbon kaynaklarının Batı’ya güvenli ve sürdürülebilir ihracına ve mezhep odaklı bölgesel gerilimlerin kontrol altına alınmasına dair çabalara kadar pek çok bölgesel çabanın geleceğini tehdit edecektir. 

Görülüyor ki bölgedeki enerji siyaseti örneğinde olduğu gibi bölgesel siyasi yansımalar noktasında da nihai anlaşmanın sonuçları, hem Batı’nın tavrına ve 
hızlı davranmasına hem de İran’ın agresif bir tutum ile halihazırdaki ılımlı tutumu arasında yapacağı seçime bağlı gözüküyor. İran’ın önümüzdeki dönemde siyasi ikliminin de bu seçimde muhtemel etkisi göz önüne alındığında uzun vadeli ve kurumsallaşmış bir ilişki düzlemi kurulmasının Batı için önemi anlaşılmaktadır. 

Nihai Anlaşma Sonrası Türkiye-İran İlişkilerine Dair Beklentiler 

İki önemli bölgesel güç, İran ve Türkiye, ‘79 Devrimi’nden sonra ve özellikle 1990’larda zirveye çıkan bir şekilde güvensizlik ve şüphe ile dolu, büyük ölçüde 
güvenlikleştirilmiş ( Securitised ) bir ilişki yaşadı. Geçtiğimiz on yılda ise, özellikle savaş sonrası Irak konusunda ortak siyasi tavırlar ve Türkiye’nin İran’ın 
nükleer programına dair tutumu, iki ülkeyi birbirine yaklaştırdı. İki tarafın Arap Baharı süresince ve sonrasında kendi “etki alanları”nı oluşturma çabaları, ilişkileri zedelediyse de 1980’ler ve 1990’lara kıyasla çok daha olumlu, ekonomik anlamda istisnai ve enerji alanında beklentilerin her zamankinden daha yüksek olduğu bir ikili atmosferden bahsetmek mümkün. 

<  Geçtiğimiz on yılda, özellikle savaş sonrası Irak konusunda ortak siyasi tavırlar ve Türkiye’nin İran’ın nükleer programına dair tutumu, İran ve Türkiye’yi birbirine yaklaştırdı. >

14 Temmuz 2015’te imzalanan nihai anlaşma ve akabinde yaptırımlardan arınmış bir İran’ın ortaya çıkışı şüphesiz ki bu ilişkiye de ciddi manada etki edecektir. 

Ekonomik boyuta bakıldığında, iki ülke, ekonomik etkileşimleri açısından son on yılda oldukça etkileyici bir performans ortaya koydu. 
Bunun gerçekleşmesinde, ilişkinin özellikle Irak Savaşı sonrası ortak iradelerin fark edilmesiyle beraber güvenlik temelinden kaydırılması kadar Türkiye’nin 
eskiye kıyasla dışarıda ve yakın çevresi özelinde çok daha aktif bir ekonomik profile sahip bir “tüccar devlet”e dönüşümü de rol oynadı. 

Türk İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre 2000’de 1 milyar dolar civarı olan ticaret hacmi, 2014’te 13 milyar dolar seviyesine çıktı ve böylece İran Türkiye’nin altıncı, Türkiye ise İran’ın beşinci en büyük ticaret ortağı konumuna geldi. Nihai anlaşma sonrası Batı’dan ve özellikle de ABD’den gelecek itirazların ortadan kalkacağı düşünülürse geleceğe dair enerji anlaşmalarıyla da beslenecek ticaret hacminde ciddi bir sıçrayış beklenebilir. Cumhurbaşkanları Recep Tayyip Erdoğan ve Hasan Ruhani, sıkça ekonomik bağlantının daha da kuvvet lendirilmesi ve 30 milyar dolar hedefine ulaşılması yönünde söylemlerde bulunmakta, işadamlarını da bu maksat çerçevesinde desteklemektedirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerdeki İran ziyaretinde de bu konuların altı çizilmiş, ilaveten Yemen konusunda işbirliğinin önemine vurgu yapılmıştır. 

Türkiye’nin, Doğu-Batı enerji koridoru kapsamında enerji merkezi (hub) rolü açısından İran gazını Avrupa’ya taşıma isteği göz önünde bulundurulduğunda 
İran ile Batı arasındaki ilişkinin yeni dinamikleri büyük önem arz ediyor. Özellikle ABD’nin Türkiye’nin bu alandaki işbirliği çabalarına karşı şimdiye kadarki negatif yaklaşımı ve nihai anlaşma sonrası bu tutumun yumuşamasıyla oluşacak yeni ortamın muhtemel sonuçları düşünülmeye değer bir nokta. 

TANAP’ta öngörülen nihai kapasite 60 bcma düzeylerinde ki bu miktar hâlihazırdaki şemaya ek olarak Azerbaycan’a ilaveten yeni arz merkezleri gerektirebilir.14 

Bu noktada İran, ileriki dönemde, nükleer krizin de çözülmesiyle önemli bir aday olabilir. İlaveten, iki ülke yeni boru hattı projeleri üzerinde de çalışabilir. 
Türk Akımı’nın 63 bcma planlanan kapasitesine ek olarak 

TANAP’ın taşıdığı doğalgaz kapasitesindeki planlanan artış Türkiye’nin transit rolüne ciddi katkı sunacaktır. 15 Zira, TANAP’ın 2030 civarında ulaşması öngörülen 60 bcma doğalgaz taşıma kapasitesi ve Türk Akımı’nın 63 bcma kapasitesi toplam düşünüldüğünde Türkiye üzerinden taşınan bu 123 bcma doğal gaz, Avrupa talebinin beşte birinden fazlasını oluşturmakta. 

İran açısından bakıldığında ise İran böyle bir durumdan sadece ekonomik olarak kazançlı çıkmayacak, aynı zamanda küresel enerji oyununda önemli bir arz 
Merkezi olarak profilini güçlendirecek ve dolayısıyla ekonomik toparlanmanın yansıra uluslararası toplum içinde daha yüksek bir pazarlık gücüne kavuşabilecektir. 

Güvenlik açısından değerlendirildiğinde ise, anlaşma ile beraber öngörülebilir yakın gelecekte askeri manada bir “nükleer İran” ihtimalinin ortadan kalkması 
Türkiye adına ciddi bir kazanım olacaktır. Her ne kadar Türkiye’nin resmi söylemi programın askeri amaçları olmadığına dair inancın altının çizilmesi yönünde 
ve programı barışçıl maksatlarına binaen destekler nitelikte olsa da bu ihtimalin kesin biçimde ortadan kaldırılması, Türkiye’nin orta ve uzun vadede tehdit 
algılamasında muhtemel başlıkları revize etmesini sağlayacaktır. 

 <  Türkiye’nin, DoğuBatı enerji koridoru kapsamında enerji merkezi (hub) rolü açısından İran gazını Avrupa’ya taşıma isteği göz önünde bulundurulduğunda 
İran ile Batı arasındaki ilişkinin yeni dinamikleri büyük önem arz ediyor. >

İran’ın bölgesel bir gerginlik neticesinde görece kısa sürede bu vakte kadar elde ettiği nükleer teknoloji ve uzmanlık sayesinde programı askeri bir mahiyete 
büründürmesi, her ne kadar güncel İran liderliği bu eğilimi göstermekten uzak olsa da ilerisi adına bir ihtimaldir. Bölgede de istikrarsızlığın istisna değil 
norm olduğu düşünüldüğünde yalnız rekabetlerin değil yakınlaşmaların geleceği de öngörülebilir değildir. Bu da böyle bir ihtimalin köklü biçimde ortadan kalkmasının faydasını ortaya koymaktadır. 

Özellikle Balistik Füze Savunma sistemi ve Arap Baharı üzerinden iki gücün yaşadığı dönemsel gerginliklerin ilişkiyi yeniden kısmen güvenlik boyutuna 
taşıdığı düşünüldüğünde bu nokta daha önemli hale gelmektedir. Güvenlik boyutundan ilişkiyi tekrar uzaklaştırmada (desecuritisation) da İran’ın sisteme 
entegrasyonu ve nihai anlaşma sonrası Batı’yla ilişkilerini kuvvetlendirmesi ile beraber ılımlı bölgesel tutumları ön plana alan daha makul bir aktör haline gelmesi de fayda sağlama potansiyeline sahiptir. 

Netice itibariyle Batı ile İran arasında oluşabilecek yeni dinamikler, Suriye’deki çatışma ortamından enerji güvenliğine kadar pek çok alanda değişim fırsatı doğurabilir. 
Eğer yaptırımlar sonrası dinamikler doğru analiz edilir ve Batı hızlı hareket edebilirse İran’ın hem bölgesel ve küresel konumu hem de Batı’yla ilişkileri 
açısından oldukça farklı bir resim görebiliriz. Bu değişimin ölçüsü ise tekraren, öncelikle P5+1 ülkelerinin ve İran’ın nihai anlaşmanın uygulanması konusundaki kararlılığından ve samimiyetinden, ikincil olarak Rusya ve Çin gibi diğer aktörlerin bu süreci engelleme noktasındaki çabalarından ve son olarak da Ahmedinecad’ın İran siyasetine tekrar dönme olasılığından (ki Ruhani’nin anlaşma dolayısıyla kazanacağı ekonomik ve siyasi Batı desteği bu ihtimalin ortadan kaldırabilmesinde büyük rol oynayacaktır) veya benzer bir siyasi figürün ortaya çıkıp çıkmamasından büyük oranda etkilenecektir. Son olarak, Türkiye’nin kendi güç ve menfaat merkezli hesaplarıyla uyumlu şekilde bölgedeki genel duruşunu ve günlük dış politikasını gelişmelere göre konumlandırma kabiliyeti, Türkiye’nin bu yeni oluşan atmosferden ne denli faydalanabileceğini belirleyecek tir. Türkiye ve İran daha yakın bir ekonomik ilişki, ekonomik etkileşimlerinde ciddi bir artış ve daha istikrarlı bir bölgesel denklem tecrübe edebilirler. Öte yandan iki ülke bölgenin küresel ölçekte yankı bulan bu en tartışmalı konularından birinin normalleşmesinden doğan fırsatları kaçırabilir, 
yukarıdaki olumlu tabloyu tersine de çevirebilirler. 

<   Anlaşma ile beraber öngörülebilir yakın gelecekte askeri manada bir “nükleer İran” ihtimalinin ortadan kalkması, Türkiye adına ciddi bir kazanım olacaktır. >


Notlar 

1 Bkz. “Saudi Arabia launches air strikes in Yemen”, BBC, 26/3/2015, 
http://www.bbc.com/news/world-us-canada-32061632>, erişim 2/4/2015. 
2 Daha detaylı bir tarihi arka plan için, bkz. Mustafa Kibaroğlu, “Iran’s Nuclear Ambitions from a Historical Perspective and the Attitude of the 
West”, Middle Eastern Studies 43:2 (2007), pp. 223-245 
3 Anton Khlopkov and Anna Lutkova, “The Bushehr NPP: Why Did It Take So Long?”, Center for Energy and Security Studies, 
http://ceness-russia.org/data/doc/TheBushehrNPP-WhyDidItTakeSoLong.pdf,   Erişim 27/05/2012. 
4 Amin Saikal, “The Iran Nuclear Dispute”, Australian Journal of International Affairs 60:2 (2006), pp. 193-199, at p. 193. Also, see Aylin G. Gürzel and 
Eyüp Ersoy, “Turkey and Iran’s Nuclear Program”, Middle East Policy, 19:1 (Spring 2012), pp. 37-50, at p. 38. 
5 For a more detailed analysis of sanctions, see Andrew Parasiliti, “After Sanctions, Deter and Engage Iran”, Survival: Global Politics and Strategy 
52:5 (2010), pp. 13-20, at p. 17 
6 Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasının 4. Maddesi şöyledir: 
(1) Bu antlaşmanın hiçbir hükmü, ayrıcalık gözetmeksizin ve I Ve II nci maddelere uygun olarak, antlaşmaya taraf olan bütün devletlerin, nükleer 
enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılmasının, üretiminin ve kullanılmasının geliştirilmesi ile ilgili vazgeçilmez haklarını olumsuz biçimde etkiler şekilde 
yorumlanmayacaktır. 
(2) Bu antlaşmaya taraf bütün devletler, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının, sağlayacak cihaz, madde, bilimsel ve teknolojik bilgilerin 
mümkün olan en geniş ölçüde alışverişini kolaylaştırmayı üstlenirler ve bu alışverişe katılma hakkına sahiptirler. Bunu gerçekleştirebilecek antlaşmaya taraf devletler, 
dünyanın kalkınmakta olan bölgelerinin ihtiyaçlarını gereğince göz önünde tutarak, özellikle işbu antlaşmaya taraf nükleer silahlara sahip olmayan devletlerin 
topraklarında, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla uygulanmasının daha da geliştirilmesine, tek başlarına veya diğer devletlerle veya uluslararası örgütlerle birlikte, 
katkıda bulunmak üzere işbirliği de yapacaklardır. NSYÖA/NPT maddeleri konusunda daha detaylı bilgi için bkz. “The Treaty on the Non-Proliferation 
of Nuclear Weapons”, 
http://www.un.org/en/conf/npt/2005/npttreaty. html. 
7 Türkiye’nin konuya yaklaşımına dair bkz. Mustafa Kibaroğlu and Barış Çağlar, “Implications of a Nuclear Iran for Turkey”, Middle East Policy 15, 
no. 4 (2008), pp. 59-80; Aylin Gürzel and Eyüp Ersoy, “Turkey and Iran’s Nuclear Program”, Middle East Policy, 19:1 (Spring 2012), pp. 37-50; 
Aylin Gürzel, “Turkey’s Role in Defusing the Iranian Nuclear Issue”, The Washington Quarterly, 35:3 (2012), pp. 141-152. 
8 Bkz. Mehmet Özkan, “Turkey–Brazil Involvement in Iranian Nuclear Issue: What Is the Big Deal?”, Strategic Analysis, 35:1(2010), pp.26-30 and 
Aylin Gürzel, “Turkey’s Role in Defusing the Iranian Nuclear Issue”, The Washington Quarterly, 35:3 (2012), pp. 141-152. 
9 Terim, 2006’dan itibaren konuyla ilgili ortak diplomasi yürütme maksadıyla hareket eden Çin, Fransa, ABD, Birleşik Krallık ve Almanya’yı ifade eder. 
10 Bkz. “Iran nuclear deal: negotiators announce ‘framework’ agreement”, The Guardian, 3/4/2015, 
http://www. t h e g u a r d i a n . com/world/2015/apr/02/iran-nuclear-deal-negotiators announce-framework-agreement>, erişim 16/4/2015. 
11 Bkz. “Full text of the Iran nuclear deal”, The Washington Post, 
http://apps.washingtonpost.com/g/documents/world/full-text-of-the-iran-nucleardeal/1651/ , 
Erişim 20/7/2015 ve “Iran nuclear deal gets UN endorsement, paving way for sanctions relief”, Reuters, 20/7/2015, 
http://www.rt.com/news/310276-un-resolution-iran-deal/, Erişim 21/7/2015. 
12 Yazının yazıldığı günlerde Suudi Arabistan’ın tutumu -Yemen’deki Husi güçlerine karşı mücadelesini sürdüreceği yönündeki söylemine 
karşın- kapsamlı operasyonunun sona erdiğini ilan etmelerinin akabinde hâlihazırda yumuşamış görünmektedir. Bkz “Saudi-led coalition announces 
end to Yemen operation”, Reuters, 21/4/2015, 
http://www.reuters.com/article/2015/04/21/us-yemen-security-saudi-idUSKBN0NC24T20150421
Erişim 21/4/2015. 
13 “Iran and Turkey back political solution to Yemen crisis”, Al Jazeera, 8/4/2015, 
http://www.aljazeera.com/news/2015/04/rouhani-iran-turkey-agree-stop-yemenwar-150407192559290.html>, erişim 15/4/2015. 
14 Bkz. Lada Evgrashina, “Azeri oil fund to help finance TANAP gas pipeline”, Reuters, 6/11/2012, 
http://www.reuters.com/article/2012/11/06/azerbaijanenergy-idUSL5E8M6C1P20121106
Erişim 17/11/2013 ve Gulmira Rzayeva, “TANAP – Hazar Gazını Avrupa’ya Taşıyan Atılım Projesi”, 
http://www.hazar.org/UserFiles/yayinlar/MakaleAnalizler/Gulmira_ Rzayeva.pdf,  Erişim 16/11/2014. 
15 Bkz. “Russia drops South Stream gas pipeline plan”, BBC, 1/12/2014, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-30283571   Erişim 2/12/2014; “ Putin Blames EU as Russia abandons plans for South Stream gas pipeline”, The 
Guardian, 1/12/2014, 
http://www.theguardian.com/business/2014/dec/01/russia-blames-eu-as-it-abandons-plans-for-south-stream-gas-pipeline 
Erişim 2/12/2014; “In Diplomatic Defeat, Putin Diverts Pipeline to Turkey”, The New York Times, 1/12/2014, 
http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?_r=0  Erişim 2/12/2014. 


ORSAM, Ortadoğu Konusunda faaliyet gösteren tarafsız bir düşünce kuruluşu dur. 

ORSAM Ortadoğu ile ilgili bilgi kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve bölge uzmanlarının düşüncelerini Türk akademik ve siyasi çevrelerine doğrudan yansıtabilmeyi 
hedeflemektedir. 
Bu amaçlar doğrultusunda ORSAM, Ortadoğu ülkelerindeki devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve 
sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, yerel perspektiflerin güçlü yayın yelpazesiyle gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. ORSAM yayın yelpazesi içinde kitap, rapor, bülten, politika notu, konferans tutanağı ve ORSAM dergileri Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri bulunmaktadır. 

©Bu metnin içeriğinin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir. ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 

Göktuğ SÖNMEZ 
RAPOR; No.29, 
TEMMUZ 2015 
ORSAM BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 



****